MUZIRDAN KES

MUZIRDAN KES!..
İÇİNDEKİLER:
A.
Abdullah Hoca
Açıkçası
Akılsız Dostlar
Allah’ın İşine Bak
Alev
Ankara Muhakemat Müdürlüğü Nerede?
Ant,
Arı Dil
Aydın olmak
Az Kaldı
B.
Bahar Geliyor
Başkalarını Bağışla; Ama Kendini Asla!..
Bir Anı
Bir Küçük Öykü
C.
Canlıyı Canlıya
Cin
Cümbüşçü Hafiye
Ç.
Çan Çalıyorum Çan!..
D.
Dayak
Demokrasi
Diplomalı mı?..
Düşünmek, okumak, Yazmak
E.
Ekmekçi ve Köylü
G.
Galoş Davası
Gaziantep Gecesi
Gerçek Bir Öykü 2
Gözyaşı
Güne Başlarken
H.
Halkalı Defter
Halk Matineleri
Halktan Yana Olmak!.
Hindi Dürümü
İ.
İçindeyiz
İyi Giyimli Kişi
İzin Yok
K.
Kaba Kuvvet
Kaçak 2 Kalaycı Veli
Kanuna Saygı
Karanlıkta Alkışlar
Kasa Kapandı
Kezban
Kimsesizlerin Doktoru
Komşu Kavgası
Korkmalı
Kurtar Beni
Kuyunun Dibinde
Küçük Bir Öykü
L.
Levha Vergisi
M.
Mâmed Ağa’nın Korkusu
Meme Saati
Mendilci Ahmet
Merak Ediyorum
Muzaffer Hanımla Bir Konuşma
Muzırdan Kes
N.
Ne Değişmiş
Ne Hal Bu Hal!..
O.
Olasılıklar
Olumlu Gelişmeler…
Okullar Açılıyor
Ö.
Öncü Gaziantep
Özgürlüğe Selam
P.
Pirpirimciler
R.
Ramazan Söyleşisi
Rüşvet’in Yararı
S.
Sakar Ali
Sansür ve
Sıçratacak
Sinsi Kerim
Solculuğun Aslı
Sonbahar Ezgileri
Ş.
Şimdi Rağbet Güzel ile Zengine
T.
Talat Özkarslı’ya Aşşıklık
Y.
Yaşadığımız Devir
Yoksulluğun Nedeni

PİRPİRİMCİLER 1

Haziran ayı başında Gaziantep’teyim.
Doğup büyüdüğüm kentte bir turist gibi gezmekteyim.
.
Şıhcan Caddesinden Mütercim Asım Caddesine doğru gidiyorum.
Sıncan Caddesinin girişinde sol yanda Ziraat Bankası önünde yoksullar kalabalığını görüyorum.

Kaldırıma, daracık caddeye, sere serpe serilip yat¬mışlardı
Hepsi de yaşlı kişilerdi, yoksul kişilerdi, bir deri bir kemik kamışlardı.

Bankanın önünde niçin durduklarını öğrenmek istedim.
Dükkân önünde oturan ustalardan birine sordum:
Sordum: «Bunlar banka önünde niçin duruyorlar?»
“Bunlar yaşlılık aylığı almak için bekliyorlar…”

Yaşlı yoksullar, kendileri ile ilgilenmeme şaştılar.
Beni turist sandılar.
«Git işine be adam, derdimizi deşme dercesine…»
Bakıp durdular.

Şihcan caddesinden Mütercim Asım caddesine doğru gidiyordum.
Sanki Çin mahallesinde geçiyordum

Çin Mahallesi gibi… Neredeyse insanlar birbirini tepeleyecek.
Bu daracık caddede motorsıkletlerin,
Seyyar satıcıların, ticari ve özel arabaların arasından
İnsanlar nasıl geçecek?

Geçip gidecek yol arıyor; insanlar arabaların arasından,
Ara¬balar insanlar arasından

Mütercim Asım caddesinin kaldırımlarında gencecik kızlar…
Önlerine serdikleri bezlerde pirpirimlerini (Semizotunu) satacaklar…

Kendilerini süzüyorum.
“Bunlar bir iş sahibi olsa ne güzel giyi¬nirler, giydiklerin kendilerine ne gü¬zel yakıştırırlar.” diyorum.

Beni turist sanıyorlar…
İlk sözü benim söylememi istiyorlar.
Duygusallığımı anlıyorum.
Duygusallığıma şaşıyorum.

Bundan otuz yıl önce yazdığım şiiri anımsıyorum.
Şimdi bu şiirimi aşağıya alıyo¬rum…
+
PİRPİRİMCİLER

Bağdaş kurarak oturmuş kuru yere
Önünde Pirpirim dolu küçücük bir torba ile…

Yere serdiği rengi geçmiş bez üstünde,
Satışa sunmuş pirpirimini
Küme küme, küme küme…

Pazara özgü giysileri,
Topraksı topraksı kokar giydikleri…

Yalvarırlar gelip geçene,
“Kümesi beş kuruşa, kümesi beş kuruşa,
Bir küme olsun, bir kere olsun,
Pirpirimimden alsana,
Pirpirimimden alsana!

Aradan otuz yıl geçmiş,
Kentin görüntüsü değişmiş,
Kent, enine boyuna gelişmiş….
Nüfus yoğunlaşmış, işçiler çoğalmış,
İşsizler artmış,
Yalnızca fiyatlar değişmiş…
Otuz yıl önce kümesi beş kuruşa iken
Şimdi kümesi 500 lira olmuş.

“Vay dinine yandığımın dünyası vay!» dedim.
Başımı sallayarak geçip gittim.

Kızlar bana güldüler,
Muhakkak: “Turist, pirpirimi ne bilsin!” dediler.

Hayri Balta, Gaziantep, Güncel gazetesi.30.6.1986
KAÇAK 2

(Okuduğum bazı yazılar okuyucusuz içime sinmiyor. Aşağıdaki yazı bun¬lardan biridir.
Prof. Dr. Faruk Erem yazmış. Varlık Dergisi’nin 1975 Ocak sayısı, sayfa 9.
Okuyup da olmaz demeyin. Olur… Bu yaşam koşullarında “olmaz olmaz… HB)
+
Polis memuru idi. Bir cezaevi kaça¬ğını vurmuştu. Kaçağın cebinde bir tabanca bulundu. Namlusuna sürülmüş bir mermi ve şarjöründe dört fişek. Yalnız öldü¬rülen kaçağın elindeki simitveston toplu tabancada ne mermi, ne boş kovan vardı.
Savcı, polis memurunun zamanından ev¬vel ateş ettiğini ileri sürüyor ve cezalan¬dırılmasını istiyordu.
Davasını almadan evvel bana olayı anlatmasını istedim, anlattı:
“Kâtilin eşkâlini vermişlerdi. Dikkatli olun, tehlikelidir demişlerdi. İhbar alınmış. Katil bizim bölgede görülmüştü.
Bir kış gecesiydi, devriye geziyordum, rastladım. Eşkâli uyuyordu. Silâhımı çek¬tim, “dur!”, dedim. Birden koştu. Biraz ötede duran bir arabayı siper aldı. Bir el ateş etti. Kendimi köşe başındaki duvara sipere attım. Bağırdım, “Teslim ol, yoksa vururum!” diye, Bir duraklama oldu. Ba-şından çıkardığı kasketi sokağın ilerisine doğru attı ve kaskete ateş etti. Kasket yerinden oynadı.
— Bak, dedi, keskin nişancıyım. Kendini kolla.
— Beni vurursan tekrar katil olur¬sun.
— Ne çıkar. Ben kaçmak için seni vuracağım, sen kanun adına beni vuracaksın. Arasında fark var mı? Bırak gide¬yim, senin çoluk çocuğun vardır elbette, sana yazık olmasın.
– Ya senin çoluk çocuğun yok mu? Ben seni öldürürsem onlara yazık değil
mi? Onları sevmiyor musun? dedim. Boğuk bir sesle cevap verdi.
– Karım da vardı, iki çocuğum da. Hele küçüğünü çok severdim. Üçünü de öldürdüm. “Zaten karım da bunu istemiş¬ti, bizi kurtar artık!” demişti,
– Peki neden öldürdün? Acımadın mı?
– Sen bunu anlamazsın. Sen hiç aç kaldın mı, süründün mü?
– Kendini öldürseydin ya!..
– Toplu tabancayı şakağıma daya¬dım, kurşunların hesabında yanılmışım.
Patlamadı. Sonra beni yakaladılar.
– Öyleyse niye kaçtın hapishane¬den?
– Hapishanede insan kendini öldüremîyor ki…
Biraz duraklama oldu Katil bir şey¬ler yaptı. Anlayamadım. Birden fırladı. Karşıma dikildi. Toplu tabancasını çekti. Tak! diye tetiğin düştüğünü duydum. Si¬lâh patlamadı. Toplunun horozunun tek¬rar kalktığını görür gibi oldum. Ateş et¬tim. Şöyle bir döndü, yere düştü… Tekrar ateş eder korkusuyla üstüne atıldım. Üs¬tünü aradım. Cebinden bir tabanca çıktı. Baktım. Namlusunda sürülmüş mermi var dı. Elindeki toplu tabancayı aldım. Nam¬lusunu aşağıya kıvırdım. Baktım, boştu. Şaşırdım, yere çömeldim. Başını dizime koydum.
– Neden bunu yaptın? dedim. Mırıl¬dandı:
– Ben karımı, çocuklarımı öldürmüş sayılmam. Sen de beni öldürmüş sa¬yılmazsın. Sağol!… Ellerin dert görme¬sin. dedi. Başını hafifçe çevirdi. Soluğu kesildi.
Dâva kısa sürdü. Polis memuru bera¬at etti.
Duydum. Meslekten ayrılmış. Şimdi başka iş tutuyor. Arada mektuplaşırız…
Prof. Dr. Faruk EREM (Gaziantep Sabah gazetesi, 16 Mart 1975)
X
Güzel Ustam…
Öyküyü okudum. Üzülmemek elde değil elbette. Yıllar önce ölen birine mi bu üzüntü? Değil…
Ne değişti o öykünün yaşandığı yıldan sonra yaşadığımız yıla kadar. İnsanlar birbirlerini acımasızca öldürüyorlar. Kendilerini de öldürüyorlar. Bu sayı giderek artıyor. Birilerinin göbeği şişerken öbürleri çaresizlikten yaşamlarına son veriyorlar.
Aslında bilmiyoruz kimi öldüreceğimizi. Boş yere kıyıyoruz canlarımıza. Öldürülecek kimseler çocuklarımız değil, biz değiliz…
Bırakalım bizi bu hale düşürenleri öldürmeyi, onların daha da kanlanması, canlanması için destek bile veriyoruz.
Halepli bir tatlıcı vardı bir zamanlar Gaziantep’te. Kendi kendine ilenirdi sık sık. Kim bilir neler yaşamıştı ki böyle söylüyordu.
– Müstahhak hayyo…
Fevzi Günenç, 12.5.2009

KİMSESİZLERİN DOKTORU 3

Gaziantepli CHP’liler Hasan Babayı (Hasan Şığva) çok iyi tanırlar. Hasan Baba, Tabakhane Ocak Başkanı Abdullah Çörekçioğlu’nun yakın arkadaşı ve dostudur. Hasan Baba yoksul bir debbağ (Tabak-derici) işçisidir. Hiçbir yerden de bir kuruş geliri yoktur. Geçimini günlük kazancı ile sağlar.
Bu durumuna üzülen yakın arkadaşı ve dostu Abdullah Çörekçioğlu; yaşlanmış ve artık deri işçiliği yapamayan dostuna: “Hasan Baba, gel sana benim dükkânın yanındaki iki dükkân büyüklüğündeki salonu vereyim. Burayı kahvehane yapalım. Kahvehaneyi de sen çalıştır. Senden dükkân kirası istemiyorum. Taaki kahvehane iş yapıp para kazanıncaya kadar. Para kazanmaya başlayınca bana münasip bir kira bedeli ödersin.”
Yıl 1965’ler… Kahvehane kısa zamanda Tabakhaneli CHP’lilerin uğrak yeri olur. Kahvehane günün her saatinde dolup taşar. Memleket politikası bu kahvede görüşülür. En yeni haberler tabakhaneye ve öyle ki Gaziantep’e bu kahvehaneden yayılır…
Hasan Baba, artık rahatça geçimini sağlamaktadır. CHP’liler seçim zamanında bu kahveyi kiralayarak seçim konuşmaları yaparlar. Adayların biri gelir, biri gider. Hasan Baba kahveyi çalıştırma yanında CHP aday adayları için propaganda çalışmalarına başlar. Bu aday adaylarından biri de CHP senatör aday adayı Kimsesizlerin Doktoru’dur. Kimsesizlerin Doktoru’dur eski Ticaret Sarayının arkasına düşen evinde doktorluk yapar. Orta boyludur. Etli canlı, topalak, gözlüklü ve kırmızı yüzlüdür.
Kimsesizlerin Doktoru, Abdullah Çörekçioğlu ve Hasan Baba ile senli benli olur. Çünkü her ikisi de doktor için seçim çalışmaları yapmaktadır. Yeri geldiğinde onun fakir fukara babası olduğunu, kimsesizlerin doktoru olduğunu, senatörlüğe layık kişi olduğunu söyleyip dururlar. Ve seçimde senatör olmasını sağlayarak Ankara’ya gönderirler.
+
Abdullah Çörekçioğlu babamın halası oğludur. Genç yaşta annesi ölünce babamın babası Balta Hasan, yeğenini yanına alır. Abdullah Çörekçioğlu böylece dayısının yanında babamla birlikte büyür ve aynı okula gidip gelirler ve aynı evde kalırlar.
Bu nedenle Abdullah Çörekçioğlu da öksüz kalan biz dört kardeşi yeğeni gibi sever ve elinden gelen yardımı yapar. Ben de kendisi bir amca gibi sever, hep yanına uğrardım ve bu nedenle de Hasan Baba ile yakın dostluğumuz olmuştur.
Benim Ankara’ya göçmem gerekti. Eşyalarımı Ankara’ya taşıyacak param yoktu. Bunu da Abdullah Çörekçioğlu verdi. “Hayri, senin bu memleketten gitmen gerek… Artık sana rahat vermezler!” diyerek…
+
Ankara’ya göçeli bir yıl oldu olmadı. Bir gün işyerimden, öğle yemeği için çıktığımda, Sıhhıye’de Hasan Baba ile yüz yüze gelmeyeyim mi? Dünyalar benim oldu. Bir dostla karşılaşmıştım. Memleket hasreti giderecektim. O da ne yüz yüze, göz göze geldiğim halde Hasan Baba beni tanımazdan gelerek önümden geçip gitmesin mi?
Ben buna bir anlam veremedim. Çünkü Hasan Baba ile dosttuk. Aramızda küskünlüğe neden olacak bir olay geçmemişti. Hemen arkasından koştum. Kolundan tutarak kendime doğru çevirdim. “Ne o! Hasan Baba beni tanımadın mı?” dedim.
Durdu, tepeden tırnağa beni süzdü. Dilinin altında bir şey vardı; ama söylemeye çekiniyordu.
“Ben sana ne yaptım da beni tanımazlıktan geldin. Aramızda bu kadar arkadaşlık, dostluk, CHP’lilik var…”
Düşündü, nedeni söyleyip söylememekte kararsız idi. Israrla “Nedenini söylemezsem sana küserim!” deyince açıkladı. Başladı anlatmaya:
“Gözleri görmeyen oğlumun bir işe yerleştirilmesi için Ankara’ya geldim. Ankara’da güvendiğim tek kişi Kimsesizlerin Doktoru idi. Çünkü senatör seçilmesi için çalışmıştım. Çok propaganda yaptım kendisi için. Çok da yakın bir dostluğumuz olmuştu. Ömürde bir kere işim düşmüştü kendisine… Muhakkak yapardı.
Makamında kendisini ziyaret ettim. Gayet emin olarak odasına girdim. Sanıyordum ki beni göre kapı alacak.
Masasında oturuyordu. Göz göze geldik. Bana ‘Kimsin sen demesin mi?’ Neye uğradığımı şaşırdım. Sanki yer yarıldı da içine girdim. Duramadım, Ben Hasan Baba’yım, nasıl olur da beni tanımazsın, seçimlerde senin için çalışmadım mı?
‘Hayır seni tanımıyorum. Beni meşgul etme!” demesin mi?
İşte seninle karşılaştığımda sen de Kimsesizlerin Doktoru gibi davranırsın korkusu ile görüp de görmezden geldim…”
Dedim: “Hasan Baba, ayıp ettin ben sana öyle davranır mıyım? Beni yanlış anlamışsın… Bu davranışına üzüldüm! Gel dedim öğle yemeği için eve gidiyorum. Birlikte gidelim. Hanım ne pişirmişse yiyelim…”
Hasan Baba ile birlikte Mithatpaşa caddesinden Kocatepe çıkan yolda eve doğru yan yana, konuşarak gittik.
Kimsesizlerin Doktoru’nun bu davranışı ikimize de koymuştu.
Kimsesizlerin Doktoru ile bazen Ankara’da karşılaşırdık ve elimde olmayarak bu olayı hatırlar ve hayıflanırdım…
Eren Bilge Balta, 13.5.2009

SANSÜR VE… 4

Doçent Dr. Osman Nuri Koçtürk çalıştığı ku¬rumda maaşını almak üzere muhasebe servisine gir¬di. Muhasebedekilerden biri:
– Gel hele Hocam gel. Şu bizim Sansürcülerin komünizm anlayışını gör!
Koçtürk ilgilendi, memurun yanına gitti. Memur 1 Şubat 1974 tarihli Milliyet Sanat Der¬gisinden okumaya başladı. Konu Sansür’dü.
Ülkemizdeki Sansür Kurulunun çalışmalarından, zihniyetinden örnekler veriyordu.
Memur başladı okuma¬ya… Koçtürk Hoca sessizce dinliyordu… Yazıda, Sansür Kurulu¬nun bir filmi yasaklama gerekçesi açıklanıyordu:
Filmin adı: “Şoförün Karısı”
Yasaklama gerekçesi: Leylâ ila Handan’ın birlikte oturmaya karar verdikleri zaman “Kazancımızı ortaya koyar birlikte harcarız” sözü bir çeşit komünizm düşüncesi telkin ettiğinden filmin yasaklanmasına…»
Memur yazıyı okuduktan sonra:
-Gördün mü hocam, koskoca Sansür Kurulu¬nun komünistlik anlayışını. Demek karı koca çalışıp kazançlarını ortaya korlarsa bu bir çeşit komünistlik oluyor. Şimdi bizim hanım bana: ‘Öyle kazancımızı: ortaya koyup harcama yokmuş. Bu komünistlik oluyormuş…” dese ben ne diyeceğim. Zaten benim gelirim bir aileyi geçindirmeye yetmiyor.
Bu gazeteyi de benim ha¬nım getirip verdi bana zaten. Al oku bakalım. Bundan sonra sana bir kuruş yok. Erkek değil misin, evi nasıl geçindirirsen geçindir. Artık sana kendimi sömürttürmeyeceğim. Nerde güzel giysi, nerde güzel koku, nerde güzel eğlence. Benden sana paso… derse ben ne yapacağım?
Koçtürk güldü.
– Şaka bir yana ama bu zihniyete göre iyi ki bizi asmamış bu kafadaki adamlar, dedi.
Memur-hemen yanıtı yapıştırdı.
– Seni de asmadan kötü ettiler ya. Kızını ve da¬madını içeri aldılar. İki yıla yakın bir zamandır içer de yatıyorlar. Daha ne kadar yatacakları da belli değil.
Koçtürk Hoca’nın gözleri sevinçle parladı.
– Senin haberin yok öyleyse, dedi memura. Kızım da damadım da çıktı. Bir ay önce ikisini de bıraktılar. Hiçbir suç bulamadılar. Ama şimdi de ikisine de iş vermiyorlar, ikisini de yurtdışına bırakmıyorlar. Şaştık kaldık.
Memur Koçtürk hoca’nın sözlerini tamamladı:
-Ya bir buçuk yıl içerde yattıkları ne olacak? Çektikleri eziyetler, ayrılıklar ne olacak? Sen bir baba olarak bir buçuk yıl ne çektin? Onlar içerdeyken sen her gün ölüp ölüp dirilmedin mi?
Koçtürk Hoca ses çıkarmadı. İki elini iki yana açtı. Boynunu büktü, üzerine bir hüzün çöktü.
– Bizi de böyle cezalandırdılar işte! diyerek ayrıldı gitti…
Hayri Balta, Gaziantep Sabah, 8.2.1974

HALKALI DEFTER 5

Aylığımı alır almaz ilk işim bir defter satın almak oldu. Yeni bir defter almanın kıvancı içindeyim. Defteri çok beğendim. Elli lira deselerdi yine alacaktım.
Bir defter sahibi olmakla dünyaya yeniden gelmiş gibi oldum. Bu günden öte günlüklerimi özenle tutmaya çalışacağım. Bu günlükte duygularım, düşüncelerim olduğu gibi sırıtacaktır.
Bu defter alma işi benim hamlığımı ortaya koydu. Anlatayım da görün, acırsınız bana…
Efendim işe başından başlayayım ki ruhsal durumum açıkça anlaşıla….
Musikide Hayat dersleri’nin bir muhibbi” (seveni) vardır. Adı İsmet. Babi Şükrü’nün oğlu olarak tanınır. Kendi halinde halim selim biri. Bütün yayınları izler. Kendisine özgü bir hayal dünyası vardır. Kahvelerde kitap okumayı sever. Şimdi de bizim semtteki kahveye dadanmış. Her ikindi bizim Tabakhanedeki kahvelerden birinde…
Birkaç gündür buluşuyoruz İsmet’le… Söz dönüp dolaşıp yazma konusuna geliyor. Elindeki defteri göstererek:
“Notlarımı bu deftere yazıyorum. Yıllardır bunu yaparım. Kapağı eskiyince yeni bir kapak yaparım.”
Baktım defter halkalı bir defter, çok güzel…. Hemen böyle bir deftere sahip olmak isteği geçti içimden… Ama maaşı almama daha iki gün var. Nasıl geçecek bu iki gün bilmem…
Böyledir zaten, bir şey alacak oldum mu içim içime geçer, duramam bir türlü… Nasıl olursa olsun o an almak isterim gönlüme düşen şeyi.
“Aman İsmet şurada 15 lira ödünç ver de şu defterden bir tane de ben alıvereyim hemen …“ demek istedimse de cesaret edemedim…
Kahveden sonra caddeye çıktım. Dükkânları gezmeye başladım. İsmet’te gördüğüm halkalı defteri arıyorum… En sonunda bir halkalı defter buldum. Ederi 12 lira. 12 liram yok ki alasın…
Satıcıya, “Bir tane ayır, dönüşte alırım!” dedikten sonra caddede tanıdık bir yüz aramaya başladım. Kim, “Bir günaydın!” dese şıp diye yapıştıracağım: “İki gün için 12 lira ödünç verir misin?”
Bir ara Hoca’dan bile istemek geldi aklıma… Şunu da açıklayayım ki bazen böyle olmayacak şeyler de gelir aklıma… Böyle olmaz düşünceler gelir gelmez hemen savarım aklımdan. Üstünde durmam, şeytanın beni yoklamasına veririm bu gibi istekleri…
Neyse, 12 lira ödünç isteyecek kimse bulamadım koca Gaziantep’te… Belki Hoca’nın muayenesinde ödünç isteyeceğim birine rastlarım diye oraya vardım.
Biz Hoca ile konuşurken içeriye Cumhur Bey geldi.
Bir ara Hoca, içerde bir hastasına iğne vurmak için diğer odaya girince baş başa kaldık Cumhur Beyle… Kaçırılır mı? Hemen:
“Cumhur Bey, Pazartesiye değin 12 lira ödünç verir misin?”
Adamcağızın iki yıldan beri 680 lirası boğazımda… Nefis işte bu! İnsanı küçük düşürmek için olmadık cesareti verir insana…
Cumhur Bey, 12 lirayı ses çıkarmadan verdi.
Hoca daha içeriden çıkmadan Cumhur Bey izin alarak gitti. Para cebimde, defter vitrinde, hemen gidip almak istiyorum…
Aklıma türlü olasılıklar geliyor. Ben şimdi Hoca ile konuşarak vakti geçirirsem; dükkân sahibi dükkânı kapatıp gider… Yarın da Pazar, dükkân kapalı. Ben nasıl dururum Pazartesiye değin… Hemen koşup almalı defteri… Ya dükkân sahibi erken kapatırsa dükkânı… Olmaz olmaz, hemen gidip almalıyım defteri… Ben duramam Pazartesiye değin… Kavuşmalıyım hemen defterime…
Hoca içerde iğne vuruyor hastasına…
“Efendim, gazeteniz geldi mi?”
“Yok!”
“Bir kere bakayım! Hem ben de gazete alacağım zaten…” diyerek koşarım ama ne koşarım defterciye… Ne o!… Cumhur Bey sallanarak gidiyor önümde… Zaten Cumhur Bey, yavaş yavaş gider her zaman, her yerde…
Canım bir an önce kavuşmak istiyor defterime… Şimdi Cumhur Beyi geçip gitsem beni görecek:
“Nereye böyle?” diye soracak. Nasıl yanıtlarım ben o zaman Cumhur Beyi…
Yalanı çok zor söylerim, söylersem de büyük huzursuzluk duyarım… Ne yapacağım şimdi ben. Aksiliğe bakın ki defterin satıldığı dükkân da Cumhur Beyin gittiği yol üstünde…
Bu Cumhur Bey de pek yavaş yürüyor canım diyerek, diğer kaldırımdan, Cumhur Beyi geçip dükkâna ulaştım. Dükkâna girerken başımı çevirip baktım ki Cumhur Bey gazete alıyor gazeteciden…
Girdim hemen dükkâna…
“Al, dedim, şu 12 lirayı da ver şu defteri…”
Oh! Kavuştum en sonunda defterime…
Şu Cumhur Bey gelmeden çıkayım şuradan diyerek dükkândan çıktım. Çıkar çıkmaz Cumhur Beyle göz göze gelmeyeyim mi?..
Bozuntuya vermeden başımla selam verip önünden geçtim. Zavallı Cumhur Bey, görmedi beni ki selamımı alsın… O beni Hocanın yanında sanıyor…
Cumhur Bey’le karşılaşmaktan korkmamın nedeni de şu:
Ya diyordum, şimdi benim 12 liralık defter aldığımı görünce; ya da dükkândan çıktığımı görüp de arkamdan dükkâna girip ne aldığımı sorarsa… Bana demez mi ki:
“Arkadaş zorla geçiniyorsun, 700’ü bana olmak üzere binlerce lira borcun var sağa sola… Bu kadar borcu olan bir adam nasıl olur da 12 lira vererek defter alabilir?”
Ben nasıl yanıtlarım o zaman kendisini… Bereket görmedi de, sormadı da, belki sormazdı da…
Hocanın yanına geldim. Daha hastası ile işini bitirmemişti. Defteri Hoca görür diye korkuyordum. Hoca’ya gazetesini okuyup eve döndüm. Almış olduğum halkalı defteri kız kardeşim Aysel’e gösterdim. Aysel’in bir özelliği vardır. Düşüncelerini saklamadan dobra dobra söyler…
Aysel defteri görünce “Kaça aldığımı” sordu. Ederini söyleyince:
“Geet sen de… Bunun neresi 12 lira eder? Sen bana 13 lira ver. Ben sana bir defter alayım da gör…” diye başladı anlatmaya…
Elini defter gibi yaparak; “Şurasına kalem korsun, şurasına da yedek kâğıtları… Adam böyle şey alırken bir sorar…” diyerek beni çekti çekiştirdi bir süre…
“Eee ne yapalım şimdi bu defteri…”
“Ne olacak, geri verirsin. 1 lira daha koyduk mu sorun tamam…”
“Olur, olur!” dedim ama sen gel bendeki şaşkınlığı gör.
Şimdi saat 19… Bütün dükkânlar kapandı, kapanacak… Hem alınan mal geri verilir mi? Çaresiz Pazartesiyi bekleyeceğiz…
Asıl önemlisi elinin altında defter ola ve sen bir satır yazamayasın… Halkalı defter bana, ben halkalı deftere bakıp duruyorum… Bir kelime yazamıyorum… Şimdi boşa mı gidecek bu deftere verdiğim 12 lira… Olmaz, borç içindeyim zaten… Geri vermeliyim bu defteri, verdiğim parayı da istemeliyim… Ne olursu olsun, dükkâncı pişmaniyelik olarak ne alırsa alsın vermeye hazırım.
Ya geri almazsa… Yandı bizim 12 lira. Alır alır, almaz olur mu canım… Bu düşünceler içinde evden çıktım. Aysel’in dediği defterin bulunduğu dükkâna gittim. Aysel’in sözünü ettiği dükkân kapanmış… Dükkânın vitrininde Aysel’in sözünü ettiği defteri arayıp duruyorum. Sonunda buldum Aysel’in sözünü ettiği defteri.
Gerçekten güzel bir defter… Ne işe yarar elimdeki defter vitrindeki defterin yanında… Değiştirmeliyim elimdeki defteri bu vitrindeki defterle… Pazartesini beklemem gerekmiş, olsun bekleyelim, iki gün değil mi altı üstü… Beklerim ne çıkar… Şimdi kafesteki ciğere bakan kedi gibi bakıp duruyorum vitrindeki deftere…
Ama dedim, ya defteri aldığım dükkân daha kapanmamışsa… İçime bir kuşku düştü. Hemen koşmaya başladım defteri aldığım dükkâna… Bu arada birkaç yalan uydurma düşüncesi de geçmedi değil aklımdan… Ama ben doğru söylemeyi yeğledim… Dükkân kalabalıktı, kekeleyerek, utanarak, kızarıp bozararak:
“Ben bu defteri senden almıştım. Daha iyisine rastladım. Bundan kazanç hakkını al.. Fakat paranın gerisini ver…” Dedim, dedim ama dünyalar başıma yıkıldı sanki…
Satıcı neye uğradığını şaşırdı. “Böyle de öneri mi olurmuş!” dedi muhakkak içinden… “Kârını almalıymış da gerisini vermeliymiş…”
Tezgâhın önündeki müşterilerden biri kulak kabartmıştı defteri verirken yaptığımız konuşmaya. Şimdi bir şey söyleyecek diye ödüm koptu. Bereket sesini çıkarmadı ama anlamlı anlamlı baktı durdu. O bakışıyla beni yıktı…
Dükkân sahibi:
“Al paranı, öyle şey mi olurmuş… Ayıp değil mi?” diyerek 12 lirayı verdi. Bu arada ben, ancak dükkândan çıkabileceğim kadar bir ışık, bir yol görebiliyordum. Vitrindeki renkler, oyuncaklar, kalemler, kâğıtlar, defterler, her çeşit satılık mallar görünmez olmuştu gözüme…
Dükkândan çıktım. Caddede giderken alnımdan akan terleri silerek konuşuyordum kendi kendime:
“Amma da ayıp oldu değil mi? Şimdi nasıl geçerim ben bu dükkânın önünden… Adamla da selamlaşırdık ara sıra…” Kendimi suçlayıp duruyordum, suçlamanın yanında kendimden utanıyordum. Nasıl yaptım ben bu işi… Sonra da; paramı aldım ya, 12 lira elimde ya… Paranın sıcaklığını duyarak kendimi avutmaya çalışıyordum…
Şimdi 12 lira cebimde. Ama yarın Pazar. Yani defteri ancak Pazartesiye alabilirlim… Ya 12 lirayı bir ihtiyaç doğar da harcarsam. Olsun, Pazartesiye maaş alacağız ya… İş şu iki günü geçirmede…
Pazartesi, maaşı alır almaz ilk işim Md. Yardımcısı Rahmi Beyden izin alarak defterin satıldığı dükkâna koştum. 13 lira imiş. Ama çok güzel bir defter…
Defterime kavuştum ya dünya daha bir tatlı görünüyor gözüme… Aldığım hava doluyor ciğerlerime… Gönlüm baklava yemek istiyor, üstün de bir çay içmek istiyor…
Çocuğumu kucaklar gibi sarılıyorum halkalı defterime… İlk yazdığım yazı da bu oldu halkalı defterime…
Hayri Balta, 1.8.1961
+
Sevgili Eren Bilge Ustam,
İnternetim ancak bugün açıldı. Defter öyküsünü bayıla bayıla okudum. Eline beynine sağlık… Ancak, öykünün başında söyle bir açıklama var:
“Bu defter alma işi benim hamlığımı ortaya koydu. Anlatayım da görün, acırsınız bana aynı zamanda…”
Bazı yazarlar yazılarının sonuna kadar okunması için bir heyecan, merak unsuru koyarlar başa. Elbette ki sen böyle bir amaçla koymadın o notu ama sonuna kadar “acaba benim ustam ne hamlık yapmış” diye merakla bekledim. Yok, öyle bir şey… Her şey çok doğal. O nedenle o açıklamanın da gerekli olmadığını düşündüm.
Bunun dışında çok üstün bir yazı olmuş. Kutlarım.
Sevgi, saygı…
Fevzi Günenç, 8.7.2009

CÜMBÜŞÇÜ HAFİYE 6

Maraşlı olduğunu, Gaziantep’e bir tabela boyacısı dükkânı açmak için geldiğini, şimdilik dükkân aradığını ve adının A. Ö. olduğunu söyleyen 35 yaşlarında kırmızı yüzlü biri dersimize geldi. Bu konuğumuz ara sıra cümbüş de çalarmış…
Hocamız, her zaman ki alışılmış soruları sorduktan sonra meşke başladık. Hoca her zamanki gibi meşk sırasında neşelendi ve neşelendikçe açıldı. Gelen konuğa dönerek:
“Nota bilir misin? Sehpanın önüne gel!” şöyle deyince konuğumuz:
“Nota bilmem!” dedi.
Bunun üzerine Hoca:
“Öyleyse pratik yaparsın, okuyanlara yaklaş biraz!” diyerek daha fazla üstelemedi.
Rastlantı bu ya… Aynı gün konuk olarak Mister Ayzli ile birlikte iki de Amerikalı profesör gelmişlerdi. Hocanın ana dili gibi İngilizcesi vardı. Amerikalı konuklara İngilizce olarak uzunca bir konferans çekti. Cümbüşçü konuğumuz ise hoca ile Amerikalı konuklarının yaptığı İngilizce konuşmayı dikkatle izliyordu. Ben de kendisini…
Hoca arada bir dönerek Amerikalı konuklarla yaptığı konuşmaların Türkçesini bize de anlatıyordu:
“Bütün dünya barış için çalışıyor! Ama barış yapamayacaklar, eninde sonunda kapışacaklar…”
Az sonra Amerikalı konuklarımız gitti. Biz kaldık yine baş başa. Cümbüşçü de aramızda… Hep birden yeniden meşke başladık. Bu ara Hoca Cümbüşçü’ye:
“Misafir Ağa, yoksa sen Demokrat mısın? Eğer Demokrat Partili isen burada işin yok ha!” demesin mi?
Konuğumuz böyle bir soru karşısında şaşırdı, bocaladı ama, kendini çabuk topladı:
“Yoo, hayır Demokrat değilim… CHP benim mezhebim!” dedi.
Hoca bu, altta kaldığı görülmüş, işitilmiş bir şey mi idi. Hemen yapıştırdı:
“Senin mezhebinse benim de Allah’ım!..”
Cümbüşçü konuğumuz yanıt karşısında da şaşırdı.
Biz Hocanın öğrencileri ise katıla katıla gülüyorduk. Biraz daha meşk yaptıktan sonra Hoca yeniden sordu A. Ö. adlı konuğa:
“Sen, sigara içer misin misafir ağa?”
“İçerim!”
“İçersin ha!.. Ben sana gösteririm…”
Biz öğrencileri ise yeniden gülüşmeye başladık…
Konuğumuz kırmızı idi kızardı, büsbütün kırmızı oldu…
Bu konuşmadan sonra daha önce diktafona aldığımız eserleri banttan dinlemeye başladık. Cümbüşçü konuğumuz hepimizi dikkatle izliyordu ve ben de hissettirmeden kendisini izliyordum. Kuşkulanmıştım, “Kimdi bu adam, derse ne amaçla gelmişti?”
Ders bitti. Öğrenciler gitmek üzere ayağa kalkmışlardı. Hoca bu ara konuğumuza dönerek:
“Nasıl buldun musikimizi? Biz bu dersleri haftada bir yapabiliriz. Sen de istediğin zaman gelebilirsin. Soruların olursa sorabilirsin… Burası, böyle… 16 yıldır faaliyette!”
Sonradan öğrendik ki bu gelen adam siyasi şubede görevli bir polismiş. Bizi Emniyete dinsizlik propagandası yapıyorlar diye ihbar etmişler. Emniyet de bu polisi görevlendirmiş.
İşte bu polis bizden ayrıldıktan sonra amirlerine vermek üzere bir rapor düzenlemiş. Baştanbaşa lehimize olan bu raporu Hoca’ya da okumak istemiş.
Bizi seven ve kendisini derse getiren arkadaşına:
“Hocaya git. Benim polis olduğumu söyle. Eğer izin verirse kendisi hakkında düzenlediğim raporu okumak istiyorum…”
Hoca da “Olur!” demiş ve eklemiş:
“İstediği zaman gelebilir. Bari gelmeden önce şu yazıyı okusun da gelsin…” diyerek 21 numaralı “Hafiye Nâme-i Emin kılıç veya Sayın A. Ö. (=Ö. S.) nâmesini (yazısını) kendisine göndermiş.
Ertesi gün bizi seven arkadaşı ile birlikte Hocanın yanına gitmişler…
Cümbüşçü Hafiye raporunu Hoca’ya okumuş. Raporda lehimize olan güzel şeyler yazılı imiş. Şu cümle raporun lehimizde olduğunu göstermeye yeter.
“Millî birlik ruhuna uygun bir topluluk!”
Ayrıca Hoca’yı, sevdiğini, takdir ettiğini söyleyen Cümbüşçü:
“Sizi destekleyeceğiz!” Diyerek Emniyetle işbirliğine davet etmiş.
Bundan sonra Hoca, hangi gazetede beğendiği bir yazıyla karşılaşsa hemen Hafiyeye gönderiyor. O da Hocamızın gönderdiği yazıları Hocamızın Emniyetteki dosyasına koyuyor. Bütün bu yazılar Hocamızın aleyhine delil oluyor.
Hocamızın söylediğine göre, içten gelen bir halvetten sonra, Cümbüşçü Hafiye’yi bir de muayene etmiş, muayene parası da almamış. Oysa Hocamızın böyle bir huyu yoktu. Ama olmuştu…
Olmuştu ama bir yıl, iki ay, iki gün ben; iki yıl, iki ay, iki gün sonra Hocamız Emniyetçe gözaltına alınmaktan kurtulamamıştı. Ben yargılama sonucu beraat etmiş, Hocamız hakkında ise, kovuşturmaya yer olmadığı gerekçesiyle takipsizlik kararı verilmişti. 29.11.1960
Hayri Balta
+
Ne güzel bir öykü olmuş baba, az öz her zamanki gibi…
Teşekkür ederim.
Yener Balta, 7.6.2009
MÂMET AĞA’NIN KORKUSU 7

Evde gazete okuyorum. Kapı çalınıyor. “Bir adam seni istiyor!” diyor kız kardeşim.
Kalkıp aşağıya iniyorum. Kapıda beni bekliyor mahallemiz sakinlerinden biri.
“Buyur, bir diyeceğin mi var Mamet Ağa?” diyorum.
Bir ricası olduğunu söylüyor utanarak.
“Hay hay!.. diyorum, elimden geleni yaparım. Eğer benlik bir işse…”
Sonra girerek:
“Gel iki adım ötedeki şu kahveye gidelim. Hem birer çay içeriz, hem de söyleşiriz.” diyerek kendisini evimizin on metre ilerisindeki kahveye götürüyorum.
Kahveye gidip de oturur oturmaz başlıyor anlatmaya:
“Semtimiz Belediye Karakoluna bir kitaplık açılacağını duydum. Bu Karakola memur olmak için Valiliğe dilekçe verdim. Valilik beni Millî Eğitim Müdürlüğüne, Millî Eğitim Müdürlüğü de beni Halk Eğitim Müdürlüğüne gönderdi. Halk eğitim Müdürlüğü de bana: ‘Kütüphaneyi biz açmıyoruz. Belediye açıyor. Sen iyisi mi Belediyeye git!’ dediler. Oraya da gittim. Bana: Şimdi görevli memur Ali Budak yok. Gelince ona dilekçeni veririz… O da dilekçemi Karakol’a gönderecekmiş. Karakolda da Cemil Bey var…”
“Peki, dedim, bana ne iş düşüyor bu durumda?”
Anlatıyor:
“Sen Millî Eğitimde çalışıyorsun. Birbirinize sözünüz geçer. Karakoldaki Cemil Bey’e söyle de dilekçemi hasıraltı etmesin…”
Adam, beni bir şey sanıyor… Oysa ben Millî Eğitimde hademe kadrosunda işe alınan bir yazmanım. Millî Eğitimde, derecesi en düşük memur sayılırım. Buna karşın komşumuzun umudunu kırmamak için:
“Olur, elimden geleni yaparım. Cemil Bey’le görüşürüm. Senin için elinden geleni yapmasını söylerim. Zaten dilekçene bir şey olmaz…”
Buna karşın ricasını sürdürüyor:
“Yine de sen bir kere konuş Cemil Bey’le… Dilekçemi hasıraltı etmesin yeter…”
Cemil Bey dediği Belediye Karakolundaki bir zabıta memuru… İkide bir Cemil Bey’in adından söz etmesi beni düşündürdü. Acaba aralarında ne geçmişti…
“Olur, yapılması gerekeni yaparım. Sen merak etme…”
Sonra ne yapması gerektiğini anlatıyorum kendisine:
“Yalnız sen başvurmamışsındır bu işe… Senin gibi yüzlerce kişi başvurmuştur. Bu nedenle sizi sınava tabi tutarlar. Sen de hazırlıklı ol. Biraz dilbilgisi, yurt bilgisi kitaplarına çalışırsan iyi olur… Adamı işe alırken mülâkat da yaparlar. Usulen de olsa sınavdan geçirirler. Yazdığı yazıya bakarlar, yaptığı hesaba bakarlar. Gerçi sen ilkokul mezunusun, askerliğini de çavuş olarak yapmışsın. Askerlikteki çavuşluk yapmanı da dikkate alırlar…” diye biraz moral verdim.
“ He ya, he ya… Zehir gibi hesap bilirdim. Zehir gibi yazı yazardım. Ama unuttuk gitti şimdi…”
Sözünü keserek:
“İyi ya, bu vesile ile biraz çalışmakla unuttuklarını hatırlarsın. Bilmediklerini de öğrenmiş olursun. Memur olacak adam, çat pat da olsa hesap kitap bilmeli… Sen ki memur olacaksın, yazışma yapacaksın… Hiç olmazsa bir nokta ile büyük harfin nerede kullanılacağını öğren… “
Bu sözlerim üzerine düşünmeye başladı. Yüzüme bakamıyordu. Yere bakıp düşünüyordu. Bu arada çaylarımız geldi. Çaylarımızı içerken kendisini izliyordum.
Belli ki derslere çalışarak hazırlanmaktan hoşlanmıyor… Tanıdığım kadarı ile boş zamanlarını kahvede tavla, iskambil oynayarak geçirir. Ya da kahvede oyun oynayanları izler… Kitap okuduğunu bile bir kere olsun görmedim…
Bazen kafası gözü sarılı olarak gezerdi. Anlardım ki kavga etmiş yine… Alışmamış okumaya yazmaya… Kaçıyor şimdi unuttukların hatırlamaya çalışmaktan. “Peki, ağabey çalışırım…” diyemiyor.
Bir ara kafasını kaldırarak:
“Sen Cemil Beyle görüş… Dilekçem hasıraltı etmesin yeter…”
Soruyorum:
“Dilekçeni niçin hasıraltı edecekmiş ki?” diyorum.
Biraz düşünüyor. Söylesem mi söylemesem mi acaba der gibilerinden…
“Geçmişte aramızda tatsız bir olay geçti de; acaba diyorum bu nedenle dilekçemi hasıraltı eder mi?..”
“Korkma, korkma. Devlet Dairesine verilen dilekçeler kayda geçer. Hiçbir dilekçe hasıraltı edilemez…”
Bu sözlerim üzerine gözlerinin parladığını görüyorum…
“Torpil yapmam gerek mi? Partide tanıdıklarım var…”
Torpil bizim ruhumuza işlemiş. Acıyorum haline… Sonra yeniden:
“Torpil yapmayı unutma. Torpil yapmazsan giremezsin hiçbir yere.”
Bu sözlerim üzerine hemen atladı:
“Hazır İmam Hüseyin İncioğlu da burada iken bu işi bitireyim. Halk parti Ocak Başkanını da yanıma alıp giderim…”
Sonra durdu, biraz düşündü. Ocak Başkanının pek etkili olacağını sanmış olacak ki:
“Yok, yok dedi, Boynoğlu ile gitmeliyim. O daha etkili olur…” diyor umutla…
“Çok, çok iyi olur!” diyorum.
Biraz da akıl veriyorum, yaramışlık taslıyorum:
“Kimseye söyleme, eğer söylersen Belediye Karakolunda açık bir yer olduğunu, dilekçe üstüne dilekçe verirler. Böylece de şansın azalır… Kazanamazsın sonra…”
Atılıyor hemen:
“Yok! Yok! Söylemem kimseye… Sen de söyleme kimseye. Aramızda kalsın. Ama sen Cemil Bey’e söyle dilekçemi hasıraltı etmesin yeter. Ben İnco İmamı sokacağım devreye…”
İncoğlu dediği Gaziantep Milletvekili ve kentin eşrafından…
Ne diyebilirdim. Umudunu kıramazdım.
“Olur, olur… Sen tasalanma. Bir şeycikler olmaz dilekçene. Ben söylerim Cemil Bey’e…
“Allah senden razı olsun!..”
Ayağa kalktık. Sevinçle ellerime sarıldı. Ellerimi öpmesin diye geri çektim. Sonra kahvenin ocağına doğru gitti. İçtiğimiz çayların parasını vermek istiyordu. Çaycıya işaretle “Alma!” dedim.
Arkasından bakarken beni bir üzüntü kapladı. Biliyorum ki şimdi bu işe girmek için yüzlerce kişi başvurmuştur. Hepsi de torpilini hazırlamıştır… Yine biliyorum ki; Cemil Bey dilekçeyi hasıraltı etmeyecek ama torpili en güçlü olan sınavı kazanacak…19.4.1962
Hayri Balta

MEME SAATİ 8

Eşim ısrar ediyor:
“Yılanların Öcü filmine gidelim!” diye.
Benim de canım çekmiyor değil… Ama cebimde para yok. Bunu anlayan eşim komşudan iki buçuk lira ödünç almış. Getirip bana verirken:
“İllâ bu gün gidelim…” diyor.
Evde üç çocuk var. Üç çocuğa kız kardeşlerim bakacakmış. Eğer bu gün öğle sonu gitmezsek başka zaman gidemeyiz.
Günlerden Cumartesi. Öğleden sonra daireler tatil. Eve yemek yemeğe bile gidemeyeceğim. Eşim beni daireden alarak sinemaya gideceğiz. Uydurabilirse bir şeyler getirecek sinemada yemek için… Karanlıkta yeriz ne olacak…
Bir ara daireden izin alıp ayrılarak bilet aldım. 30 kuruş da borçlandım. Bilet kesen tanıdık çünkü.
Cebimde bir kuruş yok. Sinemacıya vereceğim 30 kuruşu nereden alacağımı düşünüyorum. Karnım da acıktı… Aç acına mı gideceğiz sinemaya diyorum.
“Hani param olsa, diyorum, eşimle birlikte lokantalardan birinde bir yemek yeriz!” diyorum. “Hem de 30 kuruş borumuzu veririz sinemacıya…”
5 liramız daha olsa yeterdi bütün aklımdan geçenlere…Ucuz yollu bir yemek, üstünden de bir tatlı.. Bir de sinemacının 30 kuruşu… Gözü kör olsun yoksulluğun…
Ne yapacağım, kimden para isteyeceğim, diye düşünürken bir taşeron geldi. Köyden kente göçmüş, müteahhitlerin taşeronluğunu yapıyor. Okuma yazması yok denecek kadar az. Köyden kente ilk geldiğinde inşaat işçiliği yapmış. Dişinden tırnağından artırdığı birkaç liranın üstüne babasından kalan birkaç parça tarlasını satmış; böylece taşeronluk yaparak ekmeğini çıkarmaya çalışıyor bin bir zorluk içinde…
Benden, 1960 yılında yaptığı üç okul için bir belge istedi. “Dilekçe vermesi gerektiğini söyledim!”
“Peki!” dedi.
Dilekçe yazdırmaya giderken acıdım haline… Şimdi şu adama iki satır bir şeyler yazıp elinden beş on lirasını alacaklar. Dilekçesini ben yazayım dedim.
Tuttum iki satırlık bir dilekçe yazdım. Çok memnun olduğundan mı, utandığından mı, masamın üzerine madeni iki buçuk lira bıraktı. Bin güçlük çekiyordu “Al!” derken.
“Almam!” dedim. “Huyum değil!” dedim. ”Ben dışarıya gidip gelmeyesin, zorluk çekmeyesin diye yazdım!” dedim. Israr etti, almadım. “Sağol!” diyerek “Dilekçeyi Müdür Bey’e havale ettir gel!” dedim. Sevinçle dilekçeyi havale ettirmeye gitti.
Dilekçeyi havale ettirerek geldi. Dosyasını çıkararak “okulları eksiksiz ve kusursuz yaptığına ilişkin bir belge düzenleyip” verdim kendisine.
Bu kez de elime mahcubiyet içinde bir beş lira sıkıştırmaya çalışıyordu. Yine “Alamayacağımı…” söyledim. “Huyum değildir!” dedim. Ben devletten alıyorum sana yaptığım hizmetin karşılığını…” dedim.
Baktı ki almayacağım. “Sağol!” dedi. Masa arkadaşlarım da kendisine “Almayacağımı…” söylüyorlardı. Bir diğeri de laf atıyordu bana:
“Bu adamcağızı böyle alıştırmışlar, ne suçu var!” diyordu.
Saat birde eşim geldi. “Çocukları nereye bıraktın?” dediğimde; birini bir komşuya, diğer ikisini de ikinci bir komşuya bıraktığını söyleyince: “Yok, dedim adamı kınarlar. Çocukları komşuya bırakıp da sinemaya gidilir mi?” derler…
Eve gittik. Çocukları komşulardan topladık. Derken eşimin bacıları geldi. Çocukları, kız kardeşlerine teslim ettik. Sinemaya gidiyorduk ama biletçiye verecek borcumuz olan 30 kuruş yoktu cebimizde…
Bu durumu bilen eşim yol üstündeki akrabalarından olan Fehime Bacıdan elli kuruş istedi… Onda da yokmuş. O da kendi komşusundan alarak vermiş…
Biletçiye 30 kuruş borcumuzu vererek içeriye girdik. Asıl görmek istediğimiz film “Yılanların Öcü”. O da ikinci film olarak oynuyormuş.
Birinci filmi izleyen eşim asıl görmek istediği filmin yarısına gelince “Kalk gidelim!” dedi. “Niçin?” diye sordum. “Küçük çocuğun meme saati…”
Gerekçesi haklı idi. Ya çocuk meme emmek isterse… O, meme emmek için ağlasın; biz film seyredelim burada, olur mu?
Hemen kalktık. Bizim kalktığımızı görenler de muhakkak “filmi beğenmediğimizi” sanacaklardı… 20.4.1962
Hayri Balta
+
Ne diyeceğimi bilemiyorum Baba,
Neler yaşamışsınız, ne zorluklar çekmişsiniz.
Güzel olan tek şey insanlığınız bozulmamış.
Ellerine sağlık. Gerçekten söyleyecek söz bulamıyorum.
Yener Balta, 17.7.2009
+
Sevgili ve değerli Hayri ağabeyimin yazılarını zevkle okuyorum.
Size teşekkürler, sağlık dileklerimi ve saygılarımı sunarım
Cemil denk E. Albay, 17.7.2009
+
Sevgili Eren Bilge Balta ustam,
Sen ESMA-İ HÜSNA’daki adları, unvanları 47 yıl önce hak etmişsin.
47 bin kere teşekkürler sana.
İyi ki böyle güzel bir Hayri Balta’ymışsın sen. Yoksa geride senden ne kalacaktı ki bize?
Sevgi, saygı…
Fevzi Günenç, 17.7.200 (Bakınız: Sitemizin TAKVİMLERDEN bölümündeki x56 ESMA-İ HÜSNA” başlıklı yazıya…)

KALAYCI VELİ 9

Öğle yemeği için eve gidiyorum.. Veli çevirdi beni. Akyol’da kalaycılık yapar. Esmer, ufak tefek, kısa boylu gencin biri.
Sözü uzatmayalım, konuya girelim:
– Hayri bey bir dakika?
– Buyur!..
– Ne var, ne yok?
– Sağlığın…
Dilinin altında bir şey var. Söylemeye çekiniyor.
– Ne var? Bir şey mi oldu yoksa?
– Dün, dün sen öğle üzeri kahveye girerek bir çay içmiş¬tin. Ben de kahveciye: “Alma!” demiştim ya…
– Evet!
– Sen çıktıktan sonra kahvede oturanlardan biri bana: ” Sende mi komünist oldun?” demesin mi kahvenin için¬de, herkesin önünde…
– Peki sen ne dedin?
– Tartışmak istemedim.
– İyi yapmışsın…
İkimiz de başımızı salladık: “Cık, cık!..” diye.
Ben:
– Bari bilir mi komünistlik, sosyalistlik ne demek?
– Bilir sanırdım. Hattâ bir kere tartışmıştık da bana: “Ben sosyalisttim. Git, istersen beni şikâyet eti!” de¬mişti. Şaştım kahvenin içinde senin hakkında böyle de¬mesine..
“Aldırma, olur böyle şeyler…” dedim Veliye…
İkimiz de başımızı sallayarak ayrıldık.
Komünistliği “Şapka asıp girmek” sanan bir toplumda yaşamak çok zordur.
Ne yaparsın ki yüksek öğrenim görmüş kişiler bile bu anlayışı aşamamıştır…
Bir toplum ki çağının iktisadî doktrinlerinden haber¬siz; o toplumun kalkınmasına olanak var mı?
Taş gibi bir şartlanmışlık içinde bulunan bir toplumda böylesine bir bilgisizlik varken; kalkınmanın itici gücü olan ve sinesinde potansiyel güç taşıyan halkın kalkınma çabasına katkısı ne oranda ola¬bilir?
Her şeye egemenlerin hâkim olduğu bir devlet sağdan soldan yardım alarak varlığını ne zamana değin sürdürecek?..
Hele komünistliği bilsem, hele komünist olsam gam yemem…
Benim gibi yarı cahil bir adam bilse bilse ne bilir? Yapsa yapsa ne yapar?
Bu korku neden? Bu koşullanmışlık, bu baskı neden?
Özetleyeyim mi? Hepsi cahillikten…20.12.1969
Hayri Balta,

LEVHA VERGİSİ 10

Tam akşam yemeğimizi yerken kapı çalındı. Vardım kapıya:
“Kilimci Mehmet Balta saat yedide karakola gelecek!” diye bir kâğıt tutuşturdu Bekçi elime.
Babam, “Arayan kim?” diye sordu.
Bekçinin verdiği çağrı belgesini babama verirken:
“Öyle sanıyorum ki Karakol’dan seni çağırıyorlar baba!” dedim.
Çağrı belgesinde adını okuyan babamı aldı mı bir korku… Derin derin düşünür oldu… Çünkü babam, dericilikten önce kilimcilik de yapmıştı…
“Yahu, korkma be baba! Ölüm yok ya ucunda… Kaçakçı değilsin, katil değilsin… Zaten önemli bir olay olsa böyle çağırmazlar seni. “ dedimse de beni de aldı bir düşünce…
Acaba niçin çağırmışlardı babamı… Hiç de iyi olmuyor birdenbire karakoldan çağrılmak… Babamın karakolluk ne işi olabilir ki…
“Oğlum, diyor babam, yüzlerini görmek istemiyorum yüzlerini… 23 Nisan Bayramında beni bir itti ki bu polislerden biri. Az daha yere düşecektim. Az daha basacaktım küfrü; Hürriyetinin de, Cumhuriyetinin de, Meclisinin de… Bayramının da diyecektim. Bereket sesimi çıkarmadan itilmeyi, horlanmayı sineye çektim. Eşraf takımı rahatça bayram etsin diye biz halk takımını itip kakıyorlar… Odacısı mı, kapıcısı mı, bekçisi mi, polisi mi alt tabakadan geliyor; sonra da bizi beğenmiyor, bize olmaz eziyeti ediyor…”
Babamın, öyle resmî bayramlara gitme gibi bir adedi yoktu. Bu 23 Nisan bayramına da öğretmen olan kızı Aysel’i öğrencileri ile birlikte resmigeçitten geçerken görmek istemişti. Anlattığına göre polisler bu isteğini burnundan getirmişti. Kendisini iterek yere düşürmüşlerdi.
“Baba, sen de korkma bu kadar. Onlar emir kulu. Kendilerine verilen emri uyguluyorlar. Ne yapsınlar…” demiş olsam da babamı sakinleştiremiyorum. Derin derin düşünüp duruyor… “Yoksa beni ittiklerinde içimden geçeni dışarı vurdum da ben farkına varmadım mı yoksa?” diyor…
Rahat rahat yiyemedi yemeğini, rahat rahat uyuyacağa da benzemiyor bu akşam…
Akşamımız bize zehir oldu. Hepimizi düşündürüp durdurdu.
Sabahleyin erkenden “Hayri!.. Hayri!..” diye sesleniyor babam aşağıdan…
Yataktan kalktım. Aşağıya indim. “Ben değilmişim aradıkları Mehmet Polat adında biri imiş… Onun da adını Balta diye yazmışlar. Polisteki dosyaya baktım. Nizip caddesinde kilimci… diyor. Ben Tabakhanede dericiyim. Aradığınız ben değilim. Hem ben levha vergisini verdim.” demiş…
Anladım ki Babam, kalkar kalkmaz karakola gitmiş. Dosyasına bakmış, kaygıdan kurtulmuş…
“Git, bul gel bu adamı!..” demişler. Sanki kendisinin üzerine vazife imiş gibi…
“Peki…” demiş babam…
Bana bunları anlattıktan sonra:
“Gidip bulayım şu adamı…” diyerek kapıyı çekip çıktı…
Gitmiş bulmuş adamı kilim işlerken. “Yahu arkadaş senin yerine beni alıp götürüyorlar. Levha vergisini vermemişsin.”
“Verdim, demiş adam, işte makbuzu…”
Birlikte karakola gitmişler… Durumu anlatmışlar, levha vergisi makbuzunu göstermişler…
Babam sevinç içinde… Çok büyük yükten kurtulmuş gibi… Ben de…
Hayri Balta 26.4.1962
+
Değerli Hayri Ağabeyim,
Ben İnternet konusunda oldukça acemiyim.
Öykülerinizi de zevkle okuyorum. Sağolun.
Şimdilik bilgisayarı evde bırakarak 20 gün kadar Ege yönüne yaz dinlencesi için çıkıyorum. Ancak arada bir internet kahvelerinde sizlerden gelen iletileri okumak isterim…
Saygılar.
Ahmet Bayaz, 25.7.2009

MUZURDAN KES 11

İşini olumlu olarak sonuçlandırdığım bir vekil edenim, tutturdu, “İlle de seni bir eğlence yerine götüreceğim…”
Her ne değin “Ben içki içmem, gece hayatını sevmem, Islah-ı nefis ettikten sonra bu gibi yerlere, gitmedim!” dedimse de, dinletemedim. “Gitmezsen küserim!” deyince arkasına düşüp gittim.
Dedeman Otelinin yakınlarında bir yere gittik. Işıklı reklâmlarla okuyucuların, komedyenlerin, dansözlerin adı yanıp sönüyordu girişte. Kırmızı renkli halılar üzerinde dar bir koridordan yürüyüp geçtikten sonra salona girdik…
Salonda loş bir ışık vardı. Anlaşılan aydınlıktan korkuyorlardı. Herkes birbirini görüp tanısın istemiyorlardı.
Duvarlarda dizili aplikler, kırmızı-mavi ampullerle ışıklandırılmış koridorda garsonlar bizi göre kapı aldılar.
Garsonların davranışından vekil edenimin buranın devamlı müşterilerinden olduğunu anlıyorum.
Öne doğru yürüdüm. Sahnenin tam karşısındaki bir masaya oturmak istedim. Garson önüme geçti. “Burası, rezervasyon!” dedi. Sonradan öğrendim ki, “tutulmuş” demekmiş.
“Öyleyse şu masaya geçelim!» diyerek yandaki masaya yöneldim.
Garson, ezile büzüle “Orası da rezervasyon!» demesin mi?..
Ben de “Rezervasyon olmayan bir yer göster bari…” dedim.
Garson bizi köşede, sahneye yakın bir yere buyur etti…
Salona baktım, arka sıralar dolmuştu. En arkada ise localar vardı. Orada erkeklerle kadınlar fıkırdaşarak içki içiyordu.
Vekil edenime sordum “Bunlar ne yapıyorlar orada?”
Dedi bana: “Konsomasyon yapıyorlar…”
Konsomasyonun ne demek olduğunu sormaya utandım. “Bir avukat bu ka¬dar bilgisiz olamaz!” der diye korktum.
Derken ön sıranın izleyicileri geldi. Kapıdan görünür görünmez garsonları bir telaş al¬dı, ceketinin düğmesini ilikleyen garsonlar iki kat olarak yeni gelenlerin önüne düşüp oturacakları yerleri gösteriyorlardı. Kendimi ikinci sınıf vatandaş gibi hissettim garsonların onlara gösterdiği saygıyı görünce…
Vekil edenime sordum: “Kim olduklarını bilmediğini…” söyledi.
Yanımdan geçen garsonlardan birini çağırdım, el işareti ile… Eğildi, kulağını ağzıma dayadı. “Kim bunlar?” dedim. “Bunlara Holdingciler diyorlar… Bunlar hemen hemen her gece gelirler…” dedi.
Garsonlar döner merdiven üzerinde imişler gibi ellerinde geniş tepsiler bir gidip bir geliyor¬lardı. Holdingciler tepsiler içinden seçip seçip alıyorlardı beğendiklerini. Ne kadar da pisboğazmış meğer bu herifler…
Hepsine on tabak yiyecek yeterken her biri kendisi için on tabak yiyecek alıyor. Tam Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma şiirindeki gibi… Aksırıncaya kadar, tıksırıncaya kadar yiyecekler anlaşılan… Ne mi¬denin hacminden, ne sindirim sisteminin kapasitesinden, ne de sinir sistemlerinin direncinden haberleri var.
Salon loş ışıklar nedeniyle göz gözü zor görebilirken, sahne alabildiğine aydınlık. Önce halk müziği sanatçıları çıktı. Ön masadaki holdingciler bütün sanatçılara eşlik ediyorlardı. Sanki arkadaşlarmış gibi aralarında bir iletişim vardı. Şarkılar holdingciler için söyleniyordu. Kadehler sahnedeki sanatçılar için kalkıyordu. Alkışlar, kahkahalar, bravolar gırla gidiyordu. Kafalar tütsülendikçe salon kendinden geçiyordu. Çiçek gönderene mi bakarsın, şampanya açtıranlara mı, köpük saçtıranlara mı?
Derken sahneye oryantal bir dansöz çıktı. Eğer göğüslerinde ve kalçalarında sarkan parlak pullar olmasaydı; karşınızda denize girecek çıplak bir bayan var sanırdınız. Küçük küçük sutyenler, önünde bir incir yaprağı… Işıklarda renk renk parlayan pullar arasında bütün muzurluğu ile dansöz insanın gözünü alıyordu.
“Bravo!” diyorlar. “Fon dip!” diyerek dolu bardakları “Gürp!” diye mideye indiriyorlardı. Bu arada sahnedeki dansöze kaşla gözle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Sahnedeki dansöz onların gizlide söylediklerini açıklıyordu: “Keseceğim, keseceğim… Merak etmeyin…”
Bir alkış, bir alkış… Kıyamet koptu kopacak sanki… Ne demekse hep birden, koro halinde, “Muzırdan kes! Muzırdan kes!» diye bağrışıyorlar. Bir gülüşme, bir kahkaha tufanı kopuyor. “Muzur” sözcüğünden etkilenip birbirine sarılıp öpüşenler de var… Muzur sözcüğünü duyunca kendinden geçenler de…
Dansöz, önüne doğru elini yaklaştırıyor. Kestim, keseceğim derken, kesmekten vaz geçiyor. Fıkır fıkır gülerek, sahnede dönmeye başlıyor. Orkestra kendisine eşlik ediyor. Parmaklarındaki ziller şıkırdayıp duruyor. Gözler kendisini izlerken, kendisi fıkırdayıp dönüyor… Topuklarını döven saçlarını bir öne bir arkaya atıyor…
Yine geliyor sahnenin önüne. Orkestranın davulu zillerle birlikte “Güm!” deyince, kendisi kalçası ile “küt!” diye sağa vuruyor; bir dörtlük sustan sonra orkestranın davulu zillerle birlikte yeniden, güm diyor. Dansözün kalçası bu kez sola doğru “Küt!” diye savruluyor.
Bir dörtlük sus sırasında salon ayağa fırlıyor. “Kes, kes!” diye bağrışıyor. Kendisi göbeğinin altında bir yeri göstererek, “Şurdan mı?” diyor. “Hayır!..” nidaları salonu çınlatıyor… “Hayır, daha aşağıdan, muzurdan kes!” diyorlar.
“Muzur” sözcüğü geçince salon¬da bir alkış kopuyor. Sahnedeki çalgıcılar arasında bir gülüşmedir gidiyor.
Oryantal dansözümüz patinaj yaparmış gibi çıplak ayakları ile sahnede bir o yana, bir bu yana, parmaklarındaki zilleri şıkırdatarak kayıp duruyordu. Gözleri ile holdingciler arasından yolacak bir kaz arıyordu. Holdingciler varken başkasına ne gerek vardı…
Sık sık sahnenin önüne holdingcilerin karşısına geçiyordu. Baterinin davula ve zillere birlikte vuruşu ile o da kalçasını sağa sallarken göbeğini sola atıyordu. Kalça vuruşları ile davula eşlik ediyordu. Arada bir holdingcilerin masasının tam karşısına geçip, “Keseyim mi?” diyordu. Elini göbeğinin hizasına getirince salon hep birden bağırıyordu: “Kes, kes!..”
Bu arada holdingciler ayağa fırlayarak sutyeninin arasına para sıkıştırmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Para sıkıştırma yarışı bittikten sonra dansöz neşeleniyor ve eliyle göbeğini göstererek “Şuradan keseyim mi?” diyordu. Salondakiler “Hayır, hayır daha aşağıdan!” diye bağırıyordu. Elini aşağılara doğru indirirken salondakiler hep birden ayağa fırlayarak kendilerinden geçmişçesine “Muzurdan kes!” diye bağırışınca sahnede çalanlar, salonda oturanlar, localarda fıkırdaşanlar çocuklar gibi ellerini çırpıyorlardı…
Dansöz parmaklarındaki zilleri şıkırdatarak buzda kayarmış gibi dönüp duruyor. Ka¬dehler kalkıyor. Kahkahalar atılıyordu. Nedense. Dansöz bir türlü muzurdan kesmeye yanaşmıyordu. Herkesi merak içinde koyuyordu ne zaman kesecek diye… Sahnede şıkır şıkır kalçalarını ve göbeğini oynattıktan sonra sahnenin önüne geliyor, duruyor ve soruyor: “Keseyim mi?”
Salondakiler kafayı çekmiş. Kendinden geçmiş. “Kes, kes!” diye haykırıyordu. Dansöz elini muzurâ doğru getiriyor. «Şuradan mı?» diye soruyor. Salonda bir sevinç, dansözün muzuru bulduğuna seviniyorlar; “Kes, kes muzurdan kes!” diyorlar. Tam muzurdan kesecekken salondaki ışıklar sönüyor. Sönmesi ile yanması bir oluyor. Dansözün muzuru nasıl kestiği görünmüyor…
Alkışlar, alkışlar, muzur kesildi diye… Muzur karanlıkta daha iyi kesildi anlaşılan. Bizimkiler seviniyorlar; yiyip için eğleniyorlar, muzur kesilince keyifleniyorlardı…
İzninizle bu kepazeliği daha fazla anlatmayayım, burada keseyim.
Hayri Balta, Özgür Gaziantep 19.11.1986
+
Baba
Çok sevimli bir öykü olmuş, gülümsüyor insan okurken…
O ortamı öyle güzel anlatmışsın ki kendimi orada sandım, ellerine sağlık.
Yener Balta, 6.8.2009
+
İşte eğlencemiz, işte zevkimiz.
Saygılarımla.
Yalçın Efe, 6.8.2009
+
BİR AN’I 12

(Hüsniye Şanlı’dan bir küçük öykücük…
Küçük mü küçük
İçerik bakımından
Sanat açısından
Büyük mü büyük…

İçten mi içten,
Sıcak mı sıcak
Bakalım kim okuyacak…
HB.)
+
Hava soğuktu. Bu çay bahçesinde ilk defa başbaşaydık. Elini belime doladı. Sıcak¬lıklarımız birbirine karışmıştı. Doğruldu, da¬ha sıkı sarılıp kendine doğru çekti beni. Bir kuş gibi havalandığımı, dudaklarına değdi-ğimde ise tüm varlığımın varlığına aktığını hissettim. Ona bu kadar yakın olmak… Kal¬bim duracaktı. Yalnızca bir öpücük… Ani¬den elini çekti üzerimden. Bana bakmıyor¬du bile. Cebinden çıkardığı bozuk paraları masaya fırlattı ve gitti. Kalakaldım. O kadar canım yandı ki… Yalnız kaldığımı fark eden çaycı elinde tepsi, yüzünde o utanmaz gü¬lüşle bir çırpıda masanın yanında belirdi. Göz göze gelmemeye çalıştım. Belimden kavrayıp diğer bardakların yanına koydu be¬ni. Mutfağa gidiyorduk. Önce temizleyip parlatacak sonrada bir başkasının avuçları¬na sunacaktı beni.
Hüsniye Şanlı. ÖYKÜ TEKNESİ SAYI: 10. s. 71

ALLAH’IN İŞİNE BAK! 13

Bu yıl yurdumuzda kuraklık var. Aynı şekilde ilimizde de… Karın, yağmurun yağmaması insanlarımızı düşündürüyordu. Havalar hep ayaz gidiyordu. Halk bütün ülkede olduğu gibi ülkemizde de karlı yağmurlu bir kışı dört gözle bekliyordu…
Komşumuzda düğün vardı. Çok neşeli bir toplulukla gelin getirilmiş şanlı şatafatlı bir düğün yapılmıştı. Çalındı söylendi, oynandı, gelinle güveği gerdeğe girdikten sonra ortalıkta gece yengelerinden başka kimse kalmadı.
Aynı gecenin sabahında komşumuzdaki çoktan beri yatalak bir yaşlı kadın son nefesini vermişti. Bir tarafta düğün şenliği; diğer tarafta ölüm sessizliği.
Tesadüf bu ya aynı geçe bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmasın mı? Çörten çörtene girdi. Yağan yağmur dereleri suya boğdu. Nerdeyse ortalığı sel basacaktı. Yağmur yağdı diye halk bayram yapacaktı…
Dünya hali bu. Bir gece kimileri dünya evine giriyordu. Kimileri ise dünyadan göçüyordu. Tesadüf bu ya aynı gece de çoktandır yağmayan yağmurun yağası tutuyordu. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Ama insanoğlu bir tuhaftı. Bu tesadüfü Allah’ın takdirine bağlıyordu.
Ölü evine giderken düğün evinden çıkan gece yengesi bizim hanıma:
“Gördün mü gelinin göbeği nasıl da suluymuş; gerdeği girdiği gece yağmurdan boşanırcasına yağmur yağdı… Ne kutlu bir gelinmiş!”
Ne desin bizim hanım. Tesadüf dese gece yengesinin aklı karışırdı…
Ölü evine vardık. Hanım ölü evine girdi. Biz ise dışarıda ölünün yıkanıp hazırlanmasını beklemeye başladık. Kapının önünde, duvarın kenarında sıra halinde oturuyorduk…
Beni Allahsız bilen biri yanındakine şöyle diyordu benim de duyacağım şekilde:
“Allah’ın ne tatlı bir kulu imiş… Toprağı hatırına bol bol yağmur yağdırdı.”
Sonra da bana döndü. “Öyle değil mi komşu?” dedi. Ağzımdan çıkan sözü merakla bekliyordu. Kendi anlayışına aykırı bir söz söylesem bunu aleyhimde kullanacaktı. Sesimi çıkarmadım. Kendisine hak verircesine başımla onayladım.
Ancak aklımdan şu düşünceler gecmedi değil. Niçin Allah yağmur yağdırmak için bir gelinin gerdeğe girmesini, bir yaşlı kadının ölmesini beklesin…
Hayri Balta, 4.3.1962

GALOŞ DAVASI 14

Haklarında “Görevli memurlara mukavemet”ten kamu davası açılmıştı. İkisi de sanık sandalyesinde yerlerini almıştı. Sanıkların yaşlı ve hasta oldukları ilk bakışta anlaşılıyordu.
İlk olarak yaşlı kadın ifade veriyordu:
“Sayın Yargıcım, solumdaki sanık benim kocam olur. Kendisi 65 yaşındadır. Kalp hastasıdır, raporlu olduğu için ilaçlarımızı parasız alırız.
Olay günü aspirin ilacımız bitmişti. Biz Ankara’nın MESA semtinde otururuz. Gidelim hastaneden aspirin ilacı alalım dedik. Ama iki araçla gelip gitmemiz gerekir. Önce MESA’dan Ulus’a; sonra Ulus’tan Dışkapı SSK Hastanesine…
Kocam kalp hastası olduğu için yalnız gönderemiyorum. Yanında benim de olmam gerek. Çünkü ne muayene kuyruğuna, ne ilaç kuyruğuna, ne de imza kuyruğuna girebilir.
Hastaneye gelinceye kadar iki araç değiştirdiğimiz için tam 42 bin lira verdik. Hastaneye geldik. 2. kattaki 1. Dâhiliyeye gideceğiz. Bu adam bize “Galoş almalısınız!” dedi.
İlk olarak duyuyorum. Galoş ne demek? Bize “Siz, ne anlayışsız adamlarsınız be!” demesin mi… Cahilliğine bağladım, ses çıkarmadım. Galoş dediği ayaklarımıza geçireceğimiz ince plastik torbaları göstererek “Tanesi 10 bin lira” dedi. Çaresiz 20 bin lira vererek iki çift aldık.
Uzatmayayım, yukarı çıktık. Doktor, kocamı muayene bile etmedi. Çünkü raporlu kalp hastası olduğunu biliyordu. Kocam “Diğer ilaçlarım var. Sadece aspirin kalmadı.” deyince tuttu bir kutu aspirin yazdı.
Dayanamadım: “Doktor Bey, uzak yerden geliyoruz. Zaten raporlu… Hiç olmazsa üç kutu yaz!” dedim.
Doktor bana “SSK’den genelge var 10 günlükten fazla ilaç yazılmayacak. 10 günlük dozu aşan ilaç yazarsam hakkımda soruşturma açılır..” deyince kafamın tası attı. Eller ne dolaplar döndürüyor, bize gelince iki kutu aspirin çok görülüyor.
Doktordur, yine işimiz düşecektir, diye sesimi çıkarmadım. Gittik ilaç kuyruğuna. Galoşları ayağımızdan çıkarıp attık. Zaten galoşlar bizi gülünç duruma düşürüyordu. Herkes bize bakıp gülüyordu. Girdik kuyruğu. Kuyruk da bir uzun ki, bekle babam bekle… Zaten canımız burnumuzda… Can alıp can veriyoruz. Bir de ilaç kuyruğunda saatlerce ömür tüketip çile çekiyoruz.,..
Eczacı hanım reçetemizi alıp baktı. “Muayene parası yatırılmamış!” dedi. “Ne muayenesi, doktor bizi muayene etmedi ki…” dedimse de dinletemedim. Haydi, vezne kuyruğuna… Bir süre vezne kuyruğunda da bekledik. 22 bin lira da muayene ücreti yatırdık. Altı üstü bir kutu aspirin alacağız.
Neyse uzatmayayım, döndük yeniden eczane kuyruğuna Yeniden kuyruğa girdik, bekle babam bekle.. En sonunda sıra bize geldi. Eczacı hanım bu kez de “Doktor, sizin raporun tarih ve numarasını yazıp imzalamamış.!” demesin mi… Neye uğradığımı şaşırdım. Az daha deli olacaktım.
Hadi babam, yeniden dâhiliye servisine… Tam kapıya geldik. Bu adam “Galoş almadan yukarı çıkamazsınız!” demesin mi… “Be herif şimdi de galoş diye mi para çekiyorsunuz bizden. Biraz önce aldık. Dışardan gelmiyoruz. Hastanenizde geziyoruz. Mikrop varsa ayaklarımızda sizin mikrobunuz.” dedim.
Bana “Uzatma, galoş almadan yukarı çıkamazsınız!” diyerek düşümden itip beni düşürdü. Kocam benim yere düşmeme dayanamadı. O kalp hastalığına bakmadan “Ulan galoşçu karımı nasıl itip yere düşürürsün?” deyerek yaratana sığınıp buna bir tane patlattı. Kocam az daha kalp krizi geçirecekti… Bereket bir şey olmadı.
Bunları görünce dayanamadım, ben de yerden kalkar kakmaz “Ulan galoşçu kırk yıllık kocam bile bana bir fiske olsun vurmadı. Sen nasıl vurursun? diye çantamı kafasında parçaladım. Bunun üzerine tutup bizi karakola oradan da buraya getirdiler. İşte olay böyle oldu Sayın Yargıcım…
Biz doğrudan eczaneye gidip aspirin alsaydık 22 bin lira verirdik. Ama şimdi yol parası, galoş parası, muayene ücreti, olmak üzere tam 64 bin lira verdik. Nerdeyse üç misli… Elimize ilaç geçmediği gibi soluğu da mahkemede aldık.
Aslında dayak bunun hakkı değildi. Aslında dayak bizleri bu duruma düşüren yöneticilerin hakkı idi. Onlara ulaşamayacak kadar bizden yukarda oldukları için dayağı bu adam yedi.
Artık ne ceza verirseniz verin… Zaten bizi yaşamımız ceza çekmek gibi bir şey. Aslında cezayı bize değil; bizleri bu duruma düşürenlere vermeniz gerek.
Yargıç, sanığın sözlerini kesti. Duruşmaya ara verdi. “Bir kahve içiminden sonra kaldığımız yerden yeniden başlarız!” diyerek odasına geçti.
Anlaşılan yargıç bu adaletsizlik karşısında nasıl adalet dağıtacağına karar veremiyordu.
Hayri Balta. 9.5.1995
GAZİANTEP GECESİ 15

6 Şubat Gazİantep’e Gazilik sanının veril¬diği gün. Her yıl bugün biz Ankaradaki Gaziantepliler Gaziantep’in Gazilik Gecesini Kutlamak amacı ile bir araya geliriz. Kafayı çeker, söyleşir, hasret gideririz…
Bu yılkı Gaziantep Gecesi Dedeman Otelinde Avizeli Salonda yapılacaktı. Yarım saat önce vardım ki bütün masalar kapatılmış. Baktım, sahnenin karşısında, pistin yanında bir masa boş. Hemen oraya yöneldim. Garsonlar önümü çevirdi: “Burası protokol!” dediler. Masada duran, protokol yazılı pankartı gösterdiler. “Ben de protokolüm!” deyince garsonlar geri çekildiler…
Geceyi düzenleyenler de bir şey demediler. Böylece biz, protokoldan olmadığımız halde, protokol masasına kurul¬muş olduk.
Az sonra protokol denen kişiler geldi. Ta¬şar, Akçalı, Pehlivanlı, Keçiören Belediye Baş¬kanı Gökçek gelip yerlerine oturdu. SHP’den de Osmanoğlu vardı. Hemen yanımız da da eski AP senatörü Mehmet Kılıç …
Benimle birlikte gelen çağrılım: “Baştürk aynalı salonda, haberin var mı?” deyince he¬men fırladım. Baştürk’ü görmek istedim. Baştürk, 10 yıl çalıştığım Genel İş Sendikasının Genel Başkanı idi. Aynı zamanda da DÎSK’in… Bana iş vermişti. Densizlerin, bütün baskılarına kar¬şın da beni işten atmamış, korumuştu…
Aynalı, salona geçerken önüme biri çıktı.
“Beni tanıdın mı?” dedi.
Baktım, tanıyamadım. Hatırlamaya çalıştığımı görünce:
“Nasıl hatırlamazsın! Amerikan Hastanesinde birlikte çalışmıştık!” deyince anımsadım.
Evet! Bir dönem geçici işçi olarak bahçe işlerinde çalışmıştı. Aradan yirmi beş sene geçmişti. Ben karşımda; gencin yaşlanmış oluşuna bakarken o derdini anlattı…
“Ben komiserim. Daha üst bir göreve geçmek isterim. Ancak bana, git bir kart getir!” diyorlar.
“Duydum kî Hasan Celal Güzel, Gaziantep Gecesine gelecekmiş. Senden ricam, şu Hasan Celal Güzel’den bana bir kart al!” diyerek Hasan Celal Güzel’i gösterdi…
Gösterdiği: yere baktım. Gerçekten da Hasan Celal Güzel resepsiyonda telefonla konuşuyordu. Arkasında bir koruma görevlisi, dikkat kesil¬mişti.
Gaziantepli komisere:
“Arkadaş, ne Hasan Celal Güzel beni tanır nede ben Hasan Celal Güzeli… Ancak değil m benden yardım istiyorsun. Dur şu telefon konuşması bitsin.. He¬men önünü keselim. Biz Gaziantepliyiz, diye¬lim. Şu şu sorunumuz yar, yardımını, ilgini bekliyoruz!” diyelim, deyince komiser hemşerim sevindi.
Az sonra Hasan Celal Güzel telefonu bıraktı, hızla dışarı çıktı. Taksiye atlayıp gitti? İkimiz de şaşırıp kaldık.
Komiser, “Bak şu tersliğe, tam da yakalamıştık. Elimizden kaçırdık!” deyince kendisini teselli ettim.
“Devlet adamı¬dır. Önemli bir işi çıkmıştır. İşini bitirir bitirmez döner gelir, bekleyelim! Nasıl olsa gelecek. Bu gün Gaziantep gecesi.. Geceye gelmeli. Sen şurada bekle.. Gelip yukarı çıkınca Avizeli salona gel. Masasında kendisini ziyaret eder, derdimizi yine söyleriz!” dedim. Özür dileyerek kendisinde ayrıldım. Aynalı salona geçtim.
Aynalı salonda Çağdaş Gazetecilerin yemeği varmış. Dernek üyeleri çağrılmış. Koca salona girdim, Baştürk’ü aradım. Baktım o da pistin hemen yanında bir masada… Yanında DİSK Gene! Sekreteri Fehmi Işıklar da var. Baştürk beni görünce ayağa kalktı. Öpüştük, tokalaştık, ayak¬üstü dertleştik.
Bu arada Cumhuriyet’ten Ekmekçi geldi. Biraz da onunla dertleştik. Bu ara¬da ben de masadaki diğer tanıdık sendikacılarla konuşma olanağı buldum. Ama onlar bana Hasan Celal Güzel’den yakındılar. “Siz Gazianteplilerin hepsi böyle sinirli misiniz?” dediler
Meğer Çağdaş Gazeteciler Demeğinde Onur ödülünü Baştürk’e vermeyi kararlaştırmışlar. Ödülü de Aziz Nesin verecekmiş. Aziz Nesin ödülü Baştürk’e verirken bir konuşma yapmış. Konuşmasında “Bu ödülü vermesi gereken Çalışma Bakanı olmalı idi!..” deyince salonda bir gülüş-medir gitmiş.
Hani Çalışma Bakanı DİSK’çiler için «Kafası kopasıca Sendikacılar!» demişti ya. İşte Aziz Nesin bunu anıştırmak istemiş.. Bunun üzerine Hasan Celal Güzel öfkelenmiş Hemen ayağa kalkmış ve salonu terk etmiş. Giderken de: “Benim bulunduğum yerde Aziz Ne¬sin böyle konuşmamalı idi!..” demiş.
Ne diyeceğimi taşırdım. Bir devlet bakanının bir gülmece yazarının esprisine böylesine öfkelenmesine bir anlam veremedim “Hasan Celal Güzel’in tutumundan dolayı beni niçin suçluyorsunuz!” dedim. Gülüştük… Bu arada Baştürk de Ekmekçi ile olan konuşmasını bitirmişti. Geldi, yerine oturdu biraz daha söyleştik…
Aynalı salondan Gaziantep Gecesinin yapıldığı avizeli salona doğru giderken baktım hemşeri komiser Hasan Celal Güzel’in dönmesini bekliyor hâlâ… “Halâ bekliyor musun?” diye sordum.
“Yarım saate kadar dönmezse gitmek zorundayım abi!” dedi.
Ben de,
“Hasan Celal Güzel sinirlenmiş, salonu terk etmiş. Bir eşref saatinde yakalasak iyi olur.” deyince bizim komiser şanssızlığına bir daha yandı. “Kısmet, iş olacağına varır… Yahu kardeşim ANAP’tan kart götürmeyince seni kendilerinden saymıyorlar. Ne yapacağımızı şaştık!” dedi.
Ne ise, Avizeli salona geçtim. Protokolde yerimi aldım. Daha önce gelip yer kapatmış olanlar benim protokolde oluşuma şaşıyorlardı.
Tanıyanlar Gaziantep usulü, “Nasıl olup da protokolde yer aldığımı” soruyorlardı. Ben da onlara Gaziantep usulü gülerek yanıt veriyor¬dum. Böylece kadehler kalkıp kalkıp iniyordu… Gaziantep Yemekleri, sıra ile masada, yerlerini alıyor, kısa zamanda da mideye gidiyordu.
Bu arada Tolga Han dans grubu sahneye çıktı.. Disco müzik eşliğinde dans yapmaya başladılar… Altı tane gencecik taze. Anadan üryan desen yeri var. Vücutlarının bütün muzır organları bütün muzırlığı ile görünüyor. Tümden çıplak çıkmış olsalar böylesine etkileyici olmazdı. Yaptıkları danslarla cinsellikleri daha etkileyici oluyordu.
Bu arada Hasan Celal Güzel de geldi. En ön masada protokolde yerini aldı. Eğer protokoldeki arkadaşları ayağa kalkmasaydı kimse geldiğinin farkında olmayacaktı. Çünkü herke¬sin dikkati piste disco yapan genç kızlarda idi.
Programı biten Tolga Han dans grubu alkışlarımızla değişik bir müzik eşliğinde deği¬şik giysilerle ve değişik dansları ile yeniden gösteriye başladı. Muzır yasasını çıkarıp uygulavan ANAPiılar da yarım metre uzaklıktan bu dansçıların bütün muzırlıklarını, muzırlık var mı yok mu, diye yakından inceliyorlardı.
Eğer bu arada bizim hemşeri komiser gelseydi imkânı yok protokole gidemezdik. Bütün salon bizi ayıplardı. Bizzat protokoldekiler: “Yahu sırası mı şimdi torpilin, kartın… Görmüyor musun, görev yapıyoruz. Muzır yasasına aykırılık var mı yok mu onu inceliyoruz!..” deyeceklerdi. Belki de yasama görevlerine engel olduğumuz için Savcılıkta ifade vermek zorunda kalacaktık.
Disco müzik eşliğinde yapılan Avrupai danslar benim de aklımı başımdan aldı. Kadehler, anadan üryan dansçılar şerefine kalkıp kalkıp iniyordu. Her dakika kalkan kadehler ve içindekiler havada dans bile dans ediyordu…
Anadan üryan dansçılarımızın gösterileri bitti. Ama bizim alkışlarımız bitmedi. Bitmedi ama onları yeniden piste çıkarmaya da yetmedi. Keklik gibi Önümüzden yalın ayaklarla zıplaya seke, çekilip gittiler, bir daha da görünmediler.
Boşluğu Muazzez Abacı’nın salona girişi doldurdu. Muazzez Abacı’nın saz arkadaşları sahnede yerini aldı. Tanınmış sanatçı güzel şarkılarını kendisine özgü üslûpla okumaya başladı. Bu arada okuya okuya da tam Hasan Celal Güzel’in karşısına geldi. Muzip bir foto muhabiri de Hasan Celal Güzel’le Muazzez Abacı’yı denk getirip fotoğraf çekmek isterken bunu yalnızca Muazzez Abacı far*ketti.
Programını yarı keserek foto muhabirini piste çağırdı. Öyle ki masalar arasından foto muhabirini yakalamak istercesine koştu. Foto muhabirini aldı, piste getirdi, “Öyle gizli çekeceğine gel açıktan çek!” diyerek Hasan Celal Güzel’e fotoğraf çektirmeyi önerdi..
Siz Bakan olsaydınız yapardınız? Gecenin şenliğine şenlik katardınız. Hoşlanmazsanız da gecenin neşesini bozmamak için Muazzez Abacı’nın isteğini yerine getirirdiniz. Çünkü Muazzez Abacı gizliliği ortadan kaldırmak istemiş fotoğraf olayını dostluk ortamı içinde yansıtmaya çalışmıştı. Ne var istediği gibi olmadı. Hasan Celal Güzel, eşini de önüne katarak salonu terk etmeye başladı. O neşeli Gaziantep topluluğu neye uğradığını şaşırdı. Protokola yakın masada olmayanlar ne olup bittiğini anlayamamışlardı. Ama bir soğuk rüzgarın estiğini fark etmişlerdi.
Olay kulaktan kulağa en arkadaki masalara değin ulaştı. ANAP’İı olanlar başlarını yere eğerek suskunlaşmaya başlarken ANAP’lı olmayan Gaziantepliler ortamı yeniden neşelendirmeye Muazzez Abacı’nın açıklamalarını ANAP’lılar sessizce izlerken Anaplı olmayan Gaziantepliler çılgınca alkışlıyorlardı. SHP milletvekili Osmanlıoğlu’nun sağ elindeki tespihi ile Muazzez Abacı’ya alkış tutması görülmeye değerdi. Eski AP senatörü Mehmet Kılıç da kadehini bana göstere göstere sevindiğini belli etmeye çalışıyordu. Ben de kadehimi kaldırarak ilk defa AP ile Doğru Yolda birleşiyordum.
Geceyi düzenleyenler Hasan Celal Güzel’in arkasından koştular. Çoğu ne olup bittiğini bilmiyordu. Anlamaya çalıştılar. Ne var ki Hasan Celal Güzel açıklama yapmaya yanaşmıyordu. Anlaşılan, bir okuyucu ile fotoğrafının gazetelerde çıkması ile oy kaybedeceğinden korkuyordu. Bu nedenle de salonu terk ederken yöneticilere: “Yaptınız yapacağınızı!..” diyordu.
Hasan Celal Güzel’in bu sözleri üzerine geceyi düzenlemiş olanlar da birbirlerinin yüzüne gözüne bakıp ne yapmaları gerektiği konusunu araştırıyorlardı. Onlar da şaşırmışlardı, eğlenmeye gelen Gaziantepliler de:.
– Ertesi gün gazeteleri izledim. Hasan Celal Güzel’in Çağdaş Gazetecilerin toplantısını terk edişini Aziz Nesin’in konuşmasına değil de Gaziantep Gecesine: katılmasına bağlıyordu. Gaziantep Gecesine katılmak için salonu terk ettiğini yazıyordu. Yoksa Aziz Nesin için salonu terk etmiş değildi…
Ne var ki Gaziantep Gecesi’ni niçin yarıda bırakıp çıktığı konusunda bir açıklama getir¬miyordu..Çünkü Gazeteciler bu olayı bilmiyor¬lardı. Bu nedenle de bir açıklama getirmiyorlardı.
Bir Gaziantep Gecesinde Hasan Celal Güzel’in programın en neşeli yerinde salonu bırakması ile kimsede neş’e kalmadı. Herkesi bir düşünce aldı. Bir kısım ANAP’lılar da salonu boşaltınca geriye kalanların da neşesi kaçmaya başladı. Bir de baktım salon boşalmış..
Bizim Gaziantep’ti komiserin durumunu merak ediyorsunuzdur elbet. Bizim Gaziantepli komiser hemşerimizin bileti olmadığı için Avizeli salona giremeyince çekip gitmiş…
Hayri Balta, Özgür Gaziantep, 24.2.1987

CANLIYI CANLIYA… 16

Pazar günü evde, sobayı yakmış, koltukta ısının verdiği tatlı bir uyuşukluk içinde derin düşüncelere dalmıştım. Koltuğumun dibinde uyuklayan kedinin mırıltısı ile yanan kütüğün ara sıra çıkardığı çıtırtı ve alevlerin pofurtusundan başka ses duyulmuyordu.
Yaşamak güzeldi, dinlenmek güzeldi; hele düşünmek çok, çok daha güzeldi…
Bu sırada bir fındık faresi çıktı ortaya. Burnu ilerde bıyıklarını oynatarak, kulaklarını ve başını sağa sola çevirerek bir süre ortalığı dinledi…
Yavaşça ilerleyerek ve de çevreyi dinleyerek sobanın yanında duran odun sandığının yanına geldi.
Koltuğumun dibinde uyuklayan kedi fındık faresini görünce ne yapacaktı acaba?
Ses çıkarmamaya çalışarak eğilip kediye baktım. Gördüm ki kedi fareyi görmüş, sinir krizleri geçiriyordu. Bıyıkları anten gibi dönüp duruyordu.
Fare, kedinin varlığını hissettiğinden olduğu yerde donup kalmıştı. Korkusundan olduğu yerde sallanıp duruyordu. Kedi ön ayaklarını karnının altına çekerek sıçanın üzerine atılmaya hazırlanırken; sıçan, birdenbire üzerime atladı. Kedi de arkasından… Kedi fındık faresini yakaladı ama tırnakları ile de döşümü tırmaladı.
Kedi şaşırmıştı ama avından da vazgeçecek gibi değildi. Yakaladığı fındık faresi ile döşümden aşağı atladı. Şoka uğramış olan fındık faresini bir yakalayıp bir bırakıyordu. Sağ eli ile kaçması için yokluyordu; fare kaçar gibi olunca yeniden yakalayıp bir süre ağzında dolaşıp duruyordu ve bundan da büyük bir zevk alıyordu.
Ben bir parça pamuğu tentürdiyoda bastırıp döşümdeki tırnak çiziklerini tedaviye başladım.. Kedi artık yorulup bitmiş olan farenin icabına bakmak için bardak arasına kaçtı…
Benim de aklıma şöyle bir soru takıldı:
“Ey yüce Rabbim! Canlıyı, canlıya canlı canlı yem etmek senin şanına yakışır mı?”
Hayri Balta, 4.3.1962

EKMEKÇİ ve KÖYLÜ 17

Öğle üzeri ekmekçinin önündeyim. Ekmekçinin önü kalabalık. Ekmekçinin önünde büyükler de var küçükler de… Hepimiz fırından çıkacak ekmeği almak için bekliyoruz.
Çocuklar fırından her ekmek çıkışında “Ammi bana!.. Ammi bana!..” diye bağrışıp duruyordu. Bazı gözü açıklar da ne yapıp yapıp, sırası olmadığı halde, ekmeği alıp kalabalık arasından sıyrılıp çıkıyordu. Biz ise çiseleyen yağmuru yiyorduk ekmek almayı beklerken…
Aramızda köylerine dönecek olan iki de köylü var. Biri kalabalığın arasında diğeri biraz geride… Kalabalığın arasında ekmek almayı bekleyen köylü ekmekçiye:
“Acı ağam bizi sav da gidelim!. Yola çıkacağız… Yolumuz uzak… Geç kalmayalım!..”
Ekmekçi:
“Peki çıksın da vereyim!” dediği halde bir türlü ekmeği köylüye veremiyordu.. Çünkü “Ammi bana!.. Ammi bana!..” deyen çocuklar elindeki ekmeği kapıyordu.
Ekmekçi, kalabalığın ısrarlı isteğinden, şaşkına dönmüştü.. Bu nedenle istediğine ekmeği veremiyordu. Elindeki ekmeği kim kaparsa o alıyordu. Elbette bu arada köylüyü de, beni de, sıramız geldiği halde, unutuyordu…
Köylü birkaç kere ekmek için dil döktü ise de bir türlü ekmeği alamamıştı. Geride duran köylü bu olup bitenleri sabırsızlıkla izliyordu, homurdanıp duruyordu.
Köylü ekmekçiye çıkışmaya başladı…
“Hadisene ağam, biz geleli bir saat oldu. Bizden sonra gelenler aldı ama bizi hâlâ sıra gelmedi!…”
Bu arada geride duran köylü arkadaşının yanına gelerek: “Beri gel yorum beri gel! Bunlar köylüye ekmek vermezler. Savuşak da yolumuza gidek!” diyerek arkadaşının omzundan tutup çekmeye çalışıyordu.
Bu konuşma üzerine ekmekçi kimseyi dinlemeyerek çıkan ekmeği köylüye verdi.
Bu olay üzerine köylünün kentliler hakkındaki yargısını öğrenmiş oldum.
Demek ki köylüler kentliler tarafından aşağılandıklarını, adam yerine konulmadıklarına inanıyorlardı…
Bu gerçeği gören Atatürk: “Köylü milletin efendisi!..” demişti…
Yapılacak iş kentte ne varsa köyde de aynısı yapmak…
Hayri Balta, 5.3.1962

İYİ GİYİMLİ KİŞİ 18

Vakit akşam… Cadde kalabalık… Yağmur pisem pisem tozuyor… Yerler ıslak. Caddenin ışıklan su birikintisinde yıldız oluyor.
Bir çocuk kalabalık arasında:
“Vatan yeni geldi!..” diye koşarak gazele satı¬yor. Islak taşlara çıplak ayakları ile bası¬yor…
Bileklerine değin kemre bağlamış ayaklar… Etine gömlek giymiş; pantolonunda yırtıklar…
Ceket de yok sırtında. Ko¬şarak gazete satıyor kaldırımlarda, kalabalıklar arasında:
“Vatan yeni geldi!..”
Kişinin biri, tepeden tırnağa soğuğa karşı giyimli..
Küçük gazeteciyi çağırıyor; “Ver bakalım bir tane…” diyor.
Küçük ga¬zeteci bir gazete daha satmış olmanın sevinci içinde bir tane veriyor. İyi giyimli kişi vitrinin ışığı altında gazeteyi gözden geçirken o telaşla kendisini bekliyor…
Küçük gazetecinin gözleri iyi giyimli kişinin üstünde… “Bakıp da almaz mı acaba?” diye.
İyi giyimli kişi vitrinin ışığında iç sayfalara, spor sayfalarına dek bakıyor. “Bu değil aradığım!” gazeteyi katlamaya başlıyor.
Sonra da:
“Bu değil aradığım! Kudret var mı?” diyor…
Küçük şaşırmış:
“Yalnız Vatan var!” diyor.
İyi giyimli kişi:
“Tercüman da mı yok?”
“Yok yalnız Vatan var!” diyerek çekip alıyor iyi giyimli kişinin elinden gazeteyi… Ayrılırken nefretle bakıyor iyi giyimli kişinin yüzüne… Unutuyor hemen de alaya alındığını…
Düşüyor kaldırımlara:
“Vatan yeni geldi!” diye bağırarak koşuyor kalabalıklar arasında, kaldırımlarda.
İyi giyimli kişi gülüyor bıyık altından; çıplak ayaklı, etine gömlekli küçük gazetecinin ardından…
+
Toplumun günahı, Kasım ayında çıplak ayaklı, etine gömlekli biçimine girmiş de gazete satıyor kalabalıklar arasında…
Ve toplumun günahı; çıplak ayaklı, ceketsiz, etine gömlekli…
“Vatan!.. Yeni geldi…” diye bağırarak koşuyor kaldırımlarda, kalabalıklar arasında…
Toplum dalga geçiyor günahı ile… “Kudret var mı? Tercümanda mı yok!” diye…
Gaziantep Işık Gazetesi, 4.12.1960

ABDULLAH HOCA 19

Abdullah Hoca. her Perşembe geçer televizyo¬nun karşısına; seyreder televizyonu, hem sevinçle hem kederle.
İnanç Dünyası programını izler, dünyaya erken gelmiş olduğu kanısına varır, üzü¬lür…
Abdullah Hoca televizyonun yanlışlarını çıkar¬dıkça kendi bilgiçliğinden gurur duyar. Örneğin İnanç Dünyası programına Kuran’ın Arap¬ça okunuşu ile başlanır, önce Arapça okunur, sonra Türkçe’ye çevrilir.
Abdullah Hoca, Türkçe çevirilerin yan¬lış ve eksik yapıldığına inanır. Şöyle ki Kuran-ı okuyan oku-masına “Evüzübilla ihmme şeytanürrecim” diye başlar; ne var ki bu Türkçe’ye “Allah adı ile, esirgeyen rahman ve rallim Allah adıyla” başlarım diye çevrilirdi. Oysa “Evüzübilla hinime şeytanürrecim “in Türkçe’si ” Şeytanı taşlarım; şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım…” olacaktı. Ama çeviride nedense şeytanın taşlanmasından ve şey¬tanın şerrinden hiç söz edilmiyordu. Oysa bu çok günahtı. Allah’ın ayetlerini eksik söylemek kadar gü¬nah bir şey olamazdı.
Bu şeytanın taşlanması olayı çok önemli idi. Çünkü şeytan Allah’a karşı gelmiş, Allah da onu lanetlemiş ve taşlanmasını emretmişti. Kuran yorumcularının bu olayı atla¬malarını çok büyük bir günah olarak kabul ediyordu.
Allah’a: “Senin kullarını baştan çıkaracağını!” diyen bu şeytan değil mi idi… Onun için her kim ne zaman Kuran okursa bu okumaya şeytanı lanetleyerek. şeytan taşlayarak başlamalı idi. Nedense TRT’ciler bu şeytan taşlama olayına hiç değinmiyorlardı.
Abdullah Hoca’yı baştan çıkaran ikinci görüntü de “İlahilerin okunması” bölümü idi. Bu bölümde yere bağdaş kurmuş pantolonlu, kravatlı başı açık kişilerin ellerini dizlerine vurarak, tempo tutarak, birbirlerine bakarak ilahi okumalarını hiç de doğru bulmuyordu. Bir kere Allah kelamı ilahiler baş açık olarak okunmazdı. İlahi okunurken birbirine bakılmaz, kendinden geçmek gerekirdi. Oysa bun¬lar birbirlerinin gözlerinin içine bakarak doğru okuyup okumadıklarını anlamak istiyorlardı. Bu doğru değildi. Müslüman dediğin Allah kelamın söylerken Allah’la bir olup onunla bütünleşmeli idi.
Abdullah Hoca, bu ilahilerin okunması progra¬mında geçmişte başından geçen bir olayı hatırlar¬dı. Kendisi de arkadaşları ile evinde bir gece düzen¬lemiş, hep birlikte ilahiler söylemişlerdi. Ama po¬lis nerden duymuşsa duymuş, ilk gece kendilerini basıp karakola götürmüş, günlerce nezarette kalmış, arkadaşları ile birlikte mahkeme kapılarında sürünmüştü. Kendileri evde ilahi okursa suç oluyordu da; bu TRT’de ilahi okunursa niçin kimse karışmıyordu.
Abdullah Hoca: “Serbestçe ilahi okumak için TRT’ci mi olmak gerek” diyordu.
Hayri BALTA. Ankara Barış gazetesi. 3.2.1985

AZ KALDI 20

Yolda gördüm:
– Ne Ooo! Abdi?
– Sağlığın Ağa…
– Bir arkadaş şurada ciğer kebapçılığı yapıyor. Ona gidiyorum. Gel sana da yedireyim, istersen…
– Yok, sağ ol!. Hani sen Almanya’ya gidecektin, no oldu?
– Vallâ ağabey her işi yaptım. Sonunda okuman yazman yok diye pasaportumu vermediler.
– Abdi sana okuma yazma, öğretirsem Almanya’ya gidebilir misin?
Neye uğradığını şaşırdı. Dünyalar kendi¬nin oldu. Hükümet Konağı önünde idik. Ellerime sarılak öpmek istedi. Gözlerim ya¬şardı.
– Nerede o günler ağa. Hele şu memleketten bir çıkayım da… Dönersem anam avradım olsun!..
Gözlerinde bir ışık yandı söndü… Sözümde duracağımı, dediğimi yapacağını biliyordu. Sevindi, teşekkür ederek gitti…
Bir kaç dostum daha var. Okuma yazma öğretmek istediğim.
Karşıyaka’dan dostum Kahkeci Mıstık. Akyol’dan Bakkal Şafık ve adını bilmediğim daha birçokları…
Hele şu ortaokul diplomasını kurtarayım bir yol. Ondan sonrada Öğ. Ok. Md. sayın İhsan Kurttan rica edeceğim: Bana idealist bir öğretmen ver, bir kaç hafta içinde öğretmenlik nasıl yapılır öğretsin!..” diyeceğim.
Bundan sonra yer meselesi… CHP binası mı olur, TİP binası mı olur, Halkevi mi olur… Hangisi olursa…
Aklıma geldi, şu Halkevi Başkanı Cemal Arslan’a güvenemiyorum… Adam bana dostluk gösterisi yapıyor adam beni görünce: “Yazılarını beğeniyorum!” diye sırtımı tapışlıyor… Bir iş için yanına gönderdiğim arkadaşa da:
” Bula bula o solcu herifi mi buldun?” diyor.
O günden beri korkarım Cemal Aslan’dan…
Neyse, elbet bize de salon verecek bir babayiğit çıkar. O zaman okuma yazma öğreteceğim; dostlara, isteyenlere..
Az kaldı Abdi, bekle!.
HAYRÎ BALTA, Gaziantep Kurtuluş gazetesi. 23.7.1969

KEZBAN!.. 21
(Sevgili Arkadaşlar,
19 Mayıs Üniversitesinden Veteriner bir Öğretim Üyesinin yakın tarihimize ait bir yazısını aktarıyorum. Yorumumu yazmıyorum ama herkesin yazı ve yazara dikkat ederek kendi kafasında mutlaka yorumlamasını diliyorum.
Selam ve sevgilerle…
Av.Ömer YASA)
+
Kezban; senden sonra öyle orospular türedi ki!..
“Ah Kezban ah, eli öpülesi Kezban” belki de şimdi yaşamıyorsun.
Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek orospunun kim olduğunu!!
Bu hikâye Malatya da geçer. Bu, bir tercüman eşliğinde eğlenmek için genel eve gelen iki Amerikalı coni ile genelevde çalışan kezbanın hikayesidir!!!!
Menderes’in Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960’lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir…
Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır…
Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı..
Gece saat 12’ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş şişman bir adam girdi.
Bu iki yabancı, ‘uzman’ sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi…
Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasındaydılar.
Kaymakam kasabada böyle bir şey olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘Türk pavyon’una gitmelerini tavsiye etmişti…
Bunun üzerine iki genç, tercümanlarını da yanlarına alarak önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde buraya gelmişlerdi…
Yani Malatya genelevi’ne!..
İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmişti.
Akşamdan beri 25 müşteri savmış olan kezban, gramofona oynak bir plâk koymuş, Kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu…
Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar.
Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler…
Tercüman çaça kadın’a;
– Mösyöler bayanı istiyor..
– Tercümanı duyan kezban adamlara şöyle bir baktı…
Sonra;
– Müthiş yorgunum anne. Mazur görsünler!
Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile;
– Ne demek?! Böyle yerlerde müşteri reddedilmez! diye diklendi…
Kezban hiddetlenerek;
– Yorgunum efendim!.. Lâftan anlamaz mısınız siz!?
Tercüman:
Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba?! Hem bir orospu müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur!’ Kezban;
– Ben orospuyum! Ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim!
Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar…
Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi!…
Tercüman yediği hakareti hazmedememişti;
– Senin gibilerinin hakkından polis gelir!
– Buyrun efendim, polis iki adımlık yerde!
Şişman tercüman dışarı çıktı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi…
Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban’a;
– Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar… Demek ki yorgunluk bahane… Şu halde sebep ne kezban?
– Sadece istemiyorum.
– Fakat vazifeni unutuyorsun. Sonra senin için fena olur!
Genelevin dilberi kezban, âdeta deliye döndü;
– Bana hiç bir şey olmaz, polis bey!.. Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey!.. Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz…
Fakat sürüleceğim yer gene Türk ili değil mi?
Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyordu…
Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu;
– Ben gavur orospusu değilim, polis bey!… Ben Türk orospusuyum!
Diğer kadınlar başlarını önlerine eğmişlerdi…
Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hâlâ bağırıyordu;
– Ben gavurun altına yatmam, polis bey!.. Ben Türklerin orospusuyum!.. Gâvurun değil!!!
Kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın, cılız öpülesi elleriyle ülkemizi işgal eden gâvurlara attığı yaman tokadın hikâyesi… Bu!
İşte böyle!..
Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza…
İş adamlarımıza…
Bürokratlarımıza…
Medya mensuplarına…
Ve keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık diyebilen o çok namuslu (!) Hanım kızlarımıza…
Velhâsıl, kadın-erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunur!..
Ve o şişman tercümanın adı neydi biliyor musunuz? TURGUT ÖZAL!..

Doç. Dr. Mehmet KAYA
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
Fizyoloji ABD
55139 – Kurupelit /SAMSUN / TURKEY

■//-//
SIÇRATACAK 22

Marangoz kalfalığı yapmıştı yıllarca. Az bir haftalık alırdı. Sonradan işi mobilyacılığa çevirdi. Eline çok para geçmeye başladı. Bi¬raz da kontrplak ve formika alışverişine atıldı, işleri de rast gitti ve de Allah “Yürü ya kulum!” dediğinden kısa zamanda bir kaç isçi çalıştır¬maya ve bankada para biriktirme¬ye başladı…
Yağmurlu bir sonbahar akşamında işten çıkıp eve giderken yoldan geçen bir araba üstüne hatırı sayılır zifos sıçrattı. Önce ça¬mur olan pantolonuna baktı sonra hızla uzaklaşmakta olan taksinin plaka numarasına… Bereket plaka numarasını alabilmişti: 27 AP 567
”Alacağın olsun!” dedi içinden Özel bir taksi olmaya özel bir taksi ama kim olduğunu bilmiyordu içindekinin… Ama biliyordu ki çamuru kasıtlı olarak sıçratmıştı kendine…
Artık öyle yemeğinden eve giderken ve dönerken, sabahları işe gelirken ve akşamları eve giderken hep 27 AP 567 plaka numa¬ralı taksi arıyordu yollarda…
Bu kendisine çok koymuştu. Büyük bir öç almak istiyordu. Günlerden bir gün arabayı buldu “bir bankanın önünde. Bekledi büyük bir sevinçle. Bankadan çıkıp arabaya binen kişiyi tanıdı. “Alacağın olsun” dedi yeniden…
Er¬tesi gün bankadan parayı çekti ve hemen bir araba aldı. Şimdi yağmurlu günlerde caddeye çıkarak üstü ne çamur sıçratan adamı arıyor araba ile. Kendisi de o adama çamur sıçratmak için…
Gaziantep, Kurtuluş Gazetesi. 16.1.1971
(G. T. 16.11.2009)

HİNDİ DÜRÜMÜ 23

Ağaç Bayramı olduğu için, gideyim de şu ağaç kardeşlerimin bayramını kutlu-yayım; hem de bayramlaşırız dedim.
Ağır ağır Mardin tepeye çıktım. Oradaki Kimsesizleri Barındırma Yurdu’nun arkasında yaşa¬yan çam ağaçlarından birine:
“Bayramın kutlu olsun. Ver elini tokalaşalım!” dedim.
Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi:
“Ne Bayramı… Bayram mı var? Biz ağaçların bayramı mı olur?” diye sordu.
Kendisine ağaç bayramının anlamını bildiğim kadarı ile anlattım. Bir türlü inanmadı: ] “Sen onlara bakma, onlar ne söylediklerini bilmez; çünkü sevgileri içten değildir! Şimdi şiir okuyarak, yazı yazarak, marşlar söyleyerek, nutuk atarak ağaç şöyledir, ağaç böyledir derler; çok değil bir ay sonra, ücretli katiller kiralayarak bizleri dallarımızdan kanırtır, yav¬rularımızı kökünden sökerek vitrinlere, ma¬salara oturtur, kanayan yerlerimizi pamuklar¬la sararlar… Sonra da karşımıza geçerek eğlence diye, yılbaşı gecesi diye; kumar, içki gi¬bi dininizin yasakladığı işleri yaparlar ve zavallı hindileri keserek pişirdikten sonra dürüm ya¬parak midelerine indirirler!” dedi.
Ne deyeceğimi şaşırdım kaldım. Yine de halkımdan yana çıkarak:
“Yoo öyle deme, biz artık ağaçları seviyoruz, eski hava kalmadı. Devrim yaptık!” falan dedimse de inandıramadım. Ağaçtan fazla azar işitmemek için yanından vaktimin olmadığını söyleyerek ayrıldım; ayrıldım ama beni de bir düşüncedir aldı…
Ben, hem kendimi hem de çam ağacını kandırmaya çalışıyordum. Yılbaşı geliyor; bizimkiler, yine çam ağaçlarını ve hindileri kesecekler….
Baktım Dülük Baba’dan da aşağı doğru, Ağaç Bayramını kutlayan öğrenciler marşlar söyleyerek dönüyordu.
Bir hindi sürüsü ise sahibini güdümünde kente doğru iniyordu…
Hayri Balta, Gaziantep, Işık Gazetesi, 3.12.1960
(G. T. 23.11.209)

RÜŞVETİN YARARI 24

Aysun Hanım yeni evli; bir karı, bir koca,
Evleri de kira.

Aysun Hanımın kocasının aylığı 32 bin.
Ev kirası 12 bin…
Kalır 20 bin
Bu da mutfak gideri için…

Karı koca zaman zaman baş başa verir.
Ele geçen bu para ile nasıl geçinilir?..

Sonunda Aysun Hanımın da çalışmasına karar verilir.
Eş dost Aysun Hanıma iş aramaya girişir…

Bir yıldır iş bulunmadı Aysun Hanıma,
Yüzlerine kapandı başvurdularsa hangi kapıya…

Kapılar daha güçlü, daha etkili olanların yakınlarına açılır.
Aysun Hanım yılmadı; iş için, es dost kim varsa ona yalvarır.

Aysun hanım bir de çocuk istiyordu,
Eşine: “Artık bir çocuğumuz olmalı!”diyordu.

İş bulunca nasıl çocuk sahibi olacaktı.
İşe gidince çocuğa kim bakacaktı?..

Diyelim çocuğu oldu,
Diyelim işi de buldu.

Çocuğu kreşe verse 15-20 bin.
Bir bakıcı tutsa ona da 15-20 bin.

Peki, kendisinin eline ne geçecek!…
Aldığı abdest ürküttüğü kurbağaya değmeyecek…

Günler, haftalar, geçti aylar.
Paranın satın alma değeri de
Azalıp durdu bu aralar…

Her ikisinin de ana babası,
Ayni yardım yapmasaydı,
Hepten perişan olacaklardı,
Belki de, aç kalacaklardı.

Aysun Hanımla çok sevdiği eşi arasında,
Geçim sıkıntısından geçimsizlik başladı bu ara…

Aysun Hanım başladı kocasına yol göstermeye:
“Aklını başına topla, arkadaşların gibi yap sen de…

Elâlemin en dürüstü biz miyiz…
Herkes yolunu bulurken biz kelek miyiz?

Herkes nasıl yapıyorsa sen de yap…
Herkes gibi yapmazsan dönmez bu dolap…

Görmüyor musun; bakanlar, genel müdürler, müsteşarlar,
Yolunu bulup duruyor; gümrükteki, tapudaki memurlar…”

Aysun Hanım rüşvet sözünü kullanmaktan dikkatle kaçınıyordu.
Kocasının kendisine “Bana rüşvet mi öneriyorsun?” deyeceğinden korkuyordu.

Fazla mesai yapmak çare olmuyordu.
Vergi iadesi için fatura, fiş toplamak da yetmiyordu.
Aysun Hanım, kocası, fatura, fiş topladıkça gülüyordu.

Koca tartışmaktan yılmıştı.
Hanımın isteklerinden bıkmıştı.
Ne olursa olsun diyerek her şeyi göze almıştı
+
Aysun Hanım, akşam fazla çalışma yaptığı için uyuya kalan eşinden önce kalktı.
Eşinin pantolonunu ütülerken ceplerini boşalttı.

Cüzdanın kabarık oluşu dikkatini çekti.
Eşinin cüzdanına bakmak hiç de adeti değildi.

Cüzdanı kabarık görünce açtı.
Baktı, saydı…
Cüzdanda 100 bin lira vardı.
Aysun Hanımın gözleri parladı.

Demek ki kocası adam olmaya başlamıştı.
Ütü işi bitince; hemen yatağa girip kocasına yanaştı…
Onu sevgi ile kucakladı, öptü, kokladı…
+
Hayri Balta, Gaziantep, Bugün gazetesi.
(G. T. 30.11.2009)

SİNSİ KERİM 25

Sinsi Kerim, Sakar Ali’nin askerlik arkadaşı.
Evli, iki çocuklu…
Kahke satar, kestane satar. Kilimcilik, kuşakçılık, garsonluk yapar.
Anlayacağınız ekmeğini taştan çıkarır. Boş durmaz, çalışır.
Kötü gününü iyi eder. Sıkışınca: “Ah para, ah para! Neler yapmazdım olsaydı para. Adamı adam eden para; para para kazanıyor bu günde. Anayı kızdan ayıran para. Tuh be anadan babadan müflisiz be!” der…
Geceleri kahveye gider. Ara sıra Sakar Ali’yle rakı içer.
Sözlü şakalara bayılır. Herkes kendisine takılır.
Bazen öyle nükteler söyler ki değme nüktedanlar güle güle katılır…
.
Bir kahve dönüşü radyoyu açtı. On bir ajansını dinleyecekti. Radyodan tekel maddelerine zam yapıldığını dinlemesin mi….
Görme sen Sinsi’deki sevinci. Nasıl sevinmesindi.
Kahve arkadaşlarına her zaman söylemiştir. “Arkadaşlar bu hükümet fakirden oy alır ama zengin hükümetidir. Bu hükümet vergiyi zenginden alacağına fakirden alır. Göreceksiniz bak, yakında her şeye zam gelecektir. Zamlar birbirini kovalayacak. Biz vasıtalı vergi yolu ile farkına varmadan vergi ödeyeceğiz…” demişti de arkadaşları kendisine ”Sen çarpılmışsın. Solcular seni çarpmış…” diye takılmışlardı.

O gece yatamadı bir türlü Sinsi. O zamda falan değildi. Elle gelen düğün bayramdı. Dediği çıkmıştı ya, sen ona bak. Zam yapılacak demiş zam yapılmıştı.
Şimdi bir kahin gibi görüyordu kendini. Kahveye girdiğinde arkadaşlarını ne deyeceğini düşünüyordu…
Arkadaşlarının kaçamak yollu ve inadına yanıt yetiştirmeye çabalar hallerini gözlerinin önüne getirdikçe lıkır lıkır gülüyordu yanında yatan eşi de bu ruh halini görüyordu: “Herif Deli mi oluyor ne?” diyordu.

Sabahleyin erkenden kalktı … Eşi uyuyordu. Hemen radyoyu açtı.
Radyodan zam haberleri yeniden açıklandı. Arkasından türküler başladı…
Bir başka idi bu gün türküler. Oynak hava çalıyordu. Yavaştan ayak uydurmaya başladı…
Hazır avrat uyurken, zamlar yapılmışken, yavaş yavaş dönse ne çıkardı… Radyodan Nezahat Bayram. “Lemi de kurbanın olam, Karakız çobanın olam” diye tutturmuştu.
Bu Azeri türküsüne ayak uyduran Sinsi, ayağının sesini çıkarmamaya çalışarak aman bir de güzel oynuyordu ki sormayın gitsin. Hani İspanyol dansözleri olurda horozların kanat sürtüşüne benzer biçiminde damının çevresinde döner ya aynı onun gibi oynuyordu Sinsi.

Hem oynuyor hem de kahvedeki arkadaşlarının karşısında nasıl bocaladıklarını görür gibi oluyordu. Arkadaşlarının karşısında takınacağı tavır gözlerinin önüne geldikçe sevincinden hopluyordu.
Birden zınk diye durdu. Eşi uyanmış yorganın altından kendisine izliyordu.. “Beh kele! Bu herif kudurdu mu ne iyiden iyiye?” diyordu…
Sinsi verecek yanıt bulamadı. “Oynuyor muyum ki…. Tabanım gidişti de halıya sürtüyorum!” dedi.
Kahvaltısını yapar yapmaz gitti doğru sabahçı kahvesine… Arkadaşları hayran hayran bakıyorlardı kendisine…
Hayri Balta, Gaziantep Sabah Gazetesi. 26.2.1967
+
1. Fevzi Günenç
Harika bir yazı ustam. Keşke bunu da seyirlik bir oyuna dönüştürseydin. Sakar Ali, Şaşkın Başkan, Sinsi Kemimden oluşan ne güzel bir üçleme çıkmış olurdu gün yüzüne.
Sevgi, saygı…
Fevzi Günenç, 16.10.2010
+
2. İsa Kartal
Sayın Bilge
Sinsi Kerim’e saygı ve sevgiler
Sinsi kerim bundan 44 sene önce şimdiki insanlardan daha ileri
görüşlü imiş. 100 tane Burhan Kuzu’ya bedel…
Kutlarım
İsa Kartal, 21.1.2010

“BAŞKALARINI BAĞIŞLA; AMA KENDİNİ ASLA!..” 26

Çalıştığı büroya girdi,
Ceketini çıkara¬rak iş gömleğini giydi.

Masasına oturma¬dan yürüdü duvardaki takvime
Takvimden bir yaprak kopardı aldı eline…

Her gün böyle yapardı
İlk işi takvimden bir yaprak koparmaktı.

Takvim yaprağını kopardıktan son¬ra masasına oturur.
Masasına oturur oturmaz takvim yaprağını okur.

Takvim yaprağını okumadan işe başlamazdı.
Arkadaşları kendisine takılırlar; ama o aldırmazdı.

Takvim yaprağının ön yüzündeki atasözleri, özlü sözler..
Okur; okuduktan sonra bazen düşünür, bazen gülümser…

Bu gün de okudu takvim yaprağını, gülümsedi…
Bunu gören arkadaşlarından biri:
“Niçin gülümsüyorsun?..” dedi.

Yanıtladı:
“Şurada güzel bir söz okudum, çok beğendim..
“Oku biz de görelim…”
“Hayır, bunu size parasız vermeyeceğim.”

Arkadaşı şaştı kaldı…
Hiç böyle yapmazdı.
“Ne demek istiyorsun?” dedi…
“İnsan arkadaşından para ister mi?..”

Diğer arkadaşlar bu konuşmaları ilgi ile izliyordu.
Konuşma ilerledikçe ilgi¬leri artıyordu.
Arkadaşları, sözün para ile satılmasın
Doğru bulmuyordu.

“Bakın arkadaşlar, dedi.
Birlikte çalışmaya başladığımdan beri
Sizlerle paylaştım
Takvim yaprağında buldu¬ğum güzel sözleri…

Hiçbiri için böyle bir öneride bulunmadım.
Ama bunu parasız okumayı doğru bulmadım.

Para ile vereceğim ki unutmayasınız.
Bu sözü yeri gelince yaşamınızda uygulayasınız.

Bürodaki arkadaşları merak etmeye başlamıştı.
Köşeden oturan arkadaşlardan biri pazarlığa başladı.

“Peki, ne istiyorsun o sözü okumak için?”
“Her biriniz bana 25 kuruş verin…”

Bir tanesi yerinden kalkarak masası¬na geldi:
“Al bakalım sana 25 kuruş;
Söyle bakalım o söz ne imiş?”

Bi¬zimki:
“Gel yanıma, dedi. Açıktan söylersem, diğerleri de duyar…
O zaman para ile söylediğim neye yarar?

Büroda bulunanlar itiraz et¬meye başladı.
Dediler: “Bilgi para ile satılır mı?
Bilgi, para ile satılmaz.
Her şey satılır ama güzel söz satılmaz!..”

“Ben parada değilim!” dedi bizim ki
Sözü kafanıza yerleştirmeliyim ki
Unutmayasınız hem sözü, hem beni…”

Aldırmadı kendisine söylenenlere…
Takvimdeki yazılanları bir kâğıda yazdı
Verdi, yanına gelip de 25 kuruş verene.

“BAŞKALARINI BAĞIŞLA; AMA KENDİNİ ASLA!..”
+
Gaziantep Sabah. 21 Eylül 1974 (G. T. 14.12.2009)
+
Mevlut Boyraz
Teşekkür ederim üstat.
Para veremiyorum birçok değerli söz için.
Hakkını helal et.
Sizden çok şey öğrendim, ödemekle biteceği yok zaten.
Siz çok yaşayın emi.
Bu duamı kabul et.
Mevlut Boyraz,10.12.2009

KOMŞU KAVGASI 27

Amerikan Hastanesi işçilerinden Habip öğle üzeri işinden çıkmış Ağustos sıcağında yokuş aşağı iniyordu. Bir an önce evine varmak için can atıyordu. Şimdi evde kendisini dört gözle bekleyen eşi ve çocukları vardı.
Az sonra alnında biriken terleri eli ile silerek, evlerinin bulunduğu sokağa girdi. Her gün kendisini kapıda bekleyen çocuklarıyla eşi görünürlerde yoktu. Habip’in canı sıkılmıştı. Merakla kapıyı açarak içeri girdi. Avluda da kimse yoktu. Evde bir sessizlik vardı. Acaba uyuya kalmış olmasınlar diyerek yatak odasına girdi. Gördüğü manzara karşısında içi sızladı. Eşi otur¬muş ağlıyordu. Büyük oğlu anasının dizini yastık yapmış uyuyordu.
“Ne oldu, niçin? Niçin ağlıyorsun? Bir şey mi oldu!” dedi eşine…
Eşi, kocasının sesini duyunca uyuyan oğlunun başını dizinden usulca kaldırıp kilimin üzerine koydu. Ayağa kalkarak arkasını döndü. Kocasının ağladığını görmesin istemiyordu. Mendili ile gözyaşlarını kuruladı. Kocası yeniden niçin ağladığını sordu. Eşi, önce söylemek istemedi… Kocasının ısrarı üzerine dayanamadı. Kilimin üstünde uyumakta olan oğlunu göstererek “Hiç ne olacak; komşunun şu oğlumuza laf atmışlar. Baban Amerikan Hastanesinde çalışıyor; dinsiz oldu, gâvur oldu, mason oldu!” diyorlarmış… Bu da oğlumuzun zoruna gitmiş. Komşunun çocukları ile kavga etmiş.
Bunun üzerine berberin karısı ile kızına gittim. Daha ben ağzımı açmadan “Şimdi de sen mi dövüşmeye mi geldin?” diye bana çıkıştılar. . “Çocuklarımızın ne suç’u var. Bütün âlem diyor size dinsiz, gâvur, mason… diye. Elin ağzı torba değil ki çekip büzesin…” diyerek beni tuttukları gibi gibi kapı dışarı ettiler.
Habip, başını sallayarak: “Ne var bunda ağlayacak!..”
Eşi:
“Bu yaşta böyle ederlerse büyüyünce kim bilir neler deyecekler çocuklarımıza, bizlere…”
“Yok. yok üzülme. Ağlayacak bir şey yok bunda.” dediyse de Habip de üzülmüştü. “Yol yakınken bunun önüne geçelim. Önleyelim bu gibi yakışıksız olayları…” dedi. Vardı oturdu çökercesine sedire…
“Bir tas su ver hele!..” dedi eşine; içti suyu çenesine döke döke… Sildi ağzının yaşlarını elinin tersi ile.
Habip, anlıyor ki böyle olmayacak. “Bari durumu gidip şunun kocasına anlatayım. Karısına ve çocuklarına gereken uyarıyı yapsın!..” diyor.
Döşüne yaslanıp ağlayan eşinin başını iki eli ile tutarak: “Sen hiç üzülme karıcığım; şimdi sen çocukları başına topla. Kapıyı arkasından sürgüle. Belki benim gittiğimi görünce gelip yine seninle kavga etmenin yollarını ararlar ¬Gelip sana sövüp sayarlarsa; sakın hiç sesini çıkarma. Ben gelinciye kadar da kim olursa olsun kapıyı açma!”
Habip, yorgunluğunu alamamış olmanın kız¬gınlığı içinde komşusu Berber’in dükkânına doğru yürüyor.
Varıyor Berber’in dükkânına. Öğle üzeri müşterisi yok… Berberin canı sıkılmakta, öfkesini elindeki sinek raketi ile sağ¬da solda vızır vızır vızırdayan sineklerden almakta…
Komşusunun içeri girdiğini görünce “Buyur komşu, emret!..” diyor. Habip, gülerek, sıra sıra duran oturaklardan birine ilişiveriyor. Berber’e “Gel hele sen de otur şuraya.” dedikten sonra durumu olduğu gibi anlatıyor. Komşusunun an¬lattıklarını sabırla dinleyen Berber Davud: avradı ile kızının da yaptıklarını duyunca: “Kusura kalma komşu; akşam gereken uyarıyı yaparım ben onlara. Bir daha karışmazlar hanımıza ve çocuklara… Biz kimin ne olduğunu çok iyi biliriz. Bir cahilliktir yapmışlar, kusurumuza bakma…”
Habip, komşusu berberin olgun davranışına hayran kaldı. Evine döndü ve durumu eşine anlattı. Bu olaydan sonra bir daha kavga olmadı.
Hayri Balta, 17.1.1963
(G. T. 21.12.2009)

RAMAZAN SÖYLEŞİSİ 28

Aylardan Ramazandı. Ramazanda halkımız oruç tutardı. Bense bir gün bile oruç tuttuğumu hatırlamıyorum.
Tatlıcı dükkânında sabah kahvaltısı yaparken bir genç geldi. Oturduğum masaya oturdu. Niçin başka bir masaya oturmadı da; yanıma oturdu. Başka masa mı yoktu…
Ben kendisine bir şey demeden açıklamada bulundu.
“Midem ağrıdığı için oruç tutamıyorum!” dedi.
Tuzağa düştüm,
“Bana ne oruç tutmadığından…” demem gerekirken,
“Miden ağrımamış olsaydı oruç tutar mıydın?” diye sordum.
“Evet!” dedi ama ikircikliydi.
Biraz durakladıktan sonra açıklama yapma gereği duydu:
“Benim babam Hoca. Ama babamın Hoca olmasından bana ne?..” diye kendisine, kendisi yanıt verdi.
Anladım ki babasının Hocalığını ansıtmakla benim Hocalar hakkında atıp tutacağımı sanıyordu.
“Öyle ya; babanın mezarı ayrı, senin mezarı ayrı!” dedim…
Biraz sonra:
“Lanet olsun bizim toplum insanı rahat bırakmıyor ki… Hepsi tutuyor; sana da tutmalısın!” diyor.
Anlaşılan bu çocuk benim ağzımdan pazarlayacağı söz kapmak istiyor. “Lanet olsun bizim topluma!” diyerek benim de toplum hakkında atıp tutmamı istiyor… Ben akıllı da bu oyuna geliyorum…
Biraz durduktan sonra:
“Bu toplumsal baskı sonunda bizi de oruç tutmak zorunda bırakıyor…” dedi.
Gerçekten toplum insanı rahat bırakmıyor. Toplumsal baskı olmasa insanlar daha rahat davranırlar.
Kendimi tutamadım, yine oyuna geldim, adam ağzımdan söz almak için çırpınıyor ve ben de bu oyuna geliyorum. Ne biçim adamım ben?
“Toplum baskısı olmasa oruç tutmaz mısın?”
Bu sözlerim üzerine ürktü. Biraz sustu. Sonra:
“Beni anlayamazsın!” dedi.
Ne demek istediğini anlayamadım. Acaba ben mi yanlış anlıyorum, boşuna mı kuşkulanıyorum… Durdu, durdu düşündükten sonra:
“Dinin, imanın; orucun, namazın ne zararı var?” deyerek ağzındaki baklayı çıkardı. Ağzımdan söz almak istiyordu. Sonra da aldığı bu sözleri pazarlayacaktı… Yanıt vermemi beklemeden bir soru daha patlattı.
“Sizce dinin insan üzerindeki etkisi nedir?”
Anladım ki bu genç beni söyletmek, düşüncemi öğrenmek istiyor. Demek ki bu genç benim dünya görüşümü biliyor…
“Dur, dedim kendisine, yanıtımı sana yazılı olarak vereyim de, sonradan sözüm saptırılmasın, yanlış anlaşılmasın. Hemen çantamdan bir kâğıt bir kalem çıkardım. Düşüncelerimi aşağıdaki biçimde yazdım. Sonra bu yazdığımdan bir de kendim için yazdım. Bir örneğini kendisine, bir örneğini de kendime ayırdım. İşte yazıp verdiklerim:
“Din insandaki sorumluluk duygusunu yok eder. Sorumluluğunu kaza ve kadere yükler. Başına gelenleri, kendi eylemlerini bile, Allah’ın takdiri olarak bilir. Bu da kendisini sorumluluk duygusundan eder.
Sorumluluk duygusu olmayan insan ise ham sayılır. Din, binlerce yıl öncesinden insanların düşünce ve vicdanlarına şöyle veya böyle yapmasını emreden baskıcı bir dünya görüşüdür. ”
Düşüncelerimi yazılı olarak belirtmemin nedeni bir iftiraya uğramamı önlemekti; çünkü teyzem oğlu ve arkadaşları ile konuşmamı bu biçimde belgelendirmiş olmamamın acısını çok çektim.
Bundan böyle kimle konuşursam konuşayım; konuşmalarımı iki nüsha olarak yazacağım; bir nüshasını kendilerine bir nüshasını da ben alacağım ki iftiranın önüne geçeyim.
Niçin ben böyleyim? Konuşmasam olmaz mı?
“Yahu, sana ne benim dünya görüşümden; bana ne senin dünya görüşünden… Git nasıl inanırsan inan…” desem olmaz mı?
Anlaşılan, “Düşüncelerini açıklamaktan korktu!” dememeleri için böyle davranıyorum.
Hayri Balta,13.2.1962
(G. T. 28.12.2009)

ŞİMDİ RAĞBET GÜZEL İLE ZENGİNE… 29

Kızılay’daki bankalardan birinin müdürü dört yanı kalın camlarla çevrili odasında kahvesini yudumlarken. Atatürk Bulvarın¬dan akıp giden insan seline bakıyordu. Bir ara sola dönerek bankada çalışan personeli izledi. Arka sıralarda görevli birkaç bayan üzerinden bakışlarını ayıramadı bir süre. Bu bankaya atandı atanalı estetiği olmayan bu tür bayanları görmeye bir türlü dayanamı¬yordu.
Bitirdiği sigarasını kül tablasına bastıra¬rak ezdi. Sigarasının göpçüğünü, sigara silkeceğinde kıvıra kıvıra ezerken, köşede, arka sırada görevli kadınların kulaklarını kı¬vırıyordu sanki…
Sigarasını, sigara silkeceğinde söndürdükten sonra zile bastı. Gelen odacıya:
“Müdür yardımcılarına ve personel müdürüne haber ver. Saat 10.00’da üst kattaki toplantı salonunda toplantı var…”
Odacı, başı ile anladığını bildirerek as¬kerlikten kalma alışkanlıkla topuklarını vurarak soldan geri etti. Odacının bu davranışı Banka Müdürü-nün hoşuna gitti, sevindi, tanımlayamayacağı bir gurur duygusu benliğini sarıp geçti.
Odacı, müdürünün bu davranışından hoş¬landığını bildiği için bilerek yapardı bu as¬kerce davranışı. Öyle ki, camdan müdürü¬nün keyiflenmesine bakmayı da unutmazdı. İkisi de alışmışlardı.
Banka Müdürü, giderken, odacının dönüp kendisine bakacağını bildiği için dikkatle izliyordu. Odacı beklediği gibi dönüp bakınca, eliyle gelmesini işaret etti.
Odacı hızla dö¬nüp kapıda hazır ola geçti. Banka Müdürü:
“Personel müdürüne söyle, gelirken sınav dosyalarını da birlikte getirsin!”
Odacı önemli bir toplantı olacağını anlamıştı.
“Baş üstüne efendim!” diyerek asker selamını çaktı; bu kez dönüp bakmadan uzaklaştı…
+
Saat onda, yukarı katta toplantı salonunda iki müdür yardımcısı, Personel Mü¬dürü ve Banka Müdürü olmak üzere dört banka ileri geleni dikdörtgen masada yer¬lerini almışlardı.
İki müdür yardımcısı baş¬larına yeni atanan müdürün iktidarın adamı olduğun¬dan kuşku duymuyordu. Müdürün bu toplantıyı düzenlemekten amacının sınavla ilgili olduğunu personel müdüründen duymuşlardı, ama içeriğini me¬rak ediyorlardı.
Banka Müdürü, onların meraklı şaşkınlı¬ğını gözlerinden anlamıştı. Müdürün bir yetkinliği vardı. İnsanın ruhunu gözlerinden okurdu. Daha fazla meraklandırmamak için konuya girdi:
“Arkadaşlar yazılı sınavda kazananları bir de mülakata sokacağız. Ancak bu mü¬lakatta dikkat edeceğimiz husus bayan adayların güzelliği olmalıdır. Erkek memurlar için güzellik pek aranmaz. Zaten erkek memurları torpilliler arasından seçeceğiz. Hatırından geçemeyeceğimiz kişilerin rica¬larını, erkek personel adayları üzerinde toplayacağız. Ama bayan personel üzerinde ti¬tizlikle duracağız. Alacağımız personel gü¬zel olmalı dedim. Öyle kuru kuruya güzel¬lik de işe yaramaz. Vücutları uyumlu bir güzelliğe sahip olacak. Göğüsler mudilerimizin bakışlarını çekecek. Sonra aday per¬sonelin giyim kuşamı da dikkatle incelene¬cek.
Giyinmesini bilenler, giydiklerini ken¬dilerine yakıştıranlar üzerinde durulacak. Makyaj da önemli… Makyaj yapmasını bi¬lenler kendilerini çekici olarak göster¬meyi başaranlardır.
İki müdür yardımcısı bu seçmede görev aldıkları için çok sevinmişlerdi. Kendileri¬ni güzellik kraliçelerinin seçimlerinde görev alan jüri üyelerinin yerine koymuşlardı. Mü¬dür sözlerini şöyle bağlıyordu:
“Memleketimiz yeni bir ekonomik dü¬zen uygulamasına başladı. Bu yönetim serbest ekonominin kurallarını bütün özellik¬leri ile uygulayacak. Bu nedenle mülakatta; yetenekli olanlar, estetiği olanlar, gösterişli olanlar, güzel olanlar, giyinmesini, makyaj yapmasını bilenler, sosyal ilişkilerde ruhsal etki ve tep¬kilerin önemini bilen bayanlar kazanacak. Bu nedenle seçme iyi yapılmalıdır. Banka¬mızla iş yapacak olanların istemlerini, zevk-lerini, eğilimlerini bilip değerlendirmeyi ona göre yapmalıyız.
Toplantı bitmişti. Personel Müdürü dos¬yalan topladı. Mülakat tarihini bildirir du¬yuruyu yazdırmak için odasına giderken liberal ekonomik sistemin memleketin başına açacağı sorunları düşünüyordu.
“Bu sis¬temde parası olmayanlar nasıl zorluk çekeceklerse, estetiği olmayanlar, çekici olmayan¬lar, güzel olmayanlar, şirin olmayanlar da zorluk çekecek¬ler…” diyordu
Personel müdürü elindeki dosyalarla odasına giderken çok sevdiği türküyü mırıldanıyordu:
“Engine yavrum engi¬ne de, şimdi rağbet; güzel ile zengine…”
Ankara BARIŞ. 8 MART 1984 PERŞEMBE
Hayri Balta, (G. 4.1.2010)

TALAT ÖZKARSLI’YA AŞŞIKLIK! 29

Gaziantepspor’un takım kaptanı Talat Özkarslı’nın sözleşmesi tek taraflı olarak bozulmuş. Talat, bu olay üzerine; yerel basında yaptığı açıklamada, takımına karşı, Gazikent’e karşı olan sevgisini dile getirerek kendisi için jübi¬le yapılacağından söz ediyordu. Bu haberi okuyunca anılar geçmişe kaydı ve Talat’ı buldu.
Askerden geldikten sonra Kalespor’da oy¬nuyordum. Aynı zamanda Kale Kulübünün genç takımını çalıştırmakla da görevlendirilmiştim. Takım dediğim de mahalle takımı. Bu ta¬kımda oynayan 15-16 yaşlarındaki çocuklar içinden gelecek için umut verici olanları A takımına aktarırdık.
O zamanlar Gazi¬antep’te üç dört büyük mahalle takımı vardı.
Biri; Kozanlı’da bulunan Siyah-Beyaz renkleri olan Mekikspor. Bu takım sonradan Gazispor adını alarak resmileşti.
İki: Şehreküstü’de Şahinspor vardı. Şahinspor’un forması sarı-kahverengi idi. Bu takım da Şehreküstü’ye oyuncu yetiştirirdi.
Bir de bizim Tabakhane’de Kale klubüne bağlı Okspor Vardı. Haa bir de yine Kozanlı’da Vefaspor vardı. Bun¬lar resmî olmak istediler, olamadılar, da¬ğıldılar..
İşte Talât, bu Şahinpsor’da yetişmiştir. Sonradan bu Şahinspor’un oyuncularından bir kısmı Mekikspor’a geçti.. Bizim Okspor’un da bir kısmı Kale takımına, bir kısmı da Çınarlı’ya olmak üzere ikiye ayrılarak kapandı.
Demek ki o zaman Gaziantep’te dört, bilemedin beş tane mahalle takımı vardı. Şimdi Gaziantep’teki mahalle ta¬kımlarının sayısı beş yüzü geçer.
Mahalle takımı deyip de geçmemeli. Bu mahalle takımları içinde resmî kulüp¬lerden zengin olanları bile vardı. Bu takımlar aynen lig takımları gibi kendi aralarında maçlar düzenlerler. Bazen ortaya bir kupa koyarak kıran kırana maç yaparlardı.
Büyük kulüplere buradan oyuncu yetiştirilir ve bu oyuncular büyük kulüplerden emekli olup da güçten düşünce yine mahalle takımlarına döner. Bir süre mahalle takımlarında oynayıp da yeni yetişenlerin kendilerini çalımladıklarını görünce futbola veda ederdi…
Ne ise Okspor ile Şahinspor iki güçlü rakipti. Bir gün şimdi Hacıbaba’nın eteğinde bulunan Şaraphane’nin altındaki düzlükte, (şimdi burası tren yollan tamirhanesidir) bu iki takım karşı karşıya geldi.
Bizim Oksporluların ve taraftarlarının ağ¬zında, “Karşı takımda Talât da oynuyormuş, Talât da oynuyormuş!” söylentisi vardı…
Ben de yapılan bu söylentiler üzerine Talat’ı merak etmeye başlamıştım.
Şahinsporlular sahanın bir yanında, bizim oyuncularda bir yanında olduğumuz için Talat’ı uzaktan görebiliyordum.. Oyuncularımdan en iyisini onu markaja almakla görevlendirdim. “Yetmez bu!..” demeleri üzerine bir tanesini daha Talat’ı markajla görevlendirdim.
Maç başlayınca ne görsem beğe¬nirsiniz. Artık sahada ne bizim takım, ne de Şahinspor vardı. Yalnız ve yalnız Talât vardı. Top nerde Talât orda idi. Kalesine girecek topu kaleden alıyor, sağaçığa veya sol açığa aktardığı top yeniden kendisine gelince Ok-sporun kalesine şutlayarak gole çeviriyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde Talat’a hayran kalmıştık. Bu şaşkınlık içinde birinci dev¬re bitti.
Benim takım içinde kısa boy¬lu, adam yaralamaktan hapse girip çıkmış Durdu isimli bir oyuncu vardı. Devre arası yanıma geldi,
“Müsaade et! abi, şuna bir aşşıklık yapayım!..” dedi.
Mahalle takımı anlayışında bu aşşıklık geçerli bir savunma yöntemi idi. Baktı ki bir oyuncu ile baş edemiyor, hemen ona bir aşıklık yaparak oyun dışı ederdi.
Elbette Ta¬lât’ın tekmelenerek sakatlanmasına izin veremezdim; vermedim de…
İkinci devre de yine Talât vardı. Top nerde Talât orda idi. Maç bitti-ğinde yedi gol yemiştik. Beşini Talât at¬mış, ikisini de attırmıştı… Oysa biz Şahinsporla hep berabere kalırdık; ya da bir farkla yener, yenilirdik.
Maç bittiğinde herkes Talat’ın çevresinde toplanmış, onu seyrediyordu. Yanına vardım. Kendisini kutladım,
“Sen büyük bir futbolcu olacaksın!.» dedim.
Kendisi ise utanıp kızararak bana teşekkür etti.
Sonradan öğren¬dim ki Erkek Sanat Enstitüsünde okuyormuş, zannedersem futbol sevgisi yü¬zünden bu okulu da zorlukla bitirdi. Çün¬kü haklı şöhreti kendisini okuldan, ders¬lerden alıkoymuş, Talat için var olan tek şey futbol olmuştu.
Daha sonra Talat’la, bir kere de Çınarlı ve Şehreküstü maçında oyuncu olarak karşılaştık. Bizim takımı tek başına uğraştırı¬yordu. O maçtan anılarımda kalan tek olay şu: Top, sağaçıktan orta¬landı. Herkes topun yönünü ayarlamaya çalışırken, nerden çıktı, nasıl çıktı, Talat yetişerek topu yerden bir metre yükseklikte yakaladı ve durdurmadan şutu patlattı. Topun önünden kaçmaya fırsat kalmadan top gelip döşüme çarptı. Şimdi bile hatırlarım bu iki sesi. Biri Talat’ın topa vurduğu an çıkan ses, biri de bana çarptı¬ğında çıkan ses. Sesim soluğum kesildi… Kemiklerim kırıldı sandım.. Bayılacaktım, bayılmadan, sallandım..
Bir anım daha var Talat’la İlgili. Çı¬narlı takımı Ma¬latya’nın bir takımı ile karşılaşacaktı. Ma¬latya takımı Çınarlıdan güçlü olacak ki Çınarlı kendi oyuncuları ile değil de. Gazi¬antep karması ile çıkıyordu Malatya takımının karşısına. Bu yüzden benim gibi çelimsiz, zayıf oyuncular yerine diğer Gaziantep takımlarından seç¬me oyuncuları alıyorlardı. Benim yeri¬me de Talat oynayacaktı.
Talat o sıralar Şehreküstü’de oynuyordu, daha sonra da Galatasaray’a transfer olmuştu.
Maça bir buçuk – iki saat var, ama Talat ortalarda yok. Ara ki bulasın…
Yaşça büyük, boyca küçük bir kardeşi vardı. O da Şehreküstü’de oynardı. O bize Talat’ın bulunduğu yeri söyledi.
“Babam Talat’ın oynamasına kızıyor; çünkü sınıfta kaldı. Bu yüzden futbol oynamasın da şu okulu bi¬tirsin!..” diyor.
Babası, Talât’ı almış bağa götürmüş; “Bu çocuk aklını topa verdiği için sınıfta kaldı!..” diyerek…
Hemen bir taksi tuttuk. Babasının hatırından, geçemeyeceği iki kişiyi yanımıza aldık. Batalhüyük’ün, üstlerinde bir yerde Ta¬lât’ı babası ile birlikte üzüm keserken bulduk. Babasına minnet rica… Okuldan diploma alacağımıza söz vererek Talât’ı aldık geldik.
Yolda Talat bize:
“Geleceğinizi biliyordum. Dört gözle bekliyordum!..” di¬yordu…
Maçta oynayacak olmanın sevinci ile takside duramıyor, inip koşarak kestirme den sahaya varmak istiyordu.
+
Şimdi Talat’a jübile yapılmaktan söz ediliyor. O zamanlar 15 -16 yaşında ise şimdi demek ki 35 yaşlarında… Demek Talat 35 yaşlarında olmasına karşın sözleşmesinin tek taraflı olarak bozulmasına üzülüyor…
Bizler, bizim kuşak, otuzuna bastığı zaman otobüse yetişmek için koşsa nefesi tutulurdu. Öyle anlaşılıyor ki Talat, 35 yaşında olmasına karşın futbolu bırakmak istemiyor…
Gaziantep futbolu Talât’la parlamıştır. Futbol Talat için her şeydi; ama Kulüp yöneticileri, doğa ya¬saları Talât’a “Yeter artık!..” diyordu.
Hayri Balta, Gaziantep Sabah Gazetesi, 2.9.1974
(G. 11.1.2010)

“KASA KAPANDI, BUGÜN GİT YARIN GEL!..” 30

Mesleğe yeni başlamış olan genç avukat, öfke içinde staj gördüğü ustası avukatın iş yerine girdi. Yaşlı avukat işyerinde vekil edenleri ile görüşüyordu, onların sorularını yanıtlıyordu. Genç avukatın öfkeli oluşunu girişinden anladı.
“Hayırdır inşallah..” dedi, vekil edenleri ile konuşmasını kese¬rek,
“Hayırdır ağabey, hayırdır.. İşin bitsin de…”
Bu konuşma üzerine vekil edenler kalkıp gitmek istediler. Yaşlı avukat, gitmelerini engelledi.
“Durun hele, niçin telaşlandınız.”
Sonra genç avukata döndü: “Söyleyecekle¬rin gizli mi, gizli değilse anlat bunlar da dinlesinler..” dedi.
Genç avukat,
”Gizli olacak nesi var. Hem bunlar da dinlesinler. Dinlesinler ki, ‘bürokratik işlemleri kaldıracağım’ diye yurttaşın oylarını alan iktidarın marifetini görsünler!… “me¬murları ile olan ilgisizliğini öğrensinler..” dedi.
Bu konuşmalar üzerine vekil edenler de, yaşlı avukat da konuyu merak etmeye başladılar. Genç avukatın anlatacaklarını dinlemeye hazırlandılar. Genç avukat anlatma ya başladı:
“Ağabey, ben bu veznedarla¬rı davranışlarına bir türlü akıl erdiremedim. Örneğin bir kambiyo senedine ilişkin takip yapmak istiyorum. Takip için bana verilen senede bakıyorum. Vadesi dolmuş. Hemen takibe geçmezsem zaman aşımına uğrayacak. Aynı gün takibe geç¬mek zorunluluğu var. Senedi getiren vekil edenime, hemen git bir vekâletname getir, di¬yorum. O gidince ben de ödeme emrini doldurmaya başlıyorum. Vekâletname çıkart, takip talebini yaz, ödeme emrini, zarfını yaz, senetlerin fotokopisini çıkart, pullarını yapıştır, imzalarını tamamla, aslı gibidir derken saat 15 oluyor. Saate bakıyorsun, daha 2,5 saat var diyerek rahatlıyorsun. Varıyorsun, icra dairesine. İçeri girip de takibe geçeceğinden söz edince kasanın başın¬da oturan icra memurunun yüzünden düşen bin parça oluyor.
Nedenini anlamak için gidiyorsun yanına. Memur Bey hâla kasadaki paralan saymakla meşgul, yüzünüze bile bakmıyor.
“Takip talebim var!..” diyorsunuz.
Başını bile kaldırmadan” “Kasa kapandı!.. Bu gün git yarın gel!..” deyince tepem atıyor.
“Memur bey, bu takip bu gün yapılmazsa zaman aşımına uğrayacak..”
Yanıtı çok kesin,
“Niçin bu zamana kadar beklediniz. Yıllardır nerede idiniz?..”
İçerde bulunanlar genç avukatın anlattıklarını gülümseyerek dinliyordu. Genç avukat çaycının getirdiği çaya şekerini atıp karıştırdı. Bir yu¬dum aldıktan sonra konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü:
“Şimdi de bir başka olay: Şimdi saat kaç? Oradakiler saatlerine baktılar. Saatin kaç olduğunu kendisi söyledi. Saat 17. Çalışma saatinin bitmesine daha yarım saat var. Ama ben yarım saat önce harç veznesine gittim. Dava dilekçemi kabul etmedi.
“Kasayı kapattım, hesabı yapıyorum. Saat 15’ten önce geleydin…” demesin mi?
Dava da öylesine önemli ki… İstihkak davası. Bu dava bu gün açılmazsa zaman aşımına uğradığı için dâvayı kaybederiz.
Yaşlı Avukat yanıtladı:
“Bu durumu kendisine anlatsaydın…”
Genç avukat üzüntü ile başını salladı:
“Anlattım ağabey, anlattım. Ama beni dinlemedi. Her gelen böyle diyor…” dedi,
“Biz de insanız, bizim de çalışma saatimiz var…”
Kendisine,
“Sizin çalışma saatiniz 17.30’da bitmiyor mu” dedim.
“Bitiyor, bitmesine.. Eğer hesabı 17.30’da tutturmaya başlarsam herkesten iki saat sona evime git¬mem gerekiyor. Yargıç’ı müdürü, yazmanı, duyuranı (mübaşiri) savuşup gidiyor. Ben de burada kasayı tutturacağım diye saatlerce uğraşıyorum. Benim de evim barkım, çoluğum çocuğum var. Erken geleydin, vaktin de geleydin. Hangi birinize inanayım…” diyerek dilekçemi kabul etmedi ve ben de böylece istihkak davamı açamamış oldum. Şimdi söyle ben ne yapayım?..
Yaşlı Avukat:
” Yapacak bir şey kalmamış. Davayı kaybetmişsin. İstihkak iddia¬nız geçersiz. Daha bu adliyede ve icra dairelerinde nelerle karşılaşacaksın. Böylesi olasılıkları göz önüne alarak işini birkaç gün öncesinden yapacaksın. Biz her gün karşılaşıyoruz, bu tür engellemelerle…”
Konuşmaları dinleyen müvekkillerden biri, “Ağabey, bu bürokrasiye işlerlik kazandırmak sözle olmaz. Söyleme kolay, yurttaştan bu nedenle oy almak da kolay; ancak bu aksaklıkları gidermek öyle sanıldığı kadar kolay değil.. Hele bekleyelim, ne yapacaklar. Şimdiki halde gidiş iyi değil. Arı soktu, soku¬yor… Yüzümüz gözümüz şişiyor…” deyince hep birden gülüştüler…
ANKARA Barış Gazetesi. 11 NİSAN 1984 ÇARŞAMBA
G. 18.1.2010

ANKARA MUHAKEMAT MÜDÜRLÜĞÜ NEREDE? 31

Kahramanımız bu olayı gerçekten ya¬şamıştır. Şimdi hep birlikte kahramanımızı izleyelim::
Kahramanımıza Maliye ve Gümrük Ba¬kanlığından bir yan gelir.
Gelen yazıda “Altı bin lira alacağınızın Ankara Defterdarlığı Muhasebe Müdürlüğünden alınması dilekçenize cevaben bildirilir…” denilmektedir.
Kahramanımız Ankara Defterdarlığı Muhasebe Müdürlüğünün bulunduğu yeri bilmemektedir. Düşünür,
“Olsa olsa Maliye ve Gümrük Bakanlığı’nın bulunduğu yerdedir” der.
Maliye ve Gümrük Bakanlığına gider. Bakanlığın kapısında şöyle bir yazı bulunmaktadır:
“İş takibi 14 ile 17 arasında yapılır”.
Kahramanımız saatine bakar: 16.
“Eh der, daha bir saatimiz var. Paramızı bu gün alabiliriz…”
Bakanlığın girişinde ve sağda bulunan danışmanın önünde durur. Danışmada iki bay bir bayan bulunmaktadır. Gelen yazıyı göstererek sorar:
“Bu parayı nerden alabilirim?..”
Sağ olsun Danışmadan bir bayan yerinden kalkarak yanın gelir. Birlikte Bakanlıktan çıkarlar. Danışma görevlisi, eliyle karşıda dolmuşların durup kalktığı yeri gösterir:
“Gideceğin yer orasıdır…” der.
Kahramanımız, kendi kendini teselli eder. “Eh çok uzak değilmiş, iki adımlık yermiş.” der. Hemen oraya gider. Hava yağışlıdır.
Ankara’nın Nisan yağmurları, cad¬deden karşıya geçinceye değin adamı ıslatacak kadar şakır şakır yağar. Kahramanımız ıslanmayı göze alır…
“Gelmişken şu paramı alayım…” der.
Gösterilen yere gider. Kapının sol yanındaki levhada: “Maliye Bakanlığı Muhasebe Müdürlüğü ve Bütçe Dairesi” diye yaz¬maktadır.
Yanlış gelmedim, diye sevinerek içeri girer. Sağdaki Danışma Bürosunda bir kişi oturmaktadır. Gelen yazıyı ona göste¬rir. Danışma görevlisi yazıyı okuduktan sonra: “Sen yanlış gelmişsin arkadaş. Gideceğin yer Cebeci Vergi Dairesi 3. kattır. Oraya gideceksin!..” dedikten sonra Cebeci Vergi Dairesinin bulunduğu yeri tarif eder…
Kahrama¬nımız:
“Bir yanlışlık olmasın, Bakanlıktan burayı gösterdiler…”
Danışma görevlisi ke¬sinkes doğru söylediğine inanmaktadır:
“Sen beni dinle, yanılan onlardır… Daha fazla vakit geçirmeden Cebeci Vergi Dairesi git!…”
Kahramanımız ne diyeceğini şaşırır. Hemen bir Cebeci dolmuşuna atlar. Doğru Cebeci’ye…Girer içeriye. Sorar vezneye:
“Bu parayı nereden alabilirim?” diye sorar.
Görevli yanıtı yapıştırır: “Bu parayı Kızılbey Vergi Dairesinden alacaksın.”
Kahramanımız, ne yapacağını şaşırmıştır.
Çaresiz Kızılbey Vergi Dairesinin nerede olduğunu sorar. Görevli:
“Kızılbey Vergi Dairesini bilmeyen mi var canım. Geldiğin yoldan gidersen, kö¬şede sol yanında. Kime sorarsan gösterir…” der.
Kahramanımızın tepesi atmak üzeredir. Üçüncü kezdir aradığı yeri bulama¬mıştır. Hem de Bakanlığın danışma görevlilerinin git dedikleri yere gittiği halde…
Grisin geri döner. Şu asansörü kaçırmayayım diyerek asansöre doğru koşar. Bereket asansör kendisini beklemektedir.
Asansöre girince yine felsefe yapmaya başlar,
“Bizler sokaktaki sade vatandaşız, küçük insanlarız… Mutluluğumuz da küçük olaylardan kay¬naklanır, mutsuzluğumuzda…”
Kızılbey Vergi Dairesine yetişmek ve yağmurdan da daha çok ıslanmamak için, duvar diplerinden, çamurlu sulara basmak¬tan çekinen kediler gibi, yürüyerek Kızıl bey Vergi Dairesine varır. Kapıda kolu kırmızılı bir görevli durmaktadır. Ona sorar,
“Bu parayı nerden alabilirim?”
Görevli yazıya bakar.
“Bu parayı Cebeci Vergi Dairesinin üçüncü katından alabilirsin?” der.
Kahramanımız:
“Yapma memur bey. Şimdi ora -da geliyorum. Bana oradan burayı sağlık verdiler!..”
Kapıdaki görevli bereket üsteleme¬di. Yanılabileceğini de düşünerek,
“Öyle ise aşağıda muhasebe var. Bir kere de onlara sor ” der.
Kahramanımız saatine bakar. Saat 14.30′. Eh daha yarım saat var. Hızla merdivenlerden iner. Kendi kendine: “Dilerim, paramı alabilirim…” der.
En sonunda parayı verecek olan görevli servisi bulur. Yazıyı eline alan gençten bir görevli, kahramanımıza yakınlık gösterir,. “Abi, şu vezneye bir sor. Ödeme yapıyorlarsa tahakkukunu keseyim.”
Kahramanımız veznedarın kendisine:
“Sayım yapıyoruz, kasa kapandı. Bu git git, yarın gel.” diyeceğinden korkmaktadır. Vezneye doğru çekine çekine gider. Dediği gibi de çıkar. Defterler üzerinde toplama yapan görevli veznedarlar başlarını bile kaldırmadan:
“Vezneyi kapattık. Sayım yapıyoruz. Bu gün ödeme yapamayız. Kasa kapandı, bu gün git yarın gel!..”
ANKARA Barış gazetesi. 12 NİSAN 1984 PERŞEMBE
G. 25.1.2010
GÜNE BAŞLARKEN 32

İşyerine, elimde gazete okuyarak giderken arkamdan biri…
İcra ile mal kaldırdığımızda malları kendisine yediemin olarak verdiğimiz kişi…
“Ne yazıyor?” diyor..
Kendisine kesintisiz eğitime kesintisiz eylem yapan kara çarşaflı kızlarımızı gösteriyorum:
“Bak bu kara çarşaflı kızlar, şeriat isteriz…” diye gösteri yapıyor…

Kendisi dinine bağlı iyi bir kişi,
Soruyor bana:
“Şeriat gelince ne olur şimdi?”

Her rastladığında bana takılır:
“Ah bir de namaz kılıp oruç tutsan herkes sana hayran kalır?”

Açıkladım kendisine:
“Şeriat gelince bu gencecik kızlar,
Bir erkeğe; ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak varırlar…”

Sonra sordum kendisine:
“Sen kendi kızını, bacını ikinci, üçüncü, dördüncü bir eş olarak verebilir misin bir erkeğe?
Allah için olsun bana inandığın gibi söyle!”‘

Elektrik çarpmış gibi oldu, durdu, ben de durdum.
Ne söyleyeceğini merak ediyordum.

Düşündü, düşündü, yüzüme bakıp güldü:
“Yok arkadaş, yok!
Bizim dini¬mizde, mezhebimizde,
Bacımızı, kızımızı;
İkinci, üçüncü, dördüncü eş olarak vermeyiz bir erkeğe…”

Benim yanıt vermemi beklemedi,
Söylene söylene uzaklaştı gitti…

Bu yediemin kendi halinde temiz bir Müslüman.
Ama bana takılırken de, düşüncelerini açıklarken de gerçekçi bir insan…

Ama değil fanatik…
Demokrat ve laik…

Müslümanlığı çağa uygun, toplumsal gelişmeye uğramış.
Aklını imana kurban etmemiş, akılcı kalmış…

Gazetemi okuyarak işyerime geliyorum.
İki yıl önce Hac’ca gi¬dip gelmiş olan vekil edenimi işyerimde beni beklerken buluyorum…

0 da soruyor:
“Gazetelerde ne var, ne yok?”
“Okursan, haber çok!”

Kendisine; kesintisiz eğitim için kesintisiz eylem yapan kara çarşaflı kızlarımızı gösteriyorum:
“Bak şunlara, şeriat isteriz diye gösteri yapıyorlar!” diyorum.

Sonra sürdürüyorum:
“Şeriat gelince ne olur biliyor musun?” diyorum..
“Ne olur!” deyince açıklıyorum…

“Örneğin bu kızlar bir erkeğe; ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak varmak zorunda kalacaklar…”
Sonra da kumaları ile kavga yapacaklar…

Pek önemsemiyor,
Düşünceye dalıyor.

Kendisine bir soru daha soruyorum:
“Allah’ını seversen bana doğru söyle.
Sen kızını, bacını; ikinci, üçüncü ya da dördüncü eş olarak verir misin bir erkeğe?..”

Düşünüyor,
Yüzüme bakıp anlamlı anlamlı, gülüyor…

“Hayri bey, Hayri bey!
Ne söylüyorsun sen…
Devam ediyor:
“Aklımı peynir ekmekle yemedim ki ben..
Bacımı, ya da kızımı bir erkeğe; ikin¬ci, üçüncü, dördüncü eş olarak verem…”

Böyle yanıt veren de samimi bir Müslüman.
Zerrece kuşku duyamam Müslümanlığından…

Kesintisiz eğitime kesintisiz eylem yapan şeriatçı kızlarımız…
“Siz, gerçekten bir erkeğe; ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak varır mısınız?..

Bilmem bu soruma nasıl yanıt verirler?..
Bu soruma kendim yanıt versem acaba ne derler:

“Yaratılmış severiz yaratandan ötürü…” dedikleri halde
Müslümanlar domuzu neden sevmezler?
Sözde domuz eşini kıskanmazmış da, bu nedenle, domuzdan nefret ederler…

Peki, erkeğini bir başka kadınla paylaşırsanız,
Siz de eşinizi kıskanmıyor olmaz mısınız?”

Kıskanırsınız, kıskanırsınız…
Erkeğinizi bir başka kadınla nasıl payla¬şırsınız?..”

Aklı başında hiç bir baba; kızını bir erkeğe, ikinci, üçüncü, ya da dördüncü eş olarak veremez…
Ve aklı başında hiç bir kadın da erkeğini bir başka kadınla pay-laşmayı kabul etmez…
HAYRİ BALTA 2.9.1997
+
NOT: Bu öykü, Radyo Mozaik’te okunmuştur…
X
MERHABA,
O zaman yazdıkların hala geçerliliğini koruyor.
Yazık hiç yol alamamışız.
Baksana aynı şeyler yine tartışılıyor, hatta uygulanıyor bile.
Ellerine sağlık.
Gülcin Tezcan, 21.1.2010
G. T. 1.2.2010

KARANLIKTA ALKIŞLAR 34

İnsan doğuşta; iyi ruhludur, doğruyu, güzeli gerçeği arayıcı ve sevicidir.
İnsanı toplumun etkisi baştan çıkarmıştır. İnsanlığa yaraşır davranışlarda bulunmuyorsa eğer insan ara sıra; bu, toplumun etkisindendir.
İnsanın toplumun davranışlarının nedenini yaratılıştan çok çevresinin etkisinde aramalıyız. İnsan çabasında çevrenin gözüne girme çabası vardır; çoğunlukla. İnsanın davranışını, toplumu etkisi, beğenisi biçimlendirir.
Ses sinemasında bir film seyrettim geçen pazar günü bir halk matinesinde.
Filmde bir oğlan ile bir kız sevişiyor. Kızın anası kızını öpüşürken gördüğü için fena halde darılıyor kızına. Bu sırada odaya kızın babası giriyor.
Karısına: “Niçin sıkıştırıyorsun kızcağızı? Dişilik duyguları gelişmesin mi istiyorsun? Dişiliğinden utansın mı istiyorsun!..” diyor…
Bu sözler üzerine öfkelenip kapıyı çekerek giden kızın anası arkasından bizim halkımız, seyirciler, öyle bir yuh çekti ki görülmeye değerdi.
Oysa seyircilerin yani halkın gelenek ve inanışlarına göre baba haksız. Ne demek kızı bir başkası ile öpüşürken babası görsün de kızına darılmasın, görmezden gelsin. Bu halkımızın ahlak anlayışına aykırı değil mi?
Ama halkımız anayı tutacağına babayı tutuyor. Kızına darılan anaya yuh çekiyor… Babayı; ayıplamadan, kınamadan, içten gelerek çılgıncasına alkışlıyor.
Demek ki sağın solun etkisi olmazsa duygular rahatça gösterebiliyor.
Ama aynı halk, çevrenin etkisi söz konusu olunca; ayıp duygusuyla, namus duygusuyla anaya hak veriyor. Ananın, ailenin namusunu koruduğu için kızına darıldığı düşüncesine kapılıyor.
Karanlıkta yargılar tersine dönerek değişiyor. Çarşıda, pazarda bir topluluk içinde her hangi bir baba buna benzer bir konuşma yapsa, bir daha kimse yanına yaklaşmaz. Neden? Çevrenin etkisinden, dile düşmek korkusundan.
Çevrenin etkisi, görünmek, bilinmek korkusu olmayınca aynı halk günlük yargılarının dışına kolaylıkla çıkabiliyor. Karanlıkta kızının sevişmesini halkı bulan babayı alkışlıyor.
Halkın özündeki sağduyuya uygun anlayış karanlıkta beliriyor. Yani toplumun etkisinin söz konusu olmadığı bir ortamda halk sevişmenin kızın da hakkı olduğuna inanıyor.
Eğer karanlık olmasaydı, toplumun etkisi söz konusu olsaydı, anaya değil de babaya yuh çekerdi. Kimse babadan yana çıkmaya cesaret edemezdi. Herkesin kendisini ayıplayacağından korkarak susardı.
Gaziantep, Sabah Gazetesi. 23.6.1967

MERAK EDİYORUM 35

Bu günlerde en ilgimi çeken haber şu: İki soyguncu, peş peşe soygunlar yapıyormuş, bir türlü yakalanmıyorlarmış… Her gece bir taksinin şoförünü pusuya düşürüyorlarmış.
Anlaşılan maceracı bunlar. İsim yapmak istiyorlar. Bazı kişiler vardır ki isim yapmak için, tarihe geçmek için, en akıl almayacak işleri yapmaktan zevk duyarlar. Tarihte bu gibiler için sayısız örnekler vardır. Bunlardan usuma gelen ikisi: Atina’da mabed yakan ve Zemzem kuyusuna işeyeni…
Nasıl olsa yakalanacaklar. Bundan hiç kuşkum yok. Belki bu yazım Gaziantep’e ulaşıncaya kadar yakalanmış olacaklar; çünkü bir kere bizim Emniyet Mensupları bu konularda çok tecrübeli ve gözü pek. Ne tertipler, ne planlar hazırlanmıştır şimdi soyguncuları suç üstünde yakalamak için.
Sonra bu denli pervasızca, ana caddede soygun düzenlemek pek övünülecek bir iş de değil. Günün kaygısı içinde, çoluk çocuğunun ekmek parası derdinde olan kişileri korkuya salmak pek kahramanlık olmasa gerek.
Soyulanlar taksi şoförü oluyormuş genellikle…
Taksi şoförleri kim ki? Genellikle başkalarına ait taksilerde yevmiyeli olarak çalışan garibanlar.
İnsan onlara silah çekmeye utanır. Hem bu silah kullanmak, kime olursa olsun, ne ilkelce bi’şey.
Ben değil kullanmayı, silah kelimesinin adından bile iğrenip tiksiniyorum…
Sonra on lira için, otuz beş lira için insan; yaşamını tehlikeye atar mı?
Macera uğruna, isim uğruna kıyar mı insan kendi yaşamına.
Ne diyelim her insanın zevk aldığı bir konu vardır.
Belki bunlar; soygundan sonra gittikleri kahvede, soygun üstüne yapılan abartılmış konuşmaları duydukça, yürekleri kat kat yağ bağlıyordur… Yazık..
Yüzde yüz yakalanacaklar. Artık bir daha soygun yapmasalar da yakalanacaklar. Emniyet görevlilerine güveniyorum.
Hiç Ankara’ya gelmeye kalkmasın Gaziantepliler. Güvensinler kendi emniyet mensuplarına. Bakın görün, çok kısa zamanda yakalanacaklar.
Üzülüyorum kendileri adına. Ne yapalım kendi düşen ağlamaz ve de ağlamaya hakkı yoktur. Gaziantep Sabah, 6.7.1973-(G. T. 15.2.2010)

MUZAFFER HANIMLA BİR KONUŞMA 36

Muzaffer Hanım Amerikan Hastanesine sözleşmeli başhemşire olarak yeni gelmişti. Amerikan Hastanesine kendi anlayışına çeki düzen vermek istiyordu. Kısa zamanda diğer hemşireler üzerinde de otoritesini kurmuştu.
Eşimle ve çocuklarımla da ilgilenirdi ve sık sık olmasa da evimize gelip giderek bizimle sohbet ederdi.
Çok geçmeden benim ayrıksı düşünceler inde olmamın ayrımına varmıştı ve beni kendisi gibi düşünüp inanmam için çaba gösterirdi. Bu nedenle ara sıra odama gelerek bana dinsel düşüncelerini açıklardı.
Kendisine saygı duyardım.
Bir öğle tatili sırasında odamda oturmuş kitap okuyordum. Odama girdi. Karşımdaki masaya oturdu. Aramızda şöyle bir konuşma geçti. Bana:
– Akşam, Voltaire’nin feylesofça Konuşmalar adlı bir kitabını okudum Kitap çok ilgi çekici bir şey; Bir papaz, bir asilzade ve bir hukukçu ile İncil üzerinde tartışıyorlar.
Konu: İncil’in aslını muhafaza edip etmediği idi. Asilzade ile hukukçu İncil’in İsa’dan çok sonra birçok kişi tarafından yazıldığını, yazılanların birbirini tutmadığını, en sonunda birbirine yakın olan dört İncil’in kabul edildiğini ileri sürüyorlar. Papazın buna karşı söylediklerini de çürütüyorlar. Voltaire papaz ile karşıtlarını çok güzel konuşturduktan sonra konuyu İslam’ın kitabı Kuran’a getirerek yeryüzünde aslını muhafaza eden, değişmeyen tek din kitabın Kuran olduğunu söylüyor…dedi. Böylece inanılması gereken kitabın Kuran olduğunu söylemek istiyordu. Kendisine:
– Biliyorsun daha önce de söylemiştim. Biz, ne Müslümanlar gibi Muhammed’i, ne de Hıristiyanların aldığı gibi İsa’yı alırız. Bizim İsa ve Muhammed anlayışımızla Hıristiyanların İsa’yı Müslümanların Muhammed’i anlayışı arasında çok fark vardır.
Onlar İsa’yı bir Peygamber olarak alırlar. Biz ise İsa’yı bir filozof olarak alırız. Onlar İncil’i bir din kitabı olarak alırlar biz ise İncil’i bir felsefe kitabı olarak. Alırız.
Gelelim İslam Peygamberine ve Kuran’a… Bunları da Müslümanların anladığı manada almayız. Bizce İslam Peygamberi tarihi bir kişiliktir. Kuranı da beşerî, ilahÎ ve siyasal yönleri olan bir kitap olarak alırız.
Şimdilik bunları bir tarafa bırakalım. Eğer bizler İncil’i Allah gönderdi diye okursak bu gerçekçi olmaz.
İncil’i niçin okumalıyız? Bizler İncil’i ve diğer kutsal kitapları bize bir şey veriyorsa okumalıyız. Okuduğumuz kitap bizleri yeniden doğuşa hazırlıyorsa, bize yeni görüşler veriyorsa, olumlu davranışlara yöneltiyorsa okumalıyız. Ama yazan kini olursa olsun… İster İsa’nın sözleri olsun; ister bir zibilci, ister bir Ord. Prof. yazsın; bizi yazan ya da söyleyen değil sözün değerli oluşu ilgilendirir.
Bizi ilgilendirecek olan kitabın bize bir şey verip vermediği… Okuduğumuz kitap bize bir şey veriyor mu, vermiyor mu biz ona bakarız.
Gelelim Allah meselesine. Allah’ın varlığı ve yokluğu bizim çözemeyeceğimiz bir sorundur.
Bizler Allah’ın varlığı ve yokluğu ile ilgileneceğimize Allah’ın bizlere verdiği aklı nasıl kullanacağımıza, bizlere verdiği bu sağlığı nasıl koruyacağımıza, bakalım…
Sözlerimi ses çıkarmadan dinliyordu. Ben ise sözlerimi sürdürüyordum:
– Eğer bir gün Allah’ın huzuruna çıkarsak; O’na, “Bize verdiğin akla, sağduyuya, vicdana uymaktan başka bir suçumuz varsa onu göster!.. diyebilelim.
İnsan beğenmediği bir iş yaparken içinde bir huzursuzluk hisseder. Hırsızlık ederken, yalan söylerken bu huzursuzluk kendini açıktan açığa belli eder. Bize düşen bu huzursuzluğa meydan vermemektir.. İnsan organizması bir telsiz makinesine benzer…
Biliyorsun telsiz makinesi ince ince tellerle bağlanmıştır birbirine. En ufak bir sarsıntıda bu tellerden biri kopunca makinenin çalışması aksar, parazit yapmaya başlar. Tıpkı vücudumuz gibi…
Allah bizim vücudumuzu o şekilde yaratmıştır ki en küçük olumsuz bir davranışımızda huzursuzluk duyarız. Yani organizmalarımızda oluşan paraziti hissederiz.
Demek istediğim: “Bize düşen yarın sorguya çekildiğimiz zaman, bu sorgucu ister Allah olsun, ister yargıç olsun, ister ise sıradan bir insan olsun… Ona diyebilmeliyiz ki: Biz Doğa anamızın bize verdiği akla göre davrandık. Sağduyu yolundan gittik. Vicdanımızın sesine kulak verdik. Organizmalarımızın uyarılarına saygı göstererek kimseye haksızlık yapmadık. Yalan söylemedik, hırsızlık etmedik… Hani bir söz vardır. “Kendini bilen rabbini bilir. Biz kendimizi bilirsek bu bize yeter…
Allah bizden “Kendi kendimizi bilmemizi ve doğru dürüst yaşamamızı istemektedir. Bizi bu ilgilendirir…”
Ben, bunları söylerken hiç sesini çıkarmadı. “Mesai saati başladı. Şimdi çalışma vakti!” diye ayrıldı gitti.
Anladığım kadarı ile sözlerim kendisini pek sarmamıştı… 15.4.1964

İZİN YOK! 37

Tanık oldum, Amerikan Hastanesinde; işçi bir kadın ile işçibaşı kadın arasında geçen konuşmaya
Konuşmayı olduğu gibi aktarıyorum buraya…

İşçi başı kadının tutumu beni derinden etkiledi.
Bu denli etkilenmeme karşın elimden bir şey gelmedi.
Biliyordum, bir şey deseydim;
“İşime ne karışıyorsun!” diyecekti…

İşçi kadın, izin istiyor…
Gerekçesini açıklıyor:
“Kızım Almanya’ya işçi olarak gidecek.
Uğurlamak için bana iki saat izin gerek…”

İşçibaşı kadın oralı olmuyor,
İşçiye başından savmak istiyor…
“Git Müdürle konuş…” diyor.
İşçi kadın ağlıyor…:

“Benim amirim sensin.
Müdür bana nasıl izin versin?..

Müdüre gidersem seni tepelemiş olurum…
Hem Müdüre gitsem;
O da beni sana yollar biliyorum…”

İşçibaşı kadın kestirip atıyor:
“Benden istiyorsan izin vermiyorum…
Yukarı git! Yukarda müdür var, İdare Müdürü var.
Onlardan iste isteyeceğin izni diyorum…”
İşçi kadın yineliyor:
“Benim amirim sensin…
Ben yukarı gidemem.
Ne olur iki saat izin ver.
Kızımı İki yıl göremeyeceğim …”

İşçibaşı kadın acımasız, işçi kadına yukardan bakar.
İki saat izin verse kıyamet mi kopar.
Hastanenin işleri mi aksar…

“Benden istiyorsan izin vermiyorum.
Ne istiyorsun benden bilmiyorum.

Uzatmaya yok gerek.
Gerektir işçiye, kendini işe vermek…”

İşçi kadın dayanamıyor.
Bombayı patlatıyor:
“Bu kadar aksi misin sen
Sende hiç merhamet yok mu?
Kıyamet mi kopar iki saat izin versen…”

İşçibaşı kadın işçinin bu ağır sözlerine hiç aldırmıyor.
“Evet aksiyim! Var mı bir diyeceğin?” diyor…

Serde solculuk var,
Bu durum beni derinden yaralar…

Karışsam huzursuzluk çıkacak.
İşçibaşı kadın bu kez de bana çatacak.
Aramızda çıngar çıkacak.
Hastane kalkıp oturacak.

Müdür ve İdare Müdürü daha önceden görülmüştür.
“Benim izin vermediklerim,
Sizlerden izin istemeye gelince
Kesinlikle izin vermeyin!” denmiştir.

İşçi kadın ağlayarak işinin başına döner,
İşçi kız, anasını görmeden Almanya’ya gider.
Anasının kaderi, Almanya da kızını bekler… 7.4.1964
G. 12.3.2010

AKILSIZ DOSTLAR 38

Ara sıra çay içerim.
Çay içmek için kahveye girerim.

Çay, mideme iyi gelmez ama kafama iyi gelir.
İçince, kafam da, bedenim de dinlenir.

Çay ihtiyacı duyunca girerim ilk karşılaştığım kahveye.
Boş bir masaya oturur, içerim çayımı içime sine….

Bu gün girdiğim kahvede öfkeli bir tartışma var.
İçerdekiler sobanın başına toplanmışlar…
Hep birden Takdir Komisyonuna atıp tutuyorlar.

Söyleniyor sobanın başındaki tömbeki içen biri:
“Bu mahallenin muhtarı yok mu, halimizi bilmez mi?
Benim içini takdir edilen neyse ney…
Ya şu, şu biçareye takdir edilen şey?..

Bu biçarenin hırsız girse evine,
Çalacak yirmi beş liralık eşya bulamaz evde…”

Bu sözleri söylerken karşı masada kağıt oynayan birini gösteriyor…
Kendisinden söz edilen genç oyunu bırakarak karşılık veriyor…
Sözünü sakınmadan Takdir Komisyonuna küfür ediyor…

Akşam üzeri çıkıyorum kahveden; Site sinemasına doğru iniyorum.
Yollar buz tutmuş, kayıp düşmemek için dikkat ediyorum.

Karşı kaldırımda iki genç kız kol kola girmişler;
Hem birbirlerini ısıtıyorlar hem de bir şeyler konuşuyorlar.
Arkadan, sokrana sokrana gelen annelerini unutmuşlar.

Bekçi, dükkânların anahtarlarını yokluyor kapamayı unutanlar var mı diye
Bana anlatmak gereğini duyuyor kapıları niçin yokladığını nedense…

“Bey hava soğuk mu soğuk, nerdeyse insan donacak.
İpsiz sapsız adamla dolu cadde, sokak…”

“Evet, Allah yardımcınız olsun!.
Hava iyice soğuk…”

Ayrılmak istiyorum bekçiden.
Bekçi, ayrılmak istemiyor benden…

“Evet hava soğuk mu soğuk…
Bu yıl ne yazlık verdiler ne de kışlık kocuk…
Şu üzerimdekini belediye çöpçülerinden satın aldım…
Eğer almasaydım, bu soğukta paltosuz, donup kalacaktım…”

Üzerindeki asker kaputuna benzer giysiyi gösteriyor.
Duramıyorum, içimden sormak geliyor:
“Aylığın ne? Eline ayda ne geçiyor?

“On yıllık bekçiyim…
Bekçiler içinde en kıdemlilerinden biriyim.

En çoğunu bize verirler,
Ayda 320 lira öderler…
Bu ay onu da vermediler…
Önümüzdeki ay verecekleri de şüpheli.
Bilmiyorum; ne yemeli, ne içmeli…
Bu soğuk karda kışta nasıl geçinmeli?..”

Söyleyecek söz bulamıyorum.
Ancak:
“Başka bir iş yapamaz mısın?” diyorum…

“Nerde beyim nerde?
Nasıl meslek sahibi oluruz köylük yerde…
Zorla bulduk bu bekçiliği de..”
Diyor ezgi ile…

Bir yanda ben, bir yanda Bekçi…
Ayda, 320 liraya apartman, mağaza beklenir mi?..

Aklıma radyodaki “Bunlar neden böyle oldular” programı geliyor.
O programda; zimmetine para geçiren bir veznedar şöyle diyor:
“Çok para ile oynayanlara çok para vererek geçimini sağlamalı.
Yoksa para ile oynayan geçimini sağlamak için zimmetine geçirir benim gibi paraları…”

Bu sözleri cezaevindeki koğuşundan söylüyordu.
Özgürlüğü özleyerek ah vah ediyordu.

Çınarlı kütüphanesinin önünde bir kalabalık toplanmış
Komünizmle Mücadele Derneği Başkanlarından
İlhan Darendelioğlu konferans vermiş; komünizmi anlatmış…

Önümde giden gençler dertleşiyor.
Biri:
“Komünizmin tarifini yap dediler yapamadı…”
Diğeri:
“İhtilalden iki yüz yıl önce yaşayan Çaykovsinin plaklarının Komünizm propagandası ile ne ilişkisi olabilir…” dedi…

Yanlarına yaklaşıyorum, biri tanış çıkıyor, soruyorum:
“Ne söyledi, ne dedi?”
“Eğer Lenin’in, Stalin’in heykellerinin bu yurda dikilmesini istemiyorsanız komünistleri ezin!..” dedi

Akıllı düşman akılsız dosttan iyidir der Şirazlı Sadi.
Bu akılsız dostlarla mı yapacağız biz, komünizmle mücadeleyi…

Bu adamlara konuşmaları için değil susmaları için para vermeli.
“Al şu parayı da kes sesini!..” demeli…

Verin paraları da gitsin evlerinde otursunlar
Otursunlar da, ortalığı karıştırmasınlar…

Komünizmle mücadelenin yolu sosyal adalettir.
Kahvede kâğıt oynayan gence iş,
O apartman ve mağaza anahtarlarını yoklayan bekçiye de,
İnsanca yaşamına yetecek kadar para vermektir…
+
Hayri Balta, Gaziantep Sabah gazetesi, 10.2.1967
G. 21.3.2010
X
Sayın Balta,
Önce saygı ve kalbi selamlarımla sağlıklar dilerim.
Akılsız Dostlar başlıklı yazınızda sözü geçen o konferansta ben de vardım. Bize din namus vatan elden gidecek dediler.
Biz de inandık. Komünizmle Mücadele Derneği için çalıştık. Haber gazetesinde yazı yazardık.
Bizden çok yararlandılar.
Ne bilelim delikanlılık. Vatan namus söz konusu idi.
Hasan Geneyikli, 20.3.2010

MENDİLCİ AHMET 39
-12 Yaşındaki Mendilci Ahmet’ten Hayat Dersi!-

Dün 15 milyon öğrenci ders başı yaptı…
Bilecikli Ahmet ise, Mecidiyeköy’deki Profilo trafik ışıklarında elindeki kağıt mendilleri satmak için yeşil ışığın yanmasını bekleyen araçların camlarını tıklatıyordu.
“Sen okula gitmiyor musun” dedim, gerisi geldi:
– İki sene önce dördüncü sınıfı bitirdim ve bıraktım.
– Neden?
– Babam hapse girdi…
– Ne yaptı ki?
– İnce iş… Şimdi anlatamam…
– Annen neden çalışmıyor peki?
– O da çalışıyor, aha orda…
Eliyle 10-15 metre uzakta kucağında bir bebekle dilenen kadını gösteriyor.
– Oooo, iyisiniz… Bu ışıklar sizin kontrolünüzde yani…
– Kız kardeşim de cam siliyor…
– Vay, vay, vay… İyi para götürüyorsunuzdur…
– Üçümüz günde 200-250 liradan aşağı toplamıyoruz…
– Ayda 6 milyar eder…
– Geçiyor… Ama pazar günleri çalışmıyoruz… Çünkü pazarları bu ışıklar tıkanmıyor. İş olmuyor. Ben de balık tutup satıyorum. Sana da getireyim mi?
– Boş ver balığı, o kadar parayı ne yapıyorsunuz?
– Birazını babama gönderiyoruz, birazını yiyoruz, yarısını da biriktiriyoruz.
– Biriktirince ne yapacaksın, dükkân mı açacaksın kendine?
– Manyak mıyım be abi, ne dükkânı… Araba alacağız. Babam hapse girmeden önce korsan (kaçak taksicilik) yapıyordu, büyüyünce ben de aynı işi yapacağım.
– Ev almayacak mısınız?
– Evimiz var, belediye verdi. Kâğıthane’de…
+
Bu sırada ışık yeşile dönüyor ve arkamdaki araçların sürücüleri kornalarına abanmaya başlıyor… Ama muhabbet tatlı, Ahmet’le biraz daha konuşmak için arabayı iyice kenara çekiyorum.
– Okulu tamamen bıraktın yani…
– Okusam ne olacak ki? Benim öğretmen yirmi yıl okumuş, bin lira kazanıyor. Yaşanır mı o parayla? Hem ben her gün internete giriyorum, o yeter.
– Bilgisayarın da mı var?
– Niye olmasın ki?
– Peki; arkadaşların okula giderken hiç mi üzülmüyorsun?
– Önce üzülüyordum, ama artık sigara paralarını bile ben veriyorum. En zenginleri benim şimdi.
Ahmet işin kolayını bulmuş, yolunu çizmiş; ne söylesem nafile… Vedalaşıp gitmek için hamle ediyorum, suratı asılıyor:
– O kadar çene çaldık, bir beşlik bile atmayacak mısın?
+
Dün 15 milyon öğrenci ders başı yaptı…
Şanslı olanlar üniversiteyi kazanıp, öğretmen, doktor, mühendis olacak ve Ahmet’in dediği gibi ayda bin liraya talim edecek. Çoğu da işsizler kervanına katılacak.
Ahmet ise o zamana kadar çoktan altına arabasını çekip, korsana başlamış olacak.
Belki de işleri iyice yoluna girecek ve “filo” kuracak…
Çoğumuz sokakta gördüğümüz o çocuklara acıyoruz ya…
Bence asıl kendi çocuklarımızın geleceği için kaygılanmalıyız!
+
17.3.2010’de gelen bir ileti, yazarı bilinmiyor…
Hayri Balta, G. 15.4.2010
X
Ulviye Can,
Merhaba sana candan,

İyi bir öykü, iyi seçmişsin.
Ancak, yazarı kim, belirtmemişsin.

Yazarını belirtirsen sevinirim.
Gönderdiğin yazı için
Şimdiden teşekkür ederim.
Hayri Balta, 17.3.2010

ÖZGÜRLÜĞE SELAM 40

Şu yazıma neresinden başlayacağımı bilmiyorum. TİP binası önünde halay çeken köylülerin içten gelen coşkularını betimlemekten mi başlasam; yoksa, o gün o halkta gördüğüm aydınları utandıracak medeni cesareti mi ele alsam; yoksa, araba ile Aybar’ları karşılamaya giderken yol üzerindeki köylülerin sevinç gösterilerinden mi; yoksa, onların yırtık giysilerinden mi…
Yolçatı’da Aybarlar’ı bekliyoruz. Davul çalıp halay sekiyoruz…
Bakıyoruz, karşıdaki asfalttan hızla üç araba geliyor ardı ardına…
Gelen arabalardan Aybar, Boran, Altan çıkıyor? Halay sekmek için yamaca çekilenler koşuşuyorlar. Bir sarmaş dolaş, bir öpüş, bir kucaklaşma…
Sanki bir ana baba günü. “Varolun!” diyenlere Aybar: “Biz değil siz var olun!” diyor. “Bizde varolacağız ama sizinle!” diyoruz hep birlikte.
Aybar’a, Boran’a, Altan’a görülmemiş bir sevgi gösterisi var… Gözyaşları ile dile gelen bir sevgi gösterisi bu. Verecek söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlar birlikte getirdikleri küçük çocuklarını kucaklayıp “Bunlar sizler sayesinde insan gibi yaşayacak.” diyerek onlara gösteriyorlar.
Aybar ve Altan: “Mutlu yarınlar bunların olacak!” diyerek gözyaşları içinde çocukların minik ellerinden öpüyorlar.
Aybar elini öpmek isteyenleri bağrına basıyor: O köylülerin tenlerindeki özel yoksulluk kokusunu sindirerek içine çekiyor.
Ne bir savaşa giden ne bir savaştan dönen sarılır böylesine birbirine.
Altan şaşkınlık içinde. “Mutlu yarınlar!” diyor hep ne söylediğini bilmeden. O denli duygulu ki…..
Geride, taksinin yanında, Boran ile Karcı’nın eşi; donuk, durgun, dilleri tutulmuş…. Bir kadın soyluluğu ile manzarayı seyrediyorlar sessizce…
Konvoy yola koyulunca taksilerin uzunluğuna bakan sağ yanımdaki kendini tutamayarak: “Artık kapatamazlar!” diyor. Yanımdaki sürücü: “Çetin’in dokunulmazlığını kaldırmak çetin artık!” diyor.
Ben “Onun dokunulmazlığı halk sevgisinden gelmeseydi şimdiye kaldırırlardı!” diyorum. “Kolay kolay kaldıramazlar artık!” diyorum ama söylediklerimize bizlerde inanamıyoruz, bunu birbirimizin gözlerinde okuyoruz.
Seksen taksilik konvoy Gazikente giriyor yavaş yavaş.
Otobüsü, minibüsü, kamyon dolusu köylüyü, kentliyi sayma…
Alkışlayanlar azınlıkta; anlamlı anlamlı izleyenler çoğunlukta.
İl binasında Aybar, Boran, Altan sevgi ile halkı selamlıyorlar…
Büyük sinemanın salonunda; Ne laf atan, ne taş atan, ne de toplantı basan kaba kuvvet var… Hepsi toz olmuşlar…
27 Mayıs’ın bir araya getiremediğini TİP getiriyor bir araya: Dünün CHP’lisi DP’lisi yan yana. Yakalarında rozet…
Dünün taşlanan, horlanan, karakolda dayak yiyen, hapislerde sürünen TİP’lileri, gözyaşlarından meydana gelen merceklerin arkasından, büyük bir gururla, bakıyorlar salonu dolduran muazzam kalabalığa…
İnançlarının halka mal olmasından büyük bir mutluluk duyuyorlar. Yıllardan beri çektiklerinin karşılığını alıyorlar. Bu sevgi, bu coşku yetiyor kendilerine.
Dünün selam vermekten kaçınanları saygı ve sevgi gösterisinde bulunuyor bu gün TİP’lilere.
Özgürlük güzel şey.
Özgürlüğü yaşadık geçtiğimiz pazar günü.
Teşekkür ederim bütün TİP’liler adına bu özgürlüğü bize tattıranlara. Özgürlük gün geçtikçe daha iyi duyuruyor varlığını.
Selam özgürlüğe.
Gaziantep Sabah Gazetesi, 5.4.1967
G. T. 3.5.2010

DAYAK 41
Bilirsiniz bizim karakollarda yurttaşa bir güzel dayak atılır. Öyle ki dayak korkusundan işlemediği suçları kabul ederek yıllarca tutuklu kalmış yurttaşlarımız bile var.
Bir arkadaşım vardı: Karakolda yediği dayağı anlatmıştı bir kere. Kendisini o denli dövmüşler ki dayanamamış artık; başlamış kendisini dövenlere sövmeye. Söverken amacım şu idi diyor: “Sövmemden kızsınlar da, tabancayı çekip beni öldürsünler!..”
Bir keresinde ben gördüm karakolda insanların nasıl dövüldüklerini. Üç kişi zannedersem sinemadan çıktıktan sonra Alleben’de yüksek sesle türkü söylerlerken bekçi mi polis mi biraz ağır olun demiş; onlar da ne yapıyoruz ki diye karşılık vermişler. Suçları bu.
Ama bunlar bir dayak yedi, hiç unutamam o manzarayı. Dayağı yedikten sonra üçünü birden iki kişinin ancak gireceği bir dolaba soktular tekmelerle, sopalarla… Daha şaşarım iki kişilik yere üç kişinin nasıl olup da sığdığına…
Ne bir ulusuz bilmem ki. Terbiyeye dayakla başlarız. Eğitim ve öğretime dayakla başlarız. Öğretim ve eğitimin bir de pedagojik, psikolojik yönü var; var ama, biz oralı olmayız pek… Çünkü oralı olmak demek biraz düşünmek; bir olayın, bir davranışın önceliğine varmak demek; nedenini niçinini aramak demek. Bizler o denli düşünmeye, kafa çalıştırmaya, gelmeyiz pek.
Ailede dayak, okulda dayak, spor sahasında dayak, resmi geçitlerde itme kakmaya direnirsen dayak, askerde dayak. Askerlik dedim de aklıma geldi. Onbaşılardan çavuşlardan yediğim dayağı bir ben bir de beni dövenler bilir.
En küçüğümüzden en büyüğümüze kadar dayağa karşı bir eğilimimiz var. Öyle ki atasözümüz de var: “Dayak cennetten çıkmadır!..” diye. Daha ne atasözlerimiz, ne deyimlerimiz var ya…
Dayak çekmek veya dayak yemek korkusu iliğimize kemiğimize işlemiş. Talat Aydemir’in Akşam’da yayınlanan hatıralarını okuyanlar unutmamışlarsa koskoca bir ihtilalcinin dayak yemek korkusu ile nasıl kıvrandığını görmüşlerdir. Kellesi koltuğunda adam dayak yemekten korkuyor…
Yine Akşam’da yayınlanan Yassıada tutukluları hakkındaki yazıda dayağın, itip kakmanın, izlerine rastlıyoruz. Yahu yapılır mı bu. Karşımızda ki insan be!… Suçu ne olursa olsun. Hani anayasalar, “Yasalar dayağı yasaklıyor”, deriz. “Anayasamız insan onuru ile bağdaşmayan ceza verilemez!..” diyor, deriz.
Ben bu dayakları görevlilerin işgüzarlığı sanırdım. Meğer bu bir metotmuş. Yöneticilerimiz karakolda dayak çekildiğini biliyorlarmış. İnanın ben onların bildiklerini bilmiyordum. Jandarmanın, polisin çektiği dayağı o görevlinin sadist bir zevkle, işgüzarlık olsun diye, iş olsun diye, aşağılık duygusunun etkisi ile yapıyor sanırdım. Meğer bu bir metotmuş. Bakınız Bayram gazetesi ne yazıyor: “Dayak usulü kaldırılarak yerine daha etkili ve maslahata uygun metotlar kullanılacaktır.”
Gerçi bu metotların dayaktan da feci olduğunu Aybarlar söylüyorlar; ama şu dayak, işkence kaldırılsın da ne olursa olsun…
Gaziantep Sabah, 4.4.1967
+
Ahmet Dursun

Sayın Balta,
İnançlarım gereği dediniz mi her şey bitiyor.
Polis de öyle inanmış, inandırılmış.
O halde sorunun kökeni hep inançlarda gizli.
İnançlar dinler üzerinden pazarlandıkça bu gerçekler evrenin hiç bir yerinde değişmeyecek.
Bilim hâkim olmadıkça insanlık kurtuluşa eremeyecektir.
Çünkü bilim, gerçek yaratıcının, tanrının saklı hazinesidir.

Dinler ise yaratılan tanrıların sapkın planlarından başka bir şey olamaz.

Ahmet Dursun, 9.10.2011

NE DEĞİŞMİŞ? 42

Bir hemşerimiz adını vermeden Akşam gazetesinin “Derdini Söylemeyen Derman Bulamaz” köşesinde derdini dile getirmiş.
Eğer milletvekillerimiz aylıklarımız on biner lira olsun diye bir teklif getirmeye kalkmasalarmış derdini dile getirmeyecekmiş.
Derdi şu hemşerimizin. Kendi kaleminden okuyalım: “10 lira ücretle çalışıyorum. Aldığım 300 liranın 30 lirası sigorta primi olarak 25 lirası vergi, 7.50 lirası sendika aidatı olarak veriyorum. 50 lira da köhne bir ev için kira veriyorum. Beş de çocuğum var. Kalanı da kuru ekmeğe ancak yetişiyor. Biz bu durumda yaşarken sizlerin 10.000 lira aylık teklifini Büyük Meclise getirmeye ne hakkınız var. On bin lira nerede 300 lira nerde. Oysa sizler müreffeh bir Türkiye vaat ederek geldiniz iktidara.” diyor.
Demek ki hemşerimiz beş çocuğu, eşi ve kendisi yedi kişilik bir aile… Bu aile aylığı elli liralık bir evde oturuyor. Artık aylığı elli lira olan bir ev nasıl olur varın siz düşünün… Hele bu oda da yedi kişinin yemek pişirip yediğini, yatıp kalktığını, yunup arındığını düşünün…
Yurdumuzda bu durumda olan aile bir tane olsa, beş tane olsa “Çalışıp kazanalardı. Çalışana Allah verir. Bunlar bu derece yoksullarsa bir nedeni vardır…” dersin.
Şurası bir gerçektir ki yaşantıları bu durumda ailelerden yurdumuzda on binlerce, yüz binlerce var. Getirin gözlerinizin önüne İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Adana, Gaziantep gece kondu bölgelerini ve kenar mahallelerini. Bunların toplamı on milyonu geçer ve istatistiksel gerçekler de on milyonun hatta yirmi milyonun üstünde olduğunu söyler. Elbette bu denli bir topluluk salt tembelliklerinden bu hale düşmüş değillerdir.
Bu yoksullar en güç koşullar altında çalışmakta günde kazandığını günde yiyerek kıt kanaat geçinmektedir. Bunlara tümden tembel diyemeyiz…
Otuz milyonluk bir ulusun yirmi milyonu acınacak derecede yoksul olursa buna da tembellikten, işlerini bilmemekten deyemeyiz…
O zaman soylu Türk ulusu boylu Türk ulusu demeyip de tembel Türk ulusu dememiz gerekir ki bizim buna dilimiz varmaz. Biz Türk ulusunun yaratıcılığına çalışkanlığına o denli güveniyoruz ki eğer bu ulusun kalkınma yollarını tıkayan engeller kalksa on yılda kalkınmamızı tamamlarız.
Bu ülkeyi yönetenler mutlu azınlıklar, hâkim sınıflar, ileri gelen partililer bu sosyal görüntüye bir bakmalıdır.
Düşmez kalkmaz bir Allah. İçinde bulunduğumuz sistemde çok varlıklı olanların, milyonda bir olasılık da olsa, bu kapitalist düzende, elindekini avucundakini batırıp bu yoksullaşması olağandır. Böyle bir olasılık karşısında Öyle bir ihtimalde ne yapacaklarını düşünmüşler midir acaba bizim hâkim yönetici sınıflarımız…
Bu olasılık yüzünden de olsa bu sosyal yaralara bir çözüm yolunu araştırmalı değil mi yöneticilerimiz…
Hadi diyelim kendilerinin yıkılacağı yok. Ya çocuklarına bıraktıkları mirasları çocukları kumarda batırırsa, bir kıza, kadına yedirirse, har vurup harman savurursa böyle bir yaşantıya düşmezler mi?
Gerçi bu da milyonda bir olasılık ama üzerinde durulup düşünülmesi gerekmez mi?
Gaziantep Sabah Gazetesi, 9.4.1967
+
Açıklama:
Aradan geçmiş yarım asra yakın bir süre…
Düşünelim, ne değişmiş geçen bu süre içinde…
G. T. 18.5.2010
KABA KUVVET 43

Al sana bir haber:
Önce haberi okuyalım beraber:
“TİP’lilere otelde yer ayrılmadı.”
Bu başlığın altında haberin devamı var:
“Suşehri ilçesine parti örgütü kurmaya giden bir TİP’li üye ve arkadaşları, Belediye başkanının emriyle, hiçbir otelde alınmamışlar ve İlçeyi terk etmeleri istenmiş. TİP’liler durumu Sivas Valisine bildirmek istemişlerse de telefon konuşması yaptırılmamış.“
Hoppala! Oldumu ya.
Hani nerede kaldı. Anayasa Mahkemesi, Cumhur Başkanı, Hükümet, Başbakan, Bakanlar…
Demokrasi, hak, hukuk, özgürlük, eşitlik diyenler…
Bizim bildiğimiz bu ülkede kurulan partiler Anayasa’nın güvencesi altında iş görürler. Anayasanın koruyuculuğu altında çalışan partilere kanun dışı bir davranış Anayasa’yı tepelemekten başka bir anlama gelmez. Ne sanıyor bu Belediye başkanı kendisini.
Belediye Başkanı olmuş koskoca, ama boşa…
Pek bilgisiz olmasa gerek. Bilir Anayasa’yı zorlamanın, meşru bir partinin örgüt kurmasını engellemek için kaba kuvvet kullanmanın insanın başına ne işler açacağını.
Kime güveniyor acaba dersiniz.
Bu düşünceler içinde bocalayıp dururken al sana çiçeği burnunda bir haber daha:
“TİP Gecesinde Aşık İhsani dövüldü. Hem dayak atmışlar hem de: “Komünist adamları buraya getiriyorsunuz. Vatan hainleri, memleketi satacaksınız. İn aşağı komünist adam, Rusya…’’a diye bağırmışlar…
Bağıranlar kim; öğrenci dövenler kim; fakir, fukara, işportacı, işsiz güçsüz ayak takımı…
Önce inanamadım.
Bu dövülen şu bizim Milli Halk şairimiz İhsani olmasın, dedim.
Sonra anladım ki o…
Yahu adam ona el kaldırmaya utanır be! O gelmiş geçmiş şairlerimiz içinde en halkçı olanı. Halkın içinden çıkmış olanı.
En ateşlisi, en güzel yazanı, en güzel saz çalanı…
Ve o bu günleri görmüştü. Şöyle diyordu:
“Kiralanmış birileri geldi.
Ta tepeme çıkan oldu,
Küme küme belasını,
Düz yoluma yıkan oldu”
İkinci bir kıta:
“Kaba kuvvet adi ipekten,
Dertler filizlendi kökten,
Ağa günleri beklemekten,
Göz çanağım kan kan oldu. “
Şair bu! Halkın içinden çıkma. Hava değil, halkın dertleri ile dolu…
“Ben ne hırsız, ne de valiyim;
Ben beni bileli, derman arayan;
Milletimin derdi ile doluyum.”
İkinci kıtası
“Sen savcı bey, suçlu ara, onu bul,
Ben kendi çağımda çoğu kula kul:
Çoğu sakat, çoğu yetim, çoğu dul;
Olanların şairiyim, diliyim…”.
Bir ulus kendi değerlerine dil uzatır, el kaldırınca iflah olmaz.
Sayın Başbakanımız Demirel’e demokrasiye olan saygısından ötürü sevgi duyarım. Ben Demirel’i demokrasiye saygılı olarak gördüm. Eğer yurdumuzun içinde bulunduğu güçlükler çözüldü ise; bu, Demirel’in demokrasiye bağlılığındandır.
Demirel, kendisini süyükten itenlere aldanmamalıdır.
Temel Hak ve Hürriyetler Kanunu içtenlikle uygulamalıdır.
Kaba kuvvetle halkı sindirmeye çalışanlara alet olmamalıdır.
Kaba kuvveti denemeye kalkanlara sözüm şu:
Yasalar varken, savcılar varken kaba kuvveti denemek insanın kendini savunmasını meşru kılar.
Yani kaba kuvvet, kaba kuvveti davet eder.
Demokrasi: parti basmakla, adam dövmekle kurulmaz.
Yasalara saygı duymakla kurulur.
Anlayın bunu artık….
Gaziantep Sabah gazetesi, 1.4.1967
G. 27.5.2010

KORKMALI 44

Onu koyu bir CHP’li olarak tanıdım önce.
Sonra Ortanın Solundan olanları kayırdığını gördüm bir başka yerde…
Geçenlerde Aybarlar Gaziantep’e geldiklerinde,
Gördüm kendisini kıvançla halay sekenler içinde…

Dükkânındaki bütün malları, bir günde satsa,
Bir günlük geçimini karşılamaz asla…

Bununla birlikte geçinir gider.
Kimse bilmez,
Nasıl geçinir, ne yer, ne içer?

Dükkânındaki meyve, sebze, şeker, defter kalem satar,
Öylesine yoksul ki; çocuklarının, eşinin, giysileri, görüntüleri yürek paralar…

Dükkânda boş kalınca; ya okur, ya yazar…
Masa olarak yalnızca bir portakal kasası var.

Bu arada kendisi ile bir konuşmamız oldu.
Bu konuşmamızı dükkânına gelen köylüleri de duydu…

Baktım elinde bir Anayasa; “Ne yazıyor Anayasa diye sordum kendisine…”
“Bak, dedi, ne yazıyor, okuyayım da gör!” dedi sevinçle:

Köylü Bakkal Anayasa okuyor.
Kendisini dinleyen köylüler de dinliyor:
“Madde 11: Temel hak ve hürriyetler, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir…”

Okudu, yüzüme baktı…
Sonra güldü tatlı tatlı.
“Bak, dedi, şu madde, nasıl koruyor halkı:
“Madde 12: Herkes kanun önünde eşittir.
Hiçbir kimseye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”
Sonra da kendi düşüncesini anlattı.

“Ne var ki halkımız Anayasa’sını okumaz,
Okusa da ne dediğini anlamaz….”
Başımızdaki köylüler gülüştü
Bu sözlerini duyar duymaz…

Kendisi zevkle okumasını sürdürdü.
Bu maddeyi okurken çevremizdekilerin yüzü güldü…
“Madde 37: Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini gerçekleştirmek ve topraksız olan veya yeter toprağı olmayan çiftçiye toprak sağlamak amacıyla gereken tedbirleri alır.”

Okuduktan sonra anlamlı anlamlı yüzümüze baktı.
Amacı: Okuduğumuzu anlayıp anlamadığımızı anlamaktı.

Dinlesek, daha neler neler diyecek.
Anayasa’yı, halk yararına yorumlayıp söyleyecek…

Köylü zaten besinsiz, ışıksız, topraksız, susuz sahipsiz…
Köylülerin hakkını arayan bir parti bile yok, kimsesiz…

Köylü istekle Anayasaya sarılacak.
Anayasanın ışığı karanlığı sarsacak…
Bu ışık, dağları, köyleri, kentleri aşacak…
Bunların hangi birini; polis, jandarma, ağanın adamlarını durduracak…

Köylü bir kere uyanmaya görsün.
Köylü bir kere Anayasanın kendisini koruduğunu bilsin.

Anayasa, köyden köye ışığını yayar.
Buna ne deyebilir; ağalar, beyler, paşalar…

1950’yle değin köylüler örgütsüzdü.
1965 seçimlerinde elbirliği etmişlercesine sandıktan köylü çıktı.

Köylü Bakkal Anayasa okuyor.
Köylü arkadaşları dinliyor.
Anayasa böyle böyle, köyden köye gidiyor.
Ağalar, Beyler, Paşalar da bundan korkuyor.
+
Gaziantep, Sabah Gazetesi:12.4.1967
G. T. 5.6.2010
CİN 45

Günün konusu cin, peri…
Var mı, yok mu sorusu milletin derdi…

Yok diyen; kâfir, komünist, mason, zındık.
Cin, min yok diyemiyor kimse artık…

Kazara yok deyen öğretmenler itilip kakıldılar.
Dinsiz, komünist, mason sayıldılar.
Soluğu sürgünlerde aldılar.

Sürgün canlarına minnet.
Sürgün edilmeselerdi linç edecekti kendilerini millet.

Güler misin ağlar mısın?
Yoksa, çalıp oynar mısın?

İki görüş var ilerden beri.
Bir kısım din bilginleri:
“İnsanın duyuları ile varlığının hissedemeyeceği ateşten yaratılmış bir cin taifesi vardır ki; ancak, erişmişler görebilir!”der.
Diğer bir kısım din bilginleri: cinden murat: şeytani fikirlerin etkisinde kalan insanın eblehidir!” der.
Dinler, insana çok önem vermiştir.
Din yalnız insanla ilgilenmiştir.

Dinlerin ele aldığı ham madde insandır, insanın duygularıdır.
Özellikle İslamiyet insan duygularını tek tek adlandırmıştır.
Örneğin, Nefes-i emmare, nefsi levvame… gibi…

İslamiyet tarafından insana ilham veren duyguların en şeytanisine cin adı verilmiştir.
“Cin gibi adam demişiz!” akla hayale gelmeyen işler yapan birine…
Ayrıca”Cinimi tepeme çıkarma!” deriz bizi kızdıran birine…

Kuran-da; cin için “Ateşten yaratılmıştır…” (15/27; 55/15) denir…
Böylece insanın öfkesi cin’le simgelenmiştir.

Öfkesine kapılıp kötü eylemde bulunanlar cayır cayır yanar,
Boğulur gibi olur bir türlü yerinde duramaz, sağ sola çatar…

Din kitapları konu ve kavramları sembolize etmiştir.
Din edebiyatında; cin, peri, şeytan, cennet, cehennem,
Mikail, Cebrail, Azrail vb… leri hep birer simgedir.

Bu kavramların gerçek anlamına nüfuz edilmezse
Ne cennette yerimiz vardır ne de cehennemde…

Bunların gerçek anlamları bilinmezse
“Ölümünüzü yıkamayız!” denir bizlere…

“Ölünüzü yıkamayız, namazınızı kılmayız!..” diye bizi korkutmaya çalışırlar.
Böylece dine hizmet ettiklerini sanırlar…

Halkımız arasında kurnaz ve zeki insanlara cin gibi adam denir
Kuran’ın birçok yerlerinde de İslam Peygamberine karşı olan Yahudi, Hıristiyan ve puta tapanların cahillerine cin diye hitap edilir.
Bunun yanında Kral Süleyman’ın cinlere hükmettiği söylenir,
Bu cinler, Kral Süleyman’ın maden ocaklarında çalıştırdığı, ilkel ama güçlü kuvvetli zencilerdir.
Demek oluyor ki cin denilince duyularımızla hissedemeyeceğimiz bir taifeyi değil, kötülükten zevk alan insanları akla getireceğiz,
Bunun dışında bir inancı aklın ve bilimin neresine yerleştireceğiz…
Kuran’ın 6/130. Ayetinde: “Ey cin ile in cemaati! Size ayetlerimi anlatan, bu güne kavuşmanızı ihtar ile korkutan, kendinizden peygamberler gelmedi mi?” denir.
Bu ayetlere göre cinlere de (kötülere de) insanlara da (iyilere de) peygamber gönderildiği bildirilir.
Gönderilen bütün peygamberler insandılar ve insanlara gönderilmişlerdi.
Kuran’a göre cinlerin şeytani fikirlerin etkisinde kalan insanlar oldukları kesindir…
Yok, hala hem de bütün bu anlattıklarıma karşın, duyularımızla varlığını hissedemeyeceğimiz ateşten yaratılmış bir cin taifesinin varlığına inanırsak; sömürgeciler bizi ne kadar sömürseler yeridir…11.2.1967
G. 16.5.2010

SONBAHAR EZGİLERİ 46

Duygulu olurum sayılı günlerde. Diyelim Ramazan, diyelim Kurban bayramı ya da ulusal bayramlardan biri… Yalnız bayramlar mı ki, dedim ya sayılı günlerde… Yıllık iznimde, örneğin okulların sömestri tatillerinde boynum bükülür, bir öksüz gibi, dokunsan ağlayacak gibi olurum. Bu günlerde meydana gelen olumlu ya da olumsuz olaylar beni çok etkiler.
O gün sömestri tatili başlayacaktı. İkinci ders karnemizi alacaktık ve bir çocuk gibi karnelerimizi sallayarak eve gidecek notlarımızı babalarımıza, velilerimize değil de kendi çocuklarımıza gösterecektik.
Son olarak öğretmenimiz “Sonbahar Ezgileri” adlı şiiri yazdırdı? “Tatile girmeden önce bu şiiri de görmüş olalım!” dedi.
Bu güne değin anlamsız şiirleri sevmezdim pek. Elbette anlayamadığım için. “Niçin yazıyorlar anlamsız şiirleri?” derdim kendi kendime…
İsterdim ki şiirler hem anlamlı, hem gerçekçi hem de toplumcu olsun. Ezilmişlerin, sömürülmüşlerin dertlerini, duygularını, öfkelerini dile getirsin.
Ne var ki aşağıda okuyacağınız İlhan Geçer’in şiiri bu kanılarımı darmadağın etti.
Şiirin sınırı, konusu, görevi şu olsun demek şiirin özgürlüğüne kıymaktır. Şiir insanı duygulandırdığı, etkilediği oranda şiirmiş Şiirin amacına, konusuna bakarak seçme yapmak şiirden hiç anlamamakmış.
Bir öğretmenim şiir için: “Bir duygunun, bir düşüncenin güzelliğe ulaşan ifadesine şiir denir.” derdi.
Aşağıdaki şiir bir insanın, dünya görüşünü, ölüm korkusunu, topluma bakışını güzelliğe ulaşan bir ifade ile ne güzel anlatıyor.
Okuyalım:
“Sonbahar Ezgileri”

“İçimizin burkulduğunu duyarız
Gün ışığı uçar avuçlarımızdan
Karanlığın büyüyen denizlerinde
Sarı bir kabuktur çırpınan zaman
Tambur çalan kadın eli soluk kasımpatıları

Yılgın güz sofrasında umutlar
Keder içer yaşlılar göz uçlarıyla
Yavaş yavaş ardı görünür dağın
Çiçeksiz ezgiler utların da sesinde
Ellerimizin bahçesinde hatıralar tedirgin
Sevinç sürahisinde kocaman bulut
Hüznün baltaları daha da keskin
Güneş iskelelerinde hep
Ölümün o dönüşsüz gemileri
Küskün şemsiyesiz eylül damlalarında
Eski ipek saçlarımız seyrek ve kısa şimdi”

İlk okuyuşta anlamsız gelebilir.
Bir daha okuyun, siyasi keşmekeş içinde gerilen sinirlerinize iyi gelir…

13.12.1967 Gaziantep Sabah Gazetesi…(G. 3.7.2010)

ANT 47

Sık sık geçer demagoji sözü.
Sözcük yabancı olduğu için çoğumuz bilmeyiz anlamını.
Bilenlerimiz birkaç gün gazete okumasa unutur gibi olur bu demagoji sözcüğünü.
Daha çok politikacıların yazışma ve konuşmalarında geçer. Yazar ve politikacılar kızdıkları kimseler için demagog sözünü kullandıkça öfkeleri biter.
Demagoji sözü bazen bir onura dokunma gibi de kullanılır. Öfkeyi, kızgınlığı da dile getirir. Ama bu anlamda kullananlar demagog olur.
Kelimenin aslı Yunancadır. Bir topluluğun duygularını okşayarak kandırmak anlamındadır. Kızgın yazarlarımızın yazılarında bu sözün anlamı halk kandırıcılığı diye geçer. Bir kimseye de demagog dendiği zaman bilinir ki halk avcılığı anlamında kullanılmıştır.
İleriden beri çok isterdim bir demagog’a ve bir demagoji yapana somut örnek vermeyi. Bu gün istediğimi yerine getirebileceğim.
Bilirsiniz sağ kanatın ileri gelen yazarlarından Tekin Erer adlı bir kişi var. Zannedersem hem de milletvekili. Şimdi solculara karşı AP’nin sözcüğünü yapıyor. Fakat halkı kandırarak, duygularını okşayarak, asıl anlamıyla lâfebeliği yaparak. Nasıl mı, bakın anlatayım.
Memleketin geri kalmışlığından yüreği yananlar ANT diye bir dergi çıkardılar. Bu dergide yurdumuzun ileri gelen aydınları yurt sorunlarına çözüm yolu arıyorlar.
Yönleri: Bağımsız bir dış politika; görüşleri ise iktisadî ve ekonomik alanda kalkınma yolları üstüne.
Okumadınızsa okuyun bir kere. Pişman olmazsınız. Ağırbaşlı, ciddi bir dergi… Bakın bu derginin adını nasıl yorumluyor bay Tekin Erer. Şu yazı kendisinin: “Yeni kızıl organın adı ANT’tır. And’ın anlamı yemindir, ama ant’ın ne demek olduğunu bilemiyorum. Olsa olsa asırlardır harp ederek her aileden birkaç şehit verdiğimiz ülkelere meyletmek bulunduğunu ve böylece haysiyet ve namustan da feragat edildiğine göre: “Atalarımızı, Namusumuzu Tanımıyorum.” Kelimelerinin baş harflerinden meydana getirilmiş bulunsa gerekir.” (Son Havadis, 15-1-1967)
Bu yazıya şöyle yanıt veriyor Ant: “Ant’ın ne anlama geldiğini bilemeyen kelime fıkrasına öğretelim: Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’ün 41. sayfasının ikinci sütununda 11. maddesinde Ant kelimesi işte söyle tanımlanmaktadır: Yemin, Kasem… ve aynı sözlükte yemin anlamına gelen “And” diye bir kelimede yoktur.
Bir kural da ben öğreteyim gerçekten fikir yoksulu bu baya: B,C,D,G, harfleri Türkçe kelime sonlarında kullanılmaz.
Şimdi Bay Tekin Erer ANT sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmez mi, B,c,d,g, harflerine ilişkin kuralı bilmez mi?
Bir insan hangi görüş ve düşünce de olursa olsun karışılamaz; ama o insan gerçekleri değiştirirse olmaz. İster bizden olsun ister karşımızdan gerçeğin değiştirilmesine, yararımıza da olsa, müsaade etmemeliyiz. Geri kalışımızın nedenlerinden biri de gerçeğe saygısızlığımızdır. Gaziantep Sabah Gazetesi,
Böylesi adamlar ulusu temsil ederlerse bir adım ileri gidemeyiz. Halktan hiç kimse, ne kadarda bilgisiz olursa olsun., Bay Tekin Erer’in verdiği anlamı vermez ANT kelimesine.
Boşuna güveniyor sağcılar bu adama Çetin Altan karşısında denge sağlayacak diye. Bir kere gerçeğe saygısı yok bu adamın. Gerçeğe saygısı olmayana ne denir bilmem ama Bay Tekin demagoji yapıyor.
Artık yazamayacağım. Son yazımı yarın okuyacaksınız. Yarın öğrenciyim, okula gideceğim.
Ben bir işçiyim. Hem de öğrenci, çoluk çocuk sahibi olduğum da göz önüne alınırsa günlük yazı yazamayacağım sorunu çıkar ortaya.
Sömestrinde yararlanarak on beş yazı yazdım. Sağ olsun Sabah gazetesi yöneticileri yer verdiler sayfalarında bana. Artık öğrenciyim, derslerime çalışmam gerek.
Varsa birkaç okuyucum; şunu bilmelerini istiyorum: ben komünist olmadığım gibi sosyalist de değilim. Çünkü ikisini de nedir ne değildir, bilmiyorum. Bilecek kadar da kültürüm yok. Bilmediğime göre de ben şuyum diyemem.
Bugün yurdumuzda ekonomik doktrinleri bilen birisini de göremiyorum. Başta Başbakanımız, Genel Kurmay Başkanımız olmak üzere hiç biri bilmiyor yeterince adı geçen doktrinleri. Her kafadan bir ses çıkıyor; körlerin fiili tanımlamaları gibi yapıyorlar komünizmin ve sosyalizmin tanımını…. Baksanıza Anayasa mahkememiz bile bir açık tanım çıkaramadı ortaya.
Eğer yurttaşların haksız yere tutuklanmasına razı göstermeyecek denli duyarlı kimselersek kapitalizmin de emperyalizm de iki kere iki dört edercesine halka açıklanması gerektir.
Anayasa Mahkemesi, dolaylı olarak, “Ne kadar müellif varsa o kadar da komünizm tarifi olduğu kendilerinin yapacakları bir komünizm tarifinin uygulamayı yine karışıklıktan kurtaramayacağı” görüşünü ileri sürerek serbestçe konuşulması araştırılması suç olan bir doktrinin iki kere iki dört edercesine tanımı yapmaktan kaçınmıştır.
Bu şuna benzer: Gaziler caddesinin bir yerinde bir çukurluk var; ama çukur olduğu içine düşmeden bilinmez. İçi kezzap dolu… İçine düşen muhakkak ölür. Dikkat edin düşmeyin. Bunun üzerine soruyorsun: “Şu çukurun yerini gösterin de basıp içine düşmeyeyim!”
Yanıt: “Hayır, üstü örtülü bu çukurluğun her adama göre yeri başka başkadır.”
Böyle bir durumda ilerden beri olduğu gibi yanlış anlama sonucu sanatçı ve yazarların tutuklanmaları ve haklarında soruşturma açılarak kim vurduya gitmeleri olağan sayılmaktadır…
Yukarıda komünist ve sosyalist olmadığımı belirtmiştim. Akla bir soru gelebilir. Ya sen neysin? Ancak şöyle diyebilirim böyle bir soruya: ben sağduyuya tapan, sorumlu bir düşünürüm ancak.
Yurdunun geri kalmışlığından utanç duyan; köylü, işçi gibi fakir fukaranın insanca yaşamasını isteyen, bu yurttaşlarımın insanca olmayan yaşantılarının nedenini kaza ve kader; yani, Allah olmayıp bir kısım çıkarına düşkün kimseler olduğunu bilen bunun için yüreği yanan bir insanım. Ne yazık ki bu da suç oluyor bizim ülkede…
Bu dünyaya gelen bir insanın köylü de olsa işçi de olsa insanca yaşamak en doğal hakkıdır. Ekmekçiye, kasaba, bakkala borçlanma nedir bilmeyecek. Kira vermeden bir evde oturacak. Doktor ilaç sıkıntısı çekmeyecek. Çocuğunu okutabilecek. Yıllık izninde geziye çıkacak. Tiyatroya gidecek., emekliliği güven altına alacak. Düşündüğünü serbestçe söyleyecek ve kimse sen komünistsin gel bakalım içeri demeyecek.
Tüm bunlar bir insanın en doğal hakkıdır. Yani temel hak ve hürriyetidir. Ee sağ olsun Hükümetimiz Temel hak ve hürriyetleri Koruma Kanunu çıkararak bütün bunları yerine getirecek. Bize de Hükümete yardımcı olmaktan başka bir şey düşmeyecek.
Yarın son yazımı okuyacaksınız. Artık yazamayacağım bir süre. Okula gideceğim. Derslerime çalışmam, sınıfımı geçmem gerek. Tatilde yeniden karşılaşır mıyız şimdiden bir şey diyemem… 14.2.1967
G. 15.7.2010

OKULLAR AÇILIYOR… 48

Okullar açıldı dün,
İşten çıkar çıkmaz okula gideceğiz bu gün.

Biz Akşam Ortaokulu öğrenciler, on beş gündür sömestri tatili yapıyorduk.
Çok uzun sürdü bu kez on beş gün; okuldan ayrı kaldık…

Benim gibi okula hazırlanıyor çocuklarım..
Onların duyduğu sevincin kat kat üstünde benim sevincim, duygularım…

Onlar bilgisizliğin ne demek olduğunu bilmeden gidiyorlar…
Benim bilgisizliğimi bildiğimi de bilmiyorlar.

Çok mutluyum bilgisizliğimi bildiğim için.
Gitmiyorum okula diploma için.

Olmuşum olacağımı, yaşım da olmuş tam….
Alacağım diploma ne bana mevki getirir, ne de maaşıma zam.

Başımıza bir kaza gelmezse yedi yıl sonra lise mezunu olacağız.
Şimdi yaşım otuz beş, o zaman kırk iki yaşında olacağım.

Öğrenimde yaşın sözü mü olur…
İlmin başı sabır…

Durup dururken niçin attım yaşımı ortaya…
Okumak isteyende yaş aranmaz oysa…

Ömrüm boyunca gideceğim.
Bilmek istiyorum, bileceğim.

Yolum açıldı artık.
Var olsun Akşam Ortaokulunu şu kente açtıran aydınlık.

Çocuklarım Akşam Ortaokulu diyemiyorlar.
Gittiğim okula. Baba Okulu diyorlar
Okula gidişimi, öğrenci oluşumu, bir türlü usları almıyor
Hepsi de “Baba Okula nasıl olur baba?” diye soruyor…

Çocuklarımdan duyduğum en tatlı söz oldu bu.
Kolay kolay unutamam yaşantım boyunca bunu.

Kendi karnemi imzaladım kendim
Velisiyim kendimin.

Keşke tüm öğrenciler,
Kendi kendilerinin velisi olabilseler…

Bir kırığım var bu yıl karnemde.
Geçen yıl yoktu, bu yıl oldu nedense…

Kırık dedimse iki üç değil; sekiz.
Tam not on değil mi? Niçin olsun sekiz…

İnsan öğrenciyim diyorsa amacı
Tam not almak olmalı…

Tatile giderken ev ödevi vermişti yabancı dil öğretmenim.
Rahatım artık, bitti artık ev ödevimi.

Utanmadan bakabilirim öğretmenimin yüzüne.
Ne mutlu ödev bilincine erenlere…

Bir keresinde yanlış anlama yüzünden ödevimi yapmadan okula gitmiştim
Öğretmenim darılınca bana erimiştim.

Beklemiyordum senden der gibi bakmıştı.
Erimiştim o bakışlar altında.

Öğrenci öğretmenini sevmeli, saymalı;
Öğretmenden değil ödevini yapmamış olmaktan korkmalı.

Saygım vardır öğretmenlerime,
Darılacağına kulağımı çekseydi keşke.

Kahvelerin önünden geçiyor bindim otobüs,
Kahveler tıka basa dolu hepsi oyuna düşmüş…

Garson yürüyerek yer bulamıyor masalar arasında…
Ah bir duyurabilen olsa! Ah bir uyarabilen olsa…
Şu kahvede kendilerine ve zulmedenlere zamana…
Parasız pulsuz ders verilmiş olduğunu Akşam Ortaokulunda
Gaziantep Sabah. 17.2.1967

DİPLOMALI MI? 50

Derslerimin altından kalkamam diye bir süre karar vermiştim yazmamaya.
Baktım olmayacak başladım yeniden yazmaya…

Alışmışız bir kere…
Düşünmemek yazmamak ölüm bize…
Bunun yanında en büyük işkence…

Sanatçı ruhudur bu, bilen bilir…
Bir de alışmış kudurmuştan beterdir…

Ne yapacağız,
Alışmışız bir kere,
Yazmaya çalışacağız…

Geçtiğimiz pazar Nil Düğün salonunda kentimizin Toplumcu Kültür Derneği’nin yıllık Genel Kurul Toplantısı yapıldı.
Bu toplantı bir başka toplantı…
Alıştığımız, görmekten usandığımız gedikli dernekçiler ortalarda görünmüyorlardı.

Dernek kurucuları olarak görünenler bıyığı yeni terlemiş gençler.
Saygıyla, gururla, birazda utanarak seyrettim kendilerini orada…
Hiçbir diplomalı aydın görünmüyordu ortada.

Sevindim yine.
Bir halk uyanışı yörüngesine oturuyor diye.

Sevincim çok sürmedi.
Toplantının istekler ve dilekler bölümünde iki üye,
Değindi; diplomalıların toplantıya ilgi göstermediğini derneğe…

Bu yakınmayı duyar duymaz irkildim.
Niçin toplumcularımız, diplomalılardan ilgi bekliyor dedim.

Oysa diplomalılar, kendi çıkarlarını halkın çıkarlarından üstün tutarlar.
Bu kendi çıkarını halkan çıkarından ütün tutanlar halkın arasından çıkmaz mı?
Çıkar, elbette çıkar…
Ancak diplomalılar içinden çıktığı halka değil zadegânlara yaranmaya çalışır.

Nerde bulacaksın yurdumuzda Aybar, Bülent Ecevit, Çetin Altanları…
Kentimizde ise Barlaslar gibileri…

Diplomalıları beklemenin bence şudur ruhsal kökeni.
Herhangi bir işimiz çıktığında, ona başvurarak işimizi gördürme isteği.
Giderek geleceğimizi güven altına alma eğilimi.

Birde şu var: Ne de olsa diplomalı okumuştur, bilgilidir sanırız.
Onun dikkatini çektiğimiz oranda da bir şey olduğumuzu, sanırız.
Gene genelde geleceği güven altına alma duygusu.
Değilse böyle, değildir başka bir şey kaygısı..
.
Diploma yeterlilik belgesinden çok sınıf değiştirmede bir araç görevi görür ülkemizde.
Adam yüksek öğrenim diplomasına sahip olur olmaz görüyor kendini bir başka yerde.
İçinden çıktığı halka dönüp baktığı yok.
Halkının yaşantısı ile ilgileneceğine; çoksuların yaşantısı ile ilgilenir daha çok…

Bakmışsın ki; borç-harç altında bir araba.

Şu benim yurttaşım, köylüm, aylığı yüz elli lira…
Şu benim komşum, işçi, hademelik eder dört çocuğa bakar, aylığı üç yüz elli lira…

Ne yapalım da insanca yaşama ulaşalım hep birlikte demez.
Gözü kendisinden zenginlerdedir, kendinden yoksulu gözü bile görmez.

Kendisinin karnı doyuyor, yüzü gülüyor ya…
Altında arabası, apartmanı da yapılıyor ya…

Peki bir halk uyanışında diplomalının öncülüğü olmasın mı.
Olmazsa olmaz. ama diplomalıda bu nitelik aranmalı…

Halkın bilinçlenmesinde, sosyal haklarına sahip çıkmasında, siyasette söz sahibi olmasında bu şarttır.
Sorarım kaç aydınımızda bu nitelik vardır?..
Gaziantep Sabah Gazetesi, 18.2.1967
G. T. 7.9.2010

KURTAR BENİ!.. 51

Lokman hekimin; ağaçların, çiçeklerin kısacası bitkilerin dilinden anladığı söylenir.
Bunun yanında Süleyman Peygamber için de; kurtların, kuşların kısacası hayvanların dilinden anlarmış denir…
Onlar zamanımızdan yıllarca önce yaşamış bilge kişilerdir…

Dört bin yıldır kimi kişilerin; bitkilerin, hayvanların dilinden anladığına inanılır da,
Niçin inanılmaz; onlardan dört bin yıl sonra gelen insanın kitapların dilinden anlamış olmasına…

İşte okumak üzere bir arkadaşa vermiş olduğum kitaptan gelen haber…
Görelim bakalım okuyucularım buna ne der?

Israrlı isteği üzerine bir arkadaşa kitap vermiştim; aradan iki ay geçti
Hâlâ kitabı getirip vermedi.

Şimdi siz inanmazsınız ama…
Dün kitaptan bir haber geldi bana.
Haber şöyle:

“Boşa verdin beni buna.
Kıydın, zulmettin bana…

Okumuyor beni…
Senden aldığı günden beri…

Önce şöyle bir baktı bana,
Sonra bıraktı beni bir yana….

Dedi: Hele dursun, şimdi yorgunum,
Yorgun olmadığım zaman okurum.

Hala okuyacak beni.
Okumaya bir türlü eli değmedi…

Geçenlerde eline aldı beni,
Birdenbire çalmasın mı telefon zili…

Kulüpteki arkadaşları kendisini bekliyormuş..
Kendisi gelince takım tamam oluyormuş…

Bu haberi alınca,
Beni kaldırıp attı bir kenara…

Az daha iki kat olacaktım.
Üzüntümden oturup ağladım.

Kulüpten sarhoş olarak geldi.
Masada beni görünce: “Başıma bela oldun!” dedi.

Şu oldu asıl zoruma gideni:
“Niyeti bozuk herifin, beni de komünist edecek kendisi gibi…” demesin mi?..

Sonra bu sözleri söylediği için üzüldü, pişman oldu…
“Yahu, dedi, kitabı biz istedik; o da bize sundu…”
Ne var ki benim gönlüm kırılmış, bin parça olmuştu.

Aldığı gazete ve dergilerin de hali
Aşağı yukarı benimki gibi…

Önce spor sayfalarını gözden geçiriyor,
Birinci sayfaya şöyle bir göz attıktan sonra bırakıp gidiyor.

Bir de aldığı dergilerde fotoğraf altı yazıları okuyor.
Ondan sonra dergiyi de kaldırıp atıyor.

Huzursuz adamın biri,
Memnun değil kendisinden eşi,

Her gün eşi ile kavga ediyor.
Eşi ise ne edeceğini bilmiyor…

“Evle ilgisi olmadığını!” söylüyor kendisine…
Şöyle diyor kendisi de eşine:
“İşi gücü bırakıp oturmalı mıyım dizinin dibinde!..”

Gazetelerin spor toto tahminleri üzerinde çok duruyor.
Haftada dört beş kupon sportoto oynuyor.
Zaman zaman dalıp gidiyor:
On bir tutturursam, on iki tutturursam, on üç tutturursam
Diye hayaller kuruyor.

İstemiyorum; bu adamın kitaplığında olmak..
Niyeti sana unutturup bana el koymak.

Gaziantep Sabah, 2.3.1967
Hayri Balta, G. T. 22.11.2010
+
Merhaba Baba,
Ne güzel dile gelmiş kitap, ne güzel konuşturmuşsun.
Herkesin yaptığı bu aslında… Sen bana; “yazmak için makinenin başına otur yeter gerisi gelir” dersin ya,
Ben de kitap okumayı aynı bu sözüne benzetiyorum. Eline alıp ilk sayfayı aştıktan sonra gerisi geliyor. Keşke senin gibi okuyabilsek…

Benimle yaşıt yazın, ne kadar güzel yazmışsın.
Teşekkür ederim baba.
Yener, 20.11.2010
X
Merhaba Baba,
44 sene önceki gözlemlerin hala geçerli.
Kitapların çoğu aynı şeyden şikayetçi.
Çok güzel olmuş, o zaman da, bu zaman da…
Sevgiler.
Gülçin, 21.11.2010

KARANLIKTA ALKIŞLAR 52

İnsan doğuşta; iyi ruhludur, doğruyu, güzeli gerçeği arayıcı ve sevicidir.
İnsanı toplumun etkisi baştan çıkarmıştır. İnsanlığa yaraşır davranışlarda bulunmuyorsa eğer insan ara sıra; bu, toplumun etkisindendir.
İnsanın, davranışlarının nedenini yaratılıştan çok çevresinin etkisinde aramalıyız. İnsan çabasında çevrenin gözüne girme çabası vardır; çoğunlukla. İnsanın davranışını, toplumu etkisi, beğenisi biçimlendirir.
Ses sinemasında bir film seyrettim geçen pazar günü bir halk matinesinde.
Filmde bir oğlan ile bir kız sevişiyor. Kızın anası kızını öpüşürken gördüğü için fena halde darılıyor kızına. Bu sırada odaya kızın babası giriyor.
Karısına: “Niçin sıkıştırıyorsun kızcağızı? Dişilik duyguları gelişmesin mi istiyorsun? Dişiliğinden utansın mı istiyorsun!..” diyor…
Bu sözler üzerine öfkelenip kapıyı çekerek giden kızın anası arkasından bizim halkımız, seyirciler, öyle bir yuh çekti ki görülmeye değerdi.
Oysa seyircilerin yani halkın gelenek ve inanışlarına göre baba haksız. Ne demek kızı bir başkası ile öpüşürken babası görsün de kızına darılmasın, görmezden gelsin. Bu halkımızın ahlak anlayışına aykırı değil mi?
Ama halkımız anayı tutacağına babayı tutuyor. Kızına darılan anaya yuh çekiyor… Babayı; ayıplamadan, kınamadan, içten gelerek çılgıncasına alkışlıyor.
Demek ki sağın solun etkisi olmazsa duygular rahatça gösterebiliyor.
Ama aynı halk, çevrenin etkisi söz konusu olunca; ayıp duygusuyla, namus duygusuyla anaya hak veriyor. Ananın, ailenin namusunu koruduğu için kızına darıldığı düşüncesine kapılıyor.
Karanlıkta yargılar tersine dönerek değişiyor. Çarşıda, pazarda bir topluluk içinde her hangi bir baba buna benzer bir konuşma yapsa, bir daha kimse yanına yaklaşmaz. Neden? Çevrenin etkisinden, dile düşmek korkusundan.
Çevrenin etkisi, görünmek, bilinmek korkusu olmayınca aynı halk günlük yargılarının dışına kolaylıkla çıkabiliyor. Karanlıkta kızının sevişmesini haklı bulan babayı alkışlıyor.
Halkın özündeki sağduyuya uygun anlayış karanlıkta beliriyor. Yani toplum etkisinin söz konusu olmadığı bir ortamda halk sevişmenin kızın da hakkı olduğuna inanıyor.
Eğer karanlık olmasaydı, toplumun etkisi söz konusu olsaydı, anaya değil de babaya yuh çekerdi bu halk…
Kimse babadan yana çıkmaya cesaret edemezdi. Herkesin kendisini ayıplayacağından korkarak susardı…
Hayri Balta, Gaziantep, Sabah Gazetesi. 23.6.1967
x