EMİNE’NİN DRAMI

EMİNE’NİN DRAMI

 

Üç adım attı, dizlerini kırarak küçüldü, tüm gücüyle yükseldi, havada vücudunu geriye doğru gerdi, filenin üzerinde topu yakaladı ve anlık bir hareketle topu karşı takımın sahasına doğru vurdu. Karşı takımın, savunmada bekleyen her iki oyuncusu da topa hamle yapsa da yakalamak ne mümkündü. Top yere çakılmıştı.

 

Skor bir sayı daha artmıştı. Yaşadığımız heyecan, biz oyuncular tarafından kendi yarı sahamızda bir araya gelerek “Hey, hey, hey!” sesimizle şenlenmişti. Emine’nin yaptığı sayıyı bireysel başarıya dönüştürmeden kutlamıştık. Seyirciler yok denecek kadar azdı, bir kaçımızın ailesi, arkadaşı, kulüp yöneticileri gelmiş olsa da salon boş sayılırdı. Bu duruma alışmıştık.

 

Maçı az bir sayı ile biz kazanmıştık. Karşı takım da en az bizim kadar güçlüydü. Takımın as kadrosu altı kişiyken, altı kişi de yedeğimiz vardı. İlk altıda oyuna başlamak ayrıcalıktı biz oyuncular arasında. Bazımız asların ası olup, sakatlık dışında her maçta mutlaka ilk altıda yerini alırdı. Emine de vazgeçilmez aslardan biriydi. Oyunda kendine düşeni fazlasıyla yapar, attığı servislerle takıma direkt puan kazandırırdı.

 

1.85 boyu ile takımın en uzun boylusu idi Emine. Antrenman dışında da kendi başına yılmadan çalışırdı. İri siyah gözleri, süt beyazı teni, sürekli kestirdiği kısa saçı ile tarzını hiç değiştirmezdi. Kadın özelliğini ön plana çıkarmaktan hoşlanmazdı. Sade görünüşten yanaydı. Emine’ydi o. Bir farkı olacaktı bizlerden. Her zaman kendisine sakladığı bir şeyleri vardı onun.

 

Eminelerin evi henüz yapılaşmanın olmadığı, sadece bir tepenin çevresine yaşam kurulan gecekondulardan biriydi. Geç saatlerdeki antrenman sonrasında bile servisten, evinin bulunduğu çarşı meydanında iner, evinin kapısına kadar gidilmesine izin vermezdi. Yaşadığı semtten, evinden pek hoşnut değildi. Kimseler bilsin istemezdi bunu.

 

Emine Dil Tarih’de, Fransız Dili Edebiyatı öğrencisiydi, okula gitmediği zamanlarda sanki işe gidermiş gibi, sabah erkenden stada gelir, bazı günler antrenman yapar, bazı günlerde orada yıkanır, giyinir, kendince süslenir nereye gittiğinden hiç kimseye bahsetmezdi. Haftanın belli günleri neredeyse tam gün ortalıkta görünmezdi. Soyunma odasında kendine ait bir dolabı vardı. Orada tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceği eşyalar mevcuttu. Havlusu, şampuanı, yedek giysileri, arada atıştıracağı yiyecekleri her zaman bulunurdu. Orası onun evi gibiydi, zira eve sadece yatmak için giderdi, kalacak yeri olsa eve de gitmezdi bile.

 

Ailesi ile iletişimi yok denecek kadar azdı. Hatta hiç yoktu. Kendine örnek aldığı birileri vardı çevresinde ki ailesine her bakımdan ters düşüyordu. Kabullenemiyordu! Ablası istemediği, bilmediği birileriyle evlendirilmiş, istemediği kadar çocuk doğurmuştu. Kocası kendinden fiziken o kadar küçüktü ki ablası onun yanında kocaman kalıyordu. Bunu bir kez kendisine örnekleyerek soyunma odasında anlatıvermişti. Ablası gibi kendisini de evlendirmek, biran önce evinin kadını yapmak, kocasının hizmetinde bulunmasını istiyor, kendisi ne gördü, ne yaşadıysa tıpkı kendi hayatı gibi yaşanır sanıyordu babası. Baş kaldırıyordu, bu kadar baskı Emine’ yi daha bir çıkmaza sokuyordu.

 

Annesi ev kadını, babası cami hocası idi. Her zaman “Al şu kitabı oku!” dese de hiç bir zaman okumamıştı. Tıpkı küçük yaşta istemediği halde her yaz tatilinde kuran kursuna zorla gönderilmesi gibi… Saçlarını örtmek için başına aldığı başörtüsü tüm bedenini örterdi. Arkasından uçuşarak gelen örtüyle kendisini daha çok sahnede şarkı söyleyen kadınlara benzetirdi. İçinde anlamadığı bin bir türlü karmaşık yazıları olan kitabı da, kucağında bebeğini taşıyan anneler gibi sımsıkı tutardı. Ablası, abisi, kendisi ve küçük kardeşi ile anlamadıkları halde babasının hocası olduğu camiye zorla, görev gibi giderlerdi. Gitmeme gibi bir durumu yoktu, hocası babasıydı. Zira anlamıyordu, dili dönmüyordu, öğrenmek, ezberlemek istemiyordu. Yaz tatilleri hiç gelmesin istiyordu. Okul onun kurtarıcısı oluyordu en azından.

 

Babası ile sürekli çatışır durumda idi, zaten paylaştıkları hiç bir şey yoktu ki, kavga dövüş bir şekilde kendi düzenini kabullendirmişti ailesine. Her ne kadar sık sık tartışma olsa da… Babası; “Kız kısmı dediğin okumaz, top peşinde koşmaz, hele hele top oynarken mayo denen o donu üzerine geçirip salonun ortasında, herkesin gözünün önünde orasını burasın açmaz…” deyip öfkesini sürdürüyordu her gördüğünde Emine’yi… Emine hiç duymamışçasına kaçar adımlarla babasının yanından uzaklaşırdı.

 

Sabahları evden çıktığında babası çoktan camiye gitmiş, kendisi eve geldiğinde de babası çoktan yatmış oluyordu. Karşılaşmaları neredeyse imkânsızdı. Böylelikle sorun kökten çözülmüş gibi olsa da, gittikçe daha da çıkmaza giriyordu.

 

Kulüp kendi içerisinde anlaşmazlığa girdiğinden kapanma aşamasına gelmişti. Çoğumuz üniversite öğrencisiydik. Kimimiz derslere yoğunluk vermek için sporu bırakmış, kimimiz de başka kulüplere giderek arkadaşlığımızdan ister istemez uzaklaşmıştık. Emine de bırakanlardan biriydi, zaten kendisini spor dışında görmemiz imkânsızdı, kimse kimseden haberdar değildi artık.

 

Bir gün şehrin en işlek caddesinde yolda karşılaştığım mahalleden arkadaşım olan Faruk’la güle oynaya otobüs durağına doğru yürüyorduk… Okul çıkışı şehrin merkezine gelmenin mutluluğu, belki de yorgun bir günün ardından eve gitmenin heyecanı üzerimizdeydi. Akşam yavaştan günün üzerine çökmüş, kendine ayrılan süreyi dolduran gün çekilmek üzereyken herkes kendi havasındaydı. Sohbet koyuluğunda geçen konuşmanın arasında karşıdan geleni Emine’ye benzettim sansam da, evet o Emine’nin ta kendisi idi.

 

Emine benim bildiğim Emine’den çok farklı görünüyordu. Davranışlarında aşırılık, taşkınlık vardı. Yalnız yürüyordu. Sağa sola bakıp gülücükler atıyordu. Belki birkaç kadeh bir şey içmişti bilemiyorum. Zira durup dururken normal bir insanın yansıtabileceği bir tavır sergilemiyordu. Tam karşı karşıya geldiğimizde, Emine “merhabaaaa” sını olabildiğince uzatıp, “ne haber” ini kestirip atmıştı. “İyilik!..” yanıtını verdiğimde taşkınlığı yoldan gelen geçeni kendisine baktırması için yetiyordu. “Telefon numaranı versene, arayayım seni!” dese de benim söylediğim numarayı aklında tutarmışçasına uzaklaşmıştı bile yanımızdan.

 

Şaşmıştım doğrusu Emine’nin bu haline. Yanımdaki arkadaş beni durdurup, gözlerini gözlerime dikerek, “Sen bunu nerden tanıyorsun?” diye bana hesap sorarcasına yanıtımı beklemişti. Emine ile aynı kulüpte voleybol oynamıştık. Söylemiştim nereden tanıdığımı. Onun söylediği söz karşısında dona kalmıştım! Bir süre kendime gelememiştim!..

 

Emine için bu söyleneni yakıştıramamıştım. İnanmama gibi bir durum olamazdı. O kadar emin bir dille söylemişti ki… İnanmak istemedim.

 

Emine’nin hayatı kaymıştı!..

 

YENER BALTA

21 Temmuz 2009