TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA

IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X

UYUYANLARLA UYUTANLARA

Bu bölümde gazetede yazan M. Nuri Yılmaz, Süleyman ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi ilâhiyatçıların ve diğerlerinin yanında Atatürkçü ve Laik görünenlerin Kuran Müslümanlığı adı altında aydın din adamı görüntüsü vererek gerçekleri tek yanlı anlatmaları halde anlatmaktan çekindikleri konuları işleyeceğiz .

1. İSLAM BARIŞÇI MIDIR?

Üzüm üreticileri pazara gönderecekleri üzümleri sandıklara yerleştirirken en alta, eziklerini, çürüklerini, hamların, koruklarını küçüklerini yerleştirirler. En üste, ilk bakışta görünecek yerlere ise; dolgunlarını, olgunlarını sağlamlarını yerleştirirler… Yani malın iyisini gösterir, kötüsünü gizlerler…
Bizim İslamcılar da İslam’ı, bütün gerçekleri ile göstermezler. Asıl İslam’ı uygulayanları gördükçe de yalan söyleyerek gerçekleri gizlemeye çalışırlar… Üzüm üreticileri gibi hep iyi yanlarını gösterirler. Günümüz anlayışı ile bağdaşmayan yanlarını gizlerler. Ne zamana değin?… Ta şeriat devletini kuruncaya değin. Şeriat devletini kurduktan sonra da asıl İslam’ı göstermeye başlarlar.
Örnek gösterirsek: Şeriatçılar Sivas’ta, insanları Madımak oteline tıkıştırıp tekbir getirerek yaktıklarında: “İslam’da öldürme yoktur!” derler; derler ama, onların savunmalarını da üstlerine alırlar…
Hizbullah katliam yapmaya başlar. Kendilerinden olanı da olmayanı da boğup boğup zincirlere bağlayarak ölüm evlerine gömdüklerinde yine ”İslam’da öldürme yoktur!” diye yırtınırlar.
Talibanlar, şeriatla yönetilen ülkeler; zina yapan kadınları taşlayarak öldürürken de yine: “İslam’da öldürme yoktur!” diyerek hemen savunmaya geçerler.
Talibancı El Kaide örgütü mensupları Usame Bin Ladinci eylemciler İkiz Kuleleri beş dakikada yerle bir edip beş bin suçsuz insanı betonların altına gömünce; bizimkiler hemen “İslam’da bu yoktur, gerçek İslam bu değildir!” diye ötmeye başlarlar… Ne var ki, hem Meclis çatısı altında, hem de yayın organlarında hem de kongrelerinde Talibanlarla Usame Bin Ladinlere sahip çıkarlar… Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz… Ama verilen bu örnekler yeter sanıyorum…
Ne var ki bir örnek daha vermekten kendimi alamıyorum. Gelin hep birlikte 4 Ocak 2002 tarihli TAKVİM gazetesinde GERÇEK İSLAM başlığı ile halkımızı aydınlatan(!) Bay Z’nin aşağıdaki yazısını hep birlikte okuyalım:
Bu Bay Z’nin adı bizim Toplulukta Bay Casus’tur. Gaziantep’teki Emin Kılıç Kale Topluluğu kendisine: Polise ajanlık yaptığı için, Bay Casus adını takmıştır… Konuya ilgi duyanlar Sitemizin ANILAR bölümüne bakabilirler. Ben, duygusal olmamak için, Bay Casus yerine Bay Z diyorum..
Bir okuyucusu soruyor: “Eğer dinimiz hukuka, milletlerin hükümranlığına saygılıysa, tarihte neden diğer ülkeleri fethettik? Bu da bir emperyalizm değil mi? İstanbul zorla alınmadı mı?”
Bay Z, üç başlık içinde yanıt veriyor:
“İlk bakışta haklı gibi görünen bu soru biraz incelendiği zaman gerçeğin hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Cevabımızı maddeler halinde sıralayalım:
1 – İslam barışçıdır:> Evet, İslam dini barışçı bir dindir. Bizzat İslam kelimesi de barış kökenli bir anlam taşımaktadır. İslamiyet’in hemen bütün emir ve yasakları genele olarak barış, insan hakları, adalet ve huzur esaslarına uygun, hatta onları esas alan bir özellik taşımaktadır. Bu gerçeği, İslam’ın temel kaynağı Kuran-ı Kerim’de yüzlerce ayet ile ortaya koymak mümkündür.”
Doğru, İslam sözcüğü teslimiyetten gelir. Neye teslim olmak? Akla, ahlaka, gerçekleri yansıtan bilime, genel doğrulara, üstün değerlere, yüce kavramlara…
Gerçek bu iken uygulamada tamamen tersi olmaktadır. Akla, ahlaka, bilime ve gerçeklere ters düşmek tarih boyunca hep şeriatla yönetilen ülkelere düşmüştür… Tarihi okuyan bu söylediklerimi doğrulayan binlerce olay ile karşılaşır…
Bay Z. “Bu gerçeği, İslam’ın temel kaynağı Kuran-ı Kerim’de yüzlerce ayet ile ortaya koymak mümkündür.” diye tamamlıyor…
Evet, Kuran’da yüzlerce barış tümcesi olduğu gibi yüzlerce de barış karşıtı tümceler (âyetler) var. Merak edenler Sitemizin 16. sırasındaki “KURAN’DAN” bölümüne bakabilir. Burada yüzlerce barış ve barış karşıtı tümcelerden yalnızca birer örnek verilecektir:
Şu örneğimiz barış tümcesine ilişkin: “Ey Muhammet! Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir.” (K.2/272).
Şu örnek de barış karşıtı tümceye ilişkin: “Ey Peygamber! İnkarcılarla, ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür!” (K. 66/9).
Görüldüğü gibi her iki tümcede de Allah, Peygamberine seslenmektedir. İlkinde: “Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez; fakat ben, dilediğimi doğru yola eriştiririm.”(K. 2/272) derken ikincisinde: “Ey Peygamber! İnkarcılarla, ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür!” (K. 66/9). diye Peygamberine savaşmayı emrediyor.
Biz, bu birbirine zıt iki tümce geleceği bilen Allah’a nasıl yakıştırabiliriz? Allah çelişkiye düşer mi? Allah’ın sözlerinde tutarsızlık olur mu? Biri barış diyor, diğeri de savaş diyor. Hangisinin Allah’tan geldiğine inanalım… Bence Allah’a yakışan tümce ilki. Bakalım Bay Z, bu çelişkinin içinden nasıl çıkacak?
Bir örnek daha, az yukarda: “Hizbullahçılar, kendilerinden olanı da olmayanı da boğup boğup zincirlere bağlayarak ölüm evlerine gömdüklerinde…” demiştik. Bunların dayandıkları tümce (ayet) de şudur: “Doğrusu, inkarcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık.” (K. 76/4).
Hizbullahçılar da bu tümce gereğince öldürdüklerini zincirlerle bağlayarak demir halkalar içinde cehenneme gönderiyorlar kendilerince…
Bay Z yanıtını sürdürüyor: “Evet, İslam dini barışçı bir dindir. Bizzat İslam kelimesi de barış kökenli bir anlam taşımaktadır. İslamiyet’in hemen bütün emir ve yasakları genel olarak barış, insan hakları, adalet ve huzur esaslarına uygun, hatta onları esas alan bir özellik taşımaktadır. Bu gerçeği, İslam’ın temel kaynağı Kuran-ı Kerim’de yüzlerce ayet ile ortaya koymak mümkündür.”
Şimdi Bay Z, Sivas Madımak’ta insanları tekbir getirerek yakanlara, insanları boğup boğup zincirlerle ve demir halkalarla gömenlere, Talibanlara, Usama Bin Ladincilere “Bunlar Müslüman değil!” diyebilir mi?
İşte kendisine bir soru daha: Müslüman bir din adamı laik devletin polisine ajanlık yapar mı? Bu ve yukarıdaki sorularına yanıt bekliyorum…
Bay Z, okuyucusuna yanıt vermeyi sürdürüyor. İkinci yanıtı da şöyle:
“2 – Savunma savaşları: İslam tarihine bakıldığı zaman, yapılan savaşların büyük bölümünün savunma savaşları olduğu görülür. Yabancı düşmanlar, Müslümanların ülkelerine saldırmışlardır. Bu durumda Müslümanlar da haklı olarak onlara cevap vermek zorunda kalmışlardır.
Mesela Haçlı seferleriyle Müslümanların ülkeleri saldırıya uğramıştır. 200 yıl süren bu saldırılar ile Haçlı orduları, Müslüman ülkelerini talan etmişlerdir. Müslümanları öldürmüşler, mallarını çalmışlar, şehirlerini yakmış ve yıkmışlardır. Bu şartlar altında Müslümanlar da elbette gerekli cevabı vermişlerdir. Ani savaşmışlardır. Bu türlü savaşların hemen tamamı savunma savaşlarıdır.
Müslümanların savunma savaşlarına çok sayıda örnek verilebilir. Mesela biz Türklerin İstiklal Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nda uğradığımız zulümlere karşı verdiğimiz; bütün bunlar, savunma savaşlarıdır…”
Bay Z’nin ikinci yanıtında doğrularla yanlışlar öylesine birbirine karışmış ki içinden çıkmak zor olacak. Ama, “Evvel Allah!” Bu işin de içinden çıkarız! Yeter ki çıkış noktamız gerçeklere saygı olsun… (Söz gelişi “Evvel Allah!” dedim. Yoksa Allah dedikleri insanların işine karışmaz. İnsanlar; kendilerini, haksız da olsalar, haklı göstermek için, işin içine Allah’ı karıştırırlar…)
Bir kere Müslümanların savunma savaşları bir elin parmakları kadar azdır. Bir tek savunma savaşı gösterebiliriz. O da Hendek savaşıdır. Diğerleri ganimet, fetih, imana getirme gerekçesiyle yaptıkları savaşlardır ki kitaplara sığmayacak kadar çoktur. Kaldı ki İslam’ı övmek söz konusu olunca İslamcılar da bunu övünerek dile getirirler tarih kitaplarında… Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler A. Cemil Akıncı’nın, Toker Yayınları’nca 1971 yılında basılan (1. Baskı) Hz. PEYGAMBERİN SAVAŞLARI adlı kitaba bakabilirler.
Konuya bir iki örnek vermek istiyorum. Örneğin İslam Peygamberi Bizans İmparatorunu imana davet ediyor. Suriye sınırları yakınında ganimet amacı ile Rumların kervanlarını yağmalıyor. Bunun üzerine Bizans devleti sınırlarını güvence altına almak üzere 70 bin kişilik bir ordu ile Suriye sınırlarına dayanıyor. 7 bin kişilik İslam ordusu Peygamberin evlatlığı Zeyd komutasında Bizans ordusuna saldırıyor. 7 bin kişilik ordu, “Biz Müslüman’ız, Allah’ın askeriyiz, Allah bizi korur!” diye 70 bin kişilik zırhlı Bizans ordusuna saldırmaktan zerre kadar çekinmiyor.
7 bin askerden 700 asker kalana kadar savaşıyorlar. En sonunda komuta Halit Bin Velid’e geçiyor. Halid Bin Velid, gerçeği görüyor. Bakıyor ki Allah’ın ve meleklerinin geleceği yok hemen kalan askerlerini geri çekiyor. Böylece 7 bin kişiden kalan 700 kişiyi kurtarıyor.
Burada şunu görüyoruz… Allah, insanların işlerine karışmaz. Aklını kullanmayan tükenir gider. Yahudi, Hıristiyan ve Putperes dünya insanları akılcılığa yöneldikleri için Müslüman toplumlarını geçmişlerdir. Bizimkiler ise akılcılığa geçmemek için ne gerekse onu yapıyorlar. Akıl yerine vahiy, bilim yerine iman, teknik gelişme yerine ise tevekkül diye yırtınıyorlar…
Bizanslılar ise sınırlarını talana karşı güvence altına aldıktan sonra çekiliyor. Eğer saldırısını sürdürmüş olsa idi 70 bin kişilik ordu ile Mekke’ye, Medine’ye kadar gitmesi işten bile değildi.
Burada şu gerçeğe de dikkat çekmek isterim. İslam’ı şirin göstermek isteyenler, İslam’ın savaşçı bir din olduğunu gizlemek için, ”İslam savunma savaşı yapmıştır. Hem de bu savaşlarda topu topu 600 kişi ölmüş derler.” Oysa yalnız Bizanslılarla yapılan savaşlarda 6 bini aşkın Müslüman ölmüştür…
Bir örnek daha Kurayza Yahudileri, Müslümanlara saldırmadıkları halde; yalnızca Hendek savaşına katılmadıkları için İslam Peygamberinin ve diğer Müslümanların gözleri önünde Ali ve Zübeyr tarafından sıra ile ve teker teker boğazlanıp çukurlara itilmiştir ki bunların sayısının da en az 600 kişi olduğu söylenir. 700 diyenler de, 800 diyenler de vardır.
Bu katliamda boyunları vurulan Yahudi erkekleri; kadınlarına, çocuklarına, yakın akrabalarına ve de önü kıllanmamış erkek çocuklarına da seyrettirilmiştir. Bu kadınlar ve erkek-kız çocuklar da Müslümanlar arasında malları ile birlikte ganimet olarak paylaştırılmıştır…
Gerçekleri gizlemek, Allah’ı (Gerçeği) tepelemektir ki, İslam’da gerçeği gizleyene kafir denir. Ne var ki bizimkiler İslam’ı şirin göstermek amacı ile gerçeği gizlerler… Allah için (Doğruyu ve gerçeği) değil de Müslümanlara şirin görünmek için doğruyu söylemezler. Müslüman’a Müslümanlık propagandası yaparlar. Bu nedenle de diğer ülkelerden geri kalırlar.
Gelelim Kurtuluş savaşına. Bay Z, Türklerin Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’nı niçin Müslümanlara yapılmış bir savaş olarak dayatıyor? Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerle bir olup Türklerle savaşan Müslümanlar değil mi?
Kurtuluş Savaşı’nda Türklere saldıran paralı askerlerin içinde Müslümanlar yok mu idi? Anzakların çoğu Müslüman değil mi idi? Şimdi Bay Z’nin çok yakından tanıdığı Kurtuluş Savaşında vuruşan Dr. Emin Kılıç Kale’den yaşanmış bir öykü.
“Kurtuluş savaşında, Çanakkale savunmasında, bir esir yakalamışlar. Donunu indirip bakmışlar ki sünnetli… Sormuşlar. “Müslüman’ım!” demiş. Çıkışmışlar: “Nasıl olur, Müslüman olduğun halde, Müslüman olan Türklere karşı savaşıyorsun!” Yanıt çok ilginç: “Takdir-i ilahi!” Dedik ya az yukarda insanlar kendi haksızlıklarını örtbas etmek için işin içine Allah’ı karıştırırlar diye…
İşte Bay Z’ye bir soru daha? Türklerin içinde Yahudi olanlar var. Örneğin Hazer Türklerinin bir bölümü… Yine Türklerin içinde Hıristiyanlar da var. Örneğin: Gagavuz Türkleri.. Budist olanlar da var, Şamanist olanlar da var… Müslüman olanlar da var, olmayanlar da var… Nasıl olur da Türklerin, Müslüman Araplarla çöllerde yaptığı savaşı ve Kurtuluş savaşını Müslümanların savunma savaşı sayar?
Kaldı ki Osmanlılar yalnız Müslüman toplumlardan oluşmuyordu. İçinde Yezid’i var… Yahudi’si var, Hıristiyan’ı da var, Alevi’si var, Sünni’si var, Ateist’i var… Var oğlu var…
Osmanlı Padişahlarının Analarının hemen hemen hepsi; ya Yahudi ya da Hıristiyan… Merak ediyorsa: Ali Kemal Meram’ın PADİŞAH ANALARI adlı kitabı okusun… Anası Türk olan iki tane Osmanlı Padişahı gösterirse kendisine cennet taamı olan içkilerden bir şişe şarap ki porno film izlerken viagra etkisi yapar…
Bay Z, okuyucusuna yanıt vermeyi sürdürüyor. Okuyucunun üçüncü sorusuna da üç bölüm altında yanıt veriyor:
1. Kurtarma Savaşları,
2. Zulmü Kaldırma Savaşları,
3. Hükümdarlar Halkı Ezmekte .
Bay Z’ye göre İslam’ın yaptığı bütün savaşların amacı: Dine davet değil, fetih ve ganimet değil; ya, istilaya uğramış olan İslam ülkelerini kurtarmak, zülüm altında inleyen insanları kurtarmak ya da halkını ezen hükümdarlara ders vermek. Bay Z olayları öylesine saptırıyor ki yalanlarını, bir bir ortaya sermeye benim gücüm de yetmez, ömrüm de yetmez.
Bu konuda sağlıklı bilgi edinmek isteyenler İtalyan müsteşriki Leone Caetani tarafından yazılan ve Hüseyin Cahit Yalçın tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1924 yılında eski yazı ile basılan on ciltlik İSLAM TARİHİ adlı kitaba bakabilirler. Diyanet İşleri Başkalığının bu kitaba, bir de Reddiye yazmıştı.
Bu arada sırası gelince bir olaya değinmek istiyorum. Sayın Gürbüz Tüfekçi Leon Caetani’nin bu on ciltlik İslam Tarihi adlı kitap ile, bu kitaba, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞINCA yazdırılan REDDİYE adlı kitabı, Kaynak Yayınları’nca bastırmak amacı teyzesi oğlu Sayın Doğu Perinçek’e verdi. Aradan beş-altı yıl geçtiği halde basılmayan bu kitabın sonucunu öğrenmeye çalıştım.
Bana, kitabın, Sayın Sadık Perinçek (Doğu Perinçek’in babası) tarafından eski yazıdan yeni Türk harflerine çevrildiğini söylediler. Bir ara anısı önünde saygı ile eğildiğim Sadık Perinçek’e, kitabın ne zaman basılacağını sordum. Bana verdiği yanıt şöyle: “Kitabın birinci cildini yeni Türkçe’ye çevirdim. Ancak Doğu, kitapta, İslam’ın aşağılandığını ve Hıristiyanlığın yüceltildiğini ve bu nedenle basılamayacağını söyledi.” Dedi.
Görüldüğü gibi İlhan Arsel’in, Turan Dursun’un ve Arif Tekin’in ve bunlar yanında onlarca aydınlanmacının kitaplarını basanlar Hüseyin Cahit Yalçın tarafından çevirisi yapılan ve Atatürk tarafından okunarak sayfa kenarlarına mim (işaret) koyduğu ve dinsel görüşleri için çok yararlandığı bu 10 ciltlik bu kitabı (Bakınız, ATATÜRK’ÜN OKUDUĞU KİTAPLAR ”Özel işaretleri, uyarıları ve düştüğü notlar ile” Derleyen Gürbüz D. Tüfekçi. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Yonca Matbaası. 1983. s. 330-35l.) İslam şeriatını aşağıladığı gerekçesiyle yayınlamıyor. Böylece şeriatın gerçek yüzü gizleniyor ve yine böylece şeriatçılardan oy alınacağı sanılıyor… Olası mı, şeriatın Erbakan ve Erdoğan gibi duayenleri varken solculara oy versin şeriatçılar…
Bu kitap halen Sayın Doğu Perinçek’te. Sayın Doğu Perinçek, işlerinin yoğun olması nedeniyle kitaplarımı (10 ciltlik İSLAM TARİHİ ve DİB’nca yayınlanan REDDİYE) bana iade edememiştir. Sayın Gürbüz Tüfekçi de rahatsızlığı nedeniyle olsa gerek kitabı verdiği kişiden alıp bana iade etme gereğini yerine getirememiştir. Ben ise, çok değer verip yararlandığım ve özlemini çektiğim kitaplarımı istemeye utanmışımdır. İlk olarak burada dile getiriyorum. Oysa ben adı geçen kitapları bir sahaftan yüksek bedelle 1973 yılında, hemen hemen o zaman ki aylığımım dörtte biri pahasına almıştım… Bakalım kitaplığımda bulunması gereken bu kitaplarım ne zaman elime geçecek?
Ne var ki elimde 10 ciltlik bu kitabın 100 sayalık bir özeti vardır. Bu özet de birlikte öğrencilik yaptığımız sayın Öğreticim Dr. Emin kılıç Kale’nin öğrencilerinden Dr. Hüseyin İçden tarafından özetlenmiştir. Önümüzdeki günlerde yurdumuzun bazı kitaplıklarında bulunmayan ve çoğu aydınlarımızın kitaplığında olmayan bu kitabın Dr. Hüseyin İçden tarafından yapılan özetinden özetler vermeye çalışacağım…
Bu özetler ve aşağıdaki yazı okunduğunda görülecektir ki hiç de öyle Bay Z’nin ileri sürdüğü gibi Müslümanlar “Halkı ezilen ülkeleri zulümden kurtarmak” amacı ile savaş yapmamıştır. Yapılan savaşlar, dediğim gibi, İslam’ı yaymak, ganimet elde etmek ve fetihlerde bulunmak amacı ile yapılmıştır ve bu savaşlarda islamiyeti kabul etmeyen savaş esirlerine dünya tarihinde böylesine şiddet uygulanmamıştır…
Bay Z’ye göre hiç kimse İslam’a geçmeye zorlanmamıştır. Demek ki Allah için, din için kafirleri imana getirmek için savaşılmamıştır. Böyle yazan İslam kaynakları yalan yazmaktadır. Okuyalım: “… Hiç kimse zorla islama inanmaya mecbur edilmemiştir. Ama bir ülke fethedildikten sonra, oranın halkı büyük ölçüde Müslüman olmuştur. Yani üzerlerinden zulüm kalkınca gerçek din olarak İslam’a kavuşmuşlardır. Ama eski dinleri üzere devam edenlere de karışılmamıştır.”Allah’ım, allah’ım nerdesin? Böyle yalanlara nasıl izin verirsin?
Gerçekleri saptırmak bu kadar olur. Bir de İslam’da gerçekleri saptırmak en büyük günah olarak görülür. Aşağıya www.islamiyetgerçekleri.org Sitesinde yayınlanan Omer Malik’ten bir makale alıyorum. Türklerin Müslümanlaştırılmaları başlığı ile yazılan bu yazı, biz Türklerin hangi koşullarda Müslüman olduğunu göstermektedir…
Bu yazıyı aynı zamanda “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”ız ve de “Kanımız aksa da zafer İslam’ındır!” diye slogan atan ve Türklük için savaştıklarını sanan Ülkücülerin de dikkatine sunuyorum:
TÜRKLERİN MÜSLÜMANLAŞTIRILMALARI
Yazan Ömer Malik
Giderek daha çok siyasete bulaştırılmak istenen İslam, ilk olarak Türklere ne şekilde ve hangi şartlarda gelmiştir pek bilinmez, sanki bilinmesi de pek istenmez. Ancak, bir çoğumuzun bilmediği, yada bilmek istemediği bu tarih, en çok bilmemiz gereken konuların başında gelmektedir..
Aşağıdaki doküman tamamen İslam kaynaklarından, Taberi ve Zekeriya Kitapçı gibi İslam tarihçi ve yazarlarından alınarak düzenlenip hazırlanmıştır.
Türklerin ilk Müslümanlaştırılmaları ile ilgili 670’li tarihlere dayanan bilgiler maalesef okullarda bizlere hiçbir zaman verilmemiş, verilen bilgiler ise, Türklerin Müslümanlığa geçişleri, kendi istekleri ile olmuş gibi gösterilerek, 740’lara kadar ki tarih atlanarak verilmiştir.
İslam’ın Türklere zorla kabul ettirilmeleri ile ilgili 670’lerden başlayarak 740’lara kadar uzanan tarihin bize okullarda anlatılmamasının nedenlerini, bu kısa tarihi öğrenince biraz daha iyi anlamak mümkün olabilecektir. Şimdi, bu atlanan 70 senelik tarihe bir göz atalım..
Müslüman Arapların Türklere İlk Saldırıları
Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bulunan bölge tarihi ipek yolu üzerindedir.. Türk beylikleri, bu bölgedeki, Buhara, Semerkant, Talkan, Baykent gibi şehirlerde yerleşik bir yaşam sürdürerek yaşıyorlar, deri imal ediyor ve pamuktan kağıt üreterek bunları satıyor ve iyi de para kazanıyorlardı..
Bu üretimlerinin yanı sıra Altın madenleri çalıştırıyorlardı.. Özellikle adı zengin şehir manasına gelen, Semerkant’ın zenginliğinin o devirde dillere destan olduğu söylenir.. Bu zenginlik öteden beri Talancı Arapların iştahını kabartıyorduysa da, Türklerden çekiniyorlar ve araya sınır olarak koydukları Ceyhun nehrini geçmeye pek cesaret edemiyorlardı.. Çünkü daha önce Halife Osman zamanında, Muhammed bin Cerir komutasındaki Araplar İslam’ı yayma bahanesiyle oraları talan etmek için 2.700 kişilik bir ordu ile Fergane’ye kadar girdiyse de Türkler tarafından yok edilmişlerdi.. Ancak daha sonraları Muaviye tarafından, Ceyhun nehrinin altında kalan Horasan’ın tamamıyla işgal edilmesi ile o bölgede ilk Araplaştırma ve İslamlaştırma girişimleri başlamış oldu..
Buhara’nın Talan Edilmesi
Horasan’ın kendileri tarafından tamamen işgal edilmesinden cesaret alan Araplar, Muaviye’nin ilk Horasan valisi olan Ubeydullah bin Ziyad, 673 yılında bu sefer ilkinden çok daha kalabalık 24.000 kişilik bir ordu ile Ceyhun nehrini geçerek Kibac Hatun yönetimindeki Buhara’yı kuşatır.
Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım isterse de bu yardım kendisine gelmez ve Araplar verdikleri kayıplardan dolayı Buhara’yı işgal edemezlersede tam anlamıyla talan ederler..
Daha sonra, Muaviye’nin ikinci Horasan Valisi, Halife Osman’ın oğlu Said’de Buhara’ya saldırmaya hazırlanır.. Kendisine diğer Türk Beyliklerinden yardım gelmeyeceğini anlayan Kibac Hatun, Said’le anlaşma yapmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre, Kibac Hatun, Said’e diğer Türk Beyliklerine yapacağı saldırılarda önüne çıkmayacağına dair güvence ve bu güvencenin teminatı olarak da Buhara’daki Türk asilzadelerinden rehineler verir.. ( Bu sayı kimi tarihcilere göre 50 kimine göre de 80’ dir… )
Bu anlaşmanın verdiği rahatlıkla Said, zenginliğini öteden beri duyduğu Semerkant’a saldırır.. Semerkant’ı baştan aşağı talan eder ve topladığı binlerce Türk gencini, köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirir..
Said daha sonra Kibac Hatun’dan aldığı 80 kadar rehine tarafından bir punduna getirilmiş ve hançerlenerek öldürülmüştür….( Said’i öldürdükten sonra dağa kaçmayı başaran rehinlerin orada açlıktan öldüğü söylenir )
Said’den sonra, Horasan Valisi Salim bin Ziyad olur. Horasan Muaviye’nin oğlu Yezid’e bağlıdır.. Ziyad da ayni şekilde 680 yılında Türkleri İslamlaştırmak ve şehirlerini talan etmek için saldırır fakat püskürtülerek geri çekilirler.. Bu sefer, kendi orduları Türkler tarafından talan edilerek silahları alınır.. Daha sonra Araplar daha güçlü bir orduyla Türklere tekrar saldırarak Türk illerini gene talan ederler.. Bu talandan her Arap 2400 dirhem alır.. ( Bir kölenin satış fiyatı 300 ile 500 dirhem arasında olduğu düşünülürse, bu durumda aldıkları ganimet adam başına 7 veya 8 köleye eş değerdedir..)
Haccac ve Rutbil
İslam’da ilk asimilasyon 685 yılında Abdülmelik ile başlar.. Abdülmelik; etrafını İslamlaştırmaya, adı İslam tarihine kan dökücü, zalim olan Haccac’ı (Hacca’ı Zalim diye de geçer…) kendisine yardımcı seçerek başlar..
Abdülmelik önce civar halkların dillerini Arapçalaştırdı.. Harac karşılığı önceden bazı hakları kabul edilmiş olan gayri müslimlerin bütün haklarını geri aldı.. Bu arada Haccac’ı Irak genel valiliğine atadı..
Haccac’ın Irak’a genel vali atanmasından sonra Türklerin kaderinde ilk köklü değişikler başlamış oldu.. Haccac ilk olarak Ubeydullah ibni Ebi Bekri’yi Sicistan’a, Muhalleb ibni Ebi Sufra’yi da Horasan’a vali yapar..
O tarihte, Sicistan’ın Türk Hükümdarı Rutbil’dir ve Araplara vergi vermektedir.. Haccac, bununla yetinmez ve Ubeydullah’ı Rutbil’in üzerine göndererek ondan tam olarak teslim olmasını ister.. Rutbil önce bu teklifi kabul etmek istemez.. Bunun üzerine Ubeydullah Rutbil’in üzerine yürür.. Rutbil 18 fersah geriye çekilerek Ubeydullah ve ordusunu kuşatma altına alır..
Ubeydullah, Rutbil’den kurtulmak için 700.000 dirhem teklif ederse de Rutbil kabul etmeyerek Arap ordusunu büyük bir bozguna uğratır.. Buna çok kızan Haccac 40.000 kişilik büyük bir ordu toparlayarak, Abdurrahman ibn Esas komutasında Rutbil’in üzerine gönderir.. Rutbil’i yenemiyeceğini anlayan Esas, bu sefer onunla anlaşır..
Bu olay karşısında çılgına dönen Haccac, Esas’ı yakalatmak üzere bir birlik gönderirse de, Esas’ın ordusu bu birliği yenilgiye uğratır ve geri kalanları da Basra’ya kadar sürer. Ancak burada, Basra’da, yenilen Esas’ın ordusu dağılır ve Esas Rutbil’e sığınır..
Bunun üzerine Haccac, Esas’ı kendisine vermesi için Rutbil’i tehdit eder.. Vermediği taktirde çok büyük bir ordu ile üzerine yürüyeceğini ve bütün Türk şehirlerini harap edeceğini, verirse de kendisinden 7 sene hiç vergi almayacağını söyler..
Türk şehirlerinin tekrar bir savaşa görmesini istemeyen Rutbil, 7 sene haraçtan muaf tutulacağını da düşünerek Haccac’ın bu teklifini kabul eder ve Esas ve yakınlarını Haccac’a teslim eder..
Ancak, Rutbil Haccac’a güvenmekle hata yaptığını daha sonra anlayacaktır.. Haccac Rutbil’den Esas’ı teslim aldıktan sonra derhal yeni bir ordu düzenleyerek 699 yılında Muhelleb bin Ebi Sufyan komutasında Türk şehirlerinin üzerine gönderir..
Hocente, Kes, Sogd ve Nesef’i ele geçirirse de Türkler direnirler.. Horasan valiliğine Muhelleb’in oğlu Yezid gelir.. Yezid ibni Muhelleb’de Türk şehirlerini talan eder.Yezid’in savaşçıları, Harzem’den ele geçirdiği Türkleri boyunlarına damga vurarak köle pazarlarında satarlar..
Bu tarihlerde, Araplar Türklerin yurtlarını devamlı olarak istila edip şehirlerini talan ederlerse de kalıcı bir üstünlük sağlayamamışlar, elde ettikleri yerleri sonunda tekrar Türlere geri vermek zorunda kalmışlardı..
Kuteybe ibni Müslim
705 yılında Abdülmelik öldüğünde yerine oğlu Velid geçer.. Ve Türk tarihini önemli şekilde etkileyecek olay, Kuteybe ibni Müslim’in Horasan’a vali atanması ile başlar.. Bu zamana kadar kalıcı bir başarı elde edemeyen Araplar onun zamanında Türk yurtlarında kalıcı başarılar elde etmişlerdir.
Türklerin gerçek anlamda kılıç zoru ile Müslümanlaştırılmaya başlamaları Kuteybe zamanında olmuştur..Vali olduğu andan itibaren, Türk Beyliklerinin toptan işgal edilerek İslamlaştırılması için çok güçlü bir ordu kurmaya başlar..
Merv’de askerleri toplayarak, “Allah, kendi dininin aziz olmasi için size bu toprakları helal kıldı!” der.. Böylece, 2. Bakara suresi 193’ü, “Yalnız Allah dini kalana kadar onlarla savaşın…” yada “8. Enfal suresi 39’u “din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” . ayetlerini savaşçılarına hatırlatarak Arap ordusunu Türklerin üzerine sürer..
Kuteybe ilk olarak Baykent’i kuşatır.. Diğer Beyliklerden Türk Savaşçılar Baykent’in savunmasına yardıma gelirler.. İki ay süren bir savaş olur. Kuteybe tam bir zafer kazanamazsa da, Türkleri haraca bağlayan bir anlaşma yapmaya zorlar.. Şehir yıkımdan kurtulur ama, şehre giren Araplar anlaşmaya rağmen şehrin bir kısmını yağmalarlar ve şehirden ayrılırlarken arkalarında bir de askeri garnizon bırakırlar..
Başlarına gelecekleri anlayan Türkler ayaklanmaya başlarlar ve kendi aralarında silahlanarak bir mücahit birliği kurarlar. Baykent’de karışıklıklar başlar.. Bunun üzerine Kuteybe Baykent’e tekrar gelerek ne kadar silahlanan Türk varsa hepsini öldürtür.. Kadınları ve çocukları esir alır ve şehri tekrar baştan aşağı yağmalar…
Taberi’nin anlatımlarına göre, Kuteybe’nin aldığı ganimetlerin haddi hesabı yoktur.. Taberi, bütün Horasan’ı işgal ettiklerinde dahi bu kadar ganimet toplayamadıklarını söyler..
Şehrin yağmasından sonra, daha önce Horasan’da Merv’e getirilmiş olan Arap aileleri, Merv’den getirilerek Baykent’e yerleştirilir.. Muhafız birlikleri oluşturulur.. Valilik den vergi tahsildarlığına kadar bütün denetim organları Araplar’dan oluşturulur..
Türklerin Budist ve Zerdüşt inançlarını simgeleyen bütün heykelleri toplatılır, taş olanlar kırılır, altın olanlar eritilip ganimet olarak Araplar tarafından alınır.. Bunlar, Enfal suresinde yazdığı gibi, sanki Araplara Allah’ın verdiği ganimetlerdir..
Daha sonra esir edilen kadın ve çocuklar kocalarına ve babalarına geri satılır.. Müslümanlar, Baykent’li Türklerin neleri var neleri yoksa almışlar, şehrin onarımı da gene Türklere kalmıştır..Bundan sonra sıra gelir Buhara’nın tamamen işgal edilip Müslümanlaştırılmasına..
Buhara’nın Tekrar Kuşatılması ve İlk Türk Katliamı
Kuteybe Merv’de büyük bir hazırlık yapar.. Bu arada Vardana ve Buhara beylikleri arasında çatışmalar vardır.. Müslümanlara karşı mücadele etmek için bu çatışmalar derhal durdurulur ve Vardan Hudat, Kuteybe’ye karşı Türklerin başına geçer..
Kuteybe önce, Numiskent ve Ramitan’a saldırır ve buraları kolayca istila eder.. Demirkapı önlerinde Vardan’la çarpışırlar.. Vardan savaşı kaybeder ve Buhara’ya doğru çekilir.. Ancak Kuteybe’de, savaştan yorgun düştüğü için Buhara’yı alamadan Merv’e geri döner..
Haccac bunu başarısızlık olarak kabul eder ve Buhara’yı mutlaka almasi için Kuteybe’ye emir verir.. Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak bir sene sonra tekrar Buhara’yı kuşatır.. Türkler direnir ve Kuteybe başarılı olamaz, ordusu dağılmaya başlar..
Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder.. Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler… Direnen bütün Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır.
Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle pazarında satmak üzere alıkoyarlar.. Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler..
Araplardan oluşan yeni bir idari kurumlaşma yapılır.. Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca da, Buhara Melikesi Hatun’un oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır.. Tuğ Sad tarihe hain bir işbirlikçi olarak geçer..
Daha sonrada Müslüman olarak oğluna da, efendisi Kuteybe’nin ismini vererek bağlılığını kanıtlar.. Etkili bir kolonizasyon yapmak isteyen Kuteybe bunun için öncelikle yerli halkı İslamlaştırmaya başlar..
Buhara halkı önceleri Müslüman olmuş gibi görünseler de bu dini kabul etmek istemezler.. Kuteybe Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları tatbik etmediklerini anlar ve yeni bir yöntem geliştirir..Bu yönteme göre Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılırlar ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar.. İslami kurallara uymayanlar ise ağır cezalara uğratılırlar.. ( Bugün, bazı İslami yazarlar bu getirilen tedbirlerin İslam’ın Türkler tarafından kabul edilmesinde çok yarar sağladığını açıkca ifade ederler.. Bu yaklaşım da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.. )
Kuteybe’nin bu zorlamaları karşısında, halktan bazı direnişçiler çıkar.. Gizlice silahlanırlar.. Bu durum karşısında Araplar camiye dahi silahsız gidemez olurlar.. Kuteybe baskıları arttırır, kendi aralarında örgütleşen Türkleri yakalattırıp öldürtür..
Bu arada yeni vergi yasaları getirir.. Yerli halk, halifeye senede 200.000 dirhem, Horasan valisi Haccac’a da 10.000 dirhem vergi ödemeye mecbur bırakılır.. Bunun dışında Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, oraya getirilip yerleştirilen Arap ailelerine odun temin etmeye ve onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya mecbur bırakılırlar..
Kadınlar, kızlar Araplara cariye yapılırlar.. Buhara Türkleri bu yıllarda dünyadaki çok az milletin yaşadığı vahşeti ve ızdırabı yaşar.. Kuteybe’nin getirip Türk evlerine yerleştirdiği Arap’lar, Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerinin üzerine konarak Türklerin tarlalarını ellerinden alırlar ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar..
İste “Tek din İslam oluncaya kadar savaşın!” (K. 2/193, 8/39) diyen ayet, Arapların, Türklerin sırtından geçimlerini sağlayacak ortamı yaratmıştır.. Allah dini dedikleri İslam, Ahzab Suresi/50 de olduğu gibi, savaşta gasp edilen Türk kızlarını da ganimet olarak görür ve Araplara cariye olmalarını helal kılar.. Cuma namazı zorunlu hale getirilir.. Gene de Türklerden rağbet görmez. Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaad ederek önce fakirler üzerinde İslam’ın etkili olmasını temine çalışır.. Bu uygulama nispeten başarılı olur.. Fakir halktan para için camiye gidenler olur..
1.Büyük Katliam ( Talkan Katliamı )
Buhara’da olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir.. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar.. Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..
Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila ile talan etmişlerdir..
İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır..
Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar.. Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır..
İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den gelir.. Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terk eder.. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen ne kadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler..
Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur..
Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. Bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır..
Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer.. Türk erkeklerin pek çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alıkoyar.. Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar.. Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar..
Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister.. Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar.. Erkekleri dövüşerek ölürler.. Bütün şehir yakılır.. Araplar bu şehre yakılmış şehir anlamında Muhtereka derler..
Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır.. 2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez.. Bu arada kış yaklaşır.. Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir..
Her iki taraf da savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür.. Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur.. Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir.. Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir..
Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur.. Komutanları ile görüşüp teklifi kabul ederler.. Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar..
Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafında hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur.. Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez.. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar.. Haccac Tarhan için, “ O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der..
Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde, öldürtür.. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir.. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür.. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.. Kuteybe sanki Kuran’daki ayetleri yerine getirmiştir..
“K. 9 Tevbe. 123. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.”
Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür.. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır.. Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar.. Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür.. Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar.. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler..
Bu olay, Ziya Kitapçı’nın, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır:
”Bu harblerden birinde, et-Taberi’nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe’ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır,
Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız.
Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.” ( Sayfa 314 )
Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür.. Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir.. Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem’deki uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır: “Kuteybe, her çareye baş vurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece herşey karanlıklara gömüldü..
İslam, Harzemlilerin içine girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı.. Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür..
Semerkant meliki Gurek, üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister.. Taşkent ve Fergane’den yardım gönderir, fakat gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler..
Semerkant, kuşatılır.. Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar.. Daha fazla dayanamıyacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlasmaya göre,
1.Semerkant Araplara her sene 2.200.000 altın ödeyecektir..
2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir..
3.Şehirde Cami yapılacaktır..
4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır..
5.Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir..
Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv’e geri döner.. Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Muslim’i Semerkant’ın başına vali olarak bırakır..
Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar.. Zaman zaman Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler..
Haccac Kuteybe’ye, Taşkent ve Fergana’yi işgal etmesi talimatını verir.. Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz.. Bu arada Haccac ölür. Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler.. Kuteybe bu sefer Kasgar’a doğru yola çıkar.. Tam Kasgar’ı kuşatacakken Halife Velid ölür, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur..
Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kasgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte 716 senesinde kafası kesilerek öldürülür.. Çünkü Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir..
2. Büyük Katliam.. ( Curcan Katliamı )
Kuteybe ve Haccac’ın ölümü, Arapların Türkleri Müslümanlaştırmak ve Türk şehirlerini talan etmek politikalarında bir değişiklik yapmamıştır.. Öncelikle, Araplardaki Türklere karşı olan korku ortadan kalktığı için, Araplar, Kuteybe’den sonra da aynı şekilde Türk yurtlarına saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir..
Kuteybe’nin öldüğü aynı yıl olan 716 da, Yezid ibni Muhelleb Horasan’a vali atanır.. İlk iş olarak Dağıstan’ı işgal eder.. Dağıstan meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre dayanır.. Sonunda Dağıstan düşer.. Şehir yağmalanır ve 14.000 kişi öldürülür..
Dağıstan’dan sonra Curcan’a yönelir.. Curcan 300.000 dirhem karşısında savaşmadan teslim olur..
Yezid, Curcan’a bir bölük asker yerleştirerek, Taberistan’ a doğru yola koyulur.. Taberistan Meliki, İsfehbed, Deylem melikinden 10.000 kişilik bir yardım alarak savaşa başlar.. İsfehbed savaşırken, Curcan halkı da ayaklanarak Esed ibni Abdullah komutasındaki askerleri imha ederler..
Yezid öfkeye kapılır, Curcan’lı Türkleri yendiğinde kanlarından değirmen döndürüp ekmek yiyeceğine dair Allah’a yemin eder.. Askerlerini toplayarak Curcan üzerine yürür.. Curcan beyi, şehirden çıkarak Curcan kalesine çekilir. 7 ay süren savaştan sonra, kale düşer.. Curcan beyi öldürülür.. Kaledeki askerler esir alınır..
Araplar, daha sonra Curcan şehrine girerler.. Burada da aynı şekilde Kuteybe’nin yaptiğı katliama benzer bir katliam yapılır.. Türkleri öldürerek, 4 fersah boyunca sağlı sollu ağaçlara astırır.. Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için, esir aldığı binlerce Türk’ü, Enderiz vadisindeki nehrin kenarına sürükler, orada askerlerine korumasız Türkleri öldürtür.. Öldürülen Türklerin kanlarını nehire akıtır.. Nehrin suyuyla akan kanlardan, ilerideki değirmenden un ve ekmek yaptırarak yer ve Allah’a verdiği sözü yerine getirir..
Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet olarak paylaştırılır..
Kaynaklar Curcan katliamında Talkan katliamında olduğu gibi yaklaşık 40.000 Türk’ün öldürüldüğünü söylerler..
717 yılından sonraki zaman, Arapların kendi aralarındaki çatışmalarla geçer.. Buraya kadar dikkat ederseniz, ilk Arap saldırıları başladığında Kibac hatun diğer Türk Beyliklerinden yardım istediği halde istediği yardım kendisine verilmemişti.. Sonra o yardımı göndermeyenler, yardıma muhtaç duruma düştüler..
Bu olaylardan Türklerin daha o zaman da aralarında tam bir birlik ve beraberlik sağlayamamış olduklarını görüyoruz.. 717 yılında Ömer ibni Abdulaziz halife olur.. İki yıl sonra hastalanır yerine, 719 da, Yezid ibni Abdülmelik geçer..
Yezid ibni Abdülmelik ile Yezid ibn Mehleb’in arası iyi değildir.. Yezid ibn Mehleb hapse attırılır ancak, Yezid ibni Mehleb hapisten kaçarak, Basra’da örgütlenir ve Yezid ibni Abdülmelik’e karşı ayaklanır..
721’de Abbas ve Mesleme adında iki komutan önderliğinde kurulan hilafet ordusu Yezid ibni Mehleb ile savaşır.. Bu savaşta Abbas ve Yezit ibni Mehleb ölür.. Yezit’in kafası kesilerek halife Yezit ibn Abdülmelik’e yollanır..
Mesleme, Mehleb’in yakını olan yaklaşık 300 kişinin daha kafasını kestirerek öldürtür. Yezid ibni Mehleb’in oğlu olan, Muaviye ibni Yezid’de elinde bulundurduğu 32 kadar Mesmele taraftarının kafasını kestirtir.. Aralarındaki savaş, Mehleb taraftarlarının tamamen yok edilmesi ile biter…
Mesmele, Mehleb’den ele geçirdiği aralarında Türklerin de bulunduğu cariyeleri Cerrah ibni Hakem’e satar..Bu arada, Yezid ibni Mehleb’in yerine getirilen yeni Horasan Valisi, Cerrah ibni Abdullah, Türkmenistan’ın iç kısımlarına bazı saldırılar yaparsa da başarılı olamaz..
Kuteybe’nin ölümüyle birlikte Türk topraklarına yapılan akınlar eskisi kadar başarılı olamamıştır.. Bu dönemde İslam yayılmacılığı bir duraksama içine girer.. Halife II. Ömer ibn Abdülaziz, işgal altında bulunan yörelerdeki Arap egemenliğinin her geçen gün biraz daha zorlaşır bir hale gelmesinden dolayı bu bölgelerde yaşanan gerginliğin azaltılarak İslam’ın kuvvetlendirilmesine çalışır.. Kendisine bağlı yöneticilere, “ Bundan böyle Türk Beyliklerine saldırmayın, hakimiyetiniz altında bulunan bölgelerde gücünüzü arttırarak İslam’ı yaymaya çalışın” demiştir.. Ayrıca, II. Ömer, Müslüman olan halklardan cizye alınmamasını isterse de, Arapların gelirlerinde önemli ölçüde düşme olmasından dolayı bu karardan daha sonra, Türklerin Müslümanlıkarında samimi olmadıkları bahane edilerek vazgeçilmiştir.. Bu arada Horasan’da Cerrah ibni Abdullah, yerine Abdurrahman ibni Nuaym atanmıştır..
Hakan Sulu’nun Göktürk Boylarının Başına Geçmesi
Türkler, Arapların istilasına karşı direnişlerini Çin’den yardım isteyerek sürdürürler.. Daha önce Araplarla işbirliği içinde olan Tugsad da, 718 yılında Çin imparatorundan yardım ister..
Çin, Türklere yardım göndermez.. Turgis Kaanı Sulu, Batı Göktürk Boylarının başına geçerek, 720 yılında Sogd’daki Türklerin Araplara karşı isyanını desteklemek için bir birlik gönderir..
Sulu’nun, Kur-Sul adındaki komutanı, Seyhun nehrini geçerek, Sogd’a gelir ve oradaki diğer Türklerle birleşerek, Semerkant’a doğru yürür.. Arap Valisi, Said ibni Haris, Türkleri durduramaz ve Semerkant’a çekilir.. Ancak Türkler Semerkant’ı kuşatamazlar..
Bu arada Said ibni Haris yerine 721 yılında Horasan’a Said ibni Harasi atanır.. 722’de Hisam Halife olur, Said ibni Harasi’yi görevden alarak yerine Müslim ibni Said’i atar..
Müslim ilk olarak Afşin’i haraca bağlar.. Seyhun’u geçerek bütün ekinleri ve ağaçları yakarak ilerler.. Bunun üzerine Turgis Hakanı Sulu, Müslim’in üzerine yürür.. Sulu’nun üzerine geldiğini ögrenen Müslim geri çekilmeye başlar.. Seyhun nehri yakınlarında, bir başka Türk birliği tarafından durdurulur.. Bir yanda yukardan Sulu’nun birlikleri ilerlediği için acele eden Müslim, zayiat vermesine rağmen, Seyhun nehrini geçerek Semerkant’a çekilir..
Bu yenilgi üzerine, Müslim görevden alınır, yerine Esed ibni Abdullah atanır.. Esed ilk olarak Hoten şehrini ele geçirerek yağmalar.. Ancak, Turgis Hakanının Müslim’i kovalamasından cesaret alan halk Araplara karşı ayaklanır..
726 yılında Turgis Hakanı Sulu, kararlı bir şekilde Esed’in üzerine yürür.. Huttal’da çarpışırlar.. Esed, Sulu karşısında ağır bir mağlubiyet alır.. Bunun üzerine 727’de Esed de görevden alınarak yerine Esres ibni Abdullah atanır..
Esres halk üzerinde baskı uygulayarak denetim kurabileceğini düşünürse de başarılı olamaz.. Bir kısım halk Müslüman olduklarını söyleyerek vergi vermek istemezler ve Turgis’lerden yardım isterler.
Turgis Hakanı Sulu, 728 yılında Buhara’yı zapteder.. Bu arada Esres’in yerine Cüneyt ibn Abdurrahman geçer.. Araplar Semerkant’a çekilir.. Hakan Sulu ve Kur-Sul idaresindeki Turgis kuvvetleri 729 yılında 58 gün süreyle Arapları Kemerce kalesinde kuşatma altında tutarlar..
Açlıktan ölme noktasına gelen Araplar Kemerce’den çıkarak teslim olurlar: Yapılan anlaşma gereğince teslim olanlar Debusia’ya gönderilirler.. Daha sonra Hakan Sulu, Semerkant’ı kuşatır.. Semerkant’ın işgal komutanı Savra ibni Hurr, Cüneyd ibni Abdurrahman’dan yardım ister..
Cüneyd yardıma gelmeden Savra ve Hakan Sulu Semerkant yakınlarında savaşırlar.. Araplar savaşı kaybeder. Semerkant’ın Arap Karargah komutanı Savra bu savaşta ölür.. Halife Hisam, Kufe ve Basra’dan 20.000 kişilik ek bir kuvveti Cüneyd ibni Abdurrahman’a gönderir..
Hakan Sulu 732’de Buhara’yı terk ederek çekilir.. 734’de Cüneyd ibni Abdurrahman ölür, yerine Asım ibni Abdullah geçer, bir yıl sonra onun da yerine Halid ibni Abdullah geçer..
Hakan Sulu’nun Ölümü ve Cuzcan Beyinin ihaneti
Hakan Sulu, 737 yılında Halid’in üzerine yürür.. Araplar zayiat vererek Ceyhun’un güneyine çekilir.. Türkler Ceyhun nehrini geçerek Arapları Belh’e kadar çekilmeye zorlar, ancak Cuzcan önderi, Arap’larla birleşerek Hakan Sulu’nun ülkesine çekilmesine sebep olur..
Göründüğü kadarı ile eğer Cuzcan önderi Araplarla işbirliği yapmamış olsaydı Hakan Sulu’nun ordusu muhtemelen Arapları Türk topraklarından temizleyecekti.. Hakan Sulu ülkesine döndükten sonra bir zamanlar Araplara karşı beraber savaştiğı Kur-Sul tarafından şahsi nedenlerden dolayı öldürülür.. Bu gelişmenin biraz da Çin tarafından tezgahlandığı ve tarihte Çin’in Türk Beyliklerini birbirine düşürme siyaseti olarak görülür..
Hakan Sulu’nun ölmesi Araplar arasında sevinçle karşılanır.. Öyle ki Horasan Valisi Araplara Hakan’ın öldürülmesinden dolayı şükür orucu tutulmasını ister.. Haberi Halife Hisam’a ulaştırırsa da, Halife bu haberin doğruluğunu anlamak için güvendiği adamlarını yollayarak haberin doğruluğunu öğrenmelerini ister..
Hakan Sulu’nun öldürülmesinden sonra Türkler bir daha toparlanamazlar.. Arapların Türk yurtlarından temizlenmeleri ile ilgili umutları bir anda söner.. Öncelikle Dikhanlar denen yerel egemenlikler Araplara büyük tavizler verirler..
Müslümanlığı kabul eden kişilere büyük ekonomik çıkarlar sağlanır.. Cizye olarak alınan vergilerin miktarları düşürülerek önceki zorlamalara göre çok daha yumuşak bir sömürü politikası uygulanır..
Buraya kadar ki tarihte Türklerin zorla Müslümanlaştırılmalarına hizmet etmiş olan en önemli 2 isim, Arap Komutanı Kuteybe ve Hakan Sulu’nun tam önemli bir darbe indirmek üzereyken kendini Araplara satarak onlarla işbirliği içine giren hain Cuzcan Beyi’dir..
Kur-Sul’da, Turgis Hakanı Sulu’yu şahsi çıkarları uğruna öldürerek ister istemez Arapların korkulu rüyasını ortadan kaldırmış, Müslümanlığın Türk topraklarında daha rahat bir şekilde yayılmasına neden olmuştur..
Kur-Sul’un Ölümü ve Türk Ordularının Dağılması:
Emevilerin son valisi, Nasır ibni Seyyar’ın valiliğe gelmesi ile birlikte Güney Türkistan’da Arap güçlerinde bir toparlanma başlar. Nasır, Arap hakimiyetinin yumuşak bir politika ile daha kolay bir şekilde yayılabileceği bilinci ile güçlü bir ordu kurarak Türk topraklarına yayılır.
739 yılında Araplar Semerkant’a tamamen yerleşirler.. Ancak, Seyhun nehrini geçmeye çalışırlarsa da, Kur-Sul komutasındaki Türk ordusu tarafından durdurulurlar.. Sayı olarak Kur-Sul’un ordusundan daha kalabalık olmalarına rağmen, nehrin öte tarafına geçmeye cesaret edemezler.. Ancak bu arada Araplar için hiç beklemedikleri bir gelişme olur.. Araplara karşı saldırı düzenlemeyi planlayan ve bu nedenle nehrin etrafında keşif yapan Kur-Sul, Arap askerlerine yakalanır..
Nasır, Kur-Sul’u hemen öldürerek cesedini Türklerin görebileceği şekilde Seyhun nehrinin kenarına astırır.. Bu manzara çok geçmeden Türkler üzerinde beklenen etkiyi yapar ve Türk ordusu zaten sayıca üstün olan Araplar karşısında dağılır.. Taşkent ve Fergana da teslim olur..
Nasır,bundan sonra Arap hakimiyetini daha yumuşak politikalar uygulayarak sürdürür.. Yurtlarını terk ederek giden Türklerin geri dönmeleri halinde vergi borçları affedilir.. Halk içinden Müslüman olanlara bazı ekonomik ve sosyal çıkarlar sağlanarak, onların kendiliğinden Müslümanlığı seçmeleri teşvik edilir..
İslam’ın taraftar bulabilmesi için, gerek korkutarak, gerek teşvik ederek gereken her türlü tedbiri alınır.. Bu alınan tedbirler yavaş da olsa sonuç verir.. Türk topraklarındaki son Emevi Arap valisi Nasır ibni Seyyar Türklere İslam’ı kabul ettirtmeyi başarmıştır..
Bizi ilgilendiren tarih buraya kadardır.. Bundan bir süre sonra Arap topraklarında, Emevi Hanedanının egemenliği son bulur ve Abbasilerin devri kendini gösterir..
749’da Abbasiler Emevi Hanedanını zorlamaya başlar.. Arap topraklarında başlayan iç savaş, Emevilerin dışarı yayılmaları için gerekli olan kuvvetin bölünmesine yol açar.. Abbasilerle birlikte, Müslümanlaştırılan halklar üzerinde daha uyumlu, onların örf ve ananelerine uyan bir İslam uygulanır..
Emevilerden sonra İslamiyetin evrensel bir din olduğu şeklinde uygulamalar yapılarak İslam’ın daha geniş kitlelere yayılmasına özen gösterilir.. Bu şekilde önceleri Arap dini olarak kurulan din, giderek daha bir evrensel görünüm kazanır.
Bu arada Araplar arası çatışmalar da giderek şiddetlenir.. Araplar arası kavgada Mevaliler, yani azat edimiş köleler de belli bir önem kazanırlar.. Bu çatışmaların içinde olan Arap şefleri Mevali’yi kendi taraflarına çekmek isterler..
Ancak, bütün Müslümanları eşit gören İslam karşısında Mevali’nin durumu belirsizdir.. Mevali, eşitliği öngören İslam adına, Arap üstünlüğüne karşı çıkar.. Ali tarafı ve Peygamberin amcası Abbas’ın soyu, Emeviler tarafından kendilerinden hile ve zorbalıkla alınan iktidarlarının asıl sahipleri olarak görünmeleri, beraberinde bir takım siyasal sorunları da başlatır.. Bu arada, sınıfsal farklılıklar ve beraberinde yaşanan olumsuzlukların nedeni olarak, ezilen sınıf tarafından İslam’ın kendisi değil, Emevi hanedanın iktidarı sorumlu tutulur..
Müslüman Araplar Türklere Neden Saldırmıştır
Genelde, bu tarihi bilen İslami çevreler, Müslüman Arapların Türklere saldırmasını, onları İslam dinine davet etmek, gerekirse bu uğurda zor kullanarak, onları İslam’a boyun eğdirmeye zorlamak şeklinde yorumlarlar..
Ancak tek neden bu değildir.. Bu konu da ayrıca Zekeriya Kitapçı’nın Yeni İslam Tarihi ve Türkler adlı Kitabında anlatılmıştır.. Aşağıdaki pasaj, aynı kitaptan alınma bir bölümdür.
Değişen Arap Toplumunun Yeni Hayat Anlayışı
a-) Harbeden Askerlerin Servete Kavuşma İsteği
Arapları, Orta Asyayı fethe zorlayan bir diğer faktör de savaşan askerlerin kısa zamanda büyük servet ve zenginliklere sahip olmaları idi. Değil daha sonraki devirler, ilk devirlerdeki fetih hareketlerinde bile sosyo-ekonomik nedenlerin çok önemli bir faktör olduğu ortaya çıkmaktadır.
Genellikle Bedevi, çölde yaşayan, fakru zaruret içinde çok insafsız bir hayat mücadelesi içinde yoğrulan Araplar, daha İslamın ilk devirlerinde harbeden askerlerin verilen yüksek maaş ve ganimetler dolayısıyla kısa zamanda büyük bir servet ve zenginliğe kavuştuklarını görmüşlerdir. Mücahit gazilerin bundan sonraki yaşantıları ve hayat seviyeleri bir anda değişmiş ve harbe iştirak etmeyenlere nazaran çok daha iyi ve müreffeh bir hayat sürmeye başlamışlardır.
Bu kabil Arap bedevilerinin o zamanki durumu, bugün Anadolu’nun iç kısımlarından kalkarak aynı sosyo-ekonomik nedenlerle çalışmak için Almanya’ya giden Türk köylüsünü ve onun sosyal hayatında meydana gelen baş döndürücü değişiklikleri hatırlatmaktadır.
Bunun içindir ki Arap kabileleri çeşitli cephelerde savaşmak için hata Hz. Ömer devrinde Medine’ye çok büyük kafileler halinde akın akın gelmeye başlamışlardır. Daha sonraları bunları Bedevi aileler takip etmiş ve dolayısıyla Arap yarımadasının dışına daha o devirlerden itibaren çok büyük bir Müslüman Arap göçü Leon Caetani’nin ifadesiyle tarihte ilk defa Sami ırkının göçü başlamış oluyordu.
Tarihte belki ilk defa vaki olan bu Sami Arap göçü, Emeviler devrinde de bütün canlılığı ile devam etmiş, sadece İran’a değil, Türkistan’ın Buhara, Baykent, Semerkant gibi daha birçok büyük şehirlerine önemli ölçüda Arap aileleri yerleştirilmiştir.
Özellikle Buhara’ya yerleştirilen bu kabil muhacir Arap aileleri o kadar çoktu ki, Kuteybe b. Müslim bu yerleşik Arap nüfusu ve kesafetine dayanarak bu büyük Türk şehrini nerede ise kolonize etmeye kalkışmış ve bunda önemli ölçüde başarılı da olmuştur.
Genellikle 25-50 bin arasında değişen ve aile efradıyla birlikte yapılan bu göçler, bir taraftan İran ve Türkistan’ın büyük şehirlerinin Arap nüfusuyla iskan edilmesine, diğer taraftan da siyasi Arap hakimiyetinin bölgede daha kolay bir şekilde yerleşmesine ve hatta İslam dininin gelişme ve yayılmasına da yardım etmiştir.
b-) Yaygın Geçim Sıkıntısı
Müslüman Arapları komşu ülkeleri ve bu arada Türkistan’ı fethetmeye zorlayan önemli sebeplerden bir diğeri de çok yaygın hale gelen geçim sıkıntısıdır.. Nitekim, el-Mesudi’nin en güzel kitap olarak tavsif ettiği ve fetih hareketlerini çok daha objectif kriterler içinde ele alan ilk tarihçilerimizden Belazuri’nin Fütuhu’l Büldan adındaki kıymetli eserinde, Arapların geçim sıkıntısı yokluk ve mahrumiyetler içinde sürdürdükleri hayat mücadelesi nedeniyle komşu ülkeleri fethetmeye zorlandıkları ve bu ülkelerde çok büyük sayıda yerleştikleri hakkında sarih ifadeler vardır. ( Sayfa 299..)
Taberi Anlatımları
Aşağıdaki pasajlar doğrudan Taberinin anlatımından alınmıştır. Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343)
Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar.Ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merv’e geldiler.
Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan’a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe’nin geldiğini işitince kaçtı.
Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Nekadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.
Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)
Kuteybe dedi: – Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün ).
Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccaca gönderdiler.(Syf-347) Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351)
Ganimet malının beşte birini Haccac’a gönderip Semerkant’ın fethini de ilan etti. Haccac da bu haberi işitip sevindi. Kuteybe tekrar Merv’e döndü. Kardeşi Abdullah’ı Semerkant’a emir yaptı. Askerlerinin bir miktarını onun yanında bıraktı ve lüzumu kadar harp aleti verip, Abdullah’a dedi: Kafirlerden hiç kimseyi Semerkant’a girmeye bırakma, ancak eline bir parça balçık ver ve o balçığın üzerine mühür vur.(Syf-353)
Kuteybe’nin Havarizem Şehrine Gitmesi Haberi
Havarizem melikinin adı Çaygan idi. Ondan küçük Havarizad adlı bir kardeşi vardı. Çaygan’ın üzerine galebe etmiş idi ve onun bütün işini tutmuş idi. İşitse ki Çaygan’ın eline güzel bir cariye girmiş, yahut bir nefis bir kumaş almış derhal adam gönderip aldırırdı.
Yine işitse ki bir kişinin güzel kızı var yahut güzel bir avreti var derhal mecal vermez, çekip alırdı. Hiç kimse men edemezdi. Ve Çaygan’a ondan şikayet etseler ben ona bir şey diyemem, derdi. Çaygan da onun elinden bunalmış idi.Bu işi bu şekilde uzatınca Çaygan’ın tahammül etmeye takatı kalmadı. El altından Kuteybe’ye adam gönderdi. Havarizem şehirlerinden üç şehrin kilitlerini bile gönderdi.
Ve Kuteybe’ye dedi: “Havarizem’e gelip kardeşimi öldürürsen her ne dilersen vereyim,.” dedi. Lakin bu haberi hiç kimseye bildirmedi. Bu haber Kuteybe’ye ulaşınca gaza vaktı idi. Kuteybe kavmine Segat gazasına varırız diye bildirdi. Çaygan’ın adamını geri gönderdi.
Havarizad’e haber verdiler ki Kuteybe Segad’a gazaya gider. O da gayet sevindi. Ve kavmine bildirdi ki bu yıl cenkten eminsiniz, zira Kuteybe segad’a gidermiş.Ve bizde iş’e meşgul olalım dedi. Bilmedi ki Kuteybe kendi üzerine gelir.
Bu esnada Kuteybe ansızın bin atlı ile Medinetül Fil ki Havarizemin ulu ve muazzam şehridir. Zira Havarizem ülkesi üç şehirdir. Ondan ulusu yoktur. Kuteybe çıkı geldi.
Havarizem halkı Kuteybe’yi görüp korktular. Kuteybe doğru Çaygan’ın yanına geldi. Ve Havarizad’a haber verdiler ki ne gafil durursun işte Kuteybe erişip alemi fesada verdi. Havarizad anladı ki bu iş Çaygan’ın başı altındadır. Diledi ki Çaygan’ı öldüre. Lakin fırsat ve mecal bulamadı. İmdi hazır bulunan sipahi ile sürüp Medinetil Fil’e geldi. Çaygan o üç şehri Kuteybe’ye verip kendisi de Kuteybe’nin yanına geldi. Ve Havarizad şaşkına döndü. Nihayet Kuteybe’ye adam önderip aman diledi.
Kuteybe dedi: Amanı kardeşinden dile eğer o aman verirse benden emin ol.Havarizad dedi:
-İmdi bildim ki benim ölmem lazım.Zira benim kardeşime boyun eğmem ölmek demektir. Belki ölmek muti olmaktan iyidir, dedi.
Bunun üzerine cenge koyuldu. Bir saat cenk edip sonunda tutuldu.Kuteybe’ye getirdiler. Kuteybe dedi:
-Kendini nasıl görürsün.
Havarizad dedi:
-Ey emir, beni melamet etme ki ben kılıca eli onun için vurdum ki seninle benim aramda bir hüküm zahir ola. İmdi fırsat senin oldu, bana ne öğünmek gerek,ne dilersen et.
Bunun üzerine Kuteybe buyurdu.Dışarı çıkıp boynunu vurdular. Çaygan dedi:
-Ey emir, henüz gönlüm şifa bulmadı.
Kuteybe dedi: -Daha ne dilersin?
Çaygan Dedi:
-Dilerim ki onunla bile olan kimselerin hepsini öldüresin.
Kuteybe dedi:
-İmdi sen benim yanıma topla, ben öldüreyim.
Çaygan da hepsini tutup getirdi. Kuteybe cümlesini öldürüp mallarını aldı. Çaygan şöyle şart etmiş idi ki: Bin baş esir ve nice bin kumaş vere. İmdi Kuteybe Medinetül File girip o malı Çaygan’dan aldı.
Çaygan Kuteybe’den yardım diledi.Zira Camhüd meliki daima gelip Çaygan ile cenk ederdi. Ve Çaygan’ı gayet incitirdi. Kuteybe Abdurrahman’ı ona yardıma gönderdi.Ve Abdurrahman varıp muharebe etti ve o meliki öldürdü. Çaygan o yerleri fethedip dört bin baş esir aldılar. Kuteybe buyurdu. Hepsini öldürdüler. (Syf-349-350)
-Şaş askeri bize gece baskın etmek dilermiş, imdi varın onların yolunda filan yerde pusuda durun.Ve onlar çıktığı vakit üzerlerine sürünüz. Ola ki bir fetih edesiniz, dedi.
Muslih b.Müslim’i bunlara kumandan tayin etti. Muslih de gelip o 700 adamı üç bölük etti.Bir bölüğünü yolun sağ yanına, bir bölüğünü sol yanına koydu ve kendisi bir bölükle yolun üzerine durdu.
Gece yarısı geçince Şaş askeri çıkıp geldiler.Muslih’i yol üzerinde görünce cenge meşgul oldular.Ve o iki bölük gaziler de iki taraftan hamle edip aç kurdun koyuna girdiği gibi kafirleri tarumar ettiler.
Gazilerde Şübe adlı bir bahadır yiğit vardı. Kendisini Şaş güruhuna ve kalabalığına vurdu. Onların ortalarında bir melikzadeleri vardı.Yetişip Şübe onu kulağı tözünden kılıç ile çaldı.Öyle bir çaldı ki başı top gibi havaya uçtu. Şaş askeri bu heybeti gördüklerinde hepsi bozguna uğradılar. Müslümanlar ardına düşüp onları hesapsız kırdılar. Onlardan kurtulan pek az oldu. Ve onların ekserisi Melikzadeler idi. Ziynetli ve silahlı kimselerdi.Onların başlarını ve silahlarını ve elbiselerini hepsini aldılar, geri dönüp Sürür ile Kuteybe’nin yanına geldiler. Ertesi gün Kuteybe hükmetti ki cenge atılalar.
Gavrek Kuteybe’ye adam gönderip dedi:
-Bu ettiğin harbi öyle zannetme ki Arapların kuvveti ile edersin, belki acemden benim kardeşlerimdir ki sana yardım edip cenk ederler. Yoksa harbe Arapları gönder. Gör ki biz de neler ederiz, dedi.
Kuteybe bu sözü işitip gadaba geldi ve münadilere çağırttı. Müslüman mübarizleri toplanıp kafirlerin üzerine yürüyüş ettiler ve buyurdu ki mancınık kurdular ve bir burcu döğe döğe yıktılar. Ve Müslümanlar o yıkılan yerden hücum ettikte kafirlerden bir bahadır er gelip o gedikte durdu. Her kim ileri gelse mecal vermez öldürürdü.
Müslümanlarda silahşörler çok idi. Kuteybe onları çağırtıp dedi ki:
-Sizden kim ki o şahsı ok ile vurursa ben ona on bin dirhem veririm. O silahşörlerden biri ileri yürüyüp ok ile o şahsı atıp gözünden vurdu ve ensesinden çıktı. Derhal düştü. O kişi Kuteybe’nin yanına gelip on bin dirhemi aldı.(Syf-351-352) Ömer Malik.
Bay Z ve “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” ve de “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman’ız!” diye slogan atan Ülkücüler tarihsel verilere ne derler acaba? Çok merak ediyorum. Bitmedi, bu konuyu LEONE CAETANİ’nin İSLAM TARİHİ adlı kitaptan yapılan ÖZETLERLE SÜRDÜRECEĞİZ.
9.5.2002. Av. Hayri Balta
x

2. İSLAM’DA RECM VAR MI YOK MU?

Fotoğraflardaki kadınlardan birinin adı Emine Laval; ikincisinin adı ise Safiye’dir. Safiye, uluslararası kafirlerin(!) tepkisi sonucu beraat etmiştir. Bakalım Emine Laval’ın başına ne gelecektir?.. Her zaman olduğu gibi İslam dünyasından herhangi bir tepki gelmemektedir, bizim Adalet Bakanımız Aysel Çelikel’in tepkisi dışında… Ne var ki yine bu kafirler(!) ve de güzellik kraliçeleri tepki göstermektedir…
Zina suçu işlediği için hakkında recm cezası onaylanan ve cezası bebeğini emzirme süresince ertelenen Nijerya’lı Emine Lawal’ın (30) dramı. Adalet Bakanı Aysel Çelikel, Nijeryalı Adalet Bakanına bir mektup yazarak: “Bu cezasının uluslar arası hukukta yeri olmadığını” bildirdi. Güzeller Kasım’da Nijerya’da yapılacak Günya Güzellik yarışmasını, Emine’ye verilen cezayı protesto etmek için boykota hazırlanıyor. 3 Ağustos 2002.
Ne zaman duysam yine var recm var, İşte o an sızlar içim, diken diken olur tüylerim kalkar…
Dünya, “Emine’yi kurtarmak için seferber olmuş!” çıldırıyor… Âllameler, “İslam’da recm yoktur!” diye fetva veriyor. Kimse çıkıp da “İslam’da recm yokmuş da bu ceza, Peygamber zamanında ve günümüzde niçin veriliyor?”… Şeriatçı medya (Gazeteler, Dergiler, Radyolar, Televizyonlar) Olayı duymazdan ve görmezden gelerek niçin dut yemiş bülbül gibi susuyor?..
Böyle bir toplumda gerçekler nasıl ortaya çıkacak? Gerçekler söylenmezse insanlar nasıl doğru yolu bulacak?..
30 Ağustos 2002 tarihli Hürriyet yazıyor. Büyük başlıklarla “REC, KURAN’DA YOKTUR “ diyor. Peki, öyleyse Kuran’da recm yoktur da bu İslam dünyasında; Şeriat kurallarına uyuyanlar recm cezasını neye dayanarak veriyor? İrfan yoksunu bizim âllameler, niçin yalanda ve yanlışta birbirleriyle yarışıyor? Bilen de, bilmeyen de, var olana ve de uygulanana yok diyerek şeriatı kurtarmaya çalışıyor?
Tanrı’dan korkun, mızrak çuvala sığar mı? Şeriatta var olan, asırlardır uygulanan, yok demekle ortadan kalkar mı? İrfan, (Tanrı bilgisi…) yoksunu âllameler telaşlandılar…
Aklı başında olanlar bunların saçmaladıklarını anladılar… Özetlersek bunlar insanları aptal sanıyor… Onların yalanına yalnızca, aklını imana kurban etmişler inanıyor…
İslam’da recm yok demekle recm yok olur mu? Tanrı bilgisi olanlar bu yalanlara yanıt vermeden durur mu? Şimdi bu âllamelerin yalanlarını alt alta sıralayalım…
Önce, Diyanet İşleri Başkanımız ne demiş ona bakalım: Başkan kendisine sorulan soruları yazılı olarak yalanladı. Öylesine yalanladı ki mangalda kül bırakmadı. Zina ile ilgili Kuran’daki cezaları şöyle sıraladı: “Recm cezası Kuran’da yok. Zina yapana yüz sopa vurulur, çok çok!” Peki başkan, “İslam Peygamberi recm cezası uygulamadı mı, uygulamadı mı?” Yanıt: “Uyguladı, uyguladı da Tevrat’ın hükmüne göre uyguladı. Öylesine merhametli idi ki bu cezaları uygularken pek isteksiz davrandı…”
Çevir kaz yanmasın, Peygamberin de böylesine acımasız bir cezayı uyguladığını kimse duymasın…
Gelelim CHP’nin İstanbul Kadıköy’den milletvekili aday adayı Yaşar Nuri Öztürk’e… Hele milletvekili olursa, hele bir de Diyanetten sorumlu Bakan seçilirse… Hiçbir engel kalmayacak Kuran Müslümanlığını uygulamasına Türkiye’de… Tut tutabilirsen, dur durdurabilirsen Hocayı geçirebilirsen ele…
Bakalım Y. N. Ö. ne demiş. Y.N.Ö. Hocamız yine ilginç şeyler söylemiş:
“Kuran’da recm yok. Zina suçu işlemiş kadına ‘celde’ cezası uygulanır çok çok “Celde: Kamu otoritesinin uygun bulunacağı bir sopa ile, insanların önünde suçluya, seksen sopa vurmakmış. Sopa ile dayak atmanın öldürme ve yaralama maksadı yokmuş, maksat, utandırma ve caydırmakmış…”
Yaşar Hocamızın kafası karışmış; Yüz sopa deyeceğine, seksen sopa demiş. Ömer, zina yapan oğlu için yüz sopa vurun demiş. Ne var ki 80. sopada Ömer’in oğlu ölmüş… Ömer bu, acımasızın biri, yirmi sopa da ölüsüne vurun, şeratın emri tamamlansın demiş.
Kırbaçlayarak öldürttüğü oğlunun cesedine yirmi kırbaç daha vurdurtmuş… Böylece Ömer adalet timsali bir Halife olmuş… Öyle anlaşılıyor ki seksen sayısı Hocamızın aklında bu olaydan kalmış…
Ne var ki, Hocamız göre: “Sopa ile dayak atmanın öldürme ve yaralama maksadı yokmuş. Maksat, utandırma ve caydırmakmış…” Yine anlaşılıyor ki bu Hocamız kırbaçlanan bir kişiyi seyretmemiş. Ya sayı bilmezmiş, ya da kırbaçlanmanın ne demek olduğunu bilmezmiş…
Kamu otoritesinin kabul ettiği sopa ne olur acaba? Olsa, olsa; Ülker çubuk kraker olur bu sopa… Vurdukça Ülker kraker çubukla, korkma ve utanma duygusu gelişir suçluda… Aman Tanrım, ne kafa bu kafa?…
Korkutmak ve utandırmak yoktur günümüz ceza hukukunda, Cezadan maksat suçluyu topluma kazandırmaktır olsa olsa…Yaşar Hocamız ekliyor: “Recm, Tevrat’ta bulunan bir cezadır. İslam’da recm vardır dersek bu işin içinden çıkamayız, bu bize büyük bir ezadır…”
Gördünüz mü Kuran Müslümanlığını yaymak isteyen aydın din adamını… Nereye sığdıracağını şaşırdı kaldı; yalanını… Anlaşılan rahatsız olmaya başladı recm cezasından Duyduğu rahatsızlıktan olsa gerek, ne deyeceğini şaşırdı kaldı… Bir de meşhur Zekeriya Beyaz Hocamız var… Bu Hocamızın geçmişinde neler var, neler var?
Nizip’te imamlık yaparken Kürtler hakkında Gaziantep emniyetine rapor verme var.. Bilgisiz, mesleksiz, kimsesiz Hayri Balta ve de Hocası Dr. Emin Kılıç Kale hakkında Gaziantep Emniyetine ajanlık yapmak da var… İkisini de dinsizlik ve komünistlik propagandası yapmakla suçlayarak, Gaziantep polisine rapor vererek, tutuklatma da var…
Sık sık sorarım kendime: Polise ajanlık yapan bir hoca, Nasıl çıkar halkın karşısına?..
Bu Beyaz, bu da mangalda kül bırakmaz… Kafadan atarken zerre kadar Tanrı’dan korkmaz… “Recm Arapların eski adetinde vardır. Ama İslam bunu doğru bulmamıştır!” Hay, çok yaşayasın be Hoca. İslam doğru bulmamış da niçin uygulamış asırlarca?..
Bakalım ne diyecek Beyaz, Bu soruya da yanıt versin biraz: “İslam’da recm yokmuş da, İslam’ın peygamberi niçin uygulamış. Ebubekir niçin uygulamış, Ömer niçin uygulamış? Uygulamamış diyemezsin, işte bak Diyanet Başkanı diyor ki, “Az da olsa uygulamış!”
Devam ediyor Hoca: “Kuran’da böyle bir konu yoktur. Ancak şeriatta vardır. Şeriat ise İslam değildir, Kuran değildir… Şeriat; fıkıhtır, İslam adına yapılan yorumlardır…”
Görüyorsunuz ya işkembe-i kübradan attıkça atıyor? Hocamız batmış bataklığa bir kere, kurtulmak istedikçe batıyor…Bakın, bakın şu çelişkiye bakın. Bu çelişkiler karşısında birkaç mum alıp da yakın: “Geçmişte, din âlimlerinin İslam adına yapmış olduğu İçtihatlar, yorumlar içinde recm vardır.
Şu var ki bizi bu yorumlar bağlamaz.” dır. “Bunlar cahiliye dönemi Araplarının eski örf ve âdetleridir… İslam, toplumların ört ve adetine değinmemiştir… Yani Arapların eski örf ve adetlerini meşru kılmıştır..”
Bu nasıl olur? İslamiyet eski Arapların; Allahlarına, dinlerine, putlarına karışmış, Karışmış da, neden örf ve adetlerine karışmamıştır?” Vardır bir de Hürriyet yazarı Murat Bardakçı…
Murat Bardakçı bu, şeriatı şirin göstermede diğerlerinden geri kalır mı? Bakınız 30 Ağustos 2002 tarihli Hürriyet’te manşetten veriyor: Bu aydınımız da “Kuran’da Recm yok!” tur diyor…
Bakalım âllamelerimizin bu atmasyonlarına bizim Akitçiler; affedersiniz Vakitçiler? Nasıl tepki gösterecekler? İslam’da recm yok deseler inançlarına ters düşecekler… İslam’da recm vardır deseler, çağımız anlayışına ters düşecekler.
Biliyorum Erbakan ve Erdoğan bu konuda tepki göstermeyecek… Tanrı’nın emri halk arasında tartışılamaz deyecek… Ne ise biz yine konumuzu, kaldığımız yerden sürdürelim.
İslam’da, Kuran’da recm cezası var mı, yok mu görelim… Önce şu İslam’da recm cezası var mı, yok mu araştıralım… Önce hadislerden başlayalım, Yalanı kendilerine Tanrı edinmiş meşhur âllamelerinizi bir güzel haşlayalım: Bu kaynakların İslam’ın temel öğretilerinden olup olmadığını soralım…
HADİSLERDE RECM:
5341 – Ömer radiyallahu ahn’dan, dedi ki: “Peygamber sallahu aleyhi ve selem recmetti. Ebûbekir recmetti ve ben de recm ettim. Eğer Allah’ın Kitabı’na ilave etmeyi kerih görmeseydim, bunu ben mushafa yazardım. Çünkü benden sonra şundan korkuyorum: Öyle bir zaman gelecek ki bunu Allah’ın Kitabı’nda bulamadıkları için, bazı insanlar inkar edeceklerdir.” (Büyük Hadis Külliyatı, Cem’ul-Fevâid. İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-RÛDÂNÎ. 2 Kaynak Yayıncılık. C. 3. s. 63 –Tirmizi)
Peygamber uygulamış, Ebubekir Uygulamış, Ömer Uygulamış… Ne var ki bütün bunlara karşın âllamelerimiz söyler: İslam’da recm yokmuş….
5342 – Mâlik: “Erkeklerden ve kadınlardan evli olanlar zina yaptıkları zaman, (suçları) şahitlerle ya da gebelik veya itirafla sabit olduğu zaman, onlara recmi uygulamak Allah Kitabında haktır.” ( Aynı eser, aynı sayfa – Buharî, Müslim, ve Ebû Dâvud da aynen rivayet etmişlerdir.)
Buradaki dikkatinizi çekerim. “Malik Allah Kitabında haktır.” diyor. Ömer ise: “Eğer Allah’ın Kitabı’na ilave etmeyi kerih görmeseydim” diyerek Kuran’da olmadığını söylüyor; sonra da Allah’’ın kitabında bulamayacaklarından korkuyor..Çık çıkabilirsen işin içinden… Ne var ki, aşağıda Ömer’in “Ona indirdiği ayetler arasında Recm âyeti de vardı.” dediğini de göreceğiz…
5348 – Müslim, Bureyde’den: Ona bir çukur kazıldı; sonra emir buyuruldu recmedildi. Daha sonra Gamid kabilsine mensup bir kadın gelip şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resulu! Ben zina yaptım. Beni temizle!’ Onu geri çevirdi, ertesi gün gelip şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Beni neden geri çeviriyorsun? Kim bilir belki beni Mâiz’i reddettiğin gibi reddip geri çevireceksin. Ama ben gebeyim.‘Öyleyse şimdi git de doğurduğun zaman gelirsin’ buyurdu.
Kadın geri gitti. Aradan epey zaman geçtikten sonra doğurdu, çocuğunu bir beze sarıp getirdi ve ‘işte doğurdum’ dedi. ‘Haydi git, emzir, onu sütten kestiğin zaman gelirsin’ buyurdu.
Gitti, emzirdi, aradan hayli zaman geçti, onu sütten kesti, eline ekmek parçası verip getirdi ve: ‘İşte ey Allah’ın Peygamberi! Onu sütten kestim, yemek yiyecek hale geldi’ dedi. Bunun üzerine çocuğunu alıp Müslümanlardan bir adama verdi. Sonra göğsüne kadar çukur kazılmasını ve recm edilmesini emretti. Halid b. el- Velid gelip bir taş attı, sıçrayan kan yüzüne gelince, kadına sövdü. Peygamber sallallahü aleyhi ve selem bunu duydu ve şöyle buyurdu: ‘Yavaş ol Hâlid! Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o öyle bir tevbe etti ki, hilekâr öşürcü bu tevbeyi yapsa Allah onu bile affeder.’ Sonra emretti, namazı kılınıp defnedildi.”
Bu hadiste Peygamberin, kadının taşlanarak öldürülmesine gönüllü-gönülsüz razı olduğu anlatılmak isteniyorsa da biraz aşağıda Kuran’dan vereceğimiz örneklerle, recm cezası verilmesini Allah’ın emri olarak kabul ettiğini göreceğiz.
Kaldı ki Peygamberin, “Halid’in, yüzüne kan sıçraması üzerine sövdüğünü “ duyması da gösteriyor ki recm cezasının uygulamasını Peygamber de seyretmiş. Eğer kerhen bu cezayı vermiş olsaydı hiç olmazsa seyretmez, uzaklaşıp giderdi. (Adı geçen eser, s. 64).
Anlaşılan şu ki Nijerya’lı Emine Laval’a verilen recm cezasının yasal dayanağı yukarıdaki bu hadistir… Bu konuda bu kitabın aynı sayfalarda recmle ilgili daha 63 Hadis vardır. İsteyenler adını verdiğim kitaba bakabilirler… Yazımızı daha fazla uzatmak istemediğimden bu kitaptan alıntıları kısa kesiyorum. Ancak Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-î Sarih Tercemesi ve Şerhi’nden de bir hadis aktarmayı konumuz gereği zorunlu görüyorum. Bu hadis de şudur:
“2176 – Ömer (İbnü’l – Hatâb) radiya’llahu anh’den (bir hutbesinde) şöyle dediği rivayet olunmuştur: Bir hakîkattir ki, Allah, Muhammed Sall’llâhu aleyhi ve selle’i Hak Peygamber gönderdi ve ona kitap indirdi. Ona indirdiği ayetler arasında Recm âyeti de vardı.” (Cilt. 12. s. 409)
Bu hadisin altına düşülen dipnottu da aktarıyorum. Dikkatinizi çekerek üzerinde durup düşünmesini öneriyorum:
“1 Recm âyeti şudur: Evli bir erkek ve kadın zinâ ederlerse (zina da beyyine ile veyâ gebelik ile) sâbit olursa (âile nâmusunu kirleten) bunları taşlayın!”. Bu âyetin okunması nesholunup hükmü ibkâ olunmuştur.”
Bu dipnotun türkçesi şöyle olsa gerektir: Okunması kaldırılmış; ama, hükmü uygulanacaktır (ibkâ=baki).
Bu dipnotun hemen devamında Hadis ile ilgili şöyle bir açıklama yapılmaktadır: “Bir hakikâttır ki, Allah, Muhammed Salla’llâhu aleyhi ve sellem’i Hak Peygamber gönderdi. Ve O’na Kitap indirdi. O’na indirdiği bu Kitâbın içinde Recm âyeti de vardır. Bu âyeti okuduğumuz ve hükmünü tatbîk ettiğimiz halde bir takım müfsîdler çıkıp: Bu âyet Kuran’da yoktur, diye inkar edeceklerdi.”1 Dipnot.
Şimdi bu dipnota bakalım: “1 Hazret-i Ömer’in bu sözü ileride tahakkuk ederek, haricilerle bâzı mu’tezile inkâr etmişlerdir.” Tıpkı günümüzde ki âllamelerin inkar ettiği gibi…
İnsanın aklını ister istemez şu soru geliyor. “Bir harfi bile değişmediği söylenen Kuran üzerinde oynandığını hadis kitapları nasıl olur da yazar?” Şimdi gelelim recmle ilgili Kuran âyetlerine.
KURAN’DA RECM:
Bizim âllameler Kuran’daki aşağıda göstereceğim 5/44,45 tümcelerini hiçbir zaman dile getirmezler… Onlar genellikle şu tümceler üzerinde dururlar. Kısaca bu tümcelere bakalım:
1.“Kadınlarınızdan fuhuş işleyenlere (dört şahit) getirin; şayet şahitlik ederlerse onları ölüm gelinceye ya da Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun” (K. 4/15)
2.“İçinizden zina eden iki kişiye eziyet edin, tevbe edip düzelirlerse onları bırakın.” (K. 4/16).
3. ”Zinâ eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun.” (K. 24/2) Birinci tümcede: “Ölünceye ya da bir yol açılıncaya evlerde tutun”; İkinci tümcede: “ikisine de eziyet edin”;
Üçüncü tümcede: “her birine yüzer değnek vurun…” deniyor. Görüldüğü gibi bu tümceler de çelişki vardır. Çelişkileri kısaca sıralarsak; “evde tutun”, “eziyet edin”, “yüzer değnek vurun”
Âllamelerimiz bu çelişkileri gidermek için ilk iki tümcedeki hükümlerin 3. tümcedeki hükümler kaldırıldığını (nesh olunduğunu) ileri sürerler. Kuran’ı Tanrı sözü kabul edersek; geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı, sonradan kaldıracağı kuralları kor mu?
Kuran’ı Peygamber sözü (Hadis) kabul edersek, ki ancak böyle dersek işin inden çıkabiliriz, Peygamber de bir insandır. İnsan ise beşerdir, beşer de şaşardır…
Ne var ki bizimkilerin Tanrı ve Din bilgisinden haberleri olmadığı için; “Din akıl işi değildir, din iman işidir. Akıl ile Din çatıştığı zaman inanmayı yeğleyeceksiniz” diyerek insanlarımızı düşünemez durumu getirirler ki bunların en ileri gelenleri Mevlana’dır…
Genellikle: “Siz düşünmeyin, bizlerin söylediğine inanın yeter!” demekle yetinirler. Bunları söylerken de yine Kuran’a dayanarak insanları susturmaya çalışırlar. Okuyalım: “Ey inananlar! Zan’nın çoğundan sakının, zirâ zannın bir kısmı günahtır.” (K. 49/12) Oysa bu tümce birbiriniz hakkında dedikodu yapmayın, birbirinizi çekiştirmeyin anlamındadır. Ama bizimkiler bu tümceye dayanarak insanları düşünmekten alıkoyarlar…
Şimdi dönelim asıl konumuza. Önce Kuran’dan şu tümceleri okuyalım:
1- “Doğrusu Biz yol gösterici olarak ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler, Yahûdi olanlara onunla ve Rabb’e kul olanlar, bilginler de Allah’ın Kitâbı’ndan elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrât’a şâhittirler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah’ın indirdiği ile hükmetmenler, işte onlar kâfirlerdir.” (K. 5/44)ti ile
2- “… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.” (K. 5/45). Tümcenin söyleniş nedenini (esbab-ı nüzul: iniş nedeni) kısaca aktaralım ki tümcenin ne demek istediği rahatça anlaşılsın.
“Bir gün yüzü-gözü boyanmış, değnekle dövülmüş bir suçluyu gezdiren bir Yahudi topluluğunu gören İslam Peygamberi onları yanına çağırarak: “Sizler zina edeni böyle mi cezalandırırsınız?” Onlar da: “Eve!” demişler. Bunun üzerine Yahudi âlimlerinden birini çağırttırarak: “Sana Allah adına yemin verdirerek soruyorum: Kitabınızda zina edenin cezası bu mudur?” Yahudi âlimi yanıtlamış: “Yemin vermeseydin doğrusunu söylemezdim. Biz, kitabımızda zina edenin cezasını Recm olarak buluruz. Ancak eşrafımız içinde zina edenler çoğaldı. Eşraf mensuplarına recm uygulamıyoruz; ama sıradan kişiler de zina suçunu işleyince; onlara, recm uygulamayı da doğru bulmadığımız için yüzünü-gözünü karartarak değnekle dövmeyi genelleştirdik!” deyince.Peygamber şöyle demekten kendini alamamıştır: “Ey Allah’ım! Senin emrini uygulamak için canlandıran (ihya eden) benim; çünkü Yahudiler senin hükmünü yerine getirmeyerek ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar…” dedikten sonra yukarıda aktardığımız %/44 ve 435 tümcelerini söyledi. (ESBÂB-I NÜZÛL,Abdullah El-Kâdi, Çev. Doç. Dr. Salih Akdemir,. Fecr Yayınevi. Gaye matbaası, 1986. s. 154 vd. Ayrıca İmam Ebul Hasen Ali Bin Ahmet El-Va’hidiİhtar Yayınılık, s. 206 ve devamı ve Eski Konya Müftüsü H. Tahsin Emiroğlu’nun aynı adlı kitabına da bakabilirsiniz. 1980. C. 4, s. 64 vd…)
Görüldüğü gibi Yahudi’ler recm cezasını uygulamayı doğru bulmadıkları için yüzünü-gözünü boyayıp ikisini de eşeğe bindirerek gezdirmeye ya da döverek ıslan etmeyi benimsemişler; İslam Peygamberi, zina edenin taşlanarak öldürülmesini Allah’ın emri olarak kabul ediyor ve böyle uygulamalısınız diyor ve kendisi de uyguluyor. Bu sonuca göre Kuran’da Recm yoktur denebilir mi?
Ama bizim âllamelerimiz nasıl oluyor da Kuran’da ve İslam’da taşlayarak öldürme (recm) cezası yok, diyor. Acaba bunlar İslam derken Türkiye Cumhuriyeti uygulamalarını mı kastetmek istiyorlar… Çünkü bunlar, İslam’da olanları kabul etmeye yanaşmıyorlar…
Gerek taşlayarak öldürme olsun, gerek kırbaçlayarak cezalandırmak olsun; böyle bir ceza vermek merhamet ve şefkat timsali, bağışlayan ve koruyan Tanrı’nın şanına yakışır mı? demek dururken bizim âllamelerimiz “Rec” yok ama “Celde” var demekle Tanrı’ya hizmet ettiklerini sanıyorlar.
Bu söylemleri bile bunların Tanrı bilgisinden zerre kadar haberdar olmadıklarını gösteriyor… Düşmüşler Allah-Din-İman-Kuran denilen bir girdabın içine… Girdaptan kurtulmak için çabaladıkça girdaba sürükleniyorlar habire…
Nasıl ki AİDS’li hastalar sağlıklı insanlara AİDS hastası olsun diye iğne ile mikrop şırıngaya etmeye çalışırlarsa; bunlar da bizleri kendileri gibi düşünüp inanmaya zorlamak için habire, bizlere, şeriat şırınga ediyorlar. Unutmayalım, 28 Şubat 1997’de Ankara, Sincan Belediye Bakanı Bekir Yıldız ne demişti: “Bunların damarlarına şeriatı enjekte edeceğiz!”( Bk. SSS: Sevenler-Soranlar-Sövenler, Av. Hayri Balta, s. 187)
Bizim âllamelerimiz iki cami kalmış beynamaza dönmüşler…
Ne akılcı, de vahiyci, ne şeriatçı ne de Cumhuriyetçiler…
Kusmak istiyorlar kusamıyorlar, yutmak istiyorlar yutamıyorlar…
Boğazlarına balık kılçığı kaçmış kedi gibiler…

Bir kere kapılmaya görsün insan şeriat denilen mıknatısa…
Ne akıl, ne sağduyu, ne de vicdan kalır insanda…
Tanrım, Tanrım nerdesin, niçin susarsın?
Bu mızrağı çuvala sığdırmaya çalışanların kulağını niçin burmazsın?
Av. Hayri Balta. 2.9.2002
X

İNANALIM MI?

Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Mehmet Nuri Yılmaz “İSLAM AÇISINDAN İNSAN HAKLARI” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “Birleşmiş Milletlerin yada diğer milletlerarası kuruluşların tüzükleri, yönetmelikleri ya da deklarasyonları Allah tarafından dokunulmaz kılınan haklarla asla mukayese edilemez…” (20.6.2003 tarihli Hürriyet)
Şimdi eski Başkanın bu sözlerinin doğruluğunu araştıralım. Önce İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 18. maddesine bakalım: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din yada inancını değiştirme özgürlüğünü ve din ve inancını, tek başına yada topluca ve açık yada özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve gözetim yoluyla açıklama özgürlüğünü içerir.” Evrensel Bildirgenin bu maddesi Anayasa’mızın 25 ve 26 maddesinde aynen dile getirilmektedir. Bunlar insan sözü.
Şimdi bir de Avrupa Anayasası Taslak Metnindeki 10. maddeyi okuyalım: “Herkes, ibadette, öğretimde, uygulamada ve törenlerde dinini veya inancını açıkça ortaya koyma özgürlüğüne sahiptir…”
Şimdi bir de “İslam Açısından İnsan Hakları” var mı, yok mu ona bakalım. İşte Resûl sözü: “İnsanlar ‘Lailahe illallah’ deyinceye kadar onlarla cihada memur oldum. Şimdi her kim ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derse canını ve malını benden korumuş olur.” (Bkz. Sahih-i Müslüm. İst.1401.C.1.s 51-52, Had. no. 32 ve İmam Suyuti, mütevatir hadisler, Ank. 1992, s.30-31, Had. No.4)
Bu Hadis uydurmadır, denebilir. Böyle diyenler her Ramazan dağıtılan “Veda Hutbesine” de bakabilirler. Ola ki bunu da kabul etmeyerek daha sağlam bir kaynak isteyebilirler. Bu da Allah kelâmı: “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (Bk. K.Tevbe. 9/29. Diy. )
Artık, İSLAM AÇISINDAN İNSAN HAKLARINA bakarak Allah sözü, Resûl sözü ile insan sözlerini karşılaştırabiliriz. “Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” dendiğine göre hak din olan Müslümanlığını kabul etmeyenlerin malı da, canı da, dini de, imanı da, özgürlüğü de tehlikede…
Yani biz aklımıza, mantığımıza, güzümüzle gördüklerimize, okuduklarımıza mı inanacağız? Yoksa, Allah, din adına gerçeği gözlerden gizleyenlere mi inanacağız?
Bu yazının bir örneğini Eski Başkana fakslayacağım. Bakalım ne yanıt verecek? 22.6.2003, HB
Not: Adı geçene fakslandığı halde bu güne değin yanıt verilmemiştir.
X

ALLAH KARINIZI DÖVEBİLİRSİNİZ DER Mİ?

Selman Ekici Ankara’dan yazmış. DİYANET’TEN “KADIN DÖVMEYİN” hutbesi başlığı altında. (Milliyet, 21.6.20039)
Ağustos başında bütün camilerde şöyle denecekmiş: “Peygamberimiz kadınlara karşı daima saygı, sevgi, hoşgörü göstermiştir. Kadınlara hiçbir zaman kaba davranmamış, hep güler yüzlü olmuştur. Müslümanlar bu konuda bir Müslüman’a yakışmayacak davranışlar sergilememelidir.”
Elbette güzel sözler bu sözler, yapılması gereken davranışlar. Ama Kuran’daki şu ayeti okuyunca ne deyecek bu vatandaşlar: “… serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün.”(K. Nisâ, 34)
Bilindiği gibi Kuran’a Allah kelamı denir. Şimdi bu hutbeleri dinleyecek olan vatandaşlarımız Diyanet’in hutbesine mi inanacak, yoksa Allah’ın kelamına inanacak.
Kaldı ki bizim çağdaş mollalar Kuran’daki bu ayetten rahatsız oldukları için bu “dövün” emrine “Hafifçe”yi eklemişlerdir. Sanki hafifçe dövmek dövmek değilmiş gibi… 2.7.2003. HB
X

Sayın Ayşe Özgün Hanımefendi,
Vatan Gazetesi Yazarı.

Önce saygı, sevgi sundum. 17.7.2003 tarihli yazınızı okudum.
Diyorsunuz ki Kars’taki “Dört Mevsim Kadınlar Heykeli’ni niçin parçaladınız.” Bu da sorulur mu, heykelleri parçalayıp kıranlar, inançlarının gereğini yapıyor, artık bunu anlamalısınız.
Sizler; nedenler üstünde durmayarak, sonuçlar üstünde duruyorsunuz. İslâm’da heykel ve resmin yasak olduğunu bir türlü kabul edemiyorsunuz. Sonra da “İslam’da bu yok!” diyorsunuz. Gerçekleri yazıp söylediğiniz takdirde cahil dincilerin galeyana geleceğini sanıyorsunuz. Heykele, resme saldıran bir din anlayışının bu çağda yaşayamayacağını anlatmıyorsunuz…
Sizin yazınızın çıktığı gün, hemen solda, (18. sayfa) bir Davut heykelinin fotoğrafı görülmektedir. Habere göre: Gayr-i Müslimler, bu heykeli zarar vermeden nasıl temizleriz diye düşünmektedir.
Onları kitabında da putlara tapılmaması emri var. Ama onlar, bu emirle heykel-resim yapmamayı değil de bu sanat eserlerinden şefaat beklemeyi anlarlar.
Bizimkilere gelince gördükleri bir sanat eseri olan heykele, resme bakmayı bile günah sayarlar. İnançları gereği gördükleri heykelleri ve resimleri parçalayarak Tanrı’ya hizmet ettiklerini sanırlar.
Yani bizimkilerin kitabındaki Allah’ın emri de, onların kitabındaki Allah’ın emri değil mi? Bu konuda bizim ilahiyatçılar ((Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve diğerleri…) bir açıklama getirebilir mi?
Yapılacak iş heykel ve resim yapmanın, bu sanat eserlerine bakmanın günah olmadığını anlatmaktır. Acaba hangi aydın bu konuda açıklama yapacaktır?
Hele bir sor sütun komşunuz Süleyman Ateş yanında Yaşar Nuri Öztürk’e, Zekeriya Beyaz beyefendiye. Çok merak ediyorum ne yanıt verecekler size…
Yapılacak bir tek iş vardır. O da İslâm’ı bütün gerçekliğiyle halkımıza anlatmaktır. Bilinmelidir ki bu çağda bu elbise giyilmez, dardır.
Dinsiz toplum olmaz elbet; ama, Tanrı (Allah) ve din anlayışı; akla, ahlaka, çağımıza ve de bilime uyarlanarak anlatılmalıdır… Kuran’da çağımız anlayışına ve hukukuna ters düşen ayetler uygulanmamalıdır. Kaldı ki Cumhuriyet yönetimimizde, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demir’in de söylediğine göre, 230’a yakın Kuran hükmü (âyet) uygulanmamaktadır.
Tanrı bilgisinden, din ilminden habersiz bu ilâhiyatçı profesörlerimiz konuşup yazdıkları sürece; bizimkiler inançları gereği saldıracaklar heykele, resme.. Tanrı ve din gerçeği bilime uygun anlatılmadığı sürece Kurtuluş yoktur bu büyük milletimize…
Bakalım bu yazı nasıl gelecek size… Bir şeyler yapmak ve gerçeği anlatmak için çalışıp çabaladığınız sürece saygılar, sevgiler size…
Av. Hayri Balta, 17.7.2003
Not: Bu yazı Ayşe Özgün ile Süleyman ateşe gönderilmiş olup bu güne değin ikisinden de yanıt alınmamıştı.
X

ORTAÇAĞ ANLAYIŞI

Önümde Halka ve Olaylara TERCÜMAN gazetesinin 1 Temmuz 2003 tarihli sayısı var. Manşette şöyle yazar:”ELHAMDÜLİLLAH MÜSLÜMAN’IM”
Alt başlık ise şöyle: “Skandal definenin bir numaralı ismi konuştu: REDSTAR’ın sahibi Nedim Özbek kendini savundu: Haçları biz de podyumda gördük, haberimiz yoktu.”
Bu haber şu olay üzerine manşet yapılmış. REDSTAR adlı bir şirket, bir defile düzenlemiş. Sahneye çıkan mankenler Haç takmış boyunlarına. Kimi mankenler de Haç’la yürümeyi reddetmiş.
Ne var ki olay büyütülmüş:”Vay efendim Müslüman bir ülkede Haç takılır mıymış, Hıristiyanlık propagandası yapılır mıymış?..”
Sen Avrupa gibi pek çoğunluğu Hıristiyan olan bir ülkeye gidip yerleşeceksin. Orada camini yapacaksın, istediğin gibi kendi inancının gereği yapacaksın ve hatta “Federe İslam Devleti” bile kuracaksın; ama, senin ülkende bir modelist Haç’ı aksesuar haline getirince kıyameti koparacaksın.
Olayda propaganda yok. Olsa bile ne çıkar laik bir devlet değil miyiz? Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip” değil mi?
Hani ülkemizde laiklik vardı?. Herkes düşünce ve inancının gereğini yapardı? Devletimiz de bunları korurdu.
Hem de “Dört kitabın dördü de hak!” deyeceksin; hem de Hıristiyanlık propagandası diye kıyameti koparacaksın. Sonra da bizi de Avrupa Birliğine alın diye yalvaracaksın… İkiyüzlülük değil mi bu, çift kişilikli olma paranoyası değil mi bu? Tam bir Ortaçağ anlayışı…
Hayri Balta, 22.7.2003
X
DİYANET İŞLERİ BAKANLIĞINA AÇIK MEKTUP
Sayın Başkan,
3 Ekim 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde Dilek Önder adlı yazarın sizinle yapmış olduğu röportajı okudum. Bazı açıklamalarınızın gerçekle bağdaşmadığını
gördüm. Bu nedenle de bu açık mektubu yazmak gerektiğini duydum:
Örneğin: Yazar size soruyor: “Dört kadınla evlenme meselesi…” Siz açıklama
yaparak şöyle diyorsunuz: “…evlendiği kadınlar bakıma muhtaçtır diye himayeleri altına almıştır. Dokuz tane kadınla evliydi; ama, bunlar hep himayeye muhtaç kadınlardı.
Dediğim gibi bu açıklamalarınız gerçeklerle bağdaşmıyor. Kuran ve Taberi’nin
Millletler ve Hükümdarlar Tarihi(5/834) adlı kitabı başka türlü açıklamalarda
bulunuyor.
Ör. Ahzap bölümünün 52 tümcesini birlikte okuyalım: “Ey Muhammet, Bundan sonra sana hiçbir kadın, câriyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse
gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helâl değildir.”
Kuran’a göre Peygamber evlenirken öyle sizin dediğiniz gibi “Bakıma muhtaç
kadınları himaye altına almayı” düşünmüyor. Öncelikle güzellik arıyor. Güzel olmak da yetmiyor. O güzel Peygamberin hoşuna gitmeli… Kuran’daki şu tümceden de eşlerinden “…birini boşayıp başka bir eşle” değiştirdiğini de görüyoruz ki bu da himaye amacı ile evlenme gerekçesini boşlukta bırakıyor…
Kaldı ki eğer çevrede himayeye muhtaç kadın varsa; bunların bakımı için nikah kıymaya da gerek yoktur. Nikah kıymadan da onların bakımını üstlenebilirdi….
Bunun yanında bakıma muhtaç bu kadınları çevresinde bulunan sahabelerine, komutanlarına, askerlerine: “Şunu sen al, şunu da sen al!” diyerek dağıtabilirdi. Böylece, savaş ve başka nedenlerle dul ve sahipsiz kalan kadınları koruma altına almış olurdu…
Sonra Hatice mi, Ebubekir kızı Ayşe mi, Ömer kızı Hafza mı… himayeye muhtaç kadınlardı?..
Yerimiz elverişli olmadığı için konuyu kısa keserek ikinci konuya geçiyorum.
Diyorsunuz ki: “Peygamber dokuz tane kadınla evlendi…”
Bu açıklamanız da gerçeklerle bağdaşmıyor… Kaldı ki bu konuda hacıların,
hocaların, müftülerin ve islamcı yazarların yazdıkları da birbirini tutmuyor.
Ör. Ali Rıza Demircan’ın İslam’a Göre Cinsel Hayat adlı kitabının (2/225)
sayfasında Peygamber eşlerinin sayısının 11 tane olduğu açıklanıyor. Siz ise 9
tane diyorsunuz. Sizin açıklamalarınızla onun açıklamaları arasında bir çelişki
var…
Bunun yanında İslam Peygamberi öldüğünde nikahlı karısının sayısı 9’du diyenler yanın da kimileri de 13, kimileri de 15 diyor…
Ne var ki Taberi’nin yukarda adını verdiğim kitabın 5. cilt 834. sayfasında adı
geçen Peygamber kadınlarını sıralayalım:
1. Hüveylid kızı Hatice,
2. Zam’a bin Kays’ın kızı Sevde,
3. Ebu Bekir kızı Ayşe,
4. Ömer kızı Hafza,
5. Ömer bin mahzum kızı Ümm- Seleme,
6. Haris kızı Cüveyre,
7. Ebu Süfyan kızı Ümm-i Habibe,
8. Cah kızı Zeynep,
9. Huvey kızı Safiye,
10. Haris kızı Meymune,
11. Rıfae kızıNeşat,
12. Amr kızı Şenba,
13. Cabir kızı Gaziyye,
14. Numan kızı esma,
15. Zeyd kızı Reyhane,
16. Mukavvis hediyesi Marya,
17. Huzeyme kızı Zeynep,
18. Halife kızı Şerafi,
19. Zebyan kızı Aliye,
20. Ebu Bekir bin Klapdan Aliye,
21. Kays kızı Kutaybe,
22. Şürayh kızı Fatıma,
23. Haris kızıHavle,
24. Hutaym kızı Leyla,
25. Yezid kızı Umre,
26. Yezid kızı Reyhane.
Adları sayılan bu kadınlar yanında evlenmek isteyip de evlenemediği kadınlar da var:
1.. Ebu Talip kızı Ümm-i Hatni,
2.. Amir kızı Zuba,
3.. Reşame kızı Sayfiyye,
4.. Abbas kızı Ümmi Habib,
5.. Harise kızı Cemre.
Yukarda adları verilen kadınlar içinde bir tanesinin yoksul olduğunu görüyoruz.
Onun da geçimliği sağlanarak Peygamber tarafından boşandığını öğreniyoruz. Adını
verdiğim kaynaklara bakarsanız daha bir çok gerçeklerle karşılaşırsınız.
Şimdi siz bir Diyanet İşleri Başkanı olarak bu konularda bilgisiz olamazsınız.
Konumunuz gereği yalan da söyleyemezsiniz. Sizden dileğim bu konuda beni
aydınlatmanızdır. Amacım gerçeği öğrenmektir… Bekliyorum…
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta.
Açıklama: 8.10.1993 tarihinde Ankara Ulus gazetesinde yayınlanan bu yazıya bu güne değin yanıt gelmemiştir…29.7.2003
X
“FARKINDA MISINIZ?
Kendi vücudumuz da dahil olmak üzere, “dış dünyayı tümüyle beynimizdeki duyu merkezlerinde algıladığımız” gerçeği 1000 yılda ortaya çıkarılan en büyük keşiftir.Çünkü bu keşif, insanın “madde”ye bakış açısını kökten değiştirecek; “hayatı” yorumlayışını ve yaşayışını temelden etkileyecek somut gerçekleri ortaya koymuştur. Üstelik bu konu bir teori, bir görüş, bir felsefe veya bir düşünce tarzı değil, bilimsel olarak ispatlanmış kesin bir gerçektir.
Maddenin insan beyninde algılandığı gerçeği bizim şu sonuçlara ulaşmamızı sağlar:
Madde algı olarak beynin içindeki duyu merkezlerinde meydana geliyorsa, biz maddenin aslına asla ulaşamayız.
Beynin içinde, göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan işiten, buruna ihtiyaç duymadan koklayan, dile ihtiyaç duymadan işiten, buruna ihtiyaç duymadan koklayan, dile ihtiyaç duymadan tat alan, ele ihtiyaç duymadan dokunan bir şuur vardır. Bu şuur Allah’ın yarattığı ruhtur.
Beynin kendisi de atomlardan oluşan bir madde olduğuna gere, gerçekte tüm maddeler (buna beyin de dahildir) yine aynı idrakte yani ruhta algılanırlar.
İdrakimizin dışına hiçbir zaman çıkamadığımız için, dışımızda ne olduğunu da hiçbir zaman bilemeyiz. Biz her zaman kopya varlıklara muhatap oluruz.
Materyalistlerin ısrarla gizlemeye çalıştıkları bu büyük gerçeği kavramak için Harun Yahya’nın “MADDENİN ARDINDAKİ SIR” adlı kaset veya VCD’sini mutlaka izleyin. HARUN YAHYA” (AKİT, 10.4.2001, Okur Yapımcılık ilânı…)
Bu tür duyurular Akit gazetesinde her gün yer almaktadır. İsteyen arşivlere bakarak bu tür duyuruların hepsini okuyabilir. Konumuza açıklık getirmesi bakımından bir örnek daha vereceğim:
“TÜM MADDESEL VARLIKLAR ASLINDA SİZE GÖSTERİLEN HAYALLERDİR. BU BİR FELSEFE DEĞİL, BİZZAT YAŞAYARAK ANLAYABİLECEĞİMİZ KESİN GERÇEKTİR…” (AKİT,7.7.2000)
Bu duyuru uzun olduğu için buraya alamıyorum: Ancak bu duyurunun içindeki bir tümceyi de almadan geçemeyeceğim:
“…Hiçbir şeyin, insanın kendisi de dahil olmak, maddesel bir varlığı yoktur. Tek mutlak varlık, tüm bu algıları bizim için yaratan ve bize izlettiren, Rabbimiz olan Allah’tır.”
Farkında mısınız ne denli bilgisiz olduğunuzun? Dışımızda madde diye bir varlık yok. Bütün gördüklerimiz bizim hayallerimiz… Tıpta böyle düşünenler için “umutsuz vaka” denir ve derhal tımarhaneye gönderilir. Biz olmasak bunların hiç birisi yoktur. Bütün bunlar bize o büyük ruh (Allah) tarafından izlettiriliyor. Öyle ise içinde bulunduğunuz yokluktan, yoksunluktan yakınmayınız. Zenginler de oturup şükretsinler. Çünkü bütün bunları kendilerine sağlayan O büyük Ruh (Allah’tır)…Bu dünya görüşünde (felsefede) o denli yalan yanlış, bilime ve gerçeklere aykırı görüşler var ki bu deli saçmalıklarını bulup ortaya çıkarmak koyun postundaki tüyleri saymak denli zordur.
Bunun içindir ki Nazım Hikmet bu felsefe için: “En saçma olmasına karşın, çürütülmesi en zor olan bir felsefedir…” demekten kendisini alamamıştır.“Bu bir felsefe değildir” deniyor. Felsefedir. İdealizm felsefesidir. İdealizm felsefesi ikiye ayrılır.
İlki dualizimdir. Bütün dinciler, dualisttir. Yani ikicidirler. Bunlara göre bir Allah vardır, bir de madde vardır. Madde gerçektir. Ama maddeyi yaratan Allah’tır. Allah olmasa madde olmayacaktı. İkincisi ise: Solipsisttir. Türkçe’si Tekbencilik. Bunlara göre madde diye bir şey yoktur. Madde olarak gördüğümüz hayaldir. Var olan yalnızca insandır ve onun benindeki Ruhtur. Oysa dinciler maddenin varlığını kabul ederler. Bunlar ise maddenin varlığını asla kabul etmezler. Sadece Ruh vardır. Madde olarak gördüklerimiz bir hayaldir, derler.
Aslında İkicilik ile Tekbencilik birbirine öylesine zıttırlar ki uyuşmalarına olanak yoktur. Aklı başında dinciler bunlara çok sert olarak tepki gösterirler. Ne var ki ikisinin de baş düşmanı akılcılık, bilim, Darwin’nin kuramı (Evrim teorisi) ve maddecilik olduğundan şimdilik birbirleri ile dayanışma içinde olarak akılcılığa, bilime, Darwin kuramı ve maddeciliğe saldırmak için birleşirler. Çünkü maddecilik bilimseldir. Lavezyen yasasına göre: “Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz.!”
İşte bu “dualistlerle solipsizler” salt bilimi çürütmek ve kafaları karıştırarak insanları aptallaştırmak için işbirliği içinde maddecilere ver yansın ederler.Bu solipsistlerin felsefesini çürütmek aslında çok kolaydır. Bir örnekle konumuzu açalım: Komaya girmiş bir hasta düşünelim. Komaya girmiş hastanın; bedeni vardır, ölmediğine göre canlıdır. Canlı olduğuna göre ruhu da vardır. Ama komaya girmiş olan bu hasta hiçbir maddesel varlığı duymaz (hissetmez)… Nedeni de duyu alma organları işlevini yapamamaktadır. Yapamadığı içinde dış dünyayı algılayamamaktadır.
Oysa birinci duyurunun 2. Maddesinde: “Beynin içinde, göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan işiten, buruna ihtiyaç duymadan koklayan, dile ihtiyaç duymadan tat alan, ele ihtiyaç duymadan dokunan bir şuur vardır.” deniyordu. Öyle ise komaya girmiş hasta o “şuur” sayesinde niçin; göremiyor, duyamıyor, koklayamıyor, tat alamıyor. Şu mantıksızlığa bakınız: İnsanın eli olmayınca nasıl dokunacak?..
Bütünüyle ölmemiş, bir hastadan umut kesilince organ nakli yapılıyor. Böbreği alınıyor, gözü alınıyor, kalbi alınıyor ama hasta bunların hiçbirini duyamıyor, bilemiyor, tepki gösteremiyor. Peki, insanın beyninde bulunan o şuur niçin sesini çıkarmıyor?..
Bir örnek daha ameliyata alınan hastaya narkoz verilir. Narkoz verilen hasta canlıdır. Canlı olduğuna göre bedeni de, ruhu da vardır. Narkozla uyutulan hastanın kolunu kesiyorlar, ayağını kesiyorlar, kalbini alıp yerine yenisini takıyorlar, böbreğini alıp bir başkasına takıyorlar. Peki, o “şuur”dan niçin ses çıkmıyor? Nereye kaçıp gitti o şuur; bedeninin kolu, ayağı kesilip biçilirken…
“Göze ihtiyaç duymadan görmek varsa”, görme özürlüler niçin göremiyor? Göremediği için gidip bir engele çarpıyor? Kulağa ihtiyaç duymadan duymak varsa”, duyma özürlüler niçin duymuyor. Kendisine korna çalan arabayı görmediği zaman niçin çiğnenip ölüyor?.. Şimdi bunlar görmüyor diye, duymuyorlar diye kendileri için bir dış dünya, madde, söz konusu değil midir? Hani duyma organlarına ihtiyaç yoktu?Ruh deyip duruyorlar… Maddenin dışında ruh diye bir şey yoktur. Ruh dediğimiz maddenin işlevidir (fonksiyonudur).. Bedenimiz (madde) olmayınca ruh diye bir şey de olmaz. Bedenimiz yaşama özelliğini yitirince işlev göremediği için ruh da oluşturamaz… Beden ölünce ruhta çıkar dışarıdan kendi bedenine bakarmış:.. Savımızı bir örnekle pekiştirelim: Sahneye çıkan bir aktörün bedeni ile rolünü ayırmak olası mı? Burada aktör beden; yaptığı rol ise ruhudur. Oyun bitince rol de bitiyor. İnsan ölünce bedenin işlevi bitiyor, ruh diye bir şey de kalmıyor. Yalnızca ölenin yaşayanların anısında kalanına ruh diyebiliriz… İleri sürülen diğer bütün savlar saçma, safsata. Safsata, bütün bunlar safsata… Bir de ruhu yalnız insana özgülüyorlar. Ne denli bilgisizce, duygusuzca görüş. Oysa bitkinin de, hayvanın da ruhu vardır. Çiçekler bile kendisine hoyratça işlem yapan biri içeri girince büzülür, savunmaya geçer… Hele hayvanlardaki ruha hayran kalır bakar kör (basiretsiz) olmayan… İnanmazlarsa bir at, bir kedi, bir köpek besleyip de görsünler hayvanlarda ruhu var mı, yok mu?
Farkında mısınız okuyucularım sizleri bilim düşmanlığı, madde düşmanlığı, eşitlik düşmanlığı nedeniyle nasıl aldatmaya çalışıyorlar? Bu insanlar: Allah diye, cin diye, din diye, ruh diye ortalığa çıkıp da insan aklını dumura uğratmamış olsalardı bu güzelim dünyamız cennete dönüştürülürdü. Daha geçen hafta Akit’te bir dizi yayınlandı 2. Sayfada: “DÜNYAYI NASIL BİR ‘SON’ BEKLİYOR” diye… Bu dizide şöyle deniyordu: “İnsan bu dünyayı cennete dönüştürmek için gelmemiş!” diye.
Ya niye gelmiş, “imtihan vermeye”… Peki insanları imtihan etmek için yaratıp gönderen Allah; niye altı aylık bebeleri, bir yaşında bebekleri, beş yaşındaki çocukları, l5 yaşındaki delikanlıları öldürüp duruyor? Öldüreceğine büyütüp sınava soksun…Hele bir doğal afette; genç-yaşlı demeden, imtihana girmemiş olanlarla imtihana girip de bitirmemiş olanları tümden alıp götürüyor?… Öldürmesin, yaşatsın da sınava tabi tutsun! Hem sınav için dünyaya göndermek, hem de sınava tabi tutmadan, sınavı bitirmeden, alıp götürmek!.. Yakışır mı bu onun şanına?..Yahu, hem o Allah değil mi insanın yazgısını belirleyen, geçmişini geleceğini bilen? Peki yazgıyı kendisi belirlemişse, bizim geçmişimizi geleceğimizi biliyorsa ne diye bizi sınava tabi tutsun? Okuyalım: “ALLAH NE YAZMIŞSA O OLUR. ALLAH’IN YAZDIĞINDAN BAŞKASI OLMAZ!” (k.9/51) ve yine “KADERDE NE VARSA İNSANIN BAŞINA O GELİR!” (K. 9/51) Ve daha çok… Kurandaki bu tümcelere (ayetlere) inanmazsan kâfirler taifesinden sayılırsınız..
Hem o ne öyle? Bir bedende iki baş. İki başa bir beyin; iki ağız, iki kulak, dört göz..Yani Siyam ikizleri…Daha bu hafta içinde doğan iki başlı doğan çocuğu göz önüne getiriniz… Annesi bile görmek istemiyor… Ananın-babının ne suçu (günahı) var? Kimi hortumlamış bunlar? Maşallahı var… Hortumcuların çocukları nur topu gibi doğarlar…
Yine anadan doğma, özürlülere ne diyeceğiz?.. Hani sen: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık!” (K.95/4) diyordu… Bunun neresi en güzel şekilde yaratılmak? Böyle iki başlı, anadan doğma özürlü insan yaratmak O’na yakışır mı?
Hani : “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler, diye yarattım!”(K. 51/56-58) diyordu…. İki başlı Siyam ikizlerini, anadan doğma özürlüler sınava nasıl tabi tutulacak?
Bütün bu yakıştırmalar senden habersiz olanların korkularının sonuçlarıdır… İnsanları bu şekilde korkutarak kendi cemaâtlerine çekmek için uydurulmuş olan korkutmalardır…Bütün bunlar kendilerine göre Allah yaratan Allahsızların uydurmalarıdır. Amaç kendi yalanlarına bizi inandırmak ve böylece kendi yalanlarının ruhlarında yarattıkları rahatsızlıktan kurtulmaktır.Hindistan’a baksınlar… Orada ineğe-öküze tapanlar var. Maymuna tapanlar var… Öyle ki insanın üretim organına tapanlar var! Yaratan olarak insanın üretim organını görürler. Bu anlayış tek Tanrılı dinlere de geçmiştir. Ör. İsrail bayrağındaki simgeye (sembole) bakınız. İç içe geçmiş iki üçgen, ki biri erkeğin, diğeri de kadının üretim organı… Bu anlayış diğer dinlere de geçmiş: Hıristiyanlıkta Baba var Meryem ana var. Müslümanlıkta ise bir başka şekilde var. Bunu yalnız bakar kör olmayan erbabı anlar… Şimdi söylesem bir de bu nedenle kızarlar…
Allah dedikleri sanal varlık dünya kurulalı beri: İneğe-öküze tapanlara, Maymuna tapanlara ve diğerlerine karışmamış; ama, bu kendilerine göre Allah yaratan Allahsızlar, sanal varlığın yerine geçerek, Allahlık yapmaya kalkıyorlar…
Kendileri gibi düşünmeyenleri, inanmayanları, yaşamayanları imana getirmeye kalkıyorlar, ellerine fırsat geçince de “Tekbir getirerek!” öldürüyorlar, yakıyorlar… Kahramanmaraş, Malatya, Çorum Sivas katliamlarına dikkat… Sivas Madımak’ta tekbir getirilerek diri diri yakılanlara dikkat…Bunlara dinsiz diyebilir miyiz? Bu vahşet yalnız bizimkilere özgü değil…Bütün dincilerde bu vahşet var. Allah için, din için, kitap için öldürmek var… Hepsi de sırtını kendi Allahlarına dayar…
Allah, Peygamber göndermişmiş, kitap göndermişmiş.. Peygamber öyle dermiş, kitap böyle yazarmış… Bunlar ortaçağ anlayışıdır. Her dönemin kendine göre bir peygamberi vardır. Binlerce yıl önce gelip gitmiş peygamberlerin günümüz insanlarına vereceği bir şey yoktur… Bütün güzel insanlar, insanlara güzel davranışlarda bulunan bilgeler, yüce değerlere göre yaşayan örnek bilgeler birer peygamberdirler…
Yaratıcının peygamber göndermesine, kitap göndermesine gereksinimi yoktur ki… Akıl vermiş insana, o akıl yeter insanın her şeyine…Çevrenize iyi bakınız. Gördüğünüz bütün varlıklar; canlılar, cansızlar, bitkiler, hayvanlar… Aklını çalıştıranlara yaratıcıdan haber vermektedirler…
Çevremizde gördüğümüz bütün varlıklar yaratıcının birer kitabıdır. Her varlık: Canlı, cansız… Bitki, hayvan, insan, ay güneş, yıldız..Yer, gök, deniz.. Yaratıcının ayetleridir… Şimdi koşullanmışlar bana diyecekler ki bu adam sapıttı!.. Sapıttığıma karar verenler için söylüyorum: Sapıtmış olanlar kendileridir. Bu kendilerine göre Allah yaratanların kendi kitaplarından bile haberleri yok. Yerini göstersem bile açıp bakmaya üşenirler. Bu nedenle yüzlercesinden birini buraya alıyorum:
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için âyetler vardır.” (Kur’an; Bakara, 2/164)
Farkında mısınız? Bütün bunların farkında mısınız?
Öyle ise kendi dışınızdaki bir Allah’ın peşinden niçin koşarsınız?..
Allah’ın nerede aranması gerektiğini öğrenmek isterseniz, aşağıda adresini verdiğim site adresine girmelisiniz…
Av. Hayri BALTA
X
YARATAN AKILSIZ DEĞİLDİR
Dekanımız döktürüyor: Akılcısına, akılsızına, imanlısına, imansızına kök söktürüyor. Bir söylediği bir sözünü tutmuyor, önce dam dediğine sonra duvar diyor.
Merak ettiniz mi ne döktürmüş diye. Ruh konusunda ahkam kesmiş yine. Sözde ölen kişinin ruhu kapı kapı gezermiş. Biz kendisini görmezmişiz ama kendisi bizi balkon pencere izlermiş:“Ölen insanın ruhu beden bağından kurtulmuştur. O artık ruhlar alemindendir. Ruhlar için mekân ve mesafe söz konusu değildir. Onlar Allah’ın izniyle her yere gidip gelebilir. Dünyadaki sevdiklerini görebilirler. Özellikle yakın akrabası sağ olanlar, onları manen ziyaret edebilirler.” (Takvim, Zekeriya Beyaz, 2.8.2001)
Anlaşılan Dekanımız Ruh konusunu Allah’ından da Peygamberinden de iyi biliyor. Şimdi bakın,Ruh konusunda, Allah’ı, Peygamberi ağzı ile ne diyor:
“Ey Muhammed! Sana ruh’un ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (17/85).
Görüldüğü gibi, ruh konusunda, Allah’ı bile Peygamberine ayrıntılı bilgi veremiyor. “Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir” diye kesip atıyor.
“Öyle ki ruh konusunda İslam alimleri, ehli sünnet velcemaât selefleri: “Bu konuda tecessüse meydan verecek araştırmayı uygun görmemiştir. Öyle ki rûhun özü ile ilgili konuşmayı yasak etmişlerdir
Aynı kaynağa bakarsak; Kelâm bilginleri: Ruh’un, bedenden ayrı düşünülemeyen bir varlık olduğunu ileri sürerek; insandaki canlılığın ve diriliğin, iradeyle ilgili ve irâdede dışı hareketlerin, idrak ve kabiliyetlerin kaynağı, nefis olarak adlandırırlar.
Onlara göre beden, bu nûrâni ve semâvi cisimlerin kendi içinde veya özünde dolaşımına imkân verdiği sürece canlı ve diri olarak kalır. .” (İslamî Terimler sözlüğü İTS Sözlüğü, 2. Baskı. Dr. Hasan Akay, 2.Baskı. s. 394 RUH maddesi.)Görüldüğü gibi Allah’ı ruh konusunda Peygamberine bilgi veremez. Peygamberi de “Bu hususta bize pek az bilgi verilmiştir” diye bir söz söyleyemez. İslam bilginleri ise “Ruh ile bedeni birbirinden ayrı düşünemez”… Ama Dekanımız döktürür de döktürür, şaşkın ördek gibi şeytanı bile kıçın kıçın yürütür… Ruh konusunda halkı aydınlattığını sanır; ama, büsbütün karanlıkta bırakır.
Buraya kadar, Dekanımızın; Allah’ının, Peygamberinin ve Seleflerinin görüşlerini yansıttık. Bir de kendi görüşümüzü anlatma gereğini duyduk.
Öncelikle belirteyim ki ruh maddenin bir ürünüdür. Maddenin işlevidir, hareket ettirici nedenidir. .
Maddenin olmadığı yerde ruh da yoktur. Ruh olmasa da madde vardır. Ruh, maddenin olduğu yerde aranmalıdır. Ruh dediğimiz; canlılık, dirilik, duyma, düşünme (nefis), bütün kuramlar (nazariyeler) maddenin ürünüdür.
İnsan dediğimiz bedensel varlık ki maddeden oluşmuştur. Ruh dediğimiz kavram ise canlının; düşüncesine, kanına, kemiklerine, iliklerine, sinirlerine doluşmuştur.. İnsan fiziksel olarak ölünce bu bedenin de işlevi biter. Ruh dediğimiz kavram da söndürülen elektrik ampulünün içindeki akım gibi gider.
Kaldı ki din düşüncesinde bile Ruh denince: Canlılık anlaşılır, nefes alıp verme anlaşılır. Son nefesini veren kişiye de ruhunu Allah’a (Bilinmeze) teslim etti denir.
Şimdi gelelim asıl söylemek istediğime. Diyelim ki Dekanımızın yazdığı gibi: ”Her yere gidip gelebilir, Dünyadaki sevdiklerini görebilir Allah’ın izniyle…” Çocuklarının izlemez mi canı istedikçe.
Ruh değil mi; her yere girip çıkıyor, diriler kendisini görmüyor; ama, kendisi dirileri görüyor. Diyelim kızını ya da oğlunu görmek istedi.
Balkondan, ya da pencereden, ruh değil mi izledi gerekirse ensesinden… Gördü ki çocuğunun eşi kendisini dövüyor, çocuğuna vuran eli tutmak istiyor ama elinden bir şey gelmiyor.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Çocuğunun ailesinin asgari ücretle yaşadığını varsayabiliriz. 122 milyon lira ile ev kirasının mı versin, ekmek mi, alsın, giysi mi giysin. Diğer gereksinimlerini mi gidersin?…
Ruh bunu görüyor, elinden de bi’şey gelmiyor. Bu da kendisine büyük bir işkence gibi geliyor.
Nasıl dayansın baba bu manzaraya. Bu konuda bir açıklama yapabilir misin bana?
Dahası var: Çocuğu; evde, açlıktan ölürken eşi de kendisini aldatıyor. Ruh da bunları balkondan, pencereden görüyor dayanamıyor. İçi içini yiyor, elinden bir şey gelmiyor…
Bu nedenle diyorum ki yaratan (madde, doğa, evren) akıllıdır… Olacakları önceden gördüğü için ruhu bedenin tutsağı kılmıştır. Beden öldü mü ruhun da işlevi bitmiştir… Beden mi nereden geldiyse oraya gitmiştir…
Ayıp olmasın geldiği yeri de, gittiği yeri de belirteyim: Belirteyim ki kuşkuya yer vermeyeyim. Topraktan (maddeden) gelir, toprağa gider… İnsanlar da bunu şöyle ifade eder: “Allah verdi, Allah kaldı.” der. Ağalar-sızlar, ama: “Veren de Allah, alan da Allah!” diye kendi kendini teselli eder.
Yaratan çok akıllıdır. Aklı yaşamın gizinde saklıdır. Bak, ne yapar kaplumbağalar. Kilometrelerce uzaktan gelir deniz kenarına (kumsala) yumurtlar. Minicik kaplumbağalar yumurtadan çıkar çıkmaz, okyanusa koşar. Binlerce avcısı vardır başucunda. O, bir an önce ulaşmak ister Okyanusa.. Avlanmayan denize koşar. Denize koşan yaşar.
Bu aklı kimse öğretmedi kendilerine. Bu kaçış ve yaşam isteği vardır hepsinin özünde. O denize koşan kaplumbağada da can (ruh) var. Akbabalara yem olan kaplumbağalarının ruhları nerede yaşar?
Kendinize niçin ayrıcalık tanıyorsunuz. Sizin ruhunuzun yaşayacağını sanıyorsunuz da kaplumbağanın ruhunun yaşamayacağını nerden biliyorsunuz?.
Yaratan akıllıdır. Aklınızı başınıza toplayın. Sizlere yalvarıyorum: Hırsızın elini kesin, zina yapanı taşlayın, günah işleyeni cehennem kazanında haşlayın ve de “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalıncaya kadar onlarla savaşın.” (K.2/193, 8/39) diyen Allah’la; yukarda anlattığım Yaratan’ı birbirine karıştırmayın…
Saygın BALTA. 5.8.2001
X
HALKA YALAN SÖYLEYEN KİM?

Yaşar Nuri Öztürk bu günkü yazısında aynen şöyle diyor:
“Bizim insanımıza, din adına, tepeden tırnağa yalan söylenmiştir. Baştan sona yalan!
Dine yalan söylettiler, din adına halkımıza yalan söylediler.” (Star, 8.8.2003)
Y.N.Ö. Üç yazıdır “DİN, şiddet ve ÖZGÜVEN” adı altında İslamiyet’teki şiddetin sorumlularını arıyor. Esasa değinmiyor. Gerçeklerin üzerinde durmuyor.
“Biz İslam’a sevgi yoluyla girdik.” diyor.
“Dinde ikrah (baskı, zorlama, aldatma) yoktur!” (K. 2/256) diyor.
Biz Türkler İslam’a sevgi yolu ile mi, kılıç zoru ile mi girdik? Bunu öğrenebilmek için Sitemizin 14, 21, 25. sıradaki bölümlerine girmek yeterlidir.
Yine “Dinde zorlama yokmuş!” da aşağıda sıraladığım âyetlere ne diyeceğiz?
“Onları bulduğunuz yerde öldürün!” (K.2/191, 9/5)
Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın.” (2/193, 8/39)
“Ey Peygamber! İnkârcılarla ve iki yüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran!” (K. 66/9)
“Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım; artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın.” (K. 8/12)
Daha bunun gibi ayetler çoktur. Ne var ki yerimiz yoktur. Şiddet âyetlerine ilişkin ayetler Sitemizin Kuran’dan (21) ve Uyuyanlar Uyutanlar (25) bölümünde çoktur.
Dostlar, ben dine imana karşı değilim. Ben yalana karşıyım. Yalan gördüm mü duramıyorum. İnsanlara gözümüzün içine baka baka yalan söylenmesine dayanamıyorum. Sitemizin adı “Tabulara, Talana, Yalana Balta” değil mi?
İslâm’ın temel kitabı Kuran’da: “…Allah’ın lânetini yalancılar üzerine dileyelim.” (3/61) denmiyor mu?
Kuran’ın içinde ahlak, edep, hikmet âyetleri de vardır. Yaratılışı yüksek olanlar bu âyetlere sarılır. Yaratılışında şiddete düşkünlük olanlar şiddet ve düşmanlık âyetlerine sarılır.
Artık bu çağda, boyun vurmaktan, parmak doğramaktan söz edersen seni terörist ilan ederek başına çökerler.
İnanma çağı geçti; şimdi, araştırma, düşünme ve eleştiri çağı başladı.
Düşmanlık dönemi geçti dostluk dönemi başladı. Nedir bu müşrik mümin cebelleşmesi?..
Hem “Allah, âlemlerin rabbi!” değil mi… Hiç “Âlemlerin Rabbi!” inanmayanın boynunu vurun, parmaklarını doğrayın der mi?
Ey Y. N. Ö. değil mi ki doğruları söylüyorsun hangi yazında cihat, kıtal, şiddet, âyetlerini dile getirdin? Niçin bu konularda açıklama yapmıyorsun? Açıkla da görelim.
Başkalarını yalancılıkla suçlayan kişi önce kendisi doğruları söylemeli değil mi?
HB, 8.8.2003
X
BİR SORUYA YANIT:

Sayin Balta,
Kehf suresinin 83 ila 91 arasi (gunesin dogdugu ve gunesin battigi yer) ayetleri yorumlayabilirmisiniz?
Saygilar, K. T. 18.8.2003
+
Sayın K. T.
Önce saygı sevgi derim.Nazik sorunuz için teşekkür ederim.
K. T. Dostum, ben öyle Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri gibi nakilci biri değilim. Ben sadece irfan sahibi tahkikçiyim. Bu demektir ki dinsel düşünce bana yaratılışımdan verilmiş.
Onlar diyorlar ki ben Müslüman’ım. Ben diyorum ki ben “Yaratılış Dini”ndenim (Bkz. Kuran 30/30). İşte ben Sitemde “Yaratılış Dini” konusunda bilgi vermekteyim.
Gelelim sorduğun soruya. Geniş bilgiler verilmektedir aşağıda adını verdiğim kitaplarda:
Hak Dini Kuran Dili. Elmalılı M. Hamdi Yazır.Akçağ Yayın. Cilt 5.
Taberi Tefsiri, İmam Taberi. Ümit Yayıncılık Cilt. 3.
Saffetü’t Tefâsür. Tefsirlerin Özü. Ensar Neşriyat. Yeni Şafak armağanı.Cilt. 3.
İslamî Terimler (İST) Sözlüğü. Dr. Hasan Akay. 2. Baskı. İşaret Yayınları. Zülkarneyn maddesi.
Özetlersek: İslam Peygamberi, kendisine sorular bir tuzak soru üzerine tarihi bir olay hakkında bilgi veriyor. Bu bilgiler de kulaktan kulağa söylenti olarak aktarıldığı için adı geçen Zülkarneyn adlı kişinin kim olduğu bilinmiyor. Kimi Büyük İskender’di kimi ise Yecü-Mecüc kavmi için sed yapan (Çin Seddi olsa gerek..) bir kraldı diyor. Kimi Müslüman’dı, kimi değildi diyor. Böylece mümin olmanın kafir olmanın önemi kalmıyor. Kimi Peygamberdi, değildi diyor böylece Peygamber olmanın da önemi kalmıyor.
Güneşin su ve balçık içinde battığı söyleniyor. Güneşin doğduğu yere gidiliyor. Orada Aborijineler, pigmeler görülüyor. Oysa güneşin ne battığı yer var, ne de doğduğu yer. Güneş kendi yörüngesinde bütün evrenle birlikte genişleyerek dönüp duruyor.
Görüldüğü gibi Zülkarneyn konusunda kesin bilgi yok. Oysa Kuran’da “Anlayasınız diye apaçık ayetler indirdik!” (K. 2/99) denir Eğer Kuran dedikleri gibi Tanrı Kelamı olsaydı Tanrı Zülkarneyn’in kim olduğunu, Müslim mi, kafir mi, peygamber mi değil mi, güneşin batıp batmadığı açıkça belirtilmez mi idi?
Tanrı kelamı simgesel bir anlatımdır. İnsanları huzura, mutluluğa yönelten eğitici sözlere, kim söylerse söylesin, Tanrı Kelamı denir.
İşte kaya Dostum, az da olsa soruna yanıt verdim. Ahlaklı, edepli söylemin için teşekkür ettim.
Şimdi kal sağlıcakla… Saygılar, sevgiler sana.
H.B. 18.8.2003
X
ŞERİATÇI DAYATMAYA KARŞI

Çetiner Çalış’tan:5.2.2003
Bu sevincimi çok “aykiri” bulanlar olabilir, onlara saygi duyuyorum. ama ne yapayim ki dünyayi atese vermeye çalisan bir “nazi bozuntusu”na da aciyamazdim herhalde. kaldi ki aslinda ben saddam’dan da nefret ederim, o da bush gibi insanlarin ölmesinden zevk duyan bir katil. al birini vur ötekine.
Evet bütün dünya bush’tan da, saddam’dan da nefret ediyor. ancak saddam’in kötülügü, bush’un ırakli çocuklari katletmesinin bir mazereti olamaz.
“soru: Ölen insanlari bush degil. bush ile tanismiyorlar bile. bu tipki,
saddam’dan nefret edip de, ırak halkini olmesini normal karsilamak gibi
oluyor. amerikada da savas taraftari yada aleyhtari olanlar var. taraftar
olanlar da sizin gibi dusunenler.. saddam iblis, halk da onu istiyor, o
zaman bu halkdan olen olsa da onemli degil…
Eger yoneticilere bakip halk hakkinda karar vermek gerekse idi, dunyada bir tek canli kalmazdi.. Amerikada ki kulelerin yikilmasinda anne, baba yada esini kaybeden kisilerin olen afganlilara, misirlilara, araplara sevinmesi gerekir, saddam’in da bunun icinde oldugunu bilen amerikalilarin da ırakli masumlarin olmesine sevinmesine gerekir , ırak’da olecek insanlari dusunup, amerikada olen insanlara sizler sevinirsiniz ve bu boyle devam eder gider… ne zamana kadar ??
Tanrı zulmeden insanlarin basina diger insanlari sararak, onlara ders
vermez mi? (dogru…nedense hep taseron, muteahit kullanir. oturup kendi yapacagina!) eger amerika saddam’i yerinden indiremezse kim indirecek (onu oraya getiren kimse o indirsin! , kim saddam’a dur diyecek (herseye kaadir oldugunu soyleyen ve de zalimlerin kafasina cehennem taslari yagdirmaya gucu yeten Tanrı dur bakalim zalim kulum naapiyon sen boyle desin! saddamdan korkuyor mu yoksa?)
Musluman ulkeler mi? eger ırakli cocuklar dusunuluyorsa, bu cocuklarin aileleri saddam tarafindan iskence gorurken kim dur diyor? Musluman kurtler katledilirken kim dur diyor?
Bu cocuklarin simdi amerikalilar tarafindan oldurulmesine karsi cikanlar, onlarin ileride saddam in varisleri tarafindan oldurulmesini nasil durduracaklar? ben savas yada amerika taraftari degilim!! sadece bu durumdan ırak hakli acisindan en yararli nasil cikilir onun arastirlmasinin geregine bence saddam’in gitmesini saglamak, savas cikmadan. boylece hak yerine gelmis olur eger muslumanlar da Tanrı’tan korkuyorlarsa,(en basta saddam korkuyor. baksaniza sabah aksam namaz kilip tv lerden naklen yayinlattiriyor “ya Tanrı gormezse beni” diye korktugundan garantiye almaya calisiyor isi.. “belki de Tanrı simdi tv seyrediyordur. oradan gorur hic olmazsa ihtimal artar” diye dusunuyordur …
Muslumanlar Tanrıtan cok korkuyorlar tabiiki…ne yapmaya kalksalar yasak….ne dusunseler yasak….yatak odalarina kadar bile kurallar koymus Tanrı…eee…daha nasil korkmasinlar. Korkularindan kipirdayamiyorlar bile. ancak elin ucaklarini kacirip masum insanlari haince olduruyorlar tevbe 5 e uygun olarak. sonrada donup sirita sirita ” Tanrı emretti ahhaaa baak ahhaaa iste burda yaziyo” diye kendilerini savunuyorlar.
Eeeee haksiz da sayilmazlar hani. kimin oturmasi gerek suclu sandalyesine o zaman ?) bu yonde amerika ve bati ile isbirligi yapmalidir.yani durumdan ırak halkini kurtaracak sekilde yararlanmayi bilmelidir.Tanrı saddam’i denemis, o da kaybetmistir !! kuran 22: 40. onlar, baska degil, sirf “rabbimiz Tanrı’tir” dedikleri için haksiz yere yurtlarindan çikarilmis kimselerdir. eger Tanrı, bir kisim insanlari (kötülüklerini) diger bir kismi ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Tanrı’in ismi bol bol anilan manastirlar, kiliseler, havralar ve mescidler yikilir giderdi. Tanrı, kendisine (kendi dinine) yardim edenlere muhakkak surette yardim eder. hiç süphesiz Tanrı, güçlüdür, galiptir. (madem gucludur neden her isini hep diger insanlara yani taseronlara, muteahhitlere yaptirtiyor ? tevbe 5 te oldurun onlari diyor. Neden insanlari kaatil olmaya zorluyor? Kendi beceremiyor mu oldurmesini… pekala yapabilemezmi her seyi yapabilen Tanrı. ama o kadar yanlis isler de yapmis ki kendisi farkinda bile degil. kullari yanlisligi fark edip Tanrılarina danismadan ama onun adina duzeltiyorlar. haydaaaa Tanrı da oturup seyrediyor. neden en ince teferruatina kadar dusununp yarattigi bir vucudun seklinin zorla degistirilmesine seyirci kaliyor. cezalandirsa ya onlari…..sunneti din adina yaptiran anne babalari, anne babalari zorlayan din adamlarini, ve tabiiki sunnetcileri de….kendisine shirk koshmush olduklari icin …. amaaaa heyhaaatttt nerde…..akli yetmez yeni dogmus bicareleri kan revan kesip biciyorlar…onun haberi yok…..uyuya kaldi galiba!)
41. onlar (o müminler) ki, eger kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazi kilar( hem namaz kilmayi emrediyor ama nasil kilinacagini soylemiyor neden? unuttumu yoksa?),
zekâti verirler, iyiligi emreder ve kötülükten nehyederler. ıslerin sonu Tanrı’a varir. 6:165.
sizi yeryüzünün halifeleri kilan, size verdigi (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kilan o’dur. süphesiz rabbin, cezasi çabuk olandir ve gerçekten o, bagislayan merhamet edendir. (ne demek istiyor yani ? bir taraftan “adil oldugunu butun insanlari esit ve birbirine kardes “yarattigini soyluyor. diger taraftan “pardon yani farkli yarattim” diyor. naapmak istiyor ? bu kadar celiski Tanrıin kitabina Tanrı tarafindan nasil sigar. var mi bunun bir mantigi?)
Çetiner Çalış, 5.2.2003
X
birsen erdogan <birsene@hotmail.com> wrote:
çetıner bey ne desek bos ınanmıslar bır kere kıtabı Tanrı’ın yazdırdıgına ben hep bu kıtabı okumayanlar ınanır vahıy masalına dıye düsünürdüm ama yok okudukları halde ınanıyorlar. açıp açıp okuyorlar ve her olaya da uydurmaya çalısıyorlar.bu kıtabın hıç bır mükemmelllıgı olmadıgını kavrayamıyorlar bır türlü.
ne var bu kıtapta? kıtabın her sayfası Tanrı tarafından ımzalanmıs
mühürlenmıs mı? Tanrı’ın mührünü ımzasını mı tanıyor bu ınsanlar? gızlı bır
mühür herhalde kı Tanrı bızım gözlerımıze perde ındırdıgı ıçın (aynen öyle) bız
göremıyoruz. nedense göremeyenler de genelde okuyan (her türlü kıtap) ve düsünen (düşündügünü zanneden) ınsanlar…
kutsal kıtap ——> tanrı kutsal kıtaplar Tanrıı ısaret etmıs, dogru ama oradakı ısaret tek taraflı, yanı Tanrı’ın o kıtapları gönderdıgıne daır hıç bır kanıt yok. mesrulugu kendınden ve kıtabı getıren Tanrıın elçısı oldugunu ıddıa edenden kaynaklanan kıtaplar. Insanlar (ınananlar) nasıl süphelenmıyorlar anlamıyorum.
Peygamberım dıyenler tanrıdan görev belgesı mı getırmıslerdı?
mucızeler dıyorlar ? hangı mucızeler, kuran’da bıle bız sana mucıze
vermedık çünkü daha öncekılere verdıgımız halde ınsanlar ınanmadılar dıyor.
baska bır yerde de bu sefer musa’nın ısa’nın mucızelerınden söz edıyor.
peygamberler mucıze ortaya koyabılmıs mı koyamamıs mı onu bıle
anlayamıyorsunuz. maksat ınsanların kafalarını karıstırmak.
Böyle bır sey mümkün mü? her seye kadır Tanrı, hem ınsan kıtabına ınansın
ısteyecek hem de bazılarının (mesela benım) gözüne kulagına perde
ındırecek, böylece ınkar etmesını saglayacak, sonra da duymadıgı görmedıgı
ıçın onu cezalandıracak.(yaniliyorsun… bugüne kadar -ve hala devam ettigi izleniimi var- sana kimbilir kaç kere dogruyu gösterdi ve sen dogrulamamakta direndin, Tanrı bütün bu uyarmalarina ragmen adam olmayanin gözüne perde indirir ve onlarda kendi saçmaliklarini bilimsel zannederler. ) herseyın yaratıcısı bu kadar saçmalayabılır mı? (saçmalayan sensin.) bence hayır. bunlara ınanmak ona hakaret olur…
Internette ıslamıyetın tanıtımını yapan bır sıteden aldıgım kuran’ın
yazılısı ıle ılgılı bılgı var aynen aktarıyorum. Kkuran’ın hıç degısmeden günümüze kadar gelısını bıle mucıze olarak kabul edenler okursa çok ıyı olur.özellıkle ayetlerın bır araya getırılmesı meselesıne dıkkat etsınler. Kıtaplarının neden mükemmel olmadıgını anlamalarına yardımcı olur.
(“hafiz ve kâtib olan zeyd b. sâbit, hz. ebû bekir’in talimi, hz. ömer’in
yardim ve gözetimi altinda, elinde yazili kur’an metni olan herkesin bu
metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat hz.
peygamberden yazildigina dair iki güvenilir sahid gösterilmesi istendi. “)
“Elınızdekı ayetlerı getırın” dendıgınde okumusu, cahılı elınde ayet ve
surelerle gıtmemıs mıdır efendım? gıtmıstır. peygamberın söyledıgıne daır
ıkı de sahıt getırmısse tamam. sonra komısyon ayıklama ve düzenleme yapmıs
mı? yapmıs. o ınsanlar kusursuz muydu efendım? eger o ınsanlar kusursuz degıldıyse kıtap nasıl kusursuz olur?
Pekı kuran’ın derlenmesının ıncıllerın derlenmesınden farkı nedır?İnsanoglunun hem de sıradan ınsanoglunun parmagı yok mudur bu ıste? Sıradan ınsanoglunun parmagı olan bır ıs sıradan hatalar tasımaz mı? Bu durumda böyle bır kıtabın Tanrı’ın sözlerını ıçerdıgınden nasıl emın olunabılır?
Kuran degısmemıstır denmektedır evet ama bır araya getırılıp derlenıp
toplanıp tekrar yazıldıktan sonra degısmemıstır. peygamberın kıtabı okuyarak
tashıhını yapması mümkün olmamıstır. bu durumda kıtap degısmemıstır demek ne anlam tasır?
Kalın saglıcakla
BE, 5.2.2003
X
KUR’ÂN’İN TOPLANMASİ:
ashab-i kiram, hz. peygamber (s.a.s)’in sagliginda kur’an’in bütününü
yazmistir. ınen her âyeti bizzat hz. peygamber tarafindan vahiy katiplerine
okunur, onlar da yerlerine yazarlardi. ancak hz. peygamber (s.a.s), nâzil
olan âyetlerin ashabi tarafindan ezberlenmesini yeterli görmemistir. çünkü
onlari ashabindan ne kadar çok kimse ezberlemis olursa olsun, hafiza, daima
unutkanlik illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir
zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayisiyla güvenilir
olma vasfini yitirebilir. ıste bu sebeble hz. peygamber, vahyi ezberleyenler
yaninda, onu bir de yanlissiz olarak yazabilecek kâtipler edinmis ve
kendisine bir âyet nazil oldugu zaman, onu bu katipler araciligiyla
yazdirmistir. hz. ebu bekir, ömer b. hattab, osman b. affân, ali b. ebî
tâlib, zubeyr b. el-avvâm, ubeyy ibn ka’b, zeyd b. sâbit, muâviye b. ebî
süfyan, muhammed b. mesleme, eban b. sa’d, hz. peygambere vahiy katipligi
yapan sahabilerden bazilaridir.
Kur’an-i kerim, hz. peygamber devrinde bizzat vahiy melegi ve nebi
(s.a.s)’in birbirlerine karsilikli okumalari ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmustur. ancak hz. peygamber’ in sagligi müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta toplanmasina imkân yoktu. çünkü vahyin hz. peygamberin ölümüne kadar devam ettigi bilinmektedir (buharî herrid-i sarih, xı, 228) hz. peygamber’in vefatindan dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy onun vefatiyla son buldu. böylece kur’an inen son âyetle tamamlanmis oldu.
Yüz on dört sûre, altibin altiyüz altmis alti âyetten mütesekkildir. Kur’an sûreleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi
Bazi sûreleri mekke’de inmesi dolayisiyla “mekkî”, bazilari medine’de indirildiklerinden “medenî” diye nitelendirilmis ve yirmi iki yilda tamamlanmistir.
Vahyedilen bütün sûrelerin hafizlar tarafindan ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri ve kiremit inceligindeki pisirilmis tuglalara yazilmak suretiyle korunmustur.
Hz. peygamber (s.a.s)’in vefatini takip eden yemâme savaslarinda yetmis kadar hafiz (kurrâ)’in sehid düsmesi müslümanlari telâsa düsürmüstü. hz. ömer de hafizlarin toplanmasi için halife hz. ebu bekir’e basvurarak konunun görüsülmesini istemisti. bunun üzerine hz. ebu bekr, zeyd ıbn sâbit
baskanliginda toplanan abdullah b. zübeyr, sa’d b. ebi vakkas, abdurrahman
b. haris b. hisam’in da bulundugu büyük bir komisyon tarafindan kur’an
sahifeleri mekke lehçesi esas alinarak bir araya getirildi (muhammed
hamidullah, ıslam peygamberi, çev. salih tug, ıstanbul 1980, ııı, s. 761).
Hafiz ve kâtib olan zeyd b. sâbit, hz. ebû bekir’in talimi, hz. ömer’in
yardim ve gözetimi altinda, elinde yazili kur’an metni olan herkesin bu
metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat hz.
peygamberden yazildigina dair iki güvenilir sahid gösterilmesi istendi.
böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmis ve kur’an-i kerim’in
aslî nüshasi yazilarak halife hz. ebu bekir’e teslim edilmistir. zeyd b.
sâbit’in çalismalariyla ortaya koydugu bu aslî nüshaya “ımam mushaf” adi
verilmistir. abdullah b. mes’ûd’un teklifiyle iki kapak arasinda “ımam
mushaf” üzerinde yapilan danisma ve görüsmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlik görülmemis ve güvenirligi konusunda ittifak
saglanmistir. böylece kur’an-i kerim her hangi bir tahrifata ugramadan
“mushaf” haline getirilerek ayni mushaftan çogaltilan mushaflarin ana
kaynagini teskil etmistir. www.ilkayet.com sitesinden14.2.2003
X
Bir uyduruk internet kaynagi ile hüküm vermek sizin için bilimsel ise devam et .
Oysa çok kritik bir noktadasin. hala müslüman olabilirsin. belki Tanrıin sifatlarini anlatan ilmi bir eser okursan tanrilasmaktan vazgeçer insanlik görevlerini hatirlarsin.
Düsüncelerinde ümit veren pariltilar var. ama çetiner çalisi muhatap alabilmen esef verici. ebedi mutlulugunu tehlikeye atma……
be14 subat 2003
x
+++Yüz on dört sûre, altıbin altıyüz altmış altı âyetten müteşekkildir.
Birsen Hanım,
Bu sayı 6232 dir gerçekte. Ancak bir söylenti var. Kuran ayetlerinin aslında 6666 olduğu ancak, bunların içinden sonradan 400 küsur kadarının çıkarıldığı ile ilgilidir.
Bu sonradan çıkartılan ayetlerin içeriği de, cennet hurileri ve cihad ile ilgili olan ayetlerdir. Bir rivayete göre, bazı cennet ayetlerinin anlatımının çok aşırıya kaçması ve gene cihad konusunda bazı ayetlerle bugüne çok ters düşecek bazı ayetler Kuran’dan çıkartılmıştır. Denir ki, Kuran’ın aslı El – Azher üniversitesindedir. Ancak bununla ilgili kesin bir bilgi yok.. Belki, günün birinde oradan bir üniversite öğretim görevlisi bu gerçekleri açıklarsa öğrenebiliriz..
Diğer konuya gelince.. Neden Müslümanlar bu kadar saçmalığa rağmen inanmaya devam ederler.. Aynı düşünce ile, Atatürk’de, okurlarsa ne olduğunu anlarlar ve inanmakta devam etmezler diye Kuran’ı türkçeye çevirtmiştir.
Bilirsiniz doğuda, bazı aileler çocukları doğduklarında kol ve bacaklarını bürkerek bebeğin sakat kalmasına neden olurlar. Bunu yapmalarındaki amaç çocuğun büyüdüğünde cami önlerinde dilencilik yaparak hayatını kazanabilmesi ve aileye de para getirmesi içindir.. Bu korkunç uygulama maalesef hala geçerlidir.. Burkulan kol ve bacaklar artık katiyetle düzelmezler, o insanlar için tek yol, cami önlerinde dilenerek geçimlerini sağlamaktır..
Aynı şey atlar içinde geçerlidir.. Bilirsiniz atların doğal yürüyüşünde rahvan yürüyüş yoktur.. Atlara rahvan yürüyüş sağlamak amacıyla, ön ve arka ayaklar çapraz birbirlerine bağlanır ve atlar bir süre rahvan yürüyüşe alıştırılırlar..
Bu uygulamaların bir benzerini de dini inançları ufak yaşlarda beyinlere işlemekte görürüz. Modifie edilen beyin, özellikle din konusundaki mantıksal özelliklerini tamamen yitirir. Kuran’da gözlerine perde koyduk sözü, sanki aynen bunlar için geçerlidir. Bu biraz çıplak kral hikayesine de benzer.. Madem inanmasını istiyorsun o halde neden inanmasın diye perde koyuyorsun değil mi..? Ama, dikkat edilecek olursa gerçekten bir perdenin mevcudiyeti vardır. Inanmamalari için değil ama, görüp de sorgulamamaları için.. Bir Müslüman, Kuran için babasını bile itebilir.. Çünkü bunu Kuran emreder. Ayetlerimizi inkar ediyorlarsa balalarınız ve kardeşlerinizi dahi veli edinmeyin der.. Böylesine bir duyuruyu, Tanrı hükmü olarak kabul eden bir insan beyninin, sağlıklı düşünebilmesi mümkün müdür..?
Bu insanlar için yapılabilecek hiç bir şey yoktur.. Yapılabilecek tek şey, islam’ı mümkün olduğu kadar fazla insana anlatıp, bu türlerin topluma zarar vermelerini önlemektir..
Bu satırların çok sert ve kırıcı olduğunu biliyorum ama maalesef ki, doğrusu budur. Bu şekilde bir inanç içinde olan bir insanın kazanılması mümkün değildir. O insanı kazanmak için kaybedilecek zamanla, mantığı biraz yerinde olan bir çok insan önceden kazanılabilir.. Islam inancı ile beyni kavrulmuş olan bir insana uzatılan bilgi, size her an bir hakaret veya herhangi bir saldırı şeklinde dönebilir.
Siz bir ayet okuduğunuz zaman, size islam’a saldırıyorsun derler.. Hakaret ediyorsun derler.. Bunların hiç birinin mantıklı bir açıklamasının olmamasının nedeni,
islam ateşiyle kavrulan beyinlerin işlev görememeleri ile ilgilidir.
OM, 14.2.2003/19.22
X
Kullugu, koleligi, sorgulamadan herturlu bagnazligi kabul edenleri, bilime sirt cevirenleri, basit bir mantik yurutmeye bile kendini layik goremiyenleri, Tanrıin dogru durust yarattigini kendisinin izni olmadan yeniden sekillendirmeyi Tanrı da red etmektedır kıtabında. kendısıne shırk kosmak olarak tanımlamıstır bunları ve en buyuk ceza ıle cezalandıracaktır. kıtabını Tanrıın bahsettıgı aklı kullanıp anlayarak okuyanlar ıcın sayısız nımetler vardır. bu Tanrıın hukmudur.cok sevdıgı kulları devamlı olarak Tanrıın verdıgı aklı kullanarak akla uyanı kabul edecekler uymayanı ıse red edeceklerdır.
Tanrıın bu emrını gozardı edenler dınlerını Tanrıını anlayamamıs zavallı kımselerdır. Tanrı esas onların gozlerını kalplerını muhurlemıs perde ındırmıstır. kıtabında dosdogru boyle soylemektedır yuce tanrı.
Dın budur dıye zır cahıl dın adamı gecınen yobaz tayfasının dedıklerıne “aaa dın boyleymıs bu adam nur yuzludur vardır bır hıkmetı dıye yobazalara ınananlar cehenneme odun olacaklardır.
Aklın suzgecınden gecmeyen hıc bır sey, kulları tarafından yazılmıs kıtabında olsa bıle kabul edılemez. bu o yuce varlıgın yarattıgına emrıdır.
Peygamber olmeden once kuranın kıtap seklıne getırılmemesını Tanrıın onu (kıtabını) gonullerden gonullere sag salım bozulmadan aktaracagını bundan emın olunmasını ıstemesıne ragmen kıtap seklıne getırılmesı bızzat peygamberın uyarısına, Tanrıın ıstegıne terstır. cunku arık Tanrıın gonullerden gonullere aktarırken muhafaza etmesı ımkanı bızzat Tanrıın elınden kulları tarafından cekılıp alınmıstır.
İste bu nedenle kuranın artık Tanrıın kıtabı oldugunu soyleyebılmek ımkansızlasmıstır.
Soyle ya da boyle aklın suzgecınden gecmeyen gene Tanrıın emrı ıle kabul eılemez.
Ben bu dıne ınanıyorum dıyenlerın bunu hıc mı hıc unutmamaları gerekır.
Dınde mantık / akıl kullanılması zorunludur.
Tanrıın bahsettıgını emrı hılafına kullanmamak ta yobazlıgın dık alasıdır.
Her dın mensubunun buna uyması gerekır.
Her uc dınde de aklını kullanıp gercek dındar olanlaın sayıları yobazlardan cok cok daha fazladır.
Ne yazıkkı koru korune ınananlar bunun ayırdında bıle olamayan zavallı mahlukattır.
Tanrı gunahlarını affetsın.
Çetiner Çalış, 14.2.2003/22.20
X
Çetiner Dostum,.
Önce her zaman olduğu gibi saygılar, sevgiler sundum. Gönderdiğin mektubu okudum mutlu oldum.
Mektubunun altında yazıyı da beğendim. Atatürk’e, cumhuriyet’e, demokrasiye ve laikliğe bağlılığınıza imrendim. Yazınızda söylenmesini gerekenleri çok güzel dile getirmişsin. Ancak dile getirirken biraz öfkelenmişsin.
Unutma söyleyecek sözü olmayanlar küfreder, söver, öfkelenerek ortalığı gerer. Sonunda da öfkelenen kim olursa olsun kaybeder.
Söyleyecek sözü olanlar öfkelenmez. Ne denli haksızlığa uğrasa da etkilenmez.
Atatürk’ün erki eline geçirdikten sonra İslamiyet hakkında söylediği öylesine ağır sözler vardır ki Atatürk’ün irticaya karşı düşmanlığını, kinini, nefretini bildirir.
Atatürk’ün şu sözleri nasıl görmezden gelinir? Bu sözler: Atatürk’ü İslam şeraitinden yanaymış gibi gösterenlerin önüne sürülmelidir: “Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim değil amacıma değil, o adım benim milletimin hayatıyla ilgili, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı görüşte olan arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.” (20 Mart 1923, Konya Gençleriyle Konuşma… ASD, c. II, s. 145-146)
Bu vahiy anaforuna kapılmış insanlar yalnız Atatürk’ü değil kendi dinlerini de bilmiyorlar. Aşağıda dinleri konusunda sayfayı aşacağını sandığım yazımın birinci sayfasını göndereceğim. Her gün bir sayfa olmak üzere bekleyin.
Ömer Malik arkadaşa benim bir şey söylememe gerek yok. Durumu elverdiği ölçüde karanlığa karşı aydınlanma ışığını söndürmeyecektir.
Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler sana.
Av. Hayri Balta, 26.2.2003
+
ŞERİATÇI DAYATMAYA KARŞI

Şeriat düşkünleri bizleri susturmaya çalışıyorlar. Anayasamızın bizlere görev olarak verdiği Cumhuriyeti, Demokrasiyi, Laikliği savunma hakkımızı bize çok görüyorlar. Hem de Atatürkçü görünerek,
Bizleri “Tanrı tanımaz, İnananlara karşı düşmanca, kışkırtıcı yayınlarda bulunanlar kapsamına alıyorlar. Atatürkçü düşünce sistemine gönül vermiş insanların çalışmalarına balta vurmakla!” suçluyorlar. Tanrı, din-iman, Muhammed-Kuran adına, şeriat düzeni kurma amacı ile örgütlenerek bizleri susturmaya (ıskat etmeye) çalışıyorlar.
Fethullah Gülen ile Rahmetli Esad Çoşan” gibi cumhuriyete ve laikliğe karşı davranışları nedeniyle yurt dışına kaçmak zorunda kalanları ve yurt dışında ölüp yaşayanları bizlere örnek gösteriyorlar.
Aşağıda konuk defterime giren iki vatandaşımızın suçlamalarını olduğu gibi alıyorum. Bu iki yurttaşımızın yazdıklarını hayretler içinde okuyacağınızı sanıyorum:

1. “Sayın Hayri Balta, İnsanlar tanrısız olabilirler ve bunu yayma çabasında bulunabilirler. Bunların hepsini anlarım. Ama Tanrı tanımazların, İnananlara karşı düşmanca, kışkırtıcı yayınlarda bulunmaları iğrendiricidir. Sitenizde gerek karikatürlerde gerekse çeşitli yazılarda bu küçüklüğü gördüm. İnananlara karşı tavırlarınızda insancıl bir düzey tutturabilmenizi; (gerçekleşmeyeceğini bile bile) dilemek istiyorum. Umarım Fethullah Gülen Hocaefendi, Rahmetli Esad Çoşan Hocaefendi ve diğer bütün din-ilim adamlarındaki hoşgörü ve insana saygı düzeyine ulaşırsınız. Saygılarımla…
Karlık, 19.1.2003”
+
2.”insanların inançlarına saygısızlık yaparak Atatürkçü düşünceye nasıl hizmet ediyorsunuz? (Bu kanıya sitenizde verdiğiniz şiirlerin içeriğinden varıyorum) Bu gibi yaklaşımlar Atatürkçü düşünce sistemine gönül vermiş insanların çalışmalarına balta vurmaktan başka bir işe yaramaz.
Serkan Apul, 15.2.2003”

Öyle anlaşılıyor ki bunlar beni Tanrısız, dinsiz imansız olarak görüyorlar. Oysa bütün dünya Tanrı’ı inkar etse ben inkar etmem. Bütün dünya dinsiz olsa ben kesinlikle dinsiz olmam… Tanrısızlık ve dinsizlik olumsuz kurallara bağlılıktır. Ahlaksızlıktır, edepsizliktir, başkalarının din ve inançlarına baskıdır…
Din kavramının kökeni Den kavramıdır. Den demek; ahlak, edep, terbiye demektir. Den sözcüğü giderek din olmuştur.
Den kavramının olumsuzu ise Densizdir. Halkımız arasında haddini bilmeyenlere “Densizlik etme!” denir. Terbiyesizlik anlamına gelir…
Ben, dinsiz olamam derken; ahlaksız, bilgisiz, edepsiz, terbiyesiz olamam demekle ben “DENSİZ” olamam demek istiyorum.
İnsanın densiz (dinsiz) olmaması için bir Tanrı’ının olması gerektir. Bu da bütün insanlığın kabul ettiği doğruluk, dürüstlük, güzellik, iyilik gibi genel doğrular, olumlu kurallar, üstün değerler, yüce erdemlerdir ki dinde bu bu saydıklarım “esma-ı hünsa” kavramı ile (Tanrı’ın sıfatları) ifade edilir. Böylece olgun insanın (İnsan-ı kâmil) kendini bağladığı ahlak kurulları edep, terbiye, bilgi ve bilgelik gibi olumlu kavramların tümü Tanrı kavramı olarak adlandırılır. Bu yüzden ben bu kuralları (Yani Tanrı’ı) tepeleyemem, benim bir Tanrı’ım yok diyemem. Bu bilgiler ışığında olumsuz kuralları yapmamak için çaba gösteren biriyim. Bu anlamda olmak üzere Tanrı’ı tanırım. Bu anlamda olmak üzere dinliyim; dinsiz değilim. Densiz değil Denliyim… Öyle sandıkları gibi bilinmeyen bir yerde gizli bir güç, ruh, varlık yoktur. Bu da demek ki peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bu söylemlerin simgesel anlamları vardır. Her bilim terimler aracılığıyla öğrenilir. Tanrı, Peygamber, kitap, cennet, cehennem, cin-şeytan da din ilminin anlatan terimleridir. Gerçekte anlamda değil, mecazi ve simgesel anlamdadır… Beni Tanrısız, dinsiz, kitapsız görenlerin Tanrı bilgisinden, Din ilminden, din edebiyat ve felsefesinden haberi yok demektir. bilgisinden haberi yok demektir.
Bu durumda bizim, inandığı gibi yaşayanlarla hiçbir sorunumuz yoktur. Çünkü tarih oyunca halkın din anlayışı başka; Peygamberlerin ve ermiş kişilerin din anlayışı başkadır. Peygamberler ve ermişler halkı inançlarından vaz geç iremeyeceklerini bildikleri için gerçek dini ancak kendi yakınlarına vermiştir. Buda İslam peygamberi “Ben elimde din bilgisi olan iki torba ile geldim. Birini Ali’ye verdim; diğerini halka verdim!”demiştir.
Bize karışmayanlar, kendi şeriatlarını bize dayatmak istemeyenler istedikleri gibi inansınlar, istedikleri gibi yaşasınlar; yeter ki, “Benim dinim hak dindir. Niçin sen de, benim gibi, Hak dine inanmıyorsun!”(K. 3/85) diye dayatmada bulunmasınlar. Bizim sözümüz kendi şeriatlarını bize, tıpkı peygamberleri gibi dayatmak isteyenleredir. İnanmadınız değil mi? Öyleyse Kuran’daki şu Hadis’i okuyalım:
“İnsanlar ‘Lailahe illTanrı’ deyinceye kadar onlarla cihada memur oldum, şimdi her kim ‘Tanrı’tan başka ilah yoktur’ derse canını ve malını benden korumuş olur.” (Bkz. Sahih-i Müslüm. İst.1401.C.1.s 51-52, Had. no. 32 ve İmam Suyuti, mütevatir hadisler, Ank. 1992, s.30-31, Had. No.4). Biliyorum, aklını imana kurban edenler, hayallerinde yarattıkları bir Tanrı’a, dine inananlar bu Hadis uydurma olabilir deyerek durumu kurtarmaya kalkabilirler. Ama aynı içerikte bir de âyet vardır. Bakalım buna ne deyeceklerdir?
“Kitap verilenlerden, Tanrı’a, âhiret gününe inanmayan, Tanrı’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” ( K. 9/29). İnanılacak gibi değil mi? Şimdi soruyorum Tanrı böyle der mi?
Ne demektir bu? “Canınızı ve malınızı benden korumak istiyorsanız “Lailahe illTanrı” diyerek imana gelerek Müslüman olmalısınız. Aksi takdirde malınızı alır sizi de öldürürüm” demek değil midir.
Günümüz anlayışına göre; düşünce inanç özgürlüğüne tecavüz değil mi bu ayetler ve hadisler? Günümüzde bu sözler söylenebilir mi?
Bu sözlere göre günümüz insanlarının yaşamına yön verilebilir mi? Bu ayetlerden ve hadislerden daha onlarca varken ve bu âyetleri din literatüründe “Şiddet “Ayetleri” denirken, aklı olan bir kişi bu ayetler ve hadisler üzerinde düşünmeli değil mi? Tanrı’a yakışan söz (kelam) şöyle olmalı değil mi? “Ey Muhammet! Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez; fakat, Tanrı dilediğini doğru yola iletir…”(K. 2/272)
Tanrı’a yakışan kelam bu ayettir (K. 2/272). Eğer, K. 9/29’u Tanrı’a mal edersek bu iki ayet arasında somut bir çelişki görürüz. Çelişkileri Tanrı’a yakıştırabilir miyiz? Her iki ayeti de Tanrı’a mal edersek işin içinden çıkamayız. İşin içinden çıkamayacağız gibi Tanrı’ı da aşağılamış oluruz…
Çünkü Tanrı, bir yerde “Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez..” (K. 2/272) derken; diğer bir yerde de “Sizin dininiz size,benim dinim bana!” (K. 109/6); sonra bu sözlerinden cayıp “Boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar onlarla savaşın.” (K. 9/29) der mi? Böylesine açık bir çelişki karşısında insan aklı kısa devre yapmaz mı? İşin içinden nasıl çıkacağız?
Hem Tanrı, niçin kullarını savaşa sürükleyip de birbirini kırdırsın. Tanrı değil mi, boyunlarını büküp elleriyle cizye vermeyen kâfirlerle Müşriklerin yapışsın yakasına, versin cezalarını kendi elleriyle… Nasılsa Tanrı, “…bir işin olmasını dilediğinde, yalnız ona “Ol!” der, o da oluverir.” (3/47)
Kutsal kitaplarda Tanrı’ın ceza verdiğine ilişkin birçok örnek var. Örneğin Tanrı, Nuh Peygamber’i dinlemeyen azgınları bir tufan yaratarak boğup öldürmedi mi?. Sapık ilişkilerde bulundukları için Lut Peygamber’in kavminin tepesine kükürt yağdırarak, tıpkı Roma yakınlarındaki Pompeyn’de yaptığı gibi, taş etmedi mi? Musa’nın peşine düşen Firavun’un ordusunu Nil nehrinde boğarak helak etmedi mi?
Bu tür örnekler çok. Son bir örnekle bitirelim. Müslümanların kutsal kenti Mekke’yi işgal eden Fillerle donatılmış Habeş ordusunun başına Ebabil kuşlarıyla taş yağdırarak hepsini darmadağın etmedi mi? Kendisini inkar edenleri, Peygamberlerini dinlemeyenleri, sapık ilişkide bulunanları yok ettiği gibi Peygamberini dinlemeyen Mekkeli Müşrikleri ve de İslamiyet’i kabul etmeyen kafirleri bir saniyede yer ile yeksan etsin, işi bitirsin. (bk. Fil suresi…)
Böyle yaptığı takdirde, bu kez de kendisine şöyle sormalı değil miyiz? Değil mi ki “Dileseydim, onları doğru yola iletirdim” (K. 10/99) diyorsun; “doğru yola iletmediklerini” cezalandırmak şanına, adaletine yakışır mı?
1400 yıldır insanlar birbirlerini kafirsin; yok sen kafirsin diye öldürüp duruyorlar. Karılarının kızlarının ırzına geçiyorlar, tutsak aldıkları bayanları cariye, bayları da köle olarak kullanıyorlar ve birbirlerinin malını savaş ganimeti olarak alıyorlar ve aralarında paylaşıyorlar. Tanrı, bu ceza verme işini kendisi yüklenseydi de insanlığa yakışmayan bu kan dökücülükler, bu kepazelikler olmasaydı daha iyi olmaz mı idi? Hiç olmazsa İnsan oğlu kan ve gözyaşına boğulmazdı.
Ben bu yazıyı aklını imana kurban etmemişler için yazıyorum. Aklını imana kurban edenler için ise ne söylesem kâr etmeyeceğini biliyorum. Zaten onlara söyleyecek sözüm de yok. Onlar iman denilen anafora, girdaba kapılmışlar bir kere. Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve diğer aydın görünen ilahiyatçılar gibi ne yapsalar kurtulamazlar, dönüp dolaşıp yine vahiyde, imanda karar kılarlar. Şimdi aklını imana kurban etmeyenler böylesine açık adaletsizlikleri ve çelişkileri görmezlikten gelebilirler mi? Bunun içindir ki dinciler “Gerçeğe akıl yolu ile varılamaz!” derler. Çünkü akıl çalışmaya başladı mı din-iman sözleri eleştiriye tabi tutulduğu için sarsılır ve giderek ortana kalkar. Bunu önlemek için Kuran’da şöyle denmiştir: “Zan, Hak’tan bir şey kazandırmaz.” (K. 53/28) ve “Bilmediğin şeyin ardına düşme.Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi bundan mes’uldur.” (K. 17/36) Şeriatçıların; demokrasiye ve laikliğe karşı olmalarının nedeni de budur.
Bu nedenle yukarıda açıkladığım birbirleri ile çelişen bu ayetleri Peygamber sözü olarak kabul edersek işin içinden çıkabiliriz. Çünkü İslam Peygamberi de bir insandır. İnsan beşer; beşer olan da şaşar… Çünkü İslam Peygamberi ben de sizin gibi insanım demiştir. Okuyalım: “… Ben de sizin gibi bir insanım!” (K. 41/6)
Müslümanları bağlayan bu tür ayetler ve hadisler; yani, “şeriat düzenini getirme amaçlı şiddet çağrıları; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Düşünce ve inanç özgürlüğü ve de Atatürk’ün: “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle bağdaşır mı?
Şimdi bizleri Atatürkçülerin çabasını baltalamakla suçlayan Atatürkçülere bir soru. Biri “Yurtta sulh, cihanda sulh!” diyor. Biri de “Eğer imana gelmezseniz canınız ve malınız bana helal!” diyor. Bu iki önderi birbirleriyle özdeşleştirebilir miyiz?
Genellikle devlet ve hükümet büyüklerince, Atatürkçü laik aydınlarımızca sık sık söylenen “İslam en akılcı, en mükemmel ve en son dindir. İslam’da hoşgörü ve sevgi vardır!” sloganını ne zaman duysam; bu ayet ve hadisler aklıma gelir. Aklı olan bir kişi Tanrı’ın ruhundan üfürmesiyle bir ç ocuk olacağına inanmazlar. Ölü ve her parçası bir dağa bırakılan bur kuşun parçalarının bir araya gelip dirileceğine inanmazlar. Daha bunun gibi yüzlerce örnek var… Bu nedenle ne deyeceğimi şaşırırım.
Hayır, İslam akılcı bir din değildir, İslamiyet de diğer Tek tanrılı dinler gibi, vahye dayanan bir dindir. İslam ileri gelenleri sık sık yinelerler: “Gerçeğe akılla değil, imanla varılır” derler. Bunların başında da Gazali, Mevlana gibileri gelir…
En mükemmel bir din midir, sorusu üzerine de aklıma; kadını dövebilme, dörde kadar kadın alabilme, kadının tarla olarak görülmesi ve tesettüre sokulması, kız çocuklarının okutulmaması gelir. Hulle (Kocasının üç kere boşadığı bir kadının, kocasına dönmek istemesi halinde bir başka erkeğin konuna girmesi…) Zina yapanların taşlanarak öldürülmesi (Recm) gelir, kırbaç cezası, hırsızın elini kesme, kafir mümin ayrımı, dinin değiştirenin öldürülmesi cizye (kelle parası) gelir. Cariye-köle gelir, çaprazlama el-ayak kesme, muta nikahı gibi hükümler gelir. En önemlisi bütün İslam ülkelerinde 1400 yıl boyunca bir kere olsun çok partili bir demokrasi olmaması gelir ve hepsinin de ortak karakteri olan diktatörlük, krallık, padişahlık, şeylik, emirlik gelir…
En son din denince Babailik-Bahailik gelir, Hindistan’aki yeni yeni kurulan dinler gelir Örneğin daha yeni kurulan Satya Sai Babanın dini gelir ki bu dinin kurucusu olan Satya Sai Baba kendisine inananlarca Tanrı olarak kabul edilir. Demek ki İslamiyet en son din de değildir.
İslam Peygamberi, Ne zaman ki devlet kurucusu olup güçlenince siyasetin gerektirdiği koşulları, kendi ümmetinin çıkarlarını ve kendi doğrularını kabul ettirmek için kılıca sarılmıştır. Bu nedenle İslamiyet denince akla cihat, kılıç ve savaş gelmektedir. Dikkat edilirse Kuran’daki Muhammet suresinin bir adı da Kıtal suresidir ( bk. Kuran’ı Kerim Meali, Doç Dr. Ziya Kazıcı-Doç. Dr. Necip Taylan, Çağrı Yayınları, 1993).
4. Halife Ali’nin kılıcı iki çataldır, her çatalından kan damladığı görülür. Ali’nin unvanı da Tanrı’ın aslanıdır. Halit bin Velid’in unvanı da Tanrı’ın kılıcıdır. Şeriatla yönetilen ülkelerin bayraklarında ay-yıldız yanın da bir de kılıç görülür.
Günümüz gazetelerinde İslam adına yazılan çizgi roman kahramanların hepsi, bir elinde kalkan, bir elinde yalın kılıçla gösterilir ve de hadis olarak “Cennet kılıçların gölgesindedir” denir. Çünkü kılıcı ensesinde hisseden insanların sesi soluğu kesilir ve çelişkileri dile getirecek cesareti yitirir. Böyle toplum baskı altına alınarak insanların düşüncelerini açıkça ifade etmesi önlendiği gibi İslam’ı kabul etmeyenlere karşı cihad açılır ve malları mülkleri ganimet adı altında alınır, ganimetler paylaşılınca toplumun refah seviyesi arttığı için sessizlik ve itaat sağlanır ve bu da cennet olarak adlandırılır.
Bu nedenle dine dayalı yönetimlerde düşünce ve inanç özgürlüğü olmamıştır. Düşüncelerini açıkladıkları için kellesi kesilenleri, diri diri derisi yüzülenleri, idam sehpasında sallanan aykırı düşünceli düşünürlerini gözlerimizin önüne getirelim….
Bu nedenle dinsel verilerle yönetilen toplumlarda düşünce ve inanç özgürlüğü gelişmemiştir. Örneğin Afganistan’da, şeriat polisi tarafından, Budistlere kendilerini belirleyecek renkli giysiler giymeleri emredilmiştir. Bu yüzden şeriatla yönetilen ülkelerde gayri Müslimlere başka inançta oldukları için ek vergi olarak bir de kafa parası (cizye) denilen vergi konmuştur ve bunun kaynağı da Kuran’dadır. (Bk. K. 9/29.)
Osmanlı tarihinde de, bir dönem Yahudilerle Hıristiyanlara kendilerini belirleyecek şekilde giysiler giymeleri zorunlu tutulmuştur. İşte bu baskılar ve kılıç korkusu nedeniyle insanların akılcılığa yönelerek düşüncelerini açıkça ifade etmeleri önlenmiştir. Demokrasinin ve laikliğin sözü bile edilmemiştir. Bütün dinci yönetimlerde bir kere olsun demokratik örgütlenmeler ve yönetimler görülmemiştir. Dinci yönetimlerin geri kalmış olmalarının ikinci nedeni kadınları daha başından günahkar, erkeği aldatan, fitneci bir varlık olarak görmeleridir ki bu konuyu başka bir yazımızda incelemek gerekecek…
Halkın isteği, istenci (iradesi) geçerli olmadığı için bilimde, teknikte hiçbir gelişme olmamıştır. Bu olguya karşın bırakın şeriatçıları kendilerini solcu sanan kimi aydınlar bile Doğu ile Batı dünyasını kıyaslamaya kalkarak; Batı ne almışsa Doğu’dan almıştır denir. Oysa Mutezile zamanında isim yapmış İslam düşünürleri (Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler Sitem’e girebilirler…) bu bilgileri putperest filozoflardan (Romalı ve Yunanlı bilginler demek istiyor…) aldık. Eğer onların kitapları olmasaydı biz çok cahil kalırdık. Demişlerdir. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler İlhan Arsel’in kitaplarına göz atmalıdır.
Ne var ki bütün bunlara karşı, şeriatla yönetilen ülkelerde, insanlık doğal olan düşünme ve düşüncelerini açıklama olgusunu Batınî tarikatlar yoluyla bu güre kadar sürdürdükleri gibi İslam’ın barışçı, sevecen, hoşgörülü yanı bu ermişler tarafından dile getirilmiş ve günümüze değin de korunmuştur. İsim yapmış tasavvufçuların yaşamları incelenirse bu gerçek görünür. Örneğin Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli gibileri…
Eğer İslam dünyası; dünya kamu oyunun kendisini cihatçı, savaşçı, terörist gibi görmelerini istemiyorsa; barışçı, hoşgörülü tasavvuf bilginlerini örnek almalı ve bu cihat ve kılıç edebiyatından vazgeçmelidir. Artık nükleer savaş araçları karşısında kılıca özenmenin hiçbir yararı yoktur.
Günümüzde bile geçerliliğini sürdüren bu kılıç özleminin işe yaramayacağını günümüzden iki bin yıl önce İsa görmüştür. Bu ön görüyü görmek için İslam Peygamberinin de onayladığı İncil’de şöyle denmiştir: “…Ona (İsa’ya) yol gösterici olarak, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat’ı doğrulayan İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (5/46). Bu anlamda olmak üzere İncil’deki şu ayeti de okuyalım: ”…kılıcını yerine koy; zira kılıç tutanların hepsi kılıçla helak olacaklardır.” (İn. Mat. 26/52).
Nitekim İslam Peygamberinin kılıç kaldırdığı Emevi soyu da peygamberin kendi soyuna (Ehli beytine) kılıç kaldırmıştır. Kuran’da “… Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim yakınlarıma (Ehl-i Beytime) sevgidir..” (K. 42/23) diye emredilmiş olmasına karşın. (bk. Abdulbaki Gölpınarlı, Bedri Noyan, Yaşar Nuri Öztürk… gibilerinin bu ayeti Akrabama, Ehl-i Beytime olarak tercüme ettikleri halde hâlâ Muaviye sevgisini yüreğinden atamamış olanlar Muaviye’ye ve taraftarlarına toz kondurmamak için ‘Akraba’ sevgisi diye tercüme etmişlerdir…)
Kuran’da böyle bir ayet bulunmasına karşın; korunmasını emrettiği Ehl-i Beyt; Muaviye, Muaviye’nin oğlu ve Emeviler tarafından kılıçtan geçirilmiştir. Bunun yanında Emeviler Ehli Beyt aleyhine camilerde 70 yıl ehl-ibseyte küfürler içeren vaazlar verdirilmiştir. Bu olayın vehametini anlamak için Kerbela olayı ve Muhammed’in torun çocuklarının Mısır’a ve başka ülkelere kaçıp sığındıkları unutulmamalıdır.
Bu nedenle diyorum ki bütün kutsal kitaplar peygamberlerin sözüdür. Örneğin Tevrat, yalnız Musa’nın sözleri değil; ondan sonra gelen azizlerin, rahiplerin de sözüdür ve bunların sözleri de Tanrı kelamı olarak kabul edilmiştir.
İncil de Tevrat gibi İsa’nın ve kendisinden sonra gelen havarilerin sözleridir. Havariler peygamber olmadığı halde Kuran’da bunlara da; vahiy geldiğini belirtilmektedir. Yalnız havarilere değil Peygamber olmadıkları halde İsa’nın anasına ve Musa’nın anasına da vahiy geldiğini görmekteyiz. Asıl önemlisi vahiy gelenler içinde Yahudi iken yüzlerce Hıristiyan’ı ihbar edip tutuklattırıp, öldürttükten sonra İsevi olan Pavlus’a da vahiy geldiğini belirtilmemesine karşın ve öyle ki “Rab değil, ben söylüyorum!” (İn. Kor. 1.Mek.7/12) demesine karşın bunun da söyledikleri de Tanrı kelamı sayılmıştır.
Kuran da İslam Peygamberinin sözleridir. Bu gerçeği de yine Kuran’dan öğrenmekteyiz. Önce bu konuda Kuran’da yazılmış ayeti okuyalım. “Şüphesiz Kuran, çok şerefli bir peygamberin sözüdür. (K. 69/40, 81/19)
Ama bu kutsal kitaplar, senin benim gibi insanların sözleridir, dense inandırıcılık sağlanamayacağı için inandırıcılık sağlamak ve uygulatmak zor olurdu… Kaldı ki o dönemlerde bilgili, bilge ve öngörülü olgunlaşmış kişilerin sözlerine Tanrı Sözü denirdi. Çünkü dinsel edebiyat gereği böyle denirdi. Amaç: Tanrı sözü (Tanrı kelamı..) nitelemesi ile kutsallaştırarak inandırıcılık ve itaat sağlamaktır.
Eğer Tanrı sözü olmuş olsaydı; günümüzden iki yüz yıl önce Laiklik ilkesi gereğince Yahudilik ve Hıristiyanlık insanların vicdanına hapsedilmezdi. Türkiye Cumhuriyetinde de Kuran hükmü olan 232-234 ayetin, çağımız hukuk anlayışı ile bağdaşmadığı gerekçesi ile yürürlükten kaldırmaya kimsenin gücü yetmezdi. Çünkü Kuran’a göre “Tanrı, emrini yerine getirendir. K. 65/3”
Eğer dedikleri gibi Tanrı’ın sözleri olmuş olsa idi T:C.’nin haddine mi düşmüştü Tanrı’ın sözlerini uygulamamak. Kuran’da şöyle demiyor mu idi: “Tanrı hükmünü yerine getirendir. “ (K. 13/41, 65/65/3)
Gözümüzle gördüğümüz ve yaşadığımız günümüz hukuk ve olaylarındaki uygulamalar ile Kuran hükmü birbirine ters düşmüyor mu? Aklımız olduğuna göre bu konuda ne deyeceğiz? Ama bu konuda zamanının din bilgini Şeyh Bedrettin çok güzel bir açıklama getirmektedir: “Kuran Muhammed’in sözüdür. Ancak Tanrı kelâmı demeyen kâfir olur!..” (Bk. VARİDAT)
Eğer Tanrı, din edebiyat ve felsefesinde araştırma yaparak ezoterik (Batınî, gizli, ilm-i ledün…) bilginin ne demek olduğunu bilirsek bütün dinsel terimlerin halkın verdiği anlamlar dışında birer anlamı olduğunu görürüz.
Bu anlamları ancak dini tahkiki yapanlar bilir. Şimdi ben, Hallaç-ı Mansur, Nesimi, Muhiddin Arabi, Yunus Emre ve Şeyh Bedrettin gibi ilm-i ledün konusundaki gerçekleri; geçmiş din bilginlerinin verdikleri bu bilgilere göre açıklamakla din düşmanlığı mı yapmış oluyorum. Ne kadar cahilce bir yargı…
Yunus Emre bile, günümüzden 700 yıl önce halka gerçeklerin söylenmemesi üzerine vecde gelerek şöyle demekten kendini alamamıştır:

“Oruç namaz zekat hac cürm ü cinayettirir
Fakir bundan azattır has ül heves inde

Aynen yakîn görüptür Yunus mecnun oluptur
Bir ile Bir oluptur Hakk-al yakîn içinde”
“Günümüzün anlaşılır dili ile söylersek: Hac, namaz, oruç, zekat bana göre anlamsız olup ben bu yükümlülükten kurtuldum. Ben aynen yakîn (Tanrı’ı anlamak, bilmek ve yaşamak…) mertebesinde olduğum için kendimden geçerek Tanrı’la iç içe Hakk’el yakîn ( Tanrı’ı anlayıp bilme yanında onu yaşamak, yaşamıma uygulamak…) olmuşumdur…”
Eğer Yunus Emre, günümüzde yaşayıp da bu sözleri söylemiş olsaydı din bilgisinden habersizlerin oluşturduğu yasa gereğince dine hakaret nedeniyle kovuşturulmaktan ve belki de ceza almaktan kurtulamazdı.
Bu arada şöyle bir soru sorulabilir. Yunus Emre’nin ve diğer din bilginlerinin şeriat için yazdıkları övgü dolu şiirler de vardır. Doğru, vardır… Ama bu ermişlerin döneminde ne demokrasi, ne laiklik ne de düşünce ve de inanç özgürlüğü vardı. O günün koşulları gereği cahilleri tahrik etmemek amacı ile ağızlarınca vererek onların; olası saldırılarını önlemek istemişlerdir. Yani kendilerini gizlemişlerdir (Takiye yapmışlardır…) Kanıtı da yukarıdaki şiirleridir ve bu şiirlerine benzer daha çok söylemleri ve deyişleri vardır.
Bütün tek tanrılı dinlerin en büyük yanılgıları Tanrı ile Peygamberleri ve diğer gerçekçi din bilginlerinin, ermişlerin ezoterik bilgilerinden habersiz olmalarıdır. Din anlayışında en büyük yanlışlık Tanrı ile Peygamberleri ve gerçek din bilgini ermişleri ayrı ayrı görmektir. Eğer bunlar din bilgisinin alfabesini bilselerdi işe Tanrı-Peygamber (Ermiş) özdeşliğinden başlamak gerektir…
Bu konudaki görüşlerimi başta Kuran olmak üzere diğer kutsal kitaplardaki ayetlere dayanarak açıklamamı okumak isterseniz bundan sonra yayına görecek olan 5. bölümü bekleyiniz.
Bu konuda çok ilginç bir ayet daha vardır ki konumuza uygun düştüğü için almadan geçemeyeceğim: “Tanrı ile Peygamberleri ayırt etmek isterler. İşte asıl kafirler bunlardır.” (K. 4/150-152) demek ki Tanrı ile Peygamberleri ayrı düşünmek kafir olmak demektir.
Bu nedenledir ki Kuran’da bir de şöyle denilmektedir: “Kim peygambere itaat ederse, muhakkak Tanrı’a itaat etmiştir. Kim bundan yüz çevirirse (günahkar) olur. Seni onlar üzerine muhafız göndermedik.” (K. 4/80)
Bu konuda bir ayet daha vardır ki çok ilginç olması bakımından bunu da alıyorum: “Gerçekten sana biat edenler, Tanrı’a biat etmiş olurlar.” (K.48/10)…
Elbette Tanrı ve Din bilgisinden yoksun olanlar Tanrı ile Peygamberi birbirinden ayırt ederek insanların doğru düşünmesini engellemek için türlü şaklabanlık yaparlar. Akla gelmedik şaklabanlıklar yaparak işi getirirler götürür vahy’e dayandırırlar. Başta Yaşar Nuri Öztürk-Zekeriya Beyaz çağdaş sayılanları bile “İslam Peygamberiyle vahiy kapısı kapanmıştır!” derler.
Vahiy kapısının kapanmış olyduğunu söylemek Tanrı’yı bilmemektendir. Dünya olduğu sürece, canlı olduğu sürece vahiy kapısı kapanmayacaktır. Bu gün yaşayan hiçbir insan bana vahiy almaktan yoksun değildir. Yeter ki kendi benliğini bencilikten, çıkarcılıktan, aç gözlülükten, hırstan, öfkeden ilahir kurtararak iyi ve olgun insan olmaya çalışsın. İşte o zaman ona vahiy de gelir ilham da gelir Türkçe deyimle esin de gelir.
Ve yine “esin” terimine “içe doğuş” da denir. Esin, İçe doğu, ilham, vahiy hepsi aynı anlamdadır. Bunlardan ahlaki, dini olanına vahiy, sanatla ilgili olmak üzere edebî olanına da ilham denir. Olumlu bir iş yapan insan da yaptığı işi “içe doğuşa” bağlar. Kendisine “Nasıl oldu da bu işi yaptın?” diye sorulduğunda “İçime doğdu da, yaptım!” der. Türkçe’de bu üç kavram da Esin olarak nitelendirilir. Morali bozuk olan bir yazar, ozan, şair üretemezler. Bunlara niçin üretemedikleri sorulsa “İlham gelmediği için…” derler.
Bir örnek daha çoğunun okuması yazması bile olmayan olanların ya da okumayı-yazmayı askerlikte alo okulunda öğrenen halk ozanları bir atışmaya oturdukları zaman irticalen; hem güfte, hem de beste yaparak saatlerce sazlı sözlü atışma yaparlar. Bunun nasıl olduğunu bilmeyenler de Tanrı vergisi diyerek işin içinden çıkarlar. Peygamberlerdeki, ermişlerdeki olağan üstü söyleyişleri, öğütleri, öngörüleri de Tanrı’a bağlayarak “vahiy” gelmese söyleyemez derler. işi götürüp Tanrı’a bağlarlar. Anlayışımız, bilgimiz arttıkça; korkularımız gittikçe; hayalimizde ve ruhumuzda oluşturduğumuz Tanrı anlayışı gider yerine daha gerçekçi bir görüş gelir. Kaldı ki Tanrı inancımız; anlamadıklarımız, bilmediklerimizi, korktuklarımızın bir yansımasıdır.
Eski dönemlerde her edebî, güzel, insanlık yararına söylenen hikmetli sözleri yüceltmek ve inandırıcılık sağlamak için bu tür sözlere Tanrı Sözü (Tanrı Kelamı” denirdi ve hatta söyleyene de Tanrı denirdi…
Bu görüşüme örnek olmak üzere Havari bile olmayan Pavlus: “Rab değil, ben söylüyorum!” (İn. K. 1.Mek. 7/12) demektedir. Yani; “Bu sözler İsa’nın değil benim sözlerimdir.” demektedir. Ne var ki Pavlus bu sözleri de Tanrı sözü sayılarak İncil’de yer almıştır ve Kuran da İncil’i ve Tevrat’ı doğrulamıştır…
Hıristiyanlar İsa’ya peygamber demezler. Rab, Tanrı ve Tanrı’nın oğlu derler. Bir insan Tanrı olabilir mi? Ne var ki Tanrı ve Din bilgisi olanlar bu deyimlerin mecazi ve simgesel bir anlatım olduğunu bildikleri için hiç şaşırmazlar. Bu sözlerle ne demek istendiğini araştırırlar… Bu araştırmayı da yapmaya da, din literatüründe, “Din-i Tahkiki” denir. Ama din konusunda hiçbir araştırma yapmayanlar bu tür konuları irdeleyenlere kafir diyerek içişin içinden çıkarlar. Din konusunu hiçbir araştırmaya tabi tutmadan olduğu gibi kabul edenlerin din bilgilerini ne aşamada olduğunu belirtmek için “Din Taklitçisi” (Din-i taklidî) derler…
Örneğin İncil’e göre İsa; kendi Tanrılığını şu sözleri ile ileri sürmüştür: “… Ya Rap, kimdir o ki ona iman edeyim? İsa ona dedi: Hem onu gördün, hem de seninle konuşan odur. Ve o:Ya Rap iman ederim, dedi; ve ona secde kıldı.2 (İncil. Yuh. 9/35-38) Şimdi kendisini Tanrı olduğunu söyleyen bir kişinin söylediklerine de Tanrı sözü (Tanrı Kelamı) denmez mi? (Bu konuda daha geniş bilgi almak isteniyorsa: MESİH İSA’NIN TANRILIĞI. Josh Mc Dowel&Bart Larson. Çev. Fikret Böcek. Zirve Yay.1.Baskı. 2001. s. 54-57’ye bakabilirler. Bu sayfalarda İsa’nın Tanrılığı hakkında Tevrat’ta ve İncil’de bulunan ayetlerin yerleri gösterilmektedir…) Elbette Tanrı ve Din bilgisi olanlar Kuran’nın doğruladığı bu kitapları Tahrif edilmiştir derler ve kendi yarattıkları Tanrı ve din anlayışının ardından giderler. Akıllarına şöyle bir soruyu sormak bile gelmez: “Tanrı, kendi sözünün değiştirilmesine nasıl olmuş da ses çıkarmamış…”
Bu üç kutsal kitap arasında yalnız Kuran, tamamen Muhammed’in sözleridir. Ancak bir harfi değiştirilmemiştir denilmesine karşın kendisinden sonra gelen Ebubekir, Ömer, Osman tarafından derleme ve düzenleme yapılırken iki tanıkla kanıtlanmayan sözler Kuran’a alınmamıştır. Bu gerçekleri “İlkayet” adresli sitelerinde kendileri açıklamaktadırlar.
Şimdi bakalım Kuran’daki ayet sayıları birbirini tutuyor mu? Okuyalım:
Kuran’da:
Yaygın İnanca göre : 6.666
İbn-i Abbas’a göre : 6.616
Tertib-i Ziba’ya göre : 6.273
Eldeki Kuran’a göre : 6.273
Ö.Rıza Doğrul’a göre : 6.243
Refi Cevat Ulunay’a göre : 6.234
Küfelilere göre : 6.218
Medinelilere göre : 6.214
Mekkelilere göre : 6.210 ayet bulunmaktadır
Görülüyor ki her topluluğa ve her araştırmacıya göre sayı değişmektedir. Yaygın inanca göre Kuran’da “6.666” ayet bulunmaktadır. Oysa ki elimizdeki Kuran-Kerim’de 6.273 ayet vardır.
Salih Nazım’ın Tertib-i Ziba’sındaki bilgiye göre Kuran 6.273 ayettir. Sure başlarındaki Besmeleleri de bunlara eklersek 6.352 ayete ulaşırız.
Ö. Rıza Doğrul Tanrı Buyruğu isimli Kuran-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsirinde 6.243 ayet olduğunu, buna besmele eklendiğinde de sayının 6.356’ya yükseleceğini söylemiştir. Ama doğrusu 6.273 ayettir. Buna besmeleler eklenirse sayı 6.386 olur.
Merhum Ref’i Cevat Ulunay’a göre Kuran-ı Kerim, 6.666 ayet olarak nazil olmamış 6.234 ayet olarak nazil olmuştur. Ayet sayısının 6.666 denmesi bir galat-ı meşhurdur (Bile bile kullanılan büyük yanlışlar…)” (Bk. Kuran-ı Kerim (Türkçe-Şiir). Doç. Dr. Bedri Noyan. Ardıç Yayınları 1. Baskı, Şubat 1997. s. 6. Bu kitapta Kuran hakkında çok geniş açıklamalar ve bilgiler verilmektedir… Kuran hakkında daha geniş bilgi edinmek istiyorsanız Osman Keskioğlu’nun, Diyanet İşleri Başkanlığınca takdir kazanıp tavsiye edilen “KURAN TARİHİ ve Kuran Hakkında Ansiklopedik Bilgiler adlı Nebioğlu Yayınevince yayınlanan kitaba bakınız…
Bütün bunlar gösteriyor ki Kuran yazıldığı gibi günümüze gelmemiştir. Eğer Tanrı tarafından indirilmiş olsa idi Tanrı kelamı olmuş olsa idi, ayet sayısında birliktelik olurdu. Çünkü Kuran’daki “Kuran’ı biz indirdik; onu koruyacak olan elbet de biziz. (K. 15/9) ayeti gereğince Tanrı kendi yazmış olsaydı ayet sayısında anlamazlığa düşülmesine izin vermezdi. Çünkü Kitabındaki ayet sayısı ile oynayanları çarparak felç ederdi.
Bir de şu var ki Kuran’da derleme ve düzenleme yapılırken seçme yapılmamış olsa idi; günümüz hukuk kuralları ile ters düşen daha bir çok ayet görebilirdik.
Müslümanlar Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edildiğini; ancak, Kuran’ın tahrif edildiğini söyleyerek de Tanrı’a saygısızlık yanında çelişkiye de düşerler. Şöyle ki Tevrat ve İncil de Tanrı tarafından indirildiğine göre Tevrat’ı ve İncil’i tahrif edenlerin bu tahrifine niçin kayıtsız kalsın… Tanrı kendi kitabının değiştirilmesine seyirci kalır mı? Gücü mü yetmemiş kitaplarını tahrif edenlere… Tevrat’ı ve İncil’i tahrif ederek değiştirenlerden bir tanesini olsun çarparak felç ettiğine ilişkin niçin bilgi vermez tarih kitapları…
Kuran’ın korunduğunu söyleyip de diğerlerinin değiştirildiğini söylemek Tanrı’a saygısızlık değil mi? Bu nedenle halkımız din işlerinde derine dalma, işin içinden çıkamazsın, kafayı oynatırsın demiştir. Halkımız din olarak yalnızca savm (oruç), salat (namaz), haç, zekat ve kelime-i şehadet ile yetinmiştir. Daha ötesini araştırma gereğini hiç mi hiç duymamıştır… Kimseye de dinini dayatma gereğini duymamıştır. İsteyen camiye gider. İsteyen de meyhaneye gider demiştir. Herkesi kendi özgür istenci ile baş başa bırakmıştır. Bu dayatmayı Din ilminden ve Tanrı bilgisinden yoksun olanlar yapmıştır…
Bir de şu var ki eğer Tevrat’ta ve İncil’de tahrifat olmuş olsaydı İslam Peygamberi kendi dönemin de kendisi ile aynı dönemde yaşayan gayr-i Müslimlere Kitabınıza uyun. Kitabınıza uymazsanız kafirlerden ve zalimlerden olursunuz demiştir. (Bk.Kuran, 5/44, 45)
Bütün bu dayatmalar cehalettendir. Bu dayatmalar Demokrat Parti yönetimi ile başlamış Erbakan döneminde de doruğa ulaşmıştır. Asıl önemlisi bu ili parti akıl, mantık. Sağduyu ve toplumsal gerçeklere ki saydığım bu kavramların tümü din ilminde Tanrı kavramının kapsamı içinde ifade edilir, darmadağın edilirken ne dinleri ne de Tanrıları kendilerini korumuştur…
Bütün bunlara karşın cehalet tahakkümünü sürdürmeye çalışmakta ve hala kendi inançlarını laik Devlete dayatmaya girişmektedirler. Erbakan’ın çömezleri olan bu günkü iktidar tarafından “ATATÜRK İLKELERİ VE DEVRİM TARİHİ DERSLERİ Üniversite reformu ile öğretimden kaldırılmak istenmektedir. (bk. 20.2.2003 tarihli Hürriyet). Böylece kendi önderlerinin adı her gün beş vakit minarelerde, dini bayramlarda, doğumda, ölümde, ölü için yapılan mevlitte dile getirilirken hala inanç özgürlüğü yok diyebilmekte ve gerilim tırmandırmaktadırlar.
Amaçları: Türkiye Cumhuriyet’i kurucusunun adını, sanını unutturmaktır. Onun devrimlerini ve ilkelerini ortadan kaldırmaktır. Bizim Atatürkçü Cumhuriyetçilerimiz. Devrimcilerimiz. Laiklerimiz kurbanlık koyun gibi bakıp durmaktadır.
Şimdi konumuza yeniden dönelim. Şurası da unutulmamalıdır ki, Tanrı Kelamı dinsel bir terimdir. Ne demek istendiğini erbabı bilir. Bu nedenle İslam Peygamberinin sözleri de Tanrı kelamı olarak kabul edilir.. Örneğin Şeyh Bedrettin Simavi Varidat’ında şöyle demektedir. “Kuran Muhammed’in sözüdür. Ancak Tanrı kelamı demeyen kafir olur!” (Varidat)
Bu nedenle diyorum ki Tanrı (Tanrı vb..) da, Tanrı Kelamı da, Cennet de, Cehennem de mecazi ve simgesel olan birer anlatımdır. Bu konularda SSS adlı kitabımda geniş bilgiler verilmiştir. Ne var ki bu kitabımın basılmasından bu yana 7 ay geçmiştir ama 7 tane alan olmamıştır. Bizde bununla meşhur olacağız anlaşılan… Belki de Gines rekorlar kitabına girebiliriz. Kim bilir…
Halkın anladığı gibi bizim dışımızda bilinmeyen bir yerde; maddî olarak, varlık olarak, somut, bir varlık (Tanrı) yoktur. Çünkü Tanrı madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Zat olarak yoktur, isim-sıfat olarak vardır.
Bütün yüce düşünceler, genel doğrular, olumlu kavramlar, üstün değerler, dünyaca doğru kabul edilmiş tutum ve davranışlar, ahlak kuralları (etik), akla, sağduyuya, mantığa ve vicdana dayanan işlemler ve uygulamalar Tanrı simgesi ile ifade edilir.
Bütün bu olumla duygu, düşünce, davranış ve kavramların zıddı kavramlara da olumsuz kötü davranışlar (Günah…) denir ki bu da Şeytan simgesi ile ifade edilir. Yoksa öyle sandıkları gibi bizim dışımızda madde olarak, varlık olarak somut olarak Şeytan da yoktur.
Bir kere şu düşüncemi önemle vurguluyorum ki “Tanrı da, Şeytan da akılcı davranışı kendine rehber edinen insanların bulunduğu yerde vardır. Sorumluluk duygusuna sahip olan insanların bulunduğu yerde vardır. Sorumluluk duygusundan yoksun olan Ölü (basireti bağlı, kalp gözü kapalı insanların bulunduğu yerde) ne Tanrı vardır, ne de Şeytan…”
Bu düşünceleri Yunus Emre şöyle ifade etmiştir: “Bir ben var bende benden içeri.” Aynı konuda Hacı Bektaş-ı Veli de şöyle demiştir: “Hararet saçta değil nardadır/Keramet yaşta değil baştadır/Her ne ararsan kendinde ara/Mekke’de, Kudüs’te Haç da değildir.” Bu sözler bizim aklını imana kurban etmişlere hiç bir şey ifade etmez… Duyarlar ama bir kulaklarından girip diğer kulaklarından çıkıp gider…
Görüldüğü gibi Tanrı yok demiyorum, var olduğunu söylüyorum. Tanımını yaparak niteliklerini açıklıyorum. Bu gerçekleri açıklayanlara haber veren, aydınlatan anlamında aydınlatmacı (Peygamber) denir. Bu aydınların dünya görüşünü içeren kitaplara da kutsal kitap denir ki Mevlana’da Peygamber değil ama kitabı vardır denir. Bütün kutsal kitaplar insanları, barışa, sevgiye, kardeşliğe, dayanışmaya ve paylaşıma sürüklemeli iken savaş, kavgaya, şiddete yönlendirmekte; dinli-dinsiz diye düşmanlığa motive etmektedir…
Eğer şeriatçıların kabul ettiği gibi bizim dışımızda kitap indiren, peygamber gönderen bir Tanrı’ın varlığını kabul edersek Tanrı hakkında bilgimiz yok demektir. Oysa Tanrı Doğa yasalarında, toplum kurallarında ve insanın aklında, sağduyusunda ve vicdanında vardır. Bunun içindir ki Tevrat’ta “Rabbi bulunabilirken arayın; yakınken O’na seslenin; kötü kişi gittiği yolu, haksız insan da düşüncelerini bıraksın. Sevecenlik bulmak için Rabb’e dönsün. (Tev. Yeşaya 55/6-7) denilmektedir.
Tevrat’taki bu ayet Kuran’ın Maide suresinin 35’inde ayetinde şöyle dile getirilmiştir: “ Ey inananlar! Tanrı’tan sakının, O’na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihat edin ki kurtulasınız.” (K. 5/35)
Bu ayetleri; gerek Yahudiler, gerek Hıristiyanlar ve gerekse Müslümanlar kendi anlayışlarına göre yorumluyorlar. Bizimkiler çaba göstermek ve kafire karşı savaş anlamına gelen cihat ermininin yalnızca kâfirlerle savaş anlamı üzerinde duruyor. Cihat denince yalnızca kafirleri vurup öldürmek geliyor akıllarına. Bu nedenle gidip İkiz Kulelere uçakla dalıyorlar. Üç bin kişiyi üç dakikada betonların altına gömüyorlar. Böylece O’na ulaştıklarını sanıyorlar. Ama cihat etmenin bir anlamında nefisle mücadele ederek kendini geliştirip eğitmek olduğunu bilmiyorlar.
Kimileri de “O’na ulaşmak için” bir tarikat şeyhine boyun eğmelisin diyor. Şeyhlerinin sözlerini Tanrı kelamı gibi kabul ediyorlar. Kadınları-kızları şeyhin koynuna sokuyorlar. Zavallı kadılarımız kızlarımız şeyhlerine kendilerini sunmakta o denli teşne olmuş ki 70 Yaşındaki şeyhinin koynuna girmiş. Şeyhin yaşı yetmiş, işi bitmiş olduğu için erkeklik görevini yapamayınca kadıncağız: “Şeyhim acaba suç bende mi?” diyerek suçu üzerine almaya kalkmış… Oysa şeyhin yaşı yetmiş, işi bitmiş ama gönlü geçmemiş; ne var ki çalışmış çabalamış gücü yetmemiş. O duruma gelmiş ki ne mesir macunu, ne viağra ne de kriko kar etmezmiş. Malı ile malamat olasıca şeyhin malamatı artık iş göremezmiş.
Gelin şu haberi hep birlikte okuyalım:
“70’lik ŞEYH NEDEN TATMİN OLAMAMIŞ
Televizyonda seks konuşmaları yapan üveyz tarikatı şeyhi Hamit Yanıkçı’nın bir telefon görüşmesinden:
A.K.: Hocam, saygılar sunarım, nasılsınız?
H.Y.: Sağ ol! Aşkım, nasılsın?
A.K.: İyiyim hocam.
H.Y.: Buyur Aşkım.
A.K.: Hocam, dün sizin tatmin olmamanızın sebebi ben miyim?
H.Y.: Hayır kızım, sen canını sıkma, o sorun benden kaynaklandı.
A.K.: Tamam hocam saygılar sunarım.
H.Y.: Tamam aşkım.” (17.1.2003 tarihli Haber Türk)
Kadınlarını-kızlarını şeyhin koynuna vermemekte direnenleri susturmak için de “kafir” olarak suçluyorlar. Ali Kalkancı, Hamit Yanıkçı, Müslüm Gündüz, Yaşar Yılmaz olaylarını hatırlayalım… Manken kadın ve kızları motor olarak kullanan bir başka tanınmış Hoca’yı da unutmayalım…
Bütün bu olgular da gösteriyor ki Tanrı’a inananlar da inanmayanlar da Tanrı kavramının ne demek olduğunu bilmiyorlar. Tanrı din adına her türlü aldatılmaya, kandırılmaya, yoksulluğa ve yoksunluğa seve seve katlanıyorlar. Kendi zanlarına dayanan yanlış bilgilere inançlarını da gerçekmiş gibi insanlığa dayatmaya çalışıyorlar.
Oysa ilkin Tanrı’ın ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Çünkü Tanrı bütün insanlık için bir olduğu gibi din de birdir. Öyle sandıkları gibi Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık diye ayrı ayrı din yoktur. Bütün bu ayrılıklar Tanrı ve din bilgisinin yokluğundandır.
Tanrı ikide bir koyduğu kurallarda değişiklik yapmaz… Yahu bu dinciler bir tatil gününde, sünnet olayında ve tapınma kurallarında bile birbirlerine ters uygulamalara girerek birbirlerini; Tanrı adına, din adına, kitap adına boğazlayıp duruyorlar. Bu olgu geçmişte böyle, şimdi de böyle…Tanrı dinini birbirinizi acımadan öldürün diye mi koymuştur?..
Tanrı üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa yasaları yanında uyguladığımız takdirde başımızı ağrıtmayacak olan toplum kuralları ve yaptığımızda ruhen ve vicdanen rahatsız olmayacağımız düşünce ve eylemlerimiz sonucu oluşan duygularımızı kapsayan dinsel bir terimdir. Doğa ve toplum kurallarından baş edemeyeceklerimizi açıklamaya gerek yoktur. Bu herkes tarafından bilinir. Ancak içimizde bulunan Tanrı kavramını açıklamak istiyorum.
Komşularımızdan biri Bayram tatiline çıkarken bana “Benim için gelen gazeteleri sen al, oku ve döndüğümde de bana ver demişti!” Bu gazeteler toplu olarak Bayramdan bir gün sonra geldi. Bayramın birinci günü çıkan gazetenin Basından Seçmeler bölümünde bir haber dikkatimi çekti. Günü geçmiş olduğu için gidip satıcıdan bir tane de alamazdım. Çünkü gazetelerin satılmayanları ertesi gün iade ediliyordu.
İçimdeki Şeytan harekete geçti (Kötü duygu ve düşüncem…): “Haberini beğendiğin gazeteyi sahibine vermezsen ne olur ki. Nasıl olsa beş günlük bir gazete. Birinin eksik olduğunu bilmez bile. Hem bilse bile: Bana gelen bunlar!, der işin içinden çıkarsın.”
Ne var ki ben bu düşünceler içinde iken aklım, sağduyum ve vicdanım (Tanrı): “Ayıp, Tanrı’ı tepelemek sana yakışmaz!” diye beni uyardı. (İşte din ilminde kötü-olumsuz bir iş yaparken insanı “Cız!” diye uyaran bu iyi ve olumlu duyguya Tanrı denir).
Bununun üzerine gazeteleri katlayarak komşunun kapısına bıraktım. Böylece güzel olana, iyi olana, doğru olana (Tanrı’a) yaklaşmış oldum. Kutsal kitabın dediği gibi “Rabbi bulunabilirken yakalamış oldum..” (Tev. Yeşaya 55/6-7). Kuran’daki ayete uyarak “Ona yaklaşmaya vesile olan yola girmiş oldum!” (K. 5/35) Çünkü yazılmıştır: “…Tanrı ulaşacak olan ancak O’nun için yaptığınız gösterişten uzak iyi işlerinizdir…” (K. 22/37)
Bu konuda kutsal kitaplarda çok açıklama vardır. Bir tanesi de şöyledir: “Tanrı’a yaklaşın, O da size yaklaşacaktır.” (İn. Yak. Mek. 4/8) Yani gerçek din anlayışına göre ben iyi bir hareket yapmış olmakla Tanrı’ya yaklaşmış olduğum için o da bana yaklaşmış olacaktır.
Zira Kuran’da Tanrı’ın insanı imtihan etmek için yarattığı söylenir. “Biz karışık bir nutfeden (tohum) yarattığımız insanı imtihan ederiz.” (K.76/2) denir. İşte Tanrı’ın (Aklın, sağduyunun,.vicdanın…) insanı imtihan etmesi böyledir. Ama bizim dinciler ne sanıyor? Havraya, kiliseye, camiye gidip tapınma törenlerine katılmadın mı, oruç tutmadın mı, kurban kesmedin mi, hacca gitmedin mi, haç işareti yapmadın mı, kelime-i şehadet getirmedin mi sınavı kaybettin ve cehennemi boyladın… Bu düşünceler böyle düşünen kişinin Tanrı ve din bilgisinden habersiz olduğunu ifade eder… Kaldı ki, bizim dışımızda bizim kaderimizi belirleyen bir Tanrı olsa idi bizi niçin denesin?.. Çünkü biz doğmadan kırk yıl önce kaderimizi belirlememi miydi.
Örnek olarak verdiğim bayram olayında imtihanından geçer not almıştım. Bu nedenle ben “Tanrı’tan korkarım!” Bir de Tanrı’ı bilmeyenlerden de korkarım…Ama Tanrı’tan korkmanın ne demek olduğunu bilmeyen ne kadar; arsız hırsız, utanmaz huysuz, hortumcu ve vurguncu, zinakar ve ırz düşmanı varsa, ne kadar dolandırıcı ve sahtekar, ne kadar cahil ve sorumsuz kişi varsa, hepsi “Ben ancak Tanrı’tan korkarım!” der. (Bunların hepsine din ilminde “Ölü” denir). “Ölü” yaptığı yemine inanan da “ölü” dür…
Bütün bu Tanrı’tan başka kimseden korkmam deyenlerin yaşamlarında bin türlü kötü iş (günah) vardır. Ne var ki bu zavallılar nasıl olsa Tanrılarının kendilerini bağışlayacağını sanırlar. Bilmiyorlar ki günah (kötü bir eylem ve davranış…) bir kere yapılmaya görsün onu bağışlamak kimsenin haddine düşmemiştir. Sen bir zavallının ırzına geç. Sonra tövbe et. bağışlayamaz. Bu kafada olanlar ırzına geçilen kişinin geçirdiği travmanın Tanrı beni bağışlar diye rahatla. Olmaz, Tanrı bile olsa bir günahkarın suçunu ayrımında bile olmayacak kadar duyarsız (ölü) kişilerdir. Bu nedenle diyorum ki: Tanrı’ı bilmeyenlerin “Ben ancak Tanrı’tan korkarım!” demelerinin hiçbir önemi yoktur…
İnsanoğlu ne zaman olumsuz bir iş yapacak olsa içinde kendisini doğruluğa yönetmek isteyen bir duygu baş kaldırır. İşte insanoğlu iyi ve olumlu bir iş yapmaya sürükleyen bu olumlu duygulara kutsal ruh anlamında “ruhul kudus” denir. Bu terim daha çok Hıristiyanlıkta kullanılır. Müslümanlıkta bu ter,m Cebrail” ile dile getirilir. Cebrail denince getireni-götüreni değil de; insana doğruyu gösteren akıl, bilgi, deney, kültür birikimi oluşan sağduyu sesi anlaşılmalıdır. Din ilminde bütün bu dediklerim “Tanrı” ile simgelenir. “Tanrı ile insan arasına kimse giremez!” dedikleri söylem de budur.
Ama ne görüyoruz: İnsan ile Tanrı arasına giren girene. Peygamberi var, kitabı var, hahamı var, papazı var. Hacısı var, hocası var. Mürşidi var, müridi var. Var oğlu var… Bu nedenle diyorum ki günümüzdeki bütün dinler insanın Tanrı’ya ulaşmasına en büyük engeldir.
Ben yeniden doğduktan sonra; yani, ölmeden önce öldükten sonra içimdeki ve dışımdaki Tanrı’ı tanıdım. İçimde uykuda olup uyandırılmayı bekleyen Tanrı’ı uyandırdım ve uyardıktan sonra da O’na, O da bana sahip çıktı ve her güç durumda beni kurtardı. 35 yaşına kadar ilkokulu mezunu olarak yaşarken tuttu beni avukat yaptı. Bu aşama Tanrı anlayışımın doğruluğundandır… Ne var ki adımız-şanımız, unvanımız-ünümüz dinsiz, komünisttir…
Ne derlese desinler. Suçlamalarının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bir insan, kötü, olumsuz bir iş yapmadıkça korkacağı bir şey yoktur… Tanrı’tan başka kimseden korkmam derken anlatılmak istenen budur.
Tanrı’tan başka kimseden korkmam deyenler, kötü bir iş yapmadım ki korkayım anlamında söylemiyorsa söylediği sözler refleks olarak söylenen söz olmaktan öteye gidemez. Bu nedenle ermişlere korku ve keder yoktur. Çünkü yazılmıştır: “Velilere korku ve keder yoktur.” (K. 10/62) Çünkü “Veliler; inanan ve kötü işlerden sakınan kimselerdir.” (K. 10/63)
Sırası gelmişken veli deyimine de açıklama getirmek istiyorum. Din edebiyat ve literatürü ve halkımız olgun davranışları ile dikkatini çeken birine “Tanrı’ın velisi” (Ermiş) der, Yukarıda adları geçen Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Yunus Emre’ye veli denildiği gibi…
Bunlara aynı zamanda “Hak (Tanrı) Aşığı” da denir… Ben de bir “Hak Aşığı ve Ermiş” bir kişiyim… Ama böyle dediğim için “Dikkat et! Tanrı seni çarpar!” diyen şeriat düşkünleri ile de karşılaştım.
Biz Türklerin “ermiş” dediklerine din ilminde “Tanrı’ın velisi” denir. Tanrı velisi olan bilge ve olgun kişiler; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, güzelliğe, olumlu davranışlara, alçak gönüllük gibi bütün olumlu kavramlara sahip çıkarlar ve bu kavramları yaşamlarına uygularlar.
Olumlu kavramlara sahip çıkan, onları yaşamlarına uygulayan kişilere Tanrı’ın velisi denir. Dikkat edelim “Velinin Tanrı’ı” denmiyor; ya, “Tanrı’ın velisi” deniyor. Bir babanın-ananın çocuğunu koruyup gözetmesi gibi; erişmişler de, Tanrı’ı korurlar. Korudukları Tanrı da kendilerini korur… Demek ki Tanrı’ı ve O’na erişmeyi de simgesel bir kavram olarak anlamalıyız ki Tanrı anlayışımız bize yararlı olabilsin…
Yoksa, öyle sanıldığı gibi Tanrı’ı; bizim dışımızda, Peygamber gönderen, kitap indiren bir varlık olarak anlayıp ondan korunma beklersek aldanırız. O Tanrı ki sevgilim (Habibim) dediği kendi peygamberinin dünürlerini, torunlarını, Ehl-i Beytini korumamış, bizi mi koruyacak. Eğer Tanrı, korusaydı Kabe’nin bulunduğu Mekke’yi korurdu.
Meydan Larousse’nin Mekke maddesini okursanız görürsünüz ki Kabe’nin bulunduğu Mekke kenti Kabesi ile birlikte İslamiyet’ten sonra, kaç kere yerle bir edilmiştir de Tanrı’ın müdahalesi olmamıştır…
Önce Kuran’da Mekke’nin kutlu kılınmış emin bir şehir olduğunu ve oraya girenlerin korunacağına ilişkin ayetleri okuyalım:
1.“Kutlu kılınmış şehrin Rabbine kulluk etmekle emrolundum.” (K. 27/91)
2. “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke’yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi?” (K. 29/67)
3. “And olsun bu güvenli Mekke şehrine ki:” (95/3)
Şimdi de Mekke’nin başına gelenleri okuyalım:
“Ebâ Sa’id-el-Cenabi adında bir Arap batınısi 4. Hicret asrının başlarında, Yemame, Ahsa bölgelerinde kral idi. Mekke üzerine yürüyerek orayı zaptetti, harap etti. Mescide sığınan halkı öldürttü. Hacer-i Esved denilen kara taşı yerinden söküp Ahsa’ya götürdü. Yalnız Mekke’de 13.000 kişi öldürtmüştü. Kabe’ye saldırırken de şöyle demişti. “BU EV TANRI’IN EVİ OLSAYDI, GÖKTEN BAŞIMIZA ÇOK ATEŞ YAĞARDI.“ (Keşf-i Esrad-il Batıniye, s. 20’den aktaran Besim Atalay, Türk Dili ile ibadet. s. 13)
Ayrıca: “Mekke’de bir yangın yanın da kıtlık ve kargaşalar da oluyor. Vahhabilerden Mesut; Mekke’deki bütün türbeleri yıktırdı. 1803. Peygamberi yücelten sözler ezandan çıkarıldı. (bk. Meydan Larousse. Mekke maddesi).
“Bahreyn zencileri de 9. yüzyılda giriştikleri isyanda Müslümanların kutsal bildiği kara taşı Basra’ya götürdüler. Nizamül Mülkün anlattığına göre liderleri Ebu Tahir ”Hacer-ül Esved’i iki parça ederek oturacağı zaman bir ayağını bir parçasına, diğer ayağını ikinci parçasına konulacak şekilde ayak yoluna yerleştirdi. (Bk. Nizamül Mülk, Siyasetname. s. 313. Bilim ve Ütopya dergisi. 1997 tarihli 41. sayı. s. 21).
Eğer Tanrı korusaydı kitabında “güven içinde tutacağını oraya girenlerin korunacağını söylediği ve kutsal şehrim dediği Mekke’yi korurdu.
Amerikan’ın Afganistan’a saldırmasından önce Molla Ömer ile Usame bin Ladin de “Tanrı bizi korur!” diyordu. Saddam da öyle diyordu. Hani ne oldu? İzleri tozları kayboldu. Saltanatları yıkılıp gitti… Şimdi Amerikalılar, ellerindeki binlerce Müslümanı her gün işkenceli sorgudan geçiriyor da buna yalnızca gavur diye nitelediğimiz Hıristiyanlardan oluşan İnsan Hakları Örgütleri sahip çıkıyor. Oysa Saddam Hüseyin her gün televizyonda namaz kılarak dua ediyordu: “Tanrı’ım, evliyalarının türbelerinin bulunduğu Bağdat’ı koru!” diyordu. Yalnız Saddam mı dünyanın her yerinde savaş karşıtları gösteri yapıyor ve dua etmişti. Bunların içinde Yahudi’si, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, Budist’ti, dinlisi, dinsizi olmak üzere bütün savaş karşıtları milyonlarca insan vardı. Yalvardı, yakardı, topla tapınmalar yapıldı, dualar edildi ama işe yaramadı… Dualarla, yalvarmalarla Bağdat kurtulmaz. Bağdat nasıl kurtulur en az Amerika’nın bilgisine,tekniğine, savaş gücüne ulaşmakla kurtulur…
Geçmişte de çok dua edilmişti. Örneğin Moğol orduları Bağdat kapılarına dayandığında Hülağu Han Bağdat’ta oturan Emevi Halifesine ulak göndermiş: “Şehrin anahtarını verirse katliam yapmayacağım!” demiş. Halifenin ulağa verdiği yanıt: “Burası Tanrı’ın kutsal kentlerinden biridir. Tanrı Bağdat’ı koruyacaktır. Bu kent İslam alimleri ile doludur.”
Bu sözler üzerine Moğal orduları bağdat’ı ele geçiriyorlar. Halife başta olmak üzere ne kadar İslam alimi varsa çuvallara koyarak geniş bir alana tek tek sıralıyor. Süvarilerden oluşan ordusuna da emir veriyor. “Tepeleyin şunları…” Çuvallarda ölümü bekleyen insanlar Moğol ordularının atlarının altında çir gibi eziliyorlar. Bu arada Bağdat kitaplıklarında ne kadar kutsal kitap varsa hepsini de toplayıp Fırat nehrine attırıyor. Bağdat’tan geçen Dicle nehri günlerce boyalı akıyor.
Biliyorum bu düşüncelerim Tanrı bilgisinden ve Din ilminden yoksun olanları birazcık olsun düşünmeye sürüklemez. Tersine bana karşı reaksiyoner olacaklardır. Çünkü onlar akıllarını imanlarına kurban etmişler bir kere. Acaba bu niçin böyle oluyor diye bir an olsun düşünme gereği duymazlar. Bütün bu olaylarda Tanrı insanları denemektedir. Tanrı’ın bir bildiği vardır. Kuran’daki Musa Peygamber ile Hızır olayını okuyunuz… Kaldı ki bunlara göre düşünmek, zannetmek bile yasaktır, günahtır. Okuyalım: “Zan, Hak’tan bir şey kazandırmaz.” (K. 53/28) Düşündükleri takdirde günah işleyeceklerinden korkarlar. Ama ne var ki gerçekler görmezden gelinirse Müslüman toplumun başına daha çok gelecek vardır. Bizler bu toplumun insanlarıyız. Bizim insanlarımızın yoksulluk içinde, eziklik içinde yaşamasına katlanamayız. Bunun çaresini aramalıyız. Çükü cümle halkı vebali halkın boynunadır. Yani bütün ezilen halkı sorumluluğu aydınların omzundadır…Şimdi biz bu gerçekleri gerçekleri söylemekle Tanrı’a, dinlere, hakaret mi etmiş oluyoruz; yoksa, gerçeğe ve halka (Tanrı’a) hizmet mi etmiş oluyoruz.
Biz Kutsal kitaplardaki ayetlerin insanlık yararına olanları ile olmayanları konusunda akıl yürütüyoruz. Kimseye bir düşmanlığımız yoktur. Amacımız gerçekleri insan oğluna duyurmaktır.
Gerçekler ayrıntılarda gizlidir. İşte bu ayrıntıları yakalamak için Kuran’da ilginç bir ayet vardır. Okuyalım: “Ve sana yakîn gelince kadar Rabbine ibadet et!” (K. 15/99)
Tasavvuf ilminde “yakîn” kavramı önemli bir kavramdır. Bu kavram Hıristiyanlıkta “Melekût” olarak geçer… ”Size derim ki olumlu davranışlarınız din bilginlerinden (Ferisiler) daha çok olmadıkça göklerin melekûtuna giremeyeceksiniz.” (İn. Mat. 5/22)
Bilindiği gibi insanoğlunun iki önemli ruhsal özelliği vardır. Din ilminde buna rahmanî ve şeytani davranışlar denir. “Hakkel yakîn” mertebesine ulaşmayan; yani, şeytanî özellikleri bırakıp rahmanî özellikleri kazanmayan kişilerin huzurlu ve mutlu olmasına olanak yoktur.
Hakkel yakîn demek kişinin varlığını Tanrı’da yok etmesidir. Tanrı birdir derler ya… Tanrı’nın birliğine erişmek için kişinin ikiliği kaldırıp birliğe erişmesi gerekir. Tanrı yoluna giren; yani, Tanrı ile birleşmek, özdeşleşmek isteyen kişi beşeri niteliklerinden sıyrılarak doğru, iyi, güzel (rahmanî) vasıflarla bezenmelidir. Bu durumda kişideki olumsuzluk gider, yalnız olumlu davranışlar kalır ki din ilminde, bu mertebeye fenâ fi’lllâh mertebesi denir. Bu durumda ikilik yani şeytanî özellik kalkmış olur; yalnız rahmanî özellikler yansır. Bu mertebedeki kişide her zaman olumlu davranışlar, eylemler, sevgiler yansır… Din ilmende bu mertebeye de “Hakkel Yakîn” denir.
Yakîn mertebesi: “İlmen yakîn, aynel yakîn, Hakkel yakîn” diye üçe ayrılır. Bu kavramlar Tanrı’a erişme bilgisidir. Bu kavramları kısaca ve özet olarak açıklıyorum:
İlmel yakîn: Bir şey hakkında haberlere, kitaplara dayanan kesin bilgi.
Aynel yakîn: Elde edilen bilginin gözle görülmesi.
Hakkel yakîn: Kesin olarak bildiğimiz ve gözümüzle gördüğümüz bilginin yaşama uygulanması…
Örnekleri somutlaştıralım: Denizin varlığını kitaplardan öğrenmek: İlmel yakîn.
Deniz i gözleri ile görmek: Aynel yakîn.
Denize dalmak Hakkel yakîn.
Yukarda yaşadığımız gazete olayını ayete uygulayalım. Gazetenin verilmesi gerektiği düşüncesi ilmen yakîn; gazeteleri götürüp vermek için eline almak, Aynel yakîn; gazeteleri komşunun kapısına bırakmak, Hakk’el yakîn…
Bizim ilahiyatçılar bu ayeti Kuran’ın 74/47’sindeki ayetle karıştırırlar. Önce bu ayeti okuyalım: “Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken geldi.” (K. 74/44-47)
Burada sözü edilen “ölüm” kötülük yapma halidir. Kötü davranışlarda bulunan kişi “ölüme” mahkumdur. Buradaki ölüm fiziksel olarak ölmek değildir. Buradaki ölüm kişinin kötülüğe (günaha) bağışıklık kazanmasıdır. Kötülüğün yaptığı olumsuz davranışlarından rahatsızlık duymamasıdır. Kurandaki bu ayetin karşılığı İncil’de şöyle geçer: “Günahın bedeli ölümdür.” (İn. Rom. 6/23)
Günah işleyen her kişi dine göre “ölü” sayılır. Her kim halk nazarında kötü olan davra8nışları yaparsa, kötülüğe bağışıklık kazanır. Yaptığı kötülükten rahatsız olmaz., keyif duyar ki bunlara söylenen ve söylenecek olan doğru ve gerçek sözler bir işe yaramaz. Bunlara söylenen sözler suya çizik çizmek gibidir. Bu durum da Kuran’da şöyle ifade edilir: “Sen ölülere (basireti bağlanmış olanlara, sağırlara) işittiremezsin., (K. 27/80,30/52, 35/22)
Ölü iken “dirilmek” demek insanın olumsuz davranışlarını terk ederek ne pahasına olursa olsun doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı ne pahasına olursa olsun uygulaması demektir ki; bu oluşuma İslâmiyet’te “Ölmeden önce ölmek” denir. Yani, kötülüğe ölmek, iyiliğe dirilmek. terimi ile ifade edilir.
Bu oluşum Hıristiyanlıkta ise ölü iken dirilmekle ifade edilir. İnsanları kötülükten kurtararak olumlu yaşama yönelten İsa için “ölüyü bile dirilten bir peygamber” denir. Bakınız: “.. ölümden dirilttiği Lazar’ı görmek için.” (İn. Yuh. 12/1) Bu deyimin fiziksel olarak ölmüş olanı diriltmekle bir ilgisi yoktur. Fiziksel olarak ölen kişiyi değil İsa; değil tek olan Tanrı, bin Tanrı gelse diriltemez… Hıristiyanlıkta bu oluşuma “yeniden doğmak” da denir.
İşte bu anlamda ben; Hıristiyanlığa göre “yeniden doğanlardan”, İslamiyet’e göre ise “ölmeden önce ölenlerdenim”. Yani alışkanlık haline getirdiğim bütün kötü ve olumsuz davranışları (içki içmek, kahvelerde kağıt-tavla oynamak, cahilce işler yapmak, kavga etmek, kabadayılığa özenmek gibi…) yapmaz, yapamaz oldum. Yani kötü ve olumsuz olan davranışlara öldüm. Yeniden doğdum, yepyeni bir insan oldum. Oldum ama topluma da ters düştüm. Adımız; dinsiz, kafir, komünist olup çıktı… Bunların başında kim gelir biliyor musunuz? Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Profesörlerinden Zekeriya Beyaz. Şimdiki Yeniçağ gazetesi fıkra yazırı Necdet Sevinç. 1960-61 yıllarında iki yıl benim aleyhime polislere ajanlık yapmıştı bu ikili. Bu konuda Sitemizin ”ANILAR” bölümüne bakabilirsiniz.
Akıl baliğ olduktan sonra (18 yaş) 25 yaşına kadarki yaşantımda olumsuz davranışlarım olmuştur.. 25 yaşında ise “ölmeden önce öldüm” diğer bir deyimle “yeniden doğdum” ki ondan bu yana “olumsuz ve kötü” sayılabilecek davranışlarım ise yok denecek kadar azdır. İşin ilginç yanı günahkar olduğum zamanda “Müslüman” sayılırken; kötü alışkanlık ve davranışlarımı değiştirmeye başlayınca “Müslümanlıktan çıkmış” sayıldım.
Şimdi ben 18-25 yaş arası düşüncelerimin utancını ve vicdan azabını çekerim ki bu vicdan azabını yaşamak din ilminde öldükten sonra cehennem azabı çekmekle ifade edilir… Ölmeden önce öldük ya… Ne var ki inançlı halkımıza işin gerçeği anlatılmamakta, insanlarımız öldükten sonra cehennemde yanacağına inandırılarak sözde kötülük yapması önlenmek istenmektedir. Bu ise ise insanları cehennem azabı ile korkutarak terbiye etmeye çalışmaktadır ki bunun hiçbir yararı yoktur. Örnek mi istersiniz bu gün dünya hapishanelerini dolduranların yüzde doksanı inançlı kişilerdir. İnsanları terbiye etmek yerine gerçekleri söylemek onların ergin bir insan olmaları için daha sağlıklı bir yoldur.
Ölmeden önce öldükten sonra, diğer deyimle yeniden doğuştan sonraki tutum ve davranışlarımdan, yaşantımdan, huzur ve mutluluk duyarım ki bu da cennet yaşantısı ile ifade edilir… Bir insan kötülüğe ölmeden cenneti ve cehennemi yaşayamaz. Hele fiziksel olarak öldükten sonra Cennete ve Cehenneme gitmek de din bilgisinden yoksunluğu ifade eder… Çünkü yazılmıştır: “Tanrı, ölülerin değil dirilerin Tanrı’ıdır! (İn. Luka. 20/18. Rom. 7/1)
Ne var ki bizim ilahiyatçılar insanlarımızı din ilmini böyle vereceklerine onları hurafelere, yalan yanlış, bilim dışı inançlara yöneltmektedir. Örneğin bütün Kuran yorum ve meal yazarları yukarıdaki “yakîn” ile ilgili ayeti benim gibi anlatacaklarına; bu ayetlerle ne denilmek istendiğini bilmedikleri için, söz konusu ayetleri şöyle tercüme etmişlerdir: “Ve sana ölüm gelince kadar Rabbine ibadet et!” (K. 15/99).
Dikkat edelim “yakîn” terimi yerine “ölüm” diye sunmaktadırlar. Oysa “yakîn” terimin karşılığı ikiliği ortadan kaldırarak birliğe erişmektir. Yani hem iyi hallerle hem de kötü hallerle yaşamak yerine her zaman iyi hallerle yaşamak demektir.
Bir an için düşünelim “Ben size şah damarınızdan daha yakınım!” (K. 50?16) dendiğine göre bir insana Tanrı mı yakındır, yoksa ölüm mü yakındır? Yanıt; Tanrı (Genel doğrular, üstün değerler, yüce kavramlar, doğru, güzel ve iyi davranışlar…) insana fiziksel olarak ölmekten daha yakındır.
Görüldüğü gibi insanın başını ölünceye kadar ibadete bağlıyorlar… Aklını kullanmasını, düşünmesini önlüyorlar. Oysa Tanrı (Doğa) insana akıl vermiştir. İnsan Tanrı daha ne ister?
Yaşar Nuri Öztürk, çevirisinde ise ”yakîn” teriminin bulunduğu ayeti şöyle çevirmiştir: “Sana şaşmaz ve kesin bilgi gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (K. 15/99; 74/47) Tam bir cehalet örneği… Haydi anlayabilirsen anla. Neyin kesin bilgisi… Futbolun mu, kimyanın mı? Tarihin mi, coğrafyanın mı? Acaba neyin şaşmaz ve kesin bilgisi… Deyeceksiniz ki din bilgisi. Olmaz, bir insan Kuran’ı ezbere bilse, hadis kitaplarını yutsa yaşamında şeytanî özellikler varsa hiçbir işe yaramaz…nı
Yakîn kavramını “ölüm” olayına dönüştürülünce Kuran’ın insana vermek istediği ahlak ve nefis eğitimiyle ilgili mesaj anlaşılmaz oluyor. İnsanın, kendi davranışlarına akıl ve düşünce ile yön vermesi, ergin (insan-ı kâmil) olması önleniyor.
Her konuşmaya “Efendimiz şöyle dedi, efendimiz şöyle yaptı!” diye başlıyorlar. Kulluktan, kölelikten zevk duyuyorlar. 1400 yıl önceki yaşam kurallarını günümüz toplumuna uygulatmak istiyorlar. Böyle yaptıkları zaman da Tanrı ulaşacaklarını sanıyorlar… Kadınlarımızı tesettüre sokarak bu güzelim dünyamızı karanlığa boğuyorlar.
Bir Avrupa’daki bayanların giyimine kuşamına; bir de bizim İslam dünyasının kadınlarına bakıyorum. Avrupalı bayanların giyim-kuşamı ile yaratanın büyüklüğünü idrak ve müşahede ederken kara çarşafa bürünen kadınlarımızda yaratanın büyüklüğünü idrak ve müşahede edemiyorum. Olmaz, olamaz böyle şey diyorum…
Aklı başında kadınlarımız, kızlarımız kara çuvala sokulmayı istemez. Güzelliklerini göstermek isterler. Tanrı bile kendini göstermek istemiştir. Okuyalım: “Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi istedim, sevdim.” (Mavzû’ât, s. 62. Bu konuda Fîhi Mâ-fîh ve Mecâlis-i Seba’dan Seçmeler. Abdülbaki Gölpınarlı. Kültür v e Turizm Bakanlığı yayınları dizisi. 109. s. 74, 111, 127’de daha geniş bilgiler vardır.) Şimdi Tanrı bilinmeyi, sevilmeyi ister de ; insanlar sevilmeyi, bilinmeyi istemezler mi? Tanrı ister ki yarattığı insandaki güzellik bütün insanlara yansısın ve kendisinin yaratıcılığındaki başarısı görülsün…
Ne var ki bizim şeriat düşkünleri; kadınlarımıza, kızlarımıza ve de erkeklerimize kendilerini çirkin gösterecek giyim kuşamı dayatmaktadırlar. Kendileri yaşasalar ne ise ne bu giyim tarzlarını kamu alanlarına da sokmaya çalışıyorlar ve böylece Tanrı’a hizmet arz ettiklerini sanıyorlar. Olmaz böyle şey deyince de şeriatçılar beni “dinsizlikle” suçlarken bu tür düşüncelerimden ve yaşantımdan ötürü dinsizler de beni “dinci” diye suçlayarak benden uzaklaşıyorlar. Cehalet bu kadar olur!.. Tek teselliyi aydınların tarih boyunca anlaşılamamış olmasında buluyorum.
Yukardan beri açıklamalarıma bakıldığında bana Tanrı tanımaz, dinsiz, imansız denebilir mi? Benim çabam, dinlerin ortadan kaldırılması olanağı olmadığına göre, Tanrı ve Din anlayışının nasıl olur da insanlara yararlı olabileceği çabasıdır. Akla, ahlaka, sağduyuya ve vicdana dayanan bir Tanrı ve din anlayışının amacı; insanların, şu bir kere gelip gideceği güzelim dünyamızda olabildiğince mutlu, huzurlu ve refah içinde yaşamasını sağlamaya ç alışmak olmalıdır…
Ben diyorum ki: Tanrı da, din de, kitaplar da insanlar için vardır. İnsana hizmet için vardır. Ama gerçekte bütün dinlerde ne görüyoruz ki insanlar Tanrı ve din için vardır… Bu dünyanın önemi yoktur. Önemli olan öbür dünyadaki ebedî yaşamdır. Bu dünyada yoksulluk nedeniyle mutsuz olanlar ölünce öbür dünyada mutlu olacaklardır.
Böylece insanı Tanrı ve din için yaşatmaya çalışıyorlar. İnsanları dünya yaşamından soyutlayarak aktiviteden yoksun bırakıyorlar. Aklı ile kendi yaşamına yönetmesini engelliyorlar. Dini bütün halkımızı bilgisizliğe ve yoksulluğa, miskinliğe ve tevekküle sürüklerlerken kendileri ceplerini ve kasalarını dolduruyorlar. Kilolarca altınları olanları, Holdingci yeşil sermayeyi göz önüne getirelim.
Bu din bezirganlarından insanlığı kurtarma zamanının geldiğine inanıyorum ve yasaların bana verdiği ölçüde düşünce ve inançlarımı ifade etme hakkımı kullanıyorum. Düşünce ve inançlarımın herkesin hoşuna şekilde dile getirirsem insanlara doğruyu ve gerçekleri nasıl gösterebilirim?
Sesimizi kısalım da; Atatürk düşmanları, Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik düşmanları ve Müslüman olmayanları kâfir olarak gören zihniyet memleketimizi ele mi geçirsin? Kadınlarımızı, kızlarımızı Tanrı’ın emri deyerek tesettüre mi soksunlar? Tanrı’ın emri diyerek bacılarımızın, kızlarımızın üstlerine kuma mı getirsinler?…
Şimdi bana yazımın başında adları geçen Karlık ve Serkan Apul adlı okuyucularımın dedikleri gibi “Tanrı tanımaz, İnananlara karşı düşmanca, kışkırtıcı yayınlarda bulunan, Atatürkçü düşünce sistemine gönül vermiş insanların çalışmalarına balta vuran biri denebilir mi?”
Eğer böyle deniyorsa demek ki düşüncelerimi anlatamıyorum. Acaba bunun kusuru bende mi beni anlamayanlarda mı? Kusuru bana yükleyenlere soruyorum: Benim böyle olmamda beni böyle yaratanın hiç mi suçu yok?
Bu gerçeklere dikkat çektiğim için “Atatürkçü düşünce sistemine gönül vermiş insanların çalışmalarına balta vurmaktan başka bir” şey yapmamış mı oluyorum? Karlık, Serkan Apul adlı okuyucum ve bu yazımı okuyan okuyucularım ne derler acaba?
Av. Hayri Balta, 20.2.2003
+
NOT: Sahi Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Diyanetçiler, İlahiyat Fakültesi, Yüksek İslam Enstitüsü, İmam Hatip okulları öğretim kurullarında öğretim üyesi ve öğretmenler, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz, hacısı, hocası, İslamcı aydını ve diğerleri bu yazıma ne diyecekler? Günümüz kuralları ile uyuşmayan ayetler ve hadisler konusunda niçin konuşup yazmazlar. Hele bir sorun kendilerine amaçlara ne?..
X
Hayri Bey,
Aşağıdaki düşüncesinizi şiddetle reddediyorum. Bu ya gözünüzden kaçtı ya da……. artık buraya ne demem gerek bilmiyorum. Ne demektir “… Tanrısızlık ve dinsizlik olumsuz kurallara bağlılıktır. Ahlaksızlıktır, edepsizliktir, başkalarının din ve inançlarına baskıdır… ki ben bu olumsuz kuralları yapmamak için çaba gösteren biriyim. Beni böyle görenlerin Tanrı ve Din bilgisinden haberi yok demektir.”
Örneğin ben hiç bir dine bağlı falan değilim, bütün dinleri reddediyorum. Bu durumda Hayri Beye göre ben ahlaksız mıyım, edepsiz miyim, başkalarının din ve inançlarına baskıda mı bulunuyorum ?
Lütfen bu yanlış düşünceyi düzeltin. Başkalarının inançlarına özgürlük ararken tinsel inancı olmayanları dışlamak, yerden yere vurmak, böyle çirkin iddialarla kirletmek de neyin nesi?
Sizler inanıyorsunuz diye neden kendinizi birden haklı konumda görüyorsunuz ? Ve İnanmayanları bu şekilde itham ederken bana ve benim gibi olanlara isnat ettiğiniz baskı kurma suçunu siz işelemiş olmuyor musunuz? Çirkin hem de çok çirkin bir düşünce bu.. Sİze hiç yakıştıramadım! Mazeretiniz ne olursa olsun.. Ve bütün neşem de kaçtı.. Görüyorum ki din olgusu insaların beyinlerini ne kadar açmaya çalışsalar da hep bir yerden yakalayıp prangalara vuruyor.
Ben, evet ben hiç bir dine bağlı değilim bununla da gurur duyuyorum çünkü ben birşeylerden korkarak değil beynimle, usumla ahlaklı ve dürüst bir insan olmayı becermiş birisiyim. Kimsenin beni bu şekilde itham etmeye hakkı ve yetkisi yoktur !!!!!!!
Melike, 26.2.2003
X
Katkılar:
1.Sevgili Melike,
Önce saygı, sevgi. Her zaman olduğu gibi…
Anlaşılan sizin sevginiz gibi nefretiniz de fevri. Dostlar birbirini anlamaya çalışmalı; gecmiş arkadaşlığı, dostluğu, sevgiyi birden bire unutmamalı.
Benim bildiğim Hayri Balta böyle değil, acaba anlamadığım bir nokta mı var demeli ve birden bire hiddetlenmemeli. Nefretini hemencecik dile getirmemeli. Söz konusu yazımı (Bitmedi, sürecek…) diye bitirmişim, sevgisi gerçek olan bir kişi, hiç olmazsa yazının sonunu beklemeli, değil mi?
Hayri Balta, bu güne değin size onlarca yazı göndermiş. Ne var ki Sevgili Melike’miz, beklemiş, beklemiş; “Tanrısızlık ve dinsizlik olumsuz kurallara bağlılıktır.” der demez Hayri Balta’nın düşüncelerini, hiddet ve şiddetle ve de büyük bir zevkle reddetmiş…
Demek ki benim size ve başkalarına gönderdiğim yazılar benim düşünsel kimliğim hakkında hiç mi hiç bilgi vermemiş.
Sevgili Melikemiz, Sitemdeki yazılarımı yeterince okumamış, okumuşsa anlamamış ve de dostlara, okuyuculara gönderdiğim yazılarımda kullandığım şu Tanrı tanımına hiç mi hiç dikkat etmemiş.
Şimdi sıkça yaptığım Tanrı tanımı yineliyorum: “Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Bu demektir ki Peygamberler gönderen, kitaplar indiren bir Tanrı yoktur. Bütün kutsal kitaplar peygamberlerin sözüdür. Tanrı, Tanrı Kelamı, Cennet Cehennem hep simgesel anlatımlardır ve bütün bu dinsel terimler din felsefesinde ve edebiyatında kavram olarak, simgesel olarak dile getirilir. Din felsefesi ilgisi olanlar Tanrı bilgisine erenler bunu bilir” demişim ve bunu belki yüz kez yinelemişim.
Sevgili Melike diyorsun ki: “…ben birşeylerden korkarak değil beynimle, usumla ahlaklı ve dürüst bir insan olmayı becermiş birisiyim.” Ben de aklım başına geldi geleli böyle deyen biriyim.
Asıl din ki; akla dayanan bir yaşam yöntemidir, inanç sistemi değildir. İnsan yaşamını Peygamberlerin sözlerine göre değil; aklın yönlendirmesine göre, bilimin verilerine göre, sağduyusun dediğine göre, içinde yaşadığı toplumun koşullarına göre ve de vicdanının sesine göre yönlendirmeli…
Burada bir parantez açmadan geçemeyeceğim: (Vahiy dedikleri. Ahlaksal, öğütsel nitelikteki esinlere Vahiy. Edebi, felsefi nitelikteki esinlere de ilham denir. Örneğin şairler, yazarlar “İlham gelir gelmez oturdum bu şiiri, bu yazıyı, bu kitabı yazdım!” der. Şimdi şairlere, yazarlara esin nereden geliyorsa, peygamberim deyenlere gelen de aynı yerdendir. Vahyin Türkçe karşılığı ise “İçe doğuş” demektir. Kutsal kitaplardaki bütün sözler peygamber denilen kişilerin; günün, olayların gerektirdiğine göre; aklına, sağduyusuna, ümmetinin ve kendilerinin çıkarlarına göre bulduğu çözümle ilgili sözleridir.)
Bak: “usumla ahlaklı ve dürüst bir insan olmayı becermiş birisiyim” demişsin. Ben ne diyorum; herhangi bir Peygambere, kitaba bağlı olan, Havraya, Kilise’ye, Camiye giden değil; asıl dindar, “ahlaklı ve dürüst bir insan olmayı becermiş” biridir diyorum. Din demek; bir dine inanmak değil “ahlaklı ve dürüst bir insan olmayı becermiş” olmaktır diyorum ve ben: “… Tanrısızlık ve dinsizlik olumsuz kurallara bağlılıktır. Ahlaksızlıktır, edepsizliktir, başkalarının din ve inançlarına baskıdır… ki ben bu olumsuz kuralları yapmamak için çaba gösteren biriyim…” demişimdir.
Şimdi Melek dostum, ister Tanrılı ol, ister Tanrısız; ister herhangi bir dine inan, ister inanma; ama, ahlaklı ve dürüst bir insan değilsen, başkalarının hakkını gasp edersen, suçsuz bir kişiye iftira atarsan; yani dediğim gibi bütün olumsuz kuralları kendine ilke kabul edersen; dinin, inancın ne olursa olsun, bana göre dinsiz sayılırsız. Yineliyorum: Dinin; Tanrı’la, peygamberle, kitapla bir ilgisi yoktur. Din, insanın yaşamıyla ilgilidir.
Şimdi sana Turan Dursun’la ilk tanışmamdan bir bölüm anlatacağım. Bu tanışmamı geniş biçimde öğrenmek istiyorsanız, TURAN DURSUN ve AYDINLANMA, ABİT DURSUN. Berfin yayınları. Ekim 2000 , s. 43-53 sayfalarına bakabilirsin…
“İlk tanıştığımızda kendisine: “Sen ahlaklı bir adama benziyorsun!” dediğimde “Hayır ben hem ahlaksızım, hem de dinsizim!” dedi. Bunun üzerine kendisine: “Hadi gel seninle Kale’nin altındaki geneleve gidelim, desem gidebilir misin?!” der demez irkildi. “Hayır, gidemem!” dedi. Bunun üzerine ben de “İşte bu davranışın; senin, hem ahlaklı, hem de dinli olduğunu gösterir. Tanrı’a, Peygamber’e, kitaba ister inan ister inanma önemli değildir. Önemli olan senin ahlaksızlığı, olumsuzluğu yapıp yapmamandır.” Düşündü, düşündü, “Haklısın!” dedi.
Haklısın değerli dostum, biliyorum ki materyalist/felsefî anlamda bir tasavvufçuyla karşı karşıyasın. Öyle bir tasavvufçu, öyle bir dinci ki bütün insanların 5 bin yıllık Tanrı’ıyla, Peygamberiyle, kitaplarıyla ilgisi olmayan, Peygamberlerin de, kitapların da olumlu yönlerini alan, olumsuz yönlerine ilgi göstermeyen; aklını kendisine Tanrı yapmış, ahlaklı ve dürüst olmayı kendine din olarak kabul etmiş bir aydın ve aydınlatmacı…
Sen haklısın dostum. Senin gibi düşünenler de haklı. Ben yapılmaması gereken bir iş yapıyorum. Ana sütü ile beslenmesi gerekenlere tutup “kudret helvası” “Bıldırcın eti”, “Hayat suyu”, ”Yaşam Ekmeği” veriyorum. Elbete süte alışmış bir mide bu verdiklerimi tadınca mide fesadına uğrayarak feryadı basıyor.
Ah! Ne olurdu, sana gönderdiğim SSS adlı kitabımı okusaydın, bana hiddetle ve şiddetle davranmakta bu denli acele etmezdin.
Yunus Emre, bir Ermiş’ten, bir Usta’dan yardım istemiş. Ustası da “Ekmek mi istersin, Hikmet mi!” diye sormuş. Yunus Emre hikmeti ne bilsin. Ekmek istemiş. Ermiş kendisine bir çuval buğday vermiş, “Hadi var git işine!” demiş…
Yunus’un yolda karşılaştığı biri kendisine “Sen ne istemişsin, ekmek biter yine acıkırsın. Hikmet bitmez ve acıkmazsın, var git Hikmet iste!” deyince varmış Ermiş’e. “Vazgeçtim al ekmeğini, ben Hikmet istiyorum!” demiş. Usta, “Geçti, artık benden Himmet alamazsın, ama şu adama gider hizmet edersen Hikmet neymiş onda görürsün!” diyerek başından savmış.
Yunus Emre vardığı kapıda kırk yıl hizmet etmiş, ama usta bakmış ki Yunus emre hâlâ Tanrı, din, Muhammed, Kuran diyerek gerçeğe ulamak sevdasında. “Aferin oğlum devam et!” demiş. Kendisine ilmi ledün (gizli din bilgisi) den söz etmemiş. Kırk yıl sonra Yunus Emre bakmış ki inandıkları kendisinde hiçbir değişiklik ve gelime yaratmıyor, birden kafası aymış, hepsinden caymış, Tanrı’ı da, Peygamberi de, kitabı da kendi aklında, benliğinde bulmuş. İşte o zaman dili çözülmüş başlamış döktürmeye. Ama süt bebelerine yani şeriat düşkünlerine ağızlarınca vermiş, onları ürkütmemek için nereye vardığını hissettirmemiş…
İşte böyle sayın Meleğim, bir yere taş attın mı? Acaba attığım taş nasıl ses verir diye düşünmelisin. İşte bir taş attın bana. Attığın taşın değdiği yerden yansıdı sana… Sözün burasında bir anı sana. Çocukluğumda bir çocukla kavga etmiştim. Onun kafasına bir taş atmıştım. Attığım taş çocuğun kafasından dönerek benim kafama geldi. Onun kafası yarılmadı; ama, benim kafam yarıldı. Ve bu da bana yaşamım boyunca bir ders oldu…
İşte ben böyle anlaşılması zor, elgin (Garip, yabancı…) bir kişiyim. Daha başka Melek dostuma ne diyeyim… Hiç olmazsa bana güzel bir ders verdiğin için teşekkür edeyim.
Saygılar, sevgiler sana… Şimdi kal sağlıcakla…
Av. Hayri Balta, 27.3.2003
X
2. “Umarım Fet
x
Bu arkadaşı duyan ve Fethullah hocayı hiç tanımayan biri Fethullah
Hocaefendinin son derece hoşgörülü ve insana saygılı olduğunu düşünebilir
… Peki bu çok hoşgörülü beyefendinin dershanelerine üniversiteye hazırlık
eğitimi almak amacıyla gelen ve diğer dershanelerle aynı fahiş bedeli ödeyen
öğrencilerin her fırsatta namaza ve diğer dini faaliyetlere davet edilmeleri
ve bu davete uymayanların “bundan sonra biz de senin derslerinle
ilgilenmeyiz” denilerek cezalandırılmaları ne demek oluyor????
Bugün okullarında haremlik selamlık eğitim yaptıran Fethullah Gülen kendi kurallarına uymayan öğrencilere şimdilik böyle hafif!!! cezalar veriyor.
T.C. izin verse daha neler yapar siz düşünün artık…
BE, 27.2.2003
X
Sayın Arayan,
Önce saygı, sevgi sana, her zaman olduğu gibi. İsterim sana olan sevgimin arttığını bilmeni.
Çünkü kafası çalışan birisin sen. Hiçbir din artık sana yetmez desem ne dersin sen?
Daha önceki mektuplarımda, aklın öneminden söz etmiştim sana. Aklın olduğu sürece artık rahat yok sana bu dünyada… Çünkü akıllı olan insan batar akılsız insanlara.
Şimdi bir insanda akıl olunca dine yer kalmaz. Çünkü bütün dinler aklı olana bir şey vermez.
Bütün dinlerde esas. İnançtır, imandır. Vahye inanan, inanç ve iman dışında bir davranışta bulunmamalıdır. Akılcılıkta ise kuşku ve araştırma vardır. İslam’da ise araştırma yasaklanmıştır: Çünkü Kuran’da: “Zan, haktan bir şey kazandırmaz!” (K. 53/28) diye yazılmıştır. Bu nedenle herhangi bir dalda, sporda, bilimde ve her şeyde araştırma yaparak rekor kıran birine rastlanmamıştır. Hepsinin kafası karışıktır, dünyası karanlıktır. Erkeklerinde bile zevk yoktur, kadınlarını kara çarşaflara kapatır..
Dinde mantık arama. Eğer ararsan dinden çıkmış, derler adama.
Gelelim şimdi soruna. Diyorsun ki Türkleri adamdan saymadı mı da Kuran’ı indirdi Araplara, Arapça ve de Peygamber göndermedi diğer bütün insanlara.
Sayın Arayan, bir kere şunu bil ki bütün dinlerin Tanrı’la ilgisi yoktur. Bütün dinler toplumsal bir olgudur, yasaların olmadığı toplumlarda düzeni sağlamak ve insanları ahlak sahibi yapmak için kurulmuştur. Bu nedenle her toplumun kendine göre bir dini vardır, peygamberi vardır, kitabı vardır. Bu güne kadar yüzlerce din gelip gitmiştir, bu dinler de hükmünü tamamlayınca gidecektir.
Bir kere ve öncelikle şunları bilmeni isterim. Tanrı maddi olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur simgesel bir kavram olarak vardır. Bu demektir ki Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Ancak bu kavramların simgesel olarak bir anlamları vardır. Arayan, “Eren-Ermiş” olduğu zaman ne dediğimi anlayacaktır.
Bu gün bile Avustralya’da Oberjinler, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında Maumaular, Amerika’nın güneyindeki Brezilya’nın balta girmemiş ormanlarında ise ilkçağı yaşayan yerliler vardır. Alaska’dan yukarıda da Eskimolar yaşamaktadır. Fakat o her şeyi bilen gören Tanrı, bu topluluklara, bu güne kadar, bir peygamber göndermemiştir, kitap indirmemiştir.
Bunun gibi Türklere de, peygamber göndermemiş, bir kitap indirmemiştir. Araplar Türkistan’daki Türklere saldırarak tam iki yüz elli yıl kılıçtan geçirdikten sonra Müslüman edebilmişlerdir. Sitem’in Kuran’dan bölümünde bu konuda geniş bilgiler vardır.
Düşün bir kere dinsel söylemlere göre dünyada insan denen bir varlık yoktur. İlk insanlardan olan Adem ile Havva vardır. O da Tanrı’ın Cennetinde yaşamaktadır. Daha kovulmamıştır.
Kitaplara göre bunlar Tanrı’ın kendilerine yasakladığı kötü ağacın meyvesini yemişlerdir. Bu nedenle öfkelenen Tanrı tarafından Cennet’ten sürülmüşlerdir.
İşte sana akılla çelişen bir olgu daha. Tanrı, Cennet’ten kovduğu sırada Peygamberlik rütbesi vermiş O’na. Tanrı, yasakladığı bir işi yapana Peygamberlik rütbesini niçin vermiş acaba?
Daha dünyada yaşayan hiçbir insan ve topluluk yokken tutmuş kupkuru dünyaya Peygamber göndermiş ve ilk sayfalarını (Kitabını) da Cennet’ten kovulmuş bir insan olan Adem’le indirmiştir. İnsansız dünyaya peygamber göndermeyi akıl etmiş de yukarıda adını saydığım topluluklara bu güne kadar peygamber göndermeyi, kitap indirmeyi niçin akıl edememiş? Böyle şeyler söylemek Tanrı’ı bilmemektendir. Din ilmini bilmek için önce Tanrı’ın ne olduğunu öğrenmek gerektir.
Bunlar ne yapmış da Cennet’ten kovulmuş diye sorarsan, dincilere göre, cinselliklerini görmüşler de ondan kovulmuşlar buraya. Okuyalım: “Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun; ikiniz de dilediğiniz yerden yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz. Derken şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi onları kandırdı…” (K. 7/19-20)
Kafaya bak kafaya. Adem ile Havva, karı koca. Tanrı, ayıp yerlerini görmeyi yasaklamışmış onlara. Hem Sen ve Eşin diye hitap ediver onlara. Hem: “Birbirinizin ayıp yerlerine bakmayın ha!” Eğer Tanrı ayıp yerlerden böylesine rahatsızsa niçin diğer canlıları, hayvanları, tesettürle göndermemiş dünyaya. Hepsinin malı, malamatı meydanda. Bu nedenle hiçbir rahatsızlık yok hayvanlarda.
İşte dincilerdeki kafa bu kafa. Karı-koca birbirlerinin cinsel organlarını görmeden nasıl girecekler yatağa. Yaşamlarını güvenceye almak ve de insan soyunu korumak için nasıl çocuk getirecekler dünyaya… Fakat dört karı denince ağızlarının suyu akar, dört karı almak için koşa koşa giderler oraya, buraya… Dört karı yetmez bir de asılırlar, sekreterlerine ve de gördükleri güzel kadınlara. Şeyh olaylarını hatırlayın.
Tanrı o kadar öfkelenmiş ki şöyle demişmiş Adem ile Havva’ya: “Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için geçinip yerleşeceksiniz.” (K. 7/24) orada. Daha başlangıçta, dünyaya gönderilirken birbirine düşman sayılmış karı-koca. Birbirine düşman olacaksınız demiş Tanrı bunlara güya. Haydi sorayım sana; böyle bir mantık yakışır mı Tanrı’a.
Karı-koca birbirlerine düşman ya. İşte bu nedenle demiş kocaya, “Erkek kadın gibi değildir.” (K. 3/36) ve “Erkler kadınlar üzerine hakimdir.” (K. 4/34) Bu nedenle kadına mirasta erkeğin yarısı kadar verilmiş (K. 4/11) ve tanıklıkta da iki kadın bir erkeğin yerini tutabilmiştir.(K. 2/282) ve Erkeklere “Karılarınız sizin tarlanızdır dilediğiniz gibi girebilirsiniz!” (K. 2/223) denmiştir ve bütün bunlar yanında erkeklere karılarını dövme yetkisi verilmiştir: “İtaat dairesinden çıkmalarından korktuğunuz kadınlara nasihat edin, yatağınızı ayırın, dövün size itaat ederlerse onlar aleyhinde yol aramayın.” (K. 4/34) denmiştir. Bu konuda Sitemin Kuran’dan bölümündeki “Kaygılarım” başlıklı yazımda ayrıntılı bilgi vardır.
Burada bir olguya daha dikkatini çekerim. Bizimkiler “dövün” emrini Tanrılarına yakıştıramadıklarından yeni yaptıkları çevirilerinde “Hafifçe dövün” ü eklemişlerdir. Bunu bile Tanrı’ının kitabına yakıştıramayan Yaşar Nuri Öztürk son çevirisine “hafifçe dövme yerine kadınları evden uzaklaştırın” hükmünü koyarak kadınlar aleyhine daha ağır sonuçlar doğuracak bir kural getirmiştir.
Sayın Arayanım, bilmiyorum sorularına yanıt verebildim mi? Aklı başında bir insan böylesine akıl ve mantıkla çalışan kuralları bu günün toplumuna uygulatabilir mi? 1.400 yıl önceki insanlar bile kabul etmemiştir; ama, kılıcı enselerinde hissedince seslerini kesmiştir.
Şimdi sorarım sana akıla inanç gider mi bir arada? Haydi yanıt ver, bunları dile getirdiğim için “kâfir” denebilir mi bana… Unutma öyle Müslüman olmaktansa razıyım böyle kâfir olarak kalmaya ve de ölmeye…
Bu inançla emperyalizme karşı çıkamazsınız. Ancak akla dayanan bir inanç yöntemiyle batı uygarlığına ulaşıp geçebilirsiniz.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana..
Av. Hayri Balta, 21.2.2003
X
Selam Sayın Balta,
Sitenizi gezdim. Neden bilimden bahsedenler dine bu kadar uzaklar hep merak etmişimdir.
İnanın samimi olarak soruyorum. Ben çocukluğumdan beri bilimle iç içe yaşamış bir insanım. Zeka testlerinde zeka seviyem üstün zeka seviyesinde çıktı daima. Bir çok bilim konusunda hobi olarak ilgilendim.
Araştırdım. Arkeolojiden elektroniğe, uzaydan edebiyata, web tasarımdan resime kadar bir çok bilim dalı ile ilgilendim. Ama hepside beni Tanrı’a götürdü. Tanrı’ın varlığını ispatladı. Ama Türkiye’de bilimi savunan ve aydın olduğunu söyleyen bir çok insan neden İslam dinine bu kadar soğuk anlayamıyorum. İslam bilimi dışlamıyorki!
Oysa birlik beraberliğe o kadar muhtaç haldeyiz ki. Neden bu soğuk savaş. Neden? Tabiatta renkler nasıl güzel bir tablo oluşturuyorsa, bizlerde Türkiyede renk renk tablo oluşturuyoruz. Siyah beyazı istemek neden? Bu inat neden? Türk, Kürt, sünni, alevi, solcu, sağcı, laik, antilaik ayrımı yapmak neden. Yanıbaşımızda bir çok düşman fırsat beklerken, birleşmek yerine, dayanışma yerine bu ayrılık gayrılık neden?
Bir elin beş parmağı birbirine benzemediği halde, birleşince nasıl yumruk oluyorsa, biz neden birleşip yumruk olamıyoruz.
Gelin canlar bir olalım. Son olarak, Savaşı ve savaştan yana olanları kınıyorum.
Saygılarımla,
Fahrettin Petrili, 2.3.2003
X
Sayın Fahrettin Petrili,
Sundum önce içten saygı, sevgimi. Beğendim Sitem’le ilgilenmeni.
Mektubunuzun sonuna doğru “Gelin canlar bir olalım.“ diyorsun ki bu sözüne göre Alevi kökenli olduğun belli. Bir Alevi söyledi mi tam söylemeli değil mi? “Gelin canlar bir olalım”ın devamı “Münkire kılıç çalalım!” değil mi?
Sünniler de ve diğerleri de “Mümin müminin kardeşidir!” (K. 49/10) dedikten sonra “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” (K. 9./5) demez mi? “Hak dini din olarak kabul etmeyenlerle, size baş eğmiş oldukları halde elleri ile cizyelerini verinceye kadar savaşın!” (9/29) demez mi? Siz de “…biz neden birleşip yumruk olamıyoruz. “ dediğine göre senin de amacın Müslüman Türk’ten başkasına kafa tutmak değil mi?
Bir insan, bir ulus bu kafada olduğu sürece dünyada savaş biter mi? Bu anlayışta olanlar kafir olarak gördükleri ülkelerin İkiz Kulelerini, durup dururken, yerle bir etmez mi? Söyle etmedi mi? Bu açıkça arının deliğine çöp sokmak, düşmanı kışkırtmak, savaşa davet etmek değil mi? “Zeka testlerinde zeka seviyesi üstün çıkan” birisi bu gerçekleri görmezden gelebilir mi Yine zeka sevisi üstün biri kendinden olmayan bir insanı ya da ulusu düşman olarak görebilir mi?
“Sitemi gezmişsin.” Beni bilimden uzak görmüşsün? “Neden bilimden bahsedenler dine bu kadar uzaklar hep merak etmişimdir. “ diye sormuşsun. Ey benim iyi niyetli nazik, efendi kardeşim. Nerede bilime uzak düşmüşüm insan bir tanesini olsun göstermez mi? Bekliyorum; şurada bilime aykırı düşmüşsün diyerek bilime ayrı düştüğüm bir cümlemi gösterirsen, göstereceğin her cümle için göstereceğin adrese on milyon lira ödül göndereceğim.
Bir de şöyle demişsin benim efendi iyi niyetli kibar kardeşim: “Araştırdım. Arkeolojiden elektroniğe, uzaydan edebiyata, web tasarımdan resime kadar bir çok bilim dalı ile ilgilendim. Ama hepside beni Tanrı’a götürdü. Tanrı’ın varlığını ispatladı.” Benim Fahrettin Petrili kardeşim, acaba kendini Tanrı’a götüren bilimle Tanrı’ı nerede gördü?.. Olabilir zeka seviyen üstün olduğuna göre görebilirsin. Benim gibi zeka seviyesi yetersiz olanlar Tanrı’ı ne bilsin? Ama şimdi sana bir soru: Eğer bu soruma da olumlu yanıt verirsen ve beni ikna edersen ikna edeceğin her bilgi için de göstereceğin adrese on milyon da bu nedenle göndereceğim.
Bilimin seni götürdüğü o…:
Tanrı, kocasının üç kere boşadığı bir kadını eski kocasına dönmek isterse ikinci bir erkeğin koynuna sokun der mi? (Hulle)
Tanrı, hırsızın elini kesin der mi? Eli kesilen bir kişiye kim iş verir, kim acır ekmek verir. Eli kesilen bir kişi bir anlık işlediği suç için ömür boyu bir ceza çekmeli mi? Her suça, ağırlığına göre ceza verilmeli değil mi?
Tanrı benimle ve peygamberimle uğraşanların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesin der mi? Tanrı değil mi? Bir çok kavimleri helak ettiğine göre kendisi ile uğraşanın cezasını kendisi vermeli değil mi? Niçin suçlunun cezasını kendisi vereceğine Peygamberine ve müminlere havale ediyor?
Tanrı, zina edenleri çukura gömün ölünceye kadar taşlayın der mi? (Recm)
Tanrı, savaşta esir aldığınız kadınları-kızları cariye, erkekleri ise köle olarak satabilirsiniz, kullanabilirsiniz, mallarını da ganimet olarak paylaşabilirsiniz mi?
Tanrı, “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” (K. 9./5) der mi? “Hak dini din olarak kabul etmeyenlerle, size baş eğmiş oldukları halde elleri ile cizyelerini verinceye kadar savaşın!” (9/29) der mi? Tanrı değil mi; Nuh kavmini, Lut kavmini birkaç saniye içinde yok etmedi mi? Müşrikleri ve kendini kabul etmeyenlerin cezası kendi versin de insanlar kafir-müşrik-mümin diye birbirini öldürüp ölmesin?
Sahi hangi bilim kitabında gördün?
Bir öküz kuyruğu ile bir ölüye vurulunca bir ölünün dirildiğini?
Her parçası dörde ayrılıp her parçası bir dağa konulan parçalarının Tanrı’ın emri ile birleşip dirildiğini?
Hangi bilim dalı yazıyor Tanrı’ın ruhundan üfürerek bir kadını döllediğini? Bilime göre bir kadın erkeksiz çocuğa kalabilir mi? Bu kadar bilimle ilgilendiğini söylediğine göre sahi hangi bilim dalında gördün böyle bir şeyi?
Bütün bunlar gerçek anlamda söylenmemiştir. Bunlar din edebiyat ve felsefesinde remz-i ilahidir. Simgesel anlatımlardır. İnsanları eğitip insan-ı kamil yapmak için söylenmiştir. Ve benim gibi yarım yamalak bir aydın olan Hayri Balta, bu haliyle, cehaletle, hurafelerle, bilim dışı inançlarla uğraşmaktadır. İnsanlara yararlı olanın vahye dayanan din değil; akla, ahlaka, bilime, sağduyuya, vicdana dayanan bir yaşam yöntemi olduğunu söylemektedir.. İşte bu da benim Dinimdir. Din demek, gidilen yol demektir. Den’den gelir. Den giderek din olmuştur. Denli olmak, densiz olmaktan iyidir. Ben densiz olamam; ben Den’liyim. Bilmem Sevgili Meleğe nasıl dindar olduğumu anlatabildim mi?..
Tanrı da, Peygamberler de, din de, kutsal kitaplar da insan içindir. Ama ne görüyoruz ki bütün dinlerde; insan, Tanrı için, Peygamber için, din için, kitap için,öbür dünya için, cennet cehennem için olmuş. Varsa yoksa Tanrı, Muhammed, Kuran… Bütün bunlar insanı aptallaştırmaya, miskinleştirmeye, tevekkül sahibi yapmaya yetmezmiş gibi Alevi’ler bunlara bir de Ali’yi ekler. Dara düştükleri zaman yetiş ya Ali! Diye feryadı-fiğ’an ederler. Düşünmezler ki o Ali, Peygamberi ile birlikte Kerbela’da kılıçtan geçirilen, susuz bırakılarak işkenceler gören evlatlarının, torunlarının imdadına yetişememişler; kendilerinin imdadına mı yetişecekler. İnsanları bu cehalete sürüklemek bilimle bağdaşır mı benim sözleri güzel kardeşim? Hem Ali’nin zülfikar adlı kılıcı hiç mi dikkatini çekmedi. Ali’nin kılıcı iki çatal, her çatalından da kan damlar.
İşte benim amacım insanları akılcı düşünceye sürüklemektir. Bütün insanlık arasında barışı, kardeşi, huzuru ve mutluğu sağlamaktır. Ama senin gibi birleşip yumruk olalım düşmana karşı çıkalım denildiği sürece bu kan akışı, gözyaşı durmaz.
Dinciliğin de, milliyetçiliğin de modası geçiyor artık. Din ilk ve ortaçağ kaynaklıdır, burjuva devrimi ile insanların vicdanına hapsedilmiştir. Milliyetçilik burjuva kökenlidir. İki yüz yıldır hükmünü sürdürmektedir. Artık onun da modası geçmektedir. Artık insanlar Avrupa Birliği adında birleşmektedir. Giderek bu emeğe dayanan bir küreselliğe dönüşecektir. Bu birleşmeye katılmayan milletler tükenecektir…
Fahrettin Petrili adlı iyi niyetli kardeşim bu mektubun ve karşılığı ve bundan sonraki mektupların ve vereceğin yanıtlarım önce diğer dostlara gönderilecek; şu sitemdeki teknik arıza giderildikten sonra da Siteme yerleştirilecektir… Okuyan herkes katkıda bulunsun, varsa söyleyecekleri söylesin, bu katkılar ve sorular sonunda herkes bir şeyler alsın, öğrensin.
Şimdi kal sağlıcakla, saygı sevgi sana.
Av. Hayri Balta, 2.3.2003
X
Sayın Zeki Kentel
Önce saygı, sevgi. Gönderdiğin e-mailleri okuduğumu isterim bilmeni…
Bundan bir önceki e-mailinde “Atatürk Hakkındaki Görüşünü” bildirmiştin? Eğer bu e-mailinde bana gövderme yapıyorsanız buna yanıt vermekle yükümlüyüm. Ne var ki okuduktan sonra sildim. Sildikten sonra acaba bana damı diyor dedilm. Eğer bana söylemişsen şu Atatürk Hakkındaki Görüşlerinle ilgili benim de söyleyeceklerim var. Şimdi size öncül bir soru? “Acaba bu Atatürk niçin İmam Hatip Okulları gibi dinsel okulların açılmasını izin vermemiş… Acaba niçin türbanlı, çarşaflı kadınları şehrin merkezlerinde gezmezlerine izin vermemiş?”Şimdi yok öyle bir şe dersen, 71 yaşındayım ve şalvarlıların şalvarının yırtıldığı ve kente sokulmadığını, çarşaflı kadınların da şehir merkezlerine gidemediklerini ve kenar semttekilerin de polis görünnce kaçıştıklarını gözlerimle görmüştüm. Hele bu kıyfatler içinde resmi yerlere, devlet dairelerine zinhar girelemezdi.”Bu ilksorumdur. Acaba şeriata saygısı olan bir kişi bunları yapabilir mi?
Daha başka sorularım da olacaktır? Eğer beni de Atatürk’ü millete kötü göstermek isteyenler arasına katttığın takdirde.
Şimdi kal sağlıcakla… Saygı sevgi sana…
Av. Hayri Balta, 2.3.2003
X
Benim Sevgili Kardeşim Hayri Balta hayribalta@superonline.com
Kardeşim diye hitap ettiğim için biraz şaşırdın, kafanda hakkımdaki tasavvurlarınız biraz karıştı değil mi.?
Evet Sayın Hayri Balta,
Satırlarını büyük bir surur ve gururla okudum. Bana büyük mutluluklar yaşattın. Tanrı sana, ailene, çocuklarına, torunlarına seninle birlikte bundan sonra daha güzel günler göstersin.
Seninle (izninle) ben, biz bir savaş görmedik ama II. Dünya Savaşı sırasında neler gördük değil mi..?
Ben İstanbul’da karne ile annem ile ikimiz için, içine külün karıştırıldığı yarım ekmeği ezilme pahasına fırından alabildim ama, ikimizde aç olduğumuz halde boğazımızdan bir lokma bile geçiremedik. Yenilmesi mümkün değildi.
Bilmem siz benzer şeyleri nerede ve nasıl yaşadınız.?
Sevgili Hayri Balta
Ben sizden bir sene farklı bir tevellüde sahibim, yani ben Hazreti İsa’dan sonra 1930 yılında dünyaya gelmişim. İşte size bunun için kardeşim diye yazdım. Af ola.!
Eleştirilerinizde yedi kat yerden yedi kat semaya kadar haklısınız. Karşıt söyleyebileceğim hiç bir şey yok. Benim yazımda size ait herhangi gönderme veya serzeniş olması mümkün değil.
Tek parmakla yazma çabası içinde her ne kadar sol parmak da arada sırada destek veriyorsa da bir harften diğerine geçerken arada MESUT’un verdiği reklam aralığından daha fazla zaman geçiyor.
Zahmet edip yazılarımı okuduğunuz, duygu ve görüşlerinizi satırlara döktüğünüz için size minnettarım. Bunun için size ancak çok teşekkür edebilirim, onun için lütfen bu teşekkürlerimi iyi saklayınız.
Sevgili Hayri Balta
Bizim çocukluğumuzda (benim kanıma göre) bugünkü serbestinin, demokrasinin binde biri yoktu. Evde, Türkiye’de kurulu düzen üzerinde ileri geri konuşmak kimsenin haddine değildi. Nerede bugün çocuklarımızla çok rahat yaptığımız siyazi ağız dalaşları.?
Ben okuldan eve, mahalleye geldikten sonra düzenin tam bir militanı idim. Bana kimse bugün benim söylediklerimi ( benden okuduklarınızı) söyleyemezdi.
Şimdi ben bugün o baskı düzeninin yetiştirdiklerinin meyvası olan gençlerle sıkıntılar yaşarken geçmişimle hesaplaşıyor ve bir yerde büyük kırılmalar yaşıyorum.
Benim savunduğumu sanarak ileri sürdüğüm bazı (size göre) yanlışlıkları, belki sizinle karşılıklı otursak tek sözcük sarfetmeden yadsıyabilirim de. Fakat henüz aynı bu yanılgıların içinde olan insanlarla söyleşimde dayandığımız, bize destek veren noktaların ne kadar temelsiz ve çürük olduğunu söyleyebilmem için aynı sakatlıkların içinde bocalamamı da herhalde anlayışla karşılayacağınızı sanıyorum.
Ben ileri yaşımda tam bir ric’at’ı yaşıyorum. Elbette bu geri çekilişte yara alıyor ve ağır çelişkilerim de oluyor.
Yazınızdan çok yararlandım. Yazdığınız için size en içten saygılarımı sunuyor, Selam, sağlık, mutluluk ve sürekli başarı dolu bir hayat diliyorum.
Daha güzel günlerde daha yakından görüşmek dileği ile
Saygılarımla
Zeki Kentel zkentel@netone.com.tr, 3.3.2003
+
Daha önce öz geçmişimle ilgili tüm üyesi olduğum öbeklere bir tanıtıcı reklam kuşağı göndermiştim ama yeniden takdim etmenin arkadaşları biraz meşgul etse de pek zararı olacağını sanmıyorum:
Ben Zeki KENTEL (Tekirdağ 1930), Emekli Astsubay 1949-43, KKK Muhabere Telsiz Teknisyeni, HvKK Güdümlü Mermi İçgüdüm Elektronik Teknisyeni,
Babam Yd. Sb. Hadımköy Çadır Ordugahta iki kış geçirdi. 1943’te aynı yerde Hakk’a kavuştu.
Şehir ilkokulu mezunu olduğum için Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne kabul edilmedim. MSB hesabına Sanat Enstitüsü’nü bitirdim.
41- 47- 50 yaşlarında Galatasaray / İstanbul Erkek / Haydarpaşa Liseleri – Boğaziçi / OrtaDoğu Üniversiteleri mezunu üç oğlum var.
Onlardan aşağı kalmamak için Haydarpaşa Lisesi’ni bitirerek (Deniz Gezmiş karargahını henüz ODTÜ’ye nakletmemişti) Marksist söylemlerin etkin olduğu dönemde (1969-1973) İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni teklemeden bitirdim. Emekli olduktan sonra Elektronik (Tv. Radyo) üretiminde ve Bilgisayar kuruluşunda çalıştım.
TSK’da ve sivil hayatta mesleki öğrenim amacıyla Almanya, ABD ve İtalya’da bulundum.
Gezi amacıyla Fransa ve İspanya’ya (özellikle Endülüs’e) gittim.
Hac amacıyla eşimle birlikte Suudi Arabistan’a gittim ve kafile götürdüm. İngilizce dilbilgimin yanında gittiğim her ülkenin dilini daha önceden katıldığım kurslarda öğrenerek rahatlıkla kullandım. Şimdi yalnız İngilizcem kaldı.
Oy vermenin yasak olduğu dönemde eşim Kasım Gülek’e oy verdi. Sonra beraber İşçi Partisi’ne (Çetin Altan ve Mehmet Ali Aybar mebus oldular) verdik. CHP’nin kayıtlı üyesiyim.
İşletme Fakültesi’nden sınıf arkadaşım DSP eski Milletvekili ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Eski Bakanı Masum Türker’in Hürses Gazetesi’nde 1989 yılından beri siyasi-ekonomik-sosyal vb. konularda aykırı yazılar yazıyorum. Sarı Basın kartım var.
Eşimin başı örtülüdür.
Arzederim
+
Sizleri ailenizle, tüm Anadolu insanıyla ( Trakya ve özlemle baktığımız tüm kardeş ülkeler ve topluluklar Anadolu’nun içinde mündemiçtir), kendi insanına hoş görülü bir toplum içinde, yeşil ve temiz bir çevrede, aşı bol, işi bol, borçsuz tasasız çağı yakalamış, barış içinde, kendi coğrafyasında ve dünyada barışa etkin zengin bir Türkiye’de ve tüm milleti dayanışma, kardeşlik ve sağlık içinde daha güzel yarınlara ve daha üstün başarılara ulaştırmasını Yüce Tanrı’tan diliyorum.
Elbette ki, daha güzel yarınlar ve daha üstün başarılar önce kişilerin yoğun çaba, çalışma, sabır ve sebatları yanında ancak Yüce Yaratıcı’nın takdiri ve izni ile olacaktır.
Saygılarımla zeki kentel zkentel@netone.com.tr, 3.3.2003
X
Sevgili Büyüğüm Zekî Kardeşime,
Önce saygı, sevgi Zekî kardeşime. Gönderdiği nazik ve efendice satırlar için teşekkür ederim kendisine.
Kısa özgeçmişini okudum. Memnun oldum. Parmaklarının Mesut aralığıyla çalışmasına üzüldüm.
Hoş bir adamsın, boş değilsin. Atatürk’ün bu millete yaptıklarını unutacak kadar nankör değilsin. Aklı olan Atatürk’ün anısı karşısında ve Atatürk’ü sevip yaşatmak isteyenler karşısında saygı ile eğilsin. Zekî kardeşimiz, Hayri Balta’nın bu niteliğinizden ötürü karşınızda saygı ile eğildiğini bilsin…
Biz Atatürkçüler kimsenin inancına karşı değiliz. İsteyen istediği dine inansın. İstediği gibi yaşasın. Yalnız kendi inancını ve yaşamını bize dayatmasın. Bize “Hak din İslam’dır. Başka dine inanının dini kabul olmayacaktır!” (K. 3/85) demesin. Ortaçağ kurallarını Tanrı’ın emri diye dayatarak laik Türkiye Cumhuriyetini ele geçirmeye ve bize tahakküm etmeye çalışmasın.
Atatürk bu Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etmiştir. Gerçi yaşın yetmiş, işin bitmiş denebilir bizlere. Biz de deriz ki kendilerine. Senin yaşın 27; ama gönül ve zihin yaşın geçmiş yetmişi. Bizim yaşımız yetmiş ama gönlümüz ve zihnimiz 27…
Ne var ki bu Atatürk çok talihsiz bir adamdır. Bunun nedeni Atatürkçü aydınlarımızın bile kendisini anlamayacak kadar kara cahil olmasıdır.
Atatürk ile Muhammed’i yan yana koyamayız. İkisinin adını bir arada anamayız. Çünkü bu ikilinin dünya görüşleri birbirine tamamen zıttır. Biri “Yurtta barış, dünyada barış demiştir.” Diğeri ise “Kitap verilenlerden, Tanrı’a, âhiret gününe inanmayan, Tanrı’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın. K. 9/29″ demiştir. Bizimkiler o kadar kara cahildir ki Yahu “Tanrı’tan korkun Tanrı böyle der mi?” akıl edememiştir. Utanmadan sıkılmadan Atatürk’ü de Muhammet ümmetinden göstermiştir.
Aynen bu konuda bir de hadis vardır. Ama bizim şeriatçılarda yanıt hazırdır. “Efendim hadis sahih olmayabilir!” deyeceklerdir. Bunun için kaynağı Kuran’dan verdim; bakalım, buna ne deyeceklerdir.
Bu şeriatçılar biliyorlar ne yapacaklarını. Atatürk’ü de Muhammet ümmetinden göstermelerin amacı. Eğer Atatürk’ü de Muhammet Ümmetinden göstermeyi başarabilirlerse, Atatürk’ün adı silinir tarihten bile.
Atatürk’e minnettar olmak gerekirse en başta kadınlarımız minnettar olmalıdır. Her sayılı günlerde Anıt Kabir’e giderek ona minnettarlık sunmalıdır…
O Atatürk ki kadınlarımızı erkeğin kölesi olmaktan kurtardı. Toplum yaşamına kattı. Yüzlerini gözlerini, beyinlerini açtı, kuldu köle idi bu kadınlarımız kendilerini erkekle eşit yurttaş yaptı. Mirasta, tanıklıkta erkekle eşit kıldı. Erkeğin kulu kölesi olmasını önledi, her erkeğe bir kadın dedi, kendilerini kuma işkencesinden kurtardı. Erkeğe, karınızı dövemezsiniz dedi. Öfkelendiğinizde karınızı üç kere boşadıktan sonra yabancı bir erkeğin koynuna soktuktan sonra alamızsınız dedi. Dincilerin tersine, kadın en yüce varlıktır, erkekler kadına saygı duymalıdır, dedi.
Bu kadınlarımız da hiç mi akıl yok, din anlayışına göre dünyaya gelir gelmez Havva’nın suçundan dolayı nesilden nesile suçlu kılındı. Bu anlayış evrensel hukuk kurallarına aykırıdır. Suçların kişiselliği ilkesi vardır çağdaş hukukta, bir kadın Havva’nın suçundan ötürü nasıl suçlu kılınıp aşağılanır.
Bu nedenle değil türban, çarşaf burka giyseler kutsal kitap verilerine göre Tanrı’ın söylemi gereğince dinciler nezdinde suçlu sayılmaktan kurtulamadı. Bizim şeriatçılarımız Tanrı’ı kadını değer vermesini hiç mi hiç hoş karşılamadı…
Bu zihniyet Tanrı’ı anlamamaktandır. Bütün bu söylemleri Tanrı’a büyük bühtandır.
Gelin şu Tanrı kavramını şu cahillerin elinden alalım. Tanrı’ı layık olduğu yere oturtalım.
+
Bilmem Siteme giriyor musun zaman zaman. Sitemde bu düşüncelerimi açıklıyorum her zaman.
Bir de şunu merak ediyorum topluluğa gönderdiğin e- postalar size de geliyor mu? Zeki kardeşimiz de beni şeriatçılar gibi görüyor mu?
Saygı, sevgi yeniden sana. Şimdi kal sağlıcakla…
Av. Hayri Balta, 5.3.2003
X
İLMEN YAKîN-AYNEN YAKîN-HAKK’EL YAKÎN

İsim : Burhan (Site)
Ülke : Singapur
Tarih: 9.3.200
1. “Ben Tanrı’yı, ilmel yakin, aynel yakin, hakkel yakin mertebesinde bilen bir kişiyim” demissiniz. Hadi ilmel yakini anladik da, atnel ve hakkle yakin nasil oluyor? Yani siz Tanrı’ gorerek ve yasayarak mi biliyorsunuz? 9.3.2003/14.14
2. Hersey guzel hosta madem site hazirliyorsun, burada yazili olan hersey senin sorumlulugundadir. Bilip bilmeden Kuran hakkinda tutatsiz bir ton sey yazmissin. Arastir dogrusunu ogren oyle yaz. Biliyom simdi ben biliyom diyeceksin. 9.3.2003/14.24
3. Su seriat konusuna aciklik getirmek istiyorum. Herseyi carpitmadaki ustaliginiz burda da kendini gosteriyor. Siz istediginiz kadar seriata karsi olun, bunun yanlis oldugunu, bu sistemin yurumeyecegini soyleyin, binlerce ornek gosterin. Seriat gayet iyi bir sistem ve kullanmayi bilince gayet guzel isliyor. Siz sadece yanlis yerden olaylara .bakiyorsunuz. Singapuru ele alalim. Orda yasiyorum. Cok ileri bir ulke. Ekonomisi, gelir duzeyi vs. cok iyi. 9.3.2003/14.33
4. Sadece yuzde 15’i musluman. Ama kanunlarinin bir bolumu seriate dayali. Asil ilginci muslumanlara seriat kanunlari uygulaniyor. Muslumanlar 4 kadinla evlenebiliyor vs. (Bu Evlenme konusunu bilmediginiz icin sizi su anlik hos goruyorum). Ve her sey turkiyeden cok daha iyi.
Burhan, 9.3.2003/14.41
+
Yukarıdaki satırlar; Singapur’da çalışan Burhan adlı bir yurttaşımızın, Siteme girdikten sonra, bana sorduğu sorulardır.
Yazılarında düzeltme yapmadım ki kültür seviyesi görülsün diye.
Okuyucumun soruları üzerine din ilmi ve tasavvufta çok geçen “İlmen Yakîn-Aynel Yakîn-Hakk’el Yakîn” terimleri konusunda açıklama yapma gereğini duydum.
Çünkü karşılaştığım ve kendini din allamesi sanan kişiler; karşısındakinin iradesini zaafa uğratmak için, anlaşılmaz dinî terimler kullanır ki, bunların içinde yazımıza başlık olarak aldığımız terimler çok yer tutar. Bu konularda bilen susar, bilmeyenler ise atar tutar…
Elbette bu terimleri hakkında bilgisi olmayan kişi söylenenlerde ilâhi bir hikmet arar, bilgisizliğim anlaşılmasın diye soru sormaktan kaçar. Kaldı ki soru sorsa bile, kendisine: “İlm-ü ledün” sırrıdır; gelip hizmet etmeden, belirli bir seviyeye gelmeden, bu din sırrı sana açıklanmaz!” diyerek baştan savar.
Oysa din insanlar içindir; insanlar din için değildir. Din anlaşılmak içindir; anlaşılmamak için değildir. İnsanlar din ilminde anlatılanları anladıkları ve yaşamlarına uyguladıkları sürece başlarını eğmeyecek davranışlara heveslenirler ve bu sayede de hiçbir zaman yaptıkları eylemler nedeniyle başlarını eğmezler.
Din de bir ilimdir. Eğitimin gelişmediği çağlarda hayvansal dürtüleri güçlü olan insanları olgunlaştırmak için bulunan bir eğitim ve öğretim sistemidir. Bu eğitim sisteminin son durağı ise insanın olgunlaşmasıdır (İnsan-ı kâmil=Ermiş, Eren…)
Elbette bu eğitim sisteminin kendine göre kuralları olacaktır. Örneğin insanın ruhsal eğitim yoluyla olgunlaşmak için yedi aşamadan geçmesi gerekir ki; bu aşamalar, nefs-i emare, nefsi levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmaine, nefs-i raziyye, nefsi marziye, nefs-i tezkiye (nefs-i safiye…) olarak sıralanır…
Nasıl ki kimya bilimi öğrenmemiş kişiler kimyasal terimleri ve formülleri, tıp öğrenimi görmeyenler de tıbbî terimleri bilmezse; dinsel alanda bir çalışması olmayanlar da dinsel terimleri anlayamaz. Burada önemli bir vurgulama yapıyorum: Din ilmini anlayabilmek için konuya vahiyci açıdan değil de akılcı açıdan bakmak gerekir…
Din konusunda akılcı bir araştırma ve inceleme yapmayan kişi; dinin; insan ruhunu geliştirici, eğitici önemini kavrayamaz. Bunlar bağlı oldukları dinin kutsal kitaplarında denilenleri yaptıkları takdirde Tanrı’nın nezdinde saygınlık kazanacakları sanırlar ki buna dinî taklidi denir.
Dinî taklidi insanı ikilikten kurtaramaz. Tanrı ve kul ikiliği sürer gider. Oysa dinin amacı ikilikten kurtulup birliğe erişmektir. Sözün burasında Kuran’dan çok önemli bir ayet: “Fakat Tanrı’ya, onun Yalvaç’ına inanan, onları birbirinden hiç de ayrı saymayan kullarına gelince sevaplara ereceklerdir.” (Bedri Noyan çevirisi: K. 4/15l; Elmalılı Hamdi Yazır çevirisi: K. 4/150; Rıza Çiloğlu çevirisi: K. 4/149).
Bu konuda İncil’de de çok önemli bir ayet vardır: “Filipus, ‘Ya Rab, bize Baba’yı göster, bu bize yeter’ dedi. İsa, ‘Filipus, dedi, Bunca zaman sizinle birlikteyim. Beni daha tanımadın mı? Beni görmüş olan Baba’yı görmüştür. Sen nasıl, Bize Baba’yı göster diyorsun. Benim Baba’da, Baba’nın da bende olduğuna inanmıyor musun? Size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemiyorum, ama bende Yaşayan Baba kendi işlerini yapıyor. Bana iman edin; ben Baba’dayım, Baba da bendedir.” (İncil. Yuhanna. 14/8-11)
Gerek İncil’den ve gerekse Kuran’dan alınan bu ayetler Tanrı ile insan özdeşliğini göstermektedir. Bu tür ayetler bir tane de değildir. Örneğin Peygambere itaatin Tanrı’ya ibadet olduğunu yazan ayetler de vardır. Okuyalım: “Peygambere itaat eden Tanrı’ya ibadet etmiş olur!” (K. 4/80).
Aynı anlamda bir ayet daha: “Ey Muhammed! Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Tanrı’ya baş eğip el vermiş sayılırlar. Tanrı’nın eli onların eli üstündedir.” (K. 48/10)
Tanrı ile Peygamberin bir olduğunu gösteren bir ayet daha: “Ey inananlar! Tanrı ve Peygamber, sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin!” (K8/24)
Ayetin devamı Tanrı’nın kişinin kalbinde (gönlünde) olduğunu söylüyor: “Tanrı’nın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’nun katında toplanacağını bilin.” (K. 8/24)
Kuran’da bu anlamda söylenmiş ayetler çoktur. Bütün bu ayetlerde anlatılmak istenen insanın Tanrı’sal nitelikleri kazanmaya çalışmasıdır ki bunun da yolu din-i tahkikidir, din-i taklidi değildir.
Önemli olan dinî tahkikidir. Yani din kurumunun; akılcı, ahlakçı, bilimsel açıdan incelenip yaşama uygulanması ve Tanrı kul ikiliğinin ortadan kaldırılmasıdır ki buna “fena fillah mertebesi” denir ki anlamı: Tanrı’da yok olmaktır.
Din-i taklidi, insana yalancı (kazip) bir huzur verir; ama insanı ikilikten kurtaramaz, olgunlaşmış bir insan yapmaz. Oysa dinin amacı; İnsanın olgunlaşması, Tanrı’ya ulaşmasıdır ki buna vuslat denir.
İnsan Tanrı’ya kavuşmakla birliğe erer ve ikilikten kurtulur. Böylece Tanrı-Kul ikiliğini ortadan kalkar.
Birçok okuyucum beni: “Tanrı’ya, Dine inanmadığın halde niçin dinle ilgileniyorsun!” diye suçluyorlar. Oysa ben Tanrı’ya, dine inanmayan bir kişi değilim. Ben, Tanrı’ya da, dine de inanan bir kişiyim. Ancak, insana hiçbir yararı olmayan sanal bir varlığın arkasına düşmeyi doğru bulmuyorum. Bir Tanrı’nın sizi gibi inanıp yaşamayanların öldürün deyeceğine inanmıyorum. Bunun yanında inanan bir insanın yalnız tapınma yolu ile Tanrı’ya ulaşacağını da kabul edemiyorum. Tersine yaşamını yalnızca tapınmalara hasreden bir insanın da Tanrı’dan da uzak düşeceğine inanıyorum.
Bu nedenle günümüzdeki tek tanrılı dinlerin ritullerinin insanı Tanrı’dan uzaklaştıracağını ileri sürüyorum. Bu dinlerin Tanrı ile bir ilgisi olmadığının kanıtı: Tek Tanrı’lı dinler tarih boyunca Tanrı adına-Din adına birbirlerini öldürüp durmuşlardır.
İnsanın ahlak bakımından olgunlaşıp gelişmesinde din anlayışının önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Bunun için de din anlayışının günümüz ahlak, bilim ve hukukuna ters düşen kurallarından ayıklanması gerektiğini ileri sürüyorum.
Yaratan (Doğa) bize akıl verdiğine göre biz bu aklımız aracılığıyla insanı huzurlu ve mutlu etmenin yollarını araştırmakla yükümlüğüyüz.
İşte biz aşağıdaki bu yazımızda bu konulara açıklık getirmeye açıklamaya çalışacağız. Bilmediklerimiz, yanılgılarımız olabilir. Bu konuda bilmediklerimiz, yanılgılarımızı edep dairesinde bize gösterenlere teşekkür edeceğimiz gibi saygı da duyacağımızı bildiririz.
+

Sayın Burhan,
Önce saygı, sevgi… Ne güzel, Singapur’dan biri, okumuş Sitemi, tanımış beni…
Kısa kısa dört soru sormuşsun bana. Ben de yanıt veriyorum bunlara kısa kısa… İşte sorduğun birinci soru, olduğu gibi alıyorum aşağıya. İlkin yanıt vereceğim bu soruna, diğerleri de yanıtlanacaktır sırasıyla…
“Ben Tanrı’ı, ilmel yakin, aynel yakin, hakkel yakin mertebesinde bilen bir kişiyim” demisiniz . Hadi ilmel yakini anladik da, atnel ve hakkle yakin nasil oluyor? Yani siz Tanrı’ gorerek ve yasayarak mi biliyorsunuz?” dememi başıma kalkıyorsun. Anlaşılan oku ki “Hakk’el yakîn” mertebesindeyim dememe şaşıp kalıyorsun…
Bak kardeşim, dinin amacı; Tanrı’yı tanımak ve O’na erişmektir (Vuslat…). O’nu tanımak, Tanrı’ya erişmek (Vuslat) ne demektir.
Tanrı’ya erişmek: Ahlaklı, edepli, bilgili, bilge ve erdemli bir kişi olmak demektir. Din literatüründe insanın bu seviyeye gelmesine “İnsan-ı Kâmil” olmak denir.
İnsan-ı kâmil olan insandan ne kendisine ne de başkasına kötülük gelir. Bu kişiler “Hakk’el yakîn” mertebesindedir (Nefs-i tezkiye mertebesi, arınmış nefis…).
İnsan-ı Kâmil mertebesi Tanrılık mertebesidir; yani, insanın Tanrısal niteliklere bürünmüş olmasıdır. İnsanı kâmil mertebesindekiler takiye nedir bilmez: Bu kişiler; assanız bile, sözünü esirgemez… Bu mertebedekilerin gözü Tanrı’dan başka bir şeyi görmez (Hallaç’ı Mansur, Nesimi ve diğer bu yolda ölenleri anımsa…) ve bunlar “Tanrı’nın gören gözü, duyan kulağı, söyleyen dili” olurlar (Hadis). Bunlar masiva ile ilgilenmezler. Yani Tanrı’dan başka her şeyden vazgeçerler.
Batınî tasavvuf ilminde bu kişilere Tanrı’nın velileri denir. Tanrı’nın velileri hakkında da Kuran’da şöyle denir: “İyi bilin ki Veliler, Tanrı’nın dostları olup korku nedir bilmez. K.10/62” Burada sözü edilen Tanrı kavramına açıklık getirmek istersek; insanın akıl, ahlak, bilim, sağduyu ve vicdana göre erdemli bir yaşam sürmesidir.
Sırası gelmişken şunu da belirteyim ki “Tanrı’dan başkası bilmez.” (Hadis) Veli demek: Ermiş, İnsan-ı kâmil, olgunlaşmış bilge ve erdemli insan demektir.
Bunlar “Hakk’el yakîn” mertebesindedirler. “ Hakkel Yakîn kavramının kaynağı olan “Yakîn”den Kuran’da söz edilir. “Ve sana yakîn gelinceye kadar, Rabbi’ne ibadet et!” (K. 15/99) denilir…
Din ilminde mesafe alanlar “Yakîn” aşamasına erince; yani, nefsini dizginlemeye, iradesine hakim olmaya başlayınca alay komutanı talime çıkmaz kuralı gereğince kıyl-ı kâl-i (Atalarının dinini, dedikoduyu-şeriatı, ibadeti…) terk ederler. Bildiklerini bu sırları da bilgisizler topluluğuna (Tanrı’yı kendi dışında arayan şeriatçı topluluğuna…) derimizi diri diri yüzerler korkusu söylemezler.
Bunlar Tanrı’ya (En doğruya, en güzele, en iyiye, en yüceye…) ulaşmak için üç aşamadan geçerler:
1. İlmel yakîn. İlme dayanan kesin bilgi… Görmediği halde duyarak okuyarak gerçeğe varmak. Örneğin: kitaplarda okuyarak İstanbul adında bir kent olduğuna inanmak (K. 102/5).
2. Aynel yakîn: Bir şeyin varlığını hissetmek ama yaşamına uygulayamamak… Örneğin Haydarpaşa’da trenden indikten sonra İstanbul’u görmek ve müşahede etmek. (K. 102/7)
3. “Hakk’ell yakîn: Kesin olarak bir şeyi varlığını bilmenin ve hissetmenin ötesinde bizatihi yaşayarak bilmek demektir. Yani artık İstanbul’u mesken tutmak, İstanbul’un içinde yaşamak…(K: 56/95)
Bu kavramlar için de en önemlisi “Hakk’el Yakîn” kavramıdır. Çünkü öncekiler çıraklık, öğrenme-hissetme, dönemidir. “Hakk’el Yakîn” ise; gerçeği kesin olarak bilmek, yaşamak ve uygulamak demektir.
İlmel yakîn ve âynel yakîn mertebesinde bilme vardır, hissetme vardır; uygulayarak yaşamak yoktur. Oysa önemli olan kesin olarak bildiğimizi uygulayarak yaşamaktır. Bu mertebedeki insanların özü de sözü de bir olur.
Halkımız özü sözü bir olanlara da “özü-sözü” bir der. Özü ile sözü bir olmayanlar için de halkımız şöyle der: “Hoca’nın söylediğini yap da yaptığını yapma!”
Genellikle bu sözler, bildikleri ile amel etmeyenler hakkında söylenir. Çünkü bu gibilerin bildikleri ile amel etmek, yaşamak, işlerine gelmez. Onlar kısa vadeli çıkarları için yapılması gerekeni yapmazlar ki buna da halk arasında Tanrı’yı tepelemek denir…
Bu tür kişiler Tanrı’yı (gerçeği…) tepelerken de “Tanrı büyüktür, günahımızı bağışlar!” derler. Oysa Tanrı da olsa bir kişinin işlediği suçun ruhunda yarattığı tahribatı ortadan kaldıramaz. Ancak insan yaptığı işin kötü bir iş olduğu kanısına vararak bir daha yapmamaya karar verirse (tövbe) vicdan azabının etkisini azaltabilir; ama yine de yaptığını unutmayarak zaman zaman hatırlar. Vicdan azabından bütünü ile kurtulamaz ama hiç olmazsa ders almış olmakla kazançlı çıkar ve teselli olur ki; işte buna, din ilminde Tanrı’nın bağışlanması denir… İnsanın işlediği kötü eylemlerin Tanrı tarafından tamamen bağışlanacağı inancı; insanın kendi kendini aldatmasından başa bir şey başka bir şey değildir.
Bu yazımızda açıklamaya çalıştığımız “Hakk’el Yakîn” kavramıdır gerçeğin kesin olarak bilinmesi ve yaşanması demektir. Ancak nefsini heva ve hevesten (kötülüklerden ve şehvetten) temizleyenler ki Tanrı’dan esin (vahiy-ilham…) alırlar, içlerinde bulunan Tanrı’nın sesini duyarlar.
Gerçi nefsini temizlemeyen insanlara da içlerinde uyumakta olan Tanrı sesini duyurmaya çalışırsa da bunlarda Şeytan daha gülcü olduğu için Tanrı’nın sesini bastırır. Şeytanın tutsağı olan kişilerde Tanrı uykudadır. İşte dinin amacı içimizde uyumakta olan Tanrı’yı uyararak insana yararlı kılmaktır ki buna Hakkel Yakîn, Tanrı’ya erişmek, vuslat denir… Gözü dört kadınla yatıp kalkmakta olanlar bunları nasıl bilebilir?.. (Bakınız, Burhanın mektubundaki 4. bölüm…)
Hakk’el yakîn mertebesi ile ilgisi olmayanlar, heva ve hevesini; yani kötü alışkanlıklarını ve davranışlarını disiplin altına alamayanlar ki bunların büyük bir bölümü cennette hurilerle yaşamayı özleyenlerdir.
İlmel yakîn, aynel yakîn mertebesinde olanlar heva ve heveslerini dizginleyemedikleri sürece ve doğruluğuna inandıkları işleri yapmadıkça Hak’ka erişemezler. Bu yapıdaki kişilerin tek amacı kısa vadeli anlık zevkleri yaşamaktır. Bunlar; dünya yaşamının hayına-huyuna, malına mülküne, şanına şöhretine, mevkiine ününe kapılıp giderler ki; bu oluşuma din ilminde, Nuh’un tufanına kapılmak denir. Ne mutlu Nuh Tufanı’ndan sağ-salim kurtulmuş olanlara..
Bu söylediklerimden habersiz olan dinciler-diyanetçiler, Yaşar Nuri Öztürkler, Zekeriya Beyazlar ve diğerleri Hicr süresi 99. ayetinde geçen “yakîn” kelimesini “ölüm” diye tercüme ederler. “Ve sana ÖLÜM gelinceye kadar, Rabbi’ne ibadet et! K. 15/99” derler. Çünkü yakıyn teriminin ne demek olduğunu bilmezler.
Amaçları, insanların başını ölünceye değin tapınmaya (ibadete) bağlamaktır… İnsanın başını tapınmaya bağlayanlar ise “ölüm uykusuna” yatmış “işaret çubukları”dır… Haydi anlayabilirsen anla, haydi çık çıkabilirsen işin içinden… İşin içinden çıkınca bana açıklamayı da unutma…
Şimdi sana bir soru Burhan kardeşim: “İnsana; Tanrı mı yakın, ölüm mü yakın?” Elbette Tanrı; insana, ölümden daha yakın…
Bütün Kuran çevirmenlerinin anladıklarının tersine Tanrı insana, ölümden daha yakın. Anlamadınızsar: “Andolsun… Biz insana şah damarından daha yakınız. K. 50/16” âyetine bakın. Tanrı’nın bulunduğu yerde “ölüm”ü aramayın sakın…
“Hakkel yakîn” mertebesine erenlerde (Ermiş, insan-ı kâmil, olgun insan…) “Tanrı, kişinin kalbi ile kendisi arasına girer. K. 8/24” ve ayrıca: “İçinizdedir… Görmüyor musunuz? K. 51/21” denir…
Bu örnek ayetleri ölümün insana Tanrı’da daha yakın olduğunu ileri sürenler için aktarıyorum ki cehaletlerinin boyutunu görsünler…
“Yakîn” mertebesine erenler, Tanrı’yla bir arada olur, Tanrı’yla yatar, Tanrı’yla kalkar. Burada geçen Tanrı teriminden; aklı, bilgiyi, bilgeliği, erdemi, kültür birikiminden oluşan sağduyuyu, sorumluluk duygusunu ve vicdan duygusunu kastediyorum; yoksa öyle sandıkları ve ileri sürdükleri gibi insanın dışında Peygamber gönderen, Kitap indiren bir varlık yoktur. Ne demek istediğimi Tanrı bilgisi olanlar anlar.
Böylece “Tanrı senin duyan kulağın, gören gözün, söyleyen dilin olur.” (Hadis). Tanrı senin; duyan kulağın, gören gözün, söyleyen dilin olduğu takdirde sana yararı olur. Tanrı’yı kendi dışında sananlara Tanrı’nın ne yararı olur?
Tanrı’yı kendi dışında sananlara Tanrı’dan olmaz yarar. Dinler tarihini okuyanlar söylediklerimin gerçek olduğunu anlar. Örnek mi istiyorsun; al sana örnek. Geri zekalılıktır bu gerçeği görmemek.
Bilindiği gibi Kuran’ın bir çok yerinde Tanrı, Muhammed’e “Habibim –Sevgili Peygamberim…” diye hitap eder. Tanrı’nın bu sözleri üzerine Muhammed’in evlatlığı Zeyd komutasındaki 7 bin mücahit; 70 bin kişilik Bizans ordusu ile savaşmak üzere Suriye sınırına gider. 7 bin kişinin 70 bin kişilik teçhiz edilmiş bir orduyla savaşmaktan çekinmemelerinin nedeni Tanrı’nın kendilerine melekleri ile yardım edeceği düşüncesidir.
Bu savaşta 7 bin kişilik Müslüman ordusundan geriye ancak ve ancak 700 kişi kalır; geriye kalanlar da Halid Bin Velid’in emriyle ricat edip geri dönerek savaş alanını terk ettikleri için canlarını kurtarmışlardır. . Savaşmaya devam etselerdi eğer, hepsi de olacaktı heder…
Oysa bu mücahitler Tanrı’nın kendilerine yardım edeceği düşüncesiyle savaşa gitmişlerdi. Savaş boyunca Tanrı’nın meleklerden oluşan ordusunu yardıma gönderecek diye ümitlenmişlerdi. Kaldı ki savaşta öldükleri takdirde de cennete gidecekleri şeklinde motive edilmişlerdi. İşte sana bir soru daha: Tanrı, sevgilim dediği Peygamberinin imdadına niçin yetişmemişti acaba?
Al bir örnek daha; bakalım, ne diyecek Burhan kardeşim buna? Tanrı’nın “Sevgilisi” Muhammed’in torunu Hüseyin ile 75 yakını Kerbela’da susuz bırakılıp kılıçtan geçirilmişti. Kendilerine yüz metre ötelerinde bulunan Dicle nehrinden bile su verilmemişlerdi. Hepsi de bir damla su içemeden ölmüşlerdi. Kimisi oklarla delik deşik edilmişti; kimisi de, Peygamberin torunu Hüseyin’in başta olmak üzere ensesinden olmak üzere kafası kesilmişti. Acaba neden bu olayda da Tanrı, “Habibim” dediği Peygamberinin torunu Hüseyin’in ve 75 yakınının imdadına yetişmemişti?
“Hakk’el yakîn” mertebesine erersen; “Yahu Peygamberine, torunlarına yararı olmayan bu Tanrı’nın bana mı yararı olacak?” dersin… Böylece bu Tanrı kavramı ile başka şeyler anlatılmak istendiğini hissedersin. Demek ki bu Tanrı kavramı ile kastedilenin anlamı başkadır diyerek insana yararlı olacak bir Tanrı’nın peşine düşersin. İşte insanın yaratılmasının amacı bu desem ne dersin?..
“Hakk’el yakîn” mertebesine ermek için bu gerçekleri bilen akılcı birinnden ders almalısın. Ancak kendi dışında bir Tanrı aramayarak Tanrı’yı kendi içinde gören akılcı bir Bilge’ye hizmet edersen “Hakk’el yakîn” mertebesine erersin…Yoksa vahyi akla üstün görenlerin peşine düşersen ömür boyu aldanır gidersin…
Hakk’el yakîn mertebesine erenlerin başında Batınî ermişler gelir. Bu ermişlerin lideri de İsa Peygamberdir. Bunun içindir ki Kuran İsa için “…dünya ve ahirette itibarlı ve Tanrı’a yakın olanlardandır. K. 3/45” der.
Ve daha birçok yerde de İsa’nın niteliği “Ruhu’l-Kuds” (Kutsal ruh); “Ruhullah” (Tanrı’ın Ruhu) (Bk. K. 2/87, 253. 5/110.) diye geçer.
Bunun nedenle İsa’ya, İslam literatüründe, “Hakkel Yakîn” mertebesinde olduğu içindir ki “Ruhullah” (Tanrı’ın ruhu…), “Ruhulkelâm” (Tanrı’ın sözü) denir… (Bk. Kuran’ı Kerim Fihristi, İsa maddesi. Dr. Vahap Öztürk).
Hıristiyanların büyük çoğunluğu; İsa’yı, peygamber olarak değil de “Tanrı’nın oğlu, Tanrı…” olarak bilir.
Burada çok önemli bir noktaya değineceğim: İsa: “Ben tanrı çocuğu olduğum gibi sizler de Tanrı’nın çocuğu olabilirsiniz! İncil, Yuhanna, 1/12” demiştir.
Ne demektir bu? Bu, şu demektir: “Ben Hakkel Yakîn mertebesine eriştiğim gibi sizler de, isterseniz (yani, nefsinizi heva ve hevesten temizlediğiniz takdirde) Tanrı’nın oğlu, kızı olabilirsiniz.” demektir. Eğer bir insan ben Tanrı’ya, dine inanırım diyorsa “Hakk’el yakîn” mertebesine erişmek için çaba göstermelidir.
İsa’nın bir de şöyle bir sözü vardır ki çok önemlidir. İsa, kendisinden önce gelenler için de şöyle demiştir: : “Benden önce gelenlerin tümü hırsız ve hayduttu. İncil. Yuhanna, 10/8” demiştir. Bu sözler; öyle her dindarım diyenin dindar olmadığını; her peygamberim diyenin peygamber olmadığını gösterir. İşte İsa böyle babayiğit biridir. Gerçeği söylemekten çekinmemiştir.
Din felsefesinde (Batınî Tasavvufta) ve bu felsefenin bir anlatım yolu olan din edebiyatında bütün bu terimlerin simgesel anlamları vardır… Bu anlamlar; halkın, zahitlerin, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi ilahiyatçıların anladıkları gibi değildir. Başkadır… Bu kavram ve terimlerin anlamını ancak ve ancak “Hakk’el yakîn” mertebesine ulaşanlar bilir. Bunlar ise Tanrı’yı kendi içlerinde görenlerdir. Bunlar ki içlerinden gelerek kendilerine yol gösteren duygulara “Ruhul Kudüs (Tanrı, Cebrail) demişlerdir…
İşte sana bir kıssadan hisse. Bakalım bundan çıkarabilecek misin hisse. Rabia adında bayan bir ermiş, bir gün evinin bahçesinde bir şeyler ararmış. Sormuşlar “Ne arıyorsun?” diye. “Evin içinde iğnemi yitirdim de!”demiş. Şaşırmış kendisini izleyenler: “Nasıl olur da evin içinde yitirdiğini gelir bahçede ararsın?” demişler. Rabia adlı gönüller sultanı yapıştırmış yanıtı, koymuş taşı gediğine: “Peki, sizler de içinizde olan Tanrı’yı dışınızda arıyorsunuz, niye?” demiş… Acaba ne demek istemiş? Rabia Sultan, Tanrı’nın insanla özdeş olduğunu söylemek istemiş… Neden yukarıdaki adlarını saydıklarım Rabi’anın bu kıssadan hissesini söylemezmiş? Çünkü onlar kendi yarattıkları Tanrı’nın ardına düşerlermiş…
İşte bu yüzdendir ki Tanrı bilgisinden habersiz olan dincilerimiz-diyanetçilerimiz, nefsini heva ve hevesten (Bencillikten, kötülüklerden ve şehvetten…) temizlememiş profesörlerimiz; olgunlaşarak Tanrı ile özdeşleşmiş velilerin sözlerini anlamazlarmış. Tanrı bilgisinden yoksun olanlar ise Tanrı ile özdeş olmanın ne demek olduğunu bilmezlermiş. Tanrı bilgisinden yoksun oldukları için de Kuran’ı kendi anlayışlarına göre tercüme ederlermiş. Bu yüzden de Kuran’daki şu âyeti “… Tanrı’yla peygamberleri arasını ayırmak isteyenler…” (K. 4/150) diye Türkçe’ye çevirirlermiş. Kendi anlayışlarına göre bu âyete “ARASINI” kelimesini eklerlermiş…
Oysa bu âyetin aslı şöyledir: “Tanrı ile Peygamberleri ayırt etmek isterler.” (K. 4/150) (Bk. Bir Müslüman’la Bir Hıristiyan Söyleşisi, Badru D. Kateregga ve David W.Shenk. Yeni Yaşam yayınları. 1. Basım. 2002. s. 86. Bu konu için Rıza Çiloğlu çevirisi: 4/149; Elmalılı Hamdi Yazır çevirisi: 4/150; Bedri Noyan çevirisi: 4/151’e bakabilirsiniz…).
Dikkat edilirse ayette “arasını” diye bir sözcük yok; doğrudan doğruya Tanrı ile Peygamberleri ayırt etmek isteyen cümlesi var. Demek ki ile Tanrı ile Peygamberleri ayırtmak doğru değil.
Kaldı ki Kuran’da; Tanrı ile Peygamberi ayrı ayrı görenler, “GERÇEK KÂFİRLER” olarak nitelendirilmektedir. Şaşırdınız değil mi? Öyleyse şu ayeti dikkatle okuyunuz.“Tanrı ile Peygamberleri ayırt etmek isteyenler… işte onlar gerçekten kâfir olanlardır… (K. 4/150-151).
Demek ki bu ayete göre gerçek kafir; Tanrı’yla erişmiş insanı ayrı ayrı varlıklarmış gibi görenmiş. Ne var ki bu ayetin anlamını din satan dinciler-diyanetçiler değil “Hakkel yâkin” mertebesinde olanlar bilirlermiş…
Hele bir de İsa’ya bakalım. Bu konuda ne demiş. İsa da şöyle demiş: “Siz aşağıdansınız, ben yukardanım; siz bu dünyadansınız, ben bu dünyadan değilim. Bu sebepten size, günahlarınız içinde öleceksiniz, dedim. Zira eğer siz benim, O olduğuma iman etmezseniz, günahlarınız içinde öleceksiniz. İmdi ona: Sen kimsin? dediler. İsa onlara dedi: Ben tam o size söylediğim zat’ım. İn. Yuh. 8/24”
Biliyorum sizler kutsal kitaplardaki bu yazılanlara da inanmazsınız. Çünkü siz kutsal kitapların değil kendi yarattığınız Tanrı’nın ve dinin arkasındasınız.
Yine biliyorum ki tahrif edilmiştir diye İncil’e inanmazsınız? Bilmiyorum, Kuran’daki yazılanlar için ne bahaneler uyduracaksınız? Sizden ricam; yukarıdaki ve aşağıdaki Kuran âyetleri okumadan bana yanıt vermeye kalkmayınız…
İşte dincilerin en büyük yanılgısı Tanrı ile ermiş insanları ayrı ayrı varlıklar gibi görmeleridir. Dinin aslı, özü, anlaşılmadığı içindir ki insanlar, Tanrı’yı kendi dışlarında aradıklarından, birbirlerini öldürmüşlerdir.
Bu anlattıklarım inanılmaz, şaşırtıcı gelmiştir değil mi? İnanılmaz ve şaşırtıcı görenler aşağıda sıraladığım şu ayetlere de bir göz atmalı değil mi?.
“Kim Peygambere itaat etmişse, muhakkak Tanrı’ya itaat etmiştir.” (K. 4/80)
Bu âyette de Tanrı ile Peygamber özdeşliğini görüyoruz. Şimdi sen diyebilirsin ki o âyetler Peygamber içindir, insanlar için değildir.
Peki öyleyse söyle bana; şu âyetle seslenilenler Peygamber midir? Bakın, Tanrı Bedir savaşında ok atarak müşrikleri öldüren Müslümanlara ne diyor: “Onları siz öldürmediniz. Fakat Tanrı öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Tanrı atmıştı. K. 8/17”
Aynı anlamda olmak üzere bir de şöyle denilmektedir: “Ey insanlar! Tanrı ve Peygamber; sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icâbet edin. Tanrı’nın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda onun toplanacağınızı bilin…” K. 8/24”
Bu âyetin söylenişine neden olan olay. İslam Peygamberi, biri ile birine bir haber gönderir. “Hemen gelsin!” diye. Haberden haberdar olan: “Namazımı kılayım da öyle geleyim!” der. İslam Peygamberi bunun üzerine yukarıdaki sözleri söyler.
Bu âyette “Tanrı ve Peygamber” diyor. Peygamber aşağıda, Tanrı yukarıda. Çağrılan kişi kime gidecek acaba? Aşağıdakine mi, yukarıdakine mi? Ne aşağıdakine ne de yukarıdakine gidecek. Doğruca Peygambere gidecek. Çünkü Tanrı, Peygamberin kendisi ile kalbi arasındadır…Bu nedenle “Tanrı’nın kişi ile kalbi arasına girdiğini.” (K. 8/24) unutmayın diyor.
Ayrıca Tanrı ile özdeşlik yalnız peygamberlere özgü de değildir. Tanrı ile insan özdeştir. Bu nedenle “Tanrı her yerde hazır ve nazırdır!” denir. Nerede bir insan olgunlaşmış varsa; orada, Tanrı da vardır, şeytan da vardır. İnsanın olmadığı yerde ne Tanrı vardır; ne de şeytan vardır. Ne cennet vardır, ne cehennem vardır…
Benim iyi niyetli, temiz kalpli, Singapur’da oturan kardeşim, Tanrı’nın insanla özdeş olduğu konusunda bir de şöyle denir: “Biz ona şah damarından yakınız!” (K. 50/16) varır… Bu ayette; “Biz” dediği Tanrı’dır; “O” dediği de insandır.
Şimdi söyle bakalım, bu ayetlerle Peygambere mi, insanlara mı seslenilmiştir. Bütün bu âyetler de Tanrı-insan özdeşliğini dile getirilir… Yine bu ayette de “Hakk’el yakîn” mertebesine dikkat çekilmiştir… Bu sırra erenlerden 4. Halife Ali de: “Ben görmediğim Tanrı’ya asla tapmam!” demiştir. (Bk. Hacı Bektaş ve, Makalat, s. 42’den aktaran İsmail Kaygusuz. GÖRMEDİĞİM TANRI’YA TAPMAM. Alev Yayınları. 1. Baskı. s. 76.)
Adı geçen bu kitapta Tanrı ile insan özdeşliğine ilişkin çok ilginç anlatımlar bulacaksınız. Bilgi vermek açısından bir tanesini aktarıyorum. İranlı ermiş, ki bu Batıni de değildir, günümüzden bin yıl önce şöyle demiştir. Aktarıyorum. “… Tanrıyla yan yana oturuyormuş gibi sohbete başlamıştır. ‘Tanrım, ne denli büyük olduğunu göster de onurlandır beni.!” dediğini duyanlar, onun (Tanrı’nın) nasıl olduğunu sorduklarında şu yanıtı alırlar: ‘Görün işte hırkamın altında benden başka hiçbir şey yok; sadece, Tanrı var!’ s. 77.” Çok ilginç değil mi?
4. Halife Ali de, Beyazid-i Bestami de bu sözleri işkenbe-i kübradan atmamıştır. Ali’nin bu sözlerinin dayanağı İncil’de ve Kuran’da vardır.
Bütün ermişler Kuran’daki “İçinizde… Görmüyor musunuz?” .(K. 51/21) (Ayrıca bk. “Nurun ÂLÂ Nur, Kalplerin anahtarı, GERÇEK MÜRŞİD HAZRET-İ TANRI’TIR. ÖMER ÖNGÜT, Hakikat Neşriyat. s.122 ve en önemlisi Ömer Öngüt bu kitabının girişinde “Özüm Tanrı, sözüm yine Tanrı’dır” demektedir…) ayetini ve yukarıda geçen; 8/17, 8/24 ve 50/16’yı bu anlamda değerlendirmişlerdir. Bunun yanında Tanrı ile insan özdeşliğini dile getiren daha çok ayet var. Ne var ki din ilminden habersiz olanlar Tanrı ile insanı ayrı ayrı varlık sanar…
Yaratılmamızın bir amacı da içimizde uyumakta olan Tanrı’yı uyarmak ve gerçeğe Hakkel Yakîn’e (Tanrı’ya) erişmektir. Bu da inanılacak gibi değil mi? Öyleyse bir de şu âyetler üzerinde düşünmeli:
Kuran’da bir de şöyle bir ayet vardır: “Şüphesiz ki Tanrı ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey müminler! Siz de onun üzerine salat ve selâm getiriniz.”( K. 33/56) ” (Bu ayetin aslı “peygamber” değil; “Peygamberler” olacaktır. Bizimkiler kendi peygamberlerini yüceltmek için “Peygamberler” yerine “Peygamber” demişlerdir. Doğrusu “Peygamberler” olacaktır. Bk. Feyzu’l-Furkan, Kur’ân Meâli, Türkçesi: Hasan Tahsin Feyizli. 1. baskı. 20001. Akit gazetesi armağanı.)
Hiç Tanrı ile melekleri başka, peygamber başka varlıklar olsaydı koskoca Tanrı kendi yarattığı kuluna melekleri ile birlikte salat eder miydi?
Bütün Peygamberler ve ermişler inisiyedir. İnisiye demek gizli din ilmini (ilm-i ledünü) bilen demektir.. Tanrı ile Peygamber birbirinden ayırt edilemez. İşte bu nedenle inisiyelere (ermişlere) kâfir denemez. Kâfir diye Tanrı ile İnsanı ayrı ayrı görenlere denir. (Bk. Yukarda geçen K. 4/150-151’e…)
Ne var ki bu söylediklerimi Tanrı’nın dilediğinden başkaları bilemez. İnanmadınız değil mi? Öyle ise şu iki ayetleri de oku:
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. K. 2/255. Ayetü-l Kürsi” ve de:
“O (Tanrı) kimi dilerse onu doğru yola iletir.10/25” Bu anlamda olmak üzere bir de şöyle Hadis vardır. Tanrı’nın: “Velilerimi benden başkası bilmez.” dediği söylenir. (bk. Ömer Öngüt, Kalplerin Anahtarı, s. 45).
Din ilminde Tanrı ile erişmiş insan özdeşliği önemli yer tutar. Erişmemiş insanda da Tanrı vardır. Ne var ki heva ve hevesini disiplin altına alamayan insanlarda Tanrı uykudadır. Heva hevese bir örnek. Ör. Sigara ve alkol bağımlısı olan bir insan bile heva ve hevesinin tutsağı sayılır ve gerçeği (Tanrı’yı) göremez, içinde uyumakta olan Tanrı’nın sesini duyamaz, ”Hakkel Yakîn” mertebesine eremez…
Burhan kardeşimiz anasından-babasından, komşusundan-arkadaşından duydukları ile “Hakk’el yakîn” mertebesindeyim dememi bize yakıştıramayarak “Hakk’el yakîn” mertebesindeyim dememi başımıza kalkmıştır. Kabahatı yok, ancak bu sözleri söylemekle kendisinin din ilminden haberi olmadığını yansıtmıştır.
Kafası ilminin yetersizliğinden olsa gerek ne demek istediğimi anlamamış olduğundan tutmuş taa Singapur’dan bize: “Yani siz Tanrı’yı görerek ve yasayarak mi biliyorsunuz?” demiştir…
Evet ya, Tanrı’yı bilerek yaşıyorum. Tanrı’yı bilerek, hissederek yaşadığım ve yaşamıma uyguladığın için 10 iş yerinden kovulmuşum, memleketimi terk etmek zorunda kalmışım, toplumumdan dışlanmışım, en yakınlarım tarafından bile anlaşılmamışım. Öyle ki kendimi yetiştiğim dergahtan bile yüzüme tükürülerek kovulmuşum.
İşte ben de bu yüzden Tanrı’yı bilmeden yaşayanlara bakıp bakıp gülmüşüm. Bu güldüklerime şöyle demiş durmuşum:
Tanrı; madde olarak yoktur; mâna olarak vardır. Ruh olarak yoktur; düşünce olarak vardır. Somut olarak yoktur; soyut olarak vardır. Varlık olarak yoktur; kavram-simge olarak varır. Zat olarak yoktur; sıfat olarak vardır.
Durum ve gerçek bu olunca nasıl olur da insan O’nu “görerek” yaşayabilir. Nasıl olur da kendi dışında bulunan bir Tanrı’ya erişebilir…
Tanrı; mâna olarak, düşünce olarak, soyut olarak, kavram olarak, sıfat olarak var olduğuna göre ancak ve ancak bilinerek ve hissedilerek; yani, yüce kavramlara, üstün değerlere, genel doğrulara, Doğa yasalarına, toplum kurallarına ve de aklımıza, ahlakımıza, sağduyumuza ve vicdanımıza uyarak yaşadığımız takdirde Tanrı’ya erişmiş oluruz…
Tanrı görünmez ama; bilinerek, hissedilerek yaşanır… Bu anlamda İncil’de de: “Siz bilmediğinize, biz bildiğimize tapıyoruz!” (İn. Yuh. 4/22) denmiştir Bu dediklerimin tersini düşünenler geldiği gibi gitmiştir…
Bütün bunları bilen Tevfik Fikret’in çok güzel sözü vardır. Yinelemekte yarar vardır. “Beşerin garip delâletleri var. Putunu kendi yapar, kendi tapar.”
Gerçekten de insanoğlu önce kendi eliyle yarattığı puta tapar; bakar ki bu iş saçma; bu kez de aklı ile yarattığı Tanrı’ya tapar. Tapmaktan öte yarattığı Tanrı’ya ne kadar güzel sıfat (esma-i hünsa) varsa takar, takıştırır ve de yakıştırır. Daha sonra da umudunu kendi yarattığı bu Tanrı’ya bağlar. Ama o umudunu bağladığı Tanrı’dan kendisine olmaz hiçbir yarar…
O Tanrı ki kendisine bir demet maydanoz göndermez. Bütün Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer Tanrı‘ya inananlar, yatıp kalkıp yalvardığı halde dualarını kabul edip savaşı ve Bağdat gibi kutsal kente bombalar yağdırılmasını önleyemez.
Bu geçmişte böyle olduğu gibi gelecekte de böyle olacaktır ve ne yazık ki insanoğlu bu niçin böyle oluyor demeye korkacaktır. Bilinçlenmemiş insanlar kendi yarattığı Tanrı’nın ve kendi oluşturduğu dinin peşine düşecektir… Elbette başlarında Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve günümüzdeki diğer dinciler-diyanetçiler olduğu sürece…
Yazıklar olsun “Bilmediklerine tapanlara, yazıklar olsun kendi yarattığı Tanrı’ya tapanlara…” Yazıklar olsun kutsal kitapta yazılanlardan habersiz olanlara. Yazıklar olsun kutsal kitaplara göre yaşamıma yön verdiğim için bana kızanlara…
Singapur’lu Sayın Burhan, ben dinlerin yanlış anlaşılmasına karşıyım. Bütün dinlerin toplumsal bir olay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bütün dinlerin temelinin insan olduğunu söylüyorum.İnsanın Tanrı, din için değil; Tanrı7nın, dnin insanlar için olduğunu söylüyorum. İnsanlar dini yanlış anlamasınlar istiyorum. İnsanların dini yanlış anladıkları için İkiz Kuleleri yerle bir ederek ABD’nin başlarına bomba yağdırmasına davetiye çıkarmasınlar istiyorum.
Ne demek bu mümin kafir diye insanları gruplara ayırmak. Şu kafirdir, şu müşriktir diye öldürmeye kalkmak…Tanrı’ya yakışan din ve inanç özgürlüğünü anlayışla karşılamak.
Kaldı ki Kuran’da şöyle denmiştir: “Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi İNANIRDI. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? K. 10/99”Acaba böyle diyen Tanrı’yı kim, niçin dinlememiş; insanları hak dine davet etmek için kim cihada girmiş acaba? Yani şimdi biz bu olaylar üzerinde düşünüp kafa yormamalı mıyız? Aklımız olduğuna göre akıl yürütmemeli miyiz? Öyle ise niçin geldik dünyaya…
Ben insanların, din adına birbirlerini öldürmelerine dayanamıyorum ve de insanları bilgisizliğe ve karanlığa sürükleyenlerle uğraşıyorum. Güzelim dünyamızı, cehenneme çevirenlere çatıyorum. Benim yaşamım buna güzel bir örnek. Yaşamımı zehir ettiler bana. Şimdi ben yaşadıklarımı, gördüklerimi dile getirmekle din düşmanlığı mı yapmış oluyorum?..
İçinde bulunduğum toplumun gavur dediklerine el açmasına yanıyorum.. Bu nedenle de dinin gerçeğini anlatmaya çalışıyorum. Bu çağda artık insanlara yararlı olacak bir din anlayışını bulmaya çalışıyorum. Bunu da insanları sevdiğim için yapıyorum… Din demek ahlak ve edep demektir. Dinin aslı “Den”den gelir. Ben “Denli”yim ama densiz değilim…
Görülmektedir ki, bu din anlayışı bizi gavur dediklerimize muhtaç etmiştir. Öyle ise bu din anlayışının sonu gelmiştir. Bu konuda Batınî felsefesinde olan ermişler de, ölüm pahasına, benim dediklerimi demiştir. Öyle ki bir şeraitçi olan Mehmet Akif bile zaman zaman çevresine benim seslendiğim gibi seslenmekten çekinmemiştir…
Merak etme Burhan kardaşım, yalnız değilsin sen… Dinin ne demek olduğunu bilmeyen din-i taklid-i yolundan yürüyenler, dinin güzelliklerinden habersiz olanlar da bana karşıdır tümden. Bu da onların bilgisizliklerinden ve de edepsizliklerinden…
Bu bizim kaderimizdir. Bu bizim insanlık için kendi elimizle giydiğimiz melâmet gömleğidir… Sırası gelince diğer sorularına da yanıt verilecektir.
Son olarak bir de şöyle diyorum: Eğer ben eğri yolda isem; bu, Tanrı’nın dilemesiyledir. Yok eğer ben doğru yolda isem bu da Tanrı’nın dilemesiyledir. Bu söylem Kuran’da, en az, 70 yerde dile getirilmektedir. Bk. Yukarıda yazılı ayetlere ve aşağıdaki şu ayetlere: (K. 5/35, 6/107, 112, 136, 137, 149, 10/99, 11/118, 16/9, 93, 32/13… daha çok..)
Burhan kardeşim, zaman zaman okumak için, bu yazımın çıkışını alarak sakla. İstersen, “Hocam, bu adam ne demek istiyor?” diye göster hacılara, hocalara, imamlara, mürşitlere, şeyhlere, şıhlara… Ne diyeceklerini peşinen söyleyeyim; işte söyleyecekleri sana:
“Aman bu adamla uğraşma, çarpılırsın sonra!”
Benim Singapur’daki kardaşım; dört karı almak varken bu konularla uğraşmak senin neyine? (Burhan’ın yukarıdaki mektubunun 4. bölümüne bakınız…) Al dört karıyı bak keyfine, her gece yat biriyle… Hoşuna gitmeyen kadınları da “Boş ol!” diye boşa. Almaya sınır var da, boşamaya sınır yok nasıl olsa. Boşa boşa evlen dördü aşmamak koşulu ile… Bunan iyi din mi olur sizin gibilere…
Saygı. Sevgi sana. Şimdi kal sağlıcakla…
Av. Hayri Balta… 13.3.2003
X
Al sana Tanrı ile İnsan özdeşliğini dile getiren şiirler:

Minareye çıkıp bize bağırma,
Haberimiz vardır sağır değiliz.
Sen kendini düşün bizi kayırma
Tanrı’yla biz ayrı gayrı değiliz.
Sarız’lı Ozan İbreti,
+
Ey müminler beni ziyaret edin
Yüzüm Cemalullah sıfat bendedir
Dört kitabım yahu kıraat edin
Kuran Zebur Tevrat İncil bendedir…
Edip Harabi
+
YENİDEN DOĞDUM

Otuz yıl aradım gökte Tanrı’yı,
Bizim evde buldum gül yüzlü şahı
Karanlıkta fark eyledim şafağı
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Füze yaratıyor çarpışan fikir
Bizi aç bıraktı bu dua ile zikir
Aynel yakîn Hakkı gördüm şükür
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Adem’i Hak bildim dersim özveri
Geldiğim diyara dönmedim geri
Dört kapı kırk makam girdim içeri
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Üryan püryan oldum girdim meydana
Anda teslim ettim canana
Tanrı’nın adresin öğretti bana
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Mihraç aynel yakin cenab-i bari
Aşk üzre tanıdım yari ağyari
Bir canlı kitapta kıldım kararı
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Bir zaman oturup posteki saydım
Ne medrese koydum, ne mektep koydum
Kardeş sofrasını meydana yaydım
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Aşık oldum ser çeşmenin gözüne
İtibar etmedim vaiz sözüne
Ben de başım koydum pirin dizine
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Dağlı’nın sözleri değildir riya
Hırkayı cübbeyi bıraktım suya
Yedilerle yatmış idim uykuya
Uyudum uyandım yeniden doğdum

Halk ozanı Osman Dağlı,
Kahramanmaraş Afşin İlcesi, Arıtaş köyünden
+
((Aşık Kul Hasan’ dan (HasanGören) alınmıştır)). 19.3.2002
x
“Mülk yaratip dünya dünya
Ol bahçevan heman benem

Halk içinde dirlik düzen
Dört kitabi dogru yazan
Ag üstünde kara düzen
Ol yazilan Kuran benem

Kafirdürür inanmayan
Evvel ahir heman benem…”
(Yunus Emre, 13-14.yy)
+
“Mülk ile ile malik benim
Muhyi vü halik (can veren ve yaratici) benim…”
(Nesimi, 14.yy)
+
“Ger insani sorarsan
Hak’dan gayri degildir
Sifati nur-i Mutlak ..”
(Kaygusuz Abdal, 14-15.yy)
+
“Kuranidir sözümüz
Rahmanidir yüzümüz
Hakki görür gözümüz
Aldanmayiz hayale…” (Turabi, 19.yy)
+
“Ben beni bilmezdim hatir kirardim
Meger ilmim noksan imis bilmedim
Ben insandan baska Ilah arardim
Meger insan Ilah imis bilmedim…”
(Asik Ismail Daimi, 20.yy)
+

“Siz ilahlarsınız” diyorum. Tev. Mez. 82/6
x
İsa şu karşılığı verdi: ”Yasanızda, ‘Siz ilahlarsınız, dedim’ diye yazılı değil mi?” Tanrı kendine sözünü gönderdiği kimseleri ilahlar diye adlandırır. Kutsal yazı da geçerliliğini yitirmez. Yuhanna. 10/34
X
ŞEYTANIN DÖLLERİ

Günlerdir dünya kamu oyu, Iraklı tutsaklara yapılan işkence ve tecavüzlere endekslenmiştir. İşgal güçlerinin tutsaklara uyguladığı işkence ve tecavüzlerin hafifletici hiçbir nedeni olamaz…
Bu işkence ve tecavüz görüntülerini sıralamaya gerek duymuyorum. İşkence ve tecavüz sözü edilince bu sahneleri gözünüzün önüne getireceğinizi biliyorum…
İşgalcilerin bu işkence ve tecavüzleri savaş psikoloji ile yaptıkları da ileri sürülemez. İşkence ve tecavüzler sanki insanlığın kaderi imiş gibi her ülkede rastlanmaktadır. Örneğin bu gün Amerika cezaevlerinde yılda: “140 bin erkek mahkûm tecavüze uğramaktadır. Bakın Amerikalı bir anne “17 yaşındaki oğlum hapishanedeki diğer mahkûmlar tarafından tecavüze uğradığı için AIDS olmuştu ve bu tecavüzler üzerine 75 gün sonra kendisini asmıştır. Üstelik oğlum tecavüz üzerine hapishane yönetimine başvurmuşsa da oğlumun yakınması ciddiye alınmamıştır.” diyor. (Bkz. 3 Temmuz 2003 tarihli Hürriyet. s.7 burada tecavüze uğrayan gencin, annesinin resimleri vardır ve bu yazıda çok olay (vak’a) gösterilmektedir…)
Tanık olduğumuz bu işkence ve tecavüz olayı savaş psikolojisi ile izah edilmez. Dünyanın savaşan ve savaşmayan pek çok ülkesinde sermayeye hizmet eden egemenler işkence ve tecavüz uygulamasını sistematik bir uygulama haline getirmişlerdir. Örneğin: 12 Mart ve 12 Eylül döneminde Türk-Kürt demeden bütün halkımıza uygulanan işkenceler hâla düşlerimize girmekte ve bizleri korkuya sürüklemektedir. Ne var ki bu uygulamalar az da olsa bu günde yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada sürüp gitmektedir…
Bütün bu kepazeliklerin ve vahşetlerin nedeni kapitalizmdir. Kapitalizm insanı doğa ve toplumda tek başına bırakır. Güçlü olanlar eleğin üstünde kalır, güçlü olmayan çok büyük çoğunluk da elenir gider… Bunlar açlık ve yoksulluk sınırı altında çoluk-çocuk yaşar gider eğer buna yaşamak denirse…
Dünyada tarih boyunca yapılan savaşlar ekonomik nedenlerle yapılmıştır. Bütün savaşlarda egemenlerin cebi dolmuş, serveti olmuştur. Günümüzdeki çatışmalar da bu nedenle yapılmaktadır. Dikkati çeken bir durum var ki; o da, bu savaşları çıkaranlar tek tanrılı din mensuplarıdır. Allahsız Budistler, Allah inancı olmayan felsefî dinler, öküze, güneşe tapanlar, Putperestler arasında böylesine bir didişme, çekişme, kin ve nefret görülmemektedir….
İşgalcilerin kitabında şöyle yazar: “Göze göz, dişe diş denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: ‘Şerire karşı koyma fakat; her kim senin sağ yanağına vurursa, ona ötekini de çevir. “ (İn. Matta. 5/38) denir.
Burada İsa’nın, Musa’nın kısasa kısas ilkesine karşı çıktığı görülmektedir. Sözde Allah Tevrat’ta Musa’ya şöyle vahyetmiştir: “Size bir zarar veren olursa; cana karşı can, göze karşılık göz, dişe dişe karşılık diş, ele karşı el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşı yanık,yaraya karşı yara, bereye karşılık bere ödenecektir.” (Tevrat. Çıkış, 21/23-24)
Hiç Allah böyle şey der mi? Böyle bir şeyi dese dese amaçları için insanları kendisine itaate motive etmek isteyen Musa demiştir… Anlayacağınız kimileri kendi dünya görüşlerini Allah’a mal ederek insan topluluklarını emrine amade ediyor…
Ama Musa’nın bu görüşüne itiraz eden İsa: “”Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı sevin ve size eziyet edenler için bile dua edin ki göklerde olan Babanızın oğulları olasınız!” (İncil. Mat. 5/45) der.
Altını çizdiğim “Allah’ın oğlu” terimine dikkatinizi çekerim. İslam’da bu terimin karşılığı “Allah’ın dostu” olarak geçer. Bu şu anlama gelir: İnsanlar kendilerini doğruluğa, dürüstlüğe, erdeme, güzelliğe, iyiliğe, sevgiye; kısaca, genel doğrulara, üstün davranışlara, yüce kavramlara (=Allah…) kodlarsa; bu insan, Allah’ın oğlu= Allah’ın dostu olarak kabul edilir. Bu kurallara uymayıp tersini yapanlara ise Allah’ın düşmanı ve Şeytanın oğlu denir…
Demek ki Iraklı tutsaklara işkence yaparak tecavüz edenler kendi kitaplarına karşı geliyorlar. Bu durumda bunlar “Allah’ın oğlu” değil Şeytanın Oğullarıdırlar. Çünkü şeytana hizmet etmektedirler. İstedikleri kadar vaftiz çıkarsınlar; İsa, Meryem, Kutsal ruh desinler işe yaramaz… Kötülük, kötülüktür…
Görünen gerçek şu ki: Bütün dinler insanın iç benliğindeki canavarlığı, sadistliği, kini, nefreti, öfkeyi giderememiştir. Öyleyse bu Allah dedikleri peygamberleri niçin göndermiş, kitapları niçin indirmiştir?
Bu işkence ve tecavüz olayları kapitalist ve emperyalist dünyanın sistematik bir uygulamasıdır. Bunlar dünyaya gözdağı vermektedir. O da şu: “Eğer değirmenimizin çarkına çomak sokarsanız, dünyayı sömürmemize engel olursanız göreceğiz muamele budur. Kim ki bizim egemenliğimizi kabul etmez; onlara böyle işkence yapacağız, böyle tecavüz edeceğiz. Onun kişiliğini, onurunu, ruhsal dengesini darmadağın ederek onu kendi kendinden utanır duruma getireceğiz… İyisi mi aklınızı başınıza toplayın bize itaat ve hizmet edin!” demektedir…
Bunların şerrinden kurtulmanın yolu doğanın yarattığı insan denen varlığı işleyerek hamlıktan kurtarıp; bilge, erdemli, olgun bir şekilde eğitmektir. Bu da akılcı, laik ve hümanist bir eğitim sistemi ile olur; yoksa öyle dinle imanla, İmam-Hatiplerin önünü açmakla, Kuran kurslarını yurt yüzeyine yaymakla olacak iş değildir.
Yapılacak iş emperyalizmin akıllı bombasına karşı canlı bomba olmak değildir. Yapılacak iş emperyalistin akıllı bombasından daha akıllı bomba yapmaktır. Bu da vahye dayanan eğitim sistemi ile değil akılcı, laik ve hümanist eğitim sistemi ile olur ki bu da İslam dünyasında yoktur ve olacak gibi de değildir…
Kimileri acizliklerinden, kimileri cahilliklerinden, kimileri de Allah’a ve dinlerine söz söyletmemek için “Allah bizi imtihan ediyor, sabrımızı deniyor!” demektedir. Git be! Allah yarattığı insanları sadistlerin tecavüzüyle imtihan eder mi?
Kimileri de kendilerini şöyle teselli ediyor: “Allah zalimlerin cezasını öte dünyada verecektir…” Git be! İnsanın namusuna tecavüz edildikten sonra tecavüzcünün cezasını Allah dedikleri öte dünyada verse ne olur, vermese ne olur?
HB, 7.5.2004
X
İSLAM’DA HOŞGÖRÜ VAR MI?

“İslam dinine göre káfirlerin katli vaciptir. Yani bir káfiri öldürürseniz suç işlemiş olmayacağınız gibi tam tersine sevaba girmiş sayılırsınız.” (Oktay Ekşi, Hürriyet)
Lokman Ökten, 1.1.2004
X
Subject: [sanalsiyaset] Re: İslam dinine göre káfirlerin katli vaciptir. Yani bir káfiri öldürürseniz suç işlemiş olmayacağınız gibi tam tersine sevaba girmiş sayılırsınız
Ayetlere de gerek yok ki!! Peygamber efendimiz zamanında Mekke’de
Medine’de hiç mi gayri müslim yaşamıyordu..Herhalde kafir öldürmek
Allah’ın bir emri olsa ve Kuran’da yer alsa ilk uygulayıcısı
peygamber efendimiz olurdu..Osmanlı da müslüman değildi
herhalde..Fatih İstanbul’u aldıktan sonra Bizanslı halkı kılıçtan
geçirmediği için “o müslüman değil di” de dersiniz/derler şimdi…
Böyle şey mi olur ya?? Kafir öldürmek günah değil sevap
de..Sonra “gerçekler ve Kuran böyle efendim” deyip işin içinden
sıyrıl..İnananı inanmayanı herkes “İslam en akılcı din en mükemmel
din” diye atıp tutmasını biliyorsunuz..Bir düşünün bu söyledikleriniz
akla mantığa uyuyor mu? Ya sizin akıl ve mantığınız katliamı normal
bir sey olarak görüyor..Ya da İslam en akılcı dindir diye takiyye
yapılıyor..Bu makaleyi yazan kişiye sorsanız o da islam en akılcı ve
en son gelen en mükemmel dindir der..
Kuran’da böyle bir kural olsaydı emin olun bir tek kafir sağ
konmazdı..Bütün kafirlerin 600 küsur yıl Osmanlı sayesinde ve onunda
öncesi 400 yıl diğer müslümanlar sayesinde toplam 1000 yıl içinde
soyu tüketilirdi..
Erkoç, 2.1.2004
x
Ya gülsem mı ağlasam mı şaşırdım, adam ılle de “allahu ekber, allahu ekber” dıye bağıracak, başka türlü heyecanlanmıyor… Kendılerını seyreden ılahı bır güce ınanmasalar ınsan olamayacaklar, yazık, çok yazık…
Birsen Erdoğan, 2.1.2003
X
“Kendılerını seyreden ılahı bır güce ınanmasalar ınsan olamayacaklar.” Kendinizle herkesi bir tutmayin. sadece neye öncelik verdiginiz önemli. ama size anlatmaya degmez… Aslinda bu grupta yazi yazmaya bile degmez… Gördügüm kadariyla akli basinda bir tek zeki kentel abimiz var, onun da yazilarini çok sükür diger mail gruplarindan da bulabiliyoruz.
hilalci, 2.1.2004
X
kutsal kıtapları anladığınız bır dılde kaç defa okudunuz? pekı o kıtapların ne şekılde derlenıp yazıldığını hıç araştırdınız mı?
son bır soru
bunca zamandır allah ın vahıylerını ıçerdığıne ınandığınız o kutsal kıtapların dığer bütün kıtaplar gıbı ınsanoğlunun bır ıcadı olabıleceğını hıç düşündünüz mü?
düşünmedıysenız çok haklısınız bu grupta yazmanız son derece gereksız ..
ıyı günler,
birsen erdoğan, 2.1.,2004
X
wrote: Hangi ayetler bunlar, beni aydirnlatirmisiniz ?
Hangi konularda dikkatli olmam gerek, gonderdigim makaleleremi
dikkat etmem lazim ?
Isterseniz, gruba gondermeden evvel size yollayip izninizi aliyim,
ve peygamber efendimizden.
Ayhan Onay, 2.1.2004
X
Sayın Ayhan Bey,
“İslam dinine göre káfirlerin katli vaciptir. Yani bir káfiri öldürürseniz suç işlemiş olmayacağınız gibi tam tersine sevaba girmiş sayılırsınız” demekle iş kısa yoldan çarpttırılmıştır…
Dini bilginiz ne kadardır ya da Oktay EKŞİ’nin ne kadardır bilmiyorum ama müslümanlarla müslüman olmayanların ilişkisini Peygamber Efendimiz zamanından ve Kafirlerle ilgili ayetlerden daha iyi görebiliriz.
Lütfen bazı konularda daha dikkatli olalım…
Lokman ÖKTEN, 3.1.2004
X
sorularınızı tek tek yanıtlamaya çalısayım:
kutsal kıtapları anladığınız bır dılde kaç defa okudunuz?
kur’an-ı kerım’ı ılk basta ıbn kesır tefsırı’yle beraber okudum ve halen de degısık yazar ve kesımlerın ayetlere yükledıklerı manaları anlatan kıtap / makalelerını takıp edıyorum. ayrıca rıyazüssalıhın’dekı bazı hadısler ısıgında resulullah’ın (sav) bazı ayetlerı tefsır ettıgı hadıslerını daha bır özenle okuyor ve notlar alıyorum. tam olarak bır sayı veremesem de çok okudugumu söyleyebılırım.
tevrat’a bır kaç kez baslamayı düsündüm. en bastakı o dünyanın yaratılısını anlatan bölümü okudum ve elımden düsürdüm. gerı kalanları da (tamamı olmasa da öne çıkan bölümlerını) degısık kıtaplarda dıpnot halınde ya da anlatılan olayın açıklanısı seklınde muhtelıf eserlerden okudum.
ıncıl’ı de çogu kez karıstırdım. yıne tevrat gıbı hakkında yazılan eserlerı okudum. su an elımde olmasına ragmen fazla kafa yoruyor degılım. yalnız bazı yerlerı kafama takılmıyor degıl. ayrıca ‘mormon’un kıtabı’ dıye bılınen bır tarıkatın kıtabı da var elımde.
sonuçta su an ıncıl dıye bılınen eser(ler)ı fazla muteber bulmadıgım ıçın üzerlerıne egılmektense, kur’an’da anlatıldıgı sekılde kabul etmeyı daha uygun buluyorum. tevrat ıçın de aynısı geçerlı.
pekı o kıtapların ne şekılde derlenıp yazıldığını hıç araştırdınız mı?
evet. herhalde nasıl derlendıklerını anlatmamı ıstemıyorsunuz. o yüzden kısa cevap.
bunca zamandır allah ın vahıylerını ıçerdığıne ınandığınız o kutsal kıtapların dığer bütün kıtaplar gıbı ınsanoğlunun bır ıcadı olabıleceğını hıç düşündünüz mü?
düsünmedım, çünkü sahıt oldum. tabı kur’an bunların dısında. bakın, bu konuya fazla gırmek ıstemıyorum. çekındıgım ya da bu konuda cevabını veremeyecegım bır soru gelmesı gıbı bır korkum yok. ama ben, kur’an’ın allah kelamı oldugunu %100 ınanıyorum. matematıksel ve(ya) bılımsel mucızelerı bır kenara bırakalım.
bu sorunun sorulus seklıne bakılırsa, kur’an’ın da (hasa) ınsan sözü olduguna, daha da ötesı, hz. peygamber’ın (sav) kendısının ya da etrafındakılerın veyahut çogu dını kaynaktakı bılgıye malık bırısının yazıp (hasa) hz. peygamber’ı kullanarak ınsanlıga sundugu gıbı zannedıyorsunuz.
eger sızın dedıgınız gıbı kabul etsek ve kur’an (hasa) ınsan kelamı olsa… buna asla ıhtımal vermıyorum da, farzedelım… bu durumda, onu yazan ınsanın çızdıgı yolda olmak ne büyük bır seref. kendısıne ıman edın demıyor, bır olan allah’a (cc) ıman edın dıyor. bır ılahlık taslanmamıs. burada, zaten dünyalık bır sey ıstenmedıgı anlasılıyor. demek kı büyük dügüm ölümden sonraya bırakılmıs. hayatını, hesabını verebılecegın sekılde nızame etmen emredılmıs… ölümsüzlük henüz basarılamadıgına (ve basarılamayacagına) göre ve yıne ınsanı allah’ın ıznıyle dırılten ısa aleyhısselam’ın da çagırdıgı aynı allah olduguna göre, demek kı ınsana sunulan ve emredılen hersey, ınsanüstü ve ötesı bır varlıktan gelmekte. dünyalık menfaat ıstenmıyor. ne buyurmustu hz. peygamber (sav): ‘bır elıme
ay’ı, dıgerıne de günes’ı versenız bu davadan geçmem.’ oysa neler teklıf edılmemıstı kı? krallık, san, söhret, kadın vs. demek kı ortada çok büyük bır dava var. bu dava, hz. adem’den baslayıp da ınsanlıgın son gününde alıp-verılecek son nefese kadar devam etmesı gereken bır dava. (yukarıda yazılanlar bıraz karısık olabılır… çözemezsenız sakın kafayla bır kez daha okuyun, olmazsa daha da açmaya çalısırım.)
yukarıda da dedıgım gıbı, benım bu konuda kur’an’ın kıtabullah olduguna ımanım tam. aılenın, büyüklerın ya da çevrenın teesırı fılan zannetmeyın, fakat buna kendım sahıdım. bu kıtap çok baska. burada anlatamam, fakat ımanım tam. ımam-ı safıı’nın de buyurdukları gıbı: ‘ımanın tam oldugu yerde ısbat yoktur.’ bu sözü buraya yazmamı bır kaçıs gıbı degıl de, kendı tecrübelerıyle görmüs bır ınsanın duygularını bu sözden daha güzel bır bıçımde ıfade edemeyecegını düsünerek okuyun.
eger sızın dedıgınız gıbı kabul etsek ve kur’an (hasa) ınsan kelamı olsa… buna asla ıhtımal vermıyorum da, farzedelım… bu durumda, onu yazan ınsanın çızdıgı yolda olmak ne büyük bır seref.
düşünmedıysenız çok haklısınız bu grupta yazmanız son derece gereksız Ne yanı, sız düsündügünüz ıçın mı yazıyorsunuz? pekı neden sımdı? ben günlerdır menemen / kubılay olayını anlatmaya ve sızlerı aydınlatmaya çalısırken bır ‘çetıner klasıgı’ olan ayetı kendı yorumuyla tartısmaya açma ve en uc noktalardan örnek verme kaabılıyetsızlıgını gösterıp her defasında sıstemın kanlı ellerını kubılay’ın bogazında görmeyı bırakıp suudı arabıstan’ın bılmem neresınde kesılen ellerın (kı eger hakkıyla kesılmısse sözüm yoktur. gerekıyorsa kesılmelıdır. benım elım de olsa) resımlerını yollayıp ıslam’a saldırı kapısı açınca mı sesınız çıkmaya basladı. madem sız 3-4 soruyla geldınız -kı konunun basını kaçırdıgınızı hıç sanmıyorum- o halde ben de sıze soruyorum: kubılay’ın katılı ve menemen hadısesının müsebbıbı kım?
‘allah ıçın kalbınızden geçtıgı ve ılk maılde yazılan bılgıler ısıgında cevap verın’ demem gerekır, fakat sız ‘en sevdıgınız ınsanlar ve degerler adına’ bıraz olsun yüreklı davranın… ben bu ıshın pesını bırakmam… hele hele bu grupta. kı, benı kımın kaydettıgı halen meçhul. bu konuda ınadım ınat… tıpkı ‘vatandas rıza’ gıbı.
Hilalci, 3.1.2004
X
Nasil ayetlere gerek yok? Beni inandirmaniz icin ayetleri gostermeniz lazim. Ben muhammedin sahte bir peygamber olduguna inaniyorum, daha dogrusu peygamber falan olduguna inanmiyorum. (Hic bir mantilkli, bilincli, merhametli normal bir insan 6 yasinda bir cocukla evlenmez, ancak sapiklar bunu yapar) Ben Kuran ve Islamiyet kadar siddet, vahset dolu bir dinle daha karsilasmadim, muhammed bile insanlari kilictan gecirmis ve savaslara katilmistir. Tanri bu kadar acizmiki Muhammede ihtiyaci olup onun sayesinde adam oldurtsun?
Acin kitabi okuyun, laf salatalarini birakin.
“…Yalniz Allah’in dini (Islâmiyet) kalana kadar onlarla savasin…” (Kur’ân: 2 Bakara 193) iste Kuran ve islamiyet budur.
Kafirlerin, gavurlarin soyu tabiki tuketilmek istendi, ama yapamadilar, beceremediler
Nasil becereceksin, adamlarin atom bombalari, modern silahlari var adami bir saniyede yerle bir ederler. Yasam tarzlarina bak, her kullandigimiz sey gavur mali. Butun Gavurlari soyunu tuketseydik, su anda bir magarada yasayip deri ve kemik uzerine yazi yaziyorduk.
Asagida gonderdigim yazilara bir goz atin, yardimci olacagini saniyorum :
+
ISLAM VE SIDDET
Sivas Olayları, (02 temmuz 1993) boşuna olmadı.. Islamiyeti yaymak ve “kafir”leri ortadan kaldırarak sevap işlemek isteyen dinciler, 35 kişiyi diri diri yakarak, 2 kişi ye silahla vurarak katlettiler. Dünya’da din adına işlenen cinayet ve çatışmaların çoğunun Islamiyet için yapılması bir rastlantı mı? Yoksa, islamiyet, şiddet içeren bir din mi?
Turan Dursun’un Din Bu adlı kitabından:
Kafirler, nerede bulunsa yakalanmalı, öldürülmeliydi. Bozguncular ya boyunlarından vurularak öldürülmeli, ya asılmalı, ya ellerinden ayaklarından çapraz kesilmeli, ya da sürülmeliydiler. Hristiyan ve Yahudiler ile dost olunmamalıydı. Şeyhülislam fetvalarına göre, Alevilerin kanları helaldi. Peygamberin dört halifesinden üçü, Müslümanların bıçakları ile can vermişti. Şeriatın insanlara vaat ettiği barış buydu.
Olay ögrenilir. Medine’ye, Peygamber’e haber verilir. Peygamber öfkelenmistir. Adamlarin yakalanmalari için buyru verir. Hepsini yakalattirir. Suçlulari, Hz. Muhammed’in huzuruna getirirler. Peygamber’in karari kesindir: “Elleri, ayaklari çapraz olarak kesilsin. Gözleri oyulup çikarilsin..”
Emir uygulanir. Suçlularin, elleri, ayaklari çapraz olarak kesilir. Gözleri oyulur. Medine disinda, günesin altinda ates gibi yandigi için “Harre” adi verilen yere götürülürler. Suçlular su isterler, su verilmez. “Taslari kemirirler”, “agizlariyla, disleriyle topragi kazarlar.” Ölünceye kadar öyle birakilirlar. (Buhari, Zekat/68, Cihad/52; Tecrit/Vudu, hadis 172; Müslim, Kesame/9-14, hadis 1671; Ebu Davud, Hudud 3, hadis 4364-4371; Tirmizi, Ebvabu’t-Tahare/55, hadis 72-73; Nesei, Tahrimü’d-Dem/7; Ibn Mace , Hudud/20, hadis 2578-2579. Buhari, bu hadise yedi yerde ve dokuz yolla, Ebu Davud bir yerde bes yolla, Nesei bir yerde dört yolla gönderme yapmistir.)
Nedir suçlari bu adamlarin ve öncelikle kimdi bunlar? Ukl veya Ureyna kabilelerindendirler. Peygambere gelmis, müslüman olduklarini bildirmislerdir. Renkleri saridir, hastadirlar. Peygamber, önce bütün sevecenligiyle deve sütü ve “deve sidigi” içirerek onlari iyilestirir. Havadar bir yere gitmek isterler. Peygamber bir deve sürüsü verir ve yanlarina bir çoban katar. “Herifler” çobani öldürür ve Peygamber’in deve sürüsünü alir götürürler. “Peygamber, iskenceye karsi oldugu halde, bu olayda nasil olmustur da, iskenceyle öldürülmelerini emretmistir?” Bu soru, hadis kaynaklarinda tartisilir. Kimileri, bu infazi “iskenceyi yasaklamadan önce uygulattigini ” öne sürerler. Kimisi, uygulamanin bir “kisas” oldugunu belirtir. Çünkü, suçlular da Peygamber’in çobanina ayni iskenceyi yapmislardir. Hakim görüs ise, Peygamber’in Maide suresinin 33.ayetini yerine getirdigi, yani Allah’in buyruguna göre hüküm verdigi yönündedir.
Yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, ölümlerden ölüm begenmelidirler. Maide suresinin 33.ayetinde su buyruk verilmistir: “Allah ve resulüyle savasanlarin ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalisanlarin cezasi, ya boyunleri vurularak öldürülmeleri, ya asilmalari, ya ellerinin ayaklarinin çapraz kesilmeleri ya da bulunduklari yerden sürülmeleridir. Bu, onlarin dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise, onlara daha büyük azap hazirlanmistir.”
Kanlarinizi ve mallarinizi kurtarmak istiyorsaniz: Peygamber diyor ki: “Onlar, Allah’tan baska Allah olmadigina, Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduguna inanincaya, bizim kiblemize dönünceye, kestiklerimizi yiyinceye, ve namazimizi kilincaya ve zekatlarini verinceye kadar, insanlarla öldürüsmem (mukatele) emroldu. Insanlar, bunlari yerine getirdikleri zaman, benden kanlarini ve mallarini kurtarmis olurlar.(Buhari, Selat/28; Tecrid, hadis 24; Ebu Davud, Cihad/104, hadis 2641; Müslim, Iman/32, hadis 20,22)
Sirin Tekin, henüz 17 yasindaydi. Çevresinde çok sevilen bir gençti. Ögrencilerin demokratik haklarindan sözederdi. Oruç tutmuyordu. O gün, 3 Mayis 1987, Van 100.Yil Üniversitesi’nin karsisindaki kahvede oturuyordu. “Islamin bekçileriyiz,” diyorlardi. Kendilerine “mukatele” emrolduguna inaniyorlardi. Rektör de “Onlar Islam adina dövüsürler,” dememis miydi? Sirin Tekin, “kanini” saldirganlardan kurtaramamisti.
Yaptiginiz alisverise sevinin: “Allah süphesiz, Allah yolunda savasip öldüren ve öldürülen müminlerin canlarini ve mallarini -Tevrat, Incil ve Kur’an’da sözverilmis bir hak olarak- cennet karsiliginda satinalmistir. Verdigi sözü, Allah’tan daha çok tutan kim vardir? Öyleyse, yaptiginiz alisverise sevinin! Bu, basaridir”. (Tevbe Suresi,111) Kafir öldüren müslümana cennet müjdelenmistir.
Suçu elestirmekti
Esref Oglu Ka’b, genç bir sairdi. Peygamberi ve ona inanlari elestiriyordu. Peygamber bir gün arkadaslarina sordu: “Bu adami öldürebilcek kimse var mi?”
Mesleme Oglu Muhammed, ortaya atildi: “Ben varim.”
Esref Oglu Ka’b, nasil öldürülecekti? Planlar yapildi. Hadis kitaplarinin yazdigina göre, “yalan”lar uyduruldu, “tuzak” hazirlandi. Bir gece, kalesinde bulunan sairin kafasi kesilerek plan sonuçlandirildi. Ve, kesik bas, peygambere götürüldü. (Buhari, Cihad/15/1, Rehn/3, Tecrid, hadis 1578; Müslim, Cihad/119, hadis 1801; Ebu Davud, Cihad/169, hadis 2768)
Kadinlar ve çocuklar onlardansa, kimler öldürülebilidi? “Eli silah tutan tüm erkekler öldürülebilirdi.” Henüz, aklini, bellegini yitirmemis olan yaslilar da öldürülebilirdi. Ama, deliler öldürülemezdi. Bu hükmün de istisnasi vardi. Eger, deli savasir durumdaysa, zenginse, ya da hükümdarlik makamindaysa öldürülürdü. Peygamber, söyle emretmisti: “Müsriklerin yaslilarini öldürün de çocuklarini birakin!”(Ebu Davud, Cihad/121, hadis 2670; Tirmizi, Siyer/29, hadis 1583.)
Bu emir, Kurayza Yahudileri’nin öldürülmesi sirasinda verilmisti. Çocuklarin birakilmasi isteniyordu. Çünkü onlar ele geçrilmis degerli ganimetlerdi, köle apilacaklardi. Bu katliamda, Peygamber’e dil uzattigi için bir kadin da öldürüldü.
Gene, gece baskinlarinda, kafirler toptan kilçtan geçirilirken, evler yakilip yikilirken, öldürülenler arasinda kadinlar ve çocuklar da bulunuyordu. Bunun üzerine, Peygamber’e arkadaslarindan biri söyle sordu: “Ya Resulallah! Evlere yapilan gece baskinlarinda, müsriklerin kadinlari, çocuklari da öldürülüyor, ne dersin?”
“Onlar da öbürlerindendir.(Kadin ve çocuklar da onlardandir.)(Bkz.Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, hadis 2672; Ibn Mace, Cihad, hadis 2840; Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis 1570)
Ya “bizden” olan kadinlar, Müslüman annelerimiz, eslerimiz, kiz kardeslerimiz, arkadaslarimiz?
Onlar erkeklerin yönetimine boyun egmeliydiler. Eger, uslu davranmazlarsa, “Ögüt verin, yataklarindan ayrilin, yine de yola gelmezlerse, onlari dövün” diyordu kutsal kitap (Nisa suresi,34). Müslüman kadinin kismeti de, siddet idi.
Ateste yakmak Allah’a ait ama..
Peygamber, atese atarak öldürmeyi dogru bulmuyordu. Hz. Muhammed, bir gün Muhammed’in oglu Hamza’yi çagirir. O’nu bir savas birliginin basina komutan olarak atar ve su buyrugu verir: “Falan kisiyi bulursaniz, atese atip yakin!”
Hamza, birligiyle yola çikmak üzeredir. O sirada Peygamber, Hamza’yi çagirir: “Falancayi bulursaniz ateste yakin, dedim. Ama, önce öldürün, sonra yakin. Çünkü, ateste yakma cezasini, yalnizca atesi yaratan verebilir.(Ebu Davud, Cihad/122, hadis 2673)
Ebu Hureyre anlatiyor. Bir gün, peygamber bizi, bir savas birligi olarak düsmana gönderiyordu. O sirada, Kureys’ten iki kisinin adlarini vererek söyle dedi: “Bunlari yakaladiginizda atese atin, ikisini de!..”
Peygamber, bir süre sonra dönüp emrini söyle düzeltti: “Size, onlari bulursaniz, ikisini de yakin, dedim, ama yakmayin. Çünkü, ateste yakma cezasini yalnizca Allah verir. Siz bu iki kisiyi yakalayip öldürün yalnizca. (Buhari, Cihad/107,149; Ebu Davud, Cihad/122, hadis 2674; Tirmizi, Siyer/20, hadis 1571)
Peygamberin tutumu buydu ama, onu izleyen halifeleri, Allah’a mahsus olan atese atma cezasini pekala uygulayabilmislerdi. Hatta bunu yaparken, icazeti peygamber’den aldiklarini bile söylemislerdi. Ebu Bekir, Peygamber’in ölümünden sonra basgösteren dinden dönme (“ridde”) olaylari sirasinda, komutanlarina su talimati vermisti: “Daha da direnirlerse, demirle daglayin, ateste yakin!”(Taberi, Tarih, 1/1881-1885; Leoni Gaetani, Islam Tarihi, çev.Hüseyin Cahid, Istanbul,1926,8/276) Ve bu talimat uygulanmisti. Halid Ibn’ül-Velid, savas sirasinda “ates çukurlari” açtirmis, yaktirdigi atesin içine, birçok kimseyi diri diri attirip yaktirmisti. Kadin da vardi bunlarin içinde. Bir tutsak kadina, müslüman olmasi önerilir, kabul etmez. Bunun üzerine, atese atilacagi söylenir. Kadin, “Hosgeldin ölüm! Yazik ki baska kurtulus yolum yok, o yüzden kendimi atiyorum atese.” anlamindaki siirini okuyarak, kendini atese atar. (Ibis, Yaprak, 28-34; Cetani, Yaprak, 8/306)
Ebubekir’e, “ateste diri diri yakma cezasi”ni nasil verdigi soruldugunda, Halife, Peygamber’in bu tür cezaya izin verdigini söyler.
Insanlari, inançlarini birakmiyorlar diye, “ates çukuru”na attirip yakanlardan birinin de Ali oldugu aktarilir. Buhari’nin de yer verdigi bir hadiste, Ali’nin “bir toplulugu atese attirip yaktidigi” Ibn Abbas’a söylendiginde, Ibn Abbas’in söyle dedigi belirtilir: “Ben olsaydim bunu yapmazdim. Çünkü, Peygamber, ‘Tanri’nin verdigi biçimde ceza vermeyin!’ demisti. Ben olsaydim, öldürürdüm yalnizca.”(Buhari, Cihad/149; Tecrid, hadis 1264; Nesei, Tahrimu’d-Dem/14)
Evlerini, agaçlarini yakin
Peygamber’in döneminde, “gece baskinlari” düzenlenirdi. Peygamber’in emriyle, “Öldür, öldür!” siarlari haykirilirdi. Sonra da yagmaya girisilirdi. (Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2368; Ibn Mace, Cihad/30, hadis 2840) Filistin’de, “Ubna” (sonralari Yübna denmistir) denen bir yere Peygamber bir baskin düzenlemisti. Baskini yapacaklara da su buyrugu veriyordu: “Sabahleyin, Übna’ya (ansizin) baskin yap ve orayi yak!” Ve, Übna köyü yakiliyordu. Içindekilerle birlikte.(Ebu Davud, Cihad/91, hadis 2616, c.3, s.88, ayrica, s.124’deki 2 no.lu not; Ibn Mace, Cihad/31, hadis no: 2843, c.2, s.948) Düsmanin bulundugu yerdeki agaçlar, ürünler ya yakilir, ya da kesilirdi. Peygamber, Benu Nadir kabilesinin hurmaliklarini yaktirmisti, ayrica kestirmisti. Hasar Suresi’nin 5 ayetinde bu olaya kisaca deginiliyordu. “Inkarci kitap ehlinin yurtlarinda hurma agaçlarini kesmeniz veya onlari kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta birakmaniz, Allah’in izniyledir. Allah, yoldan çikanlari böylece rezillige ugratir.”
Bu ayette geçmeyen “yakma olay”i, hadislerde yer aliyor. (Buhari, Cihad/154, Hars/6, Megazi/14, Tesir/59/2, Tecrid, hadis 1576; Müslim, Cihad 29-31, hadis 1746; Ebu Davud, Cihad/91, hadis 2615; Tirmizi, Siyer/4, hadis 1552; Ibn Mace, Cihad/31, hadis 2845; Darimi, Siyer/22; Ahmed Ibn Hanbel, 2/8,52,80.) Islam hukukunda, cihad sirasinda, düsman kesimindeki yas agaçlarin kesilebilecegi, kesilmeden yakilabilecegi hükme baglanmisti. (Damad, c.1,s.496.)
Hz. Ömer’in kilicindan kurtulamayan ise, insanligin büyük ir kültür hazinesi, Iskenderiye Kütüphanesi’ydi.
Kisas size farz kilindi
Bakara Suresi, 178. Ayet: “Ey inananlar, öldürmede kisas size farz kilindi. Hüre hür, köleye köle, kadina kadin.” Nahl Sures, 126.ayet: ” Eger bir topluluga azap edecekseniz, size yapilan azabin esiyle azap edin.” Kuran bir ikaz (uyari) kitabidir: (Allah sevgisine az yer verir.) Enam Suresi, 19.ayet: “Bu Kuran, sizi ve ulasilacak herkesi uyarmak için vahyoldu.”
Araf Suresi, 1.ayet: “Bu kitap sana korkutman, insanlari da ögütlemen için indirilmistir.”
Müdessir Suresi, 1 ve 2. Ayetler:” Ey örtüsüne sarinmis kimse, kalk ve ikaz et.”
İslamcı terör örgtleri tarafından suikaste uğrayan fikir adamları ve yazarları hepimiz tanıyoruz. Turan Dursun başta olmak üzere yazar ve fikir adamları susturulmak istendi. Değerli gazeteci ve yazar Uğur Mumcu’nun, İran destekli bir İslamcı örgüt olan Selamcılar tarafından öldürüldüğü belirlendi ve kaatilleri cinayetten 7 yıl sonra Mayıs 2000’de yakalandı.
Günümüzede de başta Hizbullah olmak üzere çeşitli İslamcı terör örgütleri insanları kaçırıyor ve öldürüyor.. Nitekim, 19.01.2000 günü, Hizbullah’ın kaçırdıktan sonra işkence ederek öldürdüğü 10 kişinin toplu mezarı İstanbul’un Üsküdar ilçesinde bulundu. Ayrıca, Ankara, Konya ve Tarsusta da islamcı terör örgütü tarafından işkence ve boğularak öldürülen kişilerin toplu mezarları bulunuyor.. Hizbullah, 24 Ocak 2001 günü, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve 5 polis memurunu alçakça pusuya düşürüp katletti. (Hizbullah’ın mezar evleri haberlerini okumak için tıklayınız).
Hizbullah örgütünün, Mısır’da kurulu Müslüman Kardeşler örgütü ile bağlantısı olması ihtimalinden yine alçakça bir bombalı suikast sonucu katledilen yazar Uğur Mumcu söz ediyordu..
Türkiye’de son yıllarda yaşanan en vahşi islamî şiddet uygulaması, hatırlanacağı üzere 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta görüldü. Sivas’taki Madımak Oteli’ne Aziz Nesin’in düşünce ve davranışları bahane edilerek saldırıldı ve 35 kişi diri diri yakılarak, 2 kişi de ateşli silah ile vurularak, toplam 37 kişi katledildi.
Iran ve Bangladeş gibi Islam şeriatı ile yönetilen ülkelerde, Islamiyete aykırı düşüncelerini açıklayan Salman Rüşdi ve Teslime Nesrin gibi yazarları ölüme mahkum eden “fetva”lar çıkarılıyor. Türkiye’de de, Hizbullah adlı İslamcı örgüte bir zamanlar hizmet etmiş İslamcı bir kadın yazar olan Konca Kuriş, Islamiyetin gerçeklerini zamanla görmeye başladı ve Islam şeriatına yönelik eleştirileri ile “müslüman kadınlara kötü örnek” olduğundan, 1998 yılının yaz aylarında kaçırıldı ve 22.01.2000 tarihinde Konya’da islamcı terör örgütü Hizbullah’ın toplu mezar olarak kullandığı evlerden birinin bodrum kstında cesedi bulundu. Konca Kuriş’in, Hizbullah tarafından önce işkence edilerek sonra da boğularak öldürüldüğü anlaşıldı.
11 Eylül 2001 tarihinde de Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyaca meşhur New York kentindeki WTC (Dünya Ticaret Merkezi) binalarına kaçırdıkları iki adet yolcu uçağı ile vahşice intihar saldırısı yapan müslüman teröristler ile, yine aynı gün kaçırdıkları diğer iki adet yolcu uçağının birisini ABD Savunma Bakanlığı’na yine vahşice intihar dalışı yapmakta kullanan, diğerini hedefe varamadan içindeki yolcularla düşüren müslüman teröristler, “islami terör”ün ne olduğunu bütün dünyanın görmesini sağladılar. Bu müslüman teröristler, Allah yolunda bu intihar eylemiyle cennete gideceklerine inanarak binlerce kişiyi öldürdüler.
Pakistan’da 2002 yılının Ocak ayında aşırı İslamcı bir örgüt tarafından kaçırılan The Wall Street Journal gazetesinin muhabiri Daniel Pearl, boğazı kesilerek öldürüldü. Bu vahşi cinayet videoya çekildi ve dehşet görüntülerinin yer aldığı kaset Pakistanlı bir gazeteciye gönderildi. Video kasette, 23 Ocak’ta Pakistan’da kaçırılan Pearl’ün, birisiyle konuştuğu sırada, arkasından yaklaşan bir başkası tarafından boğazı bıçakla kesilerek öldürüldüğü görüldü. Pearl, son söz olarak, kendisinin ve babasının Musevi olduklarını söylüyordu.
Şubat 2002’de Hindistan’ın batısında bulunan ve Müslüman nüfusun yoğun olduğu Gucarat eyaletinde Hintli eylemcileri taşıyan bir trenin yakılması sonucu 56 kişi öldü.
Yine Pakistan’da 2002 yılı Mart ayında İslamabat´ta bir uluslararası Protestan kilisesine bombalı saldırı düzenlendi. İki kişinin 6 adet bomba attığı saldırıda 2´si Amerikan vatandaşı 4 kişi öldü, aralarında Amerikalıların da bulunduğu 45 kişi yaralandı.
Riddet, İrtidat ve Mürted
Riddet ve irtidad kelimelerinin anlamı İslam dinini terk etmektir. Mürted’in kelime anlamı ise İslam’ı terk eden manasınadır. Kuran’a göre, İslam’ı terk eden cehenneme gidecek ve orada ebedi olarak kalacaktır. Bakara 217 ayetin son satırlarında bu açıkça ifade edilmiştir.
Bakara / 217. Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mes-cid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan karmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.
Nahl / 106. Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.
Her fırsatta İslam dininin hoşgörü dini olduğunu vurgulamayı kendine vazife edinen din ulemalarımız, hernedense bu ayetleri görmezden gelirler. Ali İmran / 90. İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.
Allah Nisa 137 ayete göre bağışlayan olmadığı ve salt İslam’ı terk ettiler diye onları doğru yola iletmediği gibi, Nisa / 137. İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.
Dinden dönenler biraz da, şeytanın suçu gibidir ve Allah onları şeytanla baş başa bırakmıştır.
Muhammed / 25. Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.
İslam’ın genel anlayışında ise, dinini değiştirmenin cezası ölümdür. Bu hadislerde açık şekilde belirtilen konulardan biridir. Resulullah (SAV) şöyle buyurdu: Kim dinini değiştirirse onu öldürün. Buhari, Cihad ve’s-Seyr, 2794 1585 Zeyd Ibni Eslem ( radıyallahu anh ) anlatıyor : Resulullah ( SAV) buyurdular ki, Dinini değiştirenin boynunu vurun.
İmam Malik, bu hadisi Muvatta’da ( Akdiye 15- 2736) kaydeder ve hadis hakkında şu açıklamayı sunar : Bu hadisin manası şudur, herkim İslam’dan karak zındıklık ve benzeri bir dine girecek olursa kendisine galebe alındığı taktirde öldürülür. Öyle birine tevbe teklif edilmez. Zira gerçekten tevb edip etmediği bilinemez. Çünkü bunlar ( galebeden önce ) küfürlerini gizleyip, müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Ben böylelerinin küfrü, delille sübut bulduğu taktirde, tevbe etmeye ağrılmalarını uygun bulmam, ( tevbe etse de kabul edilmemeli ) Devamla der ki, ” Bizim nezdimizde esas olan şudur : Bir kimse irtidat ederse tevbeye ağrılır, ( kendisine galebe çalınmazdan önce ) tevbe ederse hayatı bağışlanır, aksi taktirde öldürülür.
İmam Malik devamla der ki, Resulullah, Dinini terkedeni öldürün hadisinin manası : Kim İslam’dan çıkıp başka dine geçerse demektir. İslam’dan başka bir dinden çıkarak bir diğer dine geçerse demek değildir. Sözgelimi, Yahudiliği terkederek Hristiyanlığa veya mecusiliğe geçen kastedilmemiştir. Bundan dolayı, ehl-i zimme’den herhangi biri böyle bir din değiştirmesi yapacak olsa ne tevbeye çağrılır, ne de öldürülür.
İrtidad, büyük günahlardandır. Kişinin bütün hayır amellerini sevabını yok eder. Hadisi açıklayan İmam Malik, esas itibariyle zındık oldukları halde müslüman görünen kimselerin irtidad etmeleri halinde, yakalanınca tevbesine güvenilmeyeceği kanaatindedir. Bu sebeple Malik’e göre onlara tevbe teklif edilmez, tevbekar olup, İslam’a geldiklerini beyan etseler bile bu tevbe onlardan kabul edilmez. İmam Şafi tevbelerinin makbul olduğuna hükmeder. Ebu Hanife’nin onlar hakkında iki ayrı görüşü olmuştur.
Zındık, Kamus’da, Ahiret’e veya Rububiyet’e inanmayan veya küfrünü gizleyerek iman izhar eden kimse diye açıklanır. (Kütüb-i Sitte Cilt/6 Sayfa 189)
İbni Abbas’ın, kadın mürted de öldürülür sözü delil getirilerek Hanefilerin hükmüne itiraz edilmiş ve ilaveten Ebu Bekir’in hilafeti sırasında irtidad etmiş olan bir kadını, henüz pek çok sahabe hayatta iken öldürttüğü, kimsenin buna itiraz etmediği gösterilmiştir.
Hz. Muaz Yemen’e giderken Resulullah kendisine bu mevzu ile alakalı olarak şunu söylemiştir : İslam’dan herhangi biri vazgeçecek olursa, onu tekrar davet et, dönerse ne ala, dönmezse boynunu vur. Herhangi bir kadın İslam’dan irtidad edecek olursa, onu da geri çağır, dönerse ne ala, dönmezse boynunu vur.
Zürkani,” Kaydedilen bu muaz hadisi, sadedinde olduğumuz ihtilafta nasdır, hükmüne uyulması gerekir” der.
Buhari ve başka bir kısım kaynaklarda rivayet edilen bir kıssa da konumuza şık tutar. İkrime’nin rivayetine göre, Hz. Ali’ye bir kısım Zındık getirilmişti. O bunları yaktırdı. Haber ibni Abbas’a ulaşınca, Onun yerinde ben olsaydım yaktırmazdım. Çünkü Hz. Peygamber’in yasağı var, Allah’ın azabı ile azab vermeyin. Fakat öldürtürdüm zira efendimiz, kim dinini değiştirirse öldürün, diye emrediyor. (Kütüb-i Sitte Cilt/6 Sayfa 190)
Muhammed’in İrtidad Üzerine Öldür Emirleri
İbni Abbas ( ra ) anlatıyor, Abdullah ibni Sad ibni Ebi’s Sarh, Hz. Peygamber’e katiplik yapıyordu. Şeytan ayağını kaydırdı, adam irtidad ederek kafirlere sığındı. Resulullah, Fetih günü onun öldürülmesini emretti, ancak Hz. Osman onu himayesi altına aldı. Resulullah da bu himayeyi tanıdı. (Ebu Davud, Hudud 1-4358, Nesai, Tahrimu’d-Dem 15, ( 7-107 )
Hernekadar Bakara 256’da dinde zorlama yoktur ifadesi varsa da bu ifade, slam’ın şartlarını yerine getirmede zorlama yoktur manasınadır. Bakara 217 ‘nin son satırındaki ifadeler bu düşünceyi kanıtlar.
+
Basinda Islami Siddet Haberleri
Pakistan’da kiliseye saldırı düzenlendi: 16 kişi öldü (28/10/2001)
Pakistan’ın doğusundaki Bahavulpur’da bir kiliseye düzenlenen silahlı saldırıda ilk belirlemelere göre 16 kişi hayatını kaybetti. Polis kaynakları, Bahavulpur’daki Katolik Kilisesi’nde pazar ayini için toplanan kalabalığa motosikletle gelen silahlı kişilerce aniden ateş açılması sonucu en az 16 kişinin öldüğünü belirtti. Ölenler arasında kadınların da bulunduğunu belirten polis, çok sayıda kişinin yaralandığını ve yaralılardan bazılarının durumunun ağır olduğunu kaydetti. Saldırganlar kiliseye geldiğinde polislerin uyuduğunu ve vurulan polislerden birinin öldüğünü belirten görgü tanıklarına göre, silahlı kişilerden2’si dışarıdan beklerken, 4’ü içeri girerek pazar ayini için toplanan kalabalığa ateş açtı.
Aaron Cohen’e ölüm fetvası (Cumhuriyet, 27.10.2001)
Usame bin Ladin’in El-Kaide adli terör örgütü, alternatif rock grubu Jane’s Addiction’ın lideri Perry Farrell’ın eski arkadaşı ve aynı zamanda da yine Farrell’ın ‘Jubilee Foundation’ projesinin yürütücüsü olan Aaron Cohen’in hakkında ölüm fetvası verildi. Daha önce U2’nun solisti Bono ve gitarcı The Edge ile birlikte Cenova’daki G-8’e katılarak lobi kuran popun aktivist adamı, kaçak olarak Sudan’a girerek burada yaptığı çekimleri Amerika dış ilişkiler komitesine sunmakla suçlanıyor. Aaron’un bu çekimleri yapma konusundaki iddiası, kuzeydeki Müslümanların elindeki esir Hıristiyanlar. 13 telefon ve 200 değişik isimli tehdit e-posta alan Aaron Cohen, El-Kaide tarafından Siyonist olarak görülerek İsrail’le özdeşleştiriliyor. Tehditlere pek kulak asmadıklarını söyleyen Aaron ve Farrell, bu esirlerin ailelerine kavuşmaları halinde, Sudan’a dönerek tribal bir parti vermek istiyorlar. Red Hot Chili Peppers’ın basçısı Flea ve Peter Gabriel de bu parti için onları yalnızbırakmayacaklarını söylüyorlar.
Kaplancıların ölüm militanı Frankfurt’ta yakalandı (Cumhuriyet, 24.10.2001)
Kaplan’ın sağ kolu Harun Aydın, İran’a giderken Frankfurt Havaalanı’nda yakalandı. Harun Aydın’ın çantasında nükleer, biyolojik ve kimyasal
maddelere karşı korunma elbisesi ve intihar girişimlerinin görüntülerinin yer aldığı CD’lerin bulunduğu kaydedildi.Ele geçirilen belgeler arasında Aydın’ın eşine yazdığı bir veda mektubu ve vasiyet de çıktı. Mektupta, ‘Usame bin Ladin’in Batı dünyasına karşı başlattığı kutsal savaşı desteklediği ve bu yolda şehit olmayı göze aldığının’ yazılı olduğu öğrenildi.
İran’a gidiyordu
Almanya’nın Köln kentinde ”Kara ses” olarak bilinen Cemalettin Kaplan ile mahkûm bulunan oğlu Metin Kaplan ‘ın sağ kolu olan ve Kaplan’ın
yargılandığı davada delil yetersizliğinden serbest bırakılan Harun Aydın , terörist zannıyla tutuklandı.
Frankfurt Savcılığı, Harun Aydın’ın, Frankfurt Havalimanı’ndan Tahran’a gitmek üzere bindiği İran Air’e ait yolcu uçağından indirilerek tutuklandığını açıkladı. Aydın’ın çantasında ”uyuyan teröristler” için tipik malzemeler bulunduğu belirtilerek, bunlar arasında nükleer, biyolojik ve kimyasal maddelere karşı korunma elbisesi ve radikal dinci militanların eğitim programını gösteren bir CD bulunduğu kaydedildi.
Diğer bir bilgisayar diskinde de intihar girişimlerinin görüntülerinin yer aldığı ifade edilerek ayrıca patlayıcı maddelerin ateşleme mekanizmalarında kullanılan cıvaya benzer bir sıvının ele geçirildiği bildirildi.
Frankfurt Savcılığı, ele geçirilen belgeler arasında Aydın’ın eşine yazdığı bir veda mektubu ve vasiyet de bulunduğunu, bu nedenle kendisinin radikal dinci militanlara katılarak, ”Batı dünyasına karşı mücadeleye girmeye hazırlandığının” tahmin edildiğini açıkladı. Harun Aydın’ın, eşine yazdığı veda mektubunda, Usame bin Ladin ‘in Batı dünyasına karşı başlattığı kutsal savaşı desteklediği ve bu yolda şehit olmayı göze aldığının yazılı olduğu öğrenildi. Savcılık, Harun Aydın’ın, kamu barışını bozmak, suça teşvik etmek, suç örgütü oluşturmak ve cinayete teşebbüs suçlarından yargılanacağını belirtti.
Aydın’ın avukatı Michael Murat Sertsöz ise, müvekkilinin suçlu olmadığını savunarak ”Müvekkilim, fazla bavulu olduğu gerekçesi ile bir başka kişinin bagajını paylaşmıştır. Muhtemelen bu kişi, müvekkilimin çantasına bu suç malzemelerini koymuş” dedi.
Kaplan’ın sağ kolu
Köln kentinde İslam Cemaat ve Cemiyetleri Birliği’nin (İCCB) kurucusu Cemalettin Kaplan ile oğlu Metin Kaplan’ın sağ kolu olan 28 yaşındaki Harun Aydın, örgütün yayın organı Ümmet-i Muhammed adlı gazetenin yazıişleri müdürlüğünü yaparak örgütün basın ve halkla ilişkiler görevinde de bulunmuştu. Aydın’ın 1998 yılında Anıtkabir’e düzenlenmek istenen, fakat daha önce açığa çıkarılan saldırının planlayıcıları arasında yer aldığı da öne sürüldü.
Silivri’de şeriat kampı (Cumhuriyet, 24.10.2001)
İstanbul Haber Servisi – Silivri’de ”hücre” cezası ve ”sopayla dayak” gibi ceza uygulamalarıyla çağdışı eğitim verildiği belirlenen çiftlik evine dün Jandarma ekipleri tarafından baskın düzenlendi. Baskında yaşları 10 ile 18 arasında değişen 19’u yabancı uyruklu, 60 gence şeriat kuralları doğrultusunda dini eğitim verildiği ortaya çıkarken, çiftlik evinde ders verdiği bildirilen 6 ”hoca” gözaltına alındı. Sorgularının ardından Cumhuriyet Savcılığı’na sevk edilen 6 zanlı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, çiftlik evi izinsiz dini eğitim verildiği gerekçesiyle mühürlendi. Baskında evde bulunan 60 gençten yabancı uyruklu olan 19 kişi sınırdışı edilmek üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi’ne gönderilirken, yaşları 10-18 arasında değişen diğer çocuklar ailelerine teslim edildi.
Silivri’ye bağlı Akören Köyü’ndeki bir çiftlik evinde şeriat eğitimi verildiği yönündeki ihbarları değerlendiren jandarma ekiplerince eve baskın yapıldı. Jandarma, baskın sonucunda yaşları 10 ile 18 arasında değişen 60 gence söz konusu evde izinsiz olarak dini eğitim verildiğini belirledi.
Jandarma ekipleri operasyonda 19’u Yunan, Rus, Gürcü ve Çeçen kimlikleri taşıyan gençlerin kaldığı 3 katlı evin üst katının mescit, orta katının dershane, alt katının ise mutfak, yemekhane, hücre ve yatakhane olarak düzenlendiğini belirledi. Gençlere burada ”sopayla dayak” ve ”hücre” cezası gibi uygulamalar eşliğinde para karşılığı dini eğitim verildiği iddialarını da araştıran jandarma, evde ”eğitim” verdiği gerekçesiyle 6 ”hoca” yı gözaltına aldı. Bu kişilerin yapılan sorgusu sonucunda kamuoyunda ”Mahmut Hoca” olarak bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu ‘nun tarikatına bağlı olduğu öğrenildi.
Jandarmadaki sorgularının ardından Cumhuriyet Savcılığı’na sevk edilen zanlılar buradaki sorgularının ardından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Evde bulunan 60 gençten yabancı uyruklu olan 19 kişi sınırdışı edilmek üzere yabancılar şubesine gönderilirken, diğerleri ailelerine
teslim edildi.
Yüksekokulda oruç baskısı
Cumhuriyet, 07.12.2000
Kırşehir Eğitim Fakültesi ve Meslek Yüksekokulu’nda öğrenim gören bir grup öğrenci oruç tutmadıkları için okulda ve yurtta faşistlerin saldırısına uğradıklarını açıkladı. Kendilerine zorla Ülkü Ocakları için düzenlenen bir etkinliğin biletlerinin satıldığını belirten öğrenciler, ”Fakülte, yüksekokul ve yurtları, yöneticiler değil, reisler yönetiyor” dediler.
Atatürkçü Düşünce Derneği’ne (ADD) başvuran Kırşehir Eğitim Fakültesi’nden bir grup öğrenci, oruç tutmadıkları için okulda ve yurtta, ”reis” adı verilen kişilerin saldırısına uğradıklarını belirttiler. Ülkü Ocakları Gecesi’nin biletlerinin okulda ve yurtta zorla satıldığını, almak istemeyenlerin dövüldüğünü ve okuldan uzaklaştırılmakla tehdit edildiklerini iddia eden öğrenciler, ”Fakülte, yüksekokul ve yurtları, yöneticiler değil reisler yönetiyor” diye konuştular.
Son günlerde kendilerine başvuran öğrenci sayısının büyük rakamlara ulaştığına dikkat çeken ADD Şube Başkanı Avukat Adil Vahaboğlu şöyle konuştu: ”Son dönemlerde Kırşehir’deki fakülte ve yüksekokulda Ülkü Ocakları etkinliklerinin biletlerini zorla satmışlar. Almayanları korkutmuşlar. Yurttan ve okuldan kovmakla tehdit etmişler. Oruç tutmayan öğrencileri dövmeye, sövmeye ve tehdit etmeye başlamışlar. Her yatakhanede bir reis varmış. Bu reisler, aynen 12 Eylül öncesinin tosunları gibi ortalıkta terör estiriyorlarmış. Bayan öğrencinin sigarasını elinden alarak totaliter bir yöntemle dövmüşler. Dini, çirkin emellerine alet eden haytalara neden polis ses çıkarmıyor. Neden fakülte, yüksekokul ve yurt yönetimleri bu tür zorbalıklara göz yumuyor?”
Hürriyet, 11.10.2000
Kezzap zoruyla eylem
Erzurum’daki türban eylemlerinin, tehdit zoruyla sürdürüldüğü anlaşıldı. Velilerin de, öğrencilerin de eylemden yana olmadıklarını belirten Atatürk Üniversitesi Rektörü Prof. Sütbeyaz, ‘‘Türban sorunu sadece İlahiyat Fakültesi’nde var.Kezzap tehdidinden korkan öğrenciler eyleme çaresiz devam ediyor’’ dedi.
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okuyan 200 kadar kız öğrencinin, ‘yüzlerine kezzap atılacağı’ tehdidiyle türban eylemine zorlandıkları ortaya çıktı. Atatürk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yaşar Sütbeyaz, çevreden gelen, ‘Türbanı açanın yüzüne kezzap atarız’ tehditlerinin giderek yoğunlaştığını ve bu yüzden sessiz türban eylemi yapan öğrencilerin çaresiz kaldıklarını açıkladı. Türban yasağı uygulaması yüzünden kendisinin de tehditler aldığını belirten Sütbeyaz, eyleme katılan türbanlı öğrencilerden bazılarının çaresiz durumda kaldıklarını ve yardım istediklerini söyledi. Sütbeyaz, ailelerin, ‘‘Kızım, türbanını açarak derslere girmek istiyor. Aile olarak biz de doğru yapacağını söyledik. Ancak eylemin arkasında olanlar, ‘Eğer türbanı açarsanız, yüzüne kezzap atarız’ diye tehdit ediyorlar’’ diye başvurduğunu söyledi.
Cumhuriyet, 12.10.00
Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Prof. Durlu, “…Kaldıkları tarikat yurtlarında türbanını çıkarmaması için baskı gören bir kız öğrenci yanıma geldi, yardım istedi….”
Ramazan 1998 OlaylarI:
15 Ocak 1998, Cumhuriyet’ten:
1)Oruç tutan, tutmayani biçakladi:
Malatya’da bir üniversite ögrencisinin (Ümit Cihan Tarho), oruç tutmadIgI için, oruç tutan bazI ögrencilerce öldürülmesinden birkaç gün sonra, bu sefer de Sakarya Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu’nda, dün karsit görüslü ögrenciler arasinda oruç tutup tutmama tartismasi yasandi. Insaat Bölümü 3.sinif ögrencilerinden Erhan Özer’in, “Isteyen tutar, isteyen tutmaz,” seklindeki çikisi üzerine tartisma kavgaya dönüstü. Bu sirada, ayni bölümün 1.sinif ögrencilerinden Ibrahim Baran, Özer’i kalçasindan biçakladi. Özer, Sakarya Devlet Hastanesi’nde tedavi altina alindi.
2)Ögretmenler oruç nedeniyle yumruklasti:
Samsun KazIm Özdemir Ilkögretim Okulu’nda, Ingilizce ögretmeni Baki Sezgin ile, din dersi ögretmeni Halit Önem, oruç tutup tutmama yüzünden okul müdürünün odasinda yumruklasti. Burnundan darbe alan Önem, samsun Devlet Hastanesi’nde ayakta tedavi edildi.
3)Körfezde Namaz Cinayeti:
Oruç saldirilarinin yogunlastigi ramazan ayinda bu kez de namaz yüzünden korkunç bir cinayet islendi. Kocaeli’nin Körfez ilçesinde 24 yasindaki Muharrem Sancar, namaz kildigi sirada saz çalan agabeyi 29 yasindaki Ali Sancar’i baltayla öldürdü.
19.01.1998, Hürriyet
Oruç tutmayan ögrenci okul kantininde dövüldü
Volkan YüKSEL / IZMIT
Izmit’in Köseköy Beldesi’nde oruç tutmayan 13 yasindaki ortaokul üçüncü sinif ögrencisi arkadaslari tarafindan dövülerek hastanelik edildi. Kafa travmasi geçiren Yasin, olayin sokunu üzerinden atamadi. Kantinden alisveris yaparken ”Herkes oruç tutacak” diyen bir grubun saldirisina ugrayan Yasin’in basinda ve vücudunun çesitli yerlerinde morluklar olustu.
Hürriyet 26 Ocak 1998
Doktora oruç tehdidi
Pendik Belediyesi’nde görevli iki doktorun, dinlenme odasinda çay ve sigara içtikleri için baskan yardimcilari tarafindan tehdit edildikleri öne sürüldü. Istanbul Tabib Odasi, savciliga basvuran doktorlara, ”Burasi RP’li belediye. Bu son uyarimiz’ denildikten sonra silah gösterdigini bildirdi. Istanbul Tabip Odasi, Pendik Belediyesi’nde görevli 2 doktorun, dinlenme odasinda çay ve sigara içtigi gerekçesiyle, belediye baskan yardimcilari tarafindan silahla tehdit edildigini ileri sürdü. Can güvenlikleri olmadigini söyleyen doktorlar Seval Özergin ve Nurali Binay Cumhuriyet Savciligi’na suç duyurusunda bulundu. Baskan Yardimcilari Mehmet Akinci ile Fikri Ilgar ise suçlamanin amaçli oldugunu ileri sürdü. Istanbul Tabip Odasi tarafindan yapilan yazili açiklamada, Pendik Belediyesi’nde çalisan Dr. Özergin ile Dr. Binay’in, dinlenme odasinda sigara ve çay içtikleri gerekçesiyle, Baskan Yardimcilari Mehmet Akinci ve Fikri Ilgar tarafindan silahla tehdit edildigi bildirildi. Belediye
Baskan Yardimcisi Akinci’nin, doktorlarin bulundugu odaya girerek, ”Buranin Refahli belediye oldugunu bilmiyor musunuz? Bir daha burada sigara içmeyeceksiniz. Bu size son uyarimiz” diyerek, belindeki silahi doktorlara gösterdigi ileri sürülen açiklamada, söyle denildi: ”Meslektaslarimiz, olayi sikâyet etmek ve can güvenliklerinin saglanmasini istemek için Kaymakamlik ve Cumhuriyet Savciligi’na basvurdular. Zaman zaman inanç özgürlügü kisvesine bürünen, son zamanlarda bir siyasi partinin kapatilmasi nedeniyle demokrasi ve insan haklari havarisi kesilen bir anlayisin temsilcileri olan bu kisilerin, sigara ve çay içen hekimlere böylesi bir terör uygulamasini son derece düsündürücü buluyor ve kiniyoruz.”
Tehdit değil, rica
Pendik Belediyesi Basin Danismani Ekrem Okutan ise suçlamalarin asilsiz oldugunu belirterek söyle dedi: ”Baskan Yardimcilarimiz Mehmet Akinci ve Fikri Ilgar, 23 Ocak Cuma günü Belediye Saglik Müdürlügü’nde çalisan görevlileri ziyarete gittiler. Doktor Seval Özergin, bu sirada sigara içiyordu. Olay kesinlilke dinlenme salonunda olmadi. Baskan Yardimcisi Mehmet Akinci, doktordan kapali yerde sigara içmemesini rica etti. Doktor Seval Özergin’in, ‘Siz bana karisamazsiniz’ demesi üzerine Akinci da ‘Lütfen biraz saygili olun’ dedi. Bu sirada, ayni yerde görevli doktor Nurali Binay geldi ve Baskan Yardimcisi’na, ‘Saygisiz sizsiniz’ dedi. Baskan Yardimcisi’nin silah göstermesi gibi bir durum da kesinlikle sözkonusu degil, çünkü üzerinde silah yoktu.” Pendik Belediye Baskani Erol Kaya da, ”Dr. Nurali Binay sözkonusu yerde sigara içilmemesi konusunda bir kanun olmadigini söyleyerek, Baskan Yardimcilarina ‘Terbiyesiz’, ‘Saygisiz’ seklinde yakistirmada bulundu. Ne silah çekildi ne gösterildi, ne de herhangi bir saldirida bulunuldu” dedi.
Subat 1998, Persembe
Iki gencin aski savas çikardi Genç kizin adi Sabu, delikanlinin Kanvar. Pakistan’in Karaçi kentinde iki gencin aski, binlerce kisinin birbirine girmesine, iki kisinin ölümüne, 8 kisinin yaralanmasina, doktorlarin ve otobüs soförlerinin greve gitmesine neden oldu. Sabu, 11 milyon nüfuslu Karaçi’nin 3’üncü büyük etnik grubu olan Pestun kökenli bir genç kiz. Kanvar Ahson ise, kentte çogunlukta eden Müslümanlardan. Kentteki ikinci büyük etnik grup ise, Sii Müslümanlar. Sünni Muhacirler ile Siiler arasinda yillardir kanli mezhep çatismalari sürüp gider. Pestunlar ile Muhacirler ise, aralari soguk olmasina ragmen 1985’ten bu yana baris içinde yasiyorlar. Ta ki, Kanvar geçtigimiz günlerde Sabu’yu kaçirana kadar. Karaçi’nin Romeo ve Juliet hikayesi böylece kanli bir sekilde basladi. Dün binlerce Pestun kentte ayaklandi. Otomobilleri atese veren, yollari kapatan, dükkanlari yagmalayan Pestunlar, Muhacirlerin yasadigi mahallelere saldirdi. Pestunlar kendilerine engel olmaya çalisan 8 polisi de araçlarindan indirerek feci sekilde dövdü. Muhacirler de silahla karsilik verdiler. Çikan çatismalarda iki kisi öldü. Çogu Pestun olan otobüs soförleriyle, genellikle uhacir olan esnaf ve doktorlar greve gidince, kentte hayat durdu. Çatismalara neden olan delikanli Muhacirler arasinda saygin bir aileye mensup. Muhacirler, ‘Gelinimizi vermeyiz’ derken, Pestunlar, ‘Bizden kiz kaçiramazsiniz. Zorla geri aliriz’ diye direniyor. Genç sevgililerin nerede saklandiklari bilinmiyor. Polis çatismalarin siddetlenmesinden endise ediyor. Iki etnik grup 1985 yilinda 1000 kisinin ölümüne sebep olan çatismalardan beri baris içinde yasiyordu. 1985’teki benzer olaylar da Pestun bir taksi soförürür bir muhacir kiza çarpmasiyla baslamisti
Cumhuriyet, 10 Ocak 1998
Okullarda ramazan uygulamasi..
Yatili ögrencliler zorla sahura kaldiriliyor..
Erzurum’da Atatürk Üniversitesi ve Kredi Yurtlar Kurumu’na bagli yurtlardaki bütün kantinler, ögretmenevi lokalleri kapatildi. Tüm orta dereceli okullardaki kantinler de kapatilirken, dersler bir saat öne alindi. Erzurum’daki yatili okullarda ögrencilerin zorla sahura kaldirildigi belirtilirken, tarikatlarin etkin oldugu milli egitimde ögretmenlere makyaj yapmamalari yolunda uyarida bulundugu belirtildi.”
Cumhuriyet:12.01.1998
Sünni-Sii çatismasi:
Pakistan’da, Lahor kentinde bir Sii grubun üzerine ates açildi. 22 kisi öldü. Sii’ler protesto gösterileri yapiyor. Pakistan’da, sii ve sünni mezhepler arasindaki çatismalarda, 1997’de 200 kisi ölmüstü..
14 Mayis 1987, Edirne:
Beypazari’nda, Ertan Gökçen, evi barki olmadigi için bir arabada yatip kalkan 56 yasindaki Necmeddin Yedikardesler’in üzerine ispirto döküyor ve yakiyor..Gerekçesi; Necmettin’in ramazan ayinda içki içmesi..(Günes, 15 Mayis 1987)
Ocak 1979, Trabzon:
Ülkücü Gençlik imzali bildiri: “Türkiye’deki çatisma, Islam ile küfrün çatismasidir. Bugün Türkiye, bir Bedir savasinin öncesini yasamaktadir. Müslümanlar, cihada çagrildiginizda kosunuz. Bir komünisti öldürmek, yüz kere hicaza gitmekten iyidir..”
09 Temmuz 1979, Tokat:
Bildiri yayinlaniyor: “Allah rizasi için baskoydugun davadan hiçbir güç seni geri döndüremeyecektir..Sesimizin ulasamadigi yere kursunlarimiz ulasacaktir..Ya tam susturacagiz, ya kan kusturacagiz.”
16 Aralik 1979, Istanbul:
Besiktas vapur iskelesi yanindaki Barbaros kafeteryada bir saatli bomba patliyor. Imza, Türk Islam Birligi. Bes ölü, 22 yarali.
Aralik 1978, Maras:
Kis bastirmis..Duvar ve dükkan camlarina sloganlar yaziliyor:”Allah için savasa!” Ve cihada kalkiliyor. TRT, öldürülen 111. Kisiyi de verdikten sonra, yeni saptanan cinayetlerin haberini durduruyor. Bu cihad denemesinin bilançosu böylece tam belli olmuyor..Ama, tüyler ürperten bir olay hep hatirlanacak: Kalyci Sah Ismail’in kafasina baltayla vurup, beynini çikariyorlar..Kizkardesinin ise memelerini kesip bir sürü iskenceden sonra hunharca öldürürler..Yürük Selim Mahallesi’nde de kadinlarin bir kismi memeleri kesilerek öldürülür, alti aylik çocuklar, hamile kadinlar kursunlanir, gözlere sisler sokulur, bazilarinin da kol ve bacaklari çapraz kesilir..(1990’li yillarda Cezayir’de olanlar ne kadar da benziyor..)
Subat 1969, Istanbul:
Camilerde günlerdir “Cihad” namazlari kiliniyordu. 16 Subat 1969 günü, Beyazit, Dolmabahçe ve Findikli camilerinde cihad namazlari kilindiktan sonra, topluluklar halinde Taksim’e çikildi. Olaylar..Turgut Aytaç ve Duran Erdogan öldürüldü. Yüzlerce yarali..Gazetelerin manseti: Kanli Pazar..
Rüşdi’ye yeni ölüm tehditi
Hürriyet, 9.1.2000
500’den fazla İranlı, Salman Rüşdi’nin öldürülmesinde kullanılmak üzere para toplamak için böbreklerini satışa çıkardı. Rüşdi için ölüm fetvası hatırlanacağı gibi yaklaşık on yıl önce çıkartılmıştı.
Böbrek satışı, Maşad şehrinde İslamcı milisler tarafından yapılıyor. İran’ın günlük gazetelerinden Kayhan bu satışla ilgili haberi dünyaya duyurdu. Gazetenin haberine göre 8’i İran dışında yaşayan 508 müslüman, bu katliam için para toplamak üzere böbreklerinden birini satmaya söz verdi.
İran yasalarına göre isteyenler organlarını satışa çıkartabiliyor. Devlet organ bankası da bu satışları denetliyor. Kayhan’ın haberine göre bu satışla ilgili daha detaylı bilgi uluslararası destek sağlamak amacıyla yakında İnternet’te açılacak bir sitede duyurulacak.
Ayetullah Humeyni, 1989 yılında yazar Salman Rüşdi hakkında ”Şeytan Ayetleri” kitabı nedeniyle ölüm fetvası vermişti.
Geçen yıl İran hükümeti, yazara bir zarar verilmeyeceğini açıklayınca Rüşdi de on yıllık zorunlu gizlenmesini sona erdirerek normale yakın bir hayat sürdürmeye başlamıştı.
Ancak Kayhan’ın haberi fetvanın birçok İranlı için hálá geçerli olduğunu ortaya koydu.
İran hükümetinin featvayı yürürlükten kaldırması reformcu başkan’ın ticaret ve yatırımı artırmak üzere Avrupa’yla ilişkilerini düzeltmesinin bir adımı olarak yorumlanmıştı. Ama Cumhurbaşkanı Hatemi ile İran’ın katı bir şeriat devleti olarak kalmasını isteyen İslamcı püritenlar arasındaki mücadele salman Rüşdi’nin kaderini de etkiliyor.
Hatemi hükümetinin fetvayı yürürlükten kaldırmasından kısa bir süre sonra muhafazakár bir İslamcı Vakıf Salman Rüşdi’nin kellesi için 1.5 trilyarlık bir ödül koydu. Tahran Üniversitesi Hizbullahlı Öğrenciler Birliği de Rüşdi’nin öldürülmesi için yaklaşık 178 trilyonluk başka bir ödül koydular. Bu da fetvanın bazıları için hálá geçerli olduğunun diğer kanıtları.
Hatemi hükümetinin fetvayı yürürlükten kaldırmasından sonra ünlü yazar,”sanırım bu iş bitti. Bu benim için herşey demek, özgürlük demek,”diye konuşmuştu. İngiliz Havayolu şirketi British Airways bunun üzerine yazarı taşımama kararını kaldırdı, Hindistan kökenli yazara Hindistan hükümeti ilk kez vize vermeyi kabul etti ve Londra ile Tahran arasında da diplomatik temaslar başladı. Ama Rüşdi’nin emniyeti ve Hatemi hükümetinin gücü konusundaki kuşkular baki kaldı. 1997 yılında seçilen Hatemi için önemli sınav şubat ayında yapılacak parlamento seçimlerinde verilecek. Salman Rüşdi’nin kaderi de biraz Hatemi’nin bu seçimden nasıl bir sonuç alacağına bağlı olarak belirlenecek.
Diğer Ülkelerde Islami Şiddet ve Cinayetler
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın 30.01.2001 tarihli makalesinde açıklandığına göre;
12 Ekim 1990 yılında Mısır Millet Meclisi Başkanı Rıfat El Mahçup , Kahire’nin en işlek caddelerinden birinde Müslüman Kardeşler Örgütü tarafından yapılan bir suikast sonucu öldürüldü…
Müslüman Kardeşler Örgüt’ü, 1928 yılında Mısır’ın İslamiye kentinde, öğretmen olan Hasan El Benna tarafından kurulmuş, birçok kanlı eyleme imzasını atmıştır.
1948’de önce terör suçlarına bakan bir yargıcı öldüren Müslüman Kardeşler militanları, ardından Başbakan Nokraşhi Paşa ‘yı katletti…
26 Ekim 1954 günü, Mısır Devlet Başkanı Nasır , İskenderiye’deydi. Nasır’a suikast düzenlendi. Nasır suikasttan kıl payı kurtuldu… Ama, 6 Ekim 1981’de Nasır, suikast sonucu yaşamını yitirdi…
Enver Sedat ‘ı öldüren Üsteğmen İslamboli , Müslüman Kardeşler’in bir kolu olan ‘Cemaat-İslamiye’ den kaynaklanan ‘Ankud’ örgütündendi…
X

YALANINIZ BATA SİZİN

15 Kasım 2003 günü Ülkemiz için kara bir gündü. El Kaide’ye özenen Hizbullah adlı İslam savaşçısı bir örgüt İstanbul’da iki yerde 25 yurttaşımızı, ki bunun 19’u Müslüman (İkisi Müslüman canlı bomba); 6’sı Musevi idi, paramparça edip kara toprağa gömdü.
Bu korkunç terör olayı ertesinde bizim İslâmcı allameler televizyonlarda göründü. Ağızlarından bal kaymak döküldü. Neymiş de: “İslâm barış, huzur, mutluluk dini imiş. Kuran 4/93 âyetinde diyormuş ki “Kim bir insanı haksız yere öldürürse Allah onu en büyük ceza ile cezalandırırmış.” (Zekeriya Beyaz, ATV, A takımı, 16.11.2003).
Benim bildiğime göre bu âyette bir müminin bir mümini öldürmesi yasaklanmıştır. Öyle ileri sürdükleri gibi inancı ne olursa olsun bir insanı demiyor.
Okuyalım: “Kim de bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazâbetmiş, onu lânetlemiştir. K. 4/93” (Açıklaması: Kasten bir mü’mini öldürmenin dünyadaki cezası kısas, yani idamdır. Affetme yetkisi veya diyet alma yalnız maktulün ailesine aittir. Bkz. 2/178-179, 5/53. Feyzu’l Furkan. Kur’ân Meâli. Hasan Tahsin Feyizli. Akit Yayınları.) Bu konu ile ilgili olarak 4/92 ve 49/10 âyetlerin okunması halinde konu daha iyi anlaşılır.
Terör saldırısında ölen Müslüman yurttaşlarımızın ölüm törenine katılan İmam da bu ayeti okuyarak “Bir insan bir insanı öldüremez. Allah’ın verdiği canı Allah alır!” diyordu. Oysa görüldüğü gibi; insan insanı öldürüyor, Allah’ın verdiği canı Allah almıyor; tinerci alıyor, gaspçı alıyor, İslâm nizamını bütün dünyada hakim kılmak isteyen El Kaide adlı terör örgütünün Türkiye’deki uzantıları alıyor.
İslâm nizamını hakim kılmak isteyen örgüt yalnız El-Kaide değil. El kaidenin yanında daha birçok İslâmî terör örgütü var. Ör. Millî Görüş, İBDA C, Hizbullah, Anadolu Federe İslam Devleti, İslâmî Hareket örgütü ve ayrıca Kuran Nizamını hakim kılmak isteyen bu örgütlere destek verenler de var.
Bunların dışında bir de tebliğciler var. Ör. Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman ateş, M. Nuri Yılmaz, Zekeriya Beyaz ve daha binlerce ilahiyatçı ve ilahiyatçı olmayan aydın ve profesör… Bunlar her gün medyada Kuran Müslümanlığının yurdumuzda hakim olması halinde hemen kalkınacağımızı, refah içinde mutlu yaşayacağımızı ileri sürüyorlar…
Hele Ramazan ayında olmamız nedeniyle atış serbest. Karşılarına bir aydın çıkıp da: “Hayır efendim pek öyle dediğiniz gibi değil! İşte Alev Erkilet’in sözleri: ‘Radikal İslâmî hareketleri ortaya çıkaran İslâmî hükümlerin kendisidir.’ demektedir” diyemiyor. Görüldüğü gibi; Alev Erkilet, açıkça: “Terörün (kökten dinciliğin-radikal hareketlerin) kaynağı İslâmî hükümlerdir!” diyor. (Yardımcı Doç. Alev Erkilet, bu sözleri içeren bir kitap yazdığı için Kırıkkale Üniversitesinden kovulmuş olup şu an Başbakanlıkta Danışman olarak çalışmaktadır…)
Alev Erkilet’in bu sözlerinde gerçeklik payı çoktur. Bu gerçeği dile getiren yalnız Alev Erkilet değildir. Alev Erkilet gibi gerçekleri dile getiren başkaları da vardır.
Şurası bir gerçektir ki İslamiyet’e göre Müslüman olmayan ülkeler Savaşılacak Ülke (Darül Harb) sayılır. Nedeni de, kendi anlayışlarına göre, Allah; kendilerine bir görev (misyon) yüklemiştir. Bu görev: “Müslüman olmayanları Hak dine davet etmektir.”
Samimi Müslümanlar bu görevi yerine getirmek amacı ile mallarıyla-canlarıyla mücadele ettikleri takdirde cennete gideceklerine inanırlar. İşte birkaç örnek:
1. “Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi yurtlarınızdan çıkardıkları gibi, siz de onları çıkartın.Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’ın yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. 2/191”
2. “Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilin ki, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır. K. 2/193″
3. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. K. 2/216”
4. “Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hâli müstesnadır. Allah sizi kendisiyle korkutur. Dönüş Allah’adır.” K. 3/28″
5. “O halde, dünya hayatı yerine ahreti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar: Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir vereceğiz. K. 4/74″
6. “Ey İnananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz? K. 4/144″
7. “Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa
uğraşanların cezâsı öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhrette büyük azâp vardır. K. 5/33″
8. “Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez. K. 5/51″
Bu âyet, şu an, Bursa’daki Ulu Cami’nin ilân panosunda yazılı bulunmaktadır. Bu camiye her gün çok sayıda turist girip çıkar. Merak ederek okuyanlar ne der acaba? Sizin “İslam; barış, hoşgörü ve sevgi dinidir!” demenize dudak bükerek gülmezler mi? (K.Milliyet. 14.6.2003)
9. “Rabbin meleklere ben sizinleyim. ‘İnananları destekleyin” diye vahyetti. ‘Ben, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi. K. 8/12″
10. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. K. 8/39″
11. “Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları cezalandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakimdir. 9/14-15″
(Anlaşılan Allah, El-Kaide örgütü eliyle kâfirleri cezalandırdığında kimi müminlerin de gönülleri ferahlanıyor… Arap ülkelerinde terör örgütlerinin eylemlerinden sonra sokaklarda Allah-u Ekber diye gösteri yapanları hatırlayınız… Peki parçalanarak yaşamını yitiren 19 Müslüman’a ne diyeceğiz?)
12. “Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi-küfrü imana tercih ediyorlarsa – dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olurlar. K. 9//23″
(Hani Babaya-anaya saygı sevgi vardı. İnancı başka diye babayla ana dostluktan çıkarılır mı?)
13. “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın. K. 9/29″
14. “Ey müminler! Güçlünüz, zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. K. 9/38-41”
15. “Ey Peygamber! İnkârcılarla ve münafıklarla cihat et!Onlara katı davran! Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir. K. 9/73”
16. “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır. K. 9/111″
17. “Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla berâberdir. K 9/123″
18. “O hâlde kâfirlere boyun eğme ve bununla onlara karşı büyük bir cihat et! K. 25/52”
19. “Kâfirlerle (savaşta) karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğinizde bağı sıkı tutun… K. 47/4”
20. “Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeyecektir. K. 47/35″
21. “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et! Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. K. 66/9”
Daha bunun gibi yüzlerce âyet var. Şimdi soruyorum Kuran Müslümanlığı için tebliğ yapan; Yaşar Nuri Öztürk’e, Süleyman Ateş’e, M. Nuri Yılmaz’a, Zekeriya Beyaz ve diğer ilahiyatçı olan ve olmayan aydınlara… Bu radikal örgütler (Kökten dinciler-teröristler) İslam hükümlerine aykırı mı hareket ediyorlar. Bunlar İslam hükümlerine göre Kuran nizamını hakim kılmak için ölüp öldürmüyorlar mı?
Şimdi diyelim sizler Kuran Müslümanlığını yurdumuzda hakim kıldınız. Yukarda âyetleri hükümden kaldırabilir misiniz? Ör. “Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimseyebilir misiniz?”
Özetlersek: Kuran’ın bir kısmına inanıp da bir kısmına inanmamazlık edebilir misiniz? Bu şiddet âyetlerini hükümden kaldırabilir misiniz? Bu takdirde gerçek Müslümanlar sizleri kâfir oldular diye öldürmez mi?
Kuran’daki şu hükmü nasıl görmezden gelebilirsiniz? “…kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. K. 2/85″
Yine “…Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir. K. 5/44, 45″
Gelin; Alev Erkilet, Abdurrahman Dilipak ve diğer İslam Mücahitleri kadar olsun gerçeği açıklamaktan korkmayın. Ne diyor Abdurrahman Dilipak: “Kuran, zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.” (Akit, 21.1.2000)
Dünyada görülen İslâm’î terör olayları Kuran’ın zalimler elinde cinayet âletine dönüştüğünü gösteriyor… Bunun nedeni: Gayrimüslimlere karşı yönelik şiddet âyetleri yanında cihat, fetih içeren âyetler değil mi?
Şimdi Kuran Nizamını hakim kılmak için öldürüp ölenleri kınayabilir miyiz? Bunlar kendi inanışlarına göre “Allah yolunda canları ve malları ile savaşarak, kafirleri hak dine davet etmek için ölüp öldürürlerse cenneti satın almış olmuyorlar mı?”
Êy Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri samimi bir Müslüman olarak: “İnancımız bizlere kâfirlerle mücadeleyi öneriyor.” demek dururken, “İslam; barış, huzur, mutluluk dinidir; İslam’da; hoşgörü, sevgi, şefkât ve barış vardır! Bu tür terör olayları İslam’da yoktur!” derseniz Allah’a karşı yalan söylemiş olmaz mısınız?
Allah kelamı dediğiniz Kuran’da Allah şöyle demiyor mu? “Düşmana karşı zaaf göstermeyin. Siz daha galip durumda iken sulha talip olmayın. K. 47/35” Hani İslam Barış ve hoşgörü dini idi?
Ne var ki bizimkiler “İnancımız bize kâfirlerle mücadeleyi emrediyor!” demeye yanaşmıyorlar… Ne var ki bu gerçekleri dile getiren samimi Müslümanlar da var. Birkaç örnek:
A. 1999 yılında Türkiye’yi mezar evlerine çevirerek 500 kişiyi öldürdüğü tahmin edilen Hizbullah militanları, ki bunların öldürüp mezar evlere gömdüklerinin hepsi de Müslüman’dı: “Öldürme yetkisini Kuran’dan aldıklarını savunmuş ve kanıt olarak da şu ayetleri sıralamışlardır:
1. “Bilinmeli ki Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.” (K. 3/4)
2. “Allah daima galiptir, öç alandır.” (K. 5/95)
3. “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığından satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda öldürürler, ölürler.” (K. 9/111)
4. “Çünkü Allah mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanına bırakmaz.” (K. 14/47)
5. “Kendilerine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra yüz çevirenden daha zalim kim olabilir. Muhakkak biz, günahkârlara, lâyık oldukları cezayı veririz.” (K. 32/22)
6. “Allah kime hidayet ederse, artık onu saptıracak kimse yoktur. Allah, mutlak güç sahibi ve intikam alıcı değil midir?” (K. 39/37)
7. “Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan intikam alırız.” (K. 43/41)
8. “Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız, kesinlikle intikamımızı alırız.” (K. 44/16)
9. Allah elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.” (K. 58/21) (Bk. Cumhuriyet, 4.7.1999)
B. Ankara Keçiören İmam-Hatip Lisesinden “izinsiz gösteri yaptıkları” gerekçesiyle atılan 1’i kız 3 öğrenci ifadelerinde şöyle demişlerdir: “Şeriat devleti istiyoruz. Dinimizin kurallarına göre yaşamak istiyoruz, siz bizi engellemek istiyorsunuz. Devleti yaratan Allah’tır. O nedenle Allah’ın emirlerine göre yaşayacağız. Gerekirse bu yolda şehit oluruz. Allah bize elçilik görevi vermiştir. Çevremizi uyarmak bizim görevimizdir.” (Cumhuriyet, 19.6.2001)
C. El-Kaide örgütü Amerika’daki İkiz Kuleleri yerle bir edip 3 bin masum insanı öldürdüğünde İngiltere’de yaşayan Müslüman bir cemaat lideri: “Kafirlerle mücadele bize dinimizin emridir!” demiştir.
Filistin asıllı ilahiyatçı Dr. Abdullah Azam masum insanların öldürülmesini şöyle meşrulaştırıyor: “Çok açık ve net konuşacağım. Bizler Müslümanlara karşı çok yumuşak ve zelil, Allah’ın düşmanlarına karşı teröristiz.” (Vatan. 18.11.2003)
D. Yine İtalya’da Torino’nun Carmagnola İlçesi’nde oturan Abdülkadir Mamur adlı Senegal vatandaşı bir imam; vaazlarında sık sık cihat ilan edip kanlı saldırılar ve ölümlerden söze ederek İtalya’nın 19 askerinin öldüğü bir dönemde “Cihat uğruna canlı bomba olacağını” söylediği için İtalya’dan sınır dışı edilmesine karar verilmiştir (Hürriyet, 19.11.2003).
Şimdi, İslam’ı olduğundan başka gösteren bizim sağlıklı düşünme yeteneğini yitirmiş ilâhiyatçı olan ve olmayan profesörlerimiz, aydınlarımız; bu kadar okuyorlar, yazıyorlar da; niçin, “Alemlerin Rabbi olan bir Tanrı, nasıl olup da Müslümanlara “Kâfirleri bulduğunuz yerde öldürün! K. 9/5” der diyemiyorlar.
Sağduyusunu yitiren bizimkiler diyecekler ki “Bütün bu öldürme ayetleri düşmanlar için ve savaşta söz konusudur!” Öyle ama İslam dünyasında daha doğar doğmaz bir Müslüman çocuğunun kulağına Müslümanlık dışında başka bir dine inananların kâfir (Müşrik, münafık, ateist, laik…) ve düşman olduğu fısıldanmıyor mu?
İslam’da dine davet ve hak dini kabul ettirmek için cihat ve fetih akidesi yok mu? Okula başlar başlamaz kâfirlere karşı düşmanlık, kin ve nefret öğretisi dayatılmıyor mu? Bütün okullarda, kurslarda ve camilerde yedisinden yetmişine bütün Müslümanlar, kâfir denilen Ateist, laik, Hıristiyan, Musevi dünyasını hedef alarak düşmanlıkla eğitilmiyor mu? Bir Müslüman için düşman yaratmak için neden mi yok…
Şimdi diyecekler ki Müslümanlar savunma savaşı yaptığı için bu âyetlere sarılmak zorunda kalmıştır. Peki; Bizanslılar, İspanyollar, İranlılar, Türkler Müslümanlara savaş mı açtılar. Hayır onlar durup dururken, Müslümanlar onlara, “İmana geleceksiniz!” diye saldırdılar. Mallarını yağmaladılar. Eli silah tutanları tutsak aldılar, kadınlarını cariye, erkeklerini köle yaptılar.
Bu iş Bedir’de; Müslümanların, müşriklerin kervanlarını yağmalaması ile başladı. İslam tarihi dikkatle incelersek İslam’ın ilk yayıldığı yıllarda Müslümanlara iki saldırı olmuştur. O da Bedir’de malları yağmalanan Mekkeli Müşriklerin oluşturdukları kalabalıkla Uhud’ta ve daha sonra Hendek’te Müslümanlara saldırmasıdır. Taa ki Haçlı savaşlarına kadar Müslümanlara karşı bir saldırı olmamıştır. Bütün savaşları Müslümanlar çıkarmıştır ve savaş, genellikle, Müslümanlar için bir geçim yolu olmuştur…
Evet İslam’da barış, hoşgörü, huzur, mutluluk, sevgi, şefkât vardır. Ama bu yalnız müminler içindir… İslam’da Müslüman olmayanlara dostluk yoktur. İşe kanıtı: “Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (K. 5/51) Tek Tanrılı din mensupları için böyle denirse artık Ateistler ve laikler için neler düşünülür orasını varın siz düşünün…
İslâmiyet’ten altıyüzyirmi yıl önce gelen İsa’ya “Düşmanlarınızı sevin!” diye vah yeden bir Tanrı sonradan fikrini değiştirerek “Müminden başkasını dost edinmeyin! Kafirleri yakaladığınız yerde vurun öldürün!” der mi?
Gerçek saygısı denen bir şey var yahu! Bu allâmeler de hiç mi gerçek saygısı yok! Niçin bu masum halkımıza gerçekleri söylemiyorlar da olmayanı var gösteriyorlar.
Müslümanlara göre gayr-i Müslimlerin ülkeleri “Darül Harb” değil mi? Türkiye Cumhuriyeti bile Laiklik ilkesi gereği dinsel hükümleri devlet ve toplum yönetiminde uygulamadığı için radikal İslamcılar tarafından “Darül Nifak” ve hatta “Darül Harb” olarak kabul edilmiyor mu?
Evet, bu İslam terörünün ayyuka çıkmasında; başta Amerika, İsrail olmak üzere Hıristiyan ülkelerin İslam’ı aşağılamasının (Hor görmesinin), petrollerine ve diğer doğal kaynaklarına göz koymasının da önemli rolü vardır. Ne var ki işlediğimiz konu bu değildir. Konumuz İslam’ı şirin göstermek amacı ile gerçekleri saptıranlara gerçekleri göstermektir.
Yurdumuzdaki terör olayları ile Hükümetimize de mesaj verilmektedir. Bu mesaj: ABD ve İsrail ile işbirliğine girersen, AB’ye girmek istersen, verdiğin sözü unutarak türbanı ve çarşafı kamu alanından dışlarsan, İmam Hatip Liselerinin önünü açmazsan, Laik Cumhuriyeti yıkarak İslam Cumhuriyeti kurmazsan başına gelecekleri sen düşün denilmektedir…
Bir zamanlar Süleyman Demirel, sağcılar sokakta şakır şakır solcuları kurşunlarken: “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!” demişti. Şimdi de din alimlerimizle iktidardaki siyasetçilerimiz: “Müslümanlıkta öldürme, terör yoktur!” deyip duruyorlar. Var mı yok mu kendilerine göstereceklerdir. İslam’da öldürme yoktur deyenleri de öldüreceklerdir. Biline ki: İslâm’a saygı göstermeyen de öldürülecektir. (Bk. K. 5/33)
Artık şu gerçeği de görmeliyiz: Bu olaylar İslâmi terörün ötesinde bir davadır. Olaylar terör olaylarının ötesinde batı ile doğu uygarlığının savaşına dönüşmüştür. Kökten dinci Müslümanlar Türkiye’nin batı uygarlığın yanında yer aldığını gördüğü içindir ki bombalarla, patlayıcılarla dolu ölüm kamyonları ile terör olaylarını başlatmıştır.
Şimdi sağlıklı düşünme yeteneğini yitirmiş olanlara “Yalanınız bata sizin!” dersem haksız mıyım?

Av. Hayri Balta, 19.11.2003
X
Sayın Balta,
Aşağıdaki paragrafı Ayhan Ozdemir’in yazısından alarak gönderiyorum”
“Iste Islam’in burada guzelligi ortay cikmaktadir. Islam “iyiligi emreder, kotulugu yasaklar ondan alikoyar”. Insanlari iyilige davet eder. Kotuluklerden uzaklasmasini tavsiye eder. Kotuluge engel olmak icin tedbirleri alir. Siddete basvurmaz. ”
Saygılarımla, Çetiner Çalış, 20.11.2003
+
Sayın Çetiner Çalış,
Önce saygı, sevgi… Okudum A. Ö.’ün iletisini.
İslam “Siddete basvurmaz”mış öyle mi? Öyle ise okusun İslam tarihini, görsün Peygamberinin eylemlerini…
Ya günümüz dünyasında yapılan fanatik Müslüman terörüne ne demeli? Aklı başında bir insan “Bunları CIA ve MOSAD yapmıştır!” der mi?
Gelelim Islam’ın “iyiligi emretmesine ve kotulugu yasaklamasına…” İşte kavga da bu nedenle çıkmakta ya…
Çünkü; İslam’a göre yanlış olan İslam olmayana göre doğrudur. Müslüman olmayanlar da kendi inanışlarını doğru bulur.
Örneğin İslam’da içki yasak; ama bir Müslüman için Allah’ın gözüne girmektir içki içenin şişesini kırmak.
Bir Müslüman domuz eti yiyenden iğrenir. Domuz eti yiyeni katli vacip olarak görür…
Bir Müslüman bir kadınla tokalaşmayı zina sayar. Ama Müslüman olmayan bir batılı; değil tokalaşmak, kadının elinin öper. Şimdi bir soru: İtalya Başbakanı Berlisconi bizim Başbakanın gelininin elini niçin öptü?
Bir Müslüman için kadının saçının bir telini, tırnağının ucunu yabancıya göstermesi tesettür kuralına göre günahtır. Ama Müslüman olmayan bir kadına göre üstsüz gezmek bile günah değil, mubahtır.
Müslüman bir erkek bile Haşema ile denize girer. Müslüman olmayan bir erkek ise kıçında incir yaprağı kadar bir çaputla plajda gezer…
Bu örnekleri sayısız kere çoğaltabiliriz. İşte bu anlayış nedeniyle bir Müslüman Allah’ın gözüne girmek üzere inancı başka olanları “Hak dine davet etmek ister!” Hak dini kabul etmeyince kafasına çöker.
Ramazanda oruç yediği için dayak yiyenler, öyle ki öldürülenler bile var… İşte kıyamet de bir Müslüman’ın “iyiligi emretmesinden ve kotulugu menetmesinden” doğar…
Laik bir anlayışta olan bir kişi başkasına inancına saygı duyar. Ama bir Müslüman, Müslüman olmayandan gıcık kapar.
Aklı başında biri çıkıp da “Be adam; sen ne hakla karışıyorsun bir başkasına? Bu yaptığın aykırıdır çağımız hukukuna!” diyemez. Çünkü böyle deyen bir kişi bir Müslüman topluluğunda rahatça gezemez.
İşte ben bütün yazılarımda bu anlayışa dikkat çekiyorum. Dinin değil; din adına yapılan kan dökücülün, cahilliğin, hurafenin, terörün üzerine gidiyorum.
Bu görüşlerimi içeren yazılarımı ilahiyatçı olan ve olmayan profesörlere, aydınlara, yazarlara ve de yakın dostlara da gönderiyorum. Gönderdiklerimin yüzde doksan dokuzunun bana yanıt bile vermiyor…
Değirmene götürülen bir çuval buğday; değirmenden, bir çuval un olarak çıkar. Bizimkilerin değirmenine atılan buğday ise un olarak çıkacağına Allah, din, iman olarak çıkar…
Müslüman olmayanlar bilgisayar yapar, uzayda gezer. Bizimkiler ise bilgisizlik ve yoksulluk içinde sanal bir Allah’ın cennetini özler…
Okuduklarını ezberliyorlar, ezberlediklerini birbirlerine dinletiyorlar.
Sana ileti gönderen A. Ö. gibi bol bol övünerek birbirlerini gaza getiriyorlar. Böyle yapmakla da Allah’a hizmet arz ettiklerini sanıyorlar…
Hayal âleminde yaşıyorlar, başları yerde, ayakları yukarda… Gavur da başı aşağıda ayakları yukarda gezer ama ancak uzayda…
Bunlar bakıp duruyor uzayda gezenlere. Kendilerini aldatıyorlar “Bunların hepsi Kuran’da var!” diye diye.
Bütün söyledikleri yankılanıyor dünyada. Bunların kafası boş kafa, taş kafa…
Bunlar Kuran’dan, Hadis kitaplarından söz ederek insanlara hurafe satıyorlar. Allah adına, din adına masum halkımızı aldatıyorlar.
Atatürk’ün deyimiyle “Beyni sulanmış hafızlara dönmüşler.” Okudukları üzerinde düşünme, eleştiri getirme özelliğini yitirmişler.
Söyleyecek söz bulamıyorum. Melâmet hırkasına bürünerek yazıyorum…

Saygılarımla…
H.B. 3.12.2003
X