UZUNCA BİR MEKTUP

Dr. EMİN KILIÇ KALE TOPLULUĞU

Soldan 1. Mr. Ayzli; 2. sıradaki ise Dr. Emin Kılıç Kale…

 

 UZUNCA BİR MEKTUP

 

47 yıl önce yazılan bu mektubun asıl amacı: Mr. Ayzli’ye  İncil’in nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bilgi vermektir.

Burada “Saygı Değer İncil Öğretmenim” dediğim Mr. Ayzli’dir. Kendisi bir Hıristiyan misyoneri olup Gaziantep Amerikan Hastanesinde 1950-1960 yıllarında müdürlük yapardı. 15 günde bir Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin derslerine geldiğinde kendisi ile İncil konusunda tartışmalar yapılırdı…  Sonraları, bizim görüşlerimiz kafasına yatmadığı için bir daha derslerimize gelmemişti.

“Sayın Öğreticim” dediğim ise Dr. Emin Kılıç Kale’dir… Dr. Emin Kılıç’tan sonra da Prof. Dr. İlhan Arsel’e Sayın Öğreticim demeye başladım… Prof. Dr. İlhan Arsel Hukuk Fakültesinde Anayasa Hocamdı ve ayrıca Prof. Dr. İlhan Arsel, ŞERİAT ve KADIN davada, vekil edenimdi…

  1. Eylül. 1962 tarihinde yazılan bu mektup yeniden yazılırken kimi bölümlerine anı niteliğinde yeni eklemeler yapılmıştır. Bu eklemeler üslûptan anlaşılmaktadır.

+

Sayın Değer İncil Öğretmenim,

Mr. Ayzli,

 

  1. Başımdan geçen olayları anlatacağım bu mektubumda…

Gerçi geç kaldım bu mektubumu yazıp yollamada…

 

Göndermeliydim daha önce. Ama nedeni vardır gecikmemin.

Yoksa çok daha önce yazardım, bunu bilin…

 

Bir kaza geldi başıma. Uğradım bir iftiraya.

Yakaladı polisler beni; çektiler sorguya.

Çıkarıldım yargıçların karşısına.

Duruşma sürdü aylarca.

 

  1. Başımdan geçenleri öğrenince hak vereceksiniz mektup yazmakta gecikmiş olmama.

İnsanlığa acıyacaksınız başımdan geçenleri okuyunca…

 

Göreceksiniz: İsa’dan beri geçen iki bin yıllık süre içinde insanlık ilerleyememiş uygarlık yolunda.

Nasıl gelmişse insan dünyaya, öyle gitmiş toprağa…

 

  1. Vardır dünyanın her yerinde ilkeller…

Kutsal kitaplarda bunların adı “ölü” olarak geçer.

 

Sizin Amerika’da daha çoktur  bu ölüler.

Güldürür buradan bizleri sizdeki ölüler…

 

Bu “ölü”lerden her toplumda bulunur.

Nasıl olur da insanlık bu ölülerden kurtulur?

 

  1. Sizin “Ölüler”; rengi kara diye sataşırlar insana.

Yemek yemeye utanırlar onlarla bir arada lokantada.

 

Kaçınırlar bir otobüste birlikte yolculuk yapmaktan,

aynı çatı altında tiyatro seyretmekten, aynı okulda çocuklarını okutmaktan…

 

  1. Mutsuzdurlar siyahlarla bir ülkede birlikte yaşamaktan.

Yüksek görürler kendilerini onlardan.

 

Beğenmezler onları,

Yaparlar her türlü baskıları.

 

Başlarını yararlar renkleri kara diye.

Akıtırlar kırmızı kanlarını yere.

 

Yakaladıklarını Döverler dördü beşi bir araya geldiklerinde;

Ağlatırlar analarını öldüresiye…

 

  1. Okuruz haberlerini, görürüz resimlerini gazetelerde.

İnsanlık nerde, bunlar nerde?

 

Üzülürüz insanlık adına yaptıklarından;

Kaldırılmalı o özgürlük heykeli Amerikan limanından.

 

  1. Bizdeki “Ölüler” ise ayrıksı düşünüyor diye çatarlar insanlara;

Karışırlar, yediğine, içtiğine, giydiğine yatıp kalkmasına…

 

  1. Şimdi size, bizdeki ”Ölülerin” davranışlarını anlatacağım.

Bizdeki “Ölülerin” ne denli ilkel olduğunu yansıtacağım…

 

Bizdekiler kendileri gibi düşünüp yaşamayan insanlara kara çalarlar, çamur atarlar.

Bu yaptıkları ile övünerek milliyetçilik-mukaddesatçılık taslarlar.

 

  1. Kafayı bizlere takan ilkeller bu günlerde başladılar bizlere çamur atmaya,

“Meşin şapka giyermişiz, güneşte takar, gölgede çıkarırmışız.” diye kafa tutmaya.

 

  1. Meşin şapka giymek; Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin bir alışkanlığı idi.

Sayın Öğreticim meşin şapkasını gölgede çıkarıp, güneşte giymesi kimilerinin ilgisini çekerdi.

 

  1. Biz öğrencilerinden birkaçı da ona özenerek meşin şapka giydi.

Hocamıza özenen üç dört öğrenciydi.

 

  1. O zamanlar kamu kurumunda çalışan işçiler; Devletin kendilerine sosyal yardım amacı ile verdikleri meşin ceket ve şapka giyerlerdi.

Sermaye bekçileri ise meşin ceket ve şapka giyen sendikalı işçilere komünist derdi.

Müfterilerin meşin şapka giymemizden rahatsız olmalarının nedenini bu idi.

Bizlerin de meşin şapka giymesi komünist sayılmamıza yetmişti.

 

  1. Meşin şapka giyermişiz,

Rakı içmezmişiz.

Bara, saza, kahveye gitmezmişiz.

Bunlar yanında yalan söylemezmişiz.

 

Yolumuz bile bir tane imiş güzeli severmişiz…

Yolumuz bir tane imiş,

Yalnızca o yoldan gidip gelirmişiz…

 

Partilere, derneklere, toplantılara katılmazmışız,

Kimsenin aldığına verdiğine karışmazmışız.

Emin Kılıç ne derse onu yaparmışız.

 

Emin Kılıç’ın çalmadığı çalgı aleti yokmuş.

Gelip giden öğrencisi çokmuş…

 

Bilgiliymiş, görgülüymüş.

Batıyı-doğuyu, her yeri, gezmişmiş.

 

İncil’de, Kuran’da, dinde, tasavvuf’ta kimseler kendisine yetişemezmiş.

Amma ve lâkin!.. Namaz kılmazmış, oruç tutmazmış, Hacca  gitmezmiş.

 

  1. Şimdi ise evinde ders vererek gençleri baştan çıkarıyormuş…

Onları dinden imandan ediyormuş, kişiliklerini öldürüyormuş.

Hipnotizma, manyetizma ederek akıllarını başlarından alıyormuş.

Öğrencilerini de o denli kendisine bağlamış ki; tokat atıyormuş da hiç biri sesini çıkarmıyormuş.

Saymakla, söylemekle bitiremem bunları size…

İşte bu gerekçelerle yüklendiler bize…

 

  1. Bir Emin Kılıç korkusu var bizdeki ölülerde.

Bir son vermek istiyorlar Emin Kılıç’ın öğretilerine.

Ama Emin Kılıç’ın yasalara aykırı bir davranışı yok ki;

Kimseye karıştığı yok ki…

 

  1. Yokluyorlar geçmişini, tertemiz; yurdunu savunmak  için yirmi beş savaşa girmiş.

Mısır’da İngilizlere tutsak düşmüş…

Tutsaklıktan kurtulup geldiğinde, ayağının tozu ile Antep savaşına girmiş.

Antep savaşı bitmiş,

Hadi babam Batı Cephesine gitmiş…

Yirmi altı yaşında dönmüş çocukken gittiği cepheden…

Yeniden öğrenimi sürdürmeye başlamış kaldığı yerden …

 

  1. Araştırıyorlar, soruşturuyorlar hiçbir leke yok geçmişinde…

Kara çalmak, çamur atmak zor değil ya bizde…

 

Emin Kılıç evinde ders veriyor ya…

Gençleri baştan çıkarıyor ya…

 

Ne yapmalı?

Emin Kılıç’a kara çalmalı.

Çamur atmalı.

 

Dinsiz demeli, zındık demeli.

Ne yapıp ne edip öğretilerine bir son vermeli…

 

  1. İşte böylece, düşünmüş taşınmış bizdeki “Ölüler…”

Demişler şunlara bir oyun oynayalım da dünya kaç bucakmış görsünler.

İşte anlatacağım olaylar

Bu zavallıların bize kurmuş olduğu tertipler…

 

  1. Sayın Öğreticim ders verdiği topluluğa ad olarak “Musikide Hayat Dersleri” adını vermiş.

Kısaca “MHD” demiş..

Oluşturduğu bu topluluğu, önceleri, “Yeni Çığır” adını takmış.

Sonradan bu ad yerine “MHD” demi.

 

  1. Derslerde, günün olayları üzerine konuşulurdu.

Sorular Öğrencilerce, dinlemeye gelenlerce sorulurdu.

 

Soru soran kalmayınca tasavvuf musikisi icra edilirdi…

Bu derslere 20’de başlanır; en geç 24’te bitirilirdi.

 

  1. Sayın Öğreticime intisap edişimde çok zayıf ve halsizdim.

Aynı zamanda da yeni evli idim.

Dr. Emin Kılıç Kale, biraz kendimi toplamak ve biraz da nefsimi terbiye etmek için olsa gerek bana ve benimle birlikte başka bir arkadaşa emir vermişti.

“Bundan böyle eşinizle yataklarınızı ayıracaksınız!” demişti.

 

  1. Tarikat anlayışına göre Mürşide uymak bir müridin görevi idi.

Yoksa sulûkta ilerleyemezdi.

 

Ben de buna uydum.

Ama dedikoduya neden oldum.

 

Haklı olarak akrabalar,

Eşimle yatağımı ayırmış olmama bir anlam veremediler.

Bunun nedeni Dr. Emin Kılıç dediler.

 

  1. Meşin şapka giymemden sonra

Eşimle ayrı yatmam da battı onlara…

Eşimle ayrı yatmam komünist olarak anılmamın ikinci nedeni oldu.

Çünkü onlara göre her aykırı davranışta bulunan; ya komünist, ya da masondu…

 

  1. İşte bu nedenle bana iftira attılar.

Komünisttir diye  tutuklattılar.

 

Müfterilerden biri: Milliyetçilerin teorisyeni olan Ülkücüye Notların yazarı,

Bu teyzem oğlu olan Mete Necdet Sevinçtir, haşarı mı haşarı…

 

Şimdilerde ise Yeni Çağ gazetesinde ötmektedir.

Şimdilerde emekli ama; adı, Ergenekon davasında geçmektedir.

 

  1. İşte bu Necdet Sevinç, eşimle ayrı yattığımı, duyunca; beni, Emin Kılıç Kale’nin etkisinden kurtarmak istemiş…

Gaziantep Emniyetinin desteğinde ve arkadaşları ile birlikte sözde bana iyilik olsun diye işe girişmiş…

 

  1. Tertipçilerden biri de şimdilerde pek meşhur olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Zekeriya Beyaz’dır.

Şimdi yapıp yapmadıklarını bilmiyorum ama, her ikisi de, o zamanlar polise ajanlık yapmıştır.

 

  1. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’in o zamanlar polise ajanlık yaptıkları kendi itirafları ve mahkeme kararı ile belgesel olarak elimdedir…

Sırası gelince bu belgeler sergilenecektir.

 

  1. Amaçları bir komünist örgütü çökerterek meşhur olmaktı.

Oysa komünistlik Hocamla bana çok uzaktı.

 

Dr. Emin Kılıç Kale’nin ve benim komünistlikle ilgimiz olmadığı gibi, komünizm hakkında bilgimiz de yoktu…

Bilgimiz ve ilgimiz: Atatürkçülük, Musiki ve tasavvufçuluktu…

 

  1. Zarar verelim derken yararlı oldular bize.

Mahkeme kararı ile:

“Atatürkçü ve aydın!” sayılan ikinci bir kimse yoktur ülkemizde…

Atatürkçülük beraatı aldım sayelerinde.

 

  1. Sayın Öğretmenim, hatırlarsınız derslere ilk geldiğim günleri.

Yüzüme bakılamayacak bir durumda idim bes belli.

Yoktu ayakta durur halim.

Değil ayakta durmak; doğru dürüst bir oturağa (Koltuğa, kürsüye, sandalyeye) bile oturamazdım.

Yara bere içinde idi her yanım,

Sağım, solum, kıçım, koltuk altım.

 

O günler 25 yaşında idim.

Yaşamımın en bunalımlı günlerinden birinde idim.

 

Çok cahildim, işsizdim, mesleksizdim, parasızdım.

Öylesine bilgisiz ve görgüsüzdüm ki;

Okuyup yazmak şöyle dursun; işitmiyordu ağzımdan çıkanı kulağım…

 

  1. Ağzımdan çıkanı duymuyordum,

Ne söylediğimi bilmiyordum.

Gözlerim vardı, göremiyordum.

Dilim vardı söyleyemiyordum.

Kulaklarım vardı ama, duymuyordum.

Refleksimi yitirmiştim: İnmeliydim,

Kötürümdüm kendimi koruyamıyordum.

 

  1. Oyuncak olmuştum cinlerin elinde.

Cin denirdi insanın en cinivizine.

Her yanımı sarmıştı kötü ruhlar.

Cin kavramı yanlış anlar şeriatçı mollalar.

İnsanın dışında boşuna  “cin” diye bir varlık ararlar…

 

  1. Cin, kendi çıkarını toplumun üstünde tutan ve bu amaçla elinden geleni yapan bencil ve çıkarcı insanları simgeler.

Örnek: günümüz hayalî ihracatçıları, naylon fatura sahtekârları, komisyoncular, rüşvetçiler, uyuşturucu tacirleri, zenginlerimizi haraca bağlayan mafya örgütleri, dini siyasete ve ticarete alet eden ikiyüzlü siyasetçiler, tam birer cindirler.

 

  1. Topluma zarar veren bütün bunlar cin taifesinden sayılır.

Şeriatçılar, politikacılar; insanlarımızın dikkatini görünen cinlerden görünmeyen cinlere kaydırır…

 

  1. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale,

Sakat olan organlarım üzerinde gezdirince elini,

Yılına kalmadı doğrultuverdi belimi.

 

Görür oldu görmeyen gözlerim,

Duyar oldu duymayan kulaklarım,

Tutar oldu tutmayan ellerim ayaklarım.

 

Bir ölü idim sanki dirildim.

Kötü ruhlardan, inlerden, cinlerden, şeytanlardan kurtuldum,

Kendime geldim.

Çünkü yazılmıştır: “Matta, 11/5: Körlerin gözleri açılıyor, topallar yürüyor, cüzamlılar temizleniyor, sağırlar işitiyor, ölüler diriliyor…”

ve yine:

“Matta, 15/31: ve İsa onları iyi etti. Şöyle ki:

Dilsizi söyler, çolağı sağlam,

Körü görür ve topalı yürür…” etti.  

 

  1. İncil’de geçen “Görmeyeni görür kılmak,

Sağırı duyar duruma getirmek,

Dilsizi dillendirmek,

İnsanı cinlerden, şeytanlardan kurtarmak

Ve ölüyü diriltmek” simgesel anlatımlardır.

Şeriatçı mollalar bütün bu simgeleri gerçek anlamda anlamaktadır.

 

  1. Oysa bir ölüyü; değil İsa,  İsa’nın babası (Allah’ı) gelse diriltemez.

Değil bir Allah; bin Allah bir araya gelse, ölmüş olanı diriltemez…

 

Bu mecaz anlatımdır, din dilidir çoğu kişiler bilmez…

Gerçek anlamda anlaşıldığı sürece insana yarar vermez.

 

Ne var ki mektup yazdığım kişi, Misyoner Mr. Ayzli bile İncil’i böyle yorumlayamamış,

Ve: “Ben bu yazdıklarınızdan bir şey anlayamadım!” diyerek mektubumu geri yollamış.

 

Bu göstermektedir ki, bir misyoner bile İncil’i anlamaktan acizdir.

İncil’in mâna dünyasına, ezoterik anlamına girememiştir.

 

  1. Ne var ki bendeki bu değişiklik; iyi karşılanacağı yerde kötü görülmüştür.

Babama baskı yaparak: “Oğlun Emin Kılıç’a gitmeyi sürdürürse dinsiz olacak!” denmiştir.

Babam, bana dedi: “O, Emin Kılıç’a gitme!”

Ben Babama dedim: “Kötü mü oldu oraya gittimse?

 

  1. Bendeki değişikliği görmüyor musun?

Sigarayı, içkiyi bıraktım, buna ne diyorsun?

 

Boşta gezen biri idim.

Şimdi bir işe girdim…

Babam: “Sigara da iç, içki de iç. Yeter ki ona gitme.

O adam seni büsbütün dinsiz edecek! Beni dinle…”

 

  1. İki bin yıl önce kötü bir insanın iyi bir insan olması olumlu kabul edilerek “dirildi” deniyordu.

Günümüzde ise kötü yolda alışkanlıkları olan bir kişinin “dirilmesi” istenmiyordu.

Benim gibi;içki içen, kavga yapan, boş gezen, kahvelerde, sazlarda, barlarda sürten,

Aldığını veremeyen, yolunu şaşırmış olan, sözünde duramayan…

 

Emin Kılıç’la karşılaşır karşılaşmaz bu davranışlarını bir çırpıda bırakıyor.

Kötü iken iyi oluyor.

Ama bütün bunlar halkoyunda iyi karşılanacağı yerde kötü karşılanıyor.

İyiye yorumlanmıyor.

 

“Sen, diyorlar, yine içki iç, başıboş yaşa.

Boş gez, oyalan   kahvelerde, barda, sazda…

Boşboğaz ol, tek gitme o adamın yanına,

Toplum nereye gidiyorsa sen de git oraya…”

 

  1. Babam, amcam, dayım, halam-teyzem,

Yakın arkadaşlarım; konu komşum…

Diyorlar “Gitme oraya yalvaralım!

Her konuda sana yardımcı olalım!”

 

  1. Bütün bunlara karşı direniyorum.

“Ben Sayın Öğreticimin zararını görmedim, giderim!” diyorum…

 

Çünkü Dr. Emin Kılıç’a gitmek demek: “Gerekçeli yaşam” demekti.

Gerekçeli yaşam demek ise tekamül edip yükselmekti.

 

Oradan ayrılırsam işe yaramazdım, verimli olamazdım.

Bir iş yapamazdım kendiliğimden, kuru bir ot gibi ateşe atılarak yakılırdım.

 

Çünkü yazılmıştır:

(İncil. Yuhanna, 15/1-8: Ben hakiki asmayım ve Babam bağcıdır.

Bende meyve vermeyen her çubuk koparılır, yakılır.

Her meyve veren daha ziyade versin diye onu temizler.

Zaten size söylediğim bu sözler size temizler…

 

Bende durun ve ben de sizde.

Çubuk asmada durmazsa, meyve veremez önce.

 

Siz de kendiliğinden meyve veremezsiniz.

Ben asmayım, siz çubuklarımsınız.

Bende durun ve kendisinde durduğum kimse çok meyve verir.

 

Çünkü bensiz bir şey yapamazsınız.

Eğer bir kimse bende durmazsa dışarı atılır ve kurursunuz.

Bende durmayan toplanıp ateşe atılır, yanar.

Eğer bende durursanız ve sözlerim sizde durursa,

Her ne isterseniz dileyin, size olacaktır, orada…)

 

  1. Gerçekten de Dr. Emin Kılıç, bizlerdeki olumsuz davranışlara şiddetli bir tepki gösteriyordu.

İnsana yakışmayan alışkanlıklarımızı gördüğünde, duyduğunda feleğimizi şaşırtıyordu.

 

Ayrıca öğrenci arkadaşlar arasında aşağılık ve suçluluk duygusu duyuyorduk.

İşte bu duygusal durumdan kurtulmak için ya kendimize çeki-düzen veriyorduk.

 

Nitekim ateşe, fırına girmeyi göze alamayarak olumsuz duygularına (nefsine) uyanlar topluluktan ayrılmak zorunda kalıyorlardı.

Ayrılmakla da kurtulamıyorlardı.

Ayrılanlar çok aşağı sıfatlarla anılıyordu.

Ayrıca nefsini düzeltme çabasından kaçarak sorumsuz bir yaşamı yeğleyenler bütün öğrencilerce de suçlanıyordu.

 

  1. Babamın, amcamın, dayımın, halamın, teyzemin, konu-komşum ve yakın arkadaşlarımın sözleri beni etkilemiyordu.

Sayın Öğreticime gitmek bana daha iyi geliyordu…

 

Babam; beni, doğup büyüdüğüm evden kovdu.

Kira ile tuttuğum tek odalı bir kulübe meskenim oldu.

 

Banyom, mutfağım, yatak odam bu bir tek odalı bir kulübe idi.

Bu kulübede yaşıyordu dinden çıkmış, toplumdan dışlanmış biri…

 

  1. Babam ve ev halkım bana düşman olmuştu.

Yakın çevrem diyordu: “İyiden iyiye dinsiz oldu!”

 

Her şeyi göze almıştım,

Sonuna değin dayanacaktım.

 

Çünkü yazılmıştır:

“Matta, 10/35: Çünkü ben; adamı babasına ve kızı anasına karşı ve gelini kaynanasına karşı ihtilafa koymaya geldim ve adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır. Babayı ve anayı benden ziyade seven bana lâyık değildir. Oğlunu veya kızını benden ziyade seven bana lâyık değildir. Ve haçını alıp ardımca gelmeyen bana lâyık değildir.”

Tümcesi gereği, bir kere,hac sırtlanmıştır.

 

  1. Dayanıyordum.

Onların değil kendi görüşümün doğruluğuna, inanıyordum.

 

Kendim seçiyordum yolumu.

Doğru olan, gerçek olan buydu.

Hak (doğru) bildiğim yolda tek başıma kalsam bile gitmek istiyordum.

Ölümü bile göze almıştım, gerekirse ölmek istiyordum.

 

Çünkü ben doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı  yaparak yeniden doğmak istiyordum.

Çünkü yazılmıştır: “Yuhanna, 3/3: Bir kimse yeniden doğmadıkça Allah’ın melekûtuna giremez!” diye yazıyordu, biliyordum.

 

  1. Bu, tümce şöyle demektedir.

Doğru olanı; geleneklerin, göreneklerin, dinlerin koşullanmışlığına değil de akıl ölçüsüne göre düzenlemek gerektir.

 

Din literatüründe buna yeniden doğmak  denir.

Allah’ın melekûtuna girmek; yani vuslata ermek, diye dile getirilir.

 

Bu deyimin tapınma ile bir ilgisi yoktur.

Allah’ın melekûtu demek: “Genel doğrular, olumlu kavramlar, yüce değerlere uygun yaşam sürmektir…”

 

  1. Sayın Öğretmenim, yeniden doğuş çabalarımı, buradayken, yerinde izlediniz.

Özellikle; benim üstümde ve benim gibi yeniden doğmak  isteyen “balıkçı” arkadaşlar üzerinde dururdunuz.

 

  1. Bilmeyenler için bu kavramı açıklamak istiyorum.

Balıkçı deyimin yalnızca İncil’de geçtiğini söylüyorum.

 

İncil’deki balıkçılar halktan, emeği ile geçinen, kişilerdi.

YENİDEN DOĞMAK için İsa’ya çıraklık etmişlerdi.

İsa’nın ölümünden sonra İsa’nın öğretilerini yaymak için ölümü göze almışlardı.

Ölülerle savaşa girmişilerdi…

 

  1. Bizlerin de Dr. Emin Kılıç’ın öğretilerini yaymak için böyle bir görev üstleneceğimiz umulurdu.

Ne var ki böyle olmadı. Sayın Öğreticim kendisine yapılan haksızlık üzerine “Göğe Çekilme” adı altında zamanın yöneticilerine küsünce kesti umudunu.

 

  1. Benim yüzümden başlarına bir iş geleceği korkusu kendilerini çılgına çeviriyordu.

Başlarına gelenin benim yüzümden olduğunu sanıyorlardı.

 

Oysa soruşturmaya uğramasının nedeni, biraz da, Sabah Gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportaj idi…

Eğer o röportajı bizlerden biri yapsa idi: Hem alçaklığımız, hem de eşekliğimiz dile getirilirdi…

 

  1. Komünistlikle yargılanmam da Sayın Öğreticimle ters düşmenin başlangıcı oldu.

Oysa kendisi de, üç öğrencisi ile birlikte aynı soruşturmaya uğramıştı.

Bütün bu soruşturmalar Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in Gaziantep Emniyetine verdikleri raporlar üzerine yapılıyordu.

Gerçi hepimiz de aklandık ama bir kere iftira atılmış oluyordu ve de izi kalıyordu…

.

  1. Bu soruşturma üzerine bilimsel sosyalizmi (komünizmi) merak ederek sol kitapları okumaya yöneldim.

Okudukça kendimin doğuştan materyalist olduğunu öğrendim.

 

Demek ki ben doğuştan materyalist ve sosyalistmişim de haberim yokmuş…

Doğal yapım gereği söylenip duruyormuşum da haberim yokmuş…

 

  1. Bu ters düşme sonucu Sayın Öğreticim idealizmin “solipsizm” kolunda kaldı.

Benden başka öğrencilerinin hepsi de “solipsizmi” en büyük felsefesi sandı.

 

Hâlâ ve hâlâ “Deyen sensin!” derler.

Bu deyimin ne anlama geldiğini bile bilmezler…

 

  1. Bu deyimi önceleri Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in söylemine benzetirdim.

Sanırdım ki, Allah için: “Var diyen de, yok diyen de insan!” derdim.

 

Sonradan anladım ki, bunlar her şeyin yaratıcısı olarak insanı görüyorlar.

İnsan olmasaydı hiçbir şey olmazdı diyorlar.

Böylece “İnsan olmasaydı madde de olmazdı!” demek istiyorlar.

 

  1. Bir keresinde şöyle bir tartışmamız oldu Sayın Öğreticimle:

“Bu görüşe göre, anamız bizi doğurmadı; biz, anamızı doğurmuş oluyoruz. Çünkü biz olmasaydık, ana diyen olmazdı…” deyince:

Dedi: “Evet, sen olmasaydın, ana deyen de olmazdı. Çünkü ana deyen sensin!.. bil bunu artık gereğince…”

 

Bunun üzerine kendisine bir örnek gösterdim: “Değil mi ki her şey bizim zannımıza göre var.

Aslında madde diye bir şey yok; madde bizim vehmimizde var…

 

Öyle ise şu caddeden geçen otobüsü yok sayalım!

Eğer otobüsü gerçekten biz yaratıyorsak, otobüs bizim vehmimizde var ise; otobüsün önüne atlayalım.

Deyince: “Senin aklın yetmiyor, sen önce itaat etmesini öğren!” dedi…

İşte benim itaatsiz oluşumun ve ters düşmemin başlangıcı bu tartışma idi…

  1. Nazım Hikmet bu görüşün en çarpık, en yanlış bir görüş olduğunu söyler.

“Ne var ki bu felsefeyi çürütmek hepsinden zordur!” der…

 

Gerçekten de çok doğru… Batıda, bu görüşün (felsefenin) temsilcisi Berkeley oldu. (Öznel idealizm…)

 

Yurdumuzda ise bu görüşün bayraktarlığını Harun Yahya takma adlı kişi yapıyordu…

 

  1. Akit gazetesi Harun Yahya’nın kitaplarının ilanını yaparken hep solipsizm felsefesinin propagandasını yapmaktadır.

Oysa solipsizm Akit gazetesinin sünnî inancına da aykırıdır.

Çünkü sünnîler maddenin varlığını kabul ederek solipsistlerden ayrılırlar.

Ne var ki maddeyi de Allah’ın yarattığına inanırlar…(Nesnel idealizm…)

 

  1. Sünnîlere göre madde gerçektir;

Ama, yaratan biri vardır ki ona da Allah denir.

Solipsistlere göre ise; madde diye bir varlık yoktur.

Madde diye gördüklerimiz insanın zannından başka bir şey değildir.

 

Biz olmasaydıkmadde diye bir varlık olmazdı.

Bu görüşe göre İnsan olmasaydı Allah da olmazdı.

 

Akit gazetesi bunların reklamını bilerek mi yapıyor, bilmeyerek mi?..

İster bilsin, ister bilmesin; amaç: Çürütmektir materyalizmi…

 

  1. Biz maddecilere göre ise madde vardır…

Gerçektir; ama, doğmamıştır, doğrulmamıştır; yani yaratılmamıştır.

Ezelden vardır ve ebediyen de olacaktır.

Maddeyi yaratan maddenin dışında bir varlık yoktur.

Var dedikleri varlık sanaldır (hayalî-simgeseldir)…

 

  1. Batı dünyasının  kapitalistleri, kendileri maddeci odluları halde,  çıkarları gereği dincileri (düalist) ve solipsistleri (Yaratıcılığı insana indirgeyenleri) var güçleri ile desteklemektedirler…

Ve bunlara su gibi para göndermektedirler.

 

Evrim görüşüne ve kurucusu Darvin’e

Saldıran Harun Yahya ve ekibine

Yardım ederler ölesiye…

 

  1. Solipsizm felsefesi, İslam evliyalarının çoğunca da dile getirilmiştir:

Hepsi de: “Enel Hak! Ben tanrıyım!”; yani, “Yaratan benim!” sözlerini dile getirmiştir.

“Enel Hak” deyimi bir de şu anlamda kullanılır ki bunu da belirtmezsek böyle deyenlere haksızlık etmiş oluruz.

Bu deyimin bir anlamı da ben nefsimi terbiye ettim.

Tanrı ve din bilgisinde öylesine ilerledim ki en yüce olan Tanrı katına yükseldim.

 

Bu anlayış ve görüşe sahip çıkmaları  nedeniyle çoğu canından olmuştur.

Kimisinin diri diri derisi  yüzülmüş, kimisinin kafası kesilmiş, kimisi de hapislerde çürümüştür…

Hallc-ı Mansur, Nesimi, Muhittin Arabi gibi Tasavvufçular bunların başında gelir…

Bunlara İslamiyet’in ilk aydınlanmacıları denir…

  1. Ben, aldığım öğreti (irşat, hikmet ve himmet) nedeniyle Sayın Öğreticimi olduğu gibi kabul ederek saygıda kusur etmedim…

“Hayatta, olur böyle şeyler dedim!..”

 

O ise beni, en ağır aşağılama (hakaret) ve küfürlerle kovdu.

Kovmak yanında  Gaziantep’e benimle ilgisinin kalmadığını duyurdu.

Öğrencilerine de: “Kim benimle konuşursa onun da seyyah (aforoz) edileceğini” buyurdu.

 

  1. Neyse bu ara girişinden sonra biz dönelim mektup işine.

Öğretileriniz özgü idi bize…

 

Bizleri yakından izlerdiniz.

Yüksek öğrenim görmüş diğer öğrencilerden daha çok bizimle ilgilenirdiniz.

 

Yeniden doğuş çabalarımızı görünce mutluluk duyardınız.

Bizlerin “Yeniden doğuş” çabalarında önümüzü açmak için elinizden geleni yapardınız.

 

  1. “Yeniden doğuş”: İncil’de geçen dinsel bir terimdir.

İnsanın dinsel inançtan, gelenekten-görenekten kurtularak aklın verilerine göre bir yol izlemesidir.

“Yeniden Doğanlara”; olgunlaşmış insan (insan-ı kâmil-örnek insan) denir…

 

  1. Yeniden Doğuşa erenler öncelikle dinsel kayıtlama ve kısıtlamalardan kurtulur….

Gerçeğe erenlere Ermiş-Erişmiş, İnsan-ı kâmil denir.

 

İnsan-ı kâmilin din felsefesinde sıfatı, dinsel mertebe olarak, dini ilmine göre Tanrıdır.

Yani üstün insan, yüce insan, erdem sahibi bilgili ve bilge insan Tanrı sıfatı ile ödüllendirilir.

Bu nedenle onların ağzından çıkana da Tanrı sözü (Allah kelâmı) denir.

 

  1. Batınî tasavvufçular, böylece soyut Allah’tan somut Allah’a geçmiş olur.

Ne var ki günümüz aydınları Batınî tasavvufçuların görüşlerini yanlış bulur.

 

Hepsi de yukarılarda bir varlık ararlar….

En laikleri bile “Elhamdülillah ben de Müslüman’ım!” deyip dururlar.

 

Oysa laiklik kelime anlamı laikos’tur ve bu da din dışı demektir.

Din dışı olan bir laiklik, nasıl olur da dinsel dünya görüşüne itibar eder…

 

  1. Laikler seculerdirler, dünyevidirler.

Ahrete, öte dünyaya ilgisizdirler.

Maddenin yoktan var olmadığını kabul ederler.

 

Gerçekten de maddenin yaratılmamış olduğunu kabul etmek; maddeyi Allah’ın yoktan var ettiğini kabul etmekten daha bilimsel ve daha mantıklıdır. Çünkü bilime göre: “Hiçbir madde yoktan var olmamıştır,

Ve var olan da yok olmayacaktır.” (Lavezion maddenin sakınımı yasası).

 

  1. Artık soyut olan Allah’tan somut olan Allah anlayışına dönmenin zamanı gelmiştir.

Bu somutluk da aklın, bilimin verilerine uymak diye getirilmiştir..

 

Bu insanlık; ne zamana değin sanal varlığın arkasına düşecektir.

Ne zamana değin bu insanların düşünceleri,  diğer insanlara ters gelecektir.

 

Ne zamana değin bu insanlık kendisine hiçbir olmayan sanal varlığın ardına düşülecektir.

Bu anlayışın insanı yalancı (kâzip) bir tevekkül ve miskinlikle oyalamaktan başka bir işlev vermeyecektir.

 

  1. Böyle bir anlayış doğanın yaratış amacına da aykırıdır…

İnsanlık, karşılaştığı olayların nedeni aramadığı sürece karanlıkta kalacaktır.

 

Aklını kullanarak yıldırım olayına karşı paratoner icat edecektir?

İnsanlık ne zamana değin; “Gök gürültüsünü işiten bir kimse şu aşağıdaki yazılı olan duâyı okursa, şâyet o gürleyişte yıldırım düşerse o kimseye isabet etmeyecek!” deyecektir.

 

Böyle bir anlayış insanı felâketlerden korumaz.

İnsan; Tanrıyı kendi dışında aradığı sürece gerçeğe varamaz.

 

İnsan Tanrı’yı, kendi dışında değil de kendisinde ve maddenin gizinde aramalıdır.

Tanrı’ya erişmek isteyen; doğru, dürüst ve temiz yaşamalıdır.

 

  1. Sayın öğretmenim, bizlerin yeniden doğuş çabalarını takdirle karşılardınız:

“Ne mutlu sizlere, ne mutlu yeniden doğmuş olanlara ve doğacak olanlara!” derdiniz.

Bizlerse elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince dayanırdık,

Yeniden doğuşun gerektirdiği sancılara, zorluklara katlanırdık.

 

Böylece geçtik “dar kapılardan.” Çünkü yazılmıştır:

“Matta, 7/13: Dar kapılardan içeri girin; zira helâke götüren kapı geniş ve yol enlidir; ve ondan giren çoktur. Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır, ve onu bulanlar azdır.”

 

  1. Kolay değildir insanın  olumsuz davranışlarını terk etmesi.

Bütün kötü alışkanlıklarını bırakarak doğruluğa, dürüstlüğe yönelmesi…

 

Şimdi de sürüp gidiyor bu çabamız.

Bizleri, helâke götürecek olan geniş kapılardan, enli yollardan kaçıyoruz…

Bizi ebedi yaşama götürecek  “dar kapılardan” geçmeye çalışıyoruz…

 

  1. Dar kapı deyimi İncil’de geçen bir terimdir.

Bu deyim, “zor geçit” adı altında Kuran’da da dile getirilir.

İnsanın; kendisini zarara uğratacak, yüzünü kızartacak, başını öne eğdirecek eylemlere zorlayan duyguları (nefis-şeytan) olumluluğa çevirmek için gösterdiği çabaya “Dar kapı” – “Zor Geçit” adı verilir.

Bizleri kötülüğe, olumsuzluğa sürükleyen duyguya, düşünceye ve eylemlere  din ilminde Şeytan adı verilir.

 

Şeytan da insanın kendisinde aranmalıdır.

İnsanın dışında şeytan diye bir varlığa inanmamalıdır.

 

  1. Şeytan simgesinin karşıtı rahman (Allah-Tanrı) dır.

Bu deyimi seyyar fotoğrafçılar çok kullanır.

Çektiği fotoğrafın negatifine şeytanisi,

Pozitifine de rahmanisi demeleri

Küçüklüğümde dikkatimi çekmiştir.

 

  1. Kim kendisini olumsuzluğa sürükleyen duygulara, düşüncelere, eylemlere kaptırırsa, şeytanın yolunda;

Kim kendisini olumluğa sürükleyen duygulara, düşüncelere, eylemlere  kaptırırsa olur; rahman (Allah-Tanrı) yolunda…

 

Bütün suç işleyenler yakalanıp da; polisin, yargıcın karşısına çıkarıldığında kendilerini şöyle savunur:

“ŞEYTANA UYUP YAPTIM!” Oysa kendilerine görünen Şeytan diye bir varlık yoktur.

Şeytan dediği kendisini suça sürükleyen duygu, düşünceleridir.

İnsanın dışında şeytan diye bir varlık nerededir…

 

  1. İnsanın, suç işlerken; duygularının, düşüncelerinin tutsağı olması,

Eylemlerini önleyememesi,

Göreceği tepkinin sonuçlarını ve alacağı cezayı düşünememiş olması

Gösterir kendisinin gelişmemişliğini ve irade zayıflığını…

 

Çünkü o an ki duygularının, düşüncelerinin tutsağı olmuştur

Yaptığı eylemin sonuçlarını hesaplayamamıştır…

 

  1. İşte insanı suça iten bu karşı konulmaz isteğe Şeytan adı verilir.

Bu suçu işlemeden önce içinden “CIZ!” diye bir uyarıcı ile uyarılır.

 

Bu uyarıya;  rahmanî duygu (ALLAH!-TANRI!) denir…

İnsanın dışında var sanılan Tanrı nerededir.

 

Ne varsa hepsi insandadır…

İnsanın dışında bir varlık arayanlar büyük bir yanılgıdadır.

(Bakınız.. K. 8/24, 50/16 ve 5l/21)

 

  1. Gelişmemiş insanlar aklı ile değil de duyguları ile hareket ederler.

Nefislerini temizleyerek kendirlini yüceltmekte güçlük çekerler.

 

Kendilerini uyaran “cız!” duygusuna uyacaklarına, işin kolayına kaçarak arzularına teslim olurlar.

O, kendilerini olumluluğa yönelten yüce duygulara önem vermezler.

Nefisleriyle (Şeytanla) savaşım yerine kısa vadeli zevklerinin peşine düşerler.

Böylece içlerinde bulunan Allah’ın kendileri ile irtibat kurmasını önlerler.

 

  1. Oysa amaç içimizdeki Tanrı’ya uymaktır.

Tanrı’nın uyarısını duymak ve uygulamaktır.

.

Ne var ki bu iş zor olduğundan işin kolayına kaçılmıştır.

İnsanın bu zaafını tapınma (ibadet) kuralları ile kapatılmıştır.

 

Sanırlar ki tapınmakla (ibadet etmekle) Allah işledikleri olumsuz eylemleri (Günah dedikleri) bağışlar…

Oysa yapılan olumsuz ve kötü bir eylem insanın, eğer kendisinde insanlıktan eser varsa, ruhunu tahrip eder, hırpalar…

 

  1. Bütün dincilerin Allah için, din için, kitap için kendileri gibi inanmayan insanların canına kıymaları hep bu içlerindeki uyarıcıyı; yani sağduyuyu, insafı, vicdanı,  (Allah’ı) öldürmelerindendir…

Oysa Allah; Peygamberine: ”Ey Muhammed! Onların doğru yola getirilmeleri senin üzerine borç değildir. Allah dilediğini doğru yola eriştirir!” demiştir. (K. 2/272. Daha bunun gibi onlarca ayet vardır.)

 

  1. Bütün dinciler kendilerini; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, güzelliğe, dinsel deyimle Salih amele yönelten duygular (Allah yerine, tapınma (ibadet) kurallarını koydular.

Böylece Allah’a ibadet ederek huzura ereceklerini sandılar.

İşi kolayına kaçtılar.

  1. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye ne denli teşekkür etsek azdır.

Çünkü bizi Yeniden Doğuş’a ulaştırmıştır.

 

Bir kere teşekkürlerimizi arz etmek istedik kendisine: “Efendim, çabalarınızla kurtulduk kötü alışkanlıklarımızdan kurtulduk; iyi alışkanlıklar kazandık…

Sağlığımızı kavuştuk; sayende görür, duyar, söz söyler olduk.

 

Tadını alıyoruz yaşantımızın.

Cehaletten olduğunu anladık sıkıntımızın…

 

Yaşıyoruz huzur ve güven içinde.” diyecek olduk kendisine,

Kestirme ve kesin bir dille:

“Cesur olun! İmanınız size kurtardı!” dedi bize…

 

Çünkü yazılmıştır: “Matta, 92: Fakat İsa dönüp onu görerek: ‘Cesur ol kızım! İmanın seni iyi etti.

İnanmamış olsaydın iyi edemezdim seni….”

 

  1. Kentimiz ilkellerinin gözünden kaçmıyordu bu yeniden doğmuş olmamız.

Yepyeni bir insan yapmıştı bizi çabamız.

 

Gözlerini kamaştırıyordu bizdeki bu değişiklik….

Geçemiyorlardı bizim gibi dar kapılardan, zor geçitten,  şimdilik.

 

Katlanmak işlerine gelmiyordu yeniden doğuşun zorluklarına.

Bu yüzden kapıldılar aşağılık duygularına.

 

Önceleri kuramda sanıyorduk bize karşıt oluşlarını.

Sonradan duyduk bizlere tuzak kurduklarını.

Şimdi de anlatayım bunların bize nasıl tuzak kurduklarını…

 

  1. Geçen yıl birkaç genç, “konuk” olarak gelmişti derslerimize.

Sorular sormuşlardı Sayın Öğreticime.

 

Ara sıra derslerimizde ve “Tertiplerimizde” bulunmuşlardı.

Bizlere yakınlık göstererek dostluğumuzu kazanmışlardı.

 

Sayın Öğreticimin, öğretilerinden not tutmuşlardı.

O denli yakınlık göstermişlerdi ki sayın öğreticimin ellerini öpmüşlerdi.

 

Yemek yerlerdi, çay içerlerdi bizlerle,

Toplantılarımızda senli benli olmuşlardı hepimizle.

 

  1. İlgilenmişlerdi. Daha çok benimle…

Şöyle demişlerdi Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye:

 

“Öğrencilerinizden Hayri Balta’nın konuşmalarını daha iyi anlıyoruz.

Sizden; Hayri Balta’nın bizimle inip kalkmasına izin vermenizi istiyoruz.

 

 

  1. Bu istekleri üzerine Sayın Öğreticim “Yol arkadaşı, rehber, musahip olarak” beni görevlendirmişti.

Böylece bu polis ajanları, “muhbirler” ve “tertipçiler” bana öğrenci olmuşlardı.

 

Böylece bunlar, Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz, öğrencim olmuşlardı.

Benim öğretilerimle akılları karışmıştı.

 

  1. Kendileri ile olan konuşmalarımızda, bana göre çok basit olan sorular soruyorlardı.

Ben de sordukları bütün sorulara benden içtenlikle yanıt almışlardı.

Bildiklerimi, saklamadan olduğu gibi anlatıyordum,

Düşünce ve görüşlerimi kendilerinden saklamıyordum.

 

  1. Meğer bunlar polise ajanlık yapıyorlarmış.

Bizden aldıklarını polislere veriyorlarmış.

 

  1. Bir de  Bekir Kaynak, Cevat Güralp adındaki gençler vardır bunların yanında.

Bu ikilinin de adı geçer: Gaziantep Sorgu Hakimliği: E. 962/25, K. 962/104 sayılı kararında…

Bunlardan Necdet Sevinç,  Bekir Kaynak ve Cevat Güralp olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri olarak belirtilmiştir.

Buna Türkçede “Kışkırtıcı ajanlıktır” denmiştir.

Bunları yönetenlerin ve yönlendirenlerin başında olduğunu da Zekeriya Beyaz’ın kendisi açıklamalarında belirtmiştir.

 

  1. Zekeriya Beyaz’ın şimdilerde İslam’ı çağa uydurma çabalarında,

Konuşmalarının çoğunda ağzından benim kendisine elli yıl önce söyledim sözler çıkmakta.

 

Ne var ki o zamanlar şimdi kendisinin açıkladığı görüşleri kendisine söyledim diye beni komünist olarak Gaziantep Emniyetine jurnallemişti…

Şimdi ise benim elli yıl önce bulunduğum noktaya gelmişti.

 

Kendisinde gördüğüm tek tük mantıklı açıklamalar beni sevindirmekte,

Benim başıma gelenler bu kez de kendisinin başına gelecek bu gidişle…

 

  1. Hepsi de polis ajanı olarak derslerimize gelip-gitmişlerdi.

Bunu da Zekeriya Beyaz’ın açıklamalarından belirtmişti.

 

Aşağıdaki açıklamaları Zekeriya Beyaz yapmıştır:

“… 27 Mayıs ihtilalinden evvel Dr. Emin Kılıç Kale’nin tarikatına ajan olarak üç genç sokulmuştur. İkisi maceracı gençler olmakla birlikte üçüncüsü daha müdekkik olan ve halen ‘Üç hoparlörlü İmam’ diye anılan Zekeriya Beyaz’dır.”

(Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesi. 1964 yılı Kasım ayındaki “MİLLİYET ve MUKADDESAT DÜŞMANLARININ İÇYÜZÜ” başlığı altında yayınlanan “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR” tefrika… Anlatan Zekeriya Beyaz. Yazanlar ise Aclân Sayılgan-Mustafa Yazgandır. 13, 14, 15 ve 16. Bölümler…)

  1. Gerek yok, herhangi bir açıklama ve yoruma…

Zekeriya Beyaz, kendi anlatımı ile, bir POLİS AJANI olduğunu övünerek açıklamakta…

 

Kendisini Necdet Sevinç ile iki arkadaşından daha akıllı ve kurnaz olarak göstermekte…

Böylece yaptığı polis ajanlığı ile gerine gerine övünmekte…

.

  1. Zekeriya Beyaz’ın bu tür marifetleri çoktur

Nizip’te imamlık yaparken de polis ajanı olmuştur.

 

Yukarıda belirttiğim gazetede yaptığı açıklamada:

Kürtler hakkında da Emniyete raporlar sunmakta.

 

Okuyalım: “Emniyet Birinci Şube ile sıkı teşrik-i mesai yaparak Nizip’teki KÜRTÇÜLÜK ve GAZİANTEP’TEKİ KILIÇ KALE KONUSUNDA RAPORLAR VERMEKTEDİR.

Nizip’ten verdiği KÜRTÇÜLÜK RAPORLARI üzerine açılan tahkikattan bir sonuç alınamamıştır.

Zekeriya Beyaz bu konuda boş yere çabalamış durmuş,

Kelimenin tam manası ile devrin politikasının etkilediği polis tarafından harcanmış,

Çevresinde düşman da kazanmıştır.”( Aynı gazete, aynı tarih, aynı yazarlar, aynı bölümler).

 

  1. Görüldüğü gibi Zekeriya Beyaz Kürtler hakkında verdiği raporlar üzerine açılan tahkikattan bir sonuç alınamamasına üzülüyor…

Bu davranış: Hem imamlık hem de vaizlik yapan bir din adamını inicitmiyor.

 

Hani Müslümanlıkta kavmiyetçilik yoktu?

Bir din adamı olan imam Kürtler aleyhine ajanlık yapsın olur mu?

 

Zekeriya Beyaz’ın bu yaptığı bir din adamına yakışır mı?

Bir din adamı aynı zamanda polise ajanlık yapar mı?

 

Zekeriya Beyaz, bizler hakkında açtırdığı tahkikatlardan da bir sonuç alamamıştır.

Benim ve Sayın Öğreticim hakkında verilen beraat kararları aşağıda açıklanacaktır.

 

  1. Ocak 2001’de yapılan Ceviz Kabuğu programında bir emekli komiser yayına katılarak kendisine:

“Ne oldu, şu komünistlerle, masonlarla mücadeleniz?” diye bir soru yöneltince:

Şöyle yanıtlamıştı: “Gençlik heyecanı idi…”

Geldi, geçti…

 

Emekli komiserin sorusundan anlaşılıyor ki;

Gaziantep Emniyetine, komünistlik yanında mason olarak da tanıtmış bizleri…

 

Biz kim, dinsizlik, komünistlik, masonluk kim…

Sayesinde adımız dinsize, komüniste, masona çıktı nitekim…

 

  1. Demek ki, Zekeriya Beyaz, bizleri hem dinsiz, komünist, hem de mason olarak görürmüş.

Bilmem şimdi dinsizi, komünisti, masonu bilir miymiş?

Ne var ki bizler bu Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in “Gençlik heyecanı yüzünden”

Beraat etmeme karşın, komünist olarak fişlendim.

40 yıldır polis beni izler.

İzlemekle kalmaz girdiğim işten de atılmamı ister…

 

Polisin baskısı ile belki on kere işten atıldım.

Bu ülkenin hukuk devleti olmadığını anladım.

 

Polisin işgüzarlığını aşağıda anlatmak istiyorum:

Bu ülkede polisin neler yapabileceğine dikkatinizi çekmek istiyorum:

 

  1. Yıl 1969. Bayındırlık Bakanlığına bağlı Gaziantep 9. Bölge müdürlüğünde çalışıyordum: İşçi kadrosunda, personel şefi…

Bir gün odacı, odama geldi.

“Bir adam senin burada çalışıp çalışmadığını soruyor.” dedi.

Hemen aşağıya indim. Baktım, tanımadığım bir kişi.

Kuşkulanmamıştım, yanına yaklaşarak dedim:

“Yoksa iş mi arıyorsun? İş arıyorsan Müdür yardımcımız Asım Ahi ile görüşmeli.”

 

  1. Sonra denerek odama çıktım.

Odama girer girmez ayıktım:

 

Beni arayan bu kişi siyasi şubede çalışan sivil polislerden biri idi…

Dedim: İneyim de şuna bildireyim haddini.

 

Şuna bir ders vereyim diyerek yeniden aşağıya indim ki,

Yapacağını yapmış, hemen gitmişti.

 

Sordum, Md. yardımcısına: “Benim için gelmişti değil mi?”

Dedi: “Evet, senin için gelmişti.”

 

  1. Anladım ki artık burada da suyum ısındı…

Nitekim bir hafta sonra Yapı İşleri 9. Bölge Müdürü Halil S. Aksu (Şimdiki Futbol Federasyonu 2. Başkanı Ata Aksu’nun babası) beni odasına çağırdı.

Odasına vardım:

“Oğlum bak benim bir gözüm özürlü. Bir tek gözüm var.

O da senin yüzünden görüyor zarar.

 

Biliyorum sicilin temiz; dedikleri gibi değilsin.

Kaldı ki baban benim arkadaşım, sen de oğlu gibisin…

 

Babam, Aznif (Bir tür domino oyunu) oyununda rakibimdir

Bazen yener, bazen yenilir.

 

Sık sık aynı masaya oturur oyun oynarız.

Biliyorum ona karşı ayıp olacak ama; buna karşın, seni işten atmak zorundayız.

 

Partinin (Adalet Partisi) ve Emniyetin baskısına dayanamıyorum!

Yahu sen neymişim be! Niçin bu adamlar senden bu kadar gıcık alıyor (Rahatsız oluyor) anlamıyorum?

Taa Ankara’dan telefon üstüne telefon geliyor?

Bu çok tehlikedir; aman hemen uzaklaştırın, deniyor…”

 

Bir saate kalmadan çıkış emri geldi.

Ertesi günü vedalaşmak için geldiğimde,

Benim yerime, sicili en bozuk biri gelmişti.

.

  1. Yargıda aklanmama karşın Devletimiz artık beni tehlikeli bir adam olarak kabul ediyordu.

Devletin polisi, Devletin bir kurumu olan mahkemelerine inanmıyordu.

Mahkemeden aldığım beraat kararı hiçbir işe yaramıyordu.

 

  1. İşten atılmamı önlemek için Gaziantep’in ileri gelenlerine durumu belirttim..

Hiç biri de olmaz demedi, olur, dedi.

Derlerken de özden (samimi) idi.

Ama istedikleri halde yapamadılar.

Kendilerine: “Yoksa sen bir komünisti mi koruyorsun!” sözüne dayanamadılar.

Böyle dedikleri zaman dizlerinin bağı çözülüyordu.

Bana da “Yapacak bir şey yok! Allah yardımcın olsun!” deniyordu.

“Allah yardımcın olsun!” deyimi sorumluluktan kaçış yolu oluyordu.

 

  1. Bu arada Ankara’dakilere de mektuplar yazdım

Onlara içinde bulunduğum durumu aktardım.

 

Durumum kimi gazetelerde kamuoyuna aktarıldı.

Mektup yazdığım kişilerden yalnızca Madanoğlu’ndan yanıt gelmişti.

 

Avukatı Halit Çelenk’e danışmış;

O da, “tazminat davası açmaktan başka yapacağı bir iş yok” demiş.

 

  1. Oysa ben, tazminat davasını çoktan açmıştım…

O zamanlar Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulunda okumaya başlamıştım.

Ama ilkokul mezunu olduğum halde bir davayı “haklı olanın değil haklılığını kanıtlayanın kazanacağını” biliyordum.

 

Kaldı ki o zaman ki vali yardımcısı da “İyi hal belgesi alarak işverenin hakkında tazminat davası açarsan davayı kazanırsın!” demişti…

Bu duruma göre elimde, sabıkasız ve iyi durum belgemin olması gerekirdi.

  1. Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığından sabıkasız olduğuma ilişkin bir belge aldım.

Sorunumla ilgilenen o zaman ki Gaziantep vali yardımcısına vardım.

 

“Bu yetmez! Emniyet Müdürlüğünden alırsan daha iyi olur!” dedi.

Bunun için Gaziantep Emniyet Müdürlüğüne bir dilekçe verdim.

Emniyet Müdürü bana: “Git, mahalle karakolundan ve muhtarından temiz kağıdı al getir!” dedi.

 

  1. Önce hemen gittim Mahalle muhtarına…

Mahalle muhtarı hemen durumumum iyi olduğunu gösterir belgeyi verdi bana.

Mahallemizin bağlı bulunduğu karakola gittim.

Komiser: “Bir hafta sonra gel! Bizde kaydın yok; ama, bir de mahalle halkından seni sorup soruşturacağız!” deyince döndüm geldim.

.

  1. Bir hafta sonra gittim. Komiser beni görevli memura gönderdi.

O da bana bakarak anlamlı anlamlı güldü; yukardan aşağı bakarak beni inceledi.

İşin içinde bir hinoğlu hinlik olduğunu anladım.

Ne olacak diye beklerken polis memuru ağzındaki baklayı çıkardı.

Önündeki daktiloyu göstererek: “Mahalleden soruşturdum. Hepsi de senden memnun. Ancak şu daktilo var ya… Bunun kâğıdı ve karbon kâğıdı bitti.

Üç paket kâğıt ve bir paket de karbon kâğıdı almalısın!” dedi.

Siz olsanız ne diyebilirdiniz?

“Olur!” dedim.

“Yetmez, benim evrak çantam da yok.

Bana da bir evrak çantası almalısın!” diyerek bir de çanta istedi…

 

  1. Burada Sayın Öğreticimin bir fıkrası aklıma geldi:

“Hükümet konağı önünden geçiyorsun. Rüzgar esti. Şapkanı başından alıp hükümet konağına sürükledi. Hiç hükümet konağına gitme. Hemen bedestene git. Yeni bir şapka al!..” demişti.

 

  1. Ne ise, “Hadi seninle birlikte gidelim. Cevizli mağazasında kâğıt da var, karbon kâğıdı, çanta da var.

Bizim ülkede polis vatandaşı böyle soyar.

 

Benim korkum, aldığım çantayı beğenmeyerek: “Bu iyi değil, git iyisini al!” demesi idi…

İyisi mi kendisi istediğini beğenerek bana bir daha gel git dememesiydi.

 

  1. Oturdu daktilo makinesinin başına iki kâğıt arasında bir karbon kâğıdı taktı.

Karbon kâğıdını takarken de bana baktı:

“Bak, bu son karbon kağıdı!”

“Yahu, senin işverenin ben miyim, devlet mi?

Bana ne!” diyemedim. Yalnızca: “Tamam! Anladık, ver belgemi…

 

  1. Yazımı yazdı, komiserin odasını göstererek: “İmzalatayım da…” dedi.

Gitti, şimdi komiser de bir istekte bulunursa diye aklımdan geçti…

Bereket, içerden gülerek çıktı. “İmza tamam! Hadi gidelim!” dedi.

 

  1. Birlikte çıktık. Hemen bir taksi çağırdı gülümseyerek:

“Yaya olarak gidecek değiliz ya!” dedi gevrek gevrek…

 

Atladık taksiye..

“Taksi ücretini polis verecek değil ya!” dedim kendi kendime.

 

Benim korkum dönüşte de taksi parası istemesi idi.

Çünkü her fırsatta vatandaşı yolmak işten bile değildi.

 

  1. Cevizli mağazasına girdik. Üç paket kağıt, bir paket karbon kağıdı aldı.

Mağazadaki bütün çantaları tezgâha serdi…

En güzelini, en iyisini seçti…

Parasını ödeyince koyun cebinden iyi durum belgemi verdi.

 

Dönüş için taksi parası da isteyeceğini düşünürken “Şurada bir yer var uğramam gereken.

“Hadi bana eyvallah!” dedi yanımdan ayrılıp giderken…

 

Arkasından batığımda; koltuğunun altına alıp sıkı sıkıya sarıldığı çantasına başını eğip eğip bakıyordu.

Çantasına baktıkça; çocuk gibi seviniyordu.

 

Sol elinde de kâğıt paketleri ile sallanarak gidiyordu.

Anladım ki o da benim gibi garibanın biriydi…

 

  1. Elimde: Savcılıktan, mahalle muhtarlığından ve mahalle karakolundan aldığım iyi durum belgelerim olduğu halde  doğru Emniyet Müdürlüğüne gidiyordum.

Ama içimde bir sıkıntı vardı ve bana bir engel çıkaracaklarını hissediyordum.

 

Gaziantep Emniyet Müdürünün karşısındaydım şimdi.

Emniyet müdürü bana: “1. Şubeye git. Yazını al!” dedi.

 

  1. 1. Şubeye gittim. İçeride üç görevli vardı. “Emniyet müdürü tarafından gönderildim.

İyi durum belgesi verecekmişsiniz!” dedim.

 

Elimdeki belgeleri aldılar, tek tek baktılar…

“Tamam, sen çık, kapı önünde bekle.

Yazını yazınca seni çağırır, belgeni veririz!” Dediler.

 

  1. Dışarı çıktım. Az sonra çağırdılar. Amirleri olduğunu sandığım biri: “İyi durum belgen hazır. Aldığına ilişkin bizdeki örneğini imzala aslını  sana verelim!” dedi.

İyi durum belgeme baktım “…yapılan soruşturma sonucu kötü bir durumuna rastlanılmamıştır. İşbu belge isteği üzerine kendisine verilmiştir.” Denmişti.

Hiç kuşkulanmadan altına: “Belge aslını aldım”

Diye yazdım ve imzaladım…

 

  1. İmzaladığım belgeyi hemen önümden çekip aldı.

Sağ eli ile tuttuğu belge aslını avucunun içinde ufalayarak yumak halinde cebine attı.

 

Arkasını dönüp masasına gitti.

Arkasından: “Belgemi vermediniz!” deyince dönüp yanıma geldi.

 

Gözleri kan çanağına dönmüştü.

“Ne belgesi be adam! Şu kâğıttaki yazı ve imza senin değil mi? İşte burada aldım demişsin, imzalamışsın. Daha bizden ne istiyorsun?” demesin mi…

 

Şaştım kaldım,

Neye uğradığımı şaşırdım.

Söylediği sözler bir tokat gibi gelmişti,

Gözlerimin önünde şimşekler çakmıştı…

 

  1. Direnirsem, başıma çökeceklerini ve beni bir güzel döveceklerini anladım.

Hemen dışarı çıktım.

Doğru Emniyet Müdürünün odasına gittim.

 

İçeride spordan ve ortaokuldan arkadaşım koşucu Cemal vardı.

Okulu bitirmiş, inşaat mühendisi olmuş, şimdi Gaziantep Bayındırlık Müdürlüğü yapıyordu.

Ben ise ortaokul birden terk komünist zanlısı…

 

  1. Emniyet Müdürü, benim içeri girdiğimi görünce almaz almaz baktı.

“Ne var yine?” dedi, öfkeyle ayağa kalktı.

 

“Aldığıma ilişkin belge imzalattılar, ama iyi durum belgemi vermediler!” dedim.

“Aldığına ilişkin imzan atmışsındır muhakkak… Bizimkiler ne yapacaklarını iyi bilirler… Git! Allah’ına kadar şikayet et!.. Hangi taş büyükse, başını ona vur!… Görelim!…”

 

Daha fazla duramazdım.

Kaçmam gerektiğini anladım.

 

Osmanlıda oyun çoktu.

Anladım ki bundan böyle benim çekeceğim çoktu…

 

Ne demokrasi, ne cumhuriyet…

Devam ediyor Osmanlıdaki zihniyet…

 

Bütün bunlara karşın açtığım tazminat davasını kazandım.

“Çalışması iyi ama düşüncesi kötü” diyen Gaziantep Yapı İşleri 9.Bölge müdürlüğünden tazminat aldım.

 

Ne var ki artık işsizdim…

Yoktu, hiçbir yerden bir kuruş gelirim…

 

Yalnızca eşimin yaptığı terzilikten para geçiyordu elimize…

Bir kere daha düştük Gaziantep halkının diline…

 

  1. Bir gün çalışmasam geçim zorluğu çekecektim.

Elime bakıyordu evdeki dört kızım ve eşim…

 

Eşimin terzilikten kazandığı yetmiyordu.

Hükümet konağı önünde dilekçecilik (arzuhalcilik) yapan Baki Çelik, bana bir öneride bulundu:

“Gel yanımda çalış!

Ne kazanırsan senin olsun.

Senden kira bedeli istemem!” önerisini sundu.

 

Böylece evdeki yazı makinemi aldım.

Hükümet Konağının karşısındaki küçük kulübede dilekçeciliğe (arzuhalciliğe) başladım.

 

  1. Baki Çelik, benden yaşlı ve Gaziantep’in eski solcularından biri idi.

Benim gibi onun da adı kulağına değmişti.

 

Başta yakın akrabalarım, arkadaşlarım, komşularım olmak üzere Dr Emin Kılıç Kale ve öğrencilerinin kuşkulu bakışları, suçlayıcı konuşmaları karşısında iyici bunalmıştım.

Bana hak veren, komünist olsam bile bunun benim tercihim olduğumu, bunda ayıplanacak, suçlanacak bir şey olmadığını söyleyen bir kişi ile karşılaşmıştım.

Bu yüzden Baki Çelik bana sığınacağım bir ada gibi gelmişti.

 

  1. Ben yaşamımda Cemil Alevli ve İlhan Arsel dışında, onun kadar temiz kalpli, açık sözlü, ağır başlı, sevecen bir kişi ile karşılaşmadım.

Bir hafta kadar dilekçecilik yaptım.

Bir tane dilekçe yazdım.

O da çok yoksul biri idi.

Verdiği ücreti almadım.

 

Bu arada resmi giyimli tanımadığım bir polis geldi.

“Biliyorum, sana haksızlık yaptılar.

Ama elden gelen bir şey yok.

Eğer dilekçe yazdırmak isteyenlerle karşılaşırsam, sana gönderirim!” dedi…

 

Sonra kendisini bir daha da göremedim…

Böylece bir hafta da dilekçecilik yaptığım…

 

  1. Burada bir olayı da anlatmak zorundayım.

Anlatmazsam gerçeğe Cemil Alevli’nin aziz hatırasına saygısızlık etmiş olacağım.

Bir gün dilekçecilik yaptığım kulübede,

Baki Çelik ile birlikte oturmuş yazdıracak birini bekliyorduk dilekçe…

 

Ben yazı makinem önünde oturduğum sandalyede derin düşüncelere dalmışım.

Baki Çelik’in beni dürtüklemesi ile kendime geldim.

 

Başımı sağa çevirdim ki küçük kulübenin önün de gülümseyerek bana bakıyor Cemil Alevli..

Cemil Alevli, Gaziantep’in en büyük Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasının sahibi…

 

Son CHP iktidarında da milletvekilliği yapmıştı.

Dilekçecilik yaptığım kulübeden bütün sevecenliği ile beni çağırıyordu.

 

  1. Baki Çelik, Gaziantep’in en büyük fabrikatörünün benim gibi cıbıldak birini  çağırmasına bir türlü anlam verememişti.

Çünkü Aramızdaki dostluktan yoktu haberi.

 

Oysa Cemil Alevli ile iyi bir arkadaştık…

Düşüncelerimiz karşıt olmasına karşın iyi bir arkadaştık.

 

Zaten kendisi de benden rica etmişti

“Bu arkadaşlığımızı kimseye söyleme!” demişti.

 

Bu güne değin de bu ricasına uydum.

Ben de övünmek olur diye bu güne değin kimseye açmadım.

 

  1. Her hafta Cumartesi günleri kendisinin Ses sinemasının karşısındaki şato gibi villasının çalışma odasında buluşurduk.

Dinî, felsefî ve ruhçuluk konusunda karşılıklı oturarak konuşurduk…

 

Bu konuşmalarımız her Cumartesi öğleden sonra olmak üzere  iki saatten çok sürerdi…

Kendisi ruhçu, ben de maddeci (materyalist) biri…

 

Güney Anadolu’nun en büyük kapitalisti…

Veliç İplik ve Dokuma Fabrikası’nın sahibi

Son dönem Gaziantep CHP Milletvekili

Bense adı kulağına değmiş Gaziantep’in en cıbıldak komünisti…

 

  1. O zamanlar Bedri Ruhsalman adlı bir ruhçu teorisyen vardı.

Cemil Alevli onun Kitaplarını okuyan bir hayranı…

Dünyayı yaratanın; anlaşılamayan, bilinemeyen bir ruhun (Allah) varlığına ve bu  Ruhun ölümsüzlüğüne inanırdı.

 

Ona göre çoksulluk ve yoksulluk geçici ve nöbetleşe idi.

İnsanlar da bu dünyaya tekrar tekrar gelip gideceklerdi.

 

Şimdi yoksul olanlar bir başka gelişlerinde çoksul olacaklardı.

Böylece adalet ve eşitlik sağlanmış olacaktı.

 

Büyük ruh (Allah), böylece adâletini göstermiş olacaktı…

Bunlara özden (samimi olarak) içtenlikle inanırdı.

 

  1. Ben ise bu düşüncelere karşı idim.

İnsanın dışında Ruh diye bir şey olmadığını söylerdim.

 

Ruhun; bedenin işlevi olduğunu kanıtlamaya çalışırdım.

İnsan ölünce ortada Ruh diye bir şeyin kalmayacağını anlatırdım.

 

Ruhun canlılık, nefes almak ve düşünmek olduğunu; biz ölünce bizi tanıyanların anılarında yaşayabileceğimizi,

Öldükten sonra yaşanacak bir başka dünya olmadığını,

Bu dünyadan başka bir yaşam olmadığını,

İnsanlar tarafından olumlu olarak anılmaya, hatırlanmaya, ölümsüzlük adı verildiğini,

Ölümsüzlük diye bir şey olmadığını,

Allah’ın bir simgesel anlatım olduğunu,

Maddenin dışında bir varlık olmadığını,

Allah’ın sanal bir varlık olduğunu,

yoksulluk ve zenginliğin ekonomik koşullar nedeniyle olduğunu,

Zenginliğin işçilerinin artı emeği ile oluştuğunu,

İşçilerin sekiz saatlik çalışmasında dört saatini kendisi için, dört saatini de işveren için çalıştığını hiç çekinmeden anlatırdım.

 

Kendisi ise bu anlattıklarımdan hiç rahatsız olmazdı.

Belki de beni doğru sözlü olduğum için sever, sayardı.

 

  1. Cemil Alevli ile nasıl tanıştığımızı da anlatayım kısaca.

Oturuyordum bir gün Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin yanında.

 

945-1950 yıllarındaki Gaziantep valisi, Amerikan Hastanesi Müdürü Mr Ayzli, Operatör Dr. Cemil Özbal, Dr. Kafadar ve Cemil Alevli zaman zaman bir araya gelerek din ve tasavvuf konusunda konuşup tartışırlarmış.

1950 den sonra yolları ayrılmış.

 

Bunlar içinde yalnızca Mr. Ayzli gelip giderdi zaman zaman.

Sonraları o da gelip gitmemeye başlamıştı. Aralarında görüş ayrılığı olduğundan…

 

  1. Dr. Emin Kılıç Kale, 1968’de günlük gezisini yaparken, bir motosiklet kendisine çarpınca ağır yaralanmıştı.

Kendisini tanıyanlar geçmiş olsun ziyareti yaparlardı.

 

Bir gün öğleden sonra bütün öğrenciler birlikte bayram dersinde,

Bir de baktık elinde küçük bir tüp kan ile Cemil Alevli girdi içeriye.

 

“Kan inceletmesi (tahlili) yaptırmak için Amerikan hastanesine gideceğini,

Hastaneye gitmeden önce geçmiş olsuna geldiğini…” söyledi.

 

  1. Dr. Emin Kılıç Kale’ye geçmiş olsun dedikten sonra oturup dersleri izledi.

Ders bitince bütün arkadaşlar gitti. İçeride kalmıştı; Sayın Öğreticim, ben, bir de Cemil Alevli…

 

Kendileri konuştu, ben dinledim.

Ben söze karışmadım, yalnızca izledim.

 

Bir ara dönüp bana baktı Cemil Alevli…

Sayın Öğreticimden, adımı sordu. Adımı öğrendi.

 

“Emin bey, senden bir ricam olacak.

Eğer izin verirsen Hayri Bey, her cumartesi bana uğrayacak.

 

“Kendisine bazı soracaklarım olacak!”

Sayın Öğreticim de “Seve seve! Hiç merak etme soracağın bütün sorulara verecek bir yanıt bulacak!..”

 

  1. O zaman yerel Gazeteler hakkımızda (Dr. Emin Kılıç Kale ve özellikle de benimle ilgili) akıl almaz sataşmalarda bulunuyorlardı…

İftiracılar ki adlarını yukarda belirtmiştim anlattığım her şeyi abartarak, bire bin katarak, ballandıra ballandıra yerel basında anlatıyorlardı.

 

Cemil Alevli ile her Cumartesi 13-15 arası buluşur, konuşur, söyleşirdik.

 

  1. Bizim bu buluşmamızı Dr. Emin Kılıç ve öğrencilerinden başka kimse bilmezdi.

Tarafımdan da Cemil Alevli’nin ricası üzerine,  kimseye bu konuda bir şey söylenmemişti.

Cemil Alevli’nin ricası şöyle olmuştu:

“Hayri bey, senden bir ricam olacak.

Bu buluşmamızı hiç kimseye anlatılmayacak…

 

Seni kıskanırlar.

Başına iş açarlar.

Bula bula bunu mu buldun arkadaş olacak,

Diye benim de başıma kalkarlar.

 

Çünkü benimle arkadaşlık etmek isteyen o denli avukat, Doktor ve daha başka tanınmış kişiler var…

Hiç biri ile konuşmayıp da seninle konuştuğum duyarlarsa buna bir kulp takarlar.

Onlar bu buluşmamıza bir anlam veremezler!

Beni de seni de rahatsız ederler…”

 

  1. Bu nedenle Cemil Alevli ile olan yakın dostluğumuzu kimse bilmezdi.

Yine bir Cumartesi günü çalışma odasında karşılıklı otururken  Cemil Alevli’nin avukatı Ayhan Akdeniz girdi.

 

Av. Ayhan Akdeniz, CHP dönemi belediye başkanlarından Nail Bilen’in damadı olup Nail Bilen’le aynı büroda birlikte avukatlık yaparlardı.

Cemil Alevli’ye bir şeyler söyleyip ayrıldı.

 

Av. Ayhan Aydeniz, ayrılırken dönüp bana bakınca, bakıştık.

Kendisi ile daha önceden tanışırdık.

 

Bir şey sormadı sonraki buluşup görüşmelerimizde…

Ben de bir şey söylemedim kendisine…

 

  1. Biz bu buluşmamızı kimseye söylemesek de ağızdan ağıza yayıldığını şu olayla anladım.

Bir gün “Fevzi Günenç takma adıyla” yazdığım bir yazıyı vermek üzere Fevzi Güneç’in gazetesine gitmiştim.

 

Cemil Alevli ile arkadaş olup olmadığımı sordu bana…

“Evet!, Arkadaşlıktan öte bir dostluğumuz var!” dedim ona.

Yalan söyleyemezdim.

Cemil Alevli ile dostluğumuz olduğunu yalnız ona söyledim.

 

Bu konuda bu güne değin de kimseye bir şey demedim.

 

Bir keresinde oturma odasında asılı yağlı boya ile yapılmış tablolar görmüştüm.

Kendisine: “Bu tabloların kim tarafından yapıldığını sordum.”

“Benim tablolarım!..” deyince şaşırıp kalmıştım…

 

Demek ki Cemil Alevli’nin kimseler tarafından bilinmeyen bir özelliği daha vardı.

Demek ki Cemil Alevli aynı zamanda ressamdı.

İşte bu tablolarından ikisi…

 

Birincisine DAĞ YOLU adını vermişti.

 

 

İkincisine de DAĞ GÖLÜ

 

  1. Gaziantep’te benim gibi Fevzi Günenç’e de rahat vermediler.

Halktan ve ezilenden yana gazete çıkardığı için kendisini tedirgin ettiler.

 

Gazetesinde fıkralar, şiirler, öyküler yazardı.

Baskılara, haksızlığa, usulsüzlüğe, uğursuzluğa bayrak açardı.

 

  1. Ne ise Cemil Alevli’nin beni çağırması üzerine hemen kalktım.

Kendisi ile birlikte işyerimizin yanındaki Anadolu Kolejinin geniş avlusuna girdik.

 

Burası Gaziantep’in tanınmış baklavacısı Sait Güllü’nün evi idi.

Sait Güllü benim anamın dayısı idi.

Anam, bayramlarda dayısının bayramını kutlamaya giderken bizleri de götürürdü…

 

  1. Ne var ki anamın dayısı bizlere bayram harçlığı vermezdi.

İyi hatırlıyorum bunun üzerine bende anama: “Ben bir daha senin dayının gitmem!” dediğimi…

 

Annem nedenini sorunca da doğruyu söylemiştim.

“Çünkü bize bayram harçlığı vermiyor.” demiştim.

 

Annem, ben on yaşında iken ve kendisi de 28 yaşında iken 1942 yılında ölmüştür.

Benimle uğraşanlar; benim annemle yattığımı bile ileri sürmüştür.

 

Komünisttik ya, komünistlerde namus tanımazdı ya…

Anası ile bacısı ile yatardı ya…

 

İşte o zamanki Gaziantep’in komünistlik anlayışı bu kertede idi.

Komünistlik denince akla “şapka asıp girmek gelirdi…”

 

  1. Sait Güllü ölünce mirasçıları bu avlusu büyük çok odalı evi sattı.

Kim aldı bilmiyorum; ancak bu avlusu büyük bu evde Gaziantep Anadolu koleji öğretim yapmaktaydı.

 

Öyle sanıyorum ki bu koleji Cemil Alevli’nin öncülüğünde kurulmuştu.

Zaten Kolej Derneğinin ilk Başkanı da kendisi olmuştu.

 

Bir keresinde de bana bir okul yaptırdığını;

Adını da ADSIZ koyduğunu söylemişti.

Öylesine alçak gönüllü idi ki,

Ülkenin Millî Eğitimine Katkıda bulunduğunu

Kimse bilsin istemezdi.

 

  1. Çocukluğumda çok geniş olan avlusunda çiçekler ve yeşil çimenler arasında sekip oynadığım Anamın dayısının avlusunda Cemil Alevli ile karşı karşıyaydım.

Bakışlarından başıma gelenlere üzüldüğünü anladım.

 

Anlaşılan sormuş, soruşturmuş “Sana iftira edildiğini biliyorum!” dedi bana.

“Ancak benim bile gücüm yetmedi seni yeniden eski işine aldırmaya…

 

Senin için beş para etmez kişilerin ayağına gittim.

Bunu hiç kimse için yapmazdım; ama senin için yaptım.

 

Ne var ki gücüm yetmedi, beni bile kırdılar…

Ricamı yerine getirmek isteyenlerse bir şey yapamadılar…

 

“Şimdilik şunu al!” diyerek elime beş yüz lira sıkıştırdı.

“İhtiyacın olduğu zaman da bana gel demeyi de unutmadı…”

 

Sonra benim gururumu incitmemiş olmak için;

“Al bunu, sen de günü gelince başı dara düşen birine verirsin!”

 

İşten atılmadan önce aldığım aylık bin yüz lira idi.

Verdiği beş yüz lira, bu günün parası ile 500 milyona karşılık gelirdi.

 

Kendisi ise büyük bir umarsızlık içinde

Ağır adımlarla dönüp gitti Anadolu Kolejine

 

  1. Bütün bunlar Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in iftiraları nedeniyle başıma geliyordu.

Bu nedenle polis beni kırk yıldır izliyordu.

 

İşten atılmam olayı ve o günlerde yaşadığım olaylar, zorluklar “Zilli Kurt”  ve “Zilli Kurt’un Çırpınışı” adlı dosyalarda dile getirilmiştir.

Okursanız görürsünüz; iki cahilin iftirası yüzünden ne çileler çekilmiştir.

 

  1. İşte ben bu milliyetçi ve mukaddesatçılar yüzünden doğum yerim, Gaziantep’te, parmakla gösterilen kötü bir adam durumuna geldim.

Bunlar yüzünden 40 aşlarında Ankara’ya göçmek zorunda kaldım.

 

  1. Hükümet konağı önünde dilekçecilik yapmam CHP İl ve İlce yönetiminin dikkatini çekmiş.

İl ve İlçe Yönetim Kurul Aralarında karar vermiş:

 

“Gelsin partimizde çalışsın…” demişler.

Yıl 1969. İl Başkanı Zihni Kutlar.

 

Merkez İlce Başkanı Mehmet Tekinalp. Tekinalp benim, ortaokul 1. Sınıftan arkadaşım.

Yönetim kurulunda vardır bir de futboldan Av. Aydın Gençer adlı arkadaşım…

 

Şimdi bu arkadalar parti başkanı olmuş, avukat olmuş, partide görev almış…

ben ise akşam ortaokuluna giden işsiz güçsüz takımından adı kulağına deymiş bir komünist, ortada kalmış…

 

  1. Partiye gittim. Bana: “Sana yapılan haksızlıkları biliyoruz. Gel, Partide İl Sekreteri olarak çalış. Zaten önümüzde genel seçimler…

Eğer Partimiz seçimleri kazanırsa seni eski işine veririz.” dediler.

 

  1. Dilekçecilikte elime para geçmiyordu zaten…

Baki Çelik’e teşekkür ederek izin istedim kendisinden.

 

O da CHP Gaziantep İl Örgütünün önerisini yerinde buldu…

Abdurrahman Öngel’le birlikte çalıştığım işyeri CHP İl Merkezi olmuştu.

 

  1. Abdurrahman Öngel, Partinin 20 yıllık işçisi idi.

Seçim dönemi olduğu için partiye girip çıkanları karşılamak bizim işimizdi.

 

Ayrıca bu da bize iş çıkarıyordu.

Gelenler içtikleri sigara göpçüklerini, paketlerini, kibrit çöplerini ve kutularını rast gele koridorlara, salona ve odalara atıyordu.

 

Yağmurlu havalarda ayakkabılarının çamurlarını kapı önünde temizlemeden içeri giriyorlardı.

Bize de süpürgeyi alıp odaları, koridorları ve salonu silip süpürmek düşüyordu.

 

Kimi zamanlar Abdurrahman Öngel çok bunalıyordu.

Abdurrahman Öngel böyle bunalınca çantasını koltuğunun altına alarak: “Delegelere toplantı gün ve saatini haber vereceğim” diye hemen uzaklaşıyordu.

 

O gidince ben yapa yalnız kalıyordum.

İl ve İlce yöneticilerinin ayak işlerine ben bakıyordum.

 

Bir gün Akşam Ortaokulundan arkadaşım Metin Aslantaş beni görmeye gelmişti.

Beni o koca salonu süpürürken görünce çok üzülmüştü…

“Kalem tutan ellere süpürge verenler utansın!” demişti.

 

  1. Durumuma acıyarak beni işe alan çocukluk ve gençlik arkadaşlarım:  “İki çay söyle, taze ve demli olsun!”,

“Hayri bey, sürahide su kalmamış doldurur musun!”,

“Hayri bey, şu dosyayı getirir misin?”,

“Hayri bey, bir paket sigara alır mısın?”

 

Bu tür buyruklar bana çok ağır geliyordu.

Millî Eğitimde Okul Yaptırma Bürosunda Başkâtip, Amerikan Hastanesinde Muhasip, Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde Personel Şefi olarak çalıştıktan sonra şimdi CHP il binasında ayak işlerine bakmak nasıl oluyordu.

 

Davranışlarından, düşüncelerinden, inançlarından ödün vermez misin?

İşte böyle okuldan, futboldan arkadaşlarına  odacılık, hizmetçilik edersin…

 

  1. En ağırıma giden davranışlardan biri de; CHP’lilerin bana, korku ve merakla uzaydan gelen biri imişim gibi bakıyordu.

Bir komünist nasıl olurmuş diye gelip bana bakıp gidiyorlardı.

 

Oysa o zamanlar diğer partililer bile CHP’yi komünistlikle suçlarlardı.

CHP’liler ise bir komünist nasıl olurmuş diye bana bakıyordu…

 

Partililerin bu bakışların şu gün olmuş gözlerimin önünden gitmez…

Bir parti mensubu nasıl olur da komünistlik nedir bilmez…

 

  1. Abdurrahman Öngel de beni korku ile izlemiş:

Sonunda: “Eğer komünistlik senin gibi olmaksa ben de komünisttim!” demiş..

 

Belki kendisini en etkileyen davranışım da salonu süpürmek için süpürgeyi her alışında

Diğer süpürgeyi de ben alarak koşmuş olmamdır yardımına…

 

  1. Bana bakarak komünistliği kabul eden bir arkadaş daha var.

Bu arkadaş da o zamanlar Gaziantep Ceza ve Tevkif Evleri Müdürlüğü yapar.

O da benim gibi Akşam ortaokuluna devam ediyordu.

Bir gün bana: “Komünistlik senin gibi olmaksa ben de komünisttim!” diyordu.

 

  1. Halk, komünistlik konusunda öyle korkutulmuştu ki; komünist denince aklına, normalin dışında bir insan geliyordu.

Artık nasıl geliyordu, onu bilemiyordum. Öyle sanıyorum ki her birinin kafasındaki komünist görüntüsü başka başka oluyordu.

Ne var ki korkulacak biri olmadığımı görünce şaşıp kalıyorlardı.

 

  1. Halkımız komünistler hakkında öyle korkutulmuştu.

Bu nedenle bir komünistle bir arada olmak istemiyordu.

 

Dışardan gazel okuyanlar bile vardı.

Partiye haber salıyorlardı.

 

“Tekinalp’e söyleyiniz: Hayri Balta’yı Partide çalıştırmasın.

Kendisine kâtip gerekse bize haber salsın…”

 

Bunu söyleyenler ise oturduğumuz semt olan Tabakhane’nin eşrafından Ali Hüsükoğlu ile Paşa Hamamımı işleten Sait Hengirmen’di…

Bunlar tabakhane’nin ileri gelen büyüklerindendi.

 

Bunlara yazıp gönderdiğim mektup Zilli Kurt’un Çırpınışı adlı dosyamdadır.

Fırsat bulan okuyucularım bu dosyaları da okumalıdır…

 

Bunlar ellerini soğuktan-sıcağa vurmazlardı.

İşçileri imalathanelerinde çalışır, kendileri ise kahvede çene çalardı

Ve bana da almaz almaz bakarlardı.

Nerde kalmış ki gelip benim yerime partide çalışacaklardı.

 

  1. O zamanlar komünist olmak “ölümlerden ölüm beğenmek” demekti.

Bir gün Milletvekili adaylarımızdan İbrahim Hortoğlu Gaziantep CHP il merkezindeki odama girdi.

 

Önemli bir gelişme olduğunu anladım.

Yoksa yanıma gelmezdi; anlatmaya başladı:

“23 Nisan (1969) Çocuk Bayramı nedeniyle Kapalı Spor Salonunda yapılan gecede yanıma iki sivil polis geldi..

“Hayri Balta’yı niçin partiye aldınız? dedi.”

 

”Adamı perişan ettiniz, işten attırdınız, sokaklara saldınız…

Adamın çoluğu çocuğunu perişan ettiniz…”

 

Bana ne deseler beğenirsiniz:

“Merak etme sen, onun ihtiyacı Moskova tarafından karşılanmaktadır; ama sizler bunu bilmezsiniz…”

 

  1. Milletvekili adayımız bana bunları anlatınca o zamanlar Gaziantep Valisi olan Hayrettin Ersöz’e bir mektup yazdım.

24.4.1969 tarihli bu mektubumdan bir iki bölümü aşağıya aldım:

“Milletvekili adayımız İbrahim Hortoğlu’na “Beni niçin işe adlılarını sormuşlar” O da kendilerine gereken yanıtı verince “Benim Moskova’dan para aldığımı söylemişler…”

Bu kadar da dayanaksız konuşulmaz. Ne Moskova’dan parası sayın Valim; yiyecek ekmeği, yakacak odunu, ev sahibine verecek parayı bulamıyorum.

Bakkala, kasaba ve ekmekçiye bu ay nasıl para vereceğimi düşünüyorum…

 

Eğer birikmiş bonolarımın faizi de olmasaydı elektriklerim kesilecekti…

İhtiyaçları Moskova’dan karşılanan adam elektriğini kestirir mi?

 

Gişeciliğe razı olurum, çalıştırılmamam için baskı yaparlar.

Ayda elli-altmış lira için gazeteciliğe razı olurum yazdırmazlar.

 

Bu baskı ve önlemeler resmî ve gayrî resmi kanallardan yapılmaktadır….

Yani ben aç kalırsam polisler para mı alacaklardır.

 

Görevleri bana duyurmadan beni izlemek mi?..

Yoksa, işverenlerimi korkutarak işime son verdirmek mi?”

 

  1. Ben burada anılarımı özet olarak anlatıyorum.

Yalnız 1969 yılında başımdan geçen olaylar ZİLLİ KURT ve ZİLLİ KURT’UN ÇIRPINIŞI adlı dosyamda ayrıntıları ile yazıyorum.

. Gaziantep CHP İl Binasındaki çalışmalarımın benim için çok bunaltıcı olduğunu yinelemeye gerek görmüyorum.

Ancak, bir olay daha var ki anlatmadan geçemiyorum.

 

  1. Bir gün Partide çalışırken Dr. Hüseyin İçten geldi.

Bu da benim gibi Dr. Emin Kılıç’ın öğrencilerindendi.

 

Çünkü ben Dr. Emin Kılıç’ın yazmanlığı bendeydi.

Bu nedenle Dr. Emin kılıç Kale topluluğundaki adım da BAY YAZMAN’dı…

Benden 20 yaş büyük olduğu ve de Dr. Olduğu halde beni çekemezdi.

Tek biri amacı vardı; o da elimden bu yazmanlığı almaktı.

 

Beni çok sevdiğini söylemesine karşın benden nefret ederdi.

Bu nefretini gizlemek için beni çok sevdiğini sık sık söylerdi.

 

Hiçbir zaman kendisinin seviyesine düşmedim.

Kendisinin doktorluğuna ve yaşına saygı gösterirdim.

Kendisi ile cebelleşerek küçülmeyi istemezdim.

 

  1. İşte bu adam bana Dr. Emin Kılıç’ın yazıları arasında bulunan yazılarımı okudukça ağladığını söylerdi.

Böylece güvenimi kazanmak isterdi.

Ne var ki ben kendisinin beni sevmediğini,

Hissederdim benim karşımda ezildiğini…

 

  1. Abdurrahman Öngel’in yanında konuşamazdık.

Hemen kendisi ile birlikte boş olan İlce Başkanlığı odasına vardık

 

Ben “Hoş geldin!” diye elini öpmeye çalışırken;

O, “Tuu! Senin yüzüne…” diyerek yüzüme tükürdü birden…

 

Neye uğradığımı şaşırdım.

Donup kaldım.

Aptal aptal yüzüne baktım.

 

“İşte şimdi lâyığını buldun.

Sen, bunların yanında kâtiplik yapacak adam mıydın?

 

Sana bin kere dedik, sen kendini kurtar diye.

Ne diye toplumun önüne düşersin böyle…

 

Neyine gerek senin baldırı çıplakların önüne düşmek. .

Senin önce kendini kurtarman gerek…

 

Neyine gerek senin gazetelerde yazı yazmak…

Sen mi kaldın Türkiye’yi çıkmazdan çıkaracak!..”

 

Bu türden sözlerle beni suçladı da suçladı.

O an, elim ayağım buz gibi oldu, tepki gösterir halim kalmadı.

 

  1. Oysa Öğreticimiz, o zamanlar her konuşmasında: “Köylüsü donla gezen bir toplumda taksiye binmeye utanırım!” derdi.

O zamanlar böylesine toplumcu sözleri hangi solcu dile getirmişti.

 

Gazetelere yazı gönderme kararını ise Sayın Öğreticimle birlikte kararlaştırdık.

Bana: “Aydın Düşünen” ve de “Sözer Düşündürücü” adını birlikte takmıştık.

 

O zamanlar Gaziantep Millî Eğitimde çalıştığım için yazılarımı takma adla gönderirdim.

Takma adımı koyan da Sayın Öğreticimdi; ne var ki koyduğu takma adları da beğenmemiştim.

Ancak tarikat gereği olduğu için ses çıkaramamıştım.

 

  1. Gaziantep’teki yerel gazetelere ikisine aynı gün ayrı adlarla yazılar gönderirdim.

Göndermeden önce de Sayın Öğreticime okur, beğenisini alırdım.

 

Sonra bir gün; “Bu yazılar para almadan yazılmaz!” dedi.

Gazete sahiplerinden yazdığım yazılar karşılığında para istememi önerdi.

 

Gazete sahipleri para vermeye yanaşmadı.

Böylece bizim yazarlık hevesimiz de yarıda kaldı.

 

  1. Kaldı ki benim suçlanmamın tek kaynağı da Dr. Emin Kılıç’a öğrenci olmamdı.

Emin Kılıç Kale öğrencisi olmasaydım bunların hiçbiri olmazdı.

 

Ben aşıyı ondan aldım.

Onun sayesinde; ölü idim, dirildim…

 

Şimdi ise gazetelere yazı gönderdiğim için sınıf arkadaşı bir Doktor Candangeçti yüzüme tükürüyordu.

Dr. Candangeçti, yazı yazmaya Sayın Öğreticimle birlikte karar verdiğimi bilmiyordu.

 

  1. Eğer yeniden doğmuş olmasa idim o benim yüzüme tüküremezdi

Ne pahasına olursa olsun benden tokadı yerdi.

 

Çünkü ben öylesine ölü biri idim ki adam yaralamaktan hapse düşmüştüm.

Bu nedenle de 12 gün de hapis içerde yatmıştım.

Yargılama sonucu bana 3 ay hapislik almıştım.

 

Amcam ise “Bu ceza senin hakkın değildir!.

Senin beraat etmen gerekir…

 

Çünkü nefs-i müdafaa var senin olayda…”

Hmen kararı temyiz edelim bu arada…”

 

Hemen hakkımda verilen kararı temyiz ettik.

Ankara’dan bozularak lehimde gelen karar üzerine yeniden mahkemeye gittik.

 

Tam bu sırada Gaziantep Adliye Binası yandı.

Böylece benim dosya da mahşere kaldı.

 

  1. İşte benim gibi adam yaralamaktan hapis yatmış bir adam yeniden doğmuş olduğu için kendisini muhatap almadı.

Kaldı ki muhatap alınmayacak kadar da hamdı.

 

Dr. olmuş ama adam olamamıştı,

Tasavvuf öğretisinde mesafe alamamıştı.

Çok ham kalmıştı.

Bu hamlık kendisinde bir kompleks oluşturmuştu….

 

Kendisinden başka hiç kimseyi ne sever ne de beğenirdi.

Böylesine nefsinin tutsağı olmuş bir kişi

Fırsatını bulmuşken elbet de benim yüzünden duyduğu ezikliği gidermek için yüzüme tükürecekti.

 

  1. Kendisi yüzüme tükürünce Cemil Alevli’nin sevecen bakışları gözlerimin önüne gelmişti.

O ki CAN bile değildi.

O, benim düşkünlüğümden yararlanmak gibi aşağılık bir davranışa girişmemişti.

Büyük bir olgunluk göstererek; elime utana utana 500 lira sıkıştırmıştı.

 

Bu ise Dr. Emin Kılıç’ın CAN’ı, sınıf arkadaşı, şimdilerde Türbedarlığını yapıyordu.…

Düşmüşlüğümü fırsat bilerek, yüzüme tükürüyordu.

 

  1. Emin Kılıç’ın öğrencileri olduğumuz için bu benzeri her türlü aşağılanmaya karşı duygularımızı sınırlamakla (nefsimize hâkim olmakla) yükümlü idik.

Ne olursa olsun nefsimize hakim olmalı idik.

 

Bu Allah’a kavuşmanın ilk koşulu idi…

Bu nedenle de bu tür aşağılamalara tepki gösterilmemeli idi.

 

Yalnızca acıyarak baktım kendisine yukarıdan

Boyu çok kısa idi benim boyumdan…

 

İçinde bulunduğu ruhsal duruma acımıştım.

Kedi, kediliğini yapacaktı; bunlara alışmıştım.

 

Kedi, Mutfakta açıkta bırakılmış bir et parçası görünce alıp kaçaktı.

Bu da fırsatı yakalamış ve yapacağını yapmıştı.

 

İnsanın yaratılışı ne ise onu yapar.

Bu nedenle atalarımız demiştir: “Huy çıkmaz; ama Can çıkar…”

 

Sonradan bana şöyle demişti.

“Sana yaptığımı Hocaya söyledim.

Bana: ‘Aferin, çok güzel etmişsin!’ dedi…

 

Anladım ki Sayın Öğreticim de bana karşı cephe almıştı

Beni topluluğundan uzaklaştırmaya çalışmıştı.

 

Haddime mi düşmüştü Hocanın da senin de yaptığın “Çok ayıp bir şey!” demek.

İşte böyle idi bizim tarikatta gelenek…

 

  1. Ben ne yapmıştım ki en yakınlarımdan görüyordum bu denli tepki…

Hiç kimse bu güne değin ahlaksız, olumsuz bir davranışımı sürmedi ileri.

 

Yalanım, dolanım yok.

Haksız kazançta gözüm yok.

 

Rüşvet yemedim.

Usulüz bir işe girmedim.

 

Hal ve gidişim konusunda en küçük bir kusurum yoktur.

Tersine olumlu, erdemli davranışlarım çoktur.

 

Öyleyse bana neden bu denli tepki gösteriliyor?

Nedeni herkes toplumculuğu: Şapka asıp girmek biliyor…

 

  1. Tek suçum: Ayrıksı düşüncede olmam.

Bu düşüncelerimi yazılarımda açıklamam.

 

Düşüncelerimle ayrılmış oldu sürüden…

Bizim oralarda derler: “Sürüden ayrılanı kurt kapar derinden…”

 

İşte bu deyim gereği; beni de kurtlar da, kuzular da kapıyor,

En yakınımdaki kişiler benden köşe bucak kaçıyor.

 

Bunun bir başka nedeni daha var.

Dostlarımın, benim yüzümden başlarına bir iş geleceğinden korkar.

 

  1. İçinde yetiştiğim ocak; topluma genelge gönderiyor.

“Bizim Hayri Balta ile ilgilim yok!” diyerek; beni faşizmin kucağına atıyor.

 

  1. Toplumla ters düşmemek ve toplumu kazanmak için beni dışlıyorlar.

Topluma, “Onunla biz de baş edemiyoruz” demek istiyorlar.

 

Kendi başlarını kurtarmak için beni canavarların önüne atıyorlar…

Kendileri de  toplumun dışladığı kişilerden oldukları halde toplumu kazanmaya çalışıyorlar.

  1. Ben ne imişim böyle ki dışlanmışlar tarafından dışlanıyorum.

Niçin inandığım gibi yaşamamak için zorlanıyorum.

 

Akılcı olmak, bilimden yana olmak ve maddeci olmak, maddeye öncelik tanımak neden böylesine büyük bir suç oluyor?

Toplum sorunları ile ilgilenmek, açlık çekenleri, yoksulluk sınırında yaşayanları, ezilenleri, sömürülenleri, işkencede can verenleri  düşünmek niçin bu kadar büyük bir suç olarak algılanıyor.

 

Günümüzde, ezilenler yanında yer almak, ezenlere karşı çıkmak fincancı katırlarını ürkütmek gibi oluyor da ondan…

Ne var ki ayıramaz beni kimse doğru bildiğim yoldan…

 

Gelişmeme ket vurulmasına izin vermedim.

Kendilerine, İsa’nın dediği gibi:

“Çekil yaa şeytan, insan yalnız ekmekle yaşamaz!” (Matta, 4/10) dedim…

 

  1. Sonunda 1969 seçimleri yapıldı.

CHP seçimlerden yenilgiyle çıktı.

 

CHP iktidara gelemediği için İl binasına gelen giden de kalmamıştı.

İl ve İlce yönetimi benim ve Abdurrahman Öngel’in aylığını verecek para bulamamıştı.

 

Kaldı ki aylıklarımızı kendi aralarında toplayarak ceplerinden veriyorlardı.

Bu da bana ağır geliyordu.

 

  1. Ne yapacağımı düşünürken yerel gazetelerde bir ilan…

Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasından bir ilan…

 

İlanla bir muhasebeci aranıyordu.

Başvuruların ise yazılı olarak yapılması isteniyordu.

 

Hemen başvuruda bulundum daktiloda yazdığım bir dilekçe ile.

Biliyordum ki yazılı başvurum geçecek Cemil Alevli’nin eline…

 

Dediğim gibi de oldu.

Bir de baktım Fabrikadan beni çağırıyordu.

Hemen Fabrikaya koştum: Karşımda Oktay Alevli. Cemil Alevli’nin oğlu.

 

  1. Oktay Alevli ile ilkokul Gazi Okulunda 4. Sınıfa değin birlikte okumuştuk.

Kendisi ile çok da yakın arkadaş olmuştuk.

 

Gazi İlkokulu Cemil Alevli’nin hemen karşısında idi evinin.

Bir gün aramızda Oktay Alevli de olduğu halde 4-5 arkadaş okuldan kaçarak suyuna girdik Alibendi (Alleben) deresinin.

 

Yedisöğüt’te gitmiş suyun durgun olduğu bir yerde yüzmüştük.

Biz Gaziantepliler, bu tür suya girmelere “çimmek” adı verirdik.

iO zamanlar Alleben deresi dere gürül gürül akardı,

içindeki balıklar zıplayarak sudan dışarı çıkardı.

 

  1. Okul yönetimi sınıfta dört-beş öğrencinin yanında Oktay Alevli’nin de olmadığının ayrımına varınca hemen hademe ile Cemil Alevli’ye haber salmışlar.

“Oğlun okulda yok! Nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye duyurmuşlar.

Bir kıyamet kopmuş; oğullarının fidye  için kaçırıldığını sanmışlar…

 

Elbette bizler Alleben’de Yedi Söğüt’te çimerek güzel bir gün geçirmiştik.

Çimip eğlendikten sonra okuldan geliyormuş gibi evlerimize gitmiştik.

 

  1. Ertesi gün Başöğretmenimiz Şakir Sabri Yener’  odasına buyur etti bizi…

Şakir Sabri Yener çok babacan bir adamdı; incitmedi hiçbirimizi.

 

Osmanlı döneminden kalma medreseden yetişmiş bir aydındı.

Medreseden yetişmiş olmasına karşın sağlam bir Atatürkçü ve Cumhuriyetçiliği vardı.

 

Ölümünden beş-on yıl öncesinde kendisi ile yakın dostluk kurmuştuk..

Aynı zamanda evliliğim nedeniyle kendisiyle akraba olmuştuk.

 

  1. Başöğretmenimiz Şakir Sabri Yener bizlere, yaptığımızın doğru olmadığını söyleyerek darıldı.

Bir daha okuldan kaçmayacağımıza ilişkin bizden söz aldı.

 

Bir de baktım ki aramızda yok Oktay Alevli…

Meğer olmuş artık Dayı Ahmetağa İlkokulu öğrencisi…

 

 

Başöğretmenimizin söylediğine göre Okulunun adını kötüye çıkarmışız…

Bu nedenle okuldan ayrılmış Oktay Alevli adlı arkadaşımız…

 

  1. O olaydan sonra Oktay Alevli’yi bir daha görmemiştim.

İşte yıllardan beri ancak uzaklardan taksi içinde gördüğüm sınıf arkadaşım Oktay Alevli ile şimdi karşı karşıya gelmiştim.

 

O mühendis olmuştu; ben ise ilkokul mezunu…

Hatırlamıyordu kendisi ile Gazi ilkokulunda birlikte okuduğumuzu.

 

  1. Bana: “Bu dilekçeyi sen mi yazdın?” dedi.

“Evet!” dedim.

“Daktilo ile hep böyle mi yazarsın?” dedi.

“Evet!” dedim.

w“Muhasebeden de anlar mısın?” dedi. “Evet, Gaziantep Amerikan Hastanesinde 5 yıl muhasebe memurluğu yaptım!” dedim.

 

Dedi bana: “Babamla aranızda bir yakınlık olduğunu;

Bilmiyorum bu yakınlığın nereden kaynaklandığını, nereden doğduğunu…”

Düşünüp durdu sonra:

“Hemen Muhasebe Bölümüne git. Muhasebe Müdürü Alaaddin Koçak,

Sana ne yapacağını söyleyecek!…”

 

  1. Gaziantep Ticaret Lisesinde açılan daktilo kursunu birincilikle bitirmiştim.

Öyle ki Okulda yapılan Güneydoğu Anadolu Daktilo Yarışmasında da birinci gelmiştim.

Ödül olarak da bana Atatürk’ün Söylevi verilmişti.

Bunun yanında yine Gaziantep Ticaret Lisesinde açılan Muhasebe Kursuna da gidip gelmiştim.

 

Ama bütün bunların yanında işe alınmamda Cemil Alevli’nin rolü vardı.

Oktay Alevli’ye kalsa benim gibi bir zıpırı işe almazdı…

 

  1. Fabrikada işe başladım.

Hem yevmiye defterini tutuyordum,

Hem de patronların özel yazılarını  ve fabrika ile ilgili önemli yazıları daktiloda yazıyordum.

 

Fabrikanın muhasebe bölümünde benden başka beş büro işçisi daha vardı.

Bana uzaydan gelmişim gibi korka korka bakıyorlardı.

 

  1. Müdürümüz Alaaddin Koçak, konusuna hâkimdi…

Diğerleri Sabri Konuk, Hüseyin Bilgiç, Mehmet Tuzlu, İlhan Ermurat adlı biriydi.

Yaşamlarında ilk olarak bir komünist görüyorlardı.

Şaşkın şaşkın bana bakıp duruyorlardı.

Her davranışımı dikkatle izliyorlardı.

 

Örneğin ben çalışma saati bitince masamı düzenler,

her şeyi yerli yerinde kor,

Oturduğum sandalyeyi de masanın altına iter,

Ben bunları yaparken onlar da beni izler…

 

  1. Oysa ben komünist de değildim.

Komünistlikle bir birikimim de yoktu; komünistlik nedir bilmezdim.

 

Komünistlik hakkında ne bilgim vardı ne de kültürüm…

Hala niçin bu kadar cahil olduğuma üzülür de üzülürüm.

 

Komünist olarak yakaladıklarında ve yargıladıklarında bir büyük harf nerede, bir nokta nerede kullanılır unutmuştum.

İçtiğim suyun nasıl olup da nefes boruma gitmiyor diye düşünür dururdum.

 

  1. İçinde bulunduğum koşullar,

Beni şaşkına çevirmişti. Yevmiye defterini tutuyorum ama, sen gel bana sor…

Kendimde değilim, olayların etkisi ile sanki uykuda geziyordum.

Bu nedenle yevmiye defterinde yanlış yaptıklarım oluyordu.

Kimi zaman Müdürümüz Alaeddin Koçak, ilk bakışta yanlışlarımı buluyordu.

Bereket Müdürümüz Alaeddin Koçak yanlışımı düzeltiyordu,

Böylesine dalgın bir adam işimize yaramaz demeyerek olgunluk gösteriyordu.

 

  1. Patronlar biz görevlileri zille çağırırlardı.

Arkadaşlar bu zillere koşullanmışlardı.

 

Zil çalınca kulaklar dikilir, zil sesini saymaya başlardı.

Tek zil çalınca müdürün çağrıldığı anlaşılır.

Beni çağırmak isterlerse zil altı kere çalınır.

Çünkü en son işe alınan; ben,  altıncıdır…

 

  1. Artık arkadaşlarla şakalaşma başlamıştı.

Görevliler zille çağrılmaya alışmıştı.

 

Bir zilli dedin mi Alaeddin Koçak,

Hemen koşardı çabucak…

 

Altı zilli çalınca ben,

Koşardım hemen…

 

 

Diğerleri de zil sayısına göre adlandırılırdı.

Görevliler, Pavlos’un köpekleri gibi zil sesine koşullanmıştı.

 

Bu da bana çok ağır geliyordu

Ne yaparsın ki işler böyle görülüyordu.

 

Bu nedenle sesimi çıkaramıyordum;

Ama arkadaşlara bunun onur kırıcı olduğunu söylüyordum.

 

Daha fazla ileri gidemezdim.

Daha fazla ileri gidersem Cemil Alevli’ye saygısızlık ederdim.

 

  1. Patronlarımızın odası bizim odaya bitişikti.

Zaman zaman çaycı patronlara çay getirirdi.

 

Bizler de kapının yanındaki camdan Çaycının gelip gittiğini görürdük.

Onlar canı çektikçe çay içer; bizlerse bakar dururduk.

 

Çanımız çekiyor ama istemeye korkuyoruz.

Ne yapacağımızı düşünüp duruyoruz.

 

Benim çalışma masam kapıya en yakın olanı idi.

Diğerleri ise patronlara çay gelip gittiğini görmezdi.

 

Ama ben, çaycının her gelip gidişini görüyordum.

Bizlerin de çay içme hakkı olduğunu düşünüyordum.

“İşçiyiz ama, tutsak değiliz!” diyordum..

  1. Bir gün dayanamadım.

Çaycıyı, çayını patronların odasına bırakıp çıktıktan sonra çağırdım.

 

“Bundan böyle bize de çay vereceksin.

Öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere,

Günde iki kere bize de çay getireceksin.”

 

Arkadaşlar tepki gösterdiler.

“Başımıza iş çıkarma!” dediler.

Ben de: “Korkmayın, sorumluluk benim.

Bunu ben istedim…” diyeceğim.

 

  1. Elbette benim arkamda Cemil Alevli var.

Çünkü kendisinin villasında karşılıklı oturup konuşurken ikimize de gelirdi çaylar.

 

Cemil Alevli ile karşılıklı çay içilirdi.

Bilindiği gibi fincanlar çay bardaklarının iki misli…

 

  1. Cemil Alevli çayı sevdiğimi bildiği için bana bir şey demeyecekti.

Ama diğerleri için bilmiyorum ne denecekti?..

 

“Bu da nereden çıktı?” diye sorguya çekerlerse:

“Sayın Baylar, arada bir çay içersek daha verimli oluruz!” deyecektim kendilerine:

Bir de sizler içerken, bizlerin bakıp durması ne dereceye değin doğru?

Bu anlayış sizin adalet  anlayışınıza göre doğru mu?”

 

Ama kimse sesini çıkarmadı.

Ben de, bizimkiler de günde iki kere çay içmeye başladı.

 

Bu da hepimiz için iyi oldu.

Çay saatinde içtiğim çayların tadı damağımda kalırdı.

 

  1. Cemil Alevli’den başka üç patronumuz daha vardı.

Cemil Alevli’nin oğlu Oktay Alevli ve bir de İki damadı.

 

İki damadı vardı  Cemil Alevli’nin; Özcan Alevli, Cemil Alevli’nin küçük damadı idi.

Büyük damadı ise Gaziantep’in tanınmış Ersoylar ailesinin oğlu Celal Ersoy’du.

 

Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasının hemen bitişiğinde Ersoylar iplik ve dokuma fabrikası vardı.

Ayrıca bir de satış mağazası çalıştırırdı.

Daha birkaç işyeri için koşturup dururdu.

 

Ben bir adam görmedim daha onun kadar çalışkan.

Öylesine aktif bir adam görmedim; bir günde belki beş işyerine girip çıkardı durmadan.

  1. Ben Celal Ersoy’un bu çalışmasına bakarak: “Bu adam ne kadar kazanırsa kazansın, kendisine helal olsun! Eğer bütün işverenler Celal Ersoy gibi sorumluluk duygusu ile çalışsın Türkiye beş yıl içinde Amerika’yı bile geçer…” derdim.

Açık söylemek gerekirse kendisine imrenirdim…

 

Dikkatimi çeken bir özelliği daha vardı.

Hemen hemen hiç konuşmazdı.

 

Her zaman dudaklarında gizemli bir gülüş vardı.

Gözünün altından insanlara anlamlı anlamlı bakardı.

İnsana bakarken; ayaklarından başlayarak yavaş yavaş yüzüne doğru çıkardı.

Masada oturmayı sevmezdi.

Odasında bile hep ayakta gezerdi.

 

İki damat ile Oktay Alevli arasında bir dışa yansımayan  bir çatışma vardı.

Zaten bu yüzden de Cemil Alevli öldükten sonra fabrikası satıldı.

 

Oktay Alevli’nin gözüme çarpan bir özelliği vardı.

Paraya dokunduktan sonra sık sık, elini kolonya ile temizlerdi…

 

Bir de Fabrikadaki kapıcılar, bekçiler,

Dört gözl Oktay alvli’nin fabrikaya gelmesini beklerler.

 

Oktay Alevli’nin geleceğini, nerden nasıl bilmiyorum,  yarım saat önceden öğrenirlerdi…

“Oktay alevli geliyor!..” diye bütün fabrikayı ayağa kaldırırlardı.

 

Fabrikada bir telaş, bir  koşuşturmadır başlardı.

Herkes esas vaziyetini alırdı.

 

Oktay Alevli’nin yola çıktığını nasıl öğrendiklerini bir türlü öğrenemedim.

Acaba kendisi mi telefon ederdi Müdür’e geliyorum diye…

Ne var ki gelişi çok tantanalı olurdu, her gün bir telaş düşerdi herkese…

 

  1. Bir gün zil altı kere çalınca arkadaşlar;

“Altı zilli, kalk bakalım, şansına ne çıkacak hele bir bak” diye takıldılar.

 

Hemen vardım patronlar odasına.

Karşımda büyük patron Cemil Alevli, oturmakta masasında….

 

“Kapıyı kapat!” diyerek masasından kalktı.

Yanıma gelerek anlamlı anlamlı bana baktı.

 

Artık ikimiz de ayaktayız.

Karşılıklı olarak birbirimize bakıp durmaktayız.

 

Bana: “Dün sivil polisler geldi. Burada çalıştığını öğrenmişler.

Bana senin tehlikeli bir adam olduğunu söylediler.

Onun gibi bir adamı nasıl olup da Fabrikaya sokarsın?

Sözde sen işçilerin hepsini bana karşı kışkırtıp ayaklandırırmışsın.” dediler.

 

  1. Sesimi çıkarmadan dinliyorum.

Acaba diyorum Cemil Alevli de mi beni kovacak diye bekliyorum.

 

Cemil Alevli bu düşüncemi anlamış olacak ki:

“Korkma ben varken senin işine hiç kimse son veremez.

Ama senden rica ediyorum bu polisler karşısında,

Damatlarım ve oğlum karşısında beni zor durumda bırakma…”

 

  1. Benim böyle bir amacım yoktu zaten.

“Korkma, Sayın Alevli, seni zor duruma düşürecek bir tutum ve davranış olmaz!” benden.

 

Daha başka bir söz söylemedim.

Kendisinden izin alarak çalışma odama döndüm.

 

Arkadaşlar kötü bir şey olduğunu sezinlediler,

Ne var ki bana bir şey demediler.

 

Belki onların benden daha önce haberleri olmuştu polislerin gelip gittiğinden

Arkadaşların polislerden haberi olduğuna adım gibi emindim ben…

 

  1. Bütün bu olaylara karşın yapım gereği haksızlıklar karşısında dilimi tutamıyordum.

Örnek verirsek patronların bizleri zille çağırması, patronların çay içip de bizlerin içememesi karşısında “Biz Tıho muyuz!” diye söylenip duruyordum… “

 

  1. “Tıho” deyimini kullanır Gazianteplilerin alt tabakası…

Türkçe sözlüklerde bile yeri yok bu deyimin anlamı…

 

Hakkını aramakta yetersiz (aciz), en yoksul, en umarsız kişiler için kullanılırdı.

Muhasebedeki arkadaşlardan başta olmak üzere bu “Tıho!” deyimi işçiler arasında da yavaş yavaş yayıldı.

Çünkü artık işçiler bile birbirine “Ne var , ne yok Tıho?” diye sesleniyorlardı.

Bir haksızlığa uğradıklarında da “Biz tıho muyuz!” yahu diye sızlanıyorlardı.

 

  1. Demek ki işçiler de yavaş yavaş ezildiklerinin ve ezikliklerinin ayrımına varmaya başlamışlardı

Benim de kendilerinden yana olduğumu için başıma işler geldiği kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı.

 

  1. Kamyonlarla, at arabalarıyla Fabrikaya gelen pamuk balyalarını büyük kantarda tartmak için de ben görevlendirmişlerdi.

Çünkü daha önceki görevliler satıcılarla anlaşarak usulsüzlük yaptıkları dillendirilmişti.

 

Bilmem doğru, bilmem yanlış;  20 tonu 30 ton gösterirlermiş…

Aradaki on tonun bedelini kırışırlarmış.

 

  1. Bana güvendikleri için pamuk tartma işini bana vermişlerdi.

Pamuk kamyonu ya da arabası geldiğinde bana haber verilirdi.

 

Fabrikanın avlusuna işçiler arasından geçerek giderdim.

Bir arabacı vardı. At arabası ile pamuk getirip tarttırarak ambara teslim ederdi.

 

O da benim ezilenlerden yana olduğumu bildiğinden kulağıma eğilirdi.

“Yedi yoksul öldüren cennete gitmiş kadar sevap kazanır…” derdi.

“Niçin!” diye sorardım:

“Çünkü derdi, yoksulların çilesine son verir de ondan derdi.”

 

  1. Bu arabacı yoksul arkadaş kurtuluşu ölmekte buluyordu.

Çünkü sınıf bilincinden yoksundu.

 

Kendiliğinden işçi idi…

Kendi sınıfı için işçi değildi.

 

Çıkış yolunun örgütlenmek olduğunu bilmiyordu.

Fabrikada işe alınmış olmam bile işçileri düşündürüyordu.

Artık tanımadığım işçiler bile bana:

“Tıholuğa devam!” diyerek parola veriyordu.

Anladım ki hiçbir şey yapmasam bile varlığım işçileri uyandırmaya yetiyordu.

 

  1. Bu “Tıho!” deyimi; kilimcilik yaptığım sırada bir kilimci kalfasına verilen bir addı.

Bu Tıho genç bir delikanlı idi.

Ancak zihinsel özürlü bir yanı vardı.

 

Sanki gönüllü gönülsüz mekik atardı.

Kendisine takılanlara gülerek bakardı.

 

Köyden kente göçmüştü.

Önce masıra sarmış, sonra da kilimci kalfası olmuştu.

 

Kendisi sessiz sakin ve biraz da sefil, hakkını aramaktan yoksun bir kimci kalası idi.

Eli çok yavaştı; biz haftada beş kilim çıkarırsak

Kendisi iki kilim çıkarabilirdi ancak…

 

Patron sık sık “İşlediğin kilimi beğenmedim” haftalığından ceza keserdi.

O da buna ses çıkarmaz, boynunu bükerdi.

 

Ses çıkarmadığı için ücretinin kesilmesine,

Diğer kalfalar da;

“Kafasına vur, al ekmeğini elinden!..” anlamında kendisine “Tıho!” derlerdi kendisine…

  1. Günler böyle geçerken Fabrikada; ve daha bir ayı doldurmadan  bir gün Ali Nadi Ünler beni çağırdı.

Ali Nadi Bey Gaziantep’in kurtuluş savaşına katılmış yaşlı bir gazi idi.

Gaziantep’te ilk olarak sol içerikli kitaplar satan dükkanı kendisi açmıştı

 

Kendisi ile iyi dost olmuştuk; kendisini sayar, severdim…

Kendisinin sözünü dinlerdim.

 

Kendisi de beni severdi…

Akşam üzerileri kitapçı dükkânı uğrak yerimdi…

 

  1. Bir Belediye Başkanı Celal Doğan ve arkadaşları ki hepsi parkalı idi.

O zaman Dev-Genç militan bir öğrenci olan Celal Doğan Gaziantep’e gelerek Abidenin karşısındaki Kayacık yokuşunda kurmuşlardı Dev-Genç derneğini.

Vatanı kurtarmak için canlarını feda edercesine Gaziantep’e gelmişlerdi.

Derneğin kitaplığında bulunsun diye birkaç sol kitap almak için Ali Nadi Ünlerin dükkânına baskın verircesine girmişlerdi.

 

Öylesine idealize olmuşlardı ki gözlerine bakan kendilerinden korkuyordu.

Sanki gözlerinde şimşek çakıyordu.

 

  1. Ali Nadi Beye, “Bize ne kadar sol kitap varsa ver!” dediler.

O da “Ben hangi kitabın sol kitap olduğunu bilmem! Ama Hayri Balta bilir.” beni gösterdiler.

 

Ben de kendi elimle sol kitapları seçip tezgâhın üstüne koymuştum.

Böylece Celal Doğan’la tanışmıştım.

 

Bu olay gösteriyor ki Dev-Genç’li gençler bile sol kitapları bilmiyorlardı.

Onların kafasında bir tek amaç vardı. Vatanın bağımsızlığını korumaktı.

 

  1. İşte Ali Nadi Ünlerle dostluğumuz böyle başlamıştı. Öyle ki Anılar kitabını kendisi söylemiş ben de daktiloda yazmıştım.

Çünkü Ali Nadi Bey Gaziantep’in kurtuluş savaşına katılmış yaşlı bir gazi idi.

Gaziantep Kahramanı Şahin Beyin komutasında savaşmıştı.

Anılarında Şahin Beyin şehit düşmesini ayrıntıları ile anlatır…

Bu birlikteliğimiz kendi evinde hafta sonları olmak üzere birkaç ay sürmüştü

Ve bana emeğimin karşılığı olmak üzere 5-6 ciltlik “Kutsal İsyan” adlı kitabı vermişti.

 

  1. Akşam üzeri kitapçı dükkânına gittim. Bana: “Hayri bey, dün Muhasebe müdürün geldi… Kimseye söyleme ama dedi, 1. Şubeden sivil polisler Fabrika Müdürü Orhan beye gelmişler. O da bana söyledi.

Fabrika müdürü Orhan beyden, Senin Fabrikadan uzaklaştırılmanı istemişler…

O da bir şeyini görmedik ki, ne diye atalım durup dururken demişler?

Haberin olsun, ayağını denk al!” dedi.

 

Beni en çok şaşırtan Muhasebe Müdürü Alaaddin Koçak’ın bu durumu bana söylemeyip de  Fabrikanın Orhan Beyden önceki  müdürü Ali Nadi Beye söylemesiydi.

Demek ki polisler Cemil Alevli’ye söz geçiremeyince Fabrika Müdürü Orhan Bey’eye gitmişler…

Maşallahı var bizim siyasi polislerin

Fabrikayı, fabrikadan sahibinden daha çok düşünürler…

.

  1. Anladım ki Fabrikada çalışmam beni sevenleri zor durumda bırakacak…

Artık buradan da ayrılmam gerekecek…

 

Değil Fabrikadan, Gaziantep’ten de ayrılmalıydım.

Çünkü, evvel Allah! kraldan daha kralcı bu polisler yanında; ümmetçi ve kavmiyetçi Allah mücahitleri ve sermaye bekçileri varken ben bu Gaziantep’te duramazdım…

Artık hiçbir işveren de bana iş vermezdi.

Gaziantep’ten ayrılmanın da zamanı gelmişti…

 

Nitekim bu kararımı yerine getirdim.

Hiç duraksamadan fabrikadan istifa ettim..

.

  1. Artık Ankara’da, Genel-İş Sendikası Genel Merkezi Hukuk Bürosunda iki avukatın yanında sekreterlik yapmaktayım.

Birinin adı Saadettin Ünsal, diğerinin adı da Lütfü Gülergün; ikisinden de çok yakınlık görmekteyim.

 

İkisi de iyi insanlardı ve bana karşı anlayış gösteriyorlardı.

İşim olmadığı lise ders kitaplarına çalışmama karışmıyorlardı.

 

Bu avukatların dava dilekçelerini kendileri söylüyor ben yazıyordum.

Daktilo ile en az yanlışla çok hızlı ve düzgün yazdığım için bir süre sonra Muhasebe Bölümüne alındım.

 

  1. Genel İş Sendikası Genel Merkezinde Hem çalışıyorum hem de Anafartalar Akşam Lisesine gidip geliyorum.

Daha önce anlattığım bölümlerde: Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde ve CHP’de çalışırken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna gidip geliyordum.

 

Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasında çalışırken de Gaziantep Lisesi birinci sınıfına gidip gelmeye başlamıştım.

Ankara’da Genel-İş Sendikasında işe başladığın günlerde ise Gaziantep’teki ders yılının yarısında çıkışımı alarak Anafartalar Akşam lisesine kaydımı yaptırmıştım.

 

Ankara’da Akşam lisesi birinci sınıfına gidip geliyordum.

Saat 18.00’de Sıhhıye’deki işyerimden çıkar çıkmaz dolmuşla 18.20’de Anafartalardaki Anafartalar Akşam Lisesine gidiyordum…

 

  1. Gaziantep’ten Ankara’ya gelince Ankara’ya uyum sağlayamadım.

Caddeleri hep birbirine karıştırdım.

Bir gün önce batıda gördüğün yapıları bir gün sonra Doğu yönünde görüyordum.

Anafartalar Akşam Lisesinde verilen dersleri anlayamaz duruma geldiğim için dört dersten bütünlemeye kalmıştım,

Oysa, Gaziantep Akşam Ortaokulunda okurken Okul ve Sınıf Birincisi olarak takdirname almıştım…

 

  1. Doğal olarak dört dersten bütünlemeye kalmak alışmadığım bir durumdu.

Dört dersten bütünlemeye kalmak bana yakışmayan bir durumdu.

 

O sıralar 39 yaşındaydım.

Sınıfın en yaşlısıydım.

 

Bütün öğrenciler bana “Baba” derdi.

Yaşlanmış olduğumu  emekli bir Albay olan tarih öğretmenimiz yüzüme karşı söylerdi.

Bana dönerek: “Şu yaşlı arkadaş kalksın, anlatsın!” derdi…

 

  1. Yaşadığım olaylar yüzünden mi yoksa yaşlandığımdan mı bu durumlara düştüm bilemiyorum…

Çünkü okuduğumu anlayamadığım gibi okuduklarımı da hemen unutuyordum.

 

Beni bu durumlara düşüren Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’e ilençte bulunuyordum.

Allah nasıl bilirse öyle yapsın diyordum.

 

İkisinin de başından belâ eksik olmadı.

Biri bıçaklandı, biri kurşunladı.

 

Elbette bunda benim ilençte bulunmamın rolü olmamıştı.

Bende hâkimdi; kimsenin ilenci ile kimseye bir şey olmazdı.

 

İnsanın başına ne gelirse kendi eylemi nedeni ile gelir…

Söz gelişi,. Öfkesini böyle giderir…

 

  1. Bir gün Sendikamızda Organizatör olarak çalışan Halil Demirel beni odasına çağırdı.

“Kapıyı kapat! Şöyle geç otur..” dedi.

“Haberin olsun Abdullah Baştürk’ün yanına MİT’ten iki kişi geldi.

Senin Sendikada çalışıp çalışmadığını öğrenmek istedi.

 

O da: “Evet, bizim yanımızda çalışıyor…” demiş.

Onlar da, Başkana: “Nasıl olur da onun gibi komünisti Sendikaya sokarsınız.” denmiş.

 

O da: “Komünist olduğuna ilişkin bir bilgimiz yok.

Komünistlikle ilgili bir şeyini görmedik…” demiş.

“Onu buradan uzaklaştırın…” demişler.

“Merak etmeyin, bir komünistlik yaparsa, hemen uzaklaştırırız…” diyerek onları göndermiş…

Haberin olsun… Aman benim sana söylediklerimi kimseye söyleme…”

Durup dururken benim de başıma bir iş gelmesin boş yere…”

 

  1. Kendisine teşekkür ederek odama döndüm.

O günden sonra başta Genel Başkan Abdullah Baştürk olmak üzere yardımcıları Mustafa Sığan, Ertan Andaş ile Genel Sekreter Hasan Okyar Muhasebe Bölümüne girip çıkarak beni izlemeye başladığını gördüm.

 

Teker teker geliyorlardı, ikişer ikişer geliyorlardı.

Uzaydan gelmiş biriymişim  gibi bana bakıp duruyorlardı..

Sonra da hiçbir şey demeden, dönüp gidiyorlardı.

 

Ben olaydan haberim oldu için niçin gelip gittiklerini biliyordum.

Bu durumlara alıştığım için hiç de yadırgamıyordum…

 

  1. Muhasebede benimle birlikte biri bayan olmak üzere beş arkadaş daha çalışıyordu.

Onlar bir bana bir de bana sessiz sessiz bakıp giden Yürütme Kurulu üyelerine bakıyorlardı.

Malî Sekreter İsmail Özbiçer ki daire başkanımızdı,

O da bana hiçbir şey hissettirmiyor, hiçbir şey demiyordu….

 

  1. Sendikada çok ilginç anılarım oldu.

Bunları da sırası gelince anlatmak iyi olurdu.

 

Şimdi yeniden Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’in yaptıklarına dönelim.

Zekeriya Beyaz ile Neçdet Sevinç bana göre çok basit olan sorularını inceleyelim.

Onların sordukları bütün sorulara bütün içtenliğimle yanıtlar verirdim

Bildiklerimi olduğu gibi anlatırdım; korkacağım bir şey yok ki… derdim…

 

  1. Meğer bütün sordukları tuzak sorularmış.

Benden aldıkları yanıtları doğru götürüp Gaziantep Emniyeti 1. Şubesine verirlermiş.

 

Örneğin bir keresinde Zekeriya Beyaz bana şöyle bir soru yöneltmişti:

“Evlenme konusunda ne düşünüyorsun. Gençler görücü usulü ile mi?

Yoksa sevişerek mi evlenmeli.” demişti.

 

Ben de bana göre doğru olanı söylemiştim:

“Elbette gençler önce birbirini tanışmalı. Evleneceği kişiyi sevmeli.” demiştim.

Bunun üzerine Zekeriya Beyaz bana yeniden şöyle bir soru yöneltmişti:

“Ya insan bacısını severse!” demişti.

 

  1. Böyle bir soruyu beklememiştim.

Çünkü böyle bir soru aklımdan bile geçmemişti, düşünmemiştim.

Sorduğu soru sapıkça bir soru idi.

“Yasak, (ıncest) bir soru idi. Beni öfkelendirmişti.

Öfke ile:

“Bu nasıl soru? İnsan bacısını sever mi?

Eğer bir insan bacısını sevecek kadar aşağılaşırsa, sapık olursa, eğer kendisinde kayış gibi mide varsa, bacısını da sever, anasını da sever, değil mi?

 

  1. Bu yanıtım, sorgulandığım sırada şöyle çıktı gazetelerinde.

“Hayri Balta: ‘Miden Alırsa Annen de Helâl” dedi. (Bakınız: Yeni Ülkü gazetesi, 1.3.1962).

Elbette bu şekilde bir rapor da vermişlerdi Emniyete.

Nitekim sorgulanmam sırasında karşıma çıktı bu tür sorular Emniyette.

Bütün bu açıklamalar bana yapılmış büyük bir kara çalma (iftira) idi…

 

  1. Salı günü (16.01.1962) Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğü Okul Yaptırma Bürosunda çalışırken bir sivil polis geldi.

“Tanıklık yapmak üzere Emniyete kadar gitmemiz gerektiğini…” söyledi…

 

Emniyet Müdürlüğü bizim Müdürlüğün tam karşısında.

İşe yeni başlamıştık. İşe girmeden önce ayakkabımı bırakmıştım Hükümet konağı önündeki boyacıya.

O da bana,  ayakkabımı boyarken giymem için vermişti bir çarpana.

“Peki şu ayakkabımı boyacıdan alalım da öyle gidelim!” dedim ona.

“Merak etme, ayakkabını biz alır getiririz sana!

Hele sen benimle gel!, gidelim yan yana…”

 

Koluma girerek beni sürüklercesine 1. Şubeye götürdüler.

Hemen sorgulamaya başladılar.

İlkin oturduğum yeri saptadılar.

Adresimi aldıktan sonra, ayağa kalkmamı söylediler…

 

Üstümü başımı baştan aşağıya aradılar hemen.

“İsa’nın Dağdaki Vaazı” adında küçük bir broşür çıktı cebimden.

 

Bu bile komünistliğime kanıt sayılmıştı,

Oysa bir komünisttin cebinden nasıl olur da “İsa’nın Dağdaki Vaazı” çıkardı.

 

Onlar için İslam dışı olan her şey kafirlikti, komünistlikti…

Sonra  aldılar bir de cep defterimi…

 

  1. Çok bekletmeden ayağımda çarpana beni götürüp  Merkez Karakoluna teslim ettiler.

Ayakkabı boyacısındaki ayakkabımı almama bile izin vermediler.

 

O günden beri düşlerimde hep ayakkabımı ararım.

Aradığım halde de bir türlü bulamam; kâbus görerek uykudan uyanırım.

 

  1. Beni götüren polis, kaş göz işareti ile benim komünist olduğumu anlatıttı karakoldaki polislere…

Beni nezarethane dedikleri küçük, karanlık, bir odaya tıktılar yüz numara büyüklüğünde…

 

Bir yanda benden öncekilerin yemek artıkları,

Diğer yanda ise göllenmişti sidikleri…

 

  1. İçeri girer girmez üstüme kapandı kapı.

Kafama vurdu demir sürgülerin kapanırken çatırdaması.

 

Anlamıştım polislerce tutuklanmış olduğumu.

Çünkü yazılmıştır, okumuştum şunu:

 

“Markos; 13/35: İmdi uyanık durun; çünkü ev sahibinin, ya akşamlayın, ya gece yarısında, ya horoz öttüğünde (Şafak vakti demek istiyor), yahut sabahleyin, ne zaman geleceğinizi bilemezsiniz… Yoksa apansız gelip sizi uykuda bulur…”

 

  1. Sayın Öğretmenim; burada, sanıkların yakalandığında, duruşmaya çıkıncaya değin, bekletildikleri odaya gözaltı odası (nezaret) denir.

Bir sanık yargı önüne çıkartılıncaya değin burada bekletilir.

 

Sanığın tutuklanmasını gerektiren kanıtların toplanması; varsa, aleyhinde tanılık yapacaklarla kendisinin ifadesinin alınmasından sonra dosya düzenlenir.

Ve bundan sonra sanık yargıç önüne götürülür.

 

  1. Ben bu karanlık, pis kokulu, nemli yerde niçin tutulmuş olduğumun nedenlerini bulmak için düşünüyordum.

Düşünüyordum, düşünüyordum bulamıyordum.

 

Bu mektuptan önce diğer arkadaşların da adları ve imzası bulunan bir sayfalık mektup göndermiştim ya…

Acaba diyordum; bu mektup polisler tarafından alınıp gözden geçirildi de: “Gel bakalım, senin gibi biri Mister Ayzli gibi biri adamla nasıl olur da mektuplaşır.

Sonra bu mektubum altındaki imzalar ne anlam taşır?..”

 

  1. Bir sayfalık mektupta Sayın Öğreticimin selamları sunuluyordu.

Mektubun altında biz öğrencilerin imzaları bulunuyordu.

 

İmzaların üstündeki adlar ilginçti.

Bay Yazman -Benim takma adım- idi.

 

İmam Baba, Hamal, Dangalaklar Padişahı, Meydancı gibi adlar….

Olur olurdu. Polisin, Devletin güvenliği açısından kuşkulandığı bir konuda sorgulama yapar.

 

  1. Ama bu arada da mahkeme kararı olmadan bir insanın haberleşme özgürlüğüne karışılmasını anlayamıyordum.

Kim olursa olsun, yargıç kararı olmadan bir kişinin mektuplarının açılıp okunamayacağına inanıyordum.

 

Haberleşme özgürlüğümüz yeni anayasamızla güvence altına alınmıştır,

Hem de başımızda İsmet İnönü varken bu olmaz!..” diyordum.

 

  1. Menderes yönetimi olsaydı, olurdu.

Çünkü Tahkikat Komisyonu hukuk dışı bir kuruldu.

 

Bu nedenle Anayasa da, Baba yasa da ayaklar altına alınmıştı.

Ama İnönü döneminde hukuk ayaklar altın a alınamazdı.

Çünkü haberleşme özgürlüğüne kıyılamazdı,

Kimse bunu göze alamazdı…

 

  1. Böyle düşünüyordum ama yine de şaşırıp duruyordum.

Size gönderdiğim selam-kelam mektubu yüzünden tutuklanamayacağıma inanıyordum.

 

Öyleyse ben niçin tutuklandım…

Bilmiyorum, yasaya aykırı ne yaptım.

 

Karakaşım, kara gözüm için tutup tıkamadılar ya beni bu deliğe…

Niçin öyleyse, niçin neden tıktılar beni diye,

Düşünüp duruyorum kendi kendime…

.

  1. Niçin tutuklanmış olabileceğimi düşünüp dururken bisiklet hırsızlığından sanık bir genci de getirip soktular benim bulunduğum deliğe.

Soktular ama, sokmaları ile çıkarmaları bir oldu gerisin geriye.

 

Benim bulunduğum delikten çıkarma gerekçeleri çok ilginçti.

Tam bir kara güldürü. Anlatayım da gülün şimdi.

 

  1. Karakola bir polis girdi.

“Nerede o bisiklet hırsızı?” dedi.

 

Hırsızı benim yanıma tıktıklarını söylediler.

Bunun üzerine telaşlandı yeni gelen polis. “Aman çıkarın onu onun yanından. Bana, içerdeki kimse ile görüştürülmeyecek!” dediler.

 

Bisiklet hırsızını, görülmedik bir ivedilikle yanımdan alıp kendi yanlarına oturttular.

Anlaşılan ona komünistlik propagandası yapacağımdan korktular…

 

  1. Bulunduğum gözaltı odasının aralık bir yerinden karakolun içine baktığımda bisiklet hırsızının, sobanın başında, tatlı bir şekerleme yaptığını gördüm.

Ben ise içerde ayaz kesiyordum.

“Yahu, neymiş benim bu suçum ki, kimselerle görüştürülmemem buyruğu verilmiş bunlara.” diyordum.

 

  1. Günümüzde bile büyük hırsızlar; hortumcular, hayalî ihracatçılar, vergi kaçakçıları her türlü konforla zenginleştirilmiş koğuşlarda ağırlanır.

Solculuktan içeri düşenler aşağılanır da aşağılanır…

 

  1. Geçmişimi, geçmişteki eylemlerimi düşünüyorum,

Suç konusu hiçbir tutum ve davranışımı göremiyorum.

Acaba diyorum, bende bulaşıcı bir hastalık var da benim haberim mi yok.

Yoksa bende veba mı, cüzamlı mıyım diye sağımı solumu yokluyorum…

 

  1. Bu düşünceler içerisinde iken öğrenci arkadaşlarımızdan Cumhur Yaşar içeri giriyor.

Polislerden benim burada olup olmadığımı soruyor.

 

Ben bu konuşmaları içerden zaman zaman baktığım aralıktan görüyorum. Polislerden biri: “İçerde bir maden var ama, senin aradığın mı, değil mi bilmiyorum…”

 

  1. Mevsimlerden kış, aylardan Şubat.

Şubat  ayı ama; mevsimin en soğuk günleri fakat.

 

Isınmam için hücreme bir mangal ateş koymak istiyor.

“Olmaz!” diyor polisler. Ne var ki Cumhur Bey diretiyor.

 

Ortalık kıştır,

içerisi soğuktur.

Isınacak ateş yoktur.

Arkadaşımızın sağlığı bozuktur.

 

İzin verin de bir mangal ateş verelim.

Soğuktan donup ölürse ne edelim?

 

Nasıl geçirsin bu soğukta, kış günlerinin en uzun gecesini?

Ama anlatamıyor polislere isteğini…

 

Polisler direniyor: “Emir aldık hiç kimseyle görüştürmeyeceğiz!..”

İsterse gebersin, ateş de vermeyeceğiz.”

 

  1. Dayanamıyor Cumhur bey, kış günü çok soğuk bir odada sabahlayacak olmama..

Bay Cumhur’un canı sıkılıyor polislerin anlayışsızlığına…

 

Neredeyse onu da tıkacaklar benim yanıma,

Hangi taş büyükse vur başına ona…

 

Bu konuşmaları ben, izliyorum üzerime kapanan kapının küçük deliğinden…

“Cumhur bey, üstelemeyiniz. Ne derlerse onu yapınız!” diyorum içerden.

 

Polisin biri sesleniyor bana öfke ile:

“Ulan kes sesini! Gebertirim yoksa şimdi seni…

Hele bir kere daha çıkar sesini, görürsün başına gelecekleri…”

 

“Cık, cık!” diyorum.

Üzüntüyle başımı sallıyorum.

Kapının deliğinden bakıyorum.

Bay Cumhur’un üzüntü içinde ayrıldığını görüyorum.

 

Soğuk kış gününde,

Soğuk bir delikte…

 

Yine kalıyorum karanlıklar içinde yapayalnız.

Ateşsiz, sobasız…

 

Niçin yakalandım, niçin buraya tıkıldım…

Düşüne düşüne sıkıldım.

 

Arıyorum, arıyorum bulamıyorum…

Düşündükçe bunalıyorum.

Bu bir gün içinden içimden geçenleri,

“Suçunu Arayan Adam” diye yazsam,

Bir roman olur diyorum…

 

  1. Derken sabah oluyor.

Bir sivil polis geliyor.

 

Beni teslim aldığına ilişkin senet veriyor ellerine.

Bereket kelepçe takmıyorlar elime.

 

Varıyoruz Emniyet Müdürlüğündeki Birinci Şube denilen yere.

Sivil polisler oturmuşlar sere serpe…

  1. “Gel bakalım otur şuraya!” dedi biri.

Güleç bir yüzle sorguladı beni:

 

“Yahû ne kadar kitabın var senin?

Nasıl okuyorsun bunları öyle, okumaya var mı vaktin?

 

Hepsinde bir takım işaretler, çizgiler…

Bizim bir gazeteyi  okumak bile zorumuza gider…

 

Boğulmuyor musun sen bunların içinde?..”

Bunun üzerine demek evimi de basmışlar diyorum kendi kendime…

 

  1. Düşünüyorum; acaba, evde suç konusu olacak bir belge falan var mı diye…

Atatürk’ün, İnönü’nün, Gürsel’in boy fotoğraflarından başka bir şey yok evimde.

 

Yanıtlıyorum: “Küçüklüğümden beri hevesliyim okumaya.

Başkaları boş zamanlarında gider barlara, kahvelere, sazlara.

Ben de bakıp dururum; Gazetelere, dergilere, kitaplara…

 

  1. Şaşkınlığını belirtircesine başını sallayarak gülüyor.

Masasına eğilerek bana hiç de yabancı gelmeyen kâğıtlara bakıyor.

 

Ben de bakıyorum masadaki kağıtları…

Görüyorum ki bunlar Sayın Öğreticimin özel mektupları, nâme adını verdiği yazıları…

 

  1. Masanın üstünde bir de çektirdiğiz fotoğraflar,

“Bir albümde de sizle birlikte çektirdiğimiz fotoğraflar var.

Hani şu tertiplerde, derslerde hep bir arada çektirdiğimiz fotoğraflar…

(bkz. En yukarıdaki ve en aşağıdaki fotoğraflar…)

 

  1. Diğer bir masada evinden alıp getirdikleri kitaplarım, dergilerim…

Diğer bir masa üzerinde not defterlerim, ritim aygıtı  tefim…

 

Yahû tef de mi suç aygıtı olurmuş diye geçiriyorum içimden..

Yoksa Emin Kılıç’a gidip geldiğim için mi hesap soracaklar benden…

 

Öyle ama yalnız ben miyim Emin Kılıç’ın öğrencisi…

Nerede öyleyse diğerleri…

 

  1. Hem Emin Kılıç’a gitmek suçsa bile…

Ben bir oğlağım o sürüde…

 

Gitsin yakalasınlar sürünün çobanını…

Sözün kısası, anlayamıyorum niçin yakalanmış olmamı…

 

  1. Neyse; evimden getirilen defterler, dergiler kitaplar, kâğıtlar, albümler

Hepsini tek tek elden geçirdiler.

 

“Şimdi de geç şuraya!” diyerek bir daktilo memurunun önüne oturttular.

Anladım ki sorguya çekecekler, ifademi alacaklar.

 

  1. Daktilo memuru kâğıtları takıyor makinesine.

Kimliğim saptanıyor önce.

 

İlk soru:

“Dün kimlerle görüştün? Söyle doğrusunu!..”

 

Önce afalladım böyle bir soru sorulur mu diye.

Çabuk geldim kendime.

Kimlerle konuştuğumu getirdim gözümün önüne.

 

Kimlerle konuştuğumu hatırlamaya çalışıyorum.

“Ben mi, dün mü diye?” mırıldanıyorum.

 

Hemen açılıyorum polise: “Dün, kimlerle mi konuştum?

Dün, dairedeki memur arkadaşlarla konuştum.

Teyzem oğlu ve arkadaşları ile konuştum”

 

  1. Yeniden soruyor polis: “Sen komünistlik propagandası yapıyormuşsun, öyle mi?”

Hoppala, bu da nerden çıktı; ben, komünistlik nedir bilmem ki…

 

Başım dönüyor böyle bir soru karşısında.

Bir şok geçiriyorum o anda…

 

Hah, diyorum kendi kendime; demek ki, komünistlik propagandası yapmakmış suçum…

Çünkü  Çünkü; komünist değildim, komünistlik nedir bilmem… Beni bile güldürüyor komünist oluşum…

 

  1. Topluyorum kendimi:

“Ben, o değin beyinsiz miyim ki;

Batı Berlin  ile Doğu Berlin’i ortadan ikiye bölün utanç duvarını görmezden geleyim…

Bir de üstüne üstlük komünistliği öveyim…

 

  1. “Ya onlarla konuştukların ne böyle?” deniyor.

Anlatıyorum: “ Ben onlara;: Anayasamızda, belirtildiği üzere, sosyal adaletin uygulanmasını,

Yoksul  çocukların da okumasını,.

Okuma olanağı bulamayan çocukların da okuyabilecekleri bir ortam bulmasını,

Her türlü inanış, düşünce ve davranışın, yasalarımızı zorlamadıkları sürece serbest olmasını söyledim!”

 

  1. Bu sözlerim üzerine evimde buldukları kitapları nereden aldığımı sordular.

Adı geçen yayınların yasaklanmış yayınlardan değildir; kentimiz kitapçılarında serbestçe satılmaktadır.

 

Bunun üzerine Şefleri: “Sen, Tanrı yoktur, diyormuşsun, öyle mi?”

“Hatırlamıyorum kimseye Tanrı yoktur!..” dediğimi…

 

  1. Hem Anayasamızın 19. maddesinin (a) bendinde:

“Kimse dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz,

dinî inanç ve kanaatlerini a açıklamaya zorlanamaz!” demiyor mu?..

Öyleyse niçin sorulur bana böyle bir soru?

 

Neyse diyorum, bu sorularına da yanıt veriyorum:

“Ben, Tanrı; var ya da yok demedim.

Bu konuya hiç girmedim.

Ben, Tanrı var ya da yok sorunu ile uğraşacağıma; sağlığımı korurum.

Kendim için zararlı olanı yapmam, yararlı olanı yapar dururum…

 

Kaldı ki Tanrı var  desem de geçersiz,

Yok desem de geçersiz,

Varlığı ya da yokluğu benim zannıma dayanır

Göstereceğim kanıtlar yetersiz…

 

  1. Bu yanıtımdan bir şey anlamadılar.

Bir soru daha sordular:

“Cevap ver bakalım, Sen namus diye bir şey tanımazmışsın, öyle mi?”

Nereden bulup çıkarıyorlar böyle soruları bilmem ki…

Anlatıyorum: “Ben namus tanımam demedim ki…

Ben namusun yalnızca cinsellikte aranmaması gerektiğini;

Söyledim onlara..:

İnsanın; namuslu mu, namussuz mu olduğunu

Davranışlarının belli edeceğini…”

 

  1. Bu yanıtın kızdırıyor polisleri.

Homurdanarak büzüyorlar birbirlerini.

 

İçlerinden biri “Namusu cinsel organlarda aramazmış!” diyor diğerlerine…

Bana biri, almaz almaz bakıyor, bulunduğu köşede.

 

Bu kez bir başka polis bir soru daha soruyor yeniden:

”Kuran hakkında, namaz hakkında konuşuyormuşsun, nedir bu konularda düşüncen?”

 

  1. Söylesem bildiklerimi,

Sıçrayacaklar ateşe basmışlar gibi…

Hemen aklıma masaların üzerinde duran sayın Öğreticimin yazıları geliyor.

“Şu masadaki yazılar içinde 5l  numaralısını bana verirseniz oradan okurum size Kuran ve namaz hakkındaki düşüncelerimi…” diyorum.

Fakat vermiyorlar.

Böyle yanıt vermiş olmama kızıyorlar.

 

  1. Şefleri: “Bırakın şu adamı, yeter artık!” diyerek kızgınlığını gösteriyor…

Onu,  biri diğeri yatıştırıyor: “Kızacak ne var bunda?” diyor.

 

Ben ekliyorum: “Evet, kızacak ne var bunda:

Ben böyle inanıyorum, siz öyle… Düşünce özgürlüğü var memlekette…

Ne yapayım değil ki, benim de sizler gibi düşünmek, elimde…

”Canları sıkılıyor bu sözlerime.

Amirleri: “Yaa, düşünce özgürlüğü varmış memlekette…” diye…

Öfkeleniyor bana kendince…

 

  1. Yeniden başlıyorlar sorgulamaya: “Siz derslerde kadın oynatırmışsınız öyle mi?

Bu yaptığınız ahlaksızlık değil mi?”

Güleceğim geliyor; kendimi topluyorum:

“Yok öyle bir şey. Kim söylemişse uydurmuş!” diyorum…

 

  1. Bunun üzerine Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazılarından birinde bulunan sevgilisi ile birlikte çektirmiş olduğu fotoğraflarını sokarak gözüme gözüme:

“Şu neci, ya şu ne?”

Beni suç üstü yakalamış gibicesine…

 

Yanıtı hemen yapıştırıyorum ince esprili:

“Kadını oynatmıyor ki? Kadınla birlikte fotoğraf çektirmiş… O da sevgilisi…”

 

  1. Sayın Öğreticim, güzel gördüğü bayanlarla, arada eylemli bir ilişki olmamasına karşın, onların kendisine gösterdiği saygıdan sevgiden kendisine göre pay çıkarırdı.

Kendi kendisine gelin güvey olurdu; onu sevgilisi sayardı…

 

Birbirine bakarak kızdıklarını belirtircesine

“Bir adamın 26 tane sevilisi mi olurmuş?”  diye…

 

  1. Anlaşılan bunların aklına sevgili deyince ilişkiler geliyor eylemli.

Oysa Öğreticimin sevgilim dedikleri ile olan ilişkisi değil sandıkları gibi…

 

Kendi kendine gelin-güveyi olmaktan başka bir şey değil Sayın Öğreticimin ki, d

Değil ama bunlara anlatamazsın ki…

 

  1. Polislerden biri, okuyarak Sayın Öğreticimin yazılarından birini:

Diyor: “Bu sözcükler ne şimdi?”

 

Şöyle oluyor yanıtım:

“Gidin, kim yazmışsa ona sorun…”

Ortalık yine karışıyor.

Yine homurdanmalar, sokranmalar oluyor.

Bana   öfkeleniyorlar ama işi pişkinliğe vuruyorlar.

 

  1. Sordular bir soru daha : “Sen; Karını, yatak odasında bir başkası ile, alt-alta, üst-üste görsen bile,

Kapıyı kapatıp çıkarmışsın gerisin geriye…

Doğru mu bu, söyle?..”

 

Hiç düşünmeden dedim, “Doğru!”

Bu soruyu,  sorgulamayı  bitirdikten sonra sormuşlardı.

 

Bu sorudan önce  kaldırmışlardı yazı makinesini. “Evet, diğerlerini bilmem, ama ben böyle yaparım!” deyince çok sevindiler yine…

Hemen yazı makinesini yeniden  masaya getirdiler.

“Tutanağa alacağız ne dersin!” dediler.

 

Köşede duran bir polis kaş göz ederek başını yukarı doğru kaldırıyordu

Onların görmez yanında bana bakarak. “Bu sözleri tutanağa geçirme!..” demek istiyordu.

 

  1. Komünistler bir başkasının evine girerken şapka asarlarmış ya kapıya.

Erkek gelir, görür ki kapıda asılı bir şapka…

Anlar ki karısının  bir başka erkekle var ilişkisi…

Hemen gerisin geri dönermiş bizimkisi.

 

O zamanlar komünistleri suçlamak ve toplum nazarında küçük düşürmek için sık sık söylenirdi ortalıkta bu sözler gibisi…

  1. Oysa o günlerin başbakanı İstanbul’da önemli bir bürokratın eşi ile ilişkide iken odalarının penceresine kırmızı perde çekermiş.

Adam, evine geldiğinde kırmızı perdeyi görünce başını çevirip gidermiş…

 

O günün gazeteleri bakılırsa söylediklerimin doğruluğu anlaşılırdı.

Rus komünistlerinin bir başkasının evine şapka asarak girdiği yalandı ama o dönemin başbakanı bu işi kemali afiyetle yapardı…

 

  1. Demek ki bizimkiler kendi yaptıkları ahlaksızlığı başkalarına yüklüyorlar…

Böyle deyince sandılar ki komünistliğimle ilgili önemli bir kanıt yakaladılar…

 

Hiç çekinmeden “Evet, kapıyı çeker çıkarım…” dedim ya.

Bu sözlerimin dayanağı kutsal kitaplarda da bulunmaktadır.

 

Çünkü yazılmıştır: “İncil. Matta: 5/14-15; Dünyanın ışığı sizsiniz. Tepenin üzerine kurulan kent gizlenemez. İnsanlar da mum yakıp tahıl ölçeği (kile) altına koymazlar. Tersine mumluğa koyarlar ki, oradan da evdekilerin hepsine ışık versin… Sizin ışığınız insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek göklerde olan babanıza hamdetsinler…”

 

Göklerde baba diye bir varlık yoktur.

Bu, simgesel bir anlatımdır.

 

Babamız  varsa göklerde nitekim,,

Göklerdeki anamız kim?..

 

İncil’de geçen bu sözler simgesel anlamda söylenmiş sözlerdir.

Bu söze göre İsa iyi gördüğünüz özelliklerinizi halktan gizlemeyin demektedir…

 

  1. Yazman yazı makinesinin başına geçti.

Makineye yeni bir kağıt geçirdi.

 

Biraz önce söylediklerimi yadsıyacağımı (inkâr edeceğimi) sanıyorlardı.

Komünistliğime kanıt olacak bu anlatımımı kaçırmak istemiyorlardı.

 

  1. Başladım anlatmaya.

Yazman bile şaşkınlık içinde bakıyordu bana.

 

Karşılaşmamıştı böyle anlatımda bulunanla.

Demek istiyordu ki bakışlarıyla:

“Gel bu sözlerini yazdırma buraya…”

 

Başına iş açarsın bu şekilde söylemekle…

”Ama ben sakınca görmüyorum, “Evet ben böyle yaparım!” demekte.

 

“Evet, Ben odaya girdiğimde eşimi bir başkası ile yatakta görünce kapıyı çeker çıkarım…

Ne yapmam gerektiğini düşünmeye başlarım…”

  1. Bu sözlerim üzerine şefleri çıkıştı yine:

“Kolundan tutup dışarı koymaz mısın? Vurup öldürmez misin? Arkasından boşanma davası açmaz mısın gördüğün yerde?..”

“Ne öldürmesi, ne kolundan tutup dışarı koyması, ne boşaması..

Kendisi istemediği sürece boşamam bile kendisini..”

Ne var ki tutum ve davranışım başka olur kendisine…”

Çünkü yazılıştır:

“İncil. Markos, 10/11: Her kim karısını boşar ve başkasıyla evlenirse, ona karşı zina eder ve kadın kendisi kocasını boşar ve bir başkası ile evlenirse, zina eder.”

 

  1. Sayın Öğretmenim, şimdi siz diyeceksiniz ki:

“Başka metinlerde İsa: ‘Zinadan başka bir nedenle boşarsa’ diyor.

 

Siz bu düşüncenizle İsa’dan daha geniş düşünüyorsunuz… İsa’nın öğretilerine aykırı bu!” diyebilirsiniz…”

 

Bunun üzerine ben de derim ki: “İsa eğer öyle demişse; (Zina yapanı boşayın) demişse, o günün koşullarına göre demiştir belki…

Şuna inanıyorum ki: İsa bu gün yaşamış olsaydı, benim dediklerimi derdi.

 

  1. Bu gün dünyanın her yerinde boşanma kurumları şakır şakır işlemektedir.

Hiç bir düşünür bu konu üzerinde gerektiğince ve yeterince düşünmemiştir…

Benim düşünceme göre hangi nedenle olursa olsun, karısı istemedikçe, onu boşayan İsa’nın dediği gibi karısına karşı en büyük kötülüğü etmiştir…

 

  1. Çünkü karısını, karısı istemediği halde, boşayan;  onu, yoksulluğun ve fuhşun kucağına atar…

Onu kazanacağına, kaybeder..

Biliyorum, bu sözlerim sizlere ve herkese ters gelecektir,

Düşünce yoksunu kişileri delirtecektir…

 

Ama ya kadın zina yapmayı sürdürürse, kocasını aldatırsa; bu takdirde kadından boşanmak bir zorunluluk olur ki bunda kocaya bir kusur yüklenemez.

Kimse de kocaya; sen eşini fuhşun, yoksulluğun kucağına attın diyemez…

 

  1. Gelelim sorgumuza. Son alarak bana: “Şimdi sen komünistliği ve propagandasını yapmış olmayı reddediyorsun.

Ya biz sana, komünizm propagandası yaptığına ilişkin konuşmanı banttan dinletirsek ne diyorsun…”

 

270.Bu suçlama hepsinden çok sarstı beni…

Nasıl olurda ben komünistlik propagandası yapabilirdim ki…

 

Komünistlik konusunda eğitim ve öğretim görmedim ki…

Herhangi bir örgütle bağlantım olmadığı gibi, komünistliği bilmem ki…

 

Bunda bir yanlışlık  olsa gerek..

Yoksa bana tuzak mı kuruyorlar böyle diyerek.

  1. Bu düşünceler içinde bocalarken, polislerde beni kıstırdıklarını sandılar.

Şöyle yanıt verdim kendilerine:

“Bir düşünür olarak her konuda düşünce yürütebilir ve konuşabilirim kendimce….

Buna düşünce açıklaması denir bence…”

 

  1. Bu sözlerim üzerine polislerden biri masa üzerinde bulunan  albümdeki fotoğraflarımızı diğerlerine göstererek:

“Şunu görüyor musunuz şunu…

Bunların ahlakını bozan, bunları yoldan çıkaran, bunları dinden-imandan eden hep bu Mister Ayzli domuzu…”

Diyerek fotoğraftaki görüntünüzü gösteriyordu…

Bu sözleri söylerken başını sallıyor, dişlerini gıcırdatıyordu.

Sizi elinden kaçırmış olmanın üzüntüsünü yaşıyordu…

 

  1. Sorgum bittikten sonra başımı kaldırıp pencereden dışarı baktığımda sorgulandığım Hükümet konağı önünde gençlerden oluşan epeyce bir kalabalık toplanmıştı.

Sonradan anladım ki: Bu kalabalık beni protesto etmek ve aleyhimde tezahürat yapmak amacı ile

Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in gelmişler organizesi ile…

 

  1. Ne ise biz dönelim yine sorgumuza

Polislerin bana karşı davranışları gidiyor hoşuma.

 

Evet, hoşuma gidiyor bu bana karşı davranışları…

Bir sevgi geliyor içimden kendilerine karşı.

 

Kendilerine kızamıyorum, bir kırgınlık, bir öfke duyamıyorum.

Bana karşı davranışlarını ve sorgulamalarını beğeniyorum.

Eğer kötüye yorumlayacak olmasalar kendilerini kucaklamak istiyorum.

 

  1. Az sonra bir kat aşağıdaki bodruma götürerek parmak izlerimi aldılar.

Düşüncelerim yanında ellerime de kara çaldılar.

 

Çok üzülmüştüm parmak izlerimin alınmasına.

Ağlayacağım gelmişti hıçkıra hıçkıra…

 

“Ellerim Ellerim, Benim Suçsuz Ellerim!” dedim.

Ellerime baktım, baktım da yaşardı gözlerim…

 

Bu olay üzerine yazdığım “Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim” adlı küçük bir şiir demeti,

Dosyalarım arasında aldı yerini…

 

  1. Bir karşıdan, bir de yandan göğsümde numara, altında adım, soyadım,

Flaş, flaş çekilmeğe başlandı fotoğrafım…

 

Bütün bunlar olurken kan ağlıyordu içim.

Sarsılıp yıkılıyordu Atatürkçü kişiliğim…

 

Buna  karşın kendilerine kızmak gelmedi içimden.

Nefret etmedim hiçbir zaman kendilerinden.

 

Dedim: Yapıyorlardı görevlerini…

Sevmiştim kendilerini…

 

O sevgi; şimdi bile eksilmemiştir.

Çünkü yazılmıştır:

“İncil. Matta, 5/22: Her kim kardeşine kızarsa, hükme müstahak olacaktır.”

 

  1. Artık yargıcın karşısındayım. Kimliğimi saptadıktan sonra yargıç: “Söyle bakalım, sen komünistlik propagandası yapıyormuşsun… Hakkındaki sav bu…

Hadi anlat bakalım doğrusunu…”

 

Yargıç sert bakışlarla gözümün içine bakıyordu.

Ne diyeceğimi merak ediyordu.

 

Yavaş yavaş ve kısaca şu ifadeyi verdim:

“Ben komünist değilim. Komünistlik hakkında bildiklerim yerli basının bildirdikleridir…” dedim.

Devamla:

“Ben komünist olmadığıma göre propagandasını yapmama da olanak yoktur.

Hakkımdaki iddialar tertipçilerin uydurması yanında bana kurulan bir komplodur.

 

Bu suçlamalar kentimiz gericilerinin cehaletinden ileri gelmektedir.

Düşünce ve inanç özgürlüğüne saygısı olmayan dar görüşlülerin tepkisidir.”

 

  1. Başka bir soru sormadı yargıç.

Karşısındaki duruşum, konuşmam, davranışlarım üzerinde olumlu bir etki yapmış…

Dosyamdaki belgeleri şöyle bir yukardan aşağı taradı ve sonra kürsüsünün önünde oturan tutanak yazmanına, “Yaz bakalım!” dedi:

“Tutuklanmasını gerektirecek yeterli kanıt olmadığından, iş ve ikametgâh sahibi bulunduğundan, tutuklanmasına gerek olmadığına ve yargılamasının tutuksuz olarak yapılmasına…” diye karar verdi.

 

  1. Beni getiren iki polis neye uğradıklarını şaşırdı.

Yüzde yüz tutuklanıp içeri tıkılacağımı sanıyorlardı.

 

Bu arada aklıma karakolda ifadem alınırken parmak izlerime almaya götüren yaşlı polisin kulağımı eğilerek fısıldarcasına:

“Korkma oğlum, hakkında çok şikayet ve ihbar var ama hiç biri senin komünist olduğunu kanıtlamaya yetmez..” olduğunu anlattı bana…

 

  1. Özgürlüğüme kavuşur kavuşmaz ilk işim

Hükümet konağının önünde toplanan kalabalığın niçin toplanmış olduğunu anlamaya giriştim.

Meğer bu kalabalık bizim kentin ümmetçi ve kavmiyetçi ilkelleri imiş…

Elbette bu topluluğu Mete Necdet Sevinç ile ümmetçilerin imamı Zekeriya Beyaz bir araya getirmiş…

 

  1. Bunların toplanmalarının nedeni benmişim.

Eğer tutuklanıp cezaevine gönderilmiş olsa imişim

Bunlar sokaklarda “Kahrolsun dinsizler, komünistler!” diye yürüyüş yürüyeceklermiş.

 

Elbette bu arada “Dinsizlere ölüm! Komünistlere ölüm! Kahrolsun Emin Kılıç Kale… İnönü istifa!..” diye sloganlar atmayı da unutmayacaklardı.

Bu tür gösterilerle  beni cezaevine alayı valâ ile uğurladıktan sonra Kentimiz ana caddelerinde mümayiş yaparak çağırıp bağıracaklardı.

 

  1. Sayın Öğreticim Dr. Emin kılıç Kale’nin muayenehanesinin önüne gideceklermiş.

“Kahrolsun Emin Kılıç! Kahrolsun masonlar! Kahrolsun Allahsızlar, dinsizler… Komünistlere ölüm! İnönü istifa diyerek bir kere de orada bağırıp diyeceklermiş…

 

  1. Bereket Valilikçe gösteri yapmalarına izin verilmemiş.

Yoksa yine de tutuklanıp tutuklanmama bile bakmadan, bir şeyler yapmış olmak için; “Kahrolsun komünistler, dinsizler!..” diye gezeceklermiş.

 

  1. Ne var ki tutuklanıp içeri tıkılmamış olmam kentimiz kavmiyetçi ve ümmetçilerine çok dokunmuş, deliye dönmüşler.

Zaten akıllı-uslu da sayılmazlar ya.. Ama bu olaydan sonra kudurmuşlar.

 

Gazetelerinde, camilerinde, çarşıda, pazarda her nerede olursa orada bize karşı usa gelmedik suçlamalarla saldırdılar.

Kara çaldılar, çamur attılar, halkımızı üstümüze kışkırtmaya çalıştılar…

 

Bir oranda da başarılı oldular.

Bu saldırıları öylesine ayarlamışlardı ki tam ramazan ayına denk getirdiler.

 

Böylece yaptıkları saldırıların daha etkili olacağını sandılar

Ve bunda da başarılı oldular…

 

  1. Şimdi size o tarihte (18.2.1962 – 3.6.1962) çıkardıkları Yeni ülkü gazetesinde yaptıkları örnek yayınlar…

Vereceğim örnekler yalnız benim hakkımda yazılmış olanlar.

 

Sayın Öğreticim için yazdıklarıma burada yer vermeyeceğim.

Bana yapılan saldırıları okuduktan sonra Sayın Öğreticim hakkında yapılanları varın siz hesaplayın.

 

  1. Kentimiz ilkelleri bizlere, yerel gazetelerde: “Türklük ve mukaddesat düşmanı, dinsiz, imansız,  sosyalist ve komünist” diye yazılar döşendiler.

Bu karalamalara benzer sayısız sözler söylediler…

Sonra da: “Hayri Balta, eğer kız kardeşlerinizden biri, biri ile  sevişip evlenmek istiyorsa sıkı tutmayınız!” dedi.

Bu sözlerin hemen altında: “Hayri Balta, kız kardeşimi biri ile sevişirken görürsem kapıyı kapatır bekçiliğini de ben yaparım!” dedi…

 

  1. Yine “Hayri Balta, Mideniz alırsa anneniz de helal!” dedi.

Ayrıca beni Atatürkçülerin de gözünden düşürmek için “Hayri Balta, Atatürk işi azıttı!” dedi dendi.

 

Bu yayınları yaparken de söyledikleri her sözü, yazdıkları her yazıyı kanıtlamaya hazır olduklarını ileri sürüyorlardı.

Daha bunlara benzer akla hayale gelmedik kara çalıyorlardı.

 

  1. Bütün bu söylediklerimi görebilmek için arşivlerde bulunan  Gaziantep, Yeni Ülkü gazetesinin 18.2.1962 – 3.6.1962 tarihli yayınlarına bakılabilir…

Bu yayınları günlerce, haftalarca, aylarca sürdürdüler…

 

Bu konuyu merak edenler bir de Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesinin 1964 Ekim sonu ile Kasım ayı başlarındaki gazeteye de bakabilirler.

Bu tarihini verdiğim bu gazetede Zekeriya Beyaz, kendi ağzından Komünistler ve Komünistler hakkında Gaziantep Emniyetine nasıl raporlar verdiğini açıklamaktadır.

 

  1. Bu yayınlar yapılmadan önce bu işi kimlerin yaptığını bilmiyorduk.

Gericiler, ilkeller deyip işin içinden çıkıyorduk.

Gazetelerde çıkan yazıların altında çıkan isimlerden bize çamur atan, kara çalan, tertip kural, Emniyete rapor verenlerin; derslerimize gelip gidip, yemekli toplantılarımıza konuk olarak gelen, bizlerle dostluk kurmaya çalışan, yemeğimizi yiyen, çayımızı içen teyzem oğlu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz olduğunu öğreniş olduk.

 

  1. Bizlere kara çalmada, çamur atmada teyzem oğlu  Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz öncülük ediyorlardı.

Ceza almamız, mahkum olmamız için Gaziantep Emniyetine Cumhuriyet Savcılığına raporlar veriyorlardı.

 

Bunlar ceza aldığım takdirde işten atılacağımla ve dört çocuğumla işsiz kalacağımı da biliyorlardı.

Çünkü adı dinsize komünistte çıkmış bir adama Türkiye’de bütün ekmek kapıları kapanırdı.

 

Yani beni salt düşüncelerimden ötürü açlığa, işsizliğe, ölüme terk ediyorlardı:

“İncil. Matta. 10/21: … ve kardeş kardeşi, ve baba çocuğu ölüme teslim edecek ve çocuklar ana-babalarına karşı kalkacaklar ve onları öldüreceklerdir.” diyordu.

 

  1. Bu yayınlar üzerine çalışmakta olduğum Gaziantep Milli Müdürlüğü müdürü  beni odasına çağırdı.

“Oğlum, bu ne kepazelik? Ele almadığın konu, rezil etmediğin şey kalmamış. Baksana Atatürk’e bile dil uzatmışsın!” dedi.

Sonra da masasının üzerindeki aleyhimizde yazılar bulunan gazeteleri gösterdi.

Ve  “Şimdi git bir istifa dilekçesi yaz.

Biz senin işine son verirsek senin için iyi olmaz.

İyisi mi sen istifa etmiş ol… Bu da kötüye yorumlanmaz…”

.

  1. Neye uğradığımı şaşırdım; sağlık durumum iyi değil. Bedensel işlerde çalışacak gücüm yok.

Evde; en büyüğü üç yaşında üç çocuk… (O tarihte Yener kızımız doğmamıştı.)

 

Ben bu işten ayrılırsam, hiçbir yerde iş bulamam.

Perişan olurum; işsiz güçsüz yaşayamam…

 

Kendimi düşünmüyorum. Kendim için kaygım yok.

Ama eşimi ve çocuklarımı düşünüyorum daha çok.

 

Ne var ki İncil’de şöyle yazar…

Bakalım Baba bizler için ne yapar?

 

“Matta. 6/25: Hayatınız için, ne yiyeceksiniz yahut ne içeceksiniz diye; bedeniniz için de ne giyeceksiniz diye kaygı çekmeyin. Hayat gıdadan ve beden giysiden üstün değil midir? Göklerin kuşlarına bakın ki onlar ne ekerler, ne biçerler, ne de ambarlara toplarlar ve semavi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz?”

 

  1. Ben, beni değil de geçimleri üzerimde olan eşim ve çocuklarımı düşünüyordum.

Geçimlerinden sorumlu olduğum eşim ve çocuklarım ne yapacaktı? Diyorum.

 

Kaldı ki ben bu işten ayrılırsam kimseler bana iş vermezdi..

Üstelik bana komünistlik yanında; Atatürk düşmanı, dinsiz ve namus tanımaz, öyle ki anası ile bile yatar (oysa anam ben 10 yaşında iken ölmüştü…) sıfatını yakıştırmışlardı…

Müdürün masası üzerinde duran gazeteler hakkımda böyle yazıyordu…

 

  1. Müdürüme: “Efendim, bütün bunlar iftira. İftira olmasaydı mahkeme karar vermezdi tutuksuz olarak yargılanmama…

Bekleyelim, duruşmalar başlasın; siz de bulunabilirsiniz duruşmalarda.

Anlarsınız o zaman ne büyük bir iftiraya uğradığımı; hele yargılama sonuçlansın.

Eğer suçluluğum saptanırsa siz isteseniz de duramam ben buralarda. Ne olur bekleyelim, kulak vermeyelim bu iftiralara…”

 

“Ne iftirası oğlum, işte gazeteler yazıyor. Konuşmalarını banda almışlar. Bir de Suburcu caddesinin (Suburcu, Gaziantep’in en işlek caddesi…) ortasında gelene-geçene komünistlik hakkında nutuk çekmişsin…”

“Ne nutuğu, yalan bunların hepsi yalan…”

“Dur, dur, suçlular gibi telaşlanma öyle.

Sen demişsin ki caddeden geçen kalabalığa:

Şu açlığa bakın, şu sefalete bakın!

Bundan kurtulmanın tek çıkar yolu komünizm, komünist olmaya çalışın!…”

 

  1. Müdürüm bu sözleri söylerken elini pencereye doğru uzatarak Suburcu caddesini gösteriyordu.

“İşte şurada demişsin.

Barbar bağırmış, çarçar çağırmışsın

Şu gelip geçenlere… Komünistlikten başka çare yok!..” demişsin…

 

“Müdür beyim, beni bilmiyor musun. Nasıl olur da caddeden gelip geçenlere komünistlik propagandası yaparım.

Ben meczup muyum ki böyle çılgınlıklar yapayım?

Nasıl olur da inanabilirsin böyle iftiralara..” diye çıkışmış olmalıyım ki bir de baktım müdür bey beni süzüyor.

 

  1. Tepeden tırnağa beni süzmekte olan müdür, daha ılımlı bir konuşmayla başladı anlatmaya: “Ne yalanı oğlum. İçinde konuşmaların bulunan dosyayı inceledim.

Allah hakkında sorulan soruya: ‘Ben Allah var veya yok demeye tenezzül etmem’ demişsin.

Bu nasıl yanıt öyle… Herkesin, gelmiş geçmiş bütün insanların kabul ettiği Allah’ın varlığını niçin kabul etmezsin.

Bu nasıl yanıt öyle… Ne demek bu?

Bu mübarek ya vardır, ya yoktur…

Sense, ne var diyorsun ne yok!

Bizi yaratanı tanımamak olur mu?”

 

  1. Açıklaması zor olan bu konuyu müdüre anlatmamın olanağı yoktu.

Yine de düşündüğüm gibi yanıt vermekten çekinmedim: “Evet, şaşılacak ne var bunda? Allah varsa bana ne, yoksa bana ne? Yoksa yok, varsa var.. Varlığının ya da yokluğunun beni ilgilendiren nesi var. Allah yoksa zaten sorun yok… Varsa o yüce varlığın benden bekleyeceği, isteyeceği (talep edeceği) ne var; doğru, dürüst yaşayıp kimseye haksızlık etmememden başka.

Bende zaten bunların hepsi var.

Sen niçin iyi, kimseye kötülük yapmıyorsun diye benden hesap soracak değil ya…

Kaldı ki Allah var diyen de insan, Allah yok deyen de insan…

Varlığı ve yokluğu insana bağlı olan bir varlıktan insana ne yarar var?..

 

İnsanlar doğa ve evren denen varlığa bakarak akıl yürütüyor.

Bu varlık kendi kendine olmaz, muhakkak bunu yaratan biri var diyor.

 

Kıyaslama yapan insan, yargıya varan insan.

Görünenden görünmeyen çıkaran insan…

 

O görünmeyen bir gün olsun kendini gösterdi mi?

Bakın işte ben buradayım dedi mi”?

 

  1. Müdür Bey büsbütün şaşkınlığa düşmüştü.

Benim düşüncelerimi saf saf anlatmama bir anlam verememişti.

 

“Sana olacak olmuş!” demekten başka söz bulamamıştı.

Acıklı bakışlarla bana bakarak başını sallamıştı.

 

Yine de beni köşeye sıkıştırmak için de yeni yeni sorular soruyordu.

“Siyasi Şubede, sormuşlar sana,

‘Ben namusu cinsel organlarda aramam demişsin onlara…

Bu nasıl yanıt böyle.

Namus cinsel organlarda aranmaz da, aranır nerede?”

 

  1. Bu kez şaşırmak sırası bana gelmişti.

Ben böyle dememiştim; demek ki benim yanıtlarım tutanağa tam geçmemişti.

 

“Namus cinsel organlarda aranmaz mı? Namusu yalnız cinsel organlara indirgemek doğru değildir.

Yine diyorum, namus yalnız cinsel organlara indirgenmez. Namus insanın yaşayış ve davranışları ile belirir.

 

Her türlü namussuzluğu yapmaktan elini çekmez.

Sonra da “Elhamdülillah namusuma helal getirmedim!” demek namuslu olmaya yetmez!

 

  1. Sözlerimi bitirmeden irademi zaafa uğratmak için yeni bir çıkış daha yaptı.

“Ya ben odaya girdiğimde eşimi bir başkası ile görürsem kapıyı çeker çıkarım demişsin. Bu da mı yalan, dosyanı gösterdiler bana, altında senin imzan var.

Bu senin yaptığını kim yapar?

Sende hiç namus anlayışı yok mu?

Sende namus diye bir şey de kalmamış…

Söylenecek sözler mi bunlar.

 

Bir de kalkmış; Atatürkçüyüm, İnönücüyüm, ilericiyim, diyorsun…

Olmaz olsun böyle ilericiliğin…”

 

  1. Bu kez ben kestim müdürün sözlerini.

“Ya kapıyı çekip çıkmayayım da ikisini birden öldüreyim mi?

Eşim oldu diye kulum, kölem olmadı ya…

Kendisine sevgi gösteremezsem,

İstediğini bende bulamazsa

Kafasına vuramam ya…

 

Benden hoşlanmıyorsa, beni sevmiyorsa; zorla, beni sevmesini, yalnız benden hoşlanmasını istemeye ne hakkım var.

Eğer benimle evli iken bir başkası ile sevişiyorsa bu demektir ki gönlünde beni boşamış. Ben de kendisini boşarım olur biter.

 

Şaşacak ne var bunda?

Gelişmemiş kişilere özgüdür eşini vurup öldürmek ve hapiste yatmak yıllarca”

 

  1. Bir de baktım ki müdür bey bana, uzaydan gelmişim gibi bakıyor.

Belli ki anlattıklarıma kafası yatmıyor.

 

Ne var ki beni köşeye sıkıştırma isteğinden de bir türlü vazgeçmiyor.

İki de bir masanın üstünde duran gazeteleri gösteriyor.

 

“Bak işte, Atatürk işi azıttı dediğini yazıyor gazeteler.

Yalan mı yazılan bu satırlar?

Bunların senden ne alıp vereceği var?”

 

  1. Benim de sinirlerim bozuluyordu.

Ölçülü konuşmak benim için zor oluyordu.

 

Yalan, yalan, hepsi yalan diye bağırmak geliyordu içimden.

Ama beni frenliyordu, olacağım korkusu işimden…

 

Ne olursu olsun kendimi tutmalıydım.

Karşımdakinin amirim olduğunu unutmamalıydım.

 

Bunları düşününce kendimi topluyordum

Daha ölçülü konuşmam gerektiğini idrak ediyordum.

 

  1. “Sayın Müdürüm, damdan düşer gibi böyle konuşmak bana yakışmaz.

Bu sözlerin öncesi, sonrası olmalı değil mi? Atatürk’ü aşağılamak amacı ile böyle bir söz söylemedim.

Bu satırlar da diğerleri gibi düzmece. Amaçları beni topluma kötü göstermek

Ve kendilerini haklı çıkarmak.

Yalın olarak böyle bir söz ne anlama gelir ki zaten.

Bunu yalın olarak söylemelerinden anlaşılmıyor mu olduğu yalan

 

  1. Anlaşılan müdürüm iyi doldurulmuştu.

Ne söylesem karşılığında yeni bir suçlamada bulunuyordu.

Gittikçe yumuşadığını sanıyordum,

Ama yine de beni suçlamaktan vazgeçmiyordu.

 

“Yavrum, koskoca emniyet müdürü yalan söyleyecek değil ya.

Polisler duymuş banda alırken konuşmalarını kulaklarıyla.

 

Komünistlikten başka çıkar yol yok! Tek yol komünistliktir diye bar bar bağırmışsın.

Yalan söyleyecek değiller ye… İşte gazeteler. Hakkında yazılanları al kendin oku…

Hem bak işte şurada, ‘Miden alırsa annen de helal’ demişsin.

Ulan bu nasıl kelime böyle, nasıl söylersin bunları sen?..

 

Ne Allah kalmış, ne din kalmış, ne namus kalmış, ne ana kalmış, ne bacı kalmış, ne karı kalmış ne kız kalmış diline dolamadığın…

Atatürk’e kadar dil uzatmışsın.

 

Ne maden adammışsın sen böyle?

Bütün bunları o hocan olacak herif mi öğretti size…

 

Koskoca bir doktor böyle sözler söylemez; öyle anlaşılıyor ki sen hocanın sözlerinin ters anlıyorsun,

Anlaşılan kendine göre yorumlaşarak kafa buluyorsun.

 

Kaldıramıyorsun öğrettiklerini.

Onun yerine koyuyorsun kendini.

 

Onun söylediklerini kafan almıyor.

Söyledikleri yüzüne gözüne bulaşıyor.

 

Senin yerinde olsam gitmem o adamın yanına…

Yok eğer bu söylediklerinin onun sözleri ise, böyle dersler veriyorsa yine gitme oraya.

 

Hem beğenmiyorlar zaten o adamı da.

İyi söylemiyorlar hakkında.

Gençleri yoldan çıkardığını söylüyorlar daima…”

 

  1. Neye mal olursa olsun gerçeği söylemem gerekti.

İşten atılacağımı bilsem de inandığım gibi konuşmam gerekti.

 

Doğru olanı, inandığımı söyleyeyim de işten atılsam bile zoruma gitmezdi.

Yanıt vermemek de olmazdı.

 

“Ben beğeniyorum; beni o düşürdü aşka.

Benim bilmediğim bir yönü varsa, o başka.

 

Yoldan çıkmıştım kendimi buldum.

Ben o adam sayesinde adam oldum…

 

Ona gitmeden önce sefil ve perişandım.

Kavgacı, işsiz, boşboğaz bir insandım.

 

Şimdiki durumuma göre bilgisizdim.

Bir nokta, bir büyük harf nerelerde kullanılır, bilmezdim.

 

Özel isimlerle cins isimleri birbirinden ayırtamazdım.

Sakarya ırmağının hangi denize döküldüğünü çıkaramazdım.

Ayın mı yoksa güneşin mi büyük olduğunu unutmuştum.

 

Bir keresinde Teknik Tarım Müdürlüğünde küçük bir işe girecek oldum.

150 m2lik bir tarlaya metrekaresine 30 gram buğday ekersek kaç kilo buğday ekileceğini hesaplayamamıştım.

 

Yine Gaziantep emniyet Müdürlüğü Bekçi Muhasipliği giriş sınavında da bir bekçiye iki yüz lira aylık üzerinden on beş günlük net ücretinin ne kadar tutacağını bilemediğim için de işe girememiştim.

Gidin bakın, arşivlerinde vardır onların. Onun derslerine gittikten sonra kendime geldim.

 

Karar verdim; unuttuklarımı öğrenerek bilgisizlikten kurtulmam gerektiğine…

Başladım ilkokul kitaplarına yeni baştan okuyup öğrenmeye…

 

Önce Türkçe ve Dilbilgisi derslerine çalıştım.

Sonra matematik derslerine başladım.

Böylece unuttuklarımı hatırladım.

 

Onun bana verdiği güç ve esinle oldu tüm bunlar.

Şimdi ise gündemde ortaokul ders kitapları var…

 

  1. Onunla tanışmazdan önce spor alanlarında futbol sahalarında,

İçki içerek kavga çıkarırdım, barlarda, sazlarda…

 

Kahvelerde oyun oynayarak kendimi kanıtlamaya çalışırdım.

Lümpen bir yaşam sürdürmekten zevk alırdım

 

Onun bana zararı değil yararı oldu.

Onun öğretileri üzerine Hayri Balta bir yön buldu.

 

Ölü idim dirildim.

Yeniden doğdum,

iyi ile kötüyü ayırt eder oldum.

 

Anlamıyorlar adamı.

Her kafadan bir ses çıkıyor; bundan belli anmadıkları…

 

Her biri başka bir yorumda bulunuyor.

Her biri kendi anlayışına göre yakıştırmada bulunuyor.

 

O adam ise aydındır, ilericidir, Atatürkçüdür.

27 Mayıs hareketini sahiplenmiş biridir.

 

Böylece yazıldığı gibi:

“İncil, Yuhanna. 9/24: Biz bu adamın günahkâr olduğunu biliyoruz.

İmdi o cevap verdi. O günahkâr mı değil mi, bilmem. Bir şey bilirim. Ben kör idim, şimdi görüyorum.” sözü yerine geldi.

 

  1. Bu sözlerim üzerine müdür:

“Ben onu bunu bilmem. Git Vali ile görüş ya da istifanı yazıp bana getir.

Senin gibi bir adamı dairemde çalıştırmak beni zor duruma düşürür.

 

Şimdi ben Müfettişler Toplantısına gidiyorum.

Geldiğimde bu iş bitsin istiyorum.”

 

Böylece sözünü bitirdi.

Arkasını bana dönüp çıkıp gitti.

 

İşverenim olan Milli Eğitim Müdürüm benim derhal istifa etmemi istiyordu.

Benim gelir kaynağım yoktu…

 

Evde elime bakan eşim ve üç çocuğum vardı.

Muhakkak gelir getiren bir işim olmalıydı.

 

  1. Odamda bu konuda ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım.

Kararımı verdim, derdimi Valiye anlatacaktım.

 

Millî Eğitim Müdürlüğünün bir kat üstünde Gaziantep valisinin bulunduğu odaya çıktım.

Gaziantep valisinin korumaları ve özel kalem müdürüne  “Valiyi ne yapacağımı, niçin konuşmak istediğimi sordular?”

 

Onlar beni ve başımdan geçenleri bilmiyorlardı.

Bilselerdi, öyle sanıyordum ki, beni vali ile görüştürmezlerdi.

 

“Özel olarak konuşacağımı” söyledim.

“Özel bir sorunum var da!” dedim.

Alaylı alaylı birbirlerine baktılar,

“Bırak girsin, özel olarak konuşacakmış!” dediler…

 

  1. İçeri girdiğimde Gaziantep valisini günlerdir hakkımda atıp tutan Yeni Ülkü gazetesini okurken gördüm.

İçeri birinin girdiğini gören vali gazeteyi masasına altına sakladı.

“Gel yavrum bir diyeceğin mi var, söyle!” dedi.

 

Benim ayakta durduğumu görünce:

“Gel, gel korkma öyle, geç şu sandalyeye otur şöyle!

Otur ve ne söyleyeceksen söyle!”

 

Valinin böyle sevecen davranması beni kuşkulandırdı.

İyi polis rolünü mü oynuyordu acaba; bu tutumu beni kaygılandırdı.

 

  1. Boynumu büktüm:

“Sayın valim, zor durumdayım.

Bu işin içinden nasıl çıkacağım?

 

Bu durumdan beni ancak siz kurtarabilirsiniz belki!..”

“İyi ya, dedi vali, otur şuraya anlat derdini…”

 

Oturdum gösterdiği koltuklardan birine.

Nasıl başlayacağımı bilemiyordum söze.

 

“Sayın Valim, dedim, ben, aşağıda Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışan komünist zanlısı Hayri Balta’yım…”  deyince;

Kendisi de sanki beni bekliyormuş gibi geldi bana.

 

Acaba Müdürüm (Aziz Gözaçan) bana “Valiye git!” dedikten sonra durumu kendisine bildirmiş miydi?

“Ya demek bu dillere düşen, adı gazetelerde geçen meşhur Hayri Balta sensin?” dedi.

“Evet, benim!”

“Söyle bakalım, nedir derdin?”

 

  1. “Sayın valim, bana iftira atıyorlar…

İftiracılar gazetelerinde aleyhimde yazı yazarak kamuoyu oluşturuyorlar.

Gazetelerin etkisinde kalan Müdürümüz beni işten çıkarmak istiyor.

Bu işin çözümü size düşüyor…

 

Müdürümüze iftiracıların etkisi altında kalıyor

Benim işime son vermek istiyor.

 

Ortada kesinleşmiş bir yargı kararı yok.

Kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan bana ağır geliyor çok…

 

İftiracılarla aramızda görüş ayrılığı var,

Benim de kendileri gibi düşünüp inanmamı istiyorlar.

 

Düşünce ve inanışlarımdan ötürü benden nefret ediyorlar.

Görüş ayrılığımızdan dolayı bana muğber oluyorlar.

 

  1. Kaldı ki ben Dr. Emin Kılıç Kale’nin örencilerinden biriyim.

Dedikleri gibi değilim.

 

Her davranışımız akıl, ahlak süzgecinden geçiyor; doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı yapmaya çalışıyoruz.

Böylece nefsimizi temizlemeye çalışıyoruz.

 

Gerçi dinsel anlayışımız herkesin anladığı gibi değildir.

Bütün husumetleri; kendileri gibi inanıp yaşamadığımız içindir.

 

  1. Ben eskiden iyi bir adam değildim.

Bilgisizlik, erdemsizlik, sorumsuzluk içinde sefil bir yaşam içindeydim.

 

Kötü alışkanlıklarım vardı.

Bu kötü alışkanlıklarımı bıraktım şimdi.

 

Kendimi geliştirmek, erdem sahibi örnek bir adam olmak istiyorum. Müdürüm ise bu ilkellere inanıyor,

Beni işten atmak istiyor.

 

Sizden dileğim: Müdürümün beni çıkarmasına engel olmanızdır. Hiç olmazsa şu mahkeme bitsin.

Hakkımda bir karara verilsin.

İyi, kötü, suçlu, suçsuz belirsin

Ceza alırsam,

Suçlu sayılırsam.

 

 

O zaman gözümün yaşına bakmayın,

Beni işten atın…

 

  1. Şimdi işten atılırsam, kimse bana iş vermez işsiz kalırım,

. Hakkımda bir yargı kararı olmadığı halde beni işten atarsanız açlığa ve işsizliğe mahkum olurum.

 

Kimseler bakmaz yüzüme,

Kimse cesaret edemez bana iş vermeye.

 

Hakkımda bir yargı kararı olmadan, salt düşünce ve inanışımdan dolayı kovulmak istemiyorum.

Hakkımda bir yargı kararı olmadan aşağılanmak, suçlanmak, dışlanmak istemiyorum…”

Bu konuşmaları yaparken “yeter!” anlamında elini kaldırarak sözümü kesti

“Anladım evladım, korkacak bir şey yok. Git işine bak…

Yargı kararı olmadan kimse sana karışmayacak…

 

Şimdi ben müdürünle konuşurum.

Yargı kararını bekleyelim, derim.

 

Haydi, sen git işine bak!

Bakalım sonuç nasıl olacak?..”

 

Dedi bana.

Yeni doğmuş gibi oldum o anda…

 

  1. Bu valinin adı Osman Meriç’tir.

Sonradan Danıştay Dairelerinden birinde Başkanlık etmiştir.

 

Aradan 20 yıl geçtikten ve ben avukatlığa başladıktan sonra ziyaret ettim kendisini makamında.

İçeri girdiğimde bir bardak su ile ilaç alıyordu masasında…

 

Yaşlanmıştı, çökmüştü.

Yüzüme baktı, güldü.

 

Tanımadı beni,

“Niçin geldin!” dedi.

 

Kendimi tanıttım.

“Ben Av. Hayri Balta!” dedim.

 

Gaziantep valisi iken benim işten atılmamı engellediniz.

O günden beri benim gönlümde yer ettiniz…

 

Bu nedenle size teşekkür borcumu yerine getirmeye geldim…

Size ne kadar teşekkür etsem azdır dedim.”

 

Biraz düşündü… “Sen o zaman küçük bir memurdun, nasıl avukat oldun?” diye sordu…

Anlattım, sevindi, memnun oldu.

Aradan çok geçmeden gazetelerde ölüm haberini okudum.

Bu büyük adamın anıları önünde saygı ile eğiliyorum…

 

  1. Şimdi merak edersiniz mahkeme nasıl karar verdi diye.

İşte karar; böyle bir karar verilmemiştir kimseye.

 

Müfteriler sayesinde “Atatürkçü ve aydın bir kimse…” sayıldım.

Sayelerinde, Türkiye’de hiç kimsenin alamayacağı bir karar aldım.

 

318: İŞTE KARAR, OKUMAKTA YARAR VAR:

+

KARAR

T.C.

Gaziantep Sorgu Hakimliği

Esas: 962/25

Karar : 962/104

C.M.U. 127/16.

Hakim : Abdullah Tartıcı

Kâtip: M. Ali Cengiz

Davacı: H. U.

 

Sanık: Hayri Balta, Mehmet oğlu, 1932 doğumlu, Hayriye’den doğma, Ga­ziantep ‘in Yaprak Mahallesi nü­fusunda kayıtlı olup halen aynı mahallede Sukenarı 46/2 numara­da oturur Millî Eğitim Müdürlü­ğünde memur.

Suç        :  Komünistlik propagandası yapmak.

Suç Tar. : 1962 yılı içerisinde.

Komünistlik propagandası yapmaktan sanık ve gayri mevkuf Hayri Balta hak­kında Gaziantep Sorgu Hakimliğinde ya­pılmakta olan ilk tahkikat neticesinde:

C.M.U. liginin iddianamesi ve dosya tetkik edildi.

Gereği düşünüldü :

Sanık Hayri Balta’nın her ne kadar komünizm propagandası yaptığı iddia edilmiş ise de:

Sanık Hayri Balta’nın Atatürk ilke­lerine bağlı aydın bir kimse olduğu, kamu tanıkları Bekir Kaynak, Necdet Se­vinç ve Cevat Güralp’ın olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri bulunmaları hesabiyle şahadetlerinin şayanı kabul ve samimi olmadığı ve esasen şahadetlerinin de bahse konu fiilin suç unsurları bakımından takdire müsait bir ciheti de olmadığı, kaldı ki muhbirlerden Bekir Kaynak’ın Hakimliğimizce ifadesi alındığı sırada ırkçı ve Turancı olduğunu açıkça ve çekinmeden söylediği, şu hale göre yurdumuzda yaşayan insanları muhtelif adlar altında ayırmak (meselâ: Türk, Çerkez, Arap, Kürt vesaire) ve milletleri kan birliği esasına istinat ettirmek ve aynı ırktan olduklarını iddia ettikleri  insanları geniş bir sınır içinde toplamak ve bunu temin etmek maksadıyla saldırgan bir karakter taşımak ve neticeten  bir hayal peşinde koşmaktan ibaret olan ırkçılık ve Turancılığın mevcut mevzuat karşısında takip ve tecziye edilmesinin icap edeceğinin teemmüle şayan olduğu ve böyle bir fikrî vasat içinde bulundukları anlaşılan muhbirlerin her aydını ve Atatürk ilkelerine bağlı ilerici fikirleri komünistlik olarak tavsif edecekleri ye bu  hadisede de öyle yaptıkları, sanıkta arama neticesi yakalanan Varlık, İmece ve sair broşür ve kitapların yasaklanmış kitaplardan olmadığı ve halen yayın hayatına devam ettikleri, sanığın vaki savunmasının samimi olduğu, emanetin 23.3.1962 tarih ve 126 sırasın­da kayıtlı sanıkla muhbirlerin konuşmalarını havi bandın hatalı olması hesabiyle konuşmaların tamamının anlaşılamadığı, ancak 9.5.1962 tarihli olup (8) sayfada tanzim edilen zaptın münzilerinin (imzalayanların) de teyit edecekleri veçhiyle sanık anlaşılabilen bazı konuşmasında: ”Bu günkü durumumuzu Atatürk ve İnönü’ye borçluyuz… İnsan sorumluluk duymalı, kanunlara, ailesine itaat etmeli, Allah varsa var, yoksa yok biz insanız sorumluluk duyacağız… Memleketin seçimle ve Demokrasi ile idaresi lâzımdır… Komünizm  otoriterdir; beni korkutuyor…” dediği ve bu konuşmaların komünizm propagandası yapmak şöyle dursun tam aksine savunmasını teyit eder mahiyette olduğu ve zaten konuşmalarının banda zabıta marifetiyle değil muhbirler tarafında alındığı ve bunlardan Necdet Sevinç’in Hâkimliğimizce alınan ifadesinde banttaki konuşmaların önemli olmadığını söylediği, şu duruma göre tertip neticesi bantta suç teşkil edip de söylenmeyen sözlerin sanık tarafından şahitler önünde de söylenemeyeceği bunun akıl ve mantık icabı olduğu kaldı ki sanık tarafından sarf edilen ve yukarıya yazılan sözlerin savunmasını doğruladığı bu durumda sanığı mahkemeye sevk etmenin onu cemiyet önünde damgalamaktan başka bir işe yaramayacağı cihetle sanık Hayri Balta’nın C.M.U. Kanunun 197. inci maddesine tevfikan muhakemesinin menine ve ittihaz edilen kararın tasdik veya ademi tasdiki zımnında dosyanın Asliye Ceza Hakimliğine sunulmasına talebe muhalif olarak karar verildi. 19.7.1962

Katip M. Ali Cengiz                              Hakim Abdullah Tartıcı. 11656

+

  1. Kararda: “…kamu tanıkları Bekir Kaynak, Necdet Se­vinç ve Cevat Güralp’ın olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri bulunmaları hesabiyle şahadetlerinin şayanı kabul ve samimi olmadığı ve esasen şahadetlerinin de bahse konu fiilin suç unsurları bakımından takdire müsait bir ciheti de olmadığı belirtilmektedir.

Zekeriya Beyaz da bunların başında olduğunu itiraflarında açıklamaktadır…

  1. Bu da topluluğumuzun konukları ile birlikte çektirdiği fotoğraftır.

 

Av. Hayri Balta, 1.8.2004

X