KIZMAK YOK

104- KUR’AN KURSLARI YEMİNİ… 

Atatürk Barış Ödülünün: Atatürk’e, ilke ve devrimlerine en büyük darbeyi vuran, Atatürk’ün kurumlarını kapatan. Anayasaya din dersleri zorunluluğunu koyan ve ayetli-hadisli konuşmalarla nutuk atan bir kişiye verildiği dönemde şeriatçılar Kuran Kursları ile laik, sosyal, demokratik hukuk düzeninin üstüne üstüne geliyorlar.

İslâm Peygamberinin damadı ile Muaviye arasında yapılan savaşta; Muaviye, Ali’nin askerlerinin inanç nedeniyle basiretlerinin bağlanacağını bildiğinden mızraklarının ucuna Kuran yapraklarını bağlayarak askerlerini yürütünce. Ali’nin askerleri darmadağın olmuş kaçarlarken, neye uğradığını şaşıran Ali: “Kaçmayın, Ene Kuran.” yani “Kuran benim” demişse de bozguna uğramaktan kurtulamamıştı.

Geçmişte yaşanan bu tarihi olay günümüzde de yaşanmakladır. Şeriat özlemcileri lâik, demokratik, sosyal hukuk devletini yıkmak üzere Kuran Kursları ile gelmektedir. 1945’ten bu yana da şeriatın topluma egemen olmasına oy hatırına katlanan politikacılarımız bu gidişe dur diyememektedirler. İşte Kuran Kursları’nda yapılan yemin:

“Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim… Türkiye lâik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı, Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma. Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime… Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime… Kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma. Dinim, Allah’ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim”, (Dr. Niyazi Köymen, Dinsel Bunalımdan Gerçek Hak Yoluna, İzmir, 1977, S. 170: yine Doç. Dr. Zeki Başer, Tarihte-Tıp Tarihinde-Yemin, Atatürk Üniversite yayılan 1973)

Ben bu yemini Fehmi Yavuz’un Ölüm Duyuruları, 1. Baskı, Eylül 1983, 16. sayfadan alıyorum. Yorum yapmaya gerek duymuyorum. Oy nedeniyle basiretleri bağlanmış politikacılarımızın, yöneticilerimizin, bilgi ve ilgisine sunuyorum.

Gaziantep’te Bugün, 1 Mayıs 1990

105-ÜMİT OLDU JOSEF

KIZMAK YOK

 103- İFTAR YEMEKLERİ… 

“Ramazan geldi, hoş geldi. Baklava tepsisi boş geldi” diye bir tekerleme var. Çocuklar arasında çok sık söylenir. Demek ki halk kesiminde her Ramazan gelişinde bir burukluk yaşanır. Baklava tepsilerine bakarak tekerlemeler söylenir. Biz de söylerdik bu tekerlemeleri. Baklavacı çıraklarının zengin evlerine tepsilerle baklava götürdüklerini görünce.

Boyalı basınımız 11 ay boyunca baldır-bacak resimleri ile doldurdukları sayfalarında hiçbir değişiklik yapma gereğini duymadan bir de Ramazan sayfalarını ekliyorlar. Bazıları iftarda hangi yemeği yapıp yiyelim diye kitaplar yayınlıyor. Ama aynı gazete iç sayfalarında da sokaktaki enflasyon bir ayda yüzde 3.8, mutfak masrafları 1.88 arttı diyor.

“Mart kapıdan baktırır tahta kürek yaktırır” derken mutfakta yangın olduğundan söz ediyorlar. Anlaşılan; Mart ayazına karşı mutfaktaki yangınla ısınıyoruz.

Mart ayında dört kişilik bir ailenin yalnızca mutfak gideri 373 bin lira…

Yine aynı günlerde yayınlanan gazeteler Sağlık Bakanı karşısında hem gülüp hem ağlayan hemşirenin yakınmasını dile getiriyorlar. Hemşire hanım Sağlık Bakanı’na “150 bin lira ile nasıl geçinilir?” diye soruyor. Sağlık Bakanı da: “Ben sizin 150 bin lira ile geçindiğinizi bilmiyordum” diyor. “Kısa zamanda düzelteceğini” söylüyor… Sanki düzeltmek elinde imiş gibi. İyi niyetli bir yaklaşımla düzeltmeye kalksa kanun tasarısı vermek gerek, bunun içinde en az bir yıl geçecek…

Mutfak durumu böyleyken, devlete hizmet eden hemşirenin aylığı 150 bin lira iken bizim büyük gazetelerimizin okuyuculara parasız verdikleri iftar yemekleri kitapları ile büyük bir çelişkiye düşüyorlar.

Sanki okuyucu ile alay ediyorlar. Nasıl olsa yemiyorsunuz, hiç olmazsa tiridine banın dercesine yemek listeleri veriyorlar.

Parasız verilen kitabın et yemekleri bölümünü açıyorum. et yemekleri bölümüne bakıyorum. Taskebabı. Malzemesi: 1 kilo koyun veya kuzu eti. Gerisini hiç sayma. Bir kilo et ateş pahası. Nasıl alsın, nasıl pişirsin.

Hele kitabın içindekiler bölümüne bakınca okuyucu, adını bile bilmediği yemek adları ile karşılaşıyor. Midesi bulanıyor. Örneğin Kağıtla kuzu rosto, kuzu kapaması, say gitsin. Hangi maaşla, hangi ücretle nasıl alacak?..

Gazete dediğin seslendiği okuyucu kitlesini bilmeli. Birkaç varlıklı okuyucusuna hizmet edeceği düşüncesiyle binlerce yoksul okuyucusuyla alay etmemeli ve de kendi yayınlarıyla çelişkiye düşmemeli…

Yoksulun, yoksulluğunu kendisine hatırlatmamalı. Yalnız Ramazan ayında Müslümanlık yapılmamalı…

Gaziantep’te Bugün, 13 Nisan 1990

104-KUR’AN KURSLARI YEMİNİ

KIZMAK YOK

102- ATATÜRK DÜNYA MÜSLÜMANLARINA MESAJ GÖNDERMEMİŞ… 

YARGITAY 4. HUKUK DAİRESİ, Atatürk’ün Dünya Müslümanlarına gönderdiği mesajla ilgili davaya bakma yetkisinin İDARİ YARGI YERİ OLDUĞUNA KARAR VEREREK YEREL MAHKEME KARARINI BOZDU.

Bilindiği gibi 1988 yılı Atatürk’ü Anma Haftası’nda TRT, Atatürk: “Din bir vicdan meselesidir” Adlı Programı’nda Ata’nın ölmeden 15 gün önce Dünya Müslümanlarına: “Bütün dünya Müslümanları Allah’ın Son Peygamberi Hz. Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı, İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilir” diye mesaj gönderdiğini belirtmesi üzerine Ankara Barosu avukatlarından Hayri Balta mesajın yazılı olduğu kitabı basıp kitaplığına koyan Ankara Üniversitesi ile TRT Genel Müdürlüğü hakkında dava açarak bu mesajın Atatürk tarafından Dünya Müslümanlarına gönderilip gönderilmediğinin saptanmasını istemişti. Davaya Ankara 14. As. Hukuk Mahkemesi bakmıştı.

Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı ve Kemalist Yazarlar ve Sanatçılar Derneği Mahkemeye gönderdiği yazılarda Atatürk’ün Dünya Müslümanlarına gönderdiği söylenen mesajın uydurma olduğunu, arşivlerinde böyle bir mesaja rastlanmadığını belirtmişlerdi.

Ancak Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesinin: “Dava tespit davasıdır. Maddî vakalar tek başına tespit davasına konu yapılamaz. Ancak hukukî ilişki ile birlikte tespit davasına konu olabilirler” gerekçesi ile davayı reddetmesi üzerine Av. Hayri Balta, yerel mahkeme kararını temyiz etmiştir.

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi yaptığı inceleme sonunda davalılardan TRT’nin ve Ankara Üniversitesi’nin eylemlerinin hizmetleri yürütürken kuruluş yasalarında belirtilen ilkelere uygun davranılmadığı ileri sürüldüğüne göre “Bu hususların saptanması İdarî Yargı yerine ait bulunduğundan” temyiz olunan hükmün 5.2.1990 günü oybirliği ile bozulmasına karar vermiştir.

Bu gelişmeler üzerine tashih-i karar yoluna gitmeyeceğini söyleyen Av. Hayri Balta, “Davayı uzatmak istemiyorum. Davayı İdari Yargı’da açacağım. Ancak bu kez davalı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da katacağım. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı da bu mesajın doğruluğunu araştırmadan Atatürk ve Din Eğitimi (Yazarı Ahmet Gürtaş) adlı kitabında kullanmış ve bununla da yetinmeyerek 1988 yılı 10 Kasım’ında Diyanet İşleri Takviminde Atatürk’ün son mesajı adı ile yayınlamıştır.

BALTA devamla bu konuda şöyle demiştir:

“Davalılar Atatürk’ü şeriatçı çevrelere şirin göstermek için Atatürk’ün kurduğu devletin ilkeleri ile düşünsel kişiliği ile çelişir mesajlardan medet ummuşlardır. Oysa ne Allah’ın, ne de İslâm Peygamberinin Atatürk’ün ölmeden önce dünya Müslümanlarına gönderdiği dini mesaja ihtiyacı vardır. Ne de Atatürk’ün şeriatçı çevrelerin sevgi ve şefkatine ihtiyacı vardır…”

Diyanet İşleri Başkanlığı insanlığa gerçek Allah bilgisi, gerçek din bilgisi vermek yerine böyle uydurma mesajlara dayanmayı marifet sanmaktadır. Yok, “Dananın dalağından Allah şeklinde yazı çıktı”, yok, “Tavuklar ayetli yumurta doğurdu” yok “Okoume ağacında Bismillahirrahmanirrahim Muhammed şeklinde yazılar doğal olarak yazılıyor” diye halkın kafasını karıştırmakla Allah’a hizmet arz ettiklerini sanıyorlar ki bu Allah’ı da dini de anlamadıklarının somut göstergeleridir.

Balta Allah ve din anlayışının şekilcilikten, nakilcilikten kurtularak aklî ve ahlaki temele oturtulması gerektiğini ileri sürmüştür.

Gaziantep, Bugün, 28 Mart 1990

103-İFTAR YEMEKLERİ

KIZMAK YOK

101- TERÖR…

Geçtiğimiz günlerde gazeteler Şeriatçı örgüt çökertildi başlığı altında “Katli Vaciptir” diye adam öldürenlerin idam sehpası gibi çatılmış kalaşnikof tüfekler arasında fotoğraflarını bastılar. İstanbul, Ankara ve Malatya’da yapılan operasyonlarda aralarında liderleri de bulunan 33 militan televizyonda da halka gösterildi.

Şeriatçı örgütte tetiği çeken kasapların fotoğrafları da ayrı ayrı yayınlandı. Ayrıca liderlerinin kendilerini şeyh, hoca unvanıyla tanıttıkları, bu şekilde kodladıkları da belirtildi.

Bunun yanında ölüm listeleri de açıklandı. Ölüm listelerinde hem sağcılardan  hem solculardan tanınmış kişiler var. Örneğin dincilerin liderini vurup öldürecekler: halk bu eylemi solculardan bilecek. Arkasından birkaç gün sonra solcuların liderlerinden birini öldürecekler. Halk bunu sağcılardan bilecek. Bu öldürme eylemleri bir sağdan, bir soldan taa ki halk birbirine düşene kadar sürüp gidecek…

Gazeteler terör konusunda açıklama yaptıkça okuyucular ister istemez görüşlerini açıklıyorlar. Bu görüşlerini açıklayanlar içinde öğrenim görmüş kişilerin görüşlerini ürküntü ile karşılamamak elde değil. Konuştuğumuz, tartıştığımız kişiler içinde yüksek öğrenim görmüş serbest meslek mensupları, emekli bürokratlar, eski parlamenterler çoğunlukta.

Terör olaylarının ürkütücü boyutlara vardığı bir ortamda gelişmelerden rahatsız olmayan bu kişilere izlenimlerini, görüşlerini soruyorsun. Büyük bir umursamazlıkla pel pel yüzüme bakıyorlar. “Ne olacak bu gidişin sonu?” diye soruyorsun. Büyük bir bilgiçlik ve pişkinlikle gayet de özden olarak: “Merak etme sen, Amerika müsaade etmez Türkiye’nin İran gibi olmasına!” diyorlar.

İrticai terörü önlemek için Amerika ne yapacak? Emniyet ve ordunun görevini kendisi yapacak değil ya? Yasaları kendisi uygulayacak değil ya… Sonra Türkiye’nin İran gibi olması Amerika’nın, diğerlerinin de işine gelmez mi? Yaratıcılıktan yoksun olan, ahreti kazanmaya çalışan tüketici bir toplum, batı sanayisinin pazarı olmaya çko güzel bir aday değil mi?

Sonra kendi geleceğimiz, kendi kaderimiz hakkında biz önlem almayacaksak, biz karar vermeyeceksek, bizim varlığımızın, bağımsızlığımızın ne anlamı var. Demek ki soruna çözüm getirmek bize düşüyor. Türk toplumunun kalkınması, kendi sanayini kurması Amerika’dan ve Avrupa’dan sanayi ürünleri almaması Amerika’nın ve Avrupa’nın işine gelir mi sanıyorsunuz?

Bunun sonucu olarak da kendi sorunlarımızın çözümünde Amerika’dan yardım ummak rehavetinden kurtulmamız gerekiyor. Amerika’ya umut bağlamak bizleri büsbütün çıkmaza sokar. Bu nedenle düşünmesi gereken varsa o da bizlerizdir.

Şapkamızı önümüze koyup düşünmenin sırası… Bizim sorunumuza ne Amerika ne de Avrupa çözüm getiremez. Getirecekleri çözüm de Türk halkı tarafından benimsenemez. Bu nedenle diyorum ki terör konusunda köklü çözüm getirecek önlemleri biz almalıyız. Ve de Amerika kim oluyor? demeliyiz.

Gaziantep’te Bugün, 26 Mart 1990

 

102-ATATÜRK DÜNYA MÜSLÜMANLARINA MESAJ GÖNDERMEMİŞ…

KIZMAK YOK

100- ŞERİATIN KESTİĞİ PARMAK…

Toplumların alışkanlıklarını, geleneklerini değiştirmek çok zordur. Bu değişikliği toplumları en çok etkileyen Peygamberler bile gerçekleştirememişlerdir. Sonunda toplumların gelenekleri doğrultusunda, etkilerini söndürmek zorunda kalmışlardır.

Atalarımızın şeriatın kestiği parmak acımaz, diye bir özdeyişi vardır. Şeriat’ın kestiği parmağın acıyıp acımadığını parmağı kesilene sormak gerekir. Hani, sağlam ne bilir hastanın durumundan derler ya parmağı kesilmeyen parmağı kesilenin acısını ne oranda anlar? Ama artık parmakları şeriat kesmiyor. İrtica kesiyor.

26 Şubat 1990 tarihli gazeteler “İrtica Bu Kez Parmak Kesti” başlığı ile haberi görüntüleyerek verdi. Belediyede şoför olarak çalışmakla olan Cemal Akın adlı vatandaşımız, iş dönüşü arkadaşları ile birlikte biraz içki içmiş. Bu sırada önüne üç kişi çıkmış. “Sen üç aylarda içki içmeye utanmıyor musun?” diye kafasına çökmüşler. Saldırganlar çember sakallı imiş. Cemal Akın’ı feci şekilde dövmüşler ve üç parmağını da kesip sırra kadem basmışlar. Taksim Devlet Hastanesinde kesilen sol elinin parmaklarını göstererek yakınıyordu Cemal Akın…

Burada Çember sakallı üç kişinin gerekçesi üzerinde durmak istiyorum. Üç ayların tarihî kaynağının ne olduğunu bulmak istiyorum. Bu üç aylar İslam tarihinde haram aylar diye geçer, İslâm Peygamberi de çok çekmiştir bu haram aylar suçlamasından. Bu haram ayların geleneğini araştırırsak tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından çok öncelere dayandığını görürüz, ilkel toplumlar, bilindiği gibi, birbirinin malını ve namusunu yağmalarlar, canlarını alırlardı. Arabistan’daki ilkel topluluklar yılın dört ayını bu yağmalamayı önlemek, can almayı durdurmak için barış ayları olarak ilan etmişler. Yılın dört ayı içinde bu aylara, haram aylar denerek güvenlik içinde hissetmişler kendilerini…

Bu haram ayların İslâm Peygamberince ve taraftarlarınca ihlâl edildiğini Kuran’dan anlıyoruz. Anlaşılan haram aylarda İslam mücahitleri saldırı ve savaş yapmışlar. Mekkeli putperestler, “Haram ayda bu savaş yapılır mı?” demişler. Verilen yanıtı Kuran’dan okuyalım: “2/217: Ey Muhammedi Sana hürmet edilen ayı: o aydaki savaşı sorarlar. De ki: O ayda savaşmak büyük suçtur. Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, Mescidi Haram’a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak. Allah katında daha büyük suçtur” (Diyanet Çevirisi).

Görülüyor ki haram aylara uymayan mücahitleri sorguluyorlar. İslam Peygamberinin buna Kuran’da yanıtı ise: “Evet haram aylarda savaş suçtur ama onların yaptıkları daha büyük suçtur!”

Acaba diyorum bizim parmak kesen ve parmak keserken Allah’a hizmet arz ettiğini sanan şeriatçılarımız haram ayların-üç ayların, tarihçesinin bu olduğunu biliyorlar mı idi?

Yukardan beri anlatmaya çalıştığım gibi insanların alışageldikleri alışkanlık ve gelenekleri değiştirmeye Peygamberlerin bile gücü yetmemiştir. Bunların değişmesi ancak ve ancak insanların bilgilenmesi ve bilgilendirilmesi ile olur. Bu da okumakla, araştırmakla, düşünmekle olasıdır. Yoksa öyle nakle dayanan bilgilerle insanlık ilerleyemez… Bu durağanlığı bütün dinlerin katı taraftarlarında görmekteyiz. Yahudi’sinde de, Hıristiyan’ında da, Müslüman’ında da yeni düşüncelere yeni alışkanlıklara yeni davranışlara izin yok.

Gaziantep, Bugün, 17 Mart 1990

101- TERÖR

KIZMAK YOK

99-OKOUME AĞACI… 

Okoume ağacı konusu geçtiğimiz pazar TRT 1. Kanalında bilim adamlarımızca tartışıldı. Okoume’nin Türkçe karşılığı kavakmış. Bu kavak ağacı Afrika’da Gabon’da yetişirmiş. Gabon’da yetişip kesildikten sonra Danimarka’dan ithal edilen bu ağaç Türkiye’de bir fabrikanın hızarından geçirildiğinde görülmüş ki “Bismillahirrahmanirrahim Muhammed” yazıları var. Ağaçtaki yazı kulî stilindedir. Kavak ağacının boyu 340 cm, eni ise 65 cm.

Bu kavak ağacı kesilince Şener Aykuteli tarafından Topkapı Saray Müzesine bağışlanmış. Müzeye bağış tutanağında Ağaçta “Samet” ve “Taha” sözcüklerinin de yazılı olduğu belirtilmektedir. Ne var ki televizyonda Barış Manço yönetiminde yapılan tartışmada “Samet” ve “Taha” sözcüklerinden hiç söz edilmedi. Buna da bir türlü aklım ermedi.

Bilim adamlarımızın bir bölümü ağaçtaki yazının doğal olmadığı konusuna değinirken bir kısmı bilim adamları ise doğal olduğu görüşünde direttiler. Ben bu tartışmaları izlerken İstanbul’un Fethi sırasında papazların tartışmasını anımsadım. Fatih’in askerleri surları aşarken Hıristiyan papazları da melekler dişi mi erkek mi onu tartışırlarmış. Fatih’in askerlerini karşılarında gördükleri zaman akılları başlarına gelmiş ama iş işten geçmiş.

Bizde yaşam pahalılığı çekilmez duruma gelmişken, paramızın değeri her yıl % 75’i aşkın değer yitirirken. Güneydoğu Anadolu’da anarşi her gün can alırken, Kıbrıs, Trakya, Bulgaristan sorunları bizi zorlarken kavak ağacındaki yazı ile meşgul oluyoruz…

Bu kavak ağacı bundan 6 ay kadar önce Suudi Arabistan Büyükelçiliğince Hilton Oteli’nde gösterildi. Bu gösteride Erdal İnönü’de, Erbakan da, Arap ileri gelenleri de vardı. Ben de oradaydım…

Ağaç ışıklandırılmış olarak sahnede gösteriliyordu. Her bakana bilgi veriliyordu. Ancak benim dikkatimi ağaç değil de Hilton Oteli salonunda ziyaretçiler için hazırlanmış yiyeceklerle meyveler çekmişti. Sofrada kuş sütü eksikti. Ağaca şöyle bir göz atan yiyeceklere ve meyvelere gömülüyordu. Ben bu yüksek tabakanın aç gözlülüğünü izledikçe Tevfik Fikret’in “Aksırıncaya kadar tıksırıncaya kadar yiyin!” şiirini mırıldanıyordum.

Bir ara Şener Aykuteli ile karşılaştık. Birlikte ağacı izledik. Şener Aykuteli’ye bir soru yönelttim: “Allah mucizesini niçin Arapça yazı ile göstermiş. Türkçe olmaz mıydı?” dedim. Bu sorum Şener  Aykuteli’yi şaşırttı. Öyle ya bu denli kelli felli adamlar gelmiş. Bakanlar gelmiş. Hepsi bakmış bakmış hayretini dile getirmiş de bir ben pişmiş aşa soğuk su katıyorum. Ortalığı karıştırıyorum. Bana şöyle yanıt verdi “Allah’ın işine akıl sır ermez!”…

Bu arada başımıza birkaç kişi toplandı. Ben ortalarında tek kaldım. İnanmamış olduğumu göstermekle dine karşı gelmiş gibi oldum. Akılları bir türlü almıyordu, benim inanmamış olmamı. Oysa ben başıma toplanmış bulunan kelli felli adamların Allah konusunda böylesine bilgisizlik içinde oluşlarının nedenini araştırıyordum. Hiç diyordum: “Allah inancı sağlam olan insan Allah’tan mucize bekler mi?” Her gün çevremizde gördüğümüz her canlı, her cansız ve dünyamızda oluşan oluş (zuhur) bir mucize değil mi? Daha ne mucize bekliyorlar bunlar, bilmem ki?

Bu gerçek Kuran’da şöyle açıklanıyor. “12/105: Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler” (Diyanet Çevirisi).

Allah’ın varlığını göstermesi için mucizeye gereksinimi yok ki? Her şey gözümüzün önünde akıp gidiyor. Bakınız Kuran, 57/3’te “Görünen ve görünmeyen (Zahir ve Batın) Tanrı…” diyor…

Bir toplum Tanrı konusunda bu kadar bilgisiz olamaz…

Gaziantep, Bugün, 16 Mart 1990

100- İRTİCANIN KESTİĞİ PARMAK

KIZMAK YOK

98- 163’ÜN KALDIRILMASINA KARŞIYIM…

Anlı şanlı yazarlarımızın tersine, hele Cumhuriyet gazetesinin lâiklik konusunu ele alışına ve 163. madde konusunda yaptığı tarihi yanılgılara karşıyım.

Bilindiği gibi Cumhuriyet Gazetesi her ne kadar ilerici aydınların gazetesi olarak görünüyorsa da lâiklik anlayışının ve Kemalizm görüşünün yeniden ele alınması görüşünde. Bu konuda ilerici aydınların tepkisini çekmekte ve Atatürkçülük ve lâiklik konusundaki tutum ve yayınları nedeniyle daima gündemde kalmakta.

TCK m. 163’ü kısaca özetleyelim: “Lâikliğe aykırı olarak, Devletin sosyal veya ekonomik veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse” demektedir. Yaptırımı ise sekiz yıldan başlamaktadır.

163’e getirilecek değişikliğin ne şekil alacağını bilmiyoruz. Ancak bir devletin en üst kademesinde görev alan şeriatçı ve tarikatçı düşünce sahipleri kendilerine serbestlik tanıyacak bir değişikliğin getirilmesi için yoğun çaba içindeler. Bu bir gerçek. Bu gerçeği yadsıyamayız…

  1. maddenin getirdiği şeriatçı partileşme engeli yapılacak değişiklikle ortadan kalkınca şeriatın iktidara yürüme yolu açılacak. Bu açıklık üzerine şeriatçı görüşe bağlı olarak çeşitli partiler kurulacak.

Şeriat düşüncesi sanılanın aksine birleştirici değil bölücüdür. Şeriatçı düşüncenin bütünleştirici, birleştirici bir rol oynayacağını sanan düşünce ve görüşler büyük bir yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Bilinmeli ki daha asr-ı saadet döneminde bile şeriatçı anlayış Sünnîler, Şiîler ve hariciler olarak üçe bölünmüş ve cennetle müjdelenen sahabeler başta olmak üzere birbirlerine girmişlerdir. Binlerce ölü vermişlerdir…

Sonradan bu üç büyük mezhep kendi içinde çeşitli tarikatlara bölünmüşlerdir. Bu bölünme günümüzde bile varlığını sürdürmektedir. Mevlevîlik, Bektaşîlik, Kadirîlik, Nakşîlik gibi tarikatlar etkinliklerini sürdürebilmek için birbirleriyle kıyasıya uğraşmışlardır…

 Şeriatçılara siyasal örgütlenme hakkının tanınması ile öncelikle çeşitli mezheplere ve tarikatlara bağlı örgütlenmelere tanık olacağız. Şeriatçılar birbirlerine düşeceklerdir. Bu ise huzur ve güven ortamını ortadan kaldıracaktır. Bence en büyük tehlike memleketimizin şeriat, mezhep ve tarikat kavgalarına sahne olmasındadır. Bu kavganın olmasını 163. madde önlemektedir. 163. maddeye getirilecek bir değişiklik sonucunda şeriatçıların anarşi ve terörü gündeme gelecektir. Ve bu kargaşa öncelikle şeriatçılar. mezhepçiler ve tarikatçılar arasında olacaktır ve bence en büyük tehlike de buradadır.

163’ün kaldırılmasının diğer sakıncalarına da yeri geldikçe değinilecektir. 163. maddenin varlığının korunmasında yurdumuzun geleceği ve kalkınması açısından sayısız yararlar vardır. Bu yararlar Cumhuriyet Gazetesi’nin anlı-şanlı yazarlarının kapasitelerinin çok üstündedir…

Gaziantep, Bugün, 15 Mart 1990

99-OKOUME AĞACI

KIZMAK YOK

97-CUMHURBAŞKANI NE DEMEK İSTER… 

Geçtiğimiz günlerde Sayın Cumhurbaşkanı’nın yabancı bir gazeteciye aynen şöyle dediğini gazeteler yazmıştır: “Ben Müslüman’ım, devlet lâik!”

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın bu sözleri üzerinde SHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar: “Bu ifadeler başlı başına Anayasa suçudur. Lâikliği inkar eden bir Cumhurbaşkanı olamaz.” diyerek tepkisini dile getirmiştir. Bu konuda daha geniş açıklamalar yapmıştır ama yerimizin darlığı nedeniyle buraya almıyorum.

İslam radikallerine göre, İslam yazarlarına göre, lâiklik denince ne anlaşılmaktadır. Acaba Sayın Cumhurbaşkanı bunu bilmemekte midir?

Ali Rıza Demircan adlı bir İslâm yazarı var. Kendisi Büyük Riyale Paşa Camii İmam Hatibi, Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan maaş alır. Yani Lâik Türkiye Cumhuriyeti bu adama maaş verir.

Bu İslâmcı yazarın “İslâm’a Göre Cinsel Hayat” adlı iki ciltlik kitabı var. Gelin hep birlikte bu kitabın “Lügatça” bölümüne bakalım. Burada kâfirlik ve lâiklik için neler demiş. İslâmcı yazara göre “kâfirlik” denince ya da “lâiklik” denince ne anlaşılmalıdır. Alfabetik sıraya göre kâfir sözcüğünün karşılığını alalım:

“Kâfir: Kuran ve Sünnetle belirlenmiş iman esaslarının, ilahi emirler ve yasakların bütününe veya herhangi birine inanmayan kişi. LAİK İNSAN…”

Yani anlayacağınız kim lâikse o kâfirdir.

Bir de “lâik” sözcüğünün karşısına ne yazılmış ona bakalım:

“Lâik: Dini olmayan, Kuran ve Sünnet yönetimini kabul etmeyen insan lâik oluyor. Lâik insan da kâfir oluyor…”

Bu kitap Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nde yayınlanmıştır. Benim elimdeki 4. baskıdır. Lâik Türkiye Cumhuriyeti’ni korumakla görevli savcılardan biri bu kitap ve yazarı hakkında dava açmamıştır. “Gel bakalım arkadaş, sen ne demek istiyorsun? Yani biz kâfire mi hizmet ediyoruz? Gel şunu açıkla hele..:” dememişlerdir.

Hem lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet’inden maaş alacaksın, hem de maaş aldığın devleti kâfirlikle suçlayacaksın. Olacak iş değil…

Sayın Cumhurbaşkanı: “Ben Müslüman’ım Devlet lâik” dediğine göre “lâiklik” ile “Müslümanlık” arasında bir ayrım olduğunu biliyor demektir. Yoksa böyle bir açıklama gereğini duymazdı. Bu durumda sayın Cumhurbaşkanımız lâik devlete hizmet etmektedir. Hemen çekilmelidir… Çünkü: “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse zalimdir.” (Maide, 5/45) Sormak gerekmez mi, “Siz Allah’ın indirdiğiyle mi hükmediyorsunuz?”

Şimdi Türkiye Cumhuriyeti “lâik” bir devlet olacak. Lâik devletin başında bulunan Cumhurbaşkanı lâikliği kabul etmeyerek Müslüman olduğunu söyleyecek.

Sayın Cumhurbaşkanı laikliği, “İslam’a Göre Cinsel Hayat” yazarı Ali Rıza Demircan gibi anlıyorsa; yani lâiklik eşittir kâfirlik diyorsa kâfire hizmet ediyor demektir. Bu arada şunu da belirtelim. Herhangi bir kişi ben Müslüman’ım diyorsa; o, Müslümanlık dışındaki düşünce ve inançları, felsefi akımları dışlıyor demektir. Çünkü İslâm’a göre “İslâm dışındaki her düşünce ve inanış sapıklıktır!” Müslüman’dan başka herkes cehennemliktir…

Eğer Sayın Cumhurbaşkanı bu gerçekleri bilerek yabancı gazeteciye: “Ben Müslüman’ım devlet lâik…” demişse bizim derin derin düşünmemiz gerekir. Böyle bir anlayışla AT’e nasıl gireceğiz. Çağdaş dünyaya karşı ne diyeceğiz… Bu nedenlerle gerçekten derin derin düşünmemiz gerekir…

Müslüman olan lâik devlete hizmet etmez. Kâfir devletten maaş almaz… Anayasa madde 103’e göre yemin etmez…

Gaziantep, Bugün, 14 Mart 1990

98- 163’ÜN KALDIRILMASINA KARŞIYIM

KIZMAK YOK

96-HANİ İBADET DE GİZLİ KABAHAT DA GİZLİ İDİ… 

Atalarımız “İbadet de gizli, kabahat de gizli…” demiş.

Çok güzel demiş.

Yasalarımız Dini politikaya alet etmek yasaktır, demiş.

İyi ki demiş.

Demeseymiş kim bilir neler ederlermiş…

Ne var ki şimdi ki Başbakanımız bunları değiştirmiş.

Değiştirmekle kalmamış,

Kendine özgü bir yöntem geliştirmiş…

İbadet açık, kabahat gizli…

Dini politikaya alet etmek ise cumhur cemaat, düdüklü, sirenli…

Arkasında zevat, ceketlerinin düğmesi ilikli…

Öyle ki her Cuma Başkent’te yer yerinden oynar, kopar kıyamet…

Bu, devlet erkânının cumhur cemaat

Namaz kılacaklarına alamet…

Sıra sıra polisler yollara dizilir.

Ana caddelerde trafik kesilir.

Halk caddelerden sokaklara itilir…

Caddelerde bir telaş sezilir,

Sanırsın ki, yangın var, yangın söndürmeye gidilir…

Sorarsın: Yangın mı var?

Yer yerinden mi oynuyor?

Kıyamet mi kopuyor?

Yanıt: Başbakanımız cuma namazını eda etmeye gidiyor…

Cuma namazını eda etmek için ille siren düdükleri gerekse,

Gidelim biz de cuma namazlarına davul, zurna ile…

Safranbolu, Gündem, 1-15 Aralık 1988

+

Günaydın Baba,

1988 de ne ise bugün de o…

Değişen hiçbir şey yok,

Daha da beter olacak bence…

Umut yok!..

Yener

KIZMAK YOK

95- BÜYÜK BASININ BÜYÜK YAZARLARINA…

Atatürk’e göre Basın Ulusun genel sesidir. “Bir ulusu aydınlatmada ve ona yol göstermede, bir ulusa gereksinme duyduğu düşün besinini vermede. Özetle bir ulusun mutluluk ereği olan ortak doğrultuda yürümesini sağlamakta basın başlı başına bir güç, bir okul, bir önderdir…”

13 Kasım 1988 günü Atatürk’ü Anma Haftası dolayısıyla TRT 2. Kanal’da Atatürk’ün ölümünden 15 gün önce dünya Müslümanlarına mesajını yayınlıyor:

“Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli İslamiyet’in hükümlerini, olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir.”

Atatürk’ün böyle bir mesaj göndermediği, göndermeyeceği, büyük basının büyük yazarlarına tarafımdan duyuruluyor. Ne var ki büyük basının büyük yazarları, kulaklarının üstüne yatmış. Olayın önemini değerlendirmekten yoksun.

Oysa Atatürk’ün böyle bir mesaj gönderdiğini kabul etmek Atatürk’ün yaptığı devrimlerden pişmanlık duyduğu, doğru olanın şeriat kurallarına uymak olduğu anlamına gelir ki bu Atatürk’ün kendi kendisini yadsımasıdır.

Atatürk, ölümünden 15 gün önce iki mesaj vermiştir: İlki, Cumhuriyetin 15. yıldönümü nedeniyle Orduya. İkincisi ise: Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem, IV. Toplantı yılının açılışında.

Bu mesajların dünya Müslümanlarına gönderildiği söylenen mesajla en küçük bir ilgisi yok.

Demek ki, ortada yalan var. Uydurma bir mesaj var. Atatürk’ün düşünsel kişiliğine, tinsel kişiliğine ağır bir saldırı var. Daha önemlisi Atatürk’e yapılmış bir iftira var.

“Egemenlik kayıtsız, şartsız ulusundur” diyen bir kişinin bütün dünya Müslümanlarına böyle bir mesajla “Hakimiyet kayıtsız şartsız şeriatındır.” demesine olanak var mı?

Atatürk’ün böyle bir mesaj göndermiş olduğu haberine kayıtsız kalmak; şeriat kurallarına geçmenin bizzat Atatürk tarafından buyrulduğu anlamına gelmez mi?

Bu konu üzerinde daha çok durulabilir. Ne var ki büyük basının büyük yazarları olayın önemini idrakten yoksun. Şeriatçı otoriteye teslim olmuş gibi bir görüntüsü var. Halkımızın dediği gibi: “Kokteyl var gider misin? Kokteylde viski var içer misin?” diyesi geliyor.

Cumhuriyetimizin temel ilkesi laiklik sulandırılıyor… Atatürk gibi büyük bir önder şeriatçı gibi gösteriliyor, ne Atatürk Araştırına Merkezi’nden, ne Üniversitelerin Devrim (affedersiniz İnkılâp) Kürsüsü Öğreticilerinden, ne Atatürk’ü kurduğu partinin devamı olduğunu söyleyen SHP milletvekillerindenne Cumhuriyeti korumak ve kollamakla görevli olan Cumhuriyet savcılarından ne de büyük basının büyük yazarlarından bir ses var.

Diğerleri Hükümetin emrinde bir kuruluş olduklarından bağışlanabilir ama büyük basının büyük yazarları asla…

Safranbolu, Gündem, 1-15 Aralık 1988

96-HANİ İBADET DE GİZLİ İDİ…