GÜNCEL MEKTUPLAR

GÜNCEL MEKTUPLAR

14.12.2001

Sevgili Hayri Bey,

Siz gerçekten Balta’ymýþsýnýz. Bravo. Sizin böyle bir mahkeme açtýðýnýzý bilmiyordum. Sizi binlerce kere kutluyorum. Bu dökümanlarý web sayfalarýnda kullanabilirmiyiz.?

Bu zihniyet ayný þekilde Kaptan Cousteau’yuda Müslüman yapmýþtı. Buradan, bunlarýn ne kadar yalancý ve tehlikeli olduklarýný da anlýyoruz.

Atatürk’e yapýlabilecek en büyük hakaret onun şeriatçı olduðunu söylemektir.  Bu iddiayý ortaya atan kiþiye, neden sormazlar ki sen nereden biliyorsun bunu diye.. Ve bakýnýz ki, Atatürk’ün kendi el yazýlarý ile yazdýklarýna bakmaz, gider Urduca yazýlmýþ ne idüðü belirsiz yazýlara itibar ederler.Çünkü, onu böyle bilmek isterler. Aynen dediðiniz gibi, “madem Atatürk’çüsün, o halde, Atatürk’ün dediðigibi Ýslam yolunda git!” demek için..

Ama bizler de boþ durmayacaðýz. Yolun kaç bucak olduðunu görecekler..
Selamlar…

OM.

x

14.12.2001

Sayın Om,

İlgine teşekkür ederek saygılar, sevgiler sunuyorum.

x“Bu dokümanları web sayfalarında kullanabilir miyiz.?” diye sormuşsunuz. Beni biliyorsun. Ben bu yazıları herkes için yazıyorum. Hem de 1958 yılından bu yana…

Benim bütün yazılarımı; önceki, şimdiki, gelecekteki bütün yazılarımı siz yayınlayabileceğiniz gibi isteyen herkes Sitesinde veya her hangi bir yerde yayınlayabilir.

Ben yalız Atatürk’ün Son Mesajına ilişkin saptama dava açmadım. Bu şeriatçılar hakkında onlarca dava açarak ellerini kollarını bağladım. Hele IBDA-C’nin “Atatürk’e nalları dikti, İngiliz ajanı alçak” diyen bir yazısı vardı ki, mahkemeye verildiği halde beraat eden bu yazıyı yaptığım suç duyurusu üzerine yasaklattım… Bu Atatürk davası kadar önemlidir. Ama şöhret derdinde olmadığım için kimse beni bilmez.

120’ye yakın kitap olmaya hazır dosyam var. Günlük araştırmalar, fıkralar, denemeler, makaleler söyleşiler, şiirimsiler ve laiklik savaşına ilişkin ki hepsi de yerel gazetelerde ve dergilerde yayınlanmıştır…

Elbette yazılarım ağır okuyuculara ağır geldiği için hepsinden de kovulmuşumdur. En sonunda kendimi sitemi açtım da rahat ettim.

Ne var ki kalp krizi geçirerek kalbimin dörtte üçünü yitirdim, yitirmeseydim…

Doktorum bana: “Sana değil yazmak, düşünmek bile yasak!” demişti. Ben de kendisine: “Desene bana öl diyorsun! Düşünmezsem, üretmezsem ben nasıl yaşarım!” dedim.. Düşünmekten vazgeçersem yasayan bir ölü olurum ki bu bana yakışmaz…

Üzerimde tam 6 ağır hastalık var: 1990’da menieri krizi ile (iki kere) başladı. 11.3.11991’de ağır bir kalp krizi geçirdim… Kalbimin  dörtte üçü ölü.. Pompalama oranı yüzde 30…

Üç kalp mütehassısının (Prof. Dr. Kemal Beyazıt, Doçent Dr. Cahit Kocakavak ve İstanbul Kalp Vakfından bir kalp mütehassısı…) üçü de kalbinizin değişmesinden başka yol kalmamış dediler ve bana üç aylık ömür biçtiler…

Kalp krizi arkasından kalp yetmezliği, nefes darlığı. Kimi günlerde nefes almakta güçlük çekerim ki dayanılmaz bir yaşam bu… Seker, bazı yükselir, 490’a çıktığı olur… Kronik böbrek yetmezliği. Karaciğer yetmezliği. Karaciğer görevini yapamadığı için şeker yükseliyor. Yoksa benim şekerim yoktu.

Gut… Yüksek tansiyon, Hipotroid, kanda triseglirin bir de romatizma. Üstüne üstlük bir de kemik erimesi. Tam bir hastalık abidesi…

Prostat ki, bir gecede en az dört kere tuvalete kalmak zorundayım. Bazı geceler de altı kere… Bir de Gastrit var ki midem yanar, talcit almazsam kanama yapar…

Bu hastalıklarımdan; kalp yetmezliği, yüksek tansiyon, kemik erimesi, şeker, hipotroid ve kronik böbrek yetmezliği ki bu altı hastalık için raporluyum. Ömür boyu ilaç kullanmak zorundayım… Bereket, bu hastalıklara ilişkin raporum olduğundan ilaçlar parasız verilir…

Kalp krizi geçirdiğimde can çekişirken bir salak, sanki ben dinsiz mi şim gibi: “Hiç olmazsa ölürken imana gel!” deme aptallığını göstermiştir…

Kendisine: “Ulan, benim inancımın kaygısı sana mı düştü? Bana ölmek üzeresin diyorsun ama; sen ölmüşsün de haberin yok be!” demekten de kendimi alamamışımdır…

Şurası benim için bir amentüdür ki “İnsanlık aleminin en büyük düşmanı şeriat zihniyetidir. Bu zihniyet görüldüğü yerde ezilmelidir.”

Değerli dostum ben övünme sayılabilecek  bu açıklamalarımı gençlere örnek olması açısından belirtiyorum. Bu mücadelemin içinde aç kalma var, kurşunlanma var, işten atılmalar var, dinsiz-komünist diye fişlenme var, memleketten sürülme var…

Hem de dört kız çocuğu ile ve ev kadını eşimle ve de kiralık evlerde sürünerek….

Kiracı olarak gittiğim her mahallede polis tarafından kapı kapı soruşturularak izlenmek de var… Amaçları: Beni dinsiz-komünist diye mahalleye tanıtarak mahalleli tarafından dışlanmamı sağlamak…

Polisin bu çabaları sonucu karşılaştığım kimi şeriat delileri: “La ilâhe ilahe  illallah, Muhammeden Resullah!” diye salavat getirerek önümden kaçmakla Allah’ının gözüne girmek isteyen salaklarla karşılaşmışımdır.

Bu koşullar altında iken  37 yaşına değin ilkokul mezunu olarak yaşa… 33 yaşında Akşam Ortaokulu başla. 37 yaşında Akşam lisesine gir, 4l yaşında bitir… Bir yıl da üniversite sınavları için çalış. 42 yaşında Hukuk Fakültesine gir. 47 yaşında bitir ve bir yıl da avukatlık stajı ve tam 49 yaşında avukatlığa başla… Her babayiğidin kârı değildir bu arkadaş…

Peygamber değilim ama mucizem var. Benim gibi bir adam bu kafadan gayr-i müsallah toplum içinde yetmiş yaşamış. Bundan iyi bir mucize mi olur? Ne var ki bunlar benim için olağandır. Bu toplumda yasamak zorunda olanlar bu tür baskılara katlanmayı göze almalıdır…

İlhan Arsel’in canı yok mu? Çok sevdiği memleketinden ayrılmak zorunda kaldı.. Ilhan Arsel gibi bir aydının memleket yemeklerini özleye özleye yasamasına, halkının şarkılarını-türkülerini dinlemekten yoksun kalmasına neden olan toplumun daha çok çekeceği vardır. Ne demiş atalarımız: “Ulusunun sözünü dinlemeyen  uluyu uluyu gider!”

Yine düşüncelerini açıkladığı için mahkemelerde sürünen Sıtkı Sönmez’in ve diğer yazarların cani yok mu? Ya şeriatla mücadele ettiği için canından olan Turan Dursun’a ne diyeceğiz?….

Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki sosyal adalete uygulanan bir düzene geçmemek için, zinde güçlerimizin öncülüğünde, memleketin aydınlarını öldüre öldüre, getirip memleketi hortumculara, vurgunculara teslim ettik…

Yine söylüyorum ki Muhammed ile Atatürk’ten biri tercih edilmek  zorunda bırakılsa bizim bu sözde Atatürkçülerimiz Muhammetçiliği seve seve yeğlerler…

Çünkü Allahçılık, dincilik genlerine işlenmiş… Sanırlar ki bunlar,  Evrenin dışında bir Allah var. O Allah, peygamber görevlendirir, kitaplar gönderir… Tam bir Tanrı ve din bilgisizliği…

Bunlar: Sosyalizm geleceğine şeriat gelsin demekten bir an için bile çekinmezler. “Elhamdülillah ben de Müslümanım! Benim anam da başörtüsü takardı!” diyerek şeriatçılarımızı kazanmaya çalışan ileri gelmiş Atatürkçü aydınlarımızı unutmayın…

Bunlar müslümanım demenin ne yükümlülükler getirdiğini bilmeyecek kadar da müslümanlıktan habersizler… Müslümanlığın; savm, salat, haç, zekat ve kelime-i şehadet-i var. Bunlar ömürleri boyunca bir kere salavat getirmezler; ama ben de müslümanım demeye utanmazlar…

Hele bir şeriat gelsin, öyle adamı “Elhamdülillah ben de müslümanım demekle bırakmazlar… İslamın hükümlerini olduğu gibi yerine getirmesi için şeriat polisi adamın başına dikerler.

Çetin Altan bile, hem Marksist’im diyor; hem de sevgili peygamberimiz demekten kendini alamıyor… Yakışır mı bu maddeci olması gereken bir Marksist’te..

Onun için diyorum ki aydınları bilinçsiz ve kişiliksiz olan bu toplumun daha çekeceği çok yoksulluklar, yoksunluklar var… Çünkü bu aydınlar; halkımızın, yalana, yanlışa, batıla, tabuya kodlanmasına seyirci kalmayı inançlara saygı gereği sayarlar… Oysa şeriat tüccarları halkımızı Cumhuriyete  karşı canlı birer bomba yapıyorlar da haberleri yok…

Bu saptamalar ve görüşlerim  ağır ama, gerçek bu…

Simdi kalınız sağlıcakla. Böyle bir yazı yazdırdığınız için teşekkürler sana.

 

Av. Hayri BALTA.14.12.2001

 

Not: Bu yazıları yazarken Radyo Hedef’te konuşma yapan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan  Sürat: “Namazdan başka hiçbir şeyi sevmiyorum. Rezzak, Cenab-ı haktır… Var mi diyeceğiniz!” diye bangır bangır bağırıyordu…  İnsanların özellikle müslümanların yarısı yoksulluk ve açlık sınırında yaşamakta…

Yalnız yurdumuzda yaşayan yoksul ve yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı yarıya yakın… Bunları bile bile, göre göre sormayı akıl edemiyor bu profesör: “Nerede bu Rezzak, Cenabı Hak?…” diye…

Bu adam tıp doktoru ve profesörü. Bu böyle dedikten sonra var gerisini sen hesapla…

XXX

15.12.2001

SAYIN BALTA,

Cagdas Insanlik icin verdiginiz mucadelede  sizleri tebrik ederim.Sağlıklı ve mutlu olunuz. Cok iyi de bir dost kazandiniz. Siz kendinizle barisik ve kendinizi seven bir insansiniz, ne mutlu size. Hayatta mucadeleyi birakmamis, azraili tokatlamis, kendi kendinin doktoru olmussunuz.

Sizle paylastigimiz bircok konular oldugu gibi, ayni mucadele seklimiz var. Basimiz dik, kalbimiz Ataturk sevgisi ile doludur. Bunlari hissetmek buyuk bir hazinedir. Hayati mucadele ile gecen O, Guzel Insan ATATURK hayatim boyunca verdigim mucadelede hic bir zaman aklimdan cikmamistir.

Amerikaya gelirken ( 1958 senesinde, YAS 18, TURIST VIZESI) yanimda 25 dolar ve Atamin hayatini anlatan kitaplari getirmistim. Sıkıldıgim zaman Atamin hayatini okudum. Ne mutluyuz Atamizi sevmisiz.

Şireatçılarr gibi tanri korkusu ile buyumedik. Insanlari soyarak islamin cennetine yatirim yapmadik.

SAYGILARIMLA, GUZEL INSAN BALTA BEY

YUKSEK MIMAR MUHENDIS

AYDIN  INSAN. 15.12.2001

XXX

 

16.12.2001

Sayın Aydın,

15.12.2001 tarihli, güzel, mektubunu aldım… 7.11.2001 tarihinde de bir mektubunu almıştım.  Beğenmiş,  saklamıştım.

 

Talkancılara yazdığınız o mektupta; İlhan Arsel’den söz edilmişti.

Kuran’in Elestirisi 1/1999. sayfa 20-26’dan alıntılarla süslenmişti…

 

Yaşamım boyunca, düşüncelerim yüzünden, aşağılandım.

Kafa dengi  biri ile karşılaşmadığım için bunaldım…

60’şından sonra kafa dengi insanlarla karşılaştım…

Direndiğim yolda, yalnız olmadığımı anladım…

Bu satırları mektubunuza karşılık yazıyorum.

Güzel insanlarla karşılaşınca  mutlu oluyorum…

 

Susuz bir kuyuya atılan taş bile ses verir…

Su varsa “Cum!..”; susuzsa “Tak!..” diye ses gelir…

Yazdığım mektuplar dipsiz kuyuya atılan taş gibi gidiyor.

Çokları:  “Teşekkür ederim.!” ya da “Beni rahatsız etme!” bile demiyor…

Tarafınızdan hiç olmazsa yazıma yanıt veriliyor.

 

Bu gün iki sevinci birden yaşıyorum. Bir, mektubunuzun geldiğine,

Bir de şu yalan dolu Ramazanın gittiğine….

 

Hiç olmazsa 11 ay rahatız,

Davullar yanında: Davul gibi yalanlar duymayacağız…

 

Sahurda iki davul birden çalınır.

Hasta denmez, yaşlı denmez,

İnançlı, inançsız denmez, İnsanlar zorla uyandırılır…

Yetmezmiş gibi bu ilkellik,  bir de kapı çalınır…

Bakarsın ki: Koç gibi delikanlılar

Davula vurarak, bahşiş için yalvarır…

 

Bahşiş için kapımı çalanlara,

Derim: “Ne olur davulcu kardeşler acıyın bana…

Yaşlıyım, hastayım uykuyu zor yakalıyorum.

Tam uykuyu yakalamışken,

Davullarınız yüzünden korku ile uyanıyorum…

 

Bir isteğim var sizden:

Ne olur esirgemeyin bizden…

 

Biliyorum ekmek kapınız,

Bahşiş almazsanız  aç kalırsınız..

Alın size iki misli bahşiş.

Ne olur bizim buraya gelince davul çalmayınız…”

 

Denir: Kutsal  aydır; bereket gelir,  küskünler barışır,

Oysa ne bereket gelir, ne de küskünler barışır…

Tersine yurttaş, elindekini avucundakini,

Bayram alış-verişine yatırır…

 

Bayramda ziyaret için pusuya yatılır.

Gelenin-gelmeyenin çetelesi  tutulur.

 

Zengin gelecek diye gözler kapıdadır:

Oysa zenginler çoktan memleketi bırakıp kaçmıştır.

Bir de bakar ki beklediği değil, beklemediği gelmiş,

Kovulmaz ama  gönüllü gönülsüz buyur edilir.

 

 

Gelmeyenlere: Niçin gelmedin denir…

Böylece bayramlarda yeni  küskünlükler belirir…

 

Kutsal ay derler ya:

Ne güneş erken,  ne de ay geç doğar…

Ne yıldızlar daha çok yanıp söner,

Ne  hayvanlar, bahardaki kuzular gibi,  zıplayıp oynar…

Ne  de kuşlar “Cik! Cik!” öter…

 

Bu nedenle derim ki sizlere:

Düşmeyin sanal Allah’ın peşine,

Olmayan Allah’ın gözüne gireceğiz diye,

Eziyet etmeyiniz kendinize…

 

Topraktan geldiniz toprak olacaksınız.

Gelmişken bir güzel yaşayınız…

Allah delilerinin yalanlarına kanmayınız…

 

Burasıdır, görüp göreceğiniz…

Gittiniz mi bir daha gelmeyeceksiniz…

İyisi mi çalın, söyleyin, erkekli kadınlı oynayın

Gelmişken şu güzelim dünyaya; sevin, sevişin…

Sevişerek bir güzel yaşayın…

Sevişmek en büyük ibadettir…

Bunu iyi bilin…

 

Öte dünya dedikleri ham hayaldir,

Cennet de cehennem de ;

Öldükten sonra  gidilecek yer değildir,

buradadır.

 

Olumlu davranışınız haz verir, cenneti yaşatır size…

Olumsuz davranışınız, acı verir cehennemi yaşatır size…

 

Ramazan bitti ama kurban bayramı geliyor…

Sokaklarda kesilecek kurbanlıklarla hayvanlarlaın;

İnsanların boğuşmaları görülür…

 

Uykularıma girer, uykumda tam bir  kâbus yaşıyorum…

Uyanmak istiyorum, göğsüme biri oturmuş gibi bunalıyorum,

Uyanmak istiyorum ama bir türlü uyanamıyorum…

 

İnsan haklarına saygı,  inançlara saygı derler…

Ne hasta, ne yaşlı, ne yorgun dinlerler,

Hak din İslam diyerek:

Düşüncelerimize karışmayı marifet bilirler…

 

Birkaç yıl sonra Avrupa Birliğine gireceğiz…

Serbestçe gidip, geleceğiz…

Görünen o ki: Bu kafa ile yaşamı, onlara da zehir edeceğiz…

 

Bu mektubu yazdırdığın için bana

Teşekkürler sana…

 

Şimdi kal sağlıcakla…

 

Av. Hayri Balta.

16.12.2001

 

XXX

 

26.12.2001

 

Genç Arkadaştan

Yaşlı Delikanlıya:

 

Sayýn Hayri Balta,

 

Yazýnýzý baþtan sona kadar okudum. Bir zamanlar ben de Ýslam’daki kadýnla ilgili küçük çapta bir araþtýrma yapmýþtým. Ancak siz herþeyi olanca detayýna kadar anlaþýlýr ve çok saðlam kaynaklara dayandýrarak yazmýþsýnýz. Bu konuyla ilgili baþka yerlerdeki yazýlarýmda bu yazýnýzdan çok alýntý yapacak gibiyim.

Memleketi Din belasýndan kurtarmaya çalýþýrken daha evrensel deðerlere baþvurulmalý diye düþünüyorum. Süngünün ucunda gençlere aþk getiremezsiniz yada kadýný özgürleþtiremezsiniz.

Yazýnýzla ilgili takdirlerim gibi bu küçük eleþtirimi de dikkate almanýzý istiyorum ve daha evrensel deðerlere baþvurulmalý Daha özgür bir insanlýk için bazý düþüncelerimizden fedakarlýk yapmak zorundayýz gibi geliyor bana.

Teþekkür ederim

GEnç Arkadaşınız, 26.12.2001

 

X

 

27.12.2001,

Yaşlı Delikanlıdan Genç Arkadaşa:

 

Genç Arkadaşım,

Önce saygılar, sevgiler sunarım… Benim canım yoldaşım. İlgi duymuşsun, yazımı okumuşsun, oturmuş yanıt vermiş, eleştirmişsin…

Hiç olmazsa dipsiz kuyuya düşen taş gibi yanıtsız kalmamış yazım. Sana teşekkür etmem lâzım.

Benim güzel kardeşim, bana her ne dersen de, kabulüm; ama benimle faşizm arasında uzaktan-yakından bir koşutluk görme demeliyim…

Sözünü ettiğin yazıda (Sitemin, “Atatürk’ten” bölümüne giren: “KAYGILARIM” ve “İRANLI FATMA’YI DİNLEMEZSENİZ” adlı yazılar…) bir gerçeği vurguluyorum, bir olguyu dile getiriyorum. Ben gerçekçi bir adamım, olanı olduğu gibi dile getiriyorum.

Ordumuzun geçmişinde neler var, neler… 700 yıllık tarihimizde bütün ileri atılımların başında ordu var.  Bütün  gerici isyanların karşısına ordu çıkar.

En yakın tarihimizde bir 27 Mayıs Devrimi var ki bu büyük bir atılımdır. Nazım Hikmet’i okuyabilmemizin kaynağında bu vardır. Aydınlarımızın; Bilimsel Sosyalizmi, Marksizm’i tanımasının temelinde de 27 Mayıs vardır…

Aydınlanıp aydınlatan aydınlarımızın başında da: “Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal” ve bir de haftalık “Yön” dergisi vardır. Bunlar ölümü göze alarak halkımızı aydınlattılar… Örneğin İlhami Soysal’a, Derin Devletin adamları bir güzel dayak attılar Çankaya yokuşunda… Çetin Altan ise Mecliste linç edilerek öldürülecekti az daha. İlhak Selçuk’a o da hapislerde yattı yıllarca boşu boşuna…

Bu  aydınlatma  halkımıza “hakkını arama yolunu” açtı. Halkın bu uyanışı ekonomik uyanışı aştı… Halkın bu uyanışı karşısında işbirlikçi kompradorların aklı bokuna karıştı. O güzelim ordumuzu kullanarak 12 Mart 1971’de aydınlarımıza ve uyanan gençlerimize karşı savaş açtı. Onları pırasa gibi biçti, buldozerle ezer  gibi ezdi geçti. Kaçabilen de yabancı ülkelere kaçtı.

Halkımız  “Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!” diyordu. Bu haykırışları duyan işbirlikçilerin aklı başından gidiyordu. Baktılar ki gençlerimiz durmuyor. Halkımızın önüne düşmüş, ölüme göğüs germiş, hak istiyor.  “Amerika’nın desteğinde, Derin devlet güdümünde…” gençlerimiz tahrik edildi. Tahrike kapılmayan gençlerimiz silahlanarak kendilerini savunsun diye, işkence edildi, göz altında kaybedildi, öldürüldü. Kimi faili meçhullerde gitti, kimisi yargısız infazlarla  tüketildi…

Amerika destekli Derin Devlet, istedi ki gençlik halkla bütünleşmeden silaha sarılsın, kendini savunsun, kendini savunsun da  layığını bulsun…  Dediler ki: vakit daha çok geçmeden, halkla bütünleşerek güçlenmeden bellerini kıralım da kurtulalım ellerinden,

Baktılar ki sosyal uyanış, itle-mitle durdurulamıyor. Millet birbirine girmiş birbirini öldürüyor.  Millet korkusundan gün batmadan önce evine koşuyor. Kapılarını sıkıca kapatıp korku ile, yarın ne olacak korkusuyla, bekliyor…

Halkçı gençlerimize karşı yoksul çocukları lümpenlerin cebine  birkaç kuruş koydular, ellerine silah verdiler… “Korkmayın, vurun öldürün, arkanızda biz varız!” dediler… Arkasına sağlama alanlar; boğma telleri, mermiler, tabancalar kullandılar…

Eylemlerine de: “Milliyetçi gençler, Devlet güçlerine yardım eder!” dediler. Hiç acımadan, hiç düşünmeden halkçı gençlerimizi, beşer beşer, onar onar boğdular, kurşunladılar, yaraladılar, öldürdüler… Hep birden nerede bir aydın ; Profesör, Doçent, öğrenci, işçi lideri gördülerse hakkından geldiler.

İşbirlikçiler gençleri birbirine düşürdük diye keyifleniyordu.  İti, kurda kırdırdık diye barlarda, gazinolarda kadeh tokuşturuyordu.

Ortalığı temizleyip memleketi banka soyguncularına, hortumculara, hayalî ihracatçılara, rüşvetçilere, komisyonculara teslim etmek için solculardan temizlediler… Böylece yediler, yedirdiler, sebeplendiler. “Ya susacaksınız, ya kan kusacaksınız!” dediler. Evvel Allah susmayanlara da kan kusturdular…

İşte bu sıra 12 Eylül müdahalesi oldu. Müdahale  olmasaydı memleket kan gölü olacaktı. Ancak niyet iyi idi, sonuç kötü oldu. Kabak Atatürkçülerin, aydınların, solcuların başına patlıyordu, sağcılar ise devletin bütün kadrolarına doluşuyordu.

Amerika sosyal uyanışın önlemek için boş durmuyordu, önlemler alıyordu. Yeşil kuşak adlı planla solcuların karşısına şeriatçıları çıkarıyordu. Şeriatçılara gün doğmuştu fırsat bu fırsattı. Kaçak Erbakan yurda getirilmişti, kendisine sola karşı dincileri örgütlemek için görev verilmişti.

Arka arkaya, Millî Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet kurulmuştu. Bunlar da “Laikliğe karşı hareketlerin odak noktası…” oldukları gerekçesiyle tek tek  kapatılmıştı…

Bir yanda ırkçı faşistler, diğer yanda dinci faşistler Devleti ele geçiriyordu… Hayalî ihracatçılar, hortumcular, komisyoncular, naylon faturacılar, rüşvetçiler, soyguncular, beyaz kadın tüccarları fuhuşçular, uyuşturucu çetecileri, yargısız infazcılar; tabulara dayanarak, yalan kullanarak memleketi talan edip yağmalıyordu…

Aydınlarımız, politikacılarımız inançlara saygı, memlekette demokrasi olmalı diyerek Refah iktidarına göz yumuyordu. En tanınmış Atatürkçülerimiz bile, demokrasi hatırına “Elhamdülillah ben de Müslüman’ım!” diyerek geleceğini sandıkları şeriat devletine yatırım yapıyordu, ve böylece kendini sağlama aldığını sanıyordu…

Eğer 28 Şubat darbesi olmasaydı. Refahçılar, Şeriat devleti kuracaktı. Ülkemiz Afganistan’a dönecekti. Her Millî Görüşçü (Dinî görüş demek) bir şeriat polisi olarak başımıza dikilecekti. Genç kızlarımıza, kadınlarımıza türban yetmeyecek çarşaf diktirilecekti. Erkeklere iş bulunsun diye kadınlarımıza işten el çektirilecekti. Nerede bir Atatürkçü, laik varsa hepsinin köküne kibrit suyu ekilecekti…

Bir aydın, bir düşünür gerçekçi olmalı. Şabloncu, slogancı olmamalı. Herkesin hakkını vermeli, her şeyi yerli yerine koymalı… Şimdi sana bir soru: “Şeriat belâsından” nasıl kurtulacak bu millet karışmazsa Ordu?

Hangi aydın halkla karşı çıkacaksın şeriat belâsına… “Hak din İslam’dır.” (K. 3/19). “İslam’dan başka bir dine tabi olanın dini kabul olunmaz.” (K. 3/85) diyor önüne gelen; Allah, din ve oy aşkına…

Devlet büyüklerimiz, politikacılarımız bile hep birden: “En akılcı, en mükemmel,  en son din bizim dinimizdir. Kutsal kitabımızın bir harfi değişmemiştir.” der. Oysa ne en akılcıdır, ne en mükemmel, ne en son dindir ne de kitabının bir harfi bile değişmemiş değildir.”

Varsa da yoksa da din… Allah’ın şeriatı aşkına gözü dönmüş milletin. Durum bu iken ve bu da bir gerçekken; bana, nasıl:  “…daha evrensel deðerlere baþvurulmalý..” dersin? Bana nasıl: “… daha evrensel deðerlere baþvurmaýı…” önerirsin? Ordu karışmasın da ne etsin? Şeriatla baş edecek bir formülün var mı senin?.. Varsa söyle hep birlikte baş tacı edelim…

Bütün bunlara karşın: İki on iki,  gözümü korkuttu.  Beni onlardan soğuttu.  Ne olur beni daha fazla söyletme.  Söyletip de TCK m. l59 kapsamı içine düşürme..

Bana ne söylersen söyle de: H. B.’nin de faşizme çok uzaktan da olsa özlemi   var deme…. Ben faşist sempatizanı olamam..  Amerikan işbirlikçilerine uşaklık edemem. Kendime milyarlar biçip de: Asgarî ücret l65, Emekliye 200, işçiye 250, memura 300 veremem.

Memleketin yüzde yirmisi açlık, yüzde ellisi yoksul iken; ben, rahat kahvaltı bile edemem. İşçiye, toplu sözleşme ile,  üç yüz milyon kotarıp kendisi  için üç milyarı az bulan sendikacı gibi villalar yaptırıp lüks arabalarda caka satarak gezemem.

Hâ, darbe mi dedin? Meydanı Irkçı Faşistte, Dinci Faşistte bırakamayız elbette… Faşist yönetimi altında yaşamamak için: Darbe de yaparız, devrim de yaparız gerekirse … Göğsümüzü siper ederek geçit vermeyiz  Faşizme… Memleketi ırkçı ve dinci faşizme teslim etmemek için Ordu ile de işbirliği yaparız yeri gelince…

İşte sana Nazımdan iki mısra: “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”

Bir tek düşman tanırım o da İnsanlığın baş belası ırkçı ve dinci faşizmdir. Aşağıda sunduğum; sen doğmadan önce, faşizmin en acımasız olduğu bir dönemde, faşizm hakkında yazdığım bir şiirimsidir.

Şimdi sana kal sağlıcakla… Kucak dolusu sevgiler yolluyorum,  Genç arkadaşım, sana…

Av. Hayri BALTA. 30.12.2001.

 

X

 

MİDEN ALIRSA

 

Faşizm, orda değil şuradadır. Başka yerde aramayın buradadır.?

Liselerde, Üniversitelerde kışkırtıcı.

Öğretmenlerin, doçentlerin, profesörlerin, işçilerin, öğrencilerin, solcuların

canını alan bir canavardır…

 

Köylerde, kenar semtlerde yoksulluk. Sendikalarda korkuluk. Otel lobilerinde pazarlık. Kokteyl salonlarında iki yüzlülük.

 

Şili’de Pinoş’e. Afrika’da paralı asker, lejyoner. Öldürdükleri gerçek milliyetçi, yurtsever…

 

Emniyette işkence, karakolda dayak. Kafatasçının elinde bayrak.

Güçlüye yalakalık yapacak kadar alçak, alçak, çok alçak…

 

Feodalisttin elinde kırbaç. Kapitalistin elinde cop. Emperyalizmin elinde maşa. Maşanın emrinde uşak. Tabanca, kurşun, sopa, zincir, bıçak… Korkak, korkak, çok korkak…

Yurdumuzda komando, kodaman. Toplantıda, yürüyüşte, direnişte, grevde  kışkırtıcı ajan… Namluda kurşun, ölüm kusan…

Bir tek sloganı var: Kan!” Kan! Kan!…

 

Atatürk’e, devrimlerine düşman… İşçiye, köylüye, dişiye düşman… Aşa, işe, barışa, özgürlüğe düşman…

Bir tek dayanağı var: Yalan, yalan, yalan…

 

Faşizm; kan ister, kavga ister, güçsüzlere saldırmak ister.

Bütün ulusları sindirmek ister. Bütün ülkeleri ele geçirmek ister…

İşbirlikçilere uşaklık, sermayeye bekçilik eder

Aydınların, işçilerin, öğrencilerin  sesini kesmek ister.

 

İşte Faşizm budur…

Miden alırsa yüzüne tükür…

X

Hayri BALTA.

NOT:

(27.1.1977 de Özgür Gaziantep’te; 15.2.1977 de haftalık Genel-İş emek gazetesinde yayınlanmıştır.

Bu yazının yazarı, yukarıdaki yazıyı yazdıktan üç ay sonra,  27.3.1977’de kurşunlanmıştır.

Üstüne üstlük kendisini kurşunlayana da, mahkeme kararı ile, tazminat ödemiştir…)

 

XXX

 

2.1.2001

Sayýn Hayri Balta,

Öncelikle sizi aydýnlatmak asla bana düþmez bunu belirtmek isterim. Ýlgnize ve samimiyetiniz için de teþekkürlerimi ayrýca iletmek isterim. Uzun zamandýr
mektuplarýma bakamadýðýmdan þimdi cevap vermek zorunda kalýyorum.

Aramýzdaki yazýþmalarý hiç bana sormadan yayýnlamanýzda bir sakýnca yok. Bundan sonrada izin istemenizede gerek kalmamýþ oluyor.

Teþekkürler. GEnç Tavir

 

X

 

  1. 1. 2001,

Genç Arkadaşım,

Bu gün gelen 2.1.2001 tarihli ve 12.26 ve 13.24 tarihli yanıtlarını aldım.

Sana hak vermiyor değilim. Haklısın, hem de çok…

Ben 50 yıl solcuların içinde yaşadım. Sendikalarda ve partilerde… Gördüm ki bu sendikalar ve sol partiler bile kendisi için sınıf değil kendiliğinden sınıf… Kimi iktidar olma derdine, kimi sınıf atlama derdine, kimi şan, şeref, şöhret ve para derdine düşmüştü…

Hele bir düşün bu solcu olması gereken sendikacılar ve partililer; komünist diye benim gibi bir insana uzaydan gelmişim gibi bakarlardı. O zamanlar böyle idi: Adı komünistte, sosyalistte çıkmış bir adam uzaylı gibi görülürdü…

İnsanların sınıf bilincine sahip olması için uyanması ve gerçekleri görmesi gerek. Bunun için de insanın bağlı olduğu tabulardan kurtulması gerek. Hâlâ ve hâlâ dincilik, ırkçılık peşinde koşan, kendini kanıtlamak isteyen, sınıf atlamak çabasında olan, liderlik peşinde koşan bir insandan değil insanlığa, değil memlekete, kendisine  bile yarar olmaz…

Senin anlatmaya çalıştığın anlamda devrim; ezilenlerin, emekçilerin, esnafın, memurların, köylülerin  hakkını  aramasıyla başlar. Bizim seçmenlerimizin büyük çoğunluğu; şan-şeref sahibi, paşa unvanlı, soylu, varlıklı politikacıların peşine düşmekle kendini sağlama aldığını sanır. Bu çok büyük yanılgıdır.

İnsanların en aptalı bu tür çıkarcı politikacılardan hayır geleceğini sananlardır. Ne var ki ben gözlemlerimde bu gerçekleri görerek kahroldum ve kahroluyorum… Unutma, l997’de 50 kilo altın biriktiren, 25 kere Hac’ca gidip gelen adam Başbakan oldu ve partisi de  birinci parti oldu.

Her hastanın, hastalığının türüne göre, bir ilacı vardır. Kanser hastasına nasıl ateş düşürücü ilaç verilmez de; kemoterapi-radyo terapi yapılırsa, Talibanlara Amerika, Millî Görüşçülere (Dinî görüşçülere…) 28 Şubat gerek… Bu olayların devrimle falan ilgisi yoktur. Bu olaylar siyasal ve tarihsel olaylardır…

 

Bir baba nasıl uygunsuz yola giden, rüştüne ermemiş, çocuğunun ensesinde tokadı patlatırsa; uygunsuz yola giden, memleketi Ortaçağ kuralları ile yönetmeye kalkan- yani sağlıklı düşünemeyen,  bir partinin de ensesine layık olduğu 28 Şubat tokadı yapıştırılır…

Kıvrıkoğlu Paşa’nın dediği gibi: “Bunlar bu kafada  gittiği sürece enselerine tokadı yiyeceklerdir!”  Başka yolu yok bunun… Bunlar, her tokat yedikçe,  tokadın niçin geldiğini anlamadıkları için: “Allah bizi sınıyor. Sabır etmemiz gerekir…” diye  kaldıkları yerden  devam ederler. Evrensel değerler, evrensel değerlere saygı duyanlar için söz konusu olur.

Siz gençliğin verdiği heyecanla ezilenler, ezilmekten, sömürülmekten bir an önce kurtulsun istiyorsunuz… Ben ise yaşımın verdiği olgunluk gereği koşulların oluşmasını beklemekteyim. “Bizim dediğimiz değil onun dediği olur”. Bu, bilimsel sosyalizmde ve diyalektik yöntemde: “Niceliksel birikimlerin niteliksel dönüşümleri yaratmasıdır…” Bu olaylar insanların isteği ile olmadığı için “Allah’ın dediği olur!” deyip işin içinden çıkmışlardır…

Genç arkadaşım, yaşından beklenmedik bir olgunlukla bana yanıt verdiğin için sana teşekkürler…

Saygılarımla… Şimdi kal sağlıcakla…

 

Av. Hayri BALTA. 2.1.2002

XXX

Sayın Hayri BALTA,

 

Sayın Prof. Dr. İlhan ARSEL’in kitaplarını büyük bir zevkle okuyor, önemli olan konuları not alıyorum. Çok Değerli Aydın insanımız Prof. Dr. İlhan ARSEL, Şeriattan Kıssalar  kitabında: “Cennete ilk giren peygamberin Muhammet olacağını ve Cennete giren  erkekleri sabırsızlıkla bekleyen huriler var.” diye yazıyor…

Kuranı Kerim de Nebe suresine bakıyorum  da: “Cennet için dopdolu kadehler, bağlar ve bahçelerden söz ediyor. Ayrıca: “Ateistcafe de” Kuran da Cennet, Cehennem” makalesini inceledim. Müminler cennete girdiği zaman  karşılaşacakları;  Üzüm bağları, Süt ırmakları, Bal Irmakları var. Bir de  mücevherler, tahtlar var. Müminlerin bu altın tahtlara oturacaklarını ve hurilerin müminlere hizmet edeceğini de açıklıyor…

Kuranı Kerim ve Yüce Meali  Nebe suresi 29/34 ayetinde: “Üzüm bağları, Dopdolu kadehler gibi açıklamalar var”. Cennetin erkeklere göre hazırlanması hakkındaki değerli bilgilerinizi almak isterim.

Sizin Sayın Hulki CEVİZOĞLU’na yazdığınız  yazıyı okudum. İslam dinin de öldürme yoktur diyenlere çok güzel bir yanıt vermişsiniz. Ayrıca “Maide suresi 33 Ayeti konusunda  çıplak uyarıcı gerçeği saptırarak yazıyor!” demişsiniz.”

Hadisleri, uydurma olduğunu ileri sürerler düşüncesiyle Kuran’dan örnekler vermişsiniz ki   inkar edemesinler diye… Ben de bu düşünceye katılıyorum. Günümüz anlayışı ile ters düşen görüşleri Kuran’dan vermeliyiz ki inkar edemesinler…

Maddi olanaklarım  olsa, bu konu üstüne daha çok çalışmalar yapmak  istiyorum. Sizinle tanıştığımdan günden beri  düşüncelerimde bir  ilerleme ve gelişme  olduğunun ayrımına varmaya  başladım.

Sayın Hocam, değerli bilgileriniz, beni daha da özgürlükçü, toplumcu düşüncelere  sürüklüyor.  Bana vermiş olduğunuz kitapları okuyorum. fakat ailesel sorunlarımdan dolayı size zaman ayıramadığım için üzülüyorum. Fakat dünyanın sonu gelmiş değildir. Bu konu da büyük azmim var. Önümüzdeki günlerde aşağıda adlarını verdiğim kitapları almak istiyorum.

  1. Kur’anın Kökeni, Arif TEKİN,Kaynak Yayınları.
  2. Muhammed ve  Kurmaylarının Hanımları, Arif TEKİN,Kaynak Yayınları.
  3. Muhammede Göre Muhammed, İlhan ARSEL, Kaynak Yayınları.
  4. Kuran Eleştirisi Üç cildini birden, İlhan ARSEL, Kaynak Yayınları.

Sayın Hocam İlhan ARSEL kitaplarıyla, beni karanlıkların içinden çekip  çıkardı.

değerli insana çok saygı ve sevgi duyuyorum. Bana yardımlarınızı sürdürürseniz çok   mutlu olurum.  Hocam sağlığınız nasıl, sizi iyi görünce huzurlu oluyorum…

Kendinize dikkat  etmenizi isterim. Sizin gibi değerli insanlara bu toplumun çok ihtiyacı  vardır.

Yeni yılını kutlamak için kart göndermeyi düşündüm, ama kartla olmaz diyerek bu mektubu yazdım.

Çalışmalarınızda başarılar diler, saygılarımı sunarım.

Bülent ÜNVER. 8.1.2002

 

XXX

 

Sayın Bülent Ünver,

 

Önce sevgiler…

Mektubunuzu bir Siyasal Bilgiler Fakültesi mezununun yazması gerektiği şekilde; anlatım, yazma ve noktalama kuralları açısından düzelttim. Bakalım nereleri, nasıl düzelttiğimin ayrımında olacak mısın?

İslam’da kadının adı yoktur. İslam şeriatına göre kadınlara malların yönetimi verilmez: “Allah’ın, sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin” (K. 4/5).

Yalnız bu konuda iki görüş var.

Birinci görüş: Burada “beyinsizlerden” murat: Kadınlar değil, temyiz kudreti olmayanlardır, der.

İkinci görüş ise: Hayır burada “beyinsizlerden” murat Kadınlardır der…

Ben ikinci görüşte olanlardanım. Bu görüşe varmamın nedenlerini açıklayayım: Temyiz kudreti olmayanlara güzel söz söylemenin ne yararı olur…

Yine çok meşhur bir hadis var ki Ayşe ile kocası tartışıyor. Ayşe, “Ya Resulallah, neden biz akılsız ve dinde eksik  olalım ki!” diyor.

Kocası tarafından verilen yanıt: “Çünkü Allah iki kadının tanıklığını bir erkeğe denk tutmuştur ki bu da sizlerin akılsız oluşuna delalet eder.” İkincisi ise kadın hallerinizde ibadet gereği sizlerden sakıt olmuştur. Bu da sizin dinde eksik olduğunuzun kanıtıdır.

Bu konuda Sitemizin “Kuran’dan” bölümündeki “Kaygılarım” ve “İranlı Fatma’yı Dinlemezseniz” başlıklı yazılarımda daha geniş açıklama yapılmıştır,

Yine şeriata göre  kadın mallar arasında sayılır: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.” (K.3/14).

Görüldüğü gibi kadınlar; mallar arasında sayılmak yanında erkekler için Allah tarafından verilmiş bir nimet olarak gösteriliyor… Oysa kadın erkeğin tasarrufu altında değildir, isterse boşanarak ayrılır…

Bir de İslam’da kadın erkek eşitliği var, derler. Erkeğin malları arasında sayılan ve erkeğe nimet olarak sunulan bir kadının erkekle eşit olabilmesine olanak var mıdır?..

Savaşlarda yenilen düşmanların kadınları, kızları bir ganimet olarak bir mal gibi bölüştürülür ve cariye olarak alınır-satılır ve alan nasıl isterse öyle kullanır. İster ev hizmetlerinde hizmetçi olarak, isterse cinsellik objesi olarak…

Cinsel isteklerini cariyelerle karşılayan sahabeler çoktur… Örneğin Ali, evlenmek isteyince İslam Peygamberi kendisine: “Fatma benim ciğerimdir. Üstüne gül koklatmam. Cariyelerinle yetin demiştir!”

Bütün bunların dışında cariyeler de köleler gibi  ticaret işinde de kullanılabilir ve onların kazandıkları parayı kendi mülklerine geçirebilirler. Bu nedenle, eğer cariyeler itiraz etmezlerse, onlara  fahişelik bile yaptırabilir. İnanılacak gibi değil mi? Öyle ise okuyalım:  “Evlenmeyenler Allah kendilerini lûtfu ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilsin ki Allah hiç şüphesiz onu değil zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.” (K. 24/33)…

Kaldı ki o dönemde Muta nikahı denilen bir uygulama vardır ki kendilerinden yararlanılan kadınlarla istediği ücret karşılığında ilişkiye girilebilirdi. Muta nikahı denen bu uygulama günümüzde yalnızca İran’da uygulanmaktadır. Diğer şeriat ülkelerinde uygulanmamaktadır. Bunun da kaynağı Kuran’dadır: “Kendilerinden istifade ettiğiniz kadınların takdir olunan ücretlerini veriniz.!” (K. 4/5). Bu konuda da İranlı Fatma’yı Dinlemezseniz başlıklı yazımda geniş açıklamalar  vardır.

Buradan anlaşılıyor ki fahişelik yapmaktan rahatsız olmayan bir cariye fahişelik yaparak sahibine çıkar sağlayabilir…

Mektubunu: “Çalışmalarınızda başarılar diler, saygılarımı sunarım.” diye bitermişsin. Bu dilemeyi benim için kimden yapıyorsun? Bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim.

Şablon tümcelerden sakınmalıyız. “Çalışmalarımda başarılar dileyeceğine; beni bana havale ederek “Çalışmalarınızda başarılar beklerim! Başarı isteğim vardır, beklentim vardır” deseniz daha iyi olur…

Sakın sağın solun suçlamalarına kapılma.. Doğru bildiğin yoldan ayrılma. Eğer sana, “Hayri Balta’ya gitmekle günaha giriyorsun!” diyen olursa: “Eğer günahsa; bu günahlarım, Hayri Balta’nın hesabına yazılsın!” diyerek çık işin içinden… Daha ne beklersin benden?..

 

Şimdi kal sağlıcakla… Yeniden sevgiler sana.

 

Av. Hayri BALTA. 14.1.2002

 

 

 

 

Eger islamiyet dini tartisilacaksa, Kuran ayetleri ve
hadisler tartisilacaktir. Islamiyet’in esasi Kuran
olduguna gore, ýslamiyet’in iyi ve kotu yanlari
Kuran’dadir. Hem Kuran’in kendisi hem de Kuran
icindeki sozler (ayetler) tartisilmalidir.

Bir “inancli” Kuran’dan ya da hadislerden ornek
verirse, ya da ima ederse, ona Kuran ve hadis ile
cevap vermek dogru olur.

Benim icin ayet ve hadisleri tartismadan bir din
tatismasi mumkun degil. Aksi halde, varolusculuk
grubundan ayrilmam gerekir.
XXX

 

Selamlar Hayri Bey,

Beni belki duymussunuzdur. Uzun suredir internette Ilhan Arsel’in kitaplarindan olusan bir site yurutmekteydim. Ne yazik ki bu site birkac gun once sanirim seriatcilarin organize sikayeti uzerine kapatildi.

Butun ugraslarima ragmen actiramadim. Simdi bu isi ucret karsiliginda yaptiracagim. Daha da kapsamli bir site kuracagim. Sadece Ilhan Arsel’in degil, baska aydinlarimizin da yazilarini iceren bir sayfa kurmak istiyorum.

Gordugum kadariyla sizin sayfaniz da su anda bedava hizmet veren geocities uzerinde. Ilerde sizin sayfaniz da sikayet uzerine kapatilabilir. Yeni kuracagim sitede size de yer ayirabilirim isterseniz.

Ozgecmisinizi gozlerim yasli okudum. Bir donemin anilari kafamda canlandi. Babamla ayni yastasiniz. O da Ankara hukuktan mezun ama sanirim 1964’de bitirmis.

 

Ilke olarak gercek ismimi gizliyorum. Ebru Zincirkiran ismini kullaniyorum. Ugrasimiz kisilere karsi degil de daha cok fikirlere karsi oldugundan bunu anlayisla karsilayacaginizi umuyorum. Gorusmek umidiyle…

Saygilar…

Ebru. 9.12.2001

 

XXX

 

Sayın Zincirkıran,

Önce saygı sevgi… Çoktandır merak ediyordum seni.

Önceleri gelen e-postalarını okurdum. Beğenirdim, saklardım, memnun olurdum, Sonra ne oldu bilmem. Son olarak arkadaşların bölünmesi sırasında, beri “Ben artık yokum!”, diyerek çekilmen… Sevindim adını e-postamda görünce yeniden…

Hele doğrudan bana yazmış olman beni daha çok sevindirdi. Hem sevindirdi, hem de gönendirdi.

Daha önceleri size arkadaşlara gönderdiğim  e-postalardan da göndermiştim. Hiç birine yanıt almayınca bir daha göndermeye çekinmiştim.

Dipsiz kuyuya atılan taş ses verir. Bu nedenle derim ki kısa da olsa alınan bir yazı üzerine görüşler, duygular bildirilmelidir.

Sitenizden haberim yoktu… Diğer arkadaşlarda olduğu gibi sizin de Sitenizin kapanmış olması beni korkuttu.

Yobazlarca beğenilmeyen sitelerin başına böyle şeyler gelebiliyor. Biliyorum benim Site de hoşlarına gitmiyor.

Buna hazırlıklıyım ben. Bu nedenle e-posta adresinizi istiyorum hepinizden. Bana gelen e-posta adreslerine Sitede de yazıyormuşum gibi yazıp yazıp göndereceğim üşenmeden…

İlhan Öğreticimin hayranı olduğunu biliyorum. İlhan Öğreticimle telefonla konuştuğunu da İlhan  Öğreticimden öğreniyorum.

Yazılarıma yer vereceğini bildirmişsin. Böylece beni bir kere daha sevindirmişsin.

Bundan böyle size yazdığım yazılardan göndereceğim. Bildirirseniz sitenizin adresini,  sitenizi de gireceğim…

Adınızı gizlemenize bir şey diyemeyeceğim. Ben sizi böyle seveceğim: İster yaşlı, ister genç; ister bayan, ister erkek…

Sevgi en yüce bir duygudur (Tanrı..), insana sevgi gerek…

Şimdi kal sağlıcakla, işte İhsani’den bir küçük armağan sana:

 

X

 

“ALLAH…

Ben Allahı başka yerden/Sordum baktım Allah bende./Açtım iki gözlerimle/Gördüm baktım Allah bende.

Aradan kalkınca perde  /Bana göründü her yerde./Dediler biraz ilerde/Vardım baktım Allah bende.

Ben bir İhsani’yem aha/Hem vallaha hem billaha./ Tutup kendimi Allaha/Verdim baktım Allah bende…”

Bir de Sitemin Kavramlar Bölümüne (Lingine) girdiğim KAVRAMLAR başlıklı yanıt bir yazımı gönderiyorum. Bakalım ne diyeceksin, merak ediyorum:

Av. Hayri BALTA. 9.1.2002

XXX

XXX

 

 

 

 

Sayın Tolga,

 

Gönderdiğin mesajı buraya alıyorum. Alıyorum; çünkü yanıt vermek istiyorum. Şöyle diyorsun: “selam sevgili kullarım, artık buraya da vahiy
göndereceğim. Rahmetim altınıza olsun.” Kullandığın sözler tıpkı tıpkısına böyle. Bu
sözleri sizin gibi bir çevre mühendisine yakıştıramadım. Çünkü;  hem ciddi değil, hem de edebî değil…

Sonra, “…sevgili kullarım” demişsin. Bak kardeşim, meczuplar bir sanal
Allah yaratır. Meczupların yarattığı bu Allah da kullarına vahiy gönderir.
Sermaye de de kendisine köle yaratır. Biz hem kulluk felsefesini   hem de
kölelik kurumunu hafızalardan kazımak istiyoruz. Kölelik de, kulluk da bir
Ortaçağ anlayışıdır, bu anlayışı kırmalıyız diyoruz. Bir kişi girdiği uğraşıda ciddiyet ve edebli olma kuralına uymadığı  takdirde o verimli olamaz. Bu yapıdaki kişilerin bir atımlık barutu olur. Bunlar yaratıcı olamaz. Bunların aklına bir şey gelir. Hemen onu yansıtmalıyım sanır. Oysa gırtlak kırk boğumdur. Her boğumdan geçen bir söz süzüm süzüm süzülmelidir. İmbikten damıtılmış gibi özetlenmelidir. Demek ki sen katıldığın topluluğun ne büyük bir savaşım verdiğini bilmiyorsun…. Bu tür davranışlar yalnız sana kalsa “Sana ne  diyebilirsin?” Ama sizin bu tür mektuplarınız, ifadeleriniz, bizim topluluğun hesabına yazılıyordur. Kimbilir neredeki karanlık güçler bizim ağzımızdan çıkanı not ediyordur. Kim bilir kimler bizlerin  çetelesini tutuyordur. Eğer bizler akılcı olamazsak, bilimsel olamazsak, ciddi ve edebli olamazsak kimse bizi dinlemeye değer bulamaz. Gürbüz Hocamızın sana uyarısını dikkate al. Girdiğin topluluğu güç durumda bırakacak açıklamalardan kaçınmaya çalış. Bu topluluk öyle lunpenlerin, gecekondu delikanlılarının, mahalle kabadayılarının gönül eğlendirmek için, şaka yaparak, sağla-solla dalga geçerek kafayı bulacağı bir topluluk değildir. Biliyorum, her koyun kendi bacağından asılır ama biz de bu topluluğun içinde en yaşlı ve deneyimli kişilerindeniz. Biz uyarı görevimizi yaparak gençleri ciddi ve edebli olmaya çağırmazsak bu işi kim yapabilir. Sonra şu “Rametim altınıza olsun!” sözüne bir anlam veremiyorum. Yetmiş yaşında gün görmüş, gam görmüş bir kişiyim. Torunum yaşında bir genç  nasıl olur da bana “Rahmetim altınıza olsun!” diyebilir. Daha bunamadık ki “rahmetimiz altımıza olsun.” Bizim rahmetimiz olacaksa eğer sizlere olur. Biz nasıl olur da bir topluluğa yapılan genel bir saygısızlığa tepkisiz kalabiliriz. Bu tepkisel uyarımı bir rahmet olarak kabul etmeni ve bu uyarımdan sizin ve size özenen, varsa, diğer genç lerimizin ders çıkarmasını bekler, saygılar, sevgiler sunarken sizlerden biraz ciddiyet ve biraz dikkatli konuşmaya kendinizi alıştırmayı beklerim. Şimdi kal sağlıcakla, saygılarımla, sevgilerimle… Av. Hayri Balta. 14.1.2002

XXX

sevgili grup üyeleri

anladığım kadarıyla göndermiş olduğum mesaj belli şekillerde rahatsızlık
yaratmış. öncelikle sizlerden bu konuda özür dilemek isterim. ve diliyorum.
zararın neresinden dönersek kardır değilmi sizinde bu konuda bana gerekli
hoşgörüyü göstereceğinize eminim. yoksa misyonunuza ve yapmak
istediklerinize en ufak bir zarar vermek istemem. zaten beni tanıdıkça bunu
daha iyi anlayacaksınız. şimdilik bu kadar yazabiliyorum. ne de olsa askerim
ve zamanım biraz kısıtlı.  sevgilerle. 19.1.2002

XXX

Sayın Tolga,

Önünde saygı ile eğiliyorum.

Öyle öyle bir olgunluk gösterdin ki söyleyecek söz bulamıyorum…

Daha önceki sözlerim seni yılgınlığa uğratmasın, sana itici güç olsun.

Ölse inanıyorum ki sen büyük bir insan olursun.

Değil mi ki bu olgunluğu göstererek yüekseklik gösterdin.

Unutma, hislerinle ahereket etmediğin takdirde yükselirsin…

Artık gün ironik yaklaşımların günü değildir…

Bütün gençler gösterdiğin bu olgunluğu olgunluk bilmelidir..

Bizim topluluğumuz içindeki gençlerden de

Ancak böylesine olgunluklar beklenir…

Olgun bir genç kalacaksın anılarımda…

Önünde saygı ile eğiliyorum saygılarımla,

Şimdi kal sağlıcakla,

Kucak dolusu sevgiler sana…

Av. Hayri BALTA. 19.1.2002

XXX

 

 

Sayın Deniz Kavukçuoğlu,

 

Önce saygılar, sevgiler sunuyorum. Sizi gerçekten seviyorum. Yazılarınızı okudukça beğeniyorum. Dahası size imreniyorum.

Bu satırları, 16.1.2002 tarihli “Muammalar” başlıklı yazınız üzerine bilgi vermek amacı ile yazıyorum. Gerçekten de  Marmara İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Zekeriya Beyaz, kendisini bilmeyenler hakkında bir “muamma”dır.

Ne var ki Gaziantep’teki bulunan Dr. Emin Kılıç Kale’nin öğrencileri tarafından ve de CHP eski Milletvekili Mustafa Güneş tarafından hiç  de muamma değildir.  Adını verdiğim kişiler kendisini bir Emniyet ajanı olarak bilir.

Kendisini laik olarak tanıtmaya kalkan bir zamanlar Gaziantep’teki Atatürkçü ve ilerici bilenen öğretmenlere komünist suçlamalarında bulunarak yaşamları burunlarından getirmiştir.

Gaziantepliler kendisini Üç Hoparlörlü imam olarak bilirler. Vaaz verdiği camilerin üç yanına üç hoparlör takarak nerede bir öğretmen varsa, ilerici varsa CHP’li varsa onlara atıp tutardı, çatıp dururdu. İlkokulu devam ederek mi bitirdi, dışardan mı bitirdi bilmiyorum ama. Ortaokulu, İmam Hatip lisesini dışardan girdiği sınavları jet hızıyla bitirdi. Artık İlahiyat Fakültesini devam ederek mi bitirdi yoksa onu da dışardan girdiği sınavlarla yine jet hızıyla mı bitirdi? Ama şunu biliyorum ki Profesör olması için Üniversite Senatosuna kabul ettirebildi bir kitabı yok… Kitabı olmayan bir profesör… Artık varın siz ölçümleyin…

Bu arada boş durmadı Gaziantep Emniyeti ile işbirliği yaparak Dr. Emin Kılıç Kale Musiki ve Tasavvuf topluluğuna polis ajanı olarak gidip geldi. Onların komünist oldukları hakkında Gaziantep Emniyetine raporlar verdi.

Verdiği bu raporlar üzerine Dr. Emin Kılıç Kale dinsizlik ve komünistlik propagandası yaptığı gerekçesi ile göz altına alındı ise de ilk yargılanmasında beraat etti. Dr. Emin Kılıç Kale ise Gazianteplilerin yakından tanıdığı CHP’li ve Atatürk-İnönü hayranı Tasavvufçu ve Musikisinaş bir kişi idi.

Aynı şekilde benim hakkımda da Gaziantep Emniyetine raporlar verirmiş… “Komünist ve komünistlik propagandası” yaptığım gerekçesiyle…  Beni de Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’den bir yıl önce polise  tutuklattırdı. Ne var ki, yapılan yargılama sonunda benim “Atatürkçü ve Aydın bir kimse olduğuma” karar verildi beraat ettim. Öyle sanıyorum ki Türkiye’de hiç kimse mahkeme kararı ile benim gibi   “Atatürkçü ve aydın” sayılmamıştır. (Gaziantep Sorgu Hakimliği: E. 962/25, K. 962/104b Tarih. 1962).

Tarih ve numarasını verdiğim bu kararda: “Necdet Sevinç, Bekir Kaynak, Cevat Güralp’ın… olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri” olduğu belirtilmiştir. Bunun Türkçe’si: “Kışkırtıcı ajanlıktır” Kararda adı geçen Necdet Sevinç şimdi haftalık olarak yayınlanan Kurultay dergisinin baş yazarıdır… Daha Önce de Ortadoğu, Bizim Anadolu gibi gazetelerde yazarlık yapmıştır… Emniyetin muhbiri olduğu ve de tertipçilik yaptığı olduğu yukarıda  tarih ve numarası verdiğim kararda yadsınamayacak şekilde açıkça görülmektedir…

Bunları yönetenlerin ve yönlendirenlerin başında da Zekeriya Beyaz vardı. Belki bu sözlerim size inandırıcı gelmeyecektir. Doğru, inanılacak gibi de değildir. Öyle ise bu gerçekleri Zekeriya Beyaz’ın açıklamalarından öğrenelim: Şimdi Zekeriya Beyaz’ın kendi açıklamalarına bir göz atalım:

“… 27 Mayıs ihtilalinden evel Dr. Emin Kılıç Kale’nin tarikatına ajan olarak üç genç sokulmuştur. İkisi maceracı gençler olmakla birlikte üçüncüsü daha müdekkik olan ve halen ‘Üç hoperlorlü İmam’ diye anılan Zekeriya Beyaz’dır.” (Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesi. 1964 yılı Kasım ayındaki “MİLLİYET ve MUKADDESAT DÜŞMANLARININ İÇYÜZÜ” başlığı altında yayınlanan “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR” tefrika… Aclân Sayılgan-Mustafa Yazgan. 14, 15 ve 16. Bölümler… Yazma ve noktalama kurallarına aykırılık bana değil kendilerine aittir…)

Görüldüğü gibi ajan olarak üç kişi olduklarını ve diğer ikisinin maceracı olduğunu kendisinin ise usta bir ajan olduğunu yani “müdekkik” olduğunu söylüyor… Türk ulusu “Atatürkçü ve laik Profesörü” tanısın diye yazıyorum bütün bunları…

Herhangi bir açıklama ve yoruma gerek yok. Zekeriya Beyaz, kendi anlatımı ile, bir POLİS AJANI olduğunu açıklıyor. Hem de daha “Müdekkik” olarak… Zekeriya Beyaz’ın marifetleri çok. Nizip’te imamlık yaparken Kürtler hakkında da Emniyete raporlar verdiğini açıklıyor. Kendi açıklamasından okuyalım:

“Emniyet Birinci Şube ile sıkı teşrik-i mesai yaparak Nizip’teki KÜRTÇÜLÜK ve GAZİANTEP’TEKİ KILIÇ KALE KONUSUNDA RAPORLAR VERMEKTEDİR. Nizip’ten verdiği KÜRTÇÜLÜK RAPORLARI üzerine açılan tahkikattan bir sonuç alınamamıştır. Zekeriya Beyaz bu konuda boş yere çabalamış durmuş, kelimenin tam manası ile devrin politikasının etkilediği polis tarafından harcanmış, çevresinde düşman da kazanmıştır.( Aynı gazete, aynı tarih, aynı yazarlar, aynı bölümler. Bu itirafları kendi anlatıyor, Adalet gazetesi yazarlarından Mustafa Yazgan ile Aclan Sayılgan da yazıyor…)

Görüldüğü gibi Zekeriya Beyaz Kürtler hakkında verdiği raporlar üzerine açılan tahkikattan bir sonuç alınamamasına üzülüyor… Bu davranış: Hem imamlık hem de vaizlik yapan bir din adamına yakışır mı? Hani Müslümanlıkta kavmiyetçilik yoktu? Nasıl olur da Müslüman bir din adamı laik devletin polisine ajanlık yapabilir?

Ceviz Kabuğu (2001, Ocak ayında) programında bir emekli komiser kendisine: “Ne oldu, şu masonlarla mücadeleniz?” diye soru yöneltince şöyle yanıtlamıştı: “Gençlik heyecanı idi…” Emekli komiserin sorusundan anlaşılıyor ki bizleri; Güvenliğe, komünistlik yanında mason olarak da tanıtmış.. Zekeriya Beyaz, bizleri hem komünist hem de mason olarak görürdü. Bilmem şimdi komünistle mason ayrımını yapabiliyor mu?

Ne var ki Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in “Gençlik heyecanı yüzünden” ben; beraat etmeme karşın, komünist olarak fişlendim. 40 yıldır polis beni izler. İzlemekle kalmaz girdiğim işlerden de attırmaya çalışırdı ve attırırdı…

Polisin baskısı ile belki on kere işten atıldım. Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldım Çünkü sayelerinde adım Moskova ajanı komünistte çıkmıştı. Bu nedenle gerek Necdet Sevinç ve gerekse Zekeriya Beyaz’ın marifetleriyle mahkeme kararıyla “Atatürkçü ve aydın bir kimse olduğuma”  karar verilerek  beraat ettiğim halde bana memleketim olan Gaziantep’te yaşam hakkı vermediler ve bu yüzden de 1971 yılında Ankara’ya göçmek zorunda kaldım. Şimdi 70 yaşındayım.

Zekeriya Beyaz’ın Muhammetçiliği Atatürkçülüğünden çok çok üsttedir. Atatürkçülüğü çok zayıf ama Muhammetçiliği çok güçlüdür.  Bu yüzden de laikçilik çabası kuşku ile karşılanmalıdır… Halen polisle işbirliği yapıp yapmadığı da kendisinden sorulmalıdır…

Son olarak Zekeriya Beyaz’la hiç aklımdan çıkmayan bir selamlaşma zıtlaşmasını anlatayım. Kendisi Gaziantep Emniyetine rapor yazmak için bir ajan olarak yanıma hep “Selâmünaleyküm!” diye gelirdi. Ben de “Günaydın!” diyerek selamını alınca  çılgına dönerdi. Ama afişe olmamak için hiç beğenmediği Günaydınımı sineye çekerdi… O zaman derdim ki: “Bu adamın Arapçılığı Türkçülüğünden güçlüdür…” Şimdi sizin vesilenizle kendisine soruyorum Arapçılığı mı güçlü Türkçülüğü mü güçlü? Bir soru daha Atatürk ilkelerine göre mi yaşamak ister yoksa Muhammet’in emirlerine göre mi yaşamak ister? Yanıt bekliyorum, siz de aracılık edin lütfen…

Hiç çekinmeden sorabilirsiniz? Varsa bir diyeceği Ankara’dayım ve adresimi de Ankara Barosu Başkanlığından öğrenebilir…

Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz hakkında daha geniş bilgilenmek isteyenler “hayribalta.cjb.net” adresinden Siteme girerek “l. Sıradaki “ANILAR” bölümüne bakabilir…

Bilmem hala size ve sizlere göre Zekeriya Beyaz bir muamma mıdır?

Saygılarımla,

Av. Hayri BALTA.17.1.2002

XXX

 

 

SAKAL

 

Sakal seni güzel için taşırım

Ben seni kesemem kara sakalım

Güzeli görünce hafif kaşırım

Ben seni kesemem kara sakalım.

 

Hacı gibi üç beş karı almadan

İmam gibi yanlış namaz kılmadan

Camilerden halı kilim çalmadan

Ben seni kesemem kara sakalım.

 

İhsanî’yem sakal değil gözümsün

Kullanmaya elde büyük kozumsun

Halkı kandırmaya bana lâzımsın

Ben seni kesemem kara sakalım.

 

(Aşık İnsanî. Dünden Bugüne.

May Yayınları. 1976. s. 39)

 

X

XX

 

Sayın İhsan,

 

Önce saygı, sevgi…

Öyle sanıyorum ki unuttun oğluna söylemeyi…

 

Hani oğlun bana e-posta adresini verecekti.

H.B.’de oğluna Sakal şiirini gönderecekti…

 

Bu nedenle sözünü ettiğim

Şiiri faksla ilettim.

Sanma ki sana öfkelendim, sitem ettim…

 

Biliyorum işin çok,

Bana ayıracak vaktin yok.

 

Sen iyi bir insansın.

Adın gibi İhsan’sın.

 

Aldırma kim ne derse desin bana,

Sen dört başı mamur bir insansın ya…

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Saygılar, sevgiler yeniden:

Sana, eşine, kızına, oğluna,

Kim olursa olsun bir de

Ferhat’ın oğlunun gelecekteki hanımına…

 

Av. HayriBALTA.18.1.200

XXX

Sayın Ümit Zileli,

Yazılarınızı beğenerek okuyan bir okurunuzum. Dünkü yazınızı işlerimin
yoğunluğu nedeniyle ancak bu gün okuma mutluluğuna erdim ve üzerinde
durduğunuz konu üzerinde , sizden dört gün önce, ben de durmuş olduğumu
görünce yazımın bir örneğini size gönderme gereğini duydum.
Sözünü ettiğim yazımı Sayın Öğreticim İlhan Arsel’in Cumhuriyet için yazıp
gönderiği yazının bir örneğini de bana göndermesi üzerine yanıt yazı olarak
yazıp kendisine göndermiştim.

Sayın İlhan Arsel’in Cumhuriyet’e yazıp gönderdiği yazıyı Cumhuriyet’in
yayınlayıp yayılamayacaını bilmiyorum. Çünkü gönderdiği yazıların bazılarının yayınlanmadığına tanık olmuş durumdayım. Ama birkaç gün içinde
Sayın İlhan Arsel’in yazısı Cumhuriyet’te çıkmazsa sözünü ettiğim yazıyı
“hayribalta.cjb.net” adresli Sitemin l2. sırasındaki “HADİSLER” linginde
okuyabilirsiniz. Ayrıca 16.1.2002 tarihli Cuhuriyet’te çıkan Deniz
Kavukçuoğlu’nun “Muamma” başlıklı yazısında sözünü ettiği meşhur Prof.
Zekeriya Beyaz hakkında da hiçbir yerde göremeyeceğiniz ilginç açıklamaları
yukarıda adresini verdiğim sitemizin 1. sırasındaki “ANILAR” bölümünden
okuyabilirsiniz.

Bu konuda Sayın Deniz Kavukçuoğlu’na dün bir yazı göndermiştim. İsterseniz ondan isteyebileceğiniz gibi istediğiniz takdirde bir örneğini de size
gönderebilirim. Bu yazıda Prof. Zkeriya Beyaz’ın polise Atatürkçüler ve Kürtler hakkında muntazam raporlar yazdığını kendi ağzından
öğreneceksiniz…. Dünkü yazınızda, 17.1.2002 “OSMANOĞLULLARI ve TÜRKLER” başlıklı yazıda ele aldığınız konu hakkında İlhan Arsel’in “ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ ve TÜRKLER”, “AYDIN ve AYDIN”, “BİZ PROFESÖRLER”, “TOPLUMSAL GERİLİKLERİMİZİN SORUMLULULARI: DİN ADAMLARI” adlı kittapları ile Erdoğan Aydın’ın “FATİH ve FETİH” adlı kitabı yanında CENGİZ ÖZAKINCI’nın “DİL ve DİN”  adlı kitaplarında geniş bilgiler bulabilirsiniz… Türküm, Atatürkçüyüm, aydınım diyen her yurttaşın bu kitaplara bir göz atarak gerçekleri görmesi gerekir. Görmelidir ki şeriat zihniyetinin Türklerin benliğinde yaptığı olumsuz tahribatı görebilsin.

Aşağıdaki okuyacağınız yazımda görüleceği gibi yalnız değilsiniz. Ne var ki
yurtseverlerin sesi boğuntuya getirilmekte Atatürkçülük, Solculuk, Türkçülük sloğanı atarak ortalıkta cırıt atan tantanacıların sesi gerçeği bastırmaktadır…
SİZLER GİBİ BİRKAÇ AYDIN DIŞINDA AYDINLARIMIZ DA DOLARLAR HATIRINA GERÇEKLERİ YAZMAMAKTADIR…

“GÖBEKLER PERÇİM OLMUŞ SU GEÇMEZ ARADAN
SATILMAYAN AYDIN YOK SEN HABER VER PARADAN…” (Neyzen Tevfik’ten biraz
değiştirilmiş olarak…)

“Antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler.

Xxx

bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.” (Nazım Hikmet’ten.

16.Ocak.2002. Cumhuriyet Turgay Fişekçi.)

Saygılarımla,

Av. Hayri BALTA. 18.1.2002

XXX
 

XXX

Hayri Abi,

 

Merhaba…

 

Telefon görüşmemizden sonra internette web sitenizi bulamadım. Bana tam ve açık adresini yazar mısınız? Belki de acele ile tam adresinizi alamadım.

Ayrıca sizin site içinde ”gizemli ülke”’ isimli güzel bir site daha olacaktı, egero siteyi de anımsayabilir, (adresini), yazarsanız sevinirim…

 

Sağlıklı olarak hoşça kalın…

 

Saygılarımla 19.1.200

 

ASLAN…

 

 

XXX

 

Hayri Abi ,

 

Sitenizi buldum. E. posta ile göndermenize gerek kalmadı.

Tekrar sağlıklı günler diler ve hoşça kalın derim…. 19.1.2002

 

Aslan…

XXX

 

Gören Aslan…,

 

Önce saygı, sevgi derim. İçtenlikle seni beğendiğimi söylerim…

Ciddi bir adam olduğunu gördüm, buna çok sevindim.

Sonra beni ta 1970’lerde, 12 yaşında görüp beğendiğin için,

Sana Gören dedim.

 

Sitemi bulup girmişsin, bulur bulmaz bildirmene gerek yok demişsin.

Bu davranışın da olumlu bir niteliktir, gelişmişliktir, bunu bilmelisin

Zaman zaman Siteme girdikçe bilmediğin çok bilgileri öğrenirsin…

 

Telefonda faks  numaramı sormuştun,

Heyecanla numarayı vermeyi unutmuştum.

 

Sözünü ettiğin “Demokrasi” ve “Madde mi Mana mı” başlıklı yazılar bende var.

Bende olduğuna göre senin göndermene ne gerek var…

 

Her olasılığa karşı faks numaramı veriyorum:

Telefon numaram aynı zamanda faks numaramdır diyorum.

E-posta adresimi bildiğine göre, faksımı kullanmamanı öneriyorum…

 

Sözünü ettiğin “Gizemli Ülke’den haberim yok!

Eğer bulunca bana da bildirirseniz sevinirim çok.

 

Bunun yanında “egero” sitesini de bilmiyorum.

Bulursanız bu konuda da bilgi ver diyorum…

 

 

Yolumuz: Doğruluktur, dürüstlüktür,  güzelliktir, iyiliktir, sevgidir…

Akılcılığı, bilimselliği  temel alan, duyarlılıktan doğan, sorumluluk ve bilgeliktir…

İşte dosdoğru din budur..

Sanal varlığın arkasına düşmeye gerek yoktur.

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Sitemde anlayamadıklarını sor bana!

Çekinmeden, üşenmeden açıklarım sana…

Şimdi kal sağlıcakla…

 

Av. Hayri BALTA. 20.1.2002

XXX

Değerli Malikimiz,

 

Önce saygılar, sevgiler,

Değerli Malikimiz Ömer.

Z.Beyaz hakkında D.K.’na yazdığım yazı,

Bakalım değerlendirilecek mi, yayına konacak mı?

Ama bizler D. K’na yazılan bu yazıyı, Öncelikle TV’de programlar yapanlara göndermeliyiz, Karayı Beyaz gösteren bu Beyaz’ı, Gerçek yüzü ile  göstermeliyiz.

Bildiklerime gönderdim,
Göndereceklerimin adresini bilmek isterdim.
Eğer bildirirseniz bana faks ya da e-maille,
Bekletmeden hemen gönderirim.

Bu kişinin gerçek yüzünün bilinmesinde kamu yararı vardır.
Buna haddi bildirilmezse daha çook kişinin yaşamını karartır,

Kes sesini sen şusun deyen olmadıkça daha çok ayranı kabarır…

Gayr-i Müslimlerin söz  hakkı yoktur.
Kendisi Müslüman ya, dini hak din  ya(!) söz hakkı çoktur…

 

Müslüman’dan gayrisi sesini kesip susmalıdır.

Gayri Müslim yurttaşlarımız suçlu gibi pusmalıdır.
Anayasal hakkını kullanmamalıdır…

Meydan yalnızca kendisine kalmalıdır.
Kafasına estiği gibi herkese kafa tutmalıdır…
Dahası kendinden geçerek zavurlamalıdır.

Bu kafa tam şeriatçı kafasıdır…

Kuracağınız topluluk için basarılar.
İnsan hamsa, ham olanlar toplansa neye yarar?

Bize düşen insanları olgunlaştırmaktır.
Kimseye kötülük yapmayacak biçimde oluşturmaktır.

Demokrasi, din ve düşünce,
İşe yarar insanlar gelişince…

Ben bana düşeni yaparım, yapıyorum.
Olumlu çabalarından ötürü seni kutlarım, kutluyorum.

İnsanlar din konusunda peşin hükümlüdür.
En küçük eleştiri de kırmızı görmüş boğa gibidir.

Bu nedenle dikkatli olunmalı.
Taşlar yerli yerine, yeri gelince konmalıdır…
Bütün söylemlerimiz yadsıyamayacakları belgelere ve bilgilere dayanmalıdır.

İsterim ki insanlar din saplantısından kurtulsun, gerçeği bulsun.
Konuşmaları akılcı, bilimsel, güzel,  karşımızdakini kırmadan olsun…

Kavmiyetçilik, ümmetçilik ilkel insanlardan kalmadır.
Günümüz insani bu iki beladan mutlaka  kurtulmalıdır.

Saygılar sana, M. Kemal’e,
Levent Ertürk’e
Diğer kafası çalışan akılcılara
Bir de İsa KARATAŞ’A…
Söylemiştim sana: “Kitaplarından, Dergilerinden göndersin bana…”
Ne mutlu! Kavmiyetçilikten, ümmetçilikten kurtulmuş olanlara…

 

Düşmanlık yok hiç kimseye: Ne Yahudi’ye, ne Müslüman’a, ne Hıristiyan’a..
Bir tek düşmanlığımız olmalı o da insanı insan yerine koymayan, bağnaza, yobaza..
Bir de halkın emeğine göz dikenlerle;

esnafı, işçiyi, memuru, kısacası halkımızı kaz gibi yolanlara..

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri BALTA. 22.1.2002

X

Sayın Yazar,

Sana yazar diyorum. çünkü böyle bir yazıyı ancak usta bir yazar yazar…
Yazını çok beğendim. Derin bir bilgi ve de geniş bir kültürün verileri…
Her aydın böyle bir yazı yazamaz. Kaynaklar da çok inandırıcı ve bilimsel…
Ancak önerilen çözüm yolu ile bu küresellik belasından kurtulamayız.
Küreselleşme: “Sermaye egemenliğinin dünyamıza dayatılmasının rafine edilmiş
adıdır…”
Sermaye egemenliği yerine emeğin  egemenliği kurulmadıkça insanlar mutlu bir
yaşamdan uzak kalacaktır. Bunun için de hiç olmazsa bir sosyal adalet,
sosyalizm hiç olmazsa bir karma ekonomi gerektir. Bunu bilen sermaye, yani
küresel egemenlikçiler, başından beri  sosyal adalet, sosyalizm  diyenlerin
anasını ağlatmıştır…
Bu nedenle insanların çok büyük çoğunluğu ise sosyal adalet, sosyalizm
geleceğine, karma ekonomi olacağına ne olursa olsuna çoktan razı… Bu
razılığı hazırlamak için de sermaye tarafından din kullanılmakta ve dincilik
pompalanmaktadır…
İnsanları kaderciliğe, miskinliğe ve tevekküle  zorlayan bu propagandayı
etkisiz kılmanın tek yolu da idealizme (ruhçuluğa) dayanan dünya görüşünün
bırakılarak; bilimsel sosyalizmin temeli olan, materyalizm ve onun yöntemi
olan diyalektik  materyalizme sarılmaktır…
Ne var ki insanlar bu düşünce yöntemini dinsizlik olarak görmekte, ya varsa
kuşkusu içinde öte dünyada yaşamaya umut bağlamaktadır. Bu umut yüzünden de
başına gelen her zillete katlanmakta; bu nedenle de karma ekonomi, sosyal
adalet, sosyalizm olmasın da  ne olursa olsun demektedir…
Diyalektiğe göre her oluşum zıddı ile belirir. Küreselleşmenin zıddı olarak
önerilen Bağımsızlık, halka, emeğe ve ekonomiye dayanmadıkça yetmez… Örnek
olarak Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin düştüğü şimdiki durumu
gösterebiliriz… Sermaye sınıfı yaratılmak düşüncesiyle halk ve emekçiler
dışlandı sonuç da ortada… Batının aydınları, emekçileri ve sosyalistleri
ile işbirliğine girileceğine, Batı  sermayesi ile işbirliğine gidilmesinin
ve batı sermayesi ile içlı-dışlı olmanın sonucudur bu…
Sermayenin zıddı, içinde doğup gelişen, emektir. Dünyada, emeğin egemenliği
yolunda savaşım verilmediği sürece sermaye diktatörlüğünden kurtulma olanağı
yoktur. Bunun yolu da halkın ve emekçinin yönetimde söz ve karar sahibi
olmasından geçer…
Ancak bunda da başarılı olabilmek için yine Batının aydınları ile emekçileri
ile ezilenleri ile işbirliğine girilmesi gerektir. Batı dışlanarak
uygulanacak karma ekonominin, sosyal adaletin, sosyalizmin  başarı şansı
yoktur. Buna da örnek olarak sosyalist Doğu Avrupa, Rusya ve Komünist Çin’in
düştüğü durumları örnek gösterebiliriz…
Batı sermayesi ile Batı uygarlığı birbirine karıştırılmamalıdır. Batının
akılcılığını, bilimini  ve tekniği dışlayanlar karanlıkta kalmaktan
kurtulamaz. Batı dışlanarak Batıya karşı verilecek savaş yitirilmeye
mahkumdur.
Şeriatçı ile, ırkçı ile ittifak yapılacağına Batının aydınları, emekçileri,
ezilenleri ve sosyalistleri ile ittifak kurulmalıdır ki sermayenin gücü
insanlık yararına dönüştürülebilsin.
Bu arada özel girişimcinin üretici ve yaratıcı gücü hiçbir zaman
unutulmamalıdır. Özel girişimcinin üreticiliğinden ve yaratıcılığından
yararlanmasını bilmeyen her iktidar, sosyalist de olsa, komünist de olsa
yıkılmaya mahkumdur.
Özel girişiminin kamu zararına etkinliklerinin azaltılabilmesi için halkın
bilinçlenmesi ve halk tarafından kurulan yönetim, ekonomi alanında  özel
girişimci ile karlılık alanında yarışacağına  kamu yararı ve kamuya hizmet
alanında yarışmalıdır…
Bunun için de halklar bilinçlenerek fiğuran rolünü değil baş rolde oynamayı
istemesi gerektir.. Duyarsız olan, sorumluluktan kaçan halk hiç bir başarı
elde edemez… Halk örgütlenerek sorumluluğu üstüne almaya çalışmadığı
sürece kimsenin kendisine yararı olamaz.  Demek istediğim halkımızın
yönetimi yönlendirecek oranda bilinçli ve duyarlı olması gerektir. Bunun
motoru da aydınlarımızdır…
Özetlersek: Batıyı dışlayan ve ekonomik temeli olmayan bir Bağımsızlık
anlayışı küreselleşme belası ile baş edemez…
İşte bizim gibilerin şeriatçı düşünceye karşı halkı aydınlatıp uyarmaya çalışmasının  temelinde bu anlayış yatmaktadır.

Bilmem anlatabiliyor muyum, yoksa yanılıyor muyum?..

Av. Hayri BALTA 11.1.2002
Not: Akademik kariyerleri olan kişilerce yazılan KÖLELEŞMENİN KOD ADI
KÜRESELLEŞME, akademik kariyeri olmayan sıradan bir kişinin deneylere
dayanan görüşüdür…

XXX
— Levent Ertürk <levbaba@yahoo.com> wrote:
> Ömer, Mustafa;
> Sizlerden bir ricam olacak. Lütfen varoluþçuluk adý
> altýnda kurduðum gruba Kur’an ayetleri ile ilgili
> yorumlar göndermeyin. Bu bir rica ve bence çok
> önemli.
>
> Öncelikle, eðer dikkat ettiyseniz, benim grupta bir
> kaç “dindar” var, fakat þeriatçi yok. Bu insanlardan
> bir kýsmý dönüp dolaþýp Kur’an ayetlerini konuþmayý
> çok sýkýcý buluyorlar. Bence haklýlar da.
> Bense onlara dünya bilim tarihine malolmuþ güzel
> yazýlar göndermek istiyorum.
> Þimdi yazacaklarým benim kendi gözlemlerime dayanan
> fikirler. Bence tartýþalým bunlarý.
> 1. Hedefleri birbirine karýþtýrmayalým. Þunu
> anlatmak
> istiyorum. Hepimizin asýl hedefi, dini siyasete alet
> eden ve bu yolla milyonlarca inançlý insaný sömüren
> þeriatçý takýmýdýr. Bunlar insanlýðýn ortak
> kazanýmlarý olan her tür bilgi ve deðeri kendi
> iþlerine geldiði þekilde yorumlarlar ve bunun tek
> gerçek olduðunu iddia ederler.
> Sizler çeþitli platformlara üye olup oradaki siyasal
> islamcýlarla fikir mücadelesi yapabilirsiniz. Buna
> itirazým yok.
> Fakat her zaman dediðim gibi, ülkemizde yaþayan ve
> üstünkörü “müslümanlar” diye geçiþtirilen kitle
> birbirinin ayný insanlardan oluþmuyor. Bunlarýn
> içinde
> çoðu Islam’la olan baðlarýný (en gevþek þekilde olsa
> bile) koparýp atamýyorlar. Çeþitli nedenleri var
> elbette; ölüm korkusu, Kur’aný okumasa dahi
> küçüklüðünden beri onu kutsal kitap olarak bilmesi,
> daha üst deðerlere yükselecek bilgi birikiminin
> olmamasý vs.
> Mesela Pelin isimli kýzý ele alalým. Ben korktuðum
> zaman Allah’a sýðýnýyorum diyor. Ne kötülük var
> bunda
> ? Yazdýklarýndan belli kýzcaðýz þeriatçi deðil; uzak
> yakýn alakasý yok.
> Ve yine belli ki, onun “Allah’ý” ile Usame’yi
> alkýþlayanlarýn “Allah”ý ayný þey deðil.
> O zaman niye bu çocuksu inanca saldýralým ? Gayemiz
> ne
> ? Ülkemizde siyasal islamla çarpýþmak mý, yoksa
> insanlarý “deðiþtirmeye” uðraþmak mý ?
> 2. Özellikle Hayri Balta hocamýn bu konudaki
> görüþünü
> merak ediyorum. Þöyle bir sorum olacak:
> Þeriatçi olmadýðýný iyi bildiðimiz, fakat bir
> þekilde
> Islam’la olan baðýný da koparamayan insanlarla
> uðraþmak tehlikeli olabilir mi ?
> Kendisi yýllar süren mücadelesi boyunca, üzerine
> “kafir, þeytan” vs diye saldýranlarý gördüðü kadar,
> mutlaka Ýslam’ý yeniden yorumlamaya çalýþan nice
> dindar insan görmüþtür.
> Böyle insanlarý inançlarýndan vazgeçmeye zorlamak
> ters
> tepebilir mi ? Biraz taviz ve hoþgörüyle
> kazanýlabilecek nice insan, ters bir tepki verip
> siyasal islama veya köktendinciliðe geri dönüþ
> yapabilir mi ?
> 3. Ben varoluþçuluk grubunda cennet/cehennem
> varmýdýr,
> yokmudur gibi alabildiðine yoruma açýk þeyler
> yerine,
> dinsel imge ve kavramlarýn sosyal yönlerini
> tartýþmak
> istiyorum. Çünkü, artýk çok iyi biliyoruz ki, inanç
> -adý üstünde- inançtýr. Sürekli olarak ona akýlla
> saldýramazsýnýz. Çünkü inanç zaten akýl üstüdür,
> veya
> aklý dýþlar. Salt akýlla halledilebilecek bir mesele
> olsaydý, günümüzde bir tane bile inançlý insan
> kalmazdý.
> Inanç en büyük gücünü ispat edilemeyiþinden alýr ve
> doðal olarak müsbet ilmin dýþýnda kalýr. Bence sorun
> inancý yok etmek deðil, onu tehlikesiz hale
> getirmektir.
> Günümüz Hristiyanlarýna bakalým. Günümüzdeki
> Hristiyanlarýn, Oriana Fallacinin yazýsýnda
> bahsettiði, bilimcileri ateþe atan hristiyanlarla
> ortak noktalarý kalmýþ mýdýr artýk ?
> Hemen herkes noel babanýn olmadýðýný (bizdeki hýzýr
> inancý gibi), Ýncil’in Isa’nýn ölümünden yýllar
> sonra
> yazýldýðýný, ekmek ve þarabýn gerçekten Ýsa’nýn eti
> ve
> kaný olmadýðýný, Ýsa’nýn veya bir baþkasýnýn
> “gerçekten” Tanrýnýn oðlu olmadýðýný ve bu tür
> anlatýmlarýn sembolik, mecazi olduðunu bilir. Hatta
> kiliseye gidenler, belki daha iyi bilirler.
> Bu durumda Hristiyanlýk batý toplumlarýný birarada
> tutan ortak deðerlerden biri olarak iþ görür. Yoksa
> Isa göðe merdivenle mi çýktý, asansörle mi çýktý,
> kimin umurunda ?
> Bence sizler de bu noktayý aþmaya çalýþýn ve
> gerçekten
> dinsiz olun; yani, gerçekçi olun.
> Latincesini unuttum, Hristiyanlar “saçma olduðu için
> inanýyorum.” derler. Harika bir anlatým !
> Ben, pazar günleri Kiliseye giden, çeþitli özel
> günlerde çocuðunun odasýný süsleyen, ona Aziz
> bilmemnenin kutsal öykülerini anlatan Hristiyan bir
> anne/baba ile fazla uðraþýlmamasý gerektiðine
> inanýyorum.
> Ayný þekilde, Ýslam’la olan iliþkisi mübarek gün ve
> gecelerde gözyaþlarý içinde dua etmekten öteye
> gitmeyen müslümanla da fazla uðraþýlmamalý. Büyük
> bir
> tehlike var:
> Silah ters tepebilir.
> Öncelikle hepimiz aþaðýdaki konularda anlaþýyor
> muyuz:
> a) Inanç salt akýlsal çözümlemelerle
> halledilebilecek
> bir olgu deðildir. Psikolojik yönleri vardýr.
> b) Inanç eðer tehlike arzetmiyorsa, onunla fazla
> uðraþmak doðru deðildir.
> c) Asýl hedef “inananlar” deðil, inancý siyaset,
> ticaret vs gibi amaçlar için kullananlardýr.
> Ne dersiniz ?
> Saygýlar, sevgiler hepinize..
> Levent Erturk

x

Eger islamiyet dini tartisilacaksa, Kuran ayetleri ve
hadisler tartisilacaktir. Islamiyet’in esasi Kuran
olduguna gore, ýslamiyet’in iyi ve kotu yanlari
Kuran’dadir. Hem Kuran’in kendisi hem de Kuran
icindeki sozler (ayetler) tartisilmalidir.

Bir “inancli” Kuran’dan ya da hadislerden ornek
verirse, ya da ima ederse, ona Kuran ve hadis ile
cevap vermek dogru olur.

Benim icin ayet ve hadisleri tartismadan bir din
tatismasi mumkun degil. Aksi halde, varolusculuk
grubundan ayrilmam gerekir.

X

 

Değerli Tunçsiperimiz,

Aşağıdaki mektubu Sitemizin 10. sırasında bulunan “GÜNCEL MEKTUPLAR” bölümüne; aşağıdaki dörtlüğü de Giriş Sayfasına yerleştirmeni rica eder saygılar sunarım.

Z A M A N

Ey zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri?

Sana düşer azapların, tövbelerin beteri.

Alçakları besler, yoksulları ezer durursun:

Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri.

 

Ömer Hayyam

——-

Değerli Dostum, Levent Ertürk,

 

Sizin,  benim yanımda özel bir yeriniz var. Ömer Malik ve Mustafa Kemaloğlu’nun da…

Üçünüzün de yazdıkarını son satırına kadar okuyorum. Bazen yineleyerek okuyorum. Çok beğeniyorum, çok yararlanıyorum. Bilmediklerimi öğreniyorum, duymadıklarını duyuyorum. Biriktiriyorum, silmeye kıyamıyorum. Kaç sayfaya kadar biriktirebilirim, onu da bilmiyorum… Bilgisayarım bozulur diye korkuyorum… Bu konuda bana bilgi verirseniz sevinirim.

“Varoluşçuluk” adında bir felsefe topluluğunun kurucusu olarak bizlere öneri getiren sizsiniz. Ömer de, Mustafa da, ben de size güvendiğimiz için topluluğa düşünmeden ve seve seve katıldık. Şimdi anlıyoruz ki bir felsefe topluluğu olan kuruluşunuzda felsefi düşünceden uzak kişiler var.

Önce felsefe üzerinde duralım. Nedir felsefe, felsefe deyince ne anlamalıyız? Felsefe temel konularda akıl yürütmektir. Örneğin varlık konusunu, bilgi konusunu, ahlak konusunu, estetik konusunu  ve akla gelebilecek her konu üzerinde imana ve vahye takılmadan düşünmektir. Başta da varlık nasıl olmuştur. Allah yaratmışsa, Allah’ı kim yaratmıştır. Bu Allah dedikleri nedir, nerededir? Allah’sa akıl verdiği kişilerin işlerine niçin karışır? Akıl verdiği kişilere karışmak kendisine nasıl yakışır? Sonra kendisi yarattıkları ile ilişki kurmaktan aciz mi ki Peygamber gönderir, kitap indirir?..

Bu soruları soramayan kişilerin felsefeye gereksinimleri yoktur. Çünkü onlar iradelerini bir başka varlığa teslim etmişlerdir.

Gelelim “varoluşçuluk” felsefesine. Varoluşçuluk, İnsanın kendi kendisini yaratması olup kendi varlığının etkileyebilecek bir koşulun, olayın, varlığın olmadığını peşinen kabul etmektir. Bu düşünce insanı, tekbenciliğe değin götürür. Biliyorsunuz, Tekbencilik:, maddenin varlığını insana indirger. İnsan olmasaydı, hiçbir şey olmazdı der. Yaratan insandır, der ve bu düşünce giderek insanı “Enel-Hak” dedirtecek kadar sapıttırır.

İnsanın kendi kendisini yaratması üzerinde de kısaca durmak istiyorum. İnsanın iradesi yaşadığı topluma, karşılaştığı olaylara, içinde bulunduğu topluma göre değişir. İnsan işçi ise işçi gibi, varlıklı bir aileden gelmişse varlıklı gibi düşünür. Her iki kesimin dünyaya bakış açısı farklıdır. Dolayısıyla varoluşçuluk felsefesi işi gümüş olanların uğraşacağı bir felsefi uğraştır.

Yoksulların, işçinin, işsizin kendi kendine biçim verme olasılığı yoktur. Yaşadığı koşullar ne denli akıllı olursa olsun kişinin kendi kendini yaratmasına engel olur. Ben bunları yaşadığım için deneysel olarak biliyorum. Çünkü ben 25 yaşına değin bir ölü; yani sorumsuz, duyarsız, bencil heva ve hevesine göre yaşıyan bir lunpendim.  25 yaşından sonra Dr. Emin kılıç Kale sayesinde kendime gelebildim.

Şimdi dönelim asıl konumuza. İşin içine iman ve vahiy girince felsefe olmaktan çıkar. Zaten inanan insanın çüzemleyeceği sorun da, yanıtlayacağı soru da yok demektir. Aslında inanç iyi bir şeydir. Dayandığı ve Allah dediği bir varlık vardır. Arkasında güçlük bir cemaatı vardır. Kelime-i şehadet getirmekle, ya da Camiye, Kiliseye, Havraya gitmekle… cenneti garantiler. Başına gelenleri kaderimmiş diye sineye çeker… Bu kişiler için artık aklın o denli önemi de yoktur. Çünkü sınırları çizilmiştir, yapacakları belirlenmiştir. Savm, salat, haç, zekat, kelime-i şehadet… Bu kişiler için olur akıl felaket… Ama bizler akılcı olduğumuz için bulamayız, huzur ve rahat…

İşte Ömer, Mustafa ve Levent gibiler akla önem vermişler. İnançların, insanı sağlıklı düşünmekten alı koyduğunu, batıl itikatlara, hurafelere bağladığını görmüşler. Yoksulluğun, bilgisizliğin, geri kalmışlığın, maçoluğun, kıroluğun akılcı davranmamata olduğunu görmüşler ve bu nedenle de akla önem vermişlerlerdir. Bu nedenle de huzur ve rahatlarını kaçıracak olan düşünce açıklamalarında bulunmaktan kaçınmamışlardır.

Şimdi bu adamların, hem de bir felsefe topluluğu içinde, aman kimi kişileri ürkütmeyelim gerekçesi ile düşüncelerini açıklamalarını kısıtlamaya çalışmak aynen şuna benzer. Çişi gelene adama çişini tut demeye… Bir insan nereye kadar çişini tutar. Çişi gelen insana çişini tut demek ona büyük bir işkencedir. İşte kendisini devlet büyükleri sanan kişilerin düşünce açıklamalarına yasak koyması, sansür getirmesi de bu gerçeği göremenin bir belirtisidir. Unutmayalım ki onurlu kişiler ölüm pahasına da olsa düşüncelerini açıklamaktan çekinmemişlerdir. İlhan Arsel, Turan dursun ve diğerleri bunların en yakın ve en güzel örnekleridir.

Sizin olayda bir tarafta üreten akıl var; bir tarafta üreten akıl yerine tüketen akıl var. Tüketen akıl hatırına üreten aklı kısıtlamak bir felsefe topluluğuna yakışmaz. Eğer düşünce üretenler yüzünden bin düşünce tüketen topluluktan ayrılacaksa varsın ayrılsın.

Bir felsefe topluluğunda bulunmanın ilk koşulu her türlü düşünce açıklamasına saygı göstermek olmalıdır. Şimdi Kum Saati adı ile Ömer’e ve Mustafa ya da topluluğa sorular yönelten bir kişi var ortalıkta. Bu arkadaşımız, Ömer’in ve Mustafa’nın sorularına yanıt verme gereğini duymadan yeni yeni sorular atıyor ortaya. Kuran’ın Allah sözü olduğunu kanıtlamaya, dolayısıyla bizleri imana getirmeye çalışıyor.

Ama düşünmüyor ki Allah, Hulle yapın demez. Hırsızın elini kesin demez. Dikbaşlılık eden eşlerinizi dövebilirsiniz demez. Zina yapanı taşlayarak öldürün demez. Hak din islamdır. İslamdan başka dinlere inanan ziyan içindedir demez. İslamdan başkası kafirdir, kafirin de imana gelmezse katli vaciptir demez. Allah’ın dini kalana kadar kafirlerle savaşınız, yakaladığınızda boyunlarını vurun demez. Bu Allah’a ağır bir hakaret olduğu gibi saygısızlıktır da… Aynı zamanda insanlar tarafından yapılan İnsan Hakları Sözleşmesine tümden ters düşen Ortaçağ anlayışıdır da…

Kum saati takma adı ile yazan arkadaşımız, astronomi, uzay bilimi,  uzay fiziği gibi konuları Kuran’la açıklamaya çalışıyor. Oysa Kuran’da yazılanlar o zamana değin toplumların bildiği şeylerdir. Ama toplumların bilmediği şeyler hakkında bir şey söylenmemektedir. Ademe isimleri öğreten Allah ne bir matematik formulü, ne bir fizik formülü, ne de bir kimya formülü öğretmemiştir. Rüzgar durursa gemilerin hareket edemeyeceğini sanmıştır. (K. 42/33). O Allah ki gelecekte rüzgar dursa bile gemilerin, vapurların enerji ile motorla hareket edemeyeceğini görememiştir. Geleceği görememeyi Allah’a yakıştırmak ne kadar doğrudur? Hiç Allah, yıldız kaymasının nedenini bilmez mi? Bu gün yıldız kaymasının nedenlerini bir ilköğretim öğrencisi bile bilmektedir. Ama Kura’na göre, yıldız kayması Allah’ın meclisini dinlemeye gelen şeytanı uzaklaştırmak için attığı taşlardır. (K. 15/18, 67/5).

Şimdi Ömer, Mustafa; Pelin hanım rahatsız oluyor diye, Kum Saatine yanıt vermesin mi? Bu batıl itikatlara, cehalete prim vermek olmaz mı?

Bana şu soruyu sararak yanıt vermemi istiyorsun. Önce sorunuzu okuyalım. “2. Özellikle Hayri Balta hocamın bu konudaki görüşünü merak ediyorum. Şöyle bir sorum olacak: Şeriatçi olmadığımız iyi bildiğimiz, fakat bir şekilde Islam’la olan bağını da koparamayan insanlarla uğraşmak tehlikeli olabilir mi? Kendisi yıllar süren mücadelesi boyunca, üzerine “kafir, şeytan” vs diye saldıranları gördüğü kadar, mutlaka İslam’ı yeniden yorumlamaya çalışan nice dindar insan görmüştür.  Böyle insanları inançlarından vazgeçmeye zorlamak ters tepebilir mi ? Biraz taviz ve hoşgörüyle kazanılabilecek nice insan, ters bir tepki verip siyasal islama veya köktendinciliğe geri dönüş yapabilir mi?”

Öncelikle şunu belirteyim ki biz: “Islam’la olan bağını da koparamayan insanlarla uğraşmak” diye bir sorunumuz yoktur. Biz bilgisizlikle, batıl itikatlarla, hurafelerle uğraşıyoruz. Biz İslam’ın da, diğer Tanrılı ve Tanrısız dinlerin de devlet ve toplum yönetiminde söz sahibi olmasına karşıyız.

İnancı gereği Devleti yönetmeye talip olan kim olursa olsun ve da Allah’ın emri diye türbanı toplumumuza dayatmaya kalkan, kim olursa olsun Cumhuriyetci ve Laik bir aydın olarak savaşım vermeye zorunluyuz. Ters tepecekler diye gerçeği söylemekten çekinmemeliyiz.

Bu gün Allah’ın emri diye türbanı kabul ettiren zihniyet; yarın, dörde kadar almayı da Allah’ın emri diye dayatabilir. Kadınların eve kapatılmasını da Allah’ın emri diye dayatibilir. Kocasına karşı gelen kadının da dövülmesini de dayatabilir. Hırsızın elinin kesilmesini, kısasa kısas, çapraz el ve ayak kesmeyi de dayatabilir. Yani şimdi türban Allah’ın emri de bu saydıklarım Allah’ın emri değil mi? Şimdi inanca saygı diye bu yapıda insanların devlette ve toplumda etkinlik kazanmasına izin verebilir miyiz?

Pelin hanım ve onun gibilerin hatırı için düşünce açıklamasından ödün vermemiz doğru değildir. Ömer ve Mustafa gibi ışıklı ve parlak zekaların sönmesine meydan vermemeliyiz. Varsın onlar kendilerine yapılan saldırılara karşı savunma haklarını kullansınlar. Pelin hanımın inancından daha kutsaldır onların savunma haklarını kullanmaları…

Değerli dostum, bana soru sorduğuna göre ben sana kendi doğrularımı söylemekle yükümlüyüm. Ben bu ilklerime sonuna değin bağlı kaldım. Aleyhime de olsa doğruları söylemekten çekinmedim. Bendeki gerçek saygısı toplumdan dışlanmış olmamın başlıca nedenidir.

Ola ki bu yanıtlarım sana ağır gelebilir. Bu nedenle bana mesafe koyabilirsin. Gerçi bunu sizden beklemiyorum. Ama milyarda bir olasılık olsa da bana karşı mesafe korsan bu bana çok ağır gelir… Ama ne diyeyim Levent incinmesin diye sorulan soruya düşündüğüm gibi yanıt vermemezlik edemezdim. O zaman kendimden nefret ederdim.

Bu sözlerimden Pelin hanımın da alınmamasını beklerim. Kendisinin inançlarına ters düşüyor diye biz düşüncelerimizi nasıl söylememezlik edelim. Biz, kendisine inançlarını açıklama diyor muyuz? Kendisi de bize düşündüklerimizi açıkladığımız için kızmamalı ve topluluktan ayrılıyorum diye çekip gitmemeli. Onun çekip gitmesine de ayrıca üzüleceğimi de belirtiyorum.

Bir felsefe topluluğu oluşturmuşsun. Bu toplulukta herkese düşüncelerini açıklama hakkını sonuna değin kullandırmak için elinden gelen çabayı göstermelk senin birincil görevöindir. İsteyen katılır, isteyen katılmaz… Bunda alınacak, gocunacak ne var?…

 

Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler sana..

Av. Hayri Balta. 14.5.2002

X

Değerli Yazar Okulu Arkadaşlarım,

 

Önce saygılar, sevgiler sunarım.

İyisinizdir kursta olduğu gibi umarım…

 

Kursta iken kitabım basılınca haber vereceğimi söylemiştim.

Kitabım basıldı en sonunda haberiniz olsun isterim.

 

Kitabım bana özgü düşünce ve inanç açıklamaları ile doludur.

Biliyorum, düşüncelerim ve inançlarım kimine göre yanlış, kimine göre doğrudur.

 

Yalana, yanlışa kodlanmış, okuyup araştırmamış,

Bir toplum ki kendi bildiğini hep doğru sanmış,

Böyle bir toplumda değişik görüş  açıklayanlar genelikle hüsrana ugramış…

 

Bu hüsrana uğrayacak kişilerden biri de benim,

Olsun, riyakarlık yok bende,  düşündüğüm gibi yazıp söylemeliyim…

 

En sonunda benim de bir küçük kitabım basılmış oldu.

Şimdi bana kitapsız diyenlerin dili tutulmuş oldu…

 

Ne ise kitabımı bulabileceğiniz adresleri sunuyorum aşağıda.

Önce hangi kitapçılarda bulacaksınız Ankara’da…

 

Alfabetik olarak alt alta yazıyorum:

Kitabımı bulabileceğiniz adresleri sıralıyorum:

 

Ardıç Yayınları, Sakarya Cad. No. 1, 7.Kat. 39 numara,

Akçağ Kitabevi Sakarya caddesinde herkesin bildiği sokakta…

 

Ayyıldız Yayınları, ki bu da Maltepe Camisi karşısında

Eti Pasajı’nda Eti Sinemasının yanında…

 

Bir de GÜNER kitabevine bakabilirsiniz.

Mithatpaşa Cad. 24/A’dan alabilirsiniz…

 

Toplum Kitabevinde de var.

Toplum kitabevi Bayındır Sok. 22/1’de satar…

 

Gelelim İstanbul’a,

Kitabımız dağıtılacak Can Yayınlarında…

İstanbul’da bulunup da kitabımızı almak isteyenler,

0 212 528 36 09 numaraya sık sık telefon etmeliler…

 

Rabia Hatun’un şöyle bir sözü var:

Gönlümü madde alemine saldım, diyar diyar gezdi döndü…

Mâna âlemine saldım bir daha dönmedi sanki öldü…

 

Kitabımız şeriat, tarikat aşamasından öte hakikat mertebesindedir…

İleri sürdüğümüz bütün görüşler mâna âlemindendir…

Söylediklerim dinlerin temel kitapları ile belgelendirilmektedir…

 

Anlatmak istiyorum ki Tanrı ile insan arasına kimse girmemelidir.

Bunun için birçok dinsel terimlere açıklık getirilmektedir.

Örneğin Tanrı nedir, nerededir,

Tankı kelamı, Cennet-Cehennem ne demektir?

 

Edep sınırları içinde kalmak koşulu ile bütün olumlu olumsuz eleştirilere açığım.

Edep sınırları dışına çıkana bilinsin ki ağır olacaktır  yanıtım…

 

İlgilenir, okur, düşüncelerinizi bildirirseniz sevinirim.

Edep sınırları içinde kalmak koşulu ile:

Eleştiriler çok ağır  da olsa; ne alınr, ne yerinirim…

 

 

Bazen mutlu oluyorum sizleri hatırlamakla,

Saygılar, sevgiler sunarım selamlarımla…

 

Şimdi kalınız sağlıcakla,

Av. Hayri Balta, 28.8.2002

X

15-09-2002
Kıymetli İyi İnsan.

Maillerinizi alıyorum. Sizi azminiz, gayretiniz ve çıkarmış olduğunuz kitabınız için tebrik ediyorum.
Kitabınızı bana hediye etme düşüncenizden dolayı da teşekkür ediyorum. Bu güzel niyetinizden dolayı sizden o hediyenizi almış  kabul ediyorum. Yalnız sizden şunu istirham ediyorum ki; bana müsaade edin sizin gayretinizin eseri olan kitabınızı kendi gayretimin neticesi olan param ile almak istiyorum. Bana vermek istediğiniz kitabınızın Ankara’da satışı yapılan bir kitapçı adresini ve ismini verirseniz bizzat gidip alacağım.

Sizin ellerinizden almış gibi olacağım ve altını çize çize okuyacağım.. Bir de yazışmalarımızı kitap yapacağınızı bildirmişsiniz. Buna sevindim.. Bunun için de ayrıca tebrik ediyorum. Radikal Müslümanların çok şey öğreneceğini söylediğiniz bu kitap, inşallah Müslüman olmayanların da çok şey öğrenmesine vesile olur diyorum..

Kendisi için çizdiği yoldan dönmeme azminde olan büyüğüme, yolunun sonunun hayıra çıkması için dua ettiğimi bildirir.

Saygı ve sevgiler sunarım..

BİR KUL. 15.9.2002
+
Sayın Güzel İnsan,
Saygıma, sevgime layık insan,
Alınca e-mailini sevindim inan.

Kitabımı alacağın adresi veriyorum:
“Kızılay, Sakarya Cad. Konur Sok. 22/1,
Toplum Yayınevi sahibi Remzi İnanç” diyorum.

Bu adrese giderseniz,
“Av. Hayri Balta bana kitap bırakacaktı!” derseniz…

O, size bir tane verecektir.
Ve de sizden kitap bedeli istemeyecektir.
Benim bu isteğime de,
Güzel insan daha fazla direnmeyecektir…

Altını çize çize okumanı,
İşine geleni almalı,
İşine gelmeyeni almamalı…
Aklı başında insan hiç kimseyi,
Kendisi gibi düşünüp inanmaya zorlamamalı…

Yazışmalarımızdan oluşan kitabı,
Arayış içinde olanlar okumalı…
Okuduktan sonra herkes kendi meşrebine uygun olanı almalı.

İşin doğrusu da budur,
Herkes yaratılışı nasılsa onu göre kendini oluşturur.

Kuran’da bu oluşum “Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasip ederiz!” (K. 10/56) diye buyrulur.
Kuran’daki bu tümcenin benzeri aşağıda İn. Rom. 8/30’dadır.

Bu tümceyi anlamış olsaydı Peygamberler eğer,
Kimsenin canına kıymazlardı “İmana gel ya kafir!”diye teker teker…

Burada Yunus Emre’nin şu sözlerini anmadan geçemeyeceğim.
“Cennet cennet dedikleri/Birkaç gılman, birkaç huri/İsteyene ver sen onu/Bana seni gerek seni”
Bu dörtlükte “Seni gerek seni!” den murat insanın nefret yerine sevgiyi yeğlemesidir.
Sevgi, Tanrı’nın ta kendisidir,
Çünkü sevgi duygusu, nefret duygusuna göre daha yücedir.
Din ilminde kötü düşünceler şeytana mal edilir;
Doğru, güzel, iyi düşünceler Tanrı diye yüceltilir.

Bir de bana derler; dinsizdir, imansızdır, kafirdir…
Zerre kadar Tanrı bilgisi olan bana böyle dememelidir…
Çünkü çarpılır, ayın-bayın olur, ağzı-gözü eğrilir….

Bu nedenle derim ki ister benim gibi düşün, ister tam tersi…
Benim insan olandan beklediğim,
Eğer o insan kötü olanı yapmıyorsa,
Görmelidir, nefret değil, sevgi…
Bu nedenle demiştir Yunus Emre: “Bana seni gerek seni…”

Her zaman söylemişimdir yine söyleyeyim bari.
İnsan, hiçbir zaman çıkarmamalı aklından İncil’deki şu tümceyi:
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı da yaşar. Tanrı da onda yaşar!” (İn.Yuh. 4/16)
Eğer nefrete layık insan varsa, yani kötü yolda ise,
Tanrı’yı (Doğruyu, güzeli, iyiyi, doğru olanı…) tepeliyorsa,
Bunun cezasını vermek bize düşmez…
Tanrı (Toplum örfü, insanın yaratılış özelliği) ona cezasını vermeden edemez.
Tanrı (Toplum örfü, akıl, sağduyu, vicdan…) ceza vermeye üşenmez…

Ben Tanrı (Bilgelik, doğruluk, dürüstlük, erdem, iyilik, güzellik, hoşgörü…) yolundayım,
Varsa insanlığa aykırı bir davranışım, gösterin doğrultayım,
Hem de gösterene minnettar olayım…

Tanrı benim doğruluğumdur, doğruluk benim kayamdır.
Tanrı’nın velilerine (Olumlu davranışlara, Üstün değerlere, yüce kavramlara, genel doğrulara sahip çıkanlara Tanrı velisi denir. Yoksa camiye, kiliseye, localara, sinagoglara gidenlere değil…) korku haramdır…

Çünkü: “Tanrı (Sağduyu, akıl, vicdan, insanlık değerleri…) ayırmış olduklarını çağırdı.
Çağırdığı kişileri doğrulukla donattı. Doğrulukla donattıklarını yüceliğe kavuşturdu. (İn. Romalılara, 8/30) diye yazılmıştır. (Bak yukarda Kuran, 10/56)

Bu satırlarımı okuyan diyecek ki Hıristiyan mı, yoksa Müslüman mı bu adam…
Ne Hıristiyan’dır, ne Müslüman’dır bu dama; kendini akılcılığa, bilgiye, erdeme adamıştır kendini bu adam…

Denir: Dört kitabın dördü de haktır;
Bu kitaplarda günümüze uyan da vardır, uymayan da vardır.
Marifet bu kitaplardan günümüze uyanı almak, uymayanı almamaktır.

Cahildir, ya da bencildir, insanları kafir-mümin diye ayıran,
Düşmemeli böyle diyenlerin ardına aklı başında insan…

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana..
Bir de güzel insanın saygı değer hanımına…

Av. Hayri Balta, 16.9.2002

x

Sayın Ümran Kartal,

Radikal Gazetesi Kültür Sanat Bölümü,

Doğan Medya Center, 34554, Bağcılar/İstanbul

Önce saygı, sevgi…

 

Hocanız Gülçin Tezcan’la konuşmuşsunuz. Hatırlarsınız sanırım. Gülçin Hoca benim kızımdır. Bu nedenle isteğiniz üzerine Gülçin Hocanın sözünü ettiği -S.S.S. “SEVENLER-SORANLAR-SÖVENLER”- adlı küçük Kitabımı ekte gönderiyorum.

Biliyorsunuz, Ahmet Altan’ın kitabı 11 günde 110 bin adet sattı. (Hürriyet, 1 Ekim 2002, s. 6). Benim kitabım ise 5×11 günde 11 adet satmadı. Bunun nedenleri çoktur. Baş nedeni onun kadar tanınmış ve usta bir yazar değilim. İkincisi kitabı bir yayınevi tarafından yayınlanmış olup medya ile okuyucu propaganda bombardımanına tabi tutulmuştur. Oysa ben büyük gazetelerden hiçbirine paralı reklam bile yapamadım. Çünkü buna parasal olanağım yoktu. Ancak, Cumhuriyet kitap ekine gönderdim l,5 ay önce…

Cumhuriyet ise Kitap Ekinde tanıtım amacı ile olsun  bu güne değin yer vermedi. Bu arada Hürriyet’in Pazar eki  (KEYF) sayfasını hazırlayan Sefa Kaplan’a da gönderdim. Ondan da ses çıkmadı. Onlardan ses çıkmayınca Gülçin kızım bir de “Radikal’e gönderelim!” dedi.

Ahmet Altan kadar tanınmış olmadığımı biliyorum. Onun kadar usta bir yazar olmadığımı da biliyorum. O, kitabında bir kadının kocasını aldatmasının ruhsal sonuçlarını açıklıyor; ben ise, din tüccarlarının halkı din adına aldatarak ceplerini doldurmalarını ve  bu aldatmalarının insanlık alemindeki yarattığı sonuçları açıklıyorum.

Bu vesile ile de din dünyasında bilinmeyen, yanlış anlaşılan ve yanlış anlatılan kavramlara açıklık getiriyorum. Örneğin Tanrı ne demektir ve ne nerededir? Evreni kim yaratmıştır? Evren yaratılmış mıdır, yaratılmamış mı mıdır? Öbür dünya, cennet, cehennem var mıdır, yok mudur? Tanrı kelamı deyince ne anlaşılmalıdır. Kutsal kitaplar Tanrı sözü müdür, peygamberlerin sözü müdür?

Bu arada nasıl olur da Tanrı anlayışı insana yararlı olabilir? Tanrı bilinmeden Tanrı yolundan gidilir mi? Tanrı ve din anlayışının insanı nasıl olur da insana yararlı olur? Nasıl olur da insan en büyük organı olan aklını kendi yararına kullanabilir? İnsanlar bu miskinlik ve tevekkül anlayışından nasıl olur da kurtulur ve yaratıcı ve üretici olur gibi

Din anlayışının yalnızca tapınma mı; tapınma dışında doğru, dürüst, güzel yaşamak için insanın kendisini geliştirme ve nefsini temizleme yolu mu olduğunu açıklıyorum.

Geçenlerde bir haberi çıkmıştı Sefa Kaplan’nın… (Hürriyet, 17.9.2002) Tartışma yaratan bir kitap başlığı altında “Kuran’ın Şifresi” diye. (Yazarı: Ömer Çelakıl) Neymiş de “2006’DA GÖKTAŞI ÇARPINCA DENGELER ALTÜS OLACAK”mış.

Göktaşı nereye çarpacakmış, kendisinin kafasına mı düşecekmiş, benim kafama mı düşecekmiş, yoksa dünyaya mı çarpacakmış, bunu konuda bir açıklık yok… Yani senin anlayacağın “Kıyamet Senaryosu” Bu senaryoyu geçmişte bütün peygamberler yapmıştı. Okuyun  kutsal kitapları… Hepsi “Aman kıyamet kopacak, imana gelin arkama düşün, imana gelmeden ölürseniz cehenneme gideceksiniz!” korkutmaları…

Örneğin İslam Peygamberi de aynı senaryosunu yazdı. “ Kıyamet kopacak yakında. Kıyamet kopmadan gelin imana, düşün arkama!” Kafası çalışanlar sordu: “Nasıl ki Allah’la bağlantın var, sor bakalım ne zaman kopacak bu sözünü ettiğin kıyamet!” “Böyle bir soru sorulur mu bu ne büyük cüret. Kıyametin ne zaman kopacağı bilinmez o Allah’ın bilgisindedir elbet!” dedi işin işinden çıktı. O günden bu güne nerede bir Allahçı, dinci, imancı  çıktı ise,   kıyamet senaryosu ile başladı işe.

Şaştık kaldık,  bilemedik hangisinin arkasına düşeceğimizi, “O diyor ki benimki doğru, o diyor ki benimki doğru. Bu nedenle Allahçı kıyametçiler birbirine girdi durdu. Bunlar birbirine girdikçe kıyamet koptu durdu.

Ömer Çelakıl da görecek 2006’da kıyamet falan kopmayacak, Eğer başına beklenmedik bir kaza gelmezse 2006’ya kadar yaşayıp görecek. Görecek ki kıyamet  falan kopmayacak.

Ömer Çelakıl şifreyi çözmüş sonunda. “Nur” suresinin sıralanışından kafasınca çıkardığı rakamları yazmış alt alta. Yine kafasından bir ekleme bir çıkarma yapmış. Tam bir ebcet hesabı yaparak Edison’un doğduğu yılı çıkarmış. Böylece Kuran’ın bir mucize olduğunu kanıtlamış… Neymiş de Kuran, elektriğin bulunacağını yıllarca önce haber vermişmiş…

Değil mi ki Edison’un geleceğini ve buluşunu haber veriyormuş; niçin Edison’un adını, sanını, anasını, babasını bildirmemiş de; yalnızca, “Nur” demiş. Bilindiği gibi nur, “Nur” suresinin adı olduğu gibi din literatüründe aydınlatıcı bir ışığı simgeler… Değil mi ki geleceği biliyor? Şu tarihte Türkiye’de Mustafa Kemal adında sarı saçlı, gök gözlü, sarışın bir Türk çıkacak. Adı Atatürk olacak. Benim ezanımı Türkçeleştirecek, benim dinim için “Arab’ın dini” diyecek ve birçok ayet hükümlerini din ve toplum yaşamından çıkararak, uygulanmasını yasaklayacak, diye Müslüman ümmetini uyarmamış?..

Peki niçin Kuran’da: “Biz Kuran’ı açık ve anlaşılır şekilde indirdik ki (inen indiren yok; bu bir dinsel, simgesel anlatımdır…) okuyup anlayasınız” demiş de; bu kitap bir şifre kitabıdır, incelerseniz çözebilirsiniz, dememiş de. “Bu kitabı çözerseniz bütün buluşları siz yaparsınız, buluşlarınızı üretip üretip satarsanız refaha kavuşursunuz!” dememiş…  Hem şifre olarak açıkladıklarının da insanlılara yarar bakımından  bir katkısı da yok… Böyle şifreleri bilsek de bilmesek de kaybımız yok!…

Ya şu saçmalığa ne diyeceksiniz? Peygamber’in bizzat kendisi: “Kuran’ın kendisinin en büyük mucizesi olduğunu söylemişmiş!” Yahu bu Kuran, Allah’ın kelamı değil mi? Hani Allah vahiy olarak Peygamberinin gönlüne indirdi (inen, indiren yok; bu bir dinsel, simgesel anlatımdır…)  o da Tanrı’nın kendisine söylediğini bildirdiydi? Peygamber nasıl olur da Tanrı’nın kendisine dikte ettirdiği kitap için “Kuran, benim en büyük mucizemdir!” diyebiliyor. Bu intihal olmaz mı?

Bu Allah, din, Muhammed, Kuran söz konusu oldu mu insanların muhakeme sistemi yılan görmüş fare gibi felç oluyor. Hiç akıl yürüterek düşünmüyorlar ve hemen inanmakla Tanrı’yı yücelttiklerini sanıyor…

Bu tür saçmalıklarla insanlarımın kafasını karıştırıyorlar. Sayın Sefa Kaplan ve diğer gazeteciler de bunları Türkiye’yi sarsacak haber sanarak yazıyorlar. Asıl Türkiye’yi sarsacak haber benim kitabımdadır. Ne var ki gazeteci arkadaşlar işlerinin çokluğundan benim kitabı okumamaktadır. Okusalardı eğer, görürlerdi ki benim kitabım haber yapmayı değer…

Allahçılar, dinciler, imancılar, kurancılar kafa karışıklığı yaratarak insanları aptallaştırıyorlar. Gerçi benim kitabımı okuyanın da kafası karışıyor; ama hiç olmazsa aptallaşmıyor, aklını çalıştırarak düşünmeye ve gerçeği araştırmaya başlıyor, horul horul uyuduğu uykudan uyanıyor ve böylece karanlığın zindanından kurtularak özgürlüğe kavuşarak yaratıcı ve üretici oluyor. Akıl yordamı ile yaşam yolunu belirleyerek kendisini yoksulluktan, gerilikten, nefretten, kinden, cennet umudundan kurtularak bu dünyada cenneti yaşıyorlar. Kafirdir, müşriktir, münafıktır, fasıktır diyerek insanlıktan nefret etmiyorlar; tersine insanlığa karşı saygı, sevgi duyuyorlar

Bu arada benden bir tanıtma yazısı istemişsiniz bir sayfalık: Tanıtma yazısı için kitabın ÖNSÖZ bölümünden (2. ve 3. sayfa) beğendiğiniz paragrafları alabilirsiniz. Orada kitabın özet tanımı yapılmıştır zaten… Tanıtım içine bu mektubumdan beğendiğin satırları alabilirsiniz ve isterseniz kitabın arka sayasını da aktarabilirsiniz. Ama size öneririm ki kitabımı okumadan bir tanıtma yazısı yapmayınız ve kitaba göz atarak değil okuyup düşünerek okursanız en güzel tanıtımı sizler yapabilirsiniz…

Başarılar, saygılar, sevgiler size meslek yaşamınızın başlangıcında..

Şimdi kalın sağlıcakla.

Av. Hayri Balta, 9.10.2002

X

—– Original Message —–

From: cetiner calis

To: Hayri Balta

Sent: Tuesday, October 08, 2002 1:56 PM

Subject: Re: [AISDB]Sitemiz için…

 

Sevgili Hayri bey,

Maddenin kaynagi nedir o zaman ? Ben muhendisim. Herseyi bilimsel acidan ele aliyorum. Bilim enerji olmadan madde olamiyacagini soyluyor. QUANTUM fizigi matematiksel olarak buyuk patlamadan onceki halin ice kapali bir evren oldugunu ve bu evrenin boyutununda 10 uzeri eksi 28 cm. oldugunu ispatlamis durumda. Tabiiki kisitli bilgilerimle bu matematigi cozmem imkansiz. Netice de bir Einstein ya da Hawking degilim.Kripto ruhculugun ne oldugunu da bilmiyorum. Referans verirseniz cok sevinirim.

Hurmette kusur ettimse affola.

Saygi ve sevgilerimle,

Çetiner Çalış, 8.10.200

X

Sayın Çetiner Çalış,

Önce saygı, sevgi… Biliyorum yanıt vermekte geciktiğimi.

Ne var ki ancak zaman bulabildim. Ne olursa olsun Çetiner kardeşimizi
yanıtlamalıyım, dedim.

Mektubunu yukarıya çıkarıyorum olduğu gibi. Sorularınızı yanıtlıyorum bildiğim gibi.

  1. “Maddenin kaynağı nedir o zaman?” diye başlamışsın mektubuna. Bildiğim kadarı ile bunun kaynağı Lavezien’nin maddenin sakınımı yasasıdır: “Hiçbir madde yoktan var olmamıştır; var olan da, yok olmayacaktır.”

Madde, dinsel deyimle: “Doğmamıştır, doğrulmamıştır.” “O her an yeni bir oluşumdadır.” Canlanır: Bitki olur, hayvan olur, insan olur ve sonunda  düşünceye (enerji) dönüşür. Dincilerin buna aklı ermediği için bu düşünsel dünyaya meleklerin dünyası denir. Melekler de bilindiği gibi bilinmeyenin (Allah, Tanrı…) adıdır. Dinciler bu oluşumu bilmedikleri için Allah deyip işçin içinden çıkarlar. Yarattıkları bu Allah’ın peşine düşerek kendi kendirlini aldatırlar…

  1. “Bilim enerji olmadan madde olamayacağını söylüyor.” demişsin. Demişsin ama bunun kaynağını göstermemişsin.

Enerji nedir önce, bu konuda bildiklerimi söylemeliyim bildiğimce.

Enerjinin bir adı da “anti madde”dir. Örneğin ateş bir enerjidir. Ama enerji olmadan önce; odun, kömür, gaz, petrol gibi bir maddedir. Bir örneğim çoğaltılabilir, yüzlerce binlerce örnek gösterilebilir. Örneğin Dünyamızın iç merkezinde magma tabakası diye bir ateş kütlesi vardır.

Bu magma tabakası yanardağlar aracılığıyla yeryüzüne fışkırır. Bu fışkıran madde ateş enerjisi olarak zamanla yada denize karışında katılaşır maddeye dönüşür.

Ben mühendis değilim. “QUANTUM fiziği”ni incelemedim. İlk öğrenimimi Atatürk ’ün bizzat yazdığı kitapları okuyarak bilimsel ve laik öğrenimle tamamladım.

33 yaşından bu yana ise gündüz çalıştım, geceleri, gece okulunda, okudum. Tam bir gözaltı yaşayarak 16 yıllık bir çabadan sonra Hukuk Fakültesini bitirebildim. Tam bir kürek mahkumu gibi çile çektim… Bunu da pek öyle bilgili bir kimse olmadığımı belirtmek için söyledim.

Ben, öğrendiklerimi yaşam okulundan, yaşamımdan öğrenmiş bir kişiyim. Aklımın, sağduyumun, mantığımın, sağduyumun emrinde bir kişiyim… Bundan böyle de “QUANTUM fiziği”ni öğrenmeye kalmadı gücüm, enerjim, yeteneğim. “QUANTUM fiziği”ni de artık bilenlerin özet bir şekilde anlatacaklarından öğrenmeliyim.

  1. Gelelim son sorunuza: “Kripto ruhçuluğun ne olduğunu da bilmiyorum. Referans verirseniz çok sevinirim.” demişsin mektubunda. Biliyorsunuz iki hayat görüşü vardır dünyamızda.

Birinci görüş materyalist (maddeci) dünya görüşüdür; İkincisi dünya görüşü ruhçu (Dinci, spritüalist, metapsişik…)  dünya  görüşüdür. Maddecilik dendiği zaman akla bilimsel dünya görüşü, dinsizlik, komünistlik gelir.

Kripto ruhçular dini ve dinciliği aşmış ama maddeciliği de dinsizlik-komünistlik sanmış medeni cesaret yoksunu kişilerdir.

Bunlar kendilerine dinsiz denmesin diye maddeciliği ağızlarına alamazlar. Dinciliği, ruhçuluğu da, metapsişik görünmeyi de gericilik saydıklarından böyle anılmamak için kendilerini maddeciliğin de dinciliğin de ötesinde daha ileri bir aşama olarak enerjici gösterirler.

Aslında gizli (kripto) dincilerdir bunlar… Giderek gizli bir güç, gizli bir yasa, üstün bir güç, üstün bir varlık olduğu düşüncesine varırlar. Bu dünyayı kim yarattı sorusundan bir türlü kurtulamazlar. Allah diyecekler ama dilleri varmaz, enerji derler ve enerjici görünürler. Bu enerjiciler; maddecilerden, dincilerin nefret etmediği kadar nefret ederler.

Bunlar Allah demeye utandıkları için enerji diye bir gizli gücün varlığına inanırlar. Ben bunların arasında yetiştim. Bunlarla birlikte yaşadım. Dincilikten kurtulur kurtulmaz karşılarına onun zıddı maddeci görüş çıkınca ve bu görüşün de toplumculuk ve komünistlik olarak suçlanıp dışlandığını görünce kaçacak delik aradılar. Giderek Allah yerine enerji dediler. Maddeci, dinsiz, komünist olmadıklarını göstermek için de beni aralarından kovdular. Anılar bölümünde bunları okuyabilirsiniz.

Bundan bir  iki yıl önce bir topluluk geldi evime. Önce bayıldılar bütün söylediklerime.. Birkaç ay toplu olarak gelip gittiler. Baktılar ki ben akılcıyım, mantıkçıyım, Allah-Billah la ilgim yok, dinciliği tümüyle dışlamışım. İnsanın dışında, maddenin dışında hiçbir varlık olmadığını söylemeye başlamışım. Hemen yapıştırdılar: “Maddenin dışında enerji de mi yoktur!” diye bir soruyu. Ben de “Vardır ama bunun da kaynağı, size söylediğim gibi, maddedir!” deyince benden soğudular. Bir daha gelmedikleri gibi adımı bile anmadılar…

Son olarak şunu da söylemeliyim ki varoluşçuluk diye bir felsefe  okulu (ekolü) vardır. Bunlar da dinciliği, ruhçuluğu kabul ettikleri halde maddecilikle karşılaşır karşılaşmaz her şeyin yaratıcısı insandır diyerek işin içinden çıkmaya çalışırlar. Bunlar ”Deyen sensin, sen olmasaydın madde deyen, Tanrı deyen yaratan sensin, beni kim yarattı, dünyayı kim yarattı (Enel Hak diyenler örneğin…) derler ve yaratıcılığı insana indirgerler ki  en tehlikelisi bunlardır. Çünkü en saçma olduğu için çürütülmesi de olanaksızdır.

Bu topluluğun felsefesine de Tekbencilik (Solipsizm) denir. Ruhçuluğun, dinciliğin, enerjiciliğin en azılı olanları bunlardır… Bunların Tanrısı, inandıkları, taptıkları güçlü insanlardır. Güçlü insanların kendilerini koruyacaklarına inandıkları zaman zapt edilemez bir güç oluştururlar. Bütün kan dökücülüğünde bu anlayış vardır. Çünkü bunların arkasına düştükleri liderler kendilerinin Allah tarafından görevlendirildiklerini sanır ve giderek de Allah sanır.. Dinler tarihini okuyanlar sözlerimin doğruluğunu görür.

İşte böyle Çetiner Çalış kardaşım. Duygu ve düşüncelerimi yeterince anlattım sanırım,.

Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 13.10.2002

X

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’A AÇIK MEKTUP:

 

Sayın Deniz Baykal,

CHP Genel Başkanı,

ANKARA.

 

Bu açık mektubumu; milletimize, Kuran Müslümanlığı diye kendi kafasına göre bir Müslümanlık dayatmaya kalkan Yaşar Nuri Öztürk konusunda sizi uyarmak için yazıyorum.

Bu adam milletvekili olduğu takdirde söylediği her sözle Partinizi güç durumda bırakacağı gibi toplumumuza da  din ve mezhep çatışmalarının tohumunu atacaktır.

Bilinmelidir ki bu adam: Atatürkçü değil Muhammetçidir. Türk toplumuna Muhammed’i sevdirmek için kimsenin aklına gelemeyecek yazılar yazmaktadır. Oysa Muhammed’i seven ve ona inanan bir insan Atatürk’ün akılcı ve bilimsel yolunu izlemekten korkar. Atatürk devrimlerini ilkelerini kabullenemez, O’nun  akılcı ve aydınlık yoluna sırtını döner…

Önce verdiği şu ilginç Örneği görelim: “Hz. Muhammed sahip bulunduğu büyük cinsi enerjiyi insanlık adına yapıcı  faaliyetlerde motor olarak kullanmak üzere gençliğinin bütün devrelerinde hapsetmiştir. Bu enerjiyi 25 yaş gibi çok güçlü bir devrede yaşlı ve dul bir kadınla evlenerek örnek bir kullanıma tabi tutmuş, daha sonraki yıllarda ise bedenî istek ve hazları için hemen hemen hiç kullanmamıştır. Kısaca O bu enerjiyi kendi zevkleri için kullanmayı terk ederek insanlık hayrına yönlendirmekle insanoğlu için eşsiz bir fedâkarlık göstermiştir. Onun bu  konuda tavrının, şurada çizdiğimiz tabloda manalandırdığını anlamak için şu sözüne bakmak yeterlidir: “Benim kadınlara ihtiyacım yoktur!” (Kendi Sözleriyle Hz. Muhammed. Hürriyet yayınları. 1986. s. 33)

Yazısıyla öyle bir izlenim veriyor ki sanki Muhammed eşi Hatice’nin ölümünden sonra  “Benim kadınlara ihtiyacım yoktur!” diyerek  hiç evlenmemişve dul yaşamıştır. Oysa Muhammed’inin cariyeleri yanında 27 karısı vardır. (Bkz. Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Şark İslam Klasikleri, MEB yayınları, 1992, Cilt. 5. Sayfa 834 ve devamı…) Böyle bir yalanı hiçbir din adamı söylemeye cesaret edemez. Gerçeği böylesine saptıran bir kişinin Tanrı ve Din bilgisi sıfır demektir…

Kendisini bağlayan kitap Anayasaya değil Kurandır. Örneğin Türk toplumuna “Kuran Müslümanlığı” adı altında, kendi anlayışına göre bir Müslümanlık öneriyor ki; Kuran Müslümanlığında, Kuran’ın bir ayetini değiştirmeye kalkan kafir olur. Oysa kendisi Kuran ayetlerini keyfine göre değiştirmekte sakınca görmüyor. Örneğin ilk yaptığı Kuran çevirisinde: “…Karılarınız dövün!..” (K. 4/34) derken ikinci çevirisinde Kuran’da “Karılarınızı dövün!” diye bir ayet yoktur diyebiliyor. Bu yaptığı da gerçeği saptırmak değil mi?

Kuran Müslümanlığını savunan bu adam Kuran’ın emrine karşı gelerek dinsel görüşlerini paraya çevirmektedir. Böylece kendi inandığı kitabına bile ters düşmektedir. Kuran’da: “Doğru yolda olanlar sizden ücret istemeyenlerdir!” (K.36/21) denir… Oysa bu adam kendi yayınevine bastırarak yayınladığı kitapları çok yüksek fiyatlarla satışa sunmaktadır…

Sonra sözünde durmuyor, söylediklerini yalayıp yutuyor. Ör. “Anadilde İbadet Meselesi” adlı kitabının 35. sayfasında: “Bir kere, ezanın şu veya bu dilde okunmasının pratik hiçbir bir sonucu yoktur. Ezan bir paroladır, namaz vaktinin geldiğini ve yakınlarda bir cami olduğunu duyurur. Yani ezan bir ibadet değil, bir duyurudur. Ve bu duyurunun bugün için bir yararı da kalmamıştır. O, bir nostalji, bir folklor haline gelmiştir. Çünkü onun esas işlevi olan “namaz vaktini duyurma” bugün ihtiyaç olmaktan çıkmıştır.Takvim vardır, gazete vardır, radyo televizyon duyuruları vakitleri aralıksız bildirmektedir. Yani ezanın illeti kalmadığı için kendisinin de zorunluluğu kalmamıştır.” demesine karşın miting alanlarında hem de sizin huzurunuzda kitabında yazdığını hatırlatanlar için “Allahsızlar, namussuzlar, şerefsizler!” diyebiliyor. Kendisinde zerrece Tanrı ve Din bilgisi olan kişi yazdılarını hatırlatanlara böylesine saldıramaz…

Ezan konusunda kamu oyunu karıştırdığı zaman en küçük bir uyarınız karşısında sizi ve partinizi suçlayarak istifaya kalkarken: “Baykal; tutarsız, hırçın ve oyun ozan…. CHP; Atatürk’ün mirasını berbat eden bir parti. (…) CHP’den ve milletvekili adaylığından istifa ettim…” sözlerini söyleyerek istifaya kalkan bir kişinin samimiyetine ne oranda güvenilebilir? (Bk. 2 Ekim 2002 tarihli Vakit, manşet…)

CHP’nin seçim sloganlarında biri de “ÖNCE AHLAK!” tır. Bu adamın bu davranışı hangi ahlaka sığar? Bu yaptıkları, yazdıkları, söyledikleri “Bilimsel Namus” anlayışına sığar mı Bir kişi söylediklerini yalayıp yutar mı?

Bu adamdan gelebilecek en büyük tehlike ise “vahyi” akla üstün tutmuş olmasıdır ki; bu anlayış, “En hakiki mürşit müspet ilimdir!” diyen Atatürk’ü yadsımaktan başka bir şey değildir.

Bu adam, bütün yazılarında Kuran Müslümanlığının insanlığı kurtaracak tek yol olduğunu ileri sürer. Oysa toplumumuza kabul ettirmeye çalıştığı Kuran’ın 232-234 âyeti bu gün Türkiye Cumhuriyetinde uygulanmamaktadır. Uygulayanlar ise Türk Ceza Yasasına Göre ceza almaktan kendini kurtaramamaktadır…

Egosunu tatmin için yapamayacağı iş, söylemeyeceği söz yoktur. Çünkü bu adam kendisini özel olarak görevlendirilmiş ve seçilmiş “çıplak uyarıcı” sanmaktadır ki bu da tehlikeli olabileek tehlikeli bir ruhsal yapıdır. Öncelikle şunu da belirteyim ki;  en küçük uyarılarınız karşısında sizi ve partiyi suçlayarak istifaya kalkan ve istifaya kalkarken de CHP ve Sizin hakkınızda çok ağır sözler söyleyecektir.

Bu adam milletvekili olarak dokunulmazlık kazandığında ağzından çıkanı kulağı duymayacak, her cezbeye gelişinde Sizi ve Partinizi çok güç durumda bırakacaktır.

Son olarak şunu da belirteyim ki anadan doğma solcu olduğum için bu adamın CHP’den aday gösterilmesi üzerine, bunun yaptıklarına ceza olarak ve milletvekili olduğunda da Kuran Müslümanlığını, vahyin akla üstünlüğünü halkımıza dayatmasında payım olmasın diye  ve de Enver Öktem, Feramuz Şahin, Kemal Sağ, Necdet Gören, Necip Yağızer gibi “0 km (1)” dediğiniz “şaibeli” adaylara oy vermemeye karar vermiştim.

Bu nedenle oyumu; akılcılığı, ahlakı. Bilimi ve de  diyalektik materyalizmi savunan partilerden birine vermeyi düşünmüştüm. Ancak oyumu yine de;  koalisyon kurmaları çok büyük olasılık olan AKP ve SP’ye yaramasın düşüncesiyle ve bir de vefa borcum nedeniyle (Çünkü 1969 yılında Adalet Partisi seçmenlerinin oyu hatırına komünist diye beni Yapı işleri 9. Bölgede Personel Şefi olarak çalışırken işten attırdığında Gaziantep CHP İl Başkanlığı bana iş vererek daha fazla yoksulluk çekmemi önlemişti…) CHP’ye vereceğim.

Gerçeği böylesine saptıran bir adamın Partinize ve milletimize ne yararı olabileceğini takdirinize bırakıyorum. Özetle: Bu adama dikkat!..

 

Saygılarımla,

Av. Hayri Balta, 16.10.2002

X