ANI 3

ANI 3

 

CEHALETİMİN BOYUTLARI

İÇİNDEKİLER

A.

Allah’ın Dediği Oluyor

B.

Bir Duyduğu mu Var Acaba?

Bir Tarikata Girmenin Zorluğu

Bir Toplantı Gözlemi

Bir Toplantıdan Notlar

C.

Cehalet Çemberi

Cehaletimin Boyutları

Ç.

Çalışma Programı

Çekingen Aşık

D.

Dayan

Dersten Notlar

Dilekçe

G.

Günlük Notlar

İ.

İddianamenin Tebliğ

K.

Kalaycı Veli

Komünist Zanlısı Hayri Balta’nın Mektubu

M.

Mide Kanaması

N.

Notlarıma Baktığımda

P,

PTT Müdürlüğüne Gaziantep

Program

R.

Ruhuma Ayna

S.

Sakıp Erdem Konuşmaları

Söylentiler

T.

Tanrı’da Olmak

Tertip

Y.

Yaşanmamış Aşklar

Yeniden Doğuşun Başlangıcı

27 Mayıs Askeri Darbesinden Sonra Yapılan Söylentiler

X

ANILAR

CEHALETİN BOYUTLARI

 

 

Anılarımın bu bölümü 1960-1964 yıllarını kapsamaktadır.

Bu anılar  bundan 49 yıl önce tuttuğum notlardan yararlanarak hazırlanılmıştır.

Örneğin aşağıdaki notları nezarethanede iken yerde bulduğum Tekel’in çıkardığı Kulüp (Sert Harman) sigara paketinin üzerine yazmışım.

Aradan geçmiş 49 yıl ve ben içinde bulunduğum koşullar nedeniyle yazdıklarıma bir kere olsun dönüp bakamamışım.

O gün yıllarda tuttuğum bu notlar hemen hemen silinmekte olduğundan okumakta güçlük çekiyorum. Çoğunu mercekle bakarak okumaya çalışıyorum. Bakalım ne kadarını aktarabileceğim.

Bu notların özelliği yaşamı yaşarken yakalamış olmamdadır.

Erinmeyelim, hemen başlayalım. Bakalım, nelerle karşılaşacağız?..

 

İÇİNDEKİLER

A.

Akşamlar

Anadolu’daki Aydınlar

Aspirin Bayer

Ayıbı Olan Ayıplar

B.

Baş Ağrısı

Benim Kafada İmiş

Bir Ajan

Bir Aşk Esintisi

Bir Beleşçi

Bir Bu Eksikti

Bir Edepsiz

Bir Söylenti

Boş Masa Olduğu Halde…

Bu Nasıl Milliyetçilik

C.

Cehalet Çemberi

CHP Oy Kaybediyor

Ç.

Çalışma Programı

Çekingen Aşık

Çember Daralıyor

D.

Dalgınlık

Dayan

Dilekçe

Durum Saptaması

Düşlerime Giren Devlet!..

E.

En Büyük Yanılgımız

Esin Gelmedikçe

G.

Günlük Notlar

H.

Hangisine Yanayım

Hasan Kaya Öztaş

Heyecanlı Bekleyiş

Hoca ile Görüşmeme İzin Yok

Hoca’nın Sözleri

Homo İmiş Meğer

Huzursuzluk

İ.

İddianamenin Tebliği

İnönü’nün Çabası

İşten Atılmak

İkilemde Kalmak

K.

Kabus Gibi Bir Yaşam

Kardeşime Ceza

Kendi Kendine Gelin Güvey Olmak

Komünistlik Belası

Komünizm Propagandası Yapan Memur

Kominist Zanlısı Hayri Baltanın Mektubu

Kendimle Konuşmalar

Konuşacak Yüzü Yok

Kör Salih

Kurban Bayramı

“Küt!” diye Bir Ses

L.

Laklakı ile Geçen Günler

Limon Gibi Sıkmış Suyunu Çıkarmışlar

M.

Mason Kahvesi

Maaşım Yetmiyor

“Mevlana Gecesi”

Milliyetçiliğin İlk Koşulu

Misyoner Neye Uğradığını Şaşırdı

MHD Öğrencilerine Genelge

Muhtar Atmaz

Müzik Aşkı

N.

Nefret Çemberi

Ne Mutlu Hocası Olanlara

Nezarethanede

O.

Okunanlar ve Okunacaklar

Olumsuz Koşullar İçinde Bir Yaşam

Ö.

Önemli Olan

P.

Para ile Ders

Program

PTT Müdürlüğüne

S.

Sabretmek Gerekiyor

Sanki Suç İşledik

Saygı Duyulacaklar

Selamünaleykümcü

Sendikaya Girmek İsteyince

Susalım mı?

T.

Tanrı’da Olmak

Ters Tepki

Tertip,

Tertipçiler

U.

Ucuz Kurtulduk

Unesco

Unutkanlık

V.

Valinin Selamı

Vatandaşımız

Y.

Yanılgı

Yanlış Yaptım

Yazı Konuları

Yazmak İstiyorum

Yeniden Doğuşun Başlangıcı

23 Nisan

Yoksulu Düşünür müsün?

Z.

Zübük

+

ÇALIŞMA PROGRAMI

 

5.1.1960: Akşam Ortaokulunu, dışardan, bitirmeye karar vermişim. Şöyle bir program hazırlamışım.

Pazartesi                    : Türkçe

Salı                               : Aritmetik-Geometri

Çarşamba                   : Sosyoloji-Kuran.

Perşembe                   : Tarih-Coğrafya

Cuma                                       : Tabiat .Bilgisi, Mesnevi

Cumartesi                   :  Fizik-İncil

Pazar                           :  Gazete, kitap, dergiler okunacak…

x

GÜNLÜK NOTLAR

 

Akılla his’si ayırmayı unutma.

Hayatın gayesi:

  1. Sevap kazanmak,
  2. Sıhhatim kazanmak.
  3. Berat kâğıtlı hareket.

+

“Allah’ın hududunu tecavüz etmeyiniz. “ (Kuran)

+

Bundan böyle programda daha çok dinlenme ve düşünme yer ayrılacaktır.

x

16.1.1960 Kardeşim çok ağır hakaretler yaparak beni dükkândan kovdu. Bundan böyle kendisinden para istememeye karar verdim.

Eşim bana kafa tutuyor… “Kayınbabamın ve kaynımın ekmeğini yemekten bıktım!” diyor.  Haklı da…

Ben ne yapayım, debbağlık, kilimcilik yapacağım, iş bulamıyorum. Başka bir mesleğim de yok… Ne berbat bir yaşam…

İçimde bulunduğum koşullar nedeni ile kafam bile doğru dürüst çalışmıyor.

24.1.1960 Kendime acıyorum. Cehaletimin farkındayım. Aczimi idrak ediyorum. Duygularımın esiriyim. Ama yılmamalıyım. Mücadeleye devam.

Bundan böyle zamanı değerlendirmeye çalışacağım. Az okuyup çok düşüneceğim. Dinlenmeye ve düşünmeye daha çok zaman ayıracağım. Durmadan okumak beni yoruyor. Elime hiçbir şey almayacağım. Bir hafta istirahat…

25.1.1960 Gaziantep Emniyet Müdürlüğünde Bekçi Muhasipliği için sınava girdik. Sınava girenler üç kişi idi. Aşağıdaki soruya cevap veremedim:

“Bir bekçi ayda 200 lira alırsa Şubat ayının 15 sinde ne kadar alır?”

Yanıt: “100 lira…”

Meğer bordro düzenlemek gerekirmiş.

Böyle bir bordro hazırlayamadığım için sınavı kazanamadım.

Ne acıklı bir durumum var…

Hâla sınavın etkisi altındayım. Bu aciz ve cahil durumum çok zoruma gidiyor.

27.1.1960 Eşim içinde bulunduğum durumu anlamıyor. Bana karşı çok sinirli ve sert davranıyor. Kilimcilik yapamıyorum, debbağlık yapamıyorum. Çok zayıf ve halsizim.

Babamın, kardeşimin beni aşağılaması yetmiyormuş gibi eşim de beni aşağılıyor… Bana en ağır gelen de eşimin beni aşağılaması…

İnsan evinde rahat eder, yatağında huzur bulur… Ne evde rahat, ne yatakta huzur… Gün boyu aşağılanıp duruyorum.

Daha az okuyup daha çok düşünmek lâzım.

Eşim küstü gitti.

28.1.1960 Öğle üzeri Cumhur Yaşar geldi. Gaziantep Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip iş için dilekçe vermemi söyledi.

Hemen başvuruda bulundum. Müdürlükte çalışanlar bana elden gelen kolaylığı gösterdiler. Bir aksilik çıkmazsa işe alacaklar beni…

İyi hal belgemi Emniyetten alarak Milli Eğitim Müdürlüğüne verdim. Polisin istediği rüşveti vermek için bir yakınımdan ödünç aldım. Polise bir tomar kâğıt ve bir de evrak çantası aldım. Yoksa adam iyi hal belgeme vermeyerek beni oyalıyor… Gezici Başöğretmen Ömer Özbaş ile Millî Eğitim Müdürlüğündeki Başkâtip Sami Bey beni işe almak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar.  İşe alınmam için uğraşıyorlar.

Bu işe muhakkak girmem gerek. Bu iş benim yaşamımın dönüm noktası olacak…

Yalan yok, utanıp kaçma yok, ne kadar cahil ve yoksul olsam da mücadeleye devam…

30.1,1960 Cumhur beyden 12,5 lira borç aldım. Bir gün sonra 10 lira daha istedim. Ne sefil bir yaşam bu!…

1.2.1960 Bu arada günlük çalışma programı yapıyorum:

Pazartesi      : Düzgün yazı yazmaya ve ders kitaplarına çalışmak…

Salı               : Aritmetik –Geometri

Çarşamba     : Kuran

Perşembe     : Tarih-Coğrafya

Cuma            : Mesnevi Okunmasına devam…

Cumartesi     : Dinlenme ve İlkokul ders kitapları

Pazar            : Dinlenme, Dünya gazetesi, Pazar Postası…

Bu programa sadık kalıyorum. Nasıl olsa, işim gücüm yok…

Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde işe başladım…

 

MİLLİYETÇİLİĞİN İLK KOŞULU…

 

Maarif Kahvesi yanında bulunan gazetecide vitrine asılı duran gazetelere bakıyordum.

Bir de baktım Zekeriya Beyaz başucumda. Yılışık yılışık gülüyor bana… Zaten kötü niyetli insanlar gülerek yaklaşır insana…

Göz göze gelince:

“Selamünaleyküm!..”  diye selam verdi.

Biliyordu benim Türkçeci olduğumu. Bilinçli olarak beni kışkırtmak istiyordu…

Altta kalır mıyım, istediğini verdim:

“Günaydın!..” dedim…

Elektrik çarpmışçasına sarsıldı. Mosmor oldu …

“Niçin selamünaleyküm demiyorsun?..”

İşi uzatmak istemedim. Çünkü ağzımdan çıkan sözleri kötüye kullanacaktı.

“Ben, dedim, Türküm!.. Türk olan Türkçe konuşur… Sizler gibi Arap hayranı olanlar da Arapça konuşur!” diye kestirip attım.

+

1500 yıldır çırpınır dururuz bu Arap din ve kültürünün tutsaklığından kurtulmak için.

  1. yüzyılda yaşamış divan şairimiz Mesihi:

 

“Mesihi gökten insen sana yer yok

Yürü var gel Arap’tan ya Acem’den…”

 

Bu durumdan şöyle yakınır ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca:

“Bin dört yüz  yıldır uykuda hala,

Uyarmazsan uyanacak gibi değil!..”

 

Gaziantep’in Üç Hoparlörlü İmamı Zekeriya Beyaz da milliyetçilik taslıyor bana. Bu nasıl ümmetçi. Ümmetçi bir adam kavmiyetçi olur mu?..

+

Bunlar hem milliyetçiyiz diyorlar hem de Arap din ve kültürünün propagandasını yapıyorlar…

Milliyetçiliğin ilk koşulu Türkçeye saygı göstermektir…

 

Hayri Balta, 6.6.1961

 

KARDEŞİME CEZA

 

Kardeşim Hasan Hoca’ya gelerek:

“Öğrenci olmak istediğini…” söylemiş.

Hoca da:

“Hele gel git! Beğenirsen işi kolay…” demiş.

Hasan Hoca’nın bu sözlerine üzülmüş.

Hoca bir gün bana sordu.

“Kardeşinden ne haber?” dedi.

“Size öğrenci olacağını söylemiş ama bana bir şey demedi…”

“Peki ona dersin ki: Az da olsa Hoca’nın beş dakikalık zamanını almışsın. Hocanın zamanı kıymetli imiş… Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmeli imişsin…Şimdi Hoca’nın zamanını aldığın için bir lira vermekle cezalandırıldın. Yine gelip Hoca’nın zamanını alabilirmişsin. Fakat yine cıvırsan başına geleceği kimse bilmezmiş…” dersin dedi.

Hoca’nın söylediklerime kardeşime söylediğimde:

“Ben cezamı gidip kendim öderim dedi…” 7.8.1960

 

DİLEKÇE

 

16.8.1961: Hocanın bütün yazılarını yazmak yanında kimi öğrenci arkadaşların iş ve şikâyet dilekçelerini de ben yazardım.

İşte bunlardan biri:

+

Gaziantep Çimento Fabrikası

Müdürlüğüne

Gaziantep:

16.8.1961

1934 doğumluyum. Halk Dershanesini iyi derece ile bitirdim. Küçüklüğümden beri okuyamamış olmanın acılarını duyarak yaşarım. Bununla birlikte umutsuzluğa düşmedim. Yayın organlarından yararlanarak; gazete, dergi, kitap gibi elime geçen yayınları müspet ilmin ışığı altında okuyarak kendimi yetiştirmiş ve yetiştirmekteyim.

İçki kullanmam, sigara içmem. Geçimsiz değilim. Kabahat ve kusurlarım olursa inkâr etmem. Kabahat ve kusurlarımı bir daha yapmamak için bütün gücümle çalışırım.

Şimdi ise dokumacılıkla geçimimi sağlamaktayım. Askerliğimi alay kademesinde tamirci ve son olarak tabur komutanının şoförü olarak bitirdim.

Yeni açılan fabrikanızda tamirci veya şoför olarak çalışmak istiyorum. Eğer tamirci ya da şoför olarak çalışmam mümkün değilse; çimento doldurmak, çimento torbalarını düzenlemek, sarmak, paket yapmak vb işlerde de çalışabilirim.

İşe alınmam halinde istenen belgeleri getirebilirim. Gereken sınavlara da girmeye hazırım. Ahlakımdan emin olabilirsiniz. Elime, dilime, belime sağlam biriyim.

Sonuç olarak: Fabrikanızda çalışmak istiyorum. Durumuma ilişkin bir bölümde işe alınmamı arz ederim.

Saygılarımla,

  1. D.

N.D.

Tabakhane Sukenarında

Kebapçı Ş.D. eliyle

Gaziantep

 

PROGRAM

 

26.2.1961: Ortaokulu dışardan bitirmeye hazırlanıyorum. Kendi kendime program yapıyorum. Canım sıkıldıkça bu programları yineleyerek yapıyorum.

Daha önce de 5.1.1960’ta yapmıştım. Bundan anlaşılıyor ki ortaokulu dışardan bitirme kararım ciddi. Zaman zaman aklıma geldiği için yeniden program yaparak rahatlıyorum…

Pazartesi          : Türkçe Dilbilgisi kitaplarına çalışılacak

Salı                    :  Aritmetik Geometri Kitaplarına çalışılacak.

Çarşamba        :  Sosyoloji, İncil ve Kuran

.Perşembe       : Tarih Coğrafya kitaplarına çalışılacak

Cuma                : Tabiat Bilgisi Derslerine çalışılacak ve Mesnevi Okunacak

Cumartesi        :  Fizik Kimya

Pazar                :  Yazılar yazılacak, gazete, kitap, dergi okunacak…

Bütün bunlar yanında; felsefe, sosyoloji, İncil ve Kuran okuma hevesim de sürüp gidiyor.  Bakalım başarabilecek miyim?.. 26.2.196

 

SUSALIM MI?

 

9.9.1961: Kişinin gücü olsa, zamanı olsa, geçim derdi olmasa da bir günde karşılaştığı olayları, kırdığı potları, aldığı renkleri oturup da yazabilse her gün bir roman yazar gibime geliyor.

Şu satırları yazarken usumda sıraladığım beş altı konu var. Ama bende oturup yazmaya güç yok… Yazmak istiyorum dün başımdan geçen olayları.

İş satı yaklaştı. Sakalı kestirmek gerek. Çoluk çocuğa ekmek gerek. Bütün bunlara karşın kendimi güçsüz hissediyorum.

Gücüm olsa olaylarda kırdığım potlar güzel bir yazı konusu olurdu.

Örneğin dün Mahmut Bey’le karşılaştık. “Günaydın!” dedim kendisine. “Merhaba!” dedi bana öfkeyle. “Yahu, dedim, sen hem Türklük davası güdüyorsun hem de Arapların dili ile konuyorsun!”  dedim.

Bana: “siz devrim yobazısınız!” demesin mi? Bir de örnek verdi: “Ordu komutanları, askerleri ‘Merhaba Asker!’ diye selamlamıyor mu?…

Sonra beni suçlamaya başladı. “Sen geçen gün, Fevzi Çakmak için gerici dedin. İhanet ediyorsun ordunun paşasına. Kanıtla bakayım gericiliğini…” diye beni sıkıştırmasın mı? Ne desem aleyhime olacaktı…

Tartışmayı keserek kaleme geçtim. Kamil Ağa, ben selam vermeden bana: “ Aleykümselam!” deyince “Günaydın!” dedim ve ekledim: “Türk olan, aleykümselam demez, Günaydın!” der.

Bozuldu böyle deyince Kamil Ağa. ”Bozdun beni be Hayri Abi…” dedi.

Bozulsun ne yapalım. Binlercesi de beni bozuyor Türkçe’ye sahip çıktığım için…

Bu ne ki “Selamünaleyküm-Aleykümselam…” Bunlar karşısında susup sessiz kalmak daha mı iyi…

Hayri Balta

MUHTAR ATMAZ

 

29.11.1961: Muhtar Atmaz bizim Millî Eğitim Müdürlüğünde köy okulları yapan bir müteahhitti. İşe daha yeni başlamıştı. Öyle pek öğrenimi yoktu ama sağduyusu vardı. Temiz iş yapardı. Doğru dürüst bir adamdı.

Ben bu taşeronların ve müteahhitlerin hak ediş raporlarını yazarak avans almalarını sağlardım. Kimileri benimkileri öne al diye ricada bulunurdu. “Emeğini değerlendiririz…” derdi. Ama ben sıra dışına çıkmazdım. Muhtar Atmaz da benim bu huyumu bilirdi ve beni takdir ederdi. Bir gün hak ediş raporu yazdırmak için yanıma geldi. Odada İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay, diğer müteahhit ve taşeronlar da vardı.

Söz, nasıl oldu bilmiyorum Cezmi Öztemir’e geldi. Cezmi Öztemir benim dayım Tahir Öztemir’in büyük oğlu idi. İstanbul’da deri fabrikası vardı. Lise mezunu olduğu için askerliğini Gaziantep Mazmahor köyünde öğretmenlik yaparak bitirmek için gelmişti. O zamanlar lise bitirmişler için böyle bir kolaylık vardı. Tanınmış tiyatrocu Engin Cezzar da askerliğini öğretmenlik yaparak bitirmeye çalışıyordu. Gerek Cezmi Öztemir ve gerekse Engin Cezzar sık sık büromuza girip çıkarlardı. Cezmi Öztemir büromuza girip çıktığı halde beni tanımıyordu; ben de, “beni tanımayan bir adama nasıl sahip çıkayım!…” diyordum…

Konuşmalar sırasında Muhtar atmaz; sözü, Cezmi Öztemir’e getirdi:

– Bunun bir nenesi var. Her sene her camiye bir Isparta halısı hediye eder. Bunların kredisi hükümetten kuvvetlidir… Bunlar asil ailedir…

Cezmi Öztemir‘in nenesi (Babaannesi) benim de nenem (Anneannem) olurdu. Mustafa dedem öldüğü için nenem çocuklarının yanında yaşıyordu. Ne malı vardı, ne de mülkü, ne de emekliliği…

Demek istediğim öte yanında bir kuruşu bile yoktu. Değil öyle her camiye bir halı hediye etmek kendisinin üstünde oturacağı bir halısı bile yoktu.

Nenemin bu durumu beni çok üzerdi. Kazancım kendimden artmıyordu ki neneme yardım edeyim. Neneme yardım edememiş olmanın ezikliğini düşlerimde yaşarım. Kimi zaman “ben nasıl torunum neneme bir çorap bile alıp hediye edemiyorum” diye yakınırım. Bazen düşlerimde Neneme harçlık verdiğim olur…

Muhtar Atmaz’ı, o kadar kişinin yanında yalanlamayı doğru bulmadım. Gerçeği söylemiş olsa idim Muhtar Atmaz’ı utanca boğar, küçük düşürmüş olurdum…  “Ne sözünü ettiğin Cezmi Öztemir benim dayımın oğlu olur; ne de sözünün ettiğin Nenesi benim de Nenem olur” dedim.

Şimdi Muhtar Atmaz’la ne zaman karşılaşsam Nenem hakkında söylediği sözler aklıma gelir ve gülerim…

 

“MEVLANA GECESİ”

 

23.12.1961: Bizi sevenler öneri getiriyordu. “Yahu bunca zamandır müzikle uğraşıyorsunuz. Herkes merak ediyor, ne tür müzik yapıyorsunuz. Bir konser verin de müziğinizi tanımış olalım…”

Bu öneriler üzerine Hocamız konser vermeye karar verdi. Elbette konser için ön çalışma yapmak gerek. Başladık mı ön çalışma yapmaya. Aylarca çalıştık, hazırlandık. Konser vermeye hazır duruma geldik. Konserimizin adını da “MEVLANA GECESİ” koyduk…

Konseri, Öğretmen evi Salonunda (Eski Kilise ve Halkevi…) verecektik. Burasının salonu da sahnesi de büyüktü.

Konser günü salon yarısına kadar ancak dolmuştu. Gelenlerin çoğu Zekeriya Beyaz ekibindendi. O zaman Nurculuk akımı güçlü idi Gaziantep’te. 27 Mayıs devrimine tepkisel hareketlerin odak noktasını bunlar teşkil ediyordu.

Aşağıdaki gibi bir program listesi hazırladık. Bu programı gelen seyircilere vermek üzere çoğalttık. İşte program:

 

23.12.1961 Yılı “Mevlana Gecesi”ne ait “Musikide Hayat Dersleri Programı:

Eserin adı ve güftesi                                              Usulü                         Sahibi

  1. Dem, Nay ile… Dr.Emin Kılıç Kale
  2. Rast’a Giriş “ “
  3. Rast Peşrevi (1. ve 2. Hane) Sakil Benli Hasan Ağa
  4. Fıhristti Makamattan Rast Satırları Devr-i Revani Hindi Ahmet Avni Bey

“Kavli de kaddi gibi “Rast” olsa ger ol mehveşin

Hiç bükülmezdi beli uftade-i hasretkeşin”

  1. Rast Beste Fahte            Dr.Emin Kılıç Kale

Secdedir her kande bir büt görsem ayinim benim

Hah Müslüm tut hah kâfir tut budur dinim benim

  1. Rast Nat-ı şerif’ten bir parça Darb-ı Türki                Buhurizade Mustafa  Itrı Dede
  2. Hüseyni’ye Giriş              Dr.Emin Kılıç Kale
  3. Hüseyni Peşrevi, 1 ve 2. Hane Devr-i Kebir               Ahmet Dede
  4. Hüseyni Satırları, Fihristti Makamat’tan Düyek                        Ahmet Avni Bey

Pestten eyler niyaze, saydı çün ol dilberi

Dil bulup ruhsat “Hüseyni”ye çıkardı işleri”

  1. Hüseyni ayininden bir Parça Devr-i Revani Hindi          Lâ edri (Bilinmiyor)
  2. Hüseyni İlâhi Evsat                                “     “     “

“Ravzana çün yüz süren bulur eman”

  1. Hüseyni Nefes Ağır Düyek                            “     “    “

“Yüzün gördüm dedim Elhamdülillah”

+

Ne var ki konserin yarısında bizim milliyetçi ve mukaddesatçı seyircilerin tümü hep birden salonu terk etti.

Bizim Osmanlıcıları Osmanlı müziği sarmamıştı.

İşin en ilginç olanı ise böyle bir müzikle uğraşan bizleri başta Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç olmak üzere, milliyetçi ve mukaddesatçıların, “Komünist” diye Emniyete jurnallemesidir…

Bunların cehaletlerinin boyutunu bu örnek bile göstermeye yeter…

Komünistlik nerde… Biz nerde…23.12.1961

 

NEZARETHANEDE

 

Soğuk bir Şubat günü idi. Her taraf ayaz kesiyordu. Takvim yaprakları 2 Şubat 1962’yi gösteriyordu. Ben geceyi karakol nezarethanesinde geçirecektim.

Beni getiren memurun şef dediği, sertçe bir ifade ile: “Al şu sandalyeyi de geç içerde otur, sesini çıkarma!..” dedi.

İçerde bir somya vardı. Üstünde bir şilte… Pis pis kokuyordu

Verdikleri sandalyeyi somyanın yanına koydum. Ben de yüzüm kapıya dönük oturmaya başladım. Kapının anahtar deliğinden ışık sızıyordu. Ben de kapıdan sızan ışığa dönük oturuyordum. Karanlık odada kapının anahtar deliğinden sızan ışık insanı teselli ediyordu ve yaşama bağlıyordu. .

Atıldığım odanın tavanı yamuk bir biçimde idi. 4 metrekarelik daracık bir yerdi. Eski bir portakal sandığının parçalarını yan yana koyarak  oturak yapmışlar.

Yerde benden önce gelen konukların içtikleri sigaraların göpçükleri. Boş sigara kapakları, boş kibrit kutuları, sönmüş kibrit çöpleri…

Anlaşılan içerdekileri tuvalete götürmemişler onlarda odanın köşesinde ihtiyaçlarını gidermişler. Akan sidik uzantıları odanın ortasına doğru geliyordu. sidik kokusu insanın genzini yakıyordu.

Sağımdaki duvarın deliğinde ise buruşmuş yağlı kâğıtlar. Anlaşılan benden öncekiler helva ekmek yemişler, yağlı kâğıdını da duvarın deliğine sokuşturmuşlar…

Loş bir karanlıkta odanın duvarlarına bakıyorum. Benden öncekiler neler de neler yazmışlar duvarlara. En çok da adlarını yazmışlar; altına da girdikleri tarihi…

Niçin gözaltına alındığımı bilmiyordum. Düşünüp duruyordum. 2.2.1962

 

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

19.1.1962: Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden dolayı yakalanarak adalete sevk edilmiştir. 19.1.1962 TARİHLİ GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ

+

28.1.1962 İsmet Özüzümcü ile birlikte Öğretmenler Lokalinde oturuyorduk. İsmet Bey bana; “Gericilerin bize tertip hazırladıklarından, benim başıma gelenin bir şey olmadığından; gericilerin Emin Kılıç topluğunu mutlaka dağıtacaklarından toplumun bizden nefretinin Adliye, Emniyet ve diğer devlet dairelerine bulaşması sonucunda yasaya uyduracakları bir suçla bizleri suçlayacaklarını; bana bu tertibi uygulayanların gayet memnun olduklarını, maksatlarının bizi bu zan altına sokmak olduğunu bu zan altına girmemizin bile yeter olduğunu; Hoca’nın toplumun mukaddesatı ile oynadığını, öldürülmesinin normal olduğunu, Hoca’yı öldürenlerin Cennetlik olacağını umduklarını…” söyledi.

Gericilerin; “Bizlerin sol eğilimli olduğuna inandıklarını ille de dağıtacaklarını da…” ekledi. Konuşurken öylesine dikkatli idi ki K harfini söylemekten bile korkuyordu.

28.1.1962 Elçin yine rahatsızlanmıştı. İğne yaptırmak için Hoca’nın muayenehanesine götürdüm. Hoca ile konuşmaya daldık, unuttuk Elçin’e iğne vurmayı…

Hoca bana yine çıkıştı. Benim davranışlarım ile kendisinin davranışlarını karşılaştırdı. Bundan önce Zekeriya Beyaz ile bir çocuk daha gelmişti.Bu çocuklar 1. Şubenin adamları idiler…Hoca’nın ağzından suç sayılacak sözler almaya çalıştılar..

Ne biçim adamlar bunlar kimsenin kendilerinden başka düşünmesine tahammül edemiyorlar… İftira ile de olsa bizi ve de bizim gibi düşünenleri susturmaya çalışıyorlar.

Ajanlar gittikten sonra Hoca “Oğlak!” diye çıkıştı bana… Nefse mahkûm olduğumu, sakat düşündüğümü söyledi.

Bu konuşmalar sırasında Padişah, Cumhur Bey, Murat Bey, Kuşakçı da vardı.  Hoca’yı onaylayarak beni suçluyorlardı. . Ne cahil insanlar bunlar böyle…

Dikkat etmeliyim ben bunlara. Güvenmemeliyim hiçbirine…Ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl düşünürlerse düşünsünler.ben işimi sağlam tutmalıyım. Öylesine dikkat etmeliyim ki bunların diline düşmekten kurtulayım…

Artık Hoca’ya bile güvenmemeliyim beni komünist olarak suçladıktan sonra…

Ben çok saf biriyim. Düşüncelerimi söylemeden duramıyorum. Artık söyleyeceğime yazmalıyım…

+

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1.Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaate sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayandırmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

 

AKŞAMLAR

4.2.1962

 

Öyle yüksekçe bir tepeden güneşin batışına, bulutların kızıllaşmasına bakarak değil de; daha çok kentte, caddelerde, kaldırımlarda severim ben akşamları…

Kış günlerinin akşamları daha çok sarar beni…

Akşamları caddelerin görünümüne doyum olmaz.  Resmi iş yerleri, okullar, sinemalar boşalır akşam üzeri.

 

Derken arkasından okullar…

Kalabalıklardan geçilmez olur kaldırımlar…

 

İşte bu saatlerde işinden eve dönenler yok mu? Vurulurum onların evlerine dönüşlerine… Yorgun argın, düşünceli düşünceli bir yürüyüşleri var ki, seyrine doyum olmaz.

 

Elinde bir sepet; ya sebze, ya meyve, ya da başka bir yiyecek; muhakkak sepette ekmek…

Boynunu içine çekerek yorgun argın, dalgın dalgın gider evine erkek…

 

Bu kalabalık ortasında, akşam karanlığında,  birbirinin peşi sıra giden önü ve arkası renk renk ışıklı arabalar…

İnsanı yıldızlar alemine atar…

 

Hele cadde boyunca sıralanan dükkanların, mağazaların, işyerlerinin ışıkları…

Bu renk cümbüşünün kente verdiği görüntü bambaşka akşamları…

 

Akşamları ışıklar ortalığa çıkar;

Işıklar insanlara hava atar…

 

Bu ışıklar arasında evlerine dönenler yok mu?

Ne seyrine doyum olmayan bir görüntü olurdu…

 

Bu görüntüler arasında insanlar aynı duygularla evine doğru koşar;

Havadaki kuşlar de yuvalarına döner…

 

İşte akşamlar böyle olur bizim kentte.

Herkes evine döner; dolu dolu sepetlerle,

İçlerinde ekmekle, sebzelerle, meyvelerle…4.2.1962

 

ESİN GELMEDİKÇE

 

Yazı yazabilmek için kendimi zorladığım olurdu; bu zorlamalar esin geldi sanıp da masanın başına oturduğumda olur genellikle. Kağıdı önüme koyduğum, kalemi elime aldığım halde; bir sözcük yazabilmek için dakikalarca beklediğim olurdu. Kağıtla kalem burun buruna gelerek bir şeyler yapabilmek için  homurdanır dururdu… Ancak boşa, esin gelmezse ne yapsan boşuna…

Bu nedenle zorlamam kendimi. Muhakkak vakti saati gelmeli; yani esin gelmeli. O zaman kendiliğinden dökülür kağıt üzerine sözcükler…

İnsanın yazdığı yazıyı başta kendisinin beğenmesi gerekir; işte esin gelmeden yazılan yazılar beğendirmez kendini…

Bu durumda yazabilmek başlı başına bir derttir. “Ah! Bir başlayabilsem, gerisini getiririm!” dersiniz… Dersiniz ama esin gelmeden başlarsanız başladığınızı bitiremezsiniz… Yazılan sözcüğü siler, yeniden yazarsın. Karalar yine yazarsın.  Yazdıklarını beğenmezsin, buruşturarak atarsın… Yazma eylemi sıkıntıya dönüşür…

Başınızı ellerinizin arasına alır, alın derilerinizi ufalar, böylece kendinizi zorladığınız halde yine yazamazsınız. Bırakmak istersin yazmayı, kolay kolay bırakamazsın da…

Zaten böyle durumlarda yazmayı bırakarak, dışarı çıkıp biraz gezmek, bir parça hava alarak esin gelmesini beklemek gerekir…

Esin gelmeden yazmak için kendini zorlarsan; kafan don kazanı gibi olur. Yani sen öyle hissedersin. Kafanın içi bomboş… Büyükçe boş bir kazan gibi gelir insana kafası… Buna psikolojide sürmenaj deniyor.

Dedim ya, yazı yazabilmek için konunun içten doğup gelmesi gerekiyor. Zorlama ile olmuyor. Zorlama ile yazılan yazı da beş para etmiyor; yazıdan başka her şeye benziyor. Yüz karası oluyor yazar için esin gelmeden yazılan yazılar…

Muhakkak yazma isteği doğup gelmeli içinden. Zoraki yazsa da insan beğenmiyor yazdıklarını… Muhakkak esin gelmeli, yazı yazmak isteği içinden coşup gelmeli…5.2.1962

 

BİR BELEŞÇİ

 

Bir  ilkokul öğrencisi. 10-11 yaşlarında….

 

Koltuğunda bir deste gazete.

”Ulus, Akşam, Havadis yeni geldi!” diye bağırarak gitmekte.

 

Bağırarak gazete satıyor.

Hızlı hızlı koşarak elindeki gazeteleri satmak istiyor.

O kaldırımdan o kaldırıma, o dükkândan o dükkâna girip çıkıyor.

 

Bu arada 30-35 yaşlarında, kılığı kıyafeti düzgün biri çocuktan bir gazete istedi.

Ayaküstü eline aldığı gazetenin sayfalarını çevirip bir göz gezdirdi…

 

Küçük gazetecinin eli hava kalmıştı.

Ama gazeteyi alan para vermeye yanaşmamıştı.

 

Acele acele sayfaları çevirip bakıyordu. Aradığını bulamamış olacak ki gazeteyi katlayıp çocuğa verdi.

Çocuk ise bu kılığı kıyafeti düzgün adamın yaptığına akıl erdirememişti.

Gazeteyi geri aldı adamın elinden; diğer gazetelerin arasına koydu ve yeniden koşmaya başladı.

“Gazete, yeni geldi!”

 

Beleşçi benim kendisine baktığıma görünce hiç seslenmedi.

Yalnızca yılışık yılışık güldü ve çekip gitti.

 

VATANDAŞIMIZ…

 

15.2.1962: Bir vatandaş konuyor. Bilgiç bilgiç.

“Benim kızım Fatma Anamızdan yüksek mi ki koluna bilezik taksIn. “Hatta takarsan keserim, demişim kendisine… Fatma anamız koluna bilezik takmadı ki…”

Nerden biliyor Fatma anamızın koluna bilezik takmadığını…

Bu 1400 yıl önceki yaşama özenmek neden?

Benim bunu bir türlü aklım almıyor…

 

HASAN KAYA ÖZTAŞ…

 

16.2.1962: Öğretmenler Lokalini işleten Kaya Öztaş’ın Sabah gazetesinde bir yazısının çıkması üzerine Yeni ülkü Gazetesinden Kovboy İbrahim yanıma gelerek Kaya Öztaş hakkında yazdığı yazıyı okudu. Kaya Öztaş aleyhinde atıp tutuyordu, esip yağıyordu:

“Biz adamın sinkaf… Onların Sabah’ı varsa bizim de Yeni Ülkü gazetemiz var. Biz adamla yayın yolu ile baş edemezsek başka yoldan çaresine bakarız. Daha olmazsa matbaaya çeker icabına bakarız…” derken Kaya Öztaş’a hakaretlerini sürdürüyordu. “Bıçak atmaktan, kırmızı boya çalmaktan!..” söz ediyordu. “Kendisini gel kahve içelim diye matbaaya çağırırmış da, mahzene indirip icabına bakarmış da…”

Kaya Öztaş’ı, 20 öğretmen 20 koldan aramışlar, bulamamışlar. Bulsalarmış icabına bakacaklarmış; ama bulamamışlar… 2. Şubedekiler de aramışlar Kaya Öztaş’ı; ama bulamamışlar… Kaya Öztaş kaçmış… Gazi Terbiye’de okuyormuş şimdi…

Bir ara dönüp gitmek istedi. Gidemedi, yeniden döndü. Yine kıpkırmızı, kendinden geçmiş bir şekilde: “Beni mi çağırdınız?” dedi.

Sakin ve doğal bir ses tonu ile:

“Hayır!” dedim.

Sessizce uzaklaştı gitti işyerimden… Huzursuz bir hali vardı. Elinde Aziz Nesin’in Zübük adlı haftalık gazetesi vardı.

Sanıyordu ki benim Kaya Öztaş ile temasım vardı. Duyduklarımı Hasan Kaya’ya iletecektim…

Ben de solcuyum ya… Ne denli peşin hüküm taşıyorlar bu solcular hakkında… Akıllarına solcuları yok etmekten başka bir şey gelmiyor..

Kovboy İbrahim bu işe benimle birlikte çalışan Ahmet Bucaklı’nın da canının sıkıldığını söyledi. Ne çıkarmış canım öğretmenler lokalinde oyun oynanırsa… Oyunun oynamak da psikolojik bir ihtiyaçmış…

Kovboy’un yanındaki öğretmen bana: “Kaya Öztaş, hakkımızda atıp tutuyordu…”

Ben de:

“Doğru, atıp tutuyor…” diye kendisine hak verince sesini çıkarmadı.

Benden bunu beklemiyordu. Beklediği benim Kaya Öztaş’a sahip çıkmamdı. İşyerinde tartışmaya neden olur muyum?…

Anladım ki bir odada çalıştığım Ahmet Bucaklı Yeni Ülkü gazetesi ile irtibat halinde… Benim hakkımda onlara bilgi aktarıyor…

Nasıl çembere almışlar bizi…

+

Dün sorgu yargıçlığında ifade verdim. İki saat sürdü. Yargıç soruları uzattı da uzattı.

Sorgu Yargıçlığına girerken; kapıda, Zekeriya Beyaz’ı, Necdet Sevinç’i ve diğer muhbirleri gördüm.

Bir şaşkınlık ve telaş içinde idiler. Nurculardan bir tanık daha vardı; baktım, o gitmiş…

Bu nurcu, bizim derse gelerek Haysiyete sahip çıkmıştı… Anlaşılıyor ki hepsi derslere casusluk amacı ile gelmiş gitmiş…

 

ÇEMBER DARALIYOR…

 

1.3.1962 Kuşakçı ile birlikte Tabakhaneye doğru giderken Ticaret Sarayı önünde Bekir Kaynak’la karşılaştık. Bekir Kaynak Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’le birlikte hareket edenlerden…

Bekir Kaynak, bizi görünce bozuldu, sıkıldı, kızdı, kızardı… Hızlı adımlarla önümüzden geçip uzaklaştı. Bir ara dönüp bize baktı. Suçluluk duygusu içinde biraz da mahcup bir görünümde…

Akşamına bir de baktım Hoca’nın muayenesinde. Anlaşılan bir şeyler sorup bir şeyler yakalamak derdinde.

Adamlar bize çembere almışlar ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yok…

 

İŞTEN ATILMAK…

 

2.3.1962 Saat 15’te Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan Bey’le koridorda karşılaştım. Bana: “durumlar nasıl?” dedi.

Ben de:

“İyi, herhangi bir sorun yok!” dedim.

“Bu günkü gazeteleri okudun mu?” dedi ve devamla: “Git bir kere İsmail beyle görüş. Olmazsa bir istifa mektubu yaz!” Böylesi daha iyi olur. Yoksa ben atmak zorunda kalırım… Bu da senin için olmaz!.. “ dedi.

İsmail Bey, Sicil İşlerinde memur… Memurların sorunlarına o bakar.

Bu “İstifanı yaz getir!” sözü beni şok etti. Hiç beklemiyordum. Demek ki baskı var, korkuyor adamcağız,

Bu durumda benim Vali Beye çıkmam gerektiğini anladım. Ertesi gün sabahleyin erkenden, 8,30’da Valiyi makamında ziyaret ettim. Kısaca olayı anlattım. “İşten atılmamamı, duruşmaların sonuna kadar beklenmesini….” rica ettim.

“Olur!” dedi. Böylece işten atılmaktan kurtuldum…

 

UCUZ KURTULDUK…

 

15.3.1962: Bu gün izinliyim. Çocuklara çiçek aşısı yaptıracağım. Hükümet konağı önündeyiz… Bir ara Elçin yanımdan uzaklaştı. Birde baktım bir araba Elçin’in üstüne doğru geliyor…

Elle işaret ettim. Araba durmadı, Elçin’e doğru geldi, geldi… Bu durumu görenlerin yüreği ağzına geldi ve korkudan bağrışmalar oldu. Elçin bunun üzerine tehlikeyi sezdi ve birdenbire dönüş yaptı ve arabanın kendisini ezmesinden kurtuldu.

Korku içinde bağırarak jeepin arkasından koştu, yanıma geldi.

Hâlâ o sahne gözümün önüne gitmiyor… Çünkü araba Elçin’i az daha ezecekti. O an elim ayağım titremişti…

Bu Elçin’in ikinci ölümden kurtuluşu:

Birincisinde beş metre yüksekliğindeki yazlık tahtan düşmüştü.

Şimdi ise arabanın kendisini çiğnemesinden kurtulmuştu…

 

BİR AJAN…

 

15.3.1962 Emniyet Müdürlüğü önünden geçerken açık kapıdan Zekeriya Beyaz’ı Emniyet Müdür Muavini ile görüşürken gördüm. Zekeriya Beyaz haftada en az bir kere Emniyet Müdürlüğüne gelirdi ve ben kendisini Milli Eğitim müdürlüğündeki pencereden görürdüm. Öylesine bir sevinçli gelirdi ki emniyet Müdürlüğüne görülmeye değerdi…

Ne var ki ben bunun, Emniyet’e ajanlık yaptığını kendi itirafları sonucu öğrendim.

Ne kadar saf bir adamım ben…

 

YAZI KONULARI…

10.3.1962

  1. Yazdıklarımın vebali yanlış anlayanların boynunadır.
  2. Babamın termometresi
  3. Çocuklarımıza takılan altınları satarak odun aldık.
  4. İlkin sokaklarda konuşan Sokrat gibi…
  5. Andre Jit’in “Ayrı Yol” adlı kitabını okudum. Hannup çekirdeği gibi…
  6. Gaziantep’in tanınmış öğretmenlerinin ürke ürke derse girmeleri…
  7. Beddua eden Allah K. 3/119, 111. süre.
  8. Kötü şefaatte bulunanların ondan payı vardır. K. 4/85
  9. Arabacı, kapıcılık yapan, kestaneci, şerbetçi, kuşakçı kalfaları, altmışından sonra masıra saran kilimci kalfası,
  10. “Biz öğrenciyiz; sen bize vereceğin kitaplarda okuyacağımız yerlerin çiz de öyle ver!..” dyen teyzem oğlu Necdet Sevinç. Meğer altını çizerek verdiğim bu dergileri götürüp Siyasi Şubeye verirmiş: Hayri Balta bize komünistlik propagandası yapıyor diye…
  11. Benden gazete istemeleri ve Nazım Hikmet hakkında soru sormaları…
  12. Teyzemoğlu’nun Necdet Teymur’un kırtasiyeci dükkânında elimde gördüğü İmece dergisini istemesi…
  13. Köy Enstitüleri konusundaki tartışmam…
  14. Aysel’in sorununu bana bildirmesi…
  15. Midesi alırsa insanın yapmayacak şeyi yoktur… Anayasa’nın 20 maddesi…
  16. Necdet Sevinç’e okuması için Kuran vermem…
  17. Yön dergisindeki grafiği göstermem…
  18. Bekir Kaynak’ı, Fakir Baykurt’un Onuncu Köy adlı romanının okuması için görevlendirmem…
  19. Derslerine çalışırsan kopya çekme ihtiyacı duymaz; huzur içinde sınavlara girersin. Bu ruh hali, insanın Cennet’e olmasını…
  20. Kime komünist diyorlarsa onun kitaplarını okuyun…
  21. Niçin yaralı kuş gibi çırpıyorsun?..
  22. Necdet Sevinç bana şöyle diyor: “Biz sizinle tanışmakta niçin bu kadar gecikmişiz…” Bu sözleri bana söylerken rol yapıyordu. Sözde ağlamaklı ve üzüntülü bir şekilde tanışmamakla kaybının olduğu söylüyordu…
  23. Aziz Nesin’in Adana’ya gelişini protesto eden gericiler; yakalanınca: “Biz onun lehinde nümayiş yapıyorduk!” demeleri. Ne şahsiyetsiz insanlar bunlar…
  24. Beni bunlara kitap vermeye iten nedenler: Komünist dedikleri insanların nelerden söz ettiklerini görmeleri içindir…
  25. Ayine tuttum özüme, Allah göründü gözüme…
  26. Rum genci Suryanus olayı…
  27. Yunus Emre’nin bir ben var bende benden içeri…
  28. Nesimi konusu…
  29. Aklı Selim kitabındaki hadis…
  30. Mevlana’nın şiiri….
  31. “Ben görmediğim Allah’a tapmam.” Hz. Ali’nin sözü…
  32. Üç dükkânın önünü örnek göstermem…
  33. Necdet Sevinç, Zekeriya Beyaz ve arkadaşlarına göre Millî Eğitim Bakanı başta olmak üzere tüm bakanlar komünist…
  34. Bana “Mahkemenin sonucunu bile biliyoruz…” diyorlar.
  35. Birinci Şube Şefi, benim için, komşumuz Memik Çavuş’a (Memik Güzelhan) “Asmalı bu adamı asmalı!” demiş. O da gelip bana söylüyor…
  36. Gavur Ali, benim hakkımda “komünisttir o!” sözleri üzerine: “Öyleyse görüşmeyelim bu Hayri Balta ile…” diyor…
  37. Beni birkaç kişi ile görüşürken gören bir memur: “Az daha konuşmasına müdahale edecektim. Zehrini bu masum çocuklara akıtmasın!” diye…
  38. Bir yoksul işçinin kahvede sobanın başında katıksız somun ekmek yemesi ve yerken de herkese buyur etmesi…
  39. Birinci Şube şefi babama: “Bu mikroların kökünü kurutmalı!..” demiş.

         Bu 39 konuda yazı yazmak için not almışım. Ancak olaylar öylesine gelişti ki dönüp bakmaya bile zaman bulamadığım için çoğunu unutmuşum. Tam elli yıl sonra bu notlarıma bakıyorum… Demek ki insan aklına güvenmemeli. Yazacaklarını gününde yazmalı ya da yazacaklarını bütün ayrıntıları ile not etmeli…

 

SELÂMÜNALEYKÜMCÜ!..

 

12.3.1962: Daireden çıktım. Gazete satıcısı İhsan Genç’in dükkânının önünde duran gazete ve dergilere bakıyordum. Birde baktım Bay Casus Zekeriya Beyaz “selamünaleyküm!” diyerek yanıma sokuldu. Döndüm:

“Günaydın!” dedim.

Sinirlenen Zekeriya Beyaz yeniden:

“Selamünaleyküm!” dedi.

Ben de yeniden:

“Günaydın!” dedim…

Bay Casus yeniden “Selamünaleyküm!” dedi ise de ben hiç sesimi çıkarmadım.

Bay Casus, başladı abuk sabuk konuşmaya. Sesimi çıkarmayarak yanından uzaklaştım… Çünkü “İncil’de domuzun önüne inci atma!” diyordu.

Peygambere yapılan Ayşe iftirası gibi bunlar da bize iftira ediyorlar. Yunus Emre’yi de sorguya çeken bir Molla Kasım gelmedi mi?…

+

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

+

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışarıdan bakanlar da bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var, var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa…

Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

 

ÖNEMLİ OLAN…

 

27.6.1962 Kuran’da Recm konusunu incelerken (K. 5/44-45: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimdir, kafirdir…) o günün koşullarını göz önüne almaksızın aşırı bir hassasiyet göstermemem gerekir.

Bu sırada beni rahatsız eden Elçin’i, Gülçin’i ve de eşimi üzücü davranışım; o anda kendime hakim olamayışımdan olmuştur.

Bu gibi işlerde Kuran araştırmalarım geriye bırakılmalıdır; çünkü Eşimi ve çocuklarımın gönlünü kırmaktansa kitabın kapağını kapatmak daha doğru bir davranıştır.

Önemli olan önce iş, sonra eş ve çocuklar, sonra da akraba ve dostlardır…

 

 

KOMiNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1 Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaata sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

+

Not: Gazeten olduğu gibi alınmış herhangi bir düzeltme yapılmamıştır. Adamlar KOMÜNİZM yazmaktan aciz…

 

HEYECANLI BEKLEYİŞ

 

Doğrusu iyi dayanıyor Eşim… Çekilecek şey mi aile yaşamım benim…

Yoktur evde ağza atacak; odun kömür gibi yakacak…

Üç çocuk, bir de babam…

Ailemin geçimi içindir bütün çabam…

Doğrusu iyi dayanıyor eşim Yener…

Çekilir mi yoksulluk içinde bir yaşam…

 

İçimde bir acı var, yanıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor bana kurulan bu tuzak… Bunların bana tuzak kurduğunu fark edememiş olmamı hiç hazmedemiyorum.

Yeryüzünde benim gibi basireti bağlanmış ikinci bir adam olabilir mi?

Hele şu gazetelerde hakkımda yapılan ifşaat anonslarına ya da tehdidine bir anlam veremiyorum doğrusu. Ben uyurken ne hesaplar yapıyormuş bu adamlar.

İki yıl boyunca ne söylemişsem not etmişler anlaşılan. Şimdi de bunları gazetede yayınlayacaklarını yazıyorlar.

Çok şeyler söylemişim muhakkak. Hatırlayamıyorum şimdi ne söylemiş olduğumu… Söylenmemesi gereken sözleri nasıl olmuş da söylemişim, ona yanıyorum…

Beni gördükleri zaman elleri ayakları dolaşıyor. Kaçacak delik arıyorlar, utanıyorlar, kıpkırmızı oluyorlar. Buna karşın aleyhimde yazılar yazmaya hazırlanıyorlar. Ne biçim adam bunlar?..

Olacak iş mi bu? 27 Mayıs düşmanı, gerici ve çağdışı zihniyet sahibi insanlar toplumda söz sahibi olsunlar Benim gibi cahil birini; komünist diye yaftalayarak emniyeti ve yargıyı peşime düşürsünler… Buna bir anlam veremiyorum.

Gerçi tutuklanmayacağıma, tutuklu olarak alıkonulmayacağıma, yapılacak duruşma sonunda, hakkımda men’i muhakeme kararı verileceğine ve temize çıkacağıma bütün benliğimle inanıyorum.

Ama yine de bir korku, bir heyecan var içimde. 24.2.1962

 

KONUŞACAK YÜZÜ YOK!

 

Millî Eğitim Müdürlüğünün Halkevi karşısındaki Kitap Satış dükkânın önünde, Necdet Sevinçle karşılaştık.

Selam verdim, almadı… Her herhangi bir şey de demedi. Beni görmemezlikten geldi.

“Ne oo! Selamımızı da mı almıyorsun artık?” dedim…

Hiç seslenmedi, kafasını yere dikerek uzaklaştı gitti.

Ne diyebilirdim, konuşmazsa zorla konuşturacak değilim ya. 25.2.1962

+

DAYAN

 

Ne sağdayım, ne de aşırı solda

Dayan Hayri Balta dayan

Çok iş gelecek başına bu yolda

 

Ne sağla, ne aşırı solla ilgim var

Her ikisinden de

Ürkekliğim var, ürkekliğim var…

  1. B. 25.2.1962

 

ASPRİN BAYER

 

Çoktan geçmiş otuz yaşını

Çekse koparır öküz başını

Ayağında çarpana

Her adımda sallanır da sallanır

Şalvarının ortası…

 

Bir karton kutu elinde,

Girdi Öğretmenler Lokal’ine,

Lokaldekiler  baktı kötü kötü:

“Bunun ne işi var Öğretmenler Lokali’nde!..”

O ise ekmek parası derdinde…

 

Ayağında çarpana, kıçında şalvar

“Aspirin Bayer, Aspirin Bayer!..”

Emekçi kardeşim Aspirin Bayer satar!..

25.2.1962

 

BİR BU EKSİKTİ

 

31.3.1962: Millî Eğitim Müdürlüğü Okul Yaptırma Bürosu’nda yazman olarak çalışıyorum. Benimle birlikte Müslim Yeniay adında bir inşaat Teknikeri var. Bir de Ahmet Bucaklı adında Yapı Kalfası.

Durup dururken Ahmet Bucaklı bana:

“Sana bir şey soracağım… Kızmayacağını biliyorum…”

“Sor ne soracaksan. Kızmam…”

“Senin baldızın var mı?”

“Var!”

Bocalayıp duruyordu. Dilinin altında bir şey vardı, söyleyemiyordu…

“Söyle, söyle… dedim, Çekinme…”

“Sen, baldızını satıyormuşsun, öyle mi?”

Bu dedikodular gazetelerin hakkımdaki yayınları üzerine çıkıyor böyle… Kim bilir daha neler söyleniyor aleyhimizde…

“Yok, böyle bir şey… Kim söylemişse yalan söylemiştir…”

“Ne bileyim ağam… Hatta o çocuk bana böyle der demez… Yok yahu!. Ben Hayri Beyi tanırım, bizim yazmanımız… Ben o adamın karakterini bilirim. Öyle bir şey olsa saklamaz… dedim. Dedim ama yine de bir de sana sorayım dedim…”

Güldüm sessizce… Bu Ahmet Bucaklı ne safmış böyle… Hemen de inanıyor her söylenene…

“Yok, öyle bir şey… Olsa alır parayı sana da satardım. Hazır müşteri çıkmışken…”

Bana sakin ve sabırlı olmak düşüyordu. İşyerinde kavga çıkarırsam beni işten atmak isteyenlerin eline tutamak vermiş olurdum. Ben bu düşünceler içinde ya sabır çekerken… Ahmet Bucaklı anlatıyordu:

“Eşimle cinsel bakımdan uyuşmazlığımız var. Bu nedenle sık sık kavga ediyoruz… Eğer eline bir kadın geçerse bana haber ver. Onu ikinci eş olarak alacağım… Buna eşimi de razı ettim. Bana ses çıkarmayacak…”

Anlaşılan o ki; beni kadın satıcısı olarak görüyor Ahmet Bucaklı… Ölür müsün, öldürür müsün? Yoksa ağzının üstüne bir tane indirir misin?..

Ağzının üstüne bir tane indirirsen, adımız işyerinde kavga çıkartmış olacak… İşveren de tutup bizi dışarı koyacak…31.3.1962

+

Hayri Abi,

Evet, Yılmaz Güney’i de böyle tahrik etmişlerdi.

Saygılar…

  1. Yalçın Efe, 15.7.2009

 

 

CHP OY KAYBEDİYOR…

 

1.4.1962 Sabahleyin Naip Hamamına gittim. Aradı sırada giderim. Naip hamamını da çok severim.

Vardım ki hamam da Sait Nakkaş adında CHP’li bir dost var…

Beni güler yüzle karşıladı. Kafa dengi birini bulduğu için sevindiği belli oluyordu.

“Merhaba… Hoş geldin…”

“Merhaba, hoş bulduk…”

“İşler ne âlemde, bu işler böyle sürüp gitmez. “

27 Mayısçıların işi gevşek tuttuklarını anlatmak istiyordu.

“Merak etme, iyi olacak… Her şey düzelecek. Başımızda İnönü var… Korkma!”

“Sen başımızda İnönü var diyorsun ama işçiler yoksulluk ve işsizlik içinde. Öbür semtlerde eski Demokratlardan arkadaşlarım var… Bilmezler benim Cumhuriyet Halk Partili olduğumu. Konuşmalarını dinliyorum da; Gürsel’i, İnönü’yü, Başol’u (Yassıada Mahkemesi Başkanı) asmaktan, kesmekten söz ediyorlar. Bunu bizimkiler yapmadı. Yapmalılardı bir temizlik… Analarını bellemelilerdi…

“Ey işte kıymadılar. Kardeşkanı dökülmesin istediler…”

“Ne kardeşi yahu! Bunlar gâvurdan, çıfıttan da kötü… İhtilal sabahı Demokratların en kodamanı dahi; ‘âha malımız, âha mülkümüz… Hepsi sizin olsun. Yeter ki bize karışmayın, canımıza kıymayın…’ diyorlardı. Şimdi değil onlara, bir sakatçı uşağına bile söz söylenmiyor. Geçen gün eşeğinin üstünde değirmene un götüren köylü, eşeğine vurunca: ‘Vurma tecrübeli kaptana, sıkıştırma tecrübeli kaptanı!” diye kinayede bulunuyorlardı. Tecrübeli kaptan dedikleri İnönü idi… Eşeği İnönü yerine koyuyarlardı…Böylece bizlere söz atıyorlardı…”

“Korkma bunlar böyle edepsizlik ederse, Ordu yine gelir. O zaman da hiç acımaz…”

“Ordunun gelmesi iyi mi ki? İki sırması olan başımıza belâ kesilecek… Gene de İnönü bu iki sırmalılardan iyi….”

Bu sözlerinden sonra biraz durdu düşündü. Yeniden söze başladı:

“İnönü’yü de gördük. Bu ise bir şey değil! Allah başımıza Atatürk gibi bir adam göndere de bu milleti kurtara… Yoksa ne halkçıyım diyesim ne de bunlara oy veresim kaldı… Aha senin oğlunun çükünü alırlar oy yerine… “

Daha da söyleyecekleri vardı. Anlaşılan Sait Usta’nın işleri kesat gidiyordu…

Ancak benim zamanım kalmamıştı.

“Benden de oy alamazlar, geçti artık!” diyerek kurnama girip yıkanmaya başladım.

Bu sıralar da Türkiye İşçi Partisi soldakilerin oyuna talip olmaktaydı…1.4.1962

 

BENİM KAFADA İMİŞ…

 

Köşe başındaki kitapçıda kitaplara bakıyorum. Elime Ahmet Refik’in bir şiir kitabı geçti.

Baktım, bana gelmez, yerine koydum.

Kitapçı:

“Ahmet Refik sağlam!”

Kitapçının bu sözünden bir şey anlamadım. Sordum:

“Yani sağ mı demek istiyorsun?”

“Yok, ölü…”

“Peki ne demek istiyorsun sağlam demekle?..”

Alaycı alaycı…

“Ahmet Refik de senin kafada demek istiyorum!” demesin mi?

Ne diyeceğimi şaşırdım. Şeytana lanet edip sesimi kestim…

“Ne varmış benim bu kafamda?” diyemedim.

Desem tartışma çıkacaktı…  4.4.1962

 

MASON KAHVESİ

 

Tabakhanedeki Çarmelik kahvesine oldum olası yaz günleri kimse gelmez. Issız olduğu için biz Tabakhaneli Emin Kılıç öğrenciler ara sıra gidip çay içeriz.

Bizim orada oturup çay içmemiş kimilerini rahatsız etmiş.

“Orası mason kahvesi…” diye kimse gelmiyormuş.

Bu dedikoduları ciddiye alan kahveci üç dört akşamdır kahvedeki radyoyu sonuna kadar açarak Kuran okutuyor. Böylece mason olmadığını, Müslüman olduğunu kanıtlamak istiyor.

Zavallı kahveci.. Zaten yaz günleri müşteri gelmez. Bizleri de kaçırınca hiç müşteri bulamayacak…4.4.1962

 

PARA İLE DERS…

 

Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’yı, “Sağa sola saz dersi veriyor. Nayını da satacakmış…” diye hocaya şikâyet etti.

Hoca da:

“Bizim hakkımızı versin de ne yaparsa yapsın…” dedi.

Dışarı çıktık Yolda gidiyoruz. Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’nın kendisine yaptığı öneriyi anlatıyordu.

Sözde Boyacıbaşı:”Bana parası ile nay dersi verir misin?” demiş.

Kendisi de

“Olur!” demiş…

Ben de

“Nasıl olur? İçeride, para ile ders veriyor!” diye adamı Hoca’ya şikâyet etmiştin. Şimdi de sen para ile ders vermeye kalkıyorsun? Bu nasıl oluyor?” deyince

“Parası ile değil mi, isteyene veririm!” demesin mi?.

Oysa bizde, hele öğrencilerin birbirine para ile ders vermesi en büyük cezayı gerektiren davranışlardan biri idi.

Şu insanoğlu ne tuhaf…4.4.1962

 

HUZURSUZLUK

 

Gece yarısı uykum kaçtı. Kalkıp bir döşek serdim yere. Yerde yatmak daha rahat geliyor bana. Gerçi yerde yatarken tabanın soğuğu belime vuruyor ama hiç olmazsa sık sık uyanmıyorum.

Karyolada yatarken rahat edemememin nedeni ağlayan çocukları eşimin yatağa almasıdır. Çocukları emzirirken, uyutmaya çalışırken ben de sık sık uyanıyorum. Çocukların ağlaması beni bir türlü uyutmuyor. Çocuklardan biri ağlamaya başlayınca diğerleri de ağlamaya başlıyor. Sanki sözleşmişler gibi birbirleri ile yarışıyorlar.

Yerde yatarsam da soğuk alıyorum tabandan. Böbreklerim ağrıyor.   Karyolada yatarsam uyuyamıyorum çocukların kulağımın dibinde ağlamasından…

Şaştım kaldım… 17.4.1962

 

EN BÜYÜK YANILGIMIZ…

 

20.4.1962: Bu günden öteye günlük tutmaya zorlayacağım kendimi. Çok yararı oluyor bana günlüklerimin. Huzurluğum gidiyor, boşalıyorum, rahatlıyorum…

Ancak günlüklerimi yazacak sakin bir ortam bulamıyorum. Evde çocuklar rahat vermiyor. Tek odalı bir evde de rahatça yazılmıyor… Hanım da rahatsız bu durumdan.

Akşam derste siyasi olayları tartıştık. Siyasal durumu buhran olarak adlandırdık. Ne zaman buhrandan kurtuldu ki bu memleket. 27 Mayıs devrimine “Geri tepen bir hükümet darbesi dedik!” Yeni bir darbenin olacağını sanmayan Hocamıza karşın ben yeni bir darbenin yakın olduğunu hissediyorum. Karşı devrimcilerin susturmak için bu kez Ordu’nun daha sert önlemler alacağını sanıyorum.

Ordu’ya da pek güvenim yok ya… Bizim en büyük yanılgımız Ordu’yu ilerici, solcu görmek…

Her şeyimiz bozuk. Osmanlıdan bu yana bozuk. Düşünüyorum, düşünüyorum da demokrasiden başka çıkış yolu göremiyorum.

Özgürlüğün değerini bildiğimden; totaliter bir yönetimi istemiyorum. Özgürlük tatlı şey, kutsal bir şey! Hem kendim için, hem de halkım için özgürlük vazgeçilmez bir hak… Ama şimdi o özgürlükten de yoksunuz.

Adamsan ülkenin kalkınmasını iste. İşçiye, köylüye, yoksula acı, merhamet eyle… Kötü gözle bakıyorlar işçi haklarından söz edene… ”Komünist mi acaba?” diyorlar. Kaderimiz böyle diyeceksin bütün toplumsal adaletsizliklere…

Böylelikle hem kendimizi aldatacağız, hem de kişiliğimizi zedeleyeceğiz… Hayır, hayır… Olmaz olsun böyle yaşam…

Toplumsal adaletsizlik karşısında sessiz kalmaktan utanıyorum. Gerçek kişiliğimi yansıtamıyorum. Bu da bana utanç veriyor…20.4.1962

 

HOCA’NIN SÖZLERİ

 

21.4.1962: Gaziantep Sabah gazetesinin 5.4.1962 tarihli nüshasında lehimizde olan bir yazıyı Hoca gösteriyorum. Yazı, Hoca’nın ilgisini çekiyor. Ve şöyle bir emir veriyor. Bu emri de ben yazıya geçiriyorum:

Kâtip (Kebuter) bu nüshadan yeteri kadar temin edip parası karşılığında bütün canlara verecek… İstanbul ve Ankara’daki canlar da dahil…

Memur olan bütün canlar bu yazıyı, beraat kağıdı çerçevesinde ellerinde bir silah gibi kullanacak.

Padişah ve Cumhur bu yazıyı muhiplere (Bizi sevenler…) de okuyacaklardır.

Cumhur: Kara Hayri’ye, Cingöz Beye,

Padişah: İsmet, Nejat,Celal Bey, (Av. Celal Kadri Barlas),Av. Hayri Öztaş, Av. Ekrem İzgi…

Faydalanmada parola şu: “İşte Allah = Gizli kanunlar…:

Yazı özetle şöyle diyordu: “Hoca’nın söylediklerinin yasaya aykırı olmayıp; ancak, sözlerinin bir maksad-ı mahsusa matuf olarak yayınlamak suçtur …“

 

23 NİSAN

 

23 Nisan 1962 Ulusal Egemenlik Bayramı; köylüsü, kentlisi;

Yola dökülmüş. Tribüne dizilmiş eli biletlisi.

 

Dairenin bahçesinden izliyorum öğrencilerin geçişlerini…

Yanımda getirmişim izlesin diye büyük kızım Elçin’i…

 

Türlü giysiler içinde, türlü acayiplikler…

Kimine şalvar, kimine çarşaf giydirmişler.

 

Kim çocuklar da dansözler gibi giydirilmiş;

Adına da melekler takımı denmiş…

 

Çok da masraf yaptırılmış çocukların analarına, babalarına…

Öyle gariplikler, öyle acayiplikler ki;  yapmacık geliyor insana.

 

Seyircilere sürpriz yapılacak…

Seyirciler baktıkça şaşıp kalacak…

Bayrama katılanlar yanında

Analar babalar mutlu olacak…

 

Hele o bayan öğretmenler güzellik yarışmasına katılıyorlarmış gibi;

Açık saçık giyinmiş hepsi, defileye çıkıyorlarmış gibi…

 

Ellerinin, gözlerinin boyası da cabadan…

Gerçek yüzleri görülmüyor boyadan…

 

Ya o saçlarına verdikleri şekiller…

Anlaşılan artistlere özenmişler.

 

Bizim Aysel bile erkenden berbere gitmişti.

Altı lira vererek kendisini tanınmaz hale getirmişti.

 

Aklıma; karın tokluğuna kendini satan kadınlarımız geliyor.

Onların varlığı bayramı burnumdan getiriyor… 23 Nisan 1962

 

SANKİ SUÇ İŞLEDİK…

 

27.4.1962: Öğle yemeği için eve gittim. Eşim yemeği yetiştirememiş. Yemeğin pişmesini beklesem işe gecikeceğim.

Girdik ikinci sınıf bir lokantaya.  Aşçıya:

”Ne önerirsin bize?”

“Bu gün kıyma kebabı güzel! Bunu öneririm size…”

Çok sürmeden kıyma kebabı geldi önümüze. Kebabı yerken vitrinde duran irmik helvası ilişti gözüme… “Oldu olmaya bir de irmik helvası yesem ne olur ki…” dedim kendi kendime…

Sordum garsona:

“Helvanın porsiyonu kaça!”

Hemen yanıtladı:

“Bir lira…”

“Bir porsiyon getir bakalım!”

Cebimde topu topu beş lira var. “Felekten bir gün çalalım; şöyle lokantadan karnımız doya bir yemek yiyelim…” dedik. Dedik ama cebimizdeki para bitecek korkusuna düştük…

Gözüme büyüyor çarşıdan yediğim yiyeceklere para vermek.

Hesabı ödüyorum. İki lira kebap, bir lira da tatlı… etti mi sana üç lira…

Tatlı da tatlı olsa bari, saman gibi mübarek. İrmik helvası böyle mi olur? Yağ koymaya korkmuş, şeker koymaya korkmuş…

Neyse hesabı ödedikten sonra cebimde iki lira kaldı.

Kendi kendime bir hesap yapıyorum. Üç kere yemek yesek çarşıdan 9 lira eder. Sen belle 10 lira…

Daireye geldim. Bir de çay içmek istemesin mi canım…

Dilim varmıyor bir çay söylemeye… Bir öğle yemeği bir çayla birlikte 3.25 liraya mal olacak bize…

Karnımın bir yarısı da boş mu boş; kebap doyurmadı beni, tatlı da kandırmadı… Canım daha da tatlı yemek istiyor tatlı…

Bir öğle yemeği 3.25 lira. Yevmiyemin üçte biri…

Çayı karıştırırken düşünüyorum… Ayda yılda lokantadan bir yemek yedik; içim sızlıyor, sanki suç işledik…

Tövbe baba tövbe!… Bir daha çarşıdan yemek yemeyiz olur biter.

 

SAYGI DUYULACAKLAR…

 

28.4.1962: Öğle sonu işten çıktıktan sonra doğru eve… Üç çocuğun arasına düştüm. Elçin ağlar, Gülçin ağlar, Elgin ağlar…

Biri üstüme sıçrar, diğeri dizime oturmaya kalkar. Boğuşurlar, dövüşürler…

Elgin’in ağzında yara çıkmış. Ağlar da ağlar…

Öyle diyorum; şunun şurasında iki saattir çocukların arasındayım. Ya anaları ne yapsın bunlarla… Gece gündüz bu çocukların arasında… Yemeklerini mi yedirsin, Gülçin’le, Elgin’in memesini mi versin?.. Ağıtlarını mı dinlesin, Altlarını mı temizlesin… Üçünün birden bezini mi yıkasın? Hangi birine yetişsin…

Ya evin diğer işleri; kap kaçak, çamaşır yıkamak… Evi temizleyip süpürmek, komşudan su getirmek, yemek pişirmek… Sofrayı açıp toplamak, üstünden bulaşıkları yıkamak… Hep bu kadıncağızın üstünde…

Her gün, her saat bu böyle… Aşk olsun doğrusu; deli olmak işten bile değil bu ortamda… İyi dayanıyor doğrusu… Dayanmak denmez buna çile çekmek denir aslında… Adını da bu nedenle Yener koydum ya…

Ne yapsam tırnağı olamam ben bu kadının… Bir saat dayanamıyorum bizimkinin yıllardır çektiğine…

Böyle bir kadına saygı duyulur yalnızca.

+

Ne kadar kadir kıymet bilir bir insansın Sevgili Eren Bilge ustam…

Sen 47 yıl önce buydun. Yarım yüzyıla yakın zaman içinde ne değişti? Değişen bir şey var: Kadınlar şimdi fazladan bir de çalışıyorlar. Ama erkek yine de değerini bilemiyor kadınının.

Yazıklar olsun o erkeklere. Böylelerine hiç olmazsa bir günlüğüne ev kadınlığı cezası vermek gerek. O zaman anlarlar belki acımasızlıklarını.

Bu arada çektiği bütün çilelere yiğitçe göğüs geren o güzel anneye, Meliha ablaya kocaman bir tutam ışık yollayalım buradan.

Sevgi… Saygı…

FEV, 28.7.2009

AYIBI OLAN AYIPLAR…

 

Müdürle görüşmem gerekiyordu. Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim… Müdür Bey yoktu, beklemem gerekti.

Beklerken, dairedeki bir memur arkadaş yanıma yaklaştı. Dairemizde çalışan birinden söz ediyordu.”Onun doğru dürüst biri olmadığını” söylüyordu…

Oysa sözünü ettiği arkadaşı; çalışkan, iyi iş çıkaran biri olarak bilirim.

Sordum:

“Nesi var? O da mı komünist yoksa?” diye takıldım…

“Yok!, dedi, Komünistten de beter!..”

Devam etti:

“Böyle adamlar ayıplarını kapatmak için çok çalışırlar.“ dedi ama ayıbını söylemedi.

Ben de:

“Ama bir insan böyle de karalanmaz ki! Ayıbının ne olduğunu söylemen gerek!..” dememe karşın arkadaşın ayıbının ne olduğunu söylemedi. Ben de daha fazla ısrar etmedim. Söylemesin içinde kalsın, kendinin olsun…

Böylece adamcağız hakkında bir kuşku yaratmış oldu…29.4.1962

 

BAŞ AĞRISI

 

Öğleye doğru ağrıdı başım.

Düşündüm, neden ağrır acaba bu başım

Ağrıması için bir şey mi yaptım?..

 

Akşamdan kalma, rakı sigara içmiş değilim.

Uykusuz kalmamışım,

Gece sabaha kadar çalışmamışım…

Niçin ağrır bu başım…

 

Akşam, yağlı, yağda kavrulmuş kızartma gibi yiyecekler de yemedim.

Sabahleyin de çok yemedim, şimdi de aç değilim…

Peki, niçin ağrır bu başım…

Şaştım…

 

Birden geldi aklıma… İki günden beri yüznumaraya gitmemiştim…

Doğru yüznumaraya gittim…

Oh! Rahatladım.

Ağrımıyor artık başım.

Demek ki durduğu yerde ağrımazmış bu başım.

Bir nedeni varmış anladım.

29.4.1962

 

BU NASIL MİLLİYETÇİLİK

 

Öğle sonu uyudum biraz. Geçti başımın ağrısı. Buna karşın içimde bir sıkıntı…

Yatmadan önce Millî Yol adlı haftalık bir dergi okumuştum. 27 Nisan 1962 tarihli ve 14. sayı… Kapağın ardında tarafsız, milliyetçi siyasi dergi diye yazıyor.

Bunların, Milliyetçilik gibi genel bir kavramının ardına gizlenmesini bir türlü hazmedemiyorum. Sanki biz milliyetçi değilmişiz gibi…

Milliyetçilik; Atatürkçülüğü de, Türkçülüğü de kapsar tartışma götürmeden…

Bunlar; milliyetçilik adı altında kendi dünya görüşlerini dayatıyorlar. Atatürkçü aydınlara, 27 Mayıs devrimini yapanlara komünist diye saldırıyorlar…

Solcu, solak dediği yayınlar gençliğin özgürlük savaşını sahiplenirlerken; bunlar, bir yıl önceki 27 – 28 olaylarını bir kalkışma, bir isyan olarak yansıtıyorlar… Boşuna mı yapıldı bu gençlik hareketi…

Bu gençler; Cumhuriyeti,Türklüğü korumak için göğüslerini kurşunlara siper etmediler mi? Atatürk kazanımlarını korumak değil mi idi amaçları?..

Millî Birlik Komitesi üyelerine hakaret, İnönü’ye hakaret, Türkün bağımsızlığına sahip çıkanlara hakaret, aydınlara hakaret, ilerici gençlere hakaret…

Türkçülüğe ve milliyetçiliğe sahip çıkmalarını bir türlü anlayamıyorum bu dergiyi çıkaranların…

Necdet Sevinç de bu derginin yazarlarından, muhabirlerinden… Bunun bana yaptığı da ortada… Gel de bunların milliyetçiliğine inan… 30.4.1962

 

LAKLAKI İLE GEÇEN GÜNLER

 

Millî Eğitim müdürlüğü Sicil Bürosu, hiçbir özür dinlemeyeceğini söyleyerek, Cumartesi Pazar günleri de çalıştırmak istiyor beni.

Ben ise Okul Yaptırma Bürosu’nda çalışıyorum. Şefimiz İnş Müh. Asım Ahi ise; “Gitmeyeceğimi…” söyledi onlara…

Sonra da bana: “Gitmeyeceksin, ellerinden ne gelirse yapsınlar…” dedi. Böylece ben kaldım arada…

Ne tembel adam bunlar… Zamanında işlerini yapmıyorlar, laklakı ile gün geçiriyorlar. İşler birikince de beni yardıma çağırıyorlar. İstiyorlar ki bir hamlede bütün işlerini bitireyim…

Oysa beş tane daha daktilo var ellerinin altında. Beş daktilo bu dile kolay… Neler yapmaz bu beş daktilo bir günde… Ne var ki iki üç daktilo başına buyruk. Söz geçiremez onlara kimse… Diğer ikisi de işe yaramaz. Kala kala ben kalıyorum ortada… “Ver Hayri’ye, ver Hayri’ye…” Girdim gireli bu böyle…

Bir yerden daktilo mu isterler, “Git Hayri!”

Ne biçim adam bunlar. Hele o sicil yazmanı 9’da gelir; 10’da işe başlar. 12’ye çeyrek kala kitler çekmeyi, dolabı… Sonra da oturur tatil zilinin çalmasını bekler.

Öğle sonu çalışmasında da böyle yapar bu adam… Öğle sonları daha da erken kitler çekmeceyi, dolabı… Saat 17’de çalışma bitecek… Bu başlar 16,30’da o odadan o odaya, o masadan o masaya…

Yüzlerine bakmamak için çaba gösteriyorum. Bunlarla bir arada çalışmak bana ağır geliyor.

Eğer çalışma günlerinin hakkını verseler beni Cumartesi ve Pazar günleri çağırmalarına gerek kalmaz.

Asım Bey, gayet haklı bana izin vermemekle. O da görüyor bunların çalışma saatlerini laklakı ile geçirdiklerini.

Asım Bey; “Gitmeyeceksin!” dedi ya… “Gitmeyeceğim…” Bakalım bana ne yapacaklar. 6.5.1962

 

YOKSULU DÜŞÜNÜR MÜSÜN?..

 

7.5.1962: Uyudum öğleden sonra. İçimde bir sıkıntı var akşamüstü.

Bu Kardeşim Hasan ne yaptığını bilmiyor. Sözlerinin nereye varacağını düşünmeden konuşuyor. Beni azarlayarak üzüyor. Benim çektiğim sıkıntılar san ki azmış gibi…

Sıkıntımın nedeni: Adımız komünistte çıktı ya… Rahat vermeyecek bunlar bana…

Bu aşağılık insanlar başıma iş açtılar. Bana iftira attılar. Eziliyorum ben bu iftiranın ağırlığı altında.

Sonra da şöyle diyorum kendi kendime: “Aman açsınlar da görelim. Bu sıkıntıdan kurtulurum hiç olmazsa, yeni duruma göre bakarım başımın çaresine…”

+

Bu toplumda kişilik sahibi olmak çok zormuş. Bendeki değişimi en yakın arkadaşlarım bile çekemiyor. Her biri türlü gerekçelerle beni suçlamaya çalışıyorlar…

+

Bizim çarşıdaki bakkala acıyorum. Dükkânındaki mallarına bakıyorum. Dükkânındakilerin hepsini bir günde satsa, bedeli bir günlük geçimine yetmez…

Bu toplumda yaşayan insanlar niçin yoksul. Beni bunların yoksulluğu üzüyor. Halkın yoksulluğunu dile getirdiğim zaman da başımıza iş açıyorlar…

+

Ne yapmalıyız, susmalı mıyız? Susmayacağım işte, elinizden ne geliyorsa onu yapın…

 

OKUNANLAR ve OKUNACAKLAR…

 

7.5.1962: Saat 23’e değin kitap okudum.

Bu hafta içinde okuduklarım: A. K.’in “Asıl Adalet” ve “Hoş geldin Halil İbrahim” adlı iki şiir kitabı ile Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” adlı kitabı…

Bu kitaplardan sonra Yaşar Kemal’in “İnce Memet”ini okumaya başlayacağım.. Bunu bitirince da sırada masamda duran “Savulun Amerikalı Geliyor”…

Bunun da arkasından sıra Rıfat Ilgaz’ın “Bizim Koğuş” adlı romanı da masamın bir köşesinde. Böylece sıraya koydum okuyacaklarımı…

Neyse ki zevk aldığım iki uğraşım var:

Bir, kitap okumak…

İki, yazı yazmak…

Bunlar da olmasa yaşamak anlamsız olacak…

 

LİMON GİBİ SIKMIŞ SUYUNU ÇIKARMIŞLAR…

 

7.5.1962: Odacı diye bir adam getirdiler. Yüzüne bakamıyor insan. Ölmüş bitmiş, kurumuş… Yokluk, yoksulluk, toplumsal adaletsizlik canına tak demiş. Acıdığımdan “Şunu getir, şunu götür!” diyemiyorum.

İnsanları nasıl olur da bu duruma gelinceye değin sömürürler…

Bunu da bir dairede yalnız ben görüyorum.

“İnsanlar nasıl olur da bu kadar duyarsız olur…” diyorum kendi kendime…

 

TERTİPÇİLER

 

8.5.1962: Dayım beni çağırmış. Saat 15’de bekliyormuş mağazasında. Yaptıklarının etkisine bakacak anlaşılan…

Vardım, sordu bana:

“Aysel’in arkadaşı ile gezmesini sen mi istedin?”

“Evet!” dedim. “Haberim var her şeyden…”

Sonra, Necdet Sevinç’in bana yaptıklarını mazur göstermeye çalıştı. Ne var ki özrü kabahatinden büyüktü Dayımın…

“Ben, diyor, medenî cesareti artsın diye izin verdim kendisine… Vali ile konuşsun, Emniyet Müdürü ile konuşsun, Açılsın biraz dedim… Böyle olsun istemedim…”

İtiraf ediyor, tertibin bir parçası olduğunu dayım bana. … Nenemin de haberi var bu işten, Teyzemin de…

Necdet’in tecrübesi artsın diye benim ömür boyu başımı yaktıklarından haberleri yok.

Sonra konu; Necdet’in benim arkamdan Zübük diye bağırmasına geldi.

Necdet’in senin arkandan “Zübük!” diye bağırmasını ben istemedim.

Ya, Necdet Sevinç beni görünce, yüzüme karşı, küstahçasına, “Zübük!” demesin mi?.. Ölür müsün, öldürür müsün?

 

KÖR SALİH…

 

8.5.1962: Kör Salih’le konuştuk Maarif Bahçesinde.

Bana insanlıktan, insanın insanı sömürmemesi gerektiğinden, ulusal gelirden, kapitalizmden ve neler nelerden söz ediyor. Hiç beklemezdim kendisinden..

“İyi niyet, iyi niyet ama neler dönüyor ortalıkta. İnönü’ye, Sıtkı Ulay Paşa’ya atıp tutuyorlar. İnanmam onlara…” diyor.

Sonra İnönü hükümetini de eleştiriyor:

“Yapsalardı yaparlardı şimdiye dek… Bunlarda da bir hayır yok!” diyor.

Sonra da yakınıyor: “Bu ulusun hali ne olacak? Şaştım yahu!”… diyor…

Ve devam ediyor:

“Şimdiye değin Köy Enstitüleri açılmalıydı, toprak reformu yapılmalıydı… İşsiz işçi kalmamalıydı…” diyor…

Şaştım kaldım anlattıklarını dinleyince… İlkokul öğrenimi bile yok Kör Salih’in…

Kör Salih, öyle anlaşılıyor ki gözleri görenden daha iyi görüyor…

 

HOMO İMİŞ MEĞER…

 

10.5.1962: N ile giderken yolda R ile karşılaştık. R, bize selam verdi ama anlamadığım bir şekilde utangaçtı… Doğal değildi bize selam verişi. Ürkekti, ürkekliği her halinden belli oluyordu.

Benimle yakın bir arkadaşlığı yoktu ama N ile çok sıkı fıkı bir arkadaşlığı vardı. Durup bizimle konuşmadan uzaklaşması dikkatimi çekti. N’ye:

“R ile aranız açık mı ne?” dedim.

“Açık ya! Ben mi kaldım elin homosu ile arkadaşlık edecek?..” demesin mi?

Şaşırmıştım, inanamamıştım… Nasıl olurdu… Öfke ile söylemiş olmasındı…

“Yok, yok gerçekten homo… Bu var ya bu sözde sporcu, sözde centilmen… Bunlar Ankara’ya bir spor yarışmasına gidiyorlar. Üç arkadaşa bir oda vermişler.  Geceyarısı bu T’nin önüne elini uzatmış. O da bunu fırsat bilerek hakkından gelmiş… Ne var ki bunu M adındaki üçüncü sporcu görmüş…

Bu böyle bir adam işte… Kim inanır bu adam böyle böyle desem…

Hatta ben bunu yüzüne karşı da söylerim… Hem bir arkadaş aracılığıyla söyledim bile… Gelip de, arkadaş niçin hakkında böyle konuşursun bile demedi…

Hem bizzat hakkından gelen de söyledi bunun homo olduğunu…

Sen inanma onun Allahçı, Ruhçu gözükmesine… Boşuna mı geziyor gencecik çocuklarla… Bu işin keyifçisi olmuş namussuz…”

+

İnanamadım bir türlü… Gece uyur uyanık gözümün önüne geldi bu arkadaş…

Arkadaşlığımız yok ama bu R ile; 10 yıldır selamlaşırız. Şimdi aynı dairede aynı odada karşı karşıya çalışıyoruz…

Beni ilgilendirmez… İlgilendirmez ama durup dururken aklımı kurcalıyor işte…

Ne inanılmaz işler oluyor şu dünyada

+

Sayın Balta,

Kısa, özlü ama mükemmel. Kalemine kuvvet.

Devam et lütfen eski anıları taşımaya ama gücün yettiği kadar.

Selam, sevgi, saygı…

Fevzi Günenç, 3.8.2009

 

KOMÜNİSTLİK BELASI…

 

Bir bardak sütle peynir ekmek pekmezdi sabah kahvaltısında yediğim.

Saat 11’e geldiği halde daha yediklerimi hazmedememiştim.

 

Evde duramadım.

Çocukların ağlaması yüzünden kaçarım ama ne kaçarım…

 

Zorlukla yürüyorum caddelerde, sokaklarda…

Hazmı çok zor, duracak halim yok ayakta.

 

Bir yazlık kahveye giriyorum.

“Oturup dinleneyim!” diyorum.

Oturamıyorum da, dinlenemiyorum…

 

Yoldan gelip geçenlere bakıp oyalanayım diyorum.

Bir acı var içimde…

Oldu olası süt içince sıkıntı çekiyorum…

 

Gazete okuyayım bari diyorum…

Gazeteyi de okuyamıyorum.

 

Daireye geliyorum. Ayakta durur halim yok. İçimde bir basınç var sanki başıma doğru…

Aklıma Hasan Dedemin süt içtikten sonra kalp krizi geçirerek öldüğü geliyor.

Dairede de duramıyorum.

Biraz çıkıp gezeyim diyorum.

 

Boş duramadığım için yazıyorum bu satırları. Yoksa yazacağımdan değil…

Nereden sardı başıma bu teyzem oğlu komünistlik belasını

Acaba diyorum bunların hepsi stresten mi?

11.5.1962

 

KURBAN BAYRAMI…

 

14.5.1962: Kurban Bayramının ilk günü… Sabahın erken saatinde Köse Kadir’in kahvesinde oturuyorum. Şu an milyonlarca hayvanın yatırılıp boğazlanması geliyor gözlerimin önüne. Ürperiyorum. Sanki çocuklarımı yatırıp kesiyorlarmış gibi acı çekiyorum.

Katmerleşmiş bir cehalet asırlardır sürüp gidiyor. Sanki Allah kan istermiş gibi hayvanların kanı akıtılıyor.

Ne zaman bitecek bu vahşet, bu kıyım…

Bir yiğit çıkmayacak mı bu kıyıma sona erdirecek…

Hayvanların boğazında bıçakların mekik gibi gelip gittiğini gözümün önüne getirdikçe içim sızlıyor içim…

Şu anda kahvedeki radyo insanlığın adaletinden söz ediyor. Bu gün insanlığın en büyük ibadetinin kutlandığı günmüş…

Ne ibadeti yahu kıyım bu kıyım hayvan kıyımı…

Kitaplarındaki şu ayetten haberleri yok bunların: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.” (K. Hac, 22/37, Diy.)

Ne var ki “kurbanlarınızı kesin!” diyen ayetler de var. Bizzat İslam Peygamberinin Mekke’de yüz deveyi birden kurban etmesi de var. Hani yoksul peygamber açlığını hissetmemek için karnına taş bağlardı…

Din yalan üstüne kurulur mu?

Artık bu çağda kurban kesmekle ibadet olur mu?

 

HOCA İLE GÖRÜŞMEME İZİN YOK!..

 

 

18.5.1962: Milliği Eğitim Müdürü ile görüşmek için içerdekilerin dışarı çıkmasını bekliyorum. İçerde biri var, çıkar çıkmaz ben gireceğim… O da çıkmıyor bir türlü… Beklerken öyle yanıyorum ki teyzem oğlunun bana yaptığı oyuna… İki yüzlülük bu kadar olur… İkiyüzlü bu adam aynaya baktığında kendini nasıl görüyor acaba?

Hadi ben çok saftım aldandım… Benim gibi saf bir adama bunlar bu kadar acımasız mı davranmalı idiler… Ya şu gazetelerde aleyhimde yazdıkları yazılara ne demeli…

Dayımın, yengemin, nenemin, teyzemin eli var bana kurulan bu tuzakta. Söz de beni Emin Kılıç’tan kurtaracaklar ve eşimin koynuna sokacaklar…

İçerde, Müdürümüz Aziz Gözaçan’ın yanında İlköğretim Müfettişi Nurettin Uçkan var. O da içerden çıkmıyor bir türlü… Şimdi giremezsem bir daha hiç giremem Müdürün yanına… Daha fazla bekleyemezdim, kapıyı çaldım, “Gir!” sesini beklemeden itip girdim.

Müdürden Hoca’nın derslerine gitmek için izin isteyeceğim. Çünkü tutuklanıp bırakıldıktan sonra bana Hoca’nın derslerine gitmeyi yasaklamıştı.

Anlattım başıma gelenleri ve bana yapılanın iftira olduğunu… Müdür Bey:

“Ben yetkili değilim valiye git!”

“Efendim, beni oraya gitmekten men’eden sizsiniz; vali değil ki…” dedim.

“Olmaz, Valiyi görmelisin?” dedi.

Daha fazla ısrar edemedim. Valiye gidip niçin beni Hoca’ya göndermediğini soracağım.

Ama saçım, sakalım… Tıraş olmam lazım…

Doğru berbere… Taş taş üstüne olsa bu gün Valiyi görmeliyim. Bakalım ne varmış Hoca’ya gitmemde de bu denli korkutmuş bizim Müdürü bu Valimiz..

Bu kez de Valinin makamımın kapısındayım… Vali’yi de yalnız bırakmıyorlar ki canım. Valinin makamına giren girene, çıkan çıkana… Ben sabırla bekledim. En sonunda “mesai bitti zili” çaldı. Bu zil üzerine içeridekiler Vali ile birlikte çıktılar.

Benimle birlikte bir kişi daha bekliyordu Valiyi. Vali bey bana:

“Bekle, şimdi geleceğim…” diyerek konuklarıyla birlikte aşağıya indi. Anlaşılan Müdür, benim geleceğimi telefonla bildirmiş kendisine…

Bu arada ben hemen Hoca’nın Karagöz caddesindeki muayenesine gidip durumu anlattım… Döndüğümde baktım ki Valinin arabası hükümet konağı önünde. Hemen yukarıya çıktım. Kapıyı vurarak içeriye girdim.

“Özür dilerim, sizi rahatsız ediyorum!”

Otur, şuraya dedi bana.

Ben de Müdür beyle olan konuşmamı anlattım. “Sizden dedim Hoca’nın derslerine gitmek için izin istiyorum dedim.”

Bu sözlerim üzerine öfkelendi, kıpkırmızı oldu. Anladım ki bana izin yok…

Sonra kendini topladı. Bir Vali’ye yakışır biçimde:

“Ben nasıl derslere git diyebilirim sana. Olayların gelişmesini bekleyelim hele… Şimdi sen git, Müdürün ne derse onu yap!”

Bunun üzerine başka bir şey demem edepsizlik olacaktı Vali’ye karşı.

“Baş üstüne, baş üstüne !” diyerek koşarcasına çıktım Vali’nin yanından

Hiç beklemiyordum bu sonucu.

Hoca ile bu konuyu indirip kaldırmıştık. O, Valinin bizi koruduğunu söylüyordu… Ben ise

“Hayır bizi koruduğu falan yok, o tarafsız davranmaya çalışıyor ancak…” diyordum.

Anlattım Hoca’ya Vali ile olan konuşmamızı. Hoca ise Valinin bu olumsuz davranışına “Plan, aldırma… Vali bizden yana..”diyordu.

Ne planı yahu! “Ben nasıl olur da seni oraya gönderirim!” diyor. Bunun plan neresinde. Gerçeği bir türlü kabullenemiyor Hoca.

Herifler peşimizde, bizi gözetliyorlar. Eğer zerre kadar suç olacak bir davranışımızı yakalasalar bizi içeri alacaklar.. Biz hâla Vali bizi koruyor diyelim…

Ne var ki Hoca; “Valinin bizi koruduğunu, hatta Valinin bize karşı sempati duyduğunu…” o kadar rahatlıkla söylüyordu ki şaştım kaldım.

“Ben aynı kanatta değilim!” deyince ne aptallığım kaldı, ne alçaklığım… Vali bizi seviyor diyordu da başka bir şey demiyordu. Vali bizi seviyormuş da niçin benimle hocanın görüşmesine izin vermiyordu? Burada bir muhakeme bozukluğu vardı.

Hoca, gönderdiği birkaç yazının Vali tarafından kabul edilmesini Vali’nin bize sevgi duymasına yorumluyordu. Oysaki gönderdiği yazılar Hoca’nın dosyasına giriyor. Hoca bu bilmiyor. Hoca hep kendine yontuyor.

İyi adam, güzel adam ama hep kendi çıkarına yorumluyor olayları….

 

 

İDDİANAMENİN TEBLİĞİ

 

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

MAAŞIM YETMİYOR

 

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışardan bakanlarda bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var,var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa… Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

ZÜBÜK

 

12.6.1962 Evde eşimin pişirdiği kabak kavurmasından yemiştim. Dişimi fırçalamak aklıma bile gelmemişti. Yemekte bulunan biber salçası ön dişimin üstüne yapışmış. Öyle duruyormuş kıpkırmızı…

Kuşakçıbaşı ve yanındaki Tuncay’la karşılaşmayayım mı? Tam adamlarına rastlamıştım. Bunlar ilerden beri beni suçlamak için uğraşır dururlar.

Bana:

“Ağzını yıkamamışsın, bari sil!” demesinler mi… Ne kadar mahcup olduğumu tahmin edemezsiniz…

+

18.6.1962 Müfterilerin evinin önünden, işyerlerinin önünden gidip gelmek istiyor canım… Onlarla karşılaşmayı, selamlaşmayı istiyor canım… Böylece onların karşımda ezilmişliklerini, yıkılmışlıklarını görmek istiyorum. Bundan da tanımsız zevk alacağımı sanıyorum. Gerçi bu duygu iyi bir şey değil;: değil ama onların yaptıkları da  çok kötü. Çok kötü  oyuna getirdiler beni… Bana pek koyu bir kara çaldılar. Saflığımı kötüye kullandılar…

Ne kadar alçakça idi o gazetelerde yaptıkları iftiralar. Ne yaman aşağıladılar beni…

Emniyetle işbirliği yaptıklarını nasıl olmuş da anlayamamıştım. Çok üzülüyorum bir aptal yerine konmuş olmama… Ama bütün bunların acısını çıkarıyorum şimdi. Ne yalan söyleyeyim sokaklarda kendileri ile karşılaşmak için geziyorum genellikle… Çünkü beni görünce kaçacak delik arıyorlar da…

Bazen karşılaşıyorum da… Beni görür görmez uykudan uyanmış gibi dikleşiyorlar. Beni görür görmez bir uşak gibi iki kat oluyorlar…

Gülerek, zevkle seyrediyorum müfterilerin düştükleri bu ruhsal durumu… Bitmişler, ölmüşler… Günah, kötülük, işte böyle küçültür adamı. Belki de bana öyle geliyor…

Kolay mı bir adama iftira atmak…  Onun iyi niyetini sömürmek… Onu rezil etmek. Mahkemelerde süründürmek…

Tutmadı attıkları iftiralar. Şaşkınlık içindeler… Bitkinlik içindeler. Cezalarını çekiyorlar şimdi.  Yüzüme bakamıyorlar, benimle karşılaşmak istemiyorlar. Benimle karşılaştıklarında hangi yöne bakacaklarını şaşırıyorlar…

Kaçırıyorlar gözlerini gözlerimden. Ben ise gözlerinin içine bakarak ruhlarındaki pislikleri görüyorum. Ruhlarının derinliğine girerek varsa biraz insanlıkları onu da almak istiyorum…

Hoşlanmıyorum bundan, iyi bir şey değil ama. İnsanın elinde değil ki.

Ama ben bunlara insan gibi baktım. Ben kendisine: “Olur böyle şeyler; aldırma!…” dedim. Teyzem oğlu bana: “Zübük!” diye bağırdı ve uzaklaşıp gitti… Bu da benim çok zoruma gitti… Bunu duymamıştım; bunu da duymuş oldum…

 

“KÜT!” DİYE BİR SES

 

Dün çocuklar biraz temiz hava alsın diye İstasyon tarafına götürdüm. Temiz hava, sessizlik iç acıcı idi…

Elçin’le Gülçin oynadılar da oynadılar. İkisi birden gülüp eğleniyordu. Sandalyelere, sıralara çıkıp çıkıp iniyorlardı. Bu arada ben de bir onlara bir de elimdeki dergiye göz atıyordum.  Birden “Küt!” diye bir ses duydum. Hop etti yüreğim! Sağdan soldan “Çarptı, çarptı!” sesleri geliyordu.

Bir de baktım, Gülçin oturduğu sandalyeden tepesi üstü betona çakılmış; cambazlar gibi ayakları yukarda tepesi üstü, öylece duruyor…

O durumda yardıma çağırırmış gibi bana bakıyor. Kahveci, ben ve birkaç kişi hep birden koşuştuk. Gülçin’i yerden kaldırdık. Hem ağlıyor, hem de boynuma sarılıyordu…

Başını, boynunu yokluyorum kırık çıkık var mı yok mu diye. Yok… Yalnızca dudağı patlamış, ağzından kan geliyor. Hemen eve dönüyoruz. Gülçin; beni teselli etmeye çalışıyor: “Baba! Bak bir şey olmadı…” diyor.

Durmadan bana sevgi gösteriyor. Durmadan sarılıp sarılıp beni öpüyor, ben de kendisini…

Benim gözüm Gülçin’in üzerinde; bir türlü rahat yatıp uyuyamadı gece… Dalıp dalıp gidiyor, irkilerek uyanıyor.

Sabah oldu Gülçin uyanmıyor, öğle oldu Gülçin uyanmıyor, ikindi oldu Gülçin uyanmıyor. Soğuk soğuk terliyor.

Ne de güzel uyuyor. Bir şey olmayaydı bari… 28.6.1962

 

TERTİP

 

30.7.1962: Hoca’nın Mâanoğlu köprüsü bitişiğindeki bahçesinde piknikteyiz.

Hoca, yaptığımız bu pikniğe Tertip derdi. Hoca’nın bahçesinde, 15 günde bir, Gaziantep deyimiyle sahre yapardık. Hocanın bütün öğrencileri pikniğe katılırdı. Yemek pişirip yerdik.

Bu piknikte konuklarımız da var. Osman Aksoy, Av. Celal Kadri Barlas, Av. Hayri Öztaş..

Az sonra Hoca da geldi. Hepimizin ve konuklarımızın da gelmiş olduğunu görünce sevindi. Sevinci gözlerinden okunuyordu…

Hemen sehpalar açıldı, notalar sehpaya yerleştirildi. Musikiye geçildi. Hocamız, neşelendikçe meşki kesiyor ve aklına geleni söylüyor:

“Musiki haram diyorlar; evet, o musiki haramdır. Bu musiki ise haram değildir. Çünkü bu musiki Allah diyor. Haşa!. Onların dediği Allah değil!..”

Hoca ayağa kalktı, sözlerine anlamlı anlamlı gülen Celal Kadri Beyin yanına giderek elini, ardı ardına, iki kere öptü…

Hoca, sık sık İngilizce üç kelime söyler. Sonra bunların Türkçesini de söyler: Dini-Felsefi-İlmî… Görüşlerinin bu açıdan olduğunu söyler. “Hiçbir şey olmasın ki bu üç kelimenin süzgecinden geçmemiş olsun!” der.

Hoca devamla anlatıyor:

“Tasavvufla uğraşan bir kişi herhangi bir sorunla karşılaşınca hangisi diye düşünüp bir karara varmalıdır. Tasavvufun görevi budur.

Horozu buldun mu hallonmayacak sorun yok. Öküzü boynuzundan yakalamasın. Bende o kuvvet var…

İsmail Hakkı şöyle buyurur:

Derviş yapacağın üç şey vardır:

  1. Az konuşmak,
  2. Az yemek
  3. Az konuşmak

Güneş kadar vücuda zararlı bir şey yoktur.

İsa’nın en büyük düşmanı Hıristiyanlardır…”

+

Tuhafıma giden bir nokta var. Hoca, bu Osman Aksoy’la bunca yıldır arkadaş olduklarını söyler… Hoca’nın yaşı şu,Osman Aksoy’un yaşı şu…

Bu zamana değin birbirlerini anlayamamış olmaları şaşırtıcı bir olay. Hala yeni yeni fikri tartışmaya giriyorlar. Öyle sanıyordum ki birbirleri ile tartışacak konuları kalmamış olmalı idi bu zamana değin. Ama bir fikir birliği yok aralarında…

+

Hoca konukları ile biz de ayrı bir yerde topluluk oluşturmuşuz.

Yılmaz anlatıyor:

“Babam bana, Kuran-ı hatmettirdi. Din hocamla Cuma namazına gitmeme de ses çıkarmazdı. Hatta Polat ile Yıldız bacım iki kere hatmettiler Kuran’ı…

Bunu sözler üzerine Boyacıbaşı:

“Nasıl izin verdi de sen o eski yazıyı öğrendin. O Kuran’a emek verdin… Olur mu böyle şey!.. Yazık değil mi sekiz yaşında bir çocuğa Kuran öğretmek…”

Yılmaz:

“Babam,  demek ki bir şey görmemiş!” dedi ve konuyu değiştirdi.

Yılmazın bu anlatımları bana inandırıcı gelmedi…

 

YENİDEN DOĞUŞ’UN BAŞLANGICI

 

Dönüp geçmişime baktıkça utanca düşüyorum. Acınacak, sıkılacak, utanılacak görüntülerle karşılaşıyorum.

Bunları ben mi yapmışım, ben böyle mi imişim diyerek ağlıyorum, uğunuyorum…

Kendi aptallıklarımı, kendi haksızlıklarımı, kendi yanlışlarımı gözlerimin önünden geçirince “bunları nasıl yapmışım” diye hayıflanıyorum.

Bu sorumsuzlukları nasıl yaptığımı ben de bilemiyorum.

Arada bir kendimi yargılıyorum.

 

Toplumun vereceği yargı benim için önemli değil; çünkü hiçbir yargıç beni benim kadar bilemez,

Yargılayamaz ve cezalandıramaz…

 

Bu geçmişle nasıl yaşacağımı düşünüyorum.

Geçmişimden kaçıp gizlenmek istiyorum bir yerlere. Nereye gitsem, nereye gizlensem, yine yaptıklarım geliyor gözümün önüne…

 

Geçmişim benimle birlikte gidiyor gittiğim her yere…

Nereye gidebilirim ki, geçmişim içimde…

 

Peki, böyle bir adamın yaşamaya hakkı yok mu?

Yaşamasın, kendini öldürsün mü?..

 

Sorunun yanıtını yine ben veriyorum. “Hayır, ölmeyeceksin, yeniden doğacaksın…

Geçmişinle yaşacaksın; ancak geçmişinden ders alacaksın…”

 

Şimdi çok mutluyum; çünkü kendimi tanıyorum…

Artık bütün kötülüklere öldüm, yeniden doğuyorum…

 

Olgunlaşmak istiyorum; geçmiş yanlışlarıma çakılıp kalmak istemiyorum.

Bazen şöyle diyorum: “Geçmiş yanlışlarım olmasa ben nasıl doğruyu bulurum?..”

 

Anlaşılan olumsuz davranışların da olması gerekiyormuş insanın olgunlaşması için…

 

Olumsuz davranışlarımı değerlendirerek olgunlaşmak istiyorum.

İşte böyle¸kendimi bildiğim ve bir hedef belirlediğim için çok mutluyum.

 

Kuran’da şöyle bir ayet var.

Tam bana göre:

“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!” (K. İsra. 17/14)

1.10.1962

MHD ÖĞRENCİLERİNE GENELGE

2.10.1962

Yeni bir yaşam ve inanç felsefesi doğmuştur. Hepimiz bu yolun yolcusuyuz.

Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini, kendin tarafından yargılama yoludur. Bu yol kusurlarını giderdiğin takdirde kendini beğenme yoludur.

Kendimizi beğenelim. Kendimizi beğenmiyorsak kusurlarımızı gidererek beğenmeye çalışalım. Kendimi beğenmek için düşünce ve davranışlarımızı durmadan gözden geçirmeliyiz. Olumlu düşünce ve davranışlarımız var diye. işimiz bitmiş sayılmaz. Olumlu düşünce ve davranışlarımızın etkisi altında kalarak kendimizden geçmemeliyiz. Olumsuz düşünce davranışlarımızın üzerinde duralım. Onların üzerine yüklenelim. Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımı istersek, bizden daha iyi gören, bizden daha iyi duyan, bizden daha iyi bilen kimse olamaz, olması doğa yasalarına aykırıdır.

Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımızı, görmek istersek, en iyi biz görebiliriz. Olumsuz düşünce davranışlarımız olacak. Çünkü 20. asrın olumlu bilgelerinin ışığı altında, sağduyu sahibi olarak kabul etmeliyiz ki, atalarımız hayvan âleminden gelmektedir. Bunu göz önünde tutarak olumsuz düşünce davranışlarımızı olumlu hale getirmek zorundayız. Bu yolda kararlı olarak direneceğiz. Bunu yapmadığımız sürece kendimizi beğenmeye hakkımız yoktur. Çünkü insan görünüşünde hayvan olarak kalmayı benimsemiş oluruz.

Düşünce davranışlarımızda olumlu omluk için çaba göstermeliyiz. Bu çaba zor olacaktır, yorucu olacaktır, çok sürecektir; ancak yılmayayım, çalışalım, çalışalım, çalışalım…

Şimdi yeni düşünce ve yaşayışımız yüzünden acılara katlanmaya hazır olalım. Düşünce ve yaşayışımız yüzünden bizlere yapılacak olan tedirgin edici suçlamalar karşısında sabırlı ve sessiz olmalıyız. Uğrayacağımız haksızlıklar, eğer özden isek, bizleri dünya görüşümüze daha çok bağlayacaktır.

Uğrayacağı haksızlıklar karşısında dönüş yapanlar kişiliklerini yitirmiş olurlar.

Birbirimizin yaşamı ile yakından ilgilenelim. Sorunlarımızı çözmek için bir araya geldiğimiz de kadın, erkek ayrımı yapmayalım. Birbirimizi ziyaret ettiğimizde kadın, erkek ve çocuklarla bir arada olmaktan sıkılmayalım. Çocuklarımızın bizler gibi olmasına yardımcı olalım.

Sorunlarımıza çözüm bulmak toplandığımızda; hep birlikte düşünelim, tek tek konuşalım, konuşmamız gerekirse konuşalım…

Düşünce ve yaşayışımızı sevelim. Düşünce ve yaşayışımız uğruna katlanacağımız acılardan mutluluk duyalım. Gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşayalım. Kendimize güvenelim. Kendimizi beğenmeye çalışalım. Kendimizi beğenme yolunda karışılacağımız güçlüklerden yılmayalım ki yaşamaya hakkımız, ölmeye yüzümüz olsun…

Kendimize karşı sorumlu olma görevi (Sorumlu insan olma görevi) tabiat ana tarafından hepimize verilmiştir. Başkalarının bu sorumluluğu duymaması duyup da yapmaması yüzünden bizleri bu yükümlülükten kurtarmaz. Biz, kendimizden ve kendimize karşı sorumluyuz…

Görevimiz ağırdır, ağır olacaktır. Görevimizin ağır olmasının nedeni insanoğlunun sorumlu yaşamaktan kaçınmış olmasıdır. Bu kardeşlerimize karşı göstereceğimiz sevgi ve örnek yaşayışımız onların da sorumlu olarak yaşamalarını sağlayacaktır. Kısaca onların da yeniden doğuşlarında payımız olmalıdır.

Yeni bir inanç ve yaşam felsefesi doğmuştur. Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini yargılama yoludur. Bu yol gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşama yoludur. 2.10.1962

 

UNUTKANLIK

 

4.10.1962: Hava bulanıktı. En dikkatsiz bir kişi bile biraz sonra yağmur yağacağından kuşku duymazdı.

O gün işe giderken “Bu gün havada yağmur var. Yağmurluğumu alayım!” demiştim.

İşten öğle yemeği için eve dönmek zamanı geldiğinde pencereden baktım ki yağmur ıslatacak derece yağıyor. O an aklıma yağmurluk geldi; ama, ne yazık ki, aklıma almak geldiği halde, yağmurluğu (şemsiyeyi) evde unutmuştum. Yağmurluk evde unutulunca kişi ıslanacak ve hatta hasta olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

Bir yağmurluk unutkanlığı nelere mal olacak. Aklına gelmişken yağmurluk almayı unut. Şimdi dışarıda yağmur yağıyor ve ben yağmurluğu unuttuğum için pencereden bakarak yağmurun dinmesini bekliyorum. Boşu boşuna vakit geçiriyorum.

İşte böyle yağmurluğu almayı unutursan pencereden bakarak yağmurun dinmesini beklersin…

Unutkanlık mı, ihmalkarlık mı?… Ne dersen de…

 

BOŞ MASA OLDUĞU HALDE…

 

Bu gün böyle denk geldi.

Kahvaltımı lokantada yapmam gerekti.

 

Oysa ben kahvaltımı evde; eşimle, çocuklarımla birlikte yapmayı severdim.

Bu gün nasıl oldu da böyle bir karar verdim.

 

Günlerden Ramazan’dı.

Lokantada çok boş masa vardı.

 

İçerde de benden başka müşteri yoktu.

Bir de baktım, diğer masalar boş olduğu halde,

Tanımadığım biri geldi, benim masaya oturdu.

Bu davranışı ise beni kuşkuya soktu.

Niçin boş masalara oturmadı da geldi karşıma oturdu.

 

Kahvaltısını ısmarladı.

Oruç yemiş olmasının gerekçesini de bana açıkladı:

 

“Midem ağrıdığından zorunlu olarak oruç yiyorum…”

 

Gerekçesini bana açıklamaya ne mecburiyeti vardı….

Bir yanıt vermesem olmazdı…

 

“Miden ağrımasa oruç tutar mıydın?”

“Evet!, Elbette orucumu tutardım. ”

 

Biraz durakladıktan sonra, bir açıklama daha:

“Benim babam hoca…

Ama babamın hoca olmasının ne yararı var bana…”

 

Deyince ben de:

“Öyle ya babanın sini (mezarı) ayrı, senin sinin ayrı…

Girecek değilsiniz ya aynı sine…”

 

Bir süre sustu.  “Lanet olsun bizim toplum insanı rahat bırakmıyor…

Hepsi oruç tutuyor; bizi de oruç tutmaya zorluyor…”

 

Anlaşılan bu adam beni söyletmek istiyordu.

Benden aldıklarını da başkasına vermek istiyordu.

 

“Toplumdan çekinmesen oruç tutmaz mısın?”

 

Bu sorum üzerine ürktü.

Karşılık vermedi; yanıt olarak sadece güldü…

 

Sonra birdenbire dedi ki:

“Beni anlayamazsın ki?”

Biraz durakladıktan sonra,

Tepeden inme bir soru yöneltti.

 

“Dinin, namazın, orucun sizce bir zararı var mı?

Dinlerin insanlara etkisi olur mu?”

 

İşte bu soru üzerine anladım ki,

O kadar boş masa varken bunun gelip karşıma oturması boş değildi.

 

Yine de şöyle demekten kendimi alamadım.

Ben bu huyumdan bir türlü kurtulamadım.

 

“Din, insandaki sorumluluk duygusunu yok eder…

Sorumluluk duygusu olmayan insan ise başkalarının yolundan gider…

 

Dinden kastım: Binlerce yıl öncesinden insana dayatan zihniyettir.

Bu zihniyet  kendileri gibi düşünüp inanmayan insana kafir demiştir…“

 

Bu sözleri söyledikten sonra çantamdan bir kağıt kalem çıkardım.

Bu söylediklerimi bir kağıda iki kere yazdım,

Yazdıklarımı da imzaladım…

 

Sonra kağıdı ortasından ikiye böldüm.

Birini kendisine verdim; diğerini de ben aldım.

 

Böyle yapmaktan amacım söylediklerimin yanlış anlaşılması idi…

“Ne olur,  ne olmaz!” diye Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz’ın iftiralarından sonra kendime göre aldığım önlemdi…

 

Kendi kendime karar almıştım.

Bundan böyle konuşmalarımı iki sayfa olarak yazacaktım.

Böylece kendimi güvence altına alacaktım.

 

Bakalım bir yararı olur mu?

Başım belâdan kurtulur mu?

 

Hayri Balta, 13.11.1962

 

CEHALET ÇEMBERİ…

 

22.11.1962: Şu an bilgisizliğimin acısını daha derinden hissediyorum.

Bilgisizliğimden ötürü genzim sızlıyor, gözüm yaşarıyor, oturup hüngür hüngür ağlayasım geliyor.

Doğru dürüst bir ilkokul öğretimim bile yok; ilkokulda öğrendiklerim silinip gitmiş…

Kültürel bakımdan sıfırım. Daha doğru dürüst bir kitap bile okumuş değilim. Gençliğimi boşa geçirmişim.

Şimdilerde ise ekmek parası çıkarmaya çalıştığım için okumaya da zaman bulamıyorum. Oysa bilmek, öğrenmek özlemi beni çıldırtıyor… Bilmek, öğrenmek isteği karşısında histeri nöbetine tutuluyorum sanki.

Bu utanç içinde yaşamaktan bıktım. Yolda biri ile karşılaşsam yüzüne bakmaya, selam vermeye utanıyorum. Ne olursa olsun bu bilgisizlik çemberini kırmak zorundayım..

Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim. Belki bu denli rahatsız olmazdım. Zaman yitirmedin, hiç olmazsa dışarıdan, ortaokulu bitirmeye çalışmalıyım.

Bu nedenle Amerikan Hastanesi yetkililerine bir öneride bulunmak istiyorum:

“Saat, 9’da iş başı yapayım, yemeğe çıkmadan, günde 6 saat çalışayım; ücretim de buna göre verilsin…”

Sonra aklımdan geçen bu önerimi yapmaya çekiniyorum. Bu önerim kabul edilmeyeceğini biliyorum da ondan… Ama ne var ki aklımdan geçiyor işte…

Cehalet çemberi böylesine mi zormuş…

Hayri Balta,

X

Sayın Balta,

Fazlaca okumaya gerek yok.

Fethullah’ın lise diploması dahi yok; fakat 35 milyar dolara hükmediyor(ettiriliyor).

“Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim.” İşte buna diyecek bir şey yok. Bunu söylemek, gerçekten de bilginin söylettiği bir sözdür.

Bilmek, henüz bilgisiz olduğunu bilmektir.

Saygı ile…

  1. Dursun, 7.5.2010

 

BİR SÖYLENTİ

 

17.1.1963: Eşim duymuş gittiği bir düğünde.

Gaziantep’in neresinde bir düğün, neresinde kadınlar arası bir toplantı olursa olsun veya kırda, bayırda, aile bahçesinde bir araya gelen kadınlar; hangi kadının boynunda gerdanlık, dudağında boya, kulağında küpe, kolunda bilezik göremezlerse hemen şöyle diyorlarmış: “Bu kadın da Emin Kılıççılardan…”

Gerçekten böylemiydi, bileziğe, yüzüğe, küpeye, beşibirliğe karşı mı idi bizim topluluk. Ama bir şey dikkatimi çekerdi. Bize gelen kadınlar makyaj yapmazdı.

Bu konuda bir uygulamamız yoktu. İsteyen istediğini takardı, kimse de kendisine karışmazdı. Ama halk bizi böyle algılıyor. Belki de bize mensup olan kadınların gösterişten kaçınacağını sanıyor.

Gerçi bize gelip giden bayanlar içinde ziynet eşyası takanlarla, makyaj yapanlarla karşılaşmadım. Anlaşılan alçak gönüllü (mütevazi) bir yaşam sürdürenlerin, zenginliklerini gösterir ziynet eşyasını takmayı, makyaj yapmayı kendilerine yakıştıramıyorlar ve halk da bizlerin gösterişten sakındığımızı sanıyor…

+

Bir insan gerekçeli yaşadığı sürece yükselir.

Cennet, huzur ve güven içinde olmak demektir.

Hayri Balta,

 

İNÖNÜ’NÜN ÇABASI…

 

6.4.1963: İnönü bu gün biz halk çocuklarının değil de; mutlu azınlığın sözcülüğünü ve koruyuculuğunu yapıyor.

Her an yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olan Hükümetin yıkılmaması için elinden gelen çabayı gösteriyor.

Masanın dördüncü ayağını oluşturmaya çalışıyor. Bizleri de kendisine yardımcı olmaya çağırıyor.

Atatürk’le birlikte kurdukların Cumhuriyetin bütün bütün yıkılmaması için verilmemesi gereken ödünleri veriyor.

İkinci Dünya Savaşında ateşten kurtardığı bir ülkenin bir kardeş kavgasına girmemesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bekliyorum, bunu önlemeye ömrü yetecek mi?

 

KENDİMLE KONUŞMALAR…

 

17.6.1963: Ulan bin kere dedik sana. “Tanrı’ya karşı gelme!” diye. Niçin güçsüz istencin (iraden)  bu denli.

Bak işte ellerinin içi yanıyor; boynunun damarları ağrıyor, başın zonkluyor, sol kürek kemiğinin üzerindeki bir damar acı acı ağrıyor.

Üstünde bir kırıklık, bir eziklik var. Artık bu sorunu çözümlemelisin.

 

MÜZİK AŞKI…

 

26.6.1963: Sağlığın iyiye doğru düzelmekte. Bunun değerini bil. Bozma, baltalama.

Musikiye girmek için güçlü olmak gere Musikide geride kalırsan boyunduruk takarlar sana…

Sen de onur varsa, insanlıktan zerre değin; musikide uçacak değin ilerlemelisin…

İşte bir türlü yaramıyor sana; yine ağrıyor boğazın, boynun, omuzun… Ellerin yine yanıyor acı acı… İsteksiz isteksiz, duracakmış gibi çalışıyor yüreğin.

Başında, gözlerinde ağrı; sen niçin önem vermiyorsun bu habercilere…

Bak sağlığın yine bozulmakta, yürek çarpıntıların yine artmakta. Kendine hâkim olmalısın, gidişin gidiş değil…

Aklı başında kimse bile bile Cehennem ateşine girmez.  Bu sorunu çözümlemelisin artık.

 

SABRETMEK GEREKİYOR…

 

25.7.1963: Düşünüp duruyorum. Şu çocuklar büyüse, söz dinlese, susunuz dediğim zaman sussa…

Ya da iki odalı bir evimiz olsa, odanın birine kapağı atsam… Ya da bir iki ay için kafamı dinlendirecek bir yere gidebilsem. Ya da bağa gidip bir iki ay kalsam diye düşünüyorum…

Hiç olmazsa oralarda sessiz sedasız bir ortamda okuyup yazabilirdim…

Evet, insan, rahatça okuyup yazabileceği bir ortamın özlemini çekiyor.

Geçim zorluğu, çalışmak zorunluluğu,  yoksulluk, yorgunluk üst üste geliyor. Okumaya, yazmaya zaman kalmıyor. Bu durumda sabretmekten başka çıkış yollu yok…

Bu geçim zorluğu, darlık, yoksunluk, yokluk bir gün de düzelmez. Zaman gerekir.

Olduğu kadar olsun! Ne yapalım zorla güzellik olmaz ya… Biz de yazgımıza razı olmak zorundayız. Yazgımızı değiştirmeye gücümüz yetmiyor işte.

“Sabreden derviş muradına erermiş!” derler. Ben de sabretmeliyim.  Şu an için sabırlı olmaktan başka yolum yok. Dayanmak zorundayım…

 

ÇEKİNGEN AŞIK

 

Hemşirelerin oturma odası.

Odamdan görünmez orası…

 

Konuşması, gülüşmesi çok güzel gelir kulağa.

Bu da yetiyor beni yakmağa…

 

Boylu boslu, yaşına göre çok gösterişlidir.

Çok da güzel görünür göze kâfir.

 

Her gün gelir bitişiğimdeki odaya.

Göremem kendisini duvar var aramızda.

 

Dedim ya ancak sesi, gülüşü gelir kulağa,

Bu ses, bu gülüş çok tatlı gelir bana…

 

Tatlı tatlı gülümser her  karşılaşmamızda…

Bir kere konuşmadım karşı karşıya…

 

Her gülüşünde ürperir her yanım.

Her karşılaşmamızda vites değiştirir canım.

 

Konuşmalarını, gülüşmelerini sanki bana,

Duyurmak için yapıyor yandaki odada.

 

Ben pısırık da, pusar dinlerim.

İçimde kalır ilgim, hislerim…

 

O da bunu bilir.

Üstüme üstüme gelir…

 

Hissederim ilgi duyduğunu,

Bilirim aramızda birçok engel olduğunu…

 

Niçin bu kadar neşeli,

Niçin bu kadar şen…

Bir gülüşüne bile

Dayanamam ben…

Hayri Balta, 5.11.1963

+

Ne güzel bir aşk şiiri!

Fevzi Günenç, 9.4.2010

 

HANGİSİNE YANAYIM

 

5.11.1963: Kendimi beğenir gibi oluyorum.

Ne var ki dönüp kendime bakınca hiç de beğenecek yanım olmadığını görüyorum.

Cahilliğimden utanıyorum.

 

Bu cehalet çemberini nasıl kıracağım.

O denli bilgisizim ki bunun altından nasıl kalkacağım.

 

Ama halk, en yakınlarım bile beni komünist olarak biliyor.

Bilen bilmeyen bana komünist diyor…

 

Komünistlik bir bilgi ve kültür işidir.

Komünist olmak için; akılcı ve bilimsel bir dünya görüşüne sahip olmak gerekir.

 

Bense şunun şurasında bir ilkokul mezunuyum. İlkokulda öğrendiklerimin yüzde doksanını da unutmuşum…

31 yaşımda olmama karşın bir hiçim.

 

Oysa komünist ben yaşta adını tarihe yazdırmış bir kişidir…

Komünistlik; bilgili ve kültürlü bir kişinin işidir…

 

Ben, kendi cahilliğime mi yanayım;

Bana komünist diyenlerin cahilliğine mi yanayım?

 

ANADOLUDAKİ AYDINLAR

 

(17.6.1963 tarihli Vatan gazetesinin 3. sayfasındaki “Politika ve Ötesi” köşesindeki Mehmet Kemal’in “ANADOLUDAKİ AYDINLAR” başlıklı yazısını okuduktan sonraki düşüncelerimdir:  …)

 

Açıklamada belirtilen yazıyı okuyunca çok duygulandım. Yazar, sanki bizimle yaşıyormuş gibi yaşamımızı betimlemiş.

Gerçekten Anadolu’nun, özellikle Gaziantep’in, durumu yazıda belirtildiği gibidir. Şöyle ki: Kentimizdeki düşünen aydınlar, caddelerde, sokaklarda, kırlarda gezerken siyasî polisin ezici, kahredici bakışları ile göz göze gelmektedir. Anlayışsız ve ilkel kişiler tarafından parmakla gösterilerek alaya alınmaktadır. Beddualarla, küfürlerle karşılaşmaktadır. Ayrıca bağnaz vaiz ve hocalar tarafından cami kürsülerinde; Allahsızlığı, dinsizliği, komünistliği dile getirilmektedir.

Böylece asırlarca kendi halinde yaşayıp giden dindar yurttaşlarımızın dinsel duyguları tahrik edilmektedir. Tahrik edilenlerin bir kısmı aydınlara yazılı ve sözlü olarak sataşmaktadır. Bu yüzden laiklik ilkeleri ile bağdaşmayacak ulusumuz için yüz kararı olaylar olmaktadır. Bu olaylarla karşılaşan düşünür aydınlar yurt yönetiminin 27 Mayıs’tan sonra aldığı nazik ve olağanüstü koşulları göz önüne alarak işi başından aşkın üçayaklı bir masada iş görmek sorunda kalan sayın İnönü’ye iş çıkarmamak için susmakta, ortalığın durulmasını sabırla beklemektedir.

Ne var ki aydınların bilinçli suskunluğunu “sükût ikrardandır” anlamına alan densizler, Emniyetle de işbirliği yapmış olmanın verdiği güven ve rahatlıkla Arap ideolojisiyle başka ideolojilere bilerek veya bilmeyerek hizmet etmektedir. Karşılaştığı ileri görüşlü yurtsever aydınların üzerine çullanmaktadır. Onlara kara çalmakta, çamur atmaktadır. Üstelik bir de Emniyete komünist olarak fişletmektedir ki bu olaylar yurtsever düşünür aydınların sesini kısmaktadır.

27 Mayısçı olduğunu söyleyen yöneticiler biz 27 Mayısçıları; Bayarcı, çıkarcı, ırkçı ve nurculara ezdirmemeli; hiç olmazsa bizleri yasal olarak korumalı ve zorbalar  karşısında dayanaksız koymamalıdır.

Geçmiş dönemin yaralarının sarılması gerekçesi ile aydınların baskı altında tutulması 27 Mayıs’ın ömrünü kısaltmaktan başka bir işe yaramaz.

Aydınlara yapılan bu baskı; aydınları yurt sorunları üzerinde düşünmekten, düşüncelerini söylemekten ve üzerine düşen görevi yerine getirmekten soğutmaktadır.

27 Mayısçı olduğunu söyleyen hükümet Atatürkçüleri ve aydınları sahipsiz koymamalı; öyle ki desteklemelidir.

Anayasamızda belirtilen düşünce ve vicdan özgürlüğü yanında düşünceleri açıklama özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Bu evrensel değerlerin tek yanlı uygulanmasına seyirci kalmamalıdır. Bu seyirci kalışın komünistliği istenir duruma getireceği ve hatta komünizmin işine yarayacağı artık bilinmelidir.

Aydınlara yapılan bu yersiz ve gereksiz baskıdan zarar görecek olan yalnız ulusumuz olacaktır.

Hele Atatürkçülükte duraklama yaparak aydınları nurculukla komünistlik arasında bir seçme yapmaya zorlamak çok büyük bir yanlıştır. 25.6.1963

 

KENDİ KENDİNE GELİN GÜVEY OLMAK

 

Bu tarihlerde tanınmış piyanist Suna Kan Gaziantep’e gelmişti. “İlinizde müzisyen var mı?” diye sormuş olacak ki; bizim Hoca’dan söz etmişler. O da merak etmiş, “Mümkünse bir görüşelim!” demiş.

Durumu Hocamıza bildirmişler. O da “Olur, gelsin görüşelim!” demiş…

Gelmiş, Hoca ile görüşmüş; az da olsa biraz konuşmuş. Sonra da zamanının azlığından söz ederek izin isteyip gitmiş.

Öğrencileri Hoca’ya sormuşlar. “Nasıl buldun?” demişler. “Yandı o, vuruldu o!” diye kendisine pay çıkarmış.

Ne var ki Suna Kan bir daha Hoca’nın adını anmamış, Hoca’yı arayıp sormamış.

Bu konu Hoca’ya sorulduğunda Hoca da: “Hayatı kaymış onun; niçin beni arasın?” demiş…

Hocamız bu! Kendi kendine gelin güvey olmayı çok sever… 5.11.1963

 

UNESCO

 

Unesco gelmiş kentimize. Temsiller verip duruyor Halkevi’nde… Sergi düzenlemiş kütüphanelerde. Gidenlerin az olduğundan yakınılıyor. Nasıl gitsin halk çocukları… Biletler pahalı: En az 10 lira.

Parayı veren düdüğü çalıyor. Düdüğü çalanlar hep varlıklı kişiler.

Bildiğime göre Unesco uluslar arası bir kültür etkinliğidir.

Halkın yararlanması amacı ile kurulmuştur. Unesco, Bilgisiz halk yığınlarının bilinçlenmesine katkıda bulunmak için etkinliklerde bulunur.

Gel görelim ki yoksul, bilgisiz halk yığınlarının Unesco’nun kentimize geldiğinden haberi bile yok. Olsa bile her bilet 10 lira, nasıl verecek de 10 lirayı da girecek içeriye…

Gönül isterdi ki halk için parasız olsun. Gelsin, görsün, anlasın dünya nasıl değişmiş…

Ama halk yığınlarının uyanması; ne bizimkilerin ne de batılıların işine gelir…

Çünkü halk uyanırsa şimdiki parti liderlerini barlarda kapıcı, il başkanlarını da yüznumaralara bekçi durdurur. 5.11.1963

 

 

PTT MÜDÜRLÜĞÜNE

11.1.1964

11.1.1964 günü saat 11’ri 5 geçe 03 numaradan Hatice Kale Ankara ile görüşmek üzere telefona çağrıldı.

Telefona çağrılan Hatice Kale, Ankara, PTT Genel Müdürlüğünde kontrol Mimar Mühendis olarak çalışan oğlu Polat Kale ile konuşacaktı.

Ne var ki oğlu ile iletişim kuramadı, konuşmak mümkün olmadı.

Bunun üzerine Hatice Kale,

“Santral, santral! Konuşamıyorum…” diye santralı aradı. Karşısına küçük bir çocuk çıkınca Hatice Kale çocuğa:

“Oğlum, biz Ankara ile konuşuyoruz aradığım sen değilsin. Bunda bir yanlışlık var…” dedi.

Bu sırada araya santral memuresi girdi. Hatice Kale’yi:

“Konuşsana, Niçin konuşmuyorsun? Salak salak ne duruyorsun?” diye tersledi.

Neye uğradığını şaşıran Hatice Kale,

“Hele sen bak kimse çıkmıyor…” diye  telefonu bana verdi.

Telefonu alınca benim de karşıma bir çocuk çıktı. Çocuk bana,

“Babasını aradığını, babasının adının Metin Özgözen!” olduğunu söyledi.

Çocuğa,

“Bunda bir yanlışlık var küçük! Aradığımız sen değilsin!” dedim.

Bu sırada araya giren santral memuresi,

“Salak salak ne konuşuyorsun, salak adam!” diye beni de tersledi ve öfke ile telefonu yüzüme kapattı.

Kapatmadan önce daha başka öfkeli  bazı sözler söyledi ise de pek anlayamadım.

Telefonun kapanması üzerine 03’ten santral memuresini aradım. Karşıma çıkan bir başka bayan,”03’teki Bayan Memureyi ne yapacağımı sordu. Kendisine,

“Ona, biraz daha nazik ve kibar olması gerekeceğini söyleyecektim!”

Sözlerim üzerine bayan memure olayı yaratan memureyi bana verdi. Kendisine durumu anlatıp,

“Biraz sakin olması gerektiğini…” söyledim ama sözümü bitirmeden öfke ile bana,

“Babanızın uşağı mı var… PTT size mi çalışacak? Elbette derim ya!” diyerek adımı sordu. Adımı, soyadımı söyledikten sonra ben de kendisine adını sordum.

“Adımı ne yapacaksın? Benim kim olduğum sizi ilgilendirmez. Vermeyeceğim işte…” diye söylenip durdu.

Kendisine;

“Bak ben adımı verdim. Sen adını vermeye korkuyorsun. Çünkü yaptığını sen de beğenmiyorsun… Hadi güle güle!..” diyerek telefonu kapattım.

Durumu bilgilerinize arz eder; bu gibi yakışıksız davranışlar içinde bulunan memur ve memurelere gereken uyarıların yapılmasını arz ederiz…

Saygılarımızla, 11.1.1964

Hatice Kale                                        Hayri Balta

Amerikan Hastanesi Saymanı           Amerikan Hastanesi  Muh.

 

DURUM SAPTAMASI

 

15.2.1964 günü Sayın Öğreticime uğramıştım.

Bu buluşmamızda konu günümüzün durumundan açılmıştı. Bu arada ben, ilerici, saygı değer yazarlarımızdan Çetin Altan’ın da yazılarından ötürü hakkında dava açıldığını söyledim. Bunun üzerine Sayın Öğreticim memleketin durumu hakkında şu görüşlerini dile getirdi:

“Çetin Altan, İlhan Selçuk, Aziz Nesin, Falih Rıfkı Atay ve diğerlerinin görüş ve düşünceleri hiç de bizden aşağı değildir. Öyle olduğu halde başında İnönü gibi bir adamın bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görememiş olmaları büyük bir eksikliktir. Yok, görüp de hâlâ yazı yazmaya hâlâ devam ediyorlarsa bu da onların davranışlarının anlamsızlığını gösterir.

Biz nasıl vedânâme yazarak sahneden çekildikse; bu yazarlar da başında İnönü’nün bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görerek bizim vedânâme örneği bir yazı ile durumu açıklayıp sahneden çekilebilirlerdi.

Duymalıydık ki; Çetin Altan bir büro açmış avukatlık yapıyor. Falih Rıfkı Atay inşaat müteahhitliği yapıyor. Aziz Nesin nakliyatçı, İlhan Selçuk başka bir işte…

Böyle yapmadıklarına göre başında İnönü gibi bir adamın bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görememeleri büyük bir eksikliktir; yok gördükleri halde yazmaya devam ediyorlarsa ne yaptıklarını bilmemelerindendir.

Adı geçen bu yazarlar “var” sayılırlar. Var mı sorumlu, yok mu sorumlu?.. Elbette var sorumlu… Var sorumlu olduğuna göre; var’lar sorumluluklarının gereğini yerine getirmelidirler. Yerine getirmedikleri sürece başlarına her şey gelebilir; ancak, bizim buna üzülmeye hakkımız yoktur. Üzülmeyiz… Çünkü başlarına gelecek olayın yaratıcıları kendileridir. Bizim başımıza gelenler ise, “Kaza” faslına girer. ”Kaza” ya rıza göstermek gerekir. Netice herhalde olumlu olur…” dedi.

Sayın arkadaşlar, biliyorsunuz, “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı dergide mülakatlarımız yayınlanıyordu. Mülâkat bitti. Yakında ise bir imamla olan mektuplaşmamız yayınlanacaktı. Fakat yukarda belirtilen düşünce uyarınca Sayın Öğreticim bana: “Şimdi git, Oğuz Göğüş’ü (Oğuz Göğüş, “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı derginin sahibidir.) gör. Ona söyle: Kendisine verdiğimiz imamdan gelen mektup ve İmam’a gönderdiğimiz mektup örneklerinin yayınlanmasını önce biz de arzu ediyorduk. Fakat şimdi o arzumuzdan feragat ettik. Ama yayınlayıp yayınlamamak kendisinin bileceği bir iştir. Yalnız bilsin ki biz yayınlanması isteğimizden caydık, de…” dedikten sonra:

“Şimdi biz, Cetin Altan, İlhan Selçiuk, Aziz Nesin, Falih Rıfkı Atay ve benzeri yazarların yazı yazmakla iyi bir iş yapmadıklarını, kendilerine düşenin yazı hayatından çekilmek olduğunu söyleyip de bizim irtica ile çatışır durumda olan yazılarımızın yayınlanmasını istemekle biz de eksik iş yapmış olmaz mıyız?..

Biz, başında İnönü’nün bulunduğu bir hükümetle çatışacak, onun düşünce ve planlarını bozacak bir duruma düşmeyiz. Buna hakkımız yoktur. Bizim İnönü’ye saygımız vardır, sevgimiz vardır. Önce kendimize doğru olmalıyız… Bizden eksik iş zuhur olmaz. Bu önemli bir istasyondur. Bu konuyu bütün arkadaşların bilmesi iyi olur!” dedi.

Buna göre “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı dergide bizimle ilgili yazılar yayınlanırsa bilinsin ki bu yazılar bizim isteğimiz dışındadır. 2.3.1964

NOT:

Sayın Öğreticim; 27 Mayıs Devrimi’nden bu güne kadar  geçen zamanı üç safhaya ayırarak şöyle demektedir:

  1. İrticaya taviz verilmesi,
  2. İrticanın gelişmesine göz yumulması,
  3. İrticanın benimsenmesi,

Bir ve ikinci safhada sahnede kalmaya gerekçemiz (beraat kağıdı) olduğu halde üçüncü safhada gerekçemiz yoktur. Sahne terk edilecektir.

 

DALGINLIK

 

7.4.1964: Dün Güney Ecza Deposundan gelen faturaları ödenmesi için yukarıya gönderdikten az sonra

Çağırdılar beni yukarıya.

 

“Hayri Bey, bu faturaları gözden geçirdiniz mi? Geçirmediniz mi?

“Geçirdim!”

“Ya bu 300 liralık yanlışlık ne?”

Şaşırdım…

 

Çok mahcup oldum, utandım.

Kulaklarıma kadar kızardım.

“ Nasıl olmuş da gözümden kaçmış!” diyebildim.

 

Ama gel sen sor bana bunu…

Abdullah Bey (Abdullah Sinek) ve Mehmet Ağa karşısında olmamalıydı bu…

 

Aşağı büroma geldim.

Epey bir süre kendime gelemedim.

Yaptığım bu yanlışlığı günlerce aklımdan silemedim.

 

Sanki büyük bir suç işlemişim gibi kendime kızıp duruyorum.

Ben bu yanlışlığı nasıl yaparım diye kendimi sorguluyorum.

 

Elim ayağım buz gibi…

İnsan yanılmaz mı, yanılır yanılır da…

Senin suçunu arayanlar arasında çalışırsan,

Yanlışın iner başına balyoz gibi…

Hayri Balta,

 

MİSYONER NEYE UĞRADIĞINI ŞAŞIRDI

 

Akşam Amerikan Hastanesi doktoru Updegraflarda idik. Ben, Padişah (Mehmet Tekerlek, Ekrem Uytun… Dr. Updegarf bir misyoner. Bize İncil dersi veriyor.

Konu İsa’nın Allah anlayışına dayandı.

Dr. Updegarf; İsa’nın, kendi dışında bir Allah’ın varlığına inanıyordu. Biz ise İsa’nın kendi dışında bir Allah’a inanmadığını söyleyince ne yapacağını şaşırıyordu.

Hemen İncil’i açıp bize İncil’den şu ayeti kanıt olarak gösteriyordu:

“Koyunlarım sesimi işitirler, ben de onları tanırım ve ardımca gelirler. Ben onlara ebedî ha­yat veririm; onlar da ebediyen helak olmazlar ve kimse onları elimden kapmaz. Onları bana ve­ren Babam hepsinden büyüktür. Ba­banın elinden kapmağa kimsenin gücü yetmez. (İncil. Yuhanna. 10/27- 29)

Evet, İncil böyle yazıyordu ama hemen altındaki 30. ayette de İsa: ”Ben ve Baba biriz.” (İncil. Yuhanna. 10/30) diyordu ve ardından da şu ayetleri gösteriyorduk:

“Beni görmüş olan Babayı görmüştür.” (İncil. Yuhanna. 14/9)

Ve:

“Ben Baba’dayım, Baba da bendedir.” (İncil. Yuhanna. 14/11)

Ne var ki bu ayetler Dr. Updegraf’ın dikkatini çekmiyordu. O, kendi kafasındakini okuyordu

Bu ayetler açıkça gösteriyor ki İsa, kendi dışında bir Allah’ın varlığına inanmıyordu.

Kendi gösterdiği ayetin hemen altında bulunan bu ayeti ve diğer iki ayeti gösterince Dr. Updegraff neye uğradığını şaşırdı. Söyleyecek söz bulamadı. Ancak şöyle diyebildi: “Bana birkaç gün izin verin; hazırlanmalıyım, düşünmeliyim…”

Biz bekliyoruz. Dr. Updegraf hazırlanıp gelecek.

Dr. Updegraf, açıklamalarımız karşısında bazen sinirleniyordu. Bizim kendi dışımızda bir Allah’a inanmamamızı bir türlü aklı almıyordu. Ancak bununla birlikte düşüncelerimize saygı göstermesini de biliyordu. Bazen da dayanamıyor görüşlerini şu şekilde dile getiriyordu:

“Düşünce ve görüşleriniz ağırdır. Kendi dışınızda bir Allah tanımadığınızı söylüyor ve işin kötüsü bunu da İsa’ya ve İncil’e mal ediyorsunuz. İsa böyle söylüyor, İncil böyle yazıyor diyorsunuz. Bu görüşlerinize dayanılır mı? Bütün inanışlar bir çırpıda gidiyor, bütün kavramlar tersine dönüyor. Yalnız insan kalıyor ortada; yapa yalnız, dayanaksız, dayanılır mı buna. Zor iş bu…” diyordu…

Evet, yalnız insan kalıyor ortalıkta; ama sorumluluğu ile baş başa olan bir insan… 8.4.1964

 

YANLIŞ YAPTIM…

 

10.4.1964: Her gün saat altıda kalkmam gerek işe zamanında yetişmem için.

Saat altıya beş kala uyanıyorum. Biyolojik saat beni uyarıyor.

“Beş dakika daha uyu!” diyen biri var içimde.

Uyanıyorum ama gözlerimden uyku akıyor.

 

“Şimdi yataktan kalkmalısın! Yoksa, zamanında işe yetişemezsin…” diyen karşıt bir ses…

Buna karşın önceki ses:

“Gece geç yattığımı…” ileri sürerek beni kandırmaya çalışıyor.

Hayri Balta,uyumakla uyuyamamak arasında bocalayıp duruyor.

 

“Biraz daha yatayım, bu gün de traş olmadan gidersem ne olur?” diyerek kendi kendime mazeret uyduruyorum.

“Hemen kalkmalısın. Asil at kendisine kamçı vurdurmaz!..” diyen karşı sesi duyuyorum…

 

Bu ikilem arasında bocalayıp dururken bir de bakmışsın ki saat 6’yı 6 geçiyor.

İçimden bir ses: “Niçin Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrıldın da bu Amerikan Hastanesine geldin!.” diyor…

Bir pişmanlık duygusu beni yiyip bitiriyor.

 

Evet, çok yanlış yaptım Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrılmakla…

Ne güzeldi o günler. Uykumu alıyordum rahatlıkla…

 

Günlük gazetelerimi okuyordum.

Öğleye değin 3 saat; 1,5 saat öğle tatili yaptıktan sonra işbaşı yapıyordum.

Saat 17’de işten çıkıyordum.

Yani öğle tatili de içinde olmak üzere günde 8 saat çalışıyordum.

 

Şimdi öğle saati dışında tam sekiz saat çalışıyorum;

7’da işbaşı öğleden önce 5 saat.

Öğle tatili iki saat,

14’te işe başlayıp 17’de işten çıkınca okumaya yazmaya zaman bulamıyorum.

 

Memur statüsünden işçi statüsüne geçmek yanılgılarımın başında gelir.

Ne var ki iş işten geçmiştir.

 

Saat 9’da işbaşı yapmak nerde…

Saat 7’de işbaşı yapmak nerde…

Hayri Balta,

NEFRET ÇEMBERİ

 

Durdu Bilen ilkokuldan arkadaşım. Bu gün karşılaştık. Bana: “Gazeteci İ. K.’dan sakınmamı söyledi. Pis tabiatı vardır. Seni söyletir; ağzından bir şey alıp başına bir iş açabilir.” dedi.

Sözlerini sürdürdü: “Başkasına kötülük etmesinden çekinmiyorum; beni ilgilendirmez, istiyorum ki seni diline dolamasın. Seninle tuz ekmeğimiz var.”

“Demek ki bir bildiğin var.” Dedim.

“Hayır bildiğim yok; sadece kuşkulanıyorum…” dedi. “Amerikalılardan İncil aldığını söyledi. Oysa benimle konuştuğunda İncil aleyhinde bulunurdu. Bu konuda kendisiyle tartışmıştık bile…”

Sonra sordu:

“Bu günlerde Amerikan Hastanesi’ne gidip geliyormuş, öyle mi?” dedi.

“Doğru, sözünü ettiğin kişiyi Hastanede iki kere görmüştüm.” dedim.

Bu arada İncil hakkındaki görüşlerimi de söyledim:

“Bizce İsa bir Filozof; İncil de bir ahlak ve felsefe kitabı!..” dedim.

Bana: “Düşünce özgürlüğü var. İstediğiniz gibi düşünebilirsiniz!” dedi.

“Yer yüzünde okunacak tek kitap İncil! Özellikle Yuhanna bölümü…” dedim.

“Olabilir!” dedi.

Kendisine teşekkür Ettim.

“Korkacak bir durumum yok ama yine de kötüye kullanacağı bir söz vermem eline…” dedim.

Durdu Bilen arkadaş haklıydı; sözünü ettiği kişi Yeni Ülkü gazetesinde aleyhimde yazılar yazmıştı.

Durdu Bilen’in bir bildiği vardı ama söylemiyordu.

Nefret çemberi içine düşmüşüz de haberimiz yok!.. 15.5.1964

 

YAZMAK İSTİYORUM

 

Yazmak istiyorum; çok konu var aklımda…

Ama yazamıyorum işte.

Böyle bir ortamda…

 

Huzurlu bir ortam bulamıyorum.

Sağlığım elverişli değil…

Belki de çok yoruluyorum…

 

Günde on saat çalışmak…

Ailemle, çoluk çocuğumla uğraşmak…

Çok ağır geliyor bana…

İstediğim gibi yazamamak…

 

Biliyorum yazmakla geçinemeyeceğimi

Geliyor bana; yazarlık için öğretmenlik ideal bir meslekmiş gibi…

 

O da benim için çok uzak, tatlı bir umut gibi geliyor.

Öğretmen olacağım da yazarlık yapacağım.

Tutunamamış insan, işte böylesine ham hayaller görüyor…

 

Yoktur sağlam bir ilkokul kültürüm…

Dışarıdan öğretmen okulunu nasıl bitiririm.

 

Şimdi ortaokulu dışarıdan bitirme çabasındayım.

Sonra da yine dışarıdan liseyi dışarıdan bitirmeye çalışacağım.

 

Ama bu arada da zaman buldukça,

Elimden geldikçe yazarım.

Bizimde yazgımız böyle imiş

Ne yapalım…

31.5.1964

 

NE MUTLU HOCASI OLANLARA…

 

11.7.1964: Halkevinde Hocanın Başkanlığında ders yapıyoruz. Bu gün Derste Halkevi Başkanı Ali Nadi Ünler ile Öğretmen Okulu Müdürü Ali İhsan Kurt da var. Dinleyici olarak gelmişler.

Hocamız musikinin tanımını yapıyor.

Musiki: Mâna (anlam) ifade eden seslerin bir araya getirilmesi ile vücut bulan nağmelerdir; bu nağmelerin yaratacağı ahenk, etki veya haldir.

Örnek vermek gerekirse: DO bir sestir; Çarigah ise mâna taşıyan bir sestir. Bu aynı zamanda bir makamdır.

Bir de usul vardır. Buna usul ilmi, ilm-i edvar da denir; musiki nağmelerini ölçüye koyan bir ilimdir.

Bu ilim, Divan edebiyatının şiir kısmında rol oynayan aruz ilmine tekabül eder.

Türk musikisinde 150’ye yakın makam vardır.

Usul sayısı ise 110’u aşar…

Bu açıklamalardan sonra Sayın Öğreticim kendi hocalarını saymaya başlıyor.

“Zekai Dede’nin çırakları. Ahmet Avni Bey, Rauf Yekta Bey, Dr. Suphi ve Muallim Kazım…

Ahmet Avni Bey, Muallim Kazım benim hocamdır.

Bu sözlerinden sonra da sorumluluk duygusu konusunda düşüncesini açıklıyor:

“İnsan; elinde olarak olmayarak, bilerek bilmeyerek sorumluluk kavramını bozmaya çalışır; yani sorumluluk duygusunu yozlaştırır…

+

Ahmet Avni Bey, Muallim Kazım Sayın Öğreticimin Hocaları imiş. Dr. Emin Kılıç Kale de benim Hocamdır.

Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale; olumlu olumsuz yanlarını göstererek beni irşat etmiştir. Aynı zamanda o da benim olumlu olumsuz yanlarımı göstererek beni irşat etmiştir.

Her ne yaptı ise beni sevdiği için yapmıştır. Benim tekâmülüm için yapmıştır.

Hocamın bana olan sevgisi yüce idi. Sevgisinin yüceliği sayesinde beni de yüceltmiştir.

Aramızda geçen olumlu ya da olumsuz ilişkiler ikimizin de tekâmülüne vesile olmuştur. İyi ki kendisine intisap etmiş ve kendisinden el almışımdır.

Ne mutlu hocası olanlara… Yazıklar olsun hocası olmayanlara.

Av. Hayri Balta,

+

Sayın Balta,

Hocaya (Öğretici anlamında) sahip olmak ve saygı duymak elbet ki çok değerlidir.

Lakin bir de kendisine hoca (sanarak) veli, vasi, şef, şeyh edinenler var.

Onlara da yine inandığını iddia ettikleri kaynaktan örneklemeler vererek, hoca kavramını yanlışlıkla teslimiyete götürmelerini engellemek gerekir.

En iyisi onlara yine kendi kitaplarından seslenmek…

Ne malum, belki anlarlar.

Anlamazlar ise diğer kutsal addettikleri metinlerden de sunum yapabiliriz.

Saygı ile…

Ahmet Dursun, 26.4.2010

 

TANRI’DA OLMAK…

 

21.9.1964 Yapılması gereken olumlu işi yapmak, Tanrı da olmak demektir. Olumsuz bir işi vicdanın sızlaya sızlaya yapmak da Tanrı’yı tepelemek anlamına gelir.

Tanrı’yı tepelemek çok büyük bir yıkımdır. Tanrı’yı tepelemenin cezası hemen görülür. Bunun nedenle Kuran’da “Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır.” (K. 6/165) denilmiştir…

Tanrı’yı tepelemediğimiz an göreceğimiz ceza bedenimizin bütün hücrelerinden olumsuzluğa tepki dalgalanma ve  bir değişim olur.

Olumsuz davranışları alışkanlık durumuna getirirsek; bu alışkanlık bizi duyarsızlaştırır. Bu da din ilminde “ölüm” olarak nitelendirilir.

Bir örnek vermek gerekirse sigara içmemiş bir kişinin ilk içişinde dudaklarında bir elektriklenme olur, sigaradan tiksinti duyar; ama sigara içmeyi sürdürürse dudağındaki elektriklenme kalmaz ve tiksinti duymaz. Giderek yaptığı kötü işten hoşnutluk duymaya başlar. Alışkanlık hâsıl olur ve duyu organı duyarlılığını yitirir…

İyi davranışlar da bulunmak da insanlarda bir alışkanlık yaratır ve bu alışkanlık zevk vermeye başlar. İyilikten yapmaktan zevk almanın önemi başkadır. İnsan bir kere Tanrı yolunda olmanın zevkini tadarsa, bir daha kötü davranışlarda bulunamaz. Ne mutlu bu tadı tadanlara…

Dünyanın en mutlu insanı Tanrı’yı bilendir. Tanrı’yı bilen insan Tanrı’yı tepelemekten korkar. O’na uymaktan mutluluk ve zevk duyar. Ne mutlu bu zevki duyanlara…

İnsanın en kutsal görevi Tanrı’ya koşmak, O’na ulaşmak olmalıdır. Tanrı’ya koşma demek: Doğru, dürüst, davranışlarda bulunmak ve yapılması gereken iyi davranışı da zamanında yapmaktır.  21.9.1964

+

Açıklama:

Yaşamım boyunca yukarıda yaptığım açıklama gereği davrandım. Bunun da yararını gördüm. Bir ilkokul mezunu iken Hukuk Fakültesini bitiren biri oldum.

Anılarımda ve Günlüklerimde bu mücadelemin aşamaları görülmektedir…

Din ilminde bu aşamaya “Allah’ın yardımı!” adı verilir…

Hayri Balta, 26.5.2010

 

YANILGI

 

Bir sayrılık var bende. Beğenmiyorum bu durumu. Üzerimde baskı kurmak isteyen bir kimsenin bana karşı tutumundan rahatsız oluyorum. Bu hal sık sık oluyor bende. Küçüklüğümden beri var.

Kim bana sertçe bir söz söylese, benimle çekişmeye kalksa davranışlarıma karışsa, geceleri uyuyamıyorum. Başım zonkluyor, şaşırıyorum. Elim ayağım dolaşıyor.

Herkeste bir asık surat… Yüzündeki tavır ile “Beni kazanamazsın, benimle dostluk kuramazsın!..” der gibi bir halleri var..

İstiyorum ki insanlar güler yüzlü olsun; asık suratlı olmasın… Ne var ki bizim toplumdaki insanların büyük çoğunluğu güler yüzden yoksun ve asık suratlı… Bu görüntü çektirdikleri fotoğraflarda bile görünüyor…

Fakat ben herkesin sevecen olmasını istiyorum; ne var ki bu düşüncemde de yanılıyorum…

İnsanların doğası bu… Bunu böyle kabul etmek zorundayız. Ama işte ben bunu kabul edemiyorum. İstiyorum ki insanlar güler yüzlü ve sevecen olsun…

Biliyorum, herkesten olgunluk beklemeye hakkım yok. Herkesi olduğu gibi kabul etmek zorundayız.

Onlardan olumluluk beklersek yanılırız, sükûtu hayale uğrarız…

Herkesten olumluluk, yücelik beklemeye ne hakkımız var.  21.9.1964

 

SENDİKAYA GİRMEK İSTEYİNCE…

 

Notlarım arasında aşağıdakileri gördüm. Şimdi bunları ne için not ettiğimi hatırlayamıyorum.

“Bir kimse suç işledikten sonra tövbe edinceye kadar Allah tarafından ihmal edilir. ”

Hangi olay üzerine böyle bir not düşmüşüm; aklıma gelmiyor.

Yine kimlerle tartışmışım da kendi kendime ulan demek zorunluluğunu duymuşum.

“Sen mi kaldın ulan; itle köpekle çekişecek. Bırak ne halleri varsa görsün”

Bu notlarım altına da madde madde Hastane Notları diye de notlar düşmüşüm. Şimdi bunları da alt alta sıralıyorum. Ama niçinini, nedenini yazmamışım. İçinde yaşadığım koşullar nedeni ile de dönüp bakamamışım. Aradan geçmiş 46 yıla yakın bir zaman hiç birini hatırlayamıyorum. Ancak biz hastane işçileri Sağlık İş Sendikasına kayıtlarımızı yaptırma isteğimiz yüzeye çıkınca biz işçilere de baskı başladı.

Maaşlarımızda  ayarlama yapılsın istiyorduk.

Hastane mutfağında çalışan işçilere baskı yapılmaya başlanmıştı.

İşçibaşı Hanımın emrinde çalıştığı işçilere de baskısı artmıştı.

Ermeni Leyla işçilerimizin yüzüne sanki seviyormuşçasına hafifçe tokat atardı bu da benim çok zoruma giderdi. Bir gün aynı işlemi bana da yapmak isteyince kendisini sert bir şekilde azarladım. Bir daha da benimle konuşmadı.

Hastanede çalışan Ermeni çocukları hemşireler de vardı. Onlar sendikalı olmaya yanaşmıyorlardı. Bu da bizim zorumuza gidiyordu.

İşçileri sendikalı olmaya benim zorladığım inancıyla Hastane Müdürü George Pravrastki bana muğber olmuştu. Bana angarya işler çıkarak beni istifaya zorluyordu. Sözde bunların kitapları kendilerine “Düşmanlarınızı sevin!” diyordu. Sendikalı olmak isteyen beni bile sevemiyordu…

Hastane yönetimin biz işçilere de yemek vermesini istiyorduk; ama bizi ciddiye alan olmuyordu. Yemek konusunda bizi başarı ile oyalıyorlardı.

İşçibaşı Hanımın mutfakta benim hakkımda konuşması üzerine kendisini uyardım. “Bir muhasebe memuru aleyhinde mutfakta işçilere konuşma yapılması doğru değildir!” dedim. Verecek yanıt bulamadı.

Hemşire yardımcısı öğrenci kızlara yapılan muameleler de beni rahatsız ediyordu. Dr. Cemil Özbal’ın ile Dr. Abdülkadir Göksel’in hastanedeki bu çalkantılar karşısında kayıtsız olmaları beni üzüyordu.

Kimi işçilere yapılan odun,gaz, peynir  gibi yardımlar da kesildi. Sanki bizlere “sendikalı olursanız daha başınıza gelecekler var” deniyordu. “Hastane kapanırsa iş bulamazsını, aç kalırsınız!” diye tehdit ediyorlardı.

Her yere “Geçmek yasak!” , “Durmak yasak!” levhalarının yazılarak hastane içinde rahatça dolaşmamız engelleniyordu. İşçiler patlayan ampul yerine yenisini istediklerinde, yağ şişelerinin boşalması halinde; patlayan ampulü ve de boşalan şişelerini istiyorlardı.

Bunları yapanlar da “Senden gömleğini isteyene ceketini de ver!” bir dinin mensupları idi… 1.10.1964

 

KÂBUS GİBİ BİR YAŞAM

 

1 Ekim 1964

Borçlarımı tutmuşum.

Alfabetik olarak yazıyorum:

 

Abdullah Çörekçi’ye  60.00 lira

Adil Öztemir’e           315.00 lira

Ali Nadi Ünler’e           15.00 lira

Aliye Kural’a                20.00 lira

Bakkala-Kasap’a       200.00 lira

Cumhur Yaşar’a        578.15 lira

Doğan’a                     325.00 lira

Doktora                        36.00 lira

Eczacıya                      12.50 lira

Fotoğrafçıya                10.00 lira

Hatice Kale’ye             14.50 lira

Hatice Kösecik’e         26.50 lira

Hüseyin Patpat’a        35.00 lira

Kalle’ye                        92.36 lira

Kuşakçı’ya                   11.00 lira

Mehmet Tekerlek’e     30.00 lira

Sandığa                     200.00 lira

Terzi Hilmi’ye            178.00 lira

Vasıf Güllü’ye            105.00 lira

 

Bu kadar borç içinde ben nasıl yaşamışım.

Sokaklarda nasıl dolaşmışım

İnsanların yüzüne nasıl bakmışım.

 

Bu tarihte çalışıyordum Amerikan Hastanesinde,

İyi de ücret geçiyordu elime.

 

Demek ki aldığım ücret yetmiyormuş geçimime.

Ben de borçlanmışım yukarıdaki biçimde…

 

Gördüğüm kâbus gibi düşler, boşuna değilmiş.

Bu kâbus gibi yaşam ruhuma işlemiş…

1 Ekim 1964

+

Sayın Balta,

Kâbusu seven bir millet olduğumuzdan dolayı, bize kabus yaşatmayanları adam yerine dahi koymuyoruz.

Eh, size kâbus olan bu yaşam; bu millete, cennetten köşe kapmak için çekilen normal sıkıntı sayılıyor…

Tanrı sevdiği kullarına çile çektirirmiş ya!

Ahmet Dursun, 13.2.2010

x

Sevgili Eren Bilge Ustam,

Ne denli içtenlikli, yürekli insanmışsın ta başından beri. İnsanlar borçlarını divik divik saklar, kimse duymasın ister. Sense devlet adamlarının  varlıklarını gizlemelerinin zıddına, borçlarını ilan ediyorsun kamuya.

Aradan 46 yıl geçmiş. Her geçen yıl gürz gibi inmiş işsizin, asgari ücretlinin, emeklinin sırtına. O sırt 46 kat ağırlaşan yükünün altında nasıl yaşıyor acaba? Bunu üç kuruşluk zam yapanlar düşünüyor mu?..

Keşke herkes senin gibi açık yüreklilikle borcunu ilan etse… Belki o zaman utanır yönetenler.

Ama hayır, ilan etmeyiz. Aç gezer, beylerle gezeriz biz.

Sevgiyle, büyük harflerle SAYGIYLA…

Fevzi Günenç, 15.2.2010

 

İKİLEMDE KALMAK

 

Bende gerçeği görmeme, görüp de kabul etmeme takıntısı var. İki de bir Sayın Öğreticime karşı bir kızgınlık duyuyorum.

Onun üzerimdeki etkisini, yapıcı baskısını kabul etmek bana ağır geliyor. Aşağılık duygum kabarıyor.

Onun etkisi ile yeniden doğmuş olmamı; benim ona saygı duymamı gerektiriyor. Ne var ki kendi başıma buyruk  yaşama isteği de ağır basıyor… Anlaşılan tam bir ikilem içindeyim. Derslere gitsem mi, gitmesem mi ikilemi… Ama gerçekler beni ister istemez derslere gitmeye zorluyor. Çünkü orada hareketlerimi bir denetime tabi tutulmuş oluyor. Bu da beni olgunlaştırıyor. Elbette fırına girmek insanı yakar. Bu fırında yanmayı göze alamayanlar da yeniden doğuşa eremezler. 1.10.1964

 

OLUMSUZ KOŞULLAR İÇİNDE BİR YAŞAM…

 

İşyerine bir kırgınlık, bir bunalım içinde geliyorum.

Ne dersek diyelim. Eğer bende bu gün için bir değişiklik varsa; bu, Dr. Emin Kılıç sayesindedir.

Bu onun sayesinde oluş da beni kızdırıyor ya… Bu nedenle ona karşı düşünce ve davranışlarımda özveride bulunuyorum ya…Böyle diyorum ya; içinde bulunduğum iktisadi koşullar  benim daha fazla düşünmeme olanak sağlamıyor.

Kararsızlık, bunaltı ve tedirginlik içindeyim.

Hastanede çalışmamın şu yararları var. Hiç olmazsa düşüncelerim yüzünden rahatım. Burası batı uygarlığına açılan bir pencere olarak geliyor bana. İsa felsefesi ile daha yakın bir ortam. Gerçi onlar dini açıdan ele alıyorlar ama bana ne…

Yalnız başına bir odada çalışıyorum. İstediğim zaman dinleneceğim bir dinlenme odası var hiç olmazsa…

Hedefte ortaokulu bitirip liseye gitmek var. Dersler önümde bir dağ gibi duruyor. Zaman yok derslere çalışmaya. Zaman, ancak günlük gazeteleri okumaya yetiyor. İş yorgunluğu da çabası…

Ders kitaplarını elime alıp okumaya başlayınca uykum geliyor.  Evdeki aile ortamı da oturup derslerime çalışmaya elverişli değil…10.12.1964

 

BİR EDEPSİZ

 

Marmara sinemasının önünde o kalabalığın arasında Nurcu genç, Mukaddesatçı genç arkadaşına: “Eğer seni sinkaf etmezsem bana da bilmem ne demesinler!” diye küfrederek sokak çocukları gibi şaka yapıyordu.

Elimde olmayarak dönüp bakınca göz göze geldik. Benim kendisini a acıyarak baktığımı görünce bozuldu. Suçüstü yakalanmış olmanın tedirginliği ile ne yapacağını şaşırdı. Davranışının bir Müslüman’a yakışmadığını idrak etmesinden olsa gerek utandı, kıpkırmızı oldu. Başını eğerek çekip gideceğine ters tepki gösterdi. “Ne bakıyorsun?” diye bana da  sinkaf etmesin mi?

Duymazlıktan geldim. Dönüp ağzının üstüne bir tane çarpmak bizim yolumuza ters idi. En iyisi duyup duymazlıktan gelmekti. Yeteri kadar rezil olmuştu.

Bu adam daha önce de caddenin ortasında başımdaki meşin şapka yüzünden bana sövmüştü. “Başındaki şapkayı alasın; içine sıçıp yeniden başına geçiresin!” diye laf atmıştı.

Sözde bunlar milliyetçi ve mukaddesatçı… Bunlar milletin başına geçecekler de ülkeyi yönetecekler.

Memlekete kimler sahip çıkıyor… Ne olacak bu milletin hali?…

Düşüncelerimiz, inançlarımız ve davranışlarımızdan dolayı bizler nelerle karşılaştık… En iyisi bunların edepsizliğine ciddiye almamak… 16.12.1964

TERS TEPKİ…

 

17.12.1964 Sayın Öğreticimle birlikte evine doğru gidiyorduk.

Tam eski postanenin önünde Necdet Sevinç’le karşılaştık.

 

Kız kardeşi ile birlikte idi.

Tam yanımızda iken Sayın Öğreticimin yolunu kesti.

Yol vermediği gibi bir de koltuk attı…

 

Bu davranışına hep birlikte gülüştük….

 

Sayın Öğreticim onun bu davranışını yorumladı::

“Bize ilgi duyuyor.

İlgi yalnızca sevgisini göstererek mi olur;

İlgi böyle ters tepki göstererek de olur…”

 

Hoca, Necdet Sevinç’in bu basit davranışını şu yorumunu da ekledi:

“Bizimle ilgilisi  olsun da; sevmeyerek olsun!…”

 

VALİ’NİN SELAMI

 

Memleket sorunları duyduğum ilgiden ötürü aktif olamadığım, yazıp çizemediğim için utanç duyuyorum.

İşçi Partisine katılmak, o parti saflarında çalışmak istiyorum. Sonra da düşünüyorum; buna kültürüm yeterli mi?” diyorum.

Basında sürekli çalışmaya kültürüm yetersiz. Yazmak istiyorum; bir iki yazı sonra tıkanır, takılır kalırsam diye korkuyorum…

Acaba diyorum İş Partisi’ne girsem zararım olur mu diye düşünüyorum. Çünkü gazetelerde adı çok kötü geçmiş bir kişiyim. Gerçi buna da aldırdığım yok… Ama işsiz, parasız, halimden ötürü çoluk çocuk perişan olacak. Buna hakkım var mı?

İyisi mi partili bir yazar olarak değil de bir yurttaş olarak aktif olmak, yurt gerçeklerini dile getirmek böylece üzerimize düşeni yapmak gerektir diyorum ama gönlüm parti saflarında olarak gazetenin bir köşesinde çarpışmaya can atıyorum.

Onun (Güner Samlı’nın) tek başına gazete çıkarması, tek başına uğraşması bana çok dokunuyor. Onun yalnız başına çalışıp çabalamasından kendimi suçlu buluyorum. Kendisine yardım edememiş olmanın acısını çekiyorum. Susmak, karanlığa karşı gelmemiş olmak bu savaşta ona yalnız başına bırakmak bana çok ağır geliyor.

Kendisine yardım edememiş olmanın nedenleri arasında Sayın Öğreticimin etkisi de var.

Bir de viran olası hanede evlad-ı ayalın varlığı beni düşündürüyor. Sağlık durumumum yeterli olmaması  da işin çabası… Ailemizin durumu ise ortada…

Şimdi iyi bir işte çalışıyorum. Bu işi de elimizden kaçırırsak işimiz bitik.

Çocuklarımın geleceği için bu işi elimden kaçırmamam gerek….

İşyerinde kafam sakin çalışmaktayım. Gelmeme, gitmeme pek o kadar karışan yok…

Şu an Emin Kılıç Kale’ye gidip gelmenin huzuru içindeyim.

Hırs yok, ihtiras yok, ne yaptığını bilmemek yok…

Sayın Öğreticim gerçekçidir. Örneğin hiç kimse diğerinin yanlışını yüzüne karşı söylemez. Oysa Sayın Öğreticim; insana, yanlışını çekinmeden söyler.

Bir örnek vermem gerekirse: Vali ve Millî Eğitim Müdürüne verdiğimiz selam üzerine söylediği sözler:

“Siz kimsiniz ki onlara selam veresiniz. Avukat değilsiniz, doktor değilsiniz, hâkim değilsiniz… İki tane baldırı çıplak…

Valinin size verdiği selamdan anlam çıkardım. Bunda bir anlam var; lehimize olarak…”

Artık ne demek istedi bilemiyorum. Şimdi ben Vali’ye ve Millî Eğitim Müdürüne selam vermiş olmanın utancı içindeyim.

Ben Vali’nin selam vereceği adam mıyım?..28.12.1964

X

xx

 

  1. HAYRİ BALTA’NIN ÖZGEÇMİŞİ

 

1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü.

Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki üzüm bağlarında geçirdi.

Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…

Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…

1945 yılında Gaziantep lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, bir daha okula gidemedi…

Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı.

Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik ve kilimci kalfalığı yaparak sağlamaya çalıştı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursunu bitirdi.

Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini de bıraktı.

25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tekke ve tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef çaldı ve kimi zaman da ney (nay) üfledi.

Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı.

Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı.

Yargılama sonunda yargıç: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…

1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi.

Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü.

Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…

Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi.

Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi.

Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1980 yılında (48 yaşında) avukatlığa başladı.

Hukuk Fakültesi öğrencisi iken: 27 Mart l977 yılında ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…

Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu yönetim kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirip kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma gelince ADD’deki görevini ve avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde tek başına yaşamaktadır.

Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte, odunsuz, kömürsüz, elektrik sobası ile geçirdi…

65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyon değerinde taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, kalanını dört kızına bıraktı…

Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da Siyaset Bilimi doktorası yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiştir.

Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve açılmasına da neden olmuştur.

Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için ayrıldı.

Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı.

Bu günkü tarih itibariyle basılmış 13 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız olarak okuyuculara dağıtılmaktadır…

2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli kendisine ait sitede aydınlanma savaşımını sürdürmektedir.

Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; vahye karşı aklı, dine karşı bilimi, teokrasiye karşı laikliği, şeriata karşı cumhuriyeti, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini, idealizme karşı materyalizmi, bireyciliğe karşı toplumculuğu savunmaktadır.

Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…

Av. Hayri BALTA, 12.12.2012 –  6.2.2013

+

TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:

Alfabetik olarak:

 

 

ANILAR: 15 KİTAP

  1. 1Alleben (Kaybolan Cennet) ve Fevzi Günenç’in Yazdıkları…
  2. Bir Aydın Adayı
  3. Bu Ortamdan Kurtulmalıyız
  4. Cahilin Dünyası
  5. Cehaletin Boyutları
  6. Dindar Filozof
  7. Halkevi Çalışmaları
  8. İtilmiş Bir adam
  9. Ayzly’e Mektup
  10. Muhbir ve Tertipçilerim
  11. Ölümsüz Yazman
  12. Son Nokta
  13. Röportaj ve …
  14. Zllli Kurt
  15. Zilli Kurt’un Çırpınışı

ATATÜRK: 3 KİTAP

  1. Atatürk Budur
  2. Son Mesaj Yalanı
  3. Temyiz Dilekçesi

DİN KONUSUNDA: 25 KİTAP

  1. Allah’ı Algılamak
  2. Allah Aşkı
  3. Allah Denince
  4. Ariflerin Dünyası
  5. Aydınlanma
  6. Din Konusunda
  7. Dinsel Tartışma
  8. Gerçeği Düşünmek
  9. Kızma Yok
  10. Misyonerin 100 Sorusuna Yanıt
  11. Ölümsüz Medüz
  12. Sırların Sırrı
  13. SSS 1 (Sevenler Soranlar Sövenler)
  14. SSS 2 Adsız Mehmet
  15. SSS 3 Küfürbazlar
  16. SSS 4  Dayatmaya Karşı
  17. SSS 5  Suat Emiroğlu
  18. SSS 6 Sayın Kul
  19. SSS 7 Bil-Bul-Sus
  20. SSS 8 Görüşler
  21. Taç’a Atılanlar
  22. Tanrı’ya Yakınlık
  23. Tanrı Düşüncesi
  24. Tanrı Sözü Ne Demektir?
  25. Takvimlerden 1

FIKRALAR: 17 KİTAP

  1. Allahın İmzası
  2. Bay Şafık
  3. Bu Adama Yazdırmayın
  4. Canı Kim Alıyor
  5. Dayak Olayı
  6. Edep  Yahu!..
  7. Erenlerden
  8. Gaziantep Ekspres
  9. Gaziantep Sabah
  10. Gönül Tamircisi
  11. Karanlıkta Alkışlar
  12. Laikleri Şişe Geçireceğim
  13. Papaz ve Şeytan
  14. Sanal Katılım
  15. Şakir Efendi
  16. Şeytanın Dölleri
  17. Tatlı Su Müslümanları

LAİKLİK: 5 KİTAP

  1. Laiklik
  2. Laik’im
  3. Laiklerin El Kitabı
  4. Laikliği Benimsemeden…
  5. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir

ÖYKÜLER: 3 KİTAP

  1. Cambazlar
  2. Muzır’dan Kes!..
  3. Yitmiş Bir Adam

MEKTUP: 4 KİTAP

  1. Aydınlara Mektup 1
  2. Mektup 2
  3. Mektup3
  4. Mektup 4

ŞİİR: 3 KİTAP

  1. Doğma Şunların Üstüne
  2. Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim
  3. Şiir Üstüne

+

BİR DE BUNLARIN ÜTÜNE SİTEDE YAYINLANAN ve e-kitaplara AKTARILANMAYAN 14 KİTABI EKLERSEK ŞU AN 86 KİTABINIZ SİTEMİZDE YAYINLANMAKTADIR… BİR BU KADAR DA HAZIR AMA YAYINLANMAYI BEKLEYENLER VAR…

+

NOT:

Sizde bulunmayan kitaplar için www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemizin E-KİTAPLAR bölümüne bakabilirsiniz…

Şu adresten de bana ulaşabilirsiniz: hayri@tabularatalanayalanabalta.com

Av. Hayri Balta, 3.3.2013

X

 

 

 

 

 

 

 

 

CEHALETİMİN BOYUTLARI..

 

Şu an 35 yaşındayım.

Hâlâ cahilim…

 

Ne demek?

35 yaşında

Hâlâ cahilim demek…

 

Elin adamı 35 yaşında filozof oluyor.

Onlarca kitap yazıyor…

 

Öğrenmek isteyen acele etmesin,

“İlmin başı sabırmış!”

Yeter ki bunu bilsin…

 

Bile bile bunu bildim.

“İlmin başı sabır!” dedim.

 

Öğrendikçe cehaletimi anlıyorum.

Cehaletimi anladıkça,

Cahilliğime yanıyorum.

Ve de cahilliğimden utanıyorum.

 

Hayri Balta, 24.8.1967

X

MİDE KANAMASI…

 

Dün mide kanaması geçirdim işyerinde.

Kanlı kanlı kustum, kahve renginde pelte pelte…

 

Hastane çalışmak bende stres yaratıyor.

İşçilere: “Sendikaya üye olmak sizin yararınızadır!” dediğim için Müdür bana cephe alıyor.

 

Ne yapalım yani; işçilere doğruyu söylemeyelim mi?

İşçileri emeği hakkında söz sahibi etmeyelim mi?

 

Bu nedenle de Müdür bana angarya işler yüklüyor.

Beni kaçırmak için ne gerekse onu yapıyor.

 

Hele yavan yavan bakması yok mu; beni yıkıyor…

Bütün bunlar mideme vuruyor.

Yorgunluk, sinir öfke yapıyor.

Yediğim yemek bana zarar veriyor.

 

Yemeklerden sonra biraz uyumak iyi geliyor;

Geliyor ama, o da tatil gününden başka elime geçmiyor.

 

Ne yapalım; yaşamı olduğu gibi kabul etmek gerekiyor.

Sabırlı olup dayanmak gerekiyor.

Bir önce bu hastaneden kurtulmak gerekiyor.

İşçilerin sendikalı olmasından sonra Yönetim İyiden iyiye bana cephe almaya başladı.

Zaten adımız komünistte çıkmış; herkes bana öcü gibi bakıyor…

 

Bu koşullar içinde yaşamak ise

Haklı olarak mideme vuruyor…

Ve de mide kanama yapıyor…

 

Hayri Balta, 26.10.1967

X

YAŞANMAMIŞ AŞKLAR…

 

29.4.1969: Türk Amerikan Derneğinin düzenlemiş olduğu Tarsus Koleji’nin konserindeyiz. Musikide Hayat dersleri öğrencilerin hemen hemen hepsi gelmiş… Kimileri eşlerini de getirmiş…

Yer gösteren bir bayan gezinip duruyor ortalıkta. Güzel mi güzel… Sarışın, uzun boylu, etli canlı… Göğüslerini ite ite yürüyor ortalıkta. Özellikle seçmişler anlaşılan…

Şimdi, hızla geçip gitti yanımdan, parfüm kokusu da koşturuyor arkasından..

Bir de baktım çatık kaşlı… Bir daha kendisine bakasım kalmadı. Ne yapayım ben; beni, suratıyla döven güzeli… Kendisine ilgim kalmadı, bütün neşem kaçtı.

Ben bu düşünceler içinde iken aynı sırada beş koltuk solumda oturan gözlüklü bir bayanın beni izlediğini gördüm. Başımı çevirdim, görmezden geldim. Ancak biraz sonra dönüp baktım ki hâlâ bana bakıyor, şaştım kaldım. Elimde olmayarak gülümsedim. Gülümsememe gülümseme ile karşılık vermesin mi?

Erkek milleti değil miyiz? On karımız olsa da bir yenisini kaçırmak istemeyiz…

Ara sıra başımı çevirip kaçamak bakışlar atıyorum. İster inanın, ister inanmayın o, hâlâ bana bakıyor…

Bilmem, bütün aşklar böyle mi başlar… Nasıl yaşanır böylesine imkânsız aşklar. Ne çıkar kuruca kuruya kaçamak bakışlardan. Konuşma olmazsa, tanışma olmazsa, gülümseme olmazsa, gezme olmazsa, sevgi olmazsa…

Duygularımızı olsun dile getiremiyoruz… Aramızda beş koltukluk bir uzaklık var, bunu bile aşamıyoruz.

Bakışacağız yalnızca, bundan öte izin yok bize…

Konsere bitti. Bir şey anlamadım pek. Gâvurca söyleyip durdular. Çek, çek, çek… Sek, sek, sek… Rak rak,  rakırak… Kumbaya kumbaya diye uzatıp durdular.

Bizlerin bir şey anlayıp anlamadıklarına aldırmadılar. Kendileri çaldı, kendileri oynadı. Bize de yalnızca sessiz sedasız bakmak kaldı.

Herkes dağılıyordu. Kara gözlüklü bayan salondan çıkarken dönüp dönüp bana bakıyordu.

+

Eren Bilge Ustam,

“Yaşanmamış Aşklar” güzel olmasına güzel de… İnsan yazarımızın kendisine ilgi gösteren bayana bu kadar duyarsız kalabileceğine inanmıyor. Keşke bir adım fazla atsaydı da kendisiyle birlikte okuyanlar da mutlu olsaydı.

Hayret, kara düzen nasıl olmuş da sevgiyle bakışma özgürlüğünü olsun engelleyememiş.

Ayrıca kulağımız alışık olmadığı o güzel seslere sonsuza kadar öyle yabancı kalmadı, değil mi?

Keşke bugünün notu olarak eklenseydi.

Sevgi, saygı..

Fevzi Günenç, 3.8.2009

+

Hayri Abi,

Bazı aşklar böyle mi oluyor?

Konserde başlayıp, konserde bitiyor.

Saygılarımla,

Yalçın Efe, 3.8.2009

X

KALAYCI VELİ…

 

20.12.1969: Öğle yemeği için eve gidiyorum.. Veli çevirdi beni. Akyol’da kalaycılık yapar. Esmer, ufak tefek, kısa boylu gencin biri.

Sözü uzatmayalım, konuya girelim:

– Hayri bey bir dakika?

– Buyur!..

– Ne var, ne yok?

– Sağlığın…

Dilinin altında bir şey var. Söylemeye çekiniyor.

– Ne var? Bir şey mi oldu yoksa?

– Dün, dün sen öğle üzeri kahveye girerek bir çay içmiş­tin. Ben de kahveciye: “Alma!” demiştim ya…

– Evet!

– Sen çıktıktan sonra kahvede oturanlardan biri bana: ” Sende mi komünist oldun?” demesin mi kahvenin için­de, herkesin önünde…

– Peki sen ne dedin?

– Tartışmak istemedim.

– İyi yapmışsın…

İkimiz de başımızı salladık: “Cık, cık!..” diye.

Ben:

– Bari bilir mi komünistlik, sosyalistlik ne demek?

– Bilir sanırdım. Hattâ bir kere tartışmıştık da bana: “Ben sosyalisttim. Git, istersen beni şikâyet eti!” de­mişti. Şaştım kahvenin içinde senin hakkında böyle de­mesine..

“Aldırma, olur böyle şeyler…” dedim Veliye…

İkimiz de başımızı sallayarak ayrıldık.

Komünistliği “Şapka asıp girmek” sanan bir toplumda yaşamak çok zordur.

Ne yaparsın ki yüksek öğrenim görmüş kişiler bile bu anlayışı aşamamıştır…

Bir toplum ki çağının iktisadî doktrinlerinden haber­siz; o toplumun kalkınmasına olanak var mı?

Taş gibi bir şartlanmışlık içinde bulunan bir toplumda böylesine bir bilgisizlik varken; kalkınmanın itici gücü olan ve sinesinde potansiyel güç taşıyan halkın kalkınma çabasına katkısı ne oranda ola­bilir?

Her şeye egemenlerin hâkim olduğu bir devlet sağdan soldan yardım alarak varlığını ne zamana değin sürdürecek?..

Hele komünistliği bilsem, hele komünist olsam gam yemem…

Benim gibi yarı cahil bir adam bilse bilse ne bilir? Yapsa yapsa ne yapar?

Bu korku neden? Bu koşullanmışlık, bu baskı neden?

Özetleyeyim mi? Hepsi cahillikten…20.12.1969

Hayri Balta,

+

Şaheserler güzel ortamlarda değil, zor ortamlarda yazılır Sevgili Gülçin.

Baba’nın bu masal gibi anlatısı, okuyanları anlattığı o zor ortama bile imrendiriyor.

Bir insanın oradan buraya gelmesi inanılacak gibi değil.

Çok az görülmüş bir şey.

Mucizelerimizi kendimiz yaratabiliyoruz demek ki.

Amaaa, gel de bu nelere mal oldu yaratılan bu mucize, bir de Ustama sor.

Sağlık dileklerimle.

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Ne güzel bir aşk şiiri!

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Sevgili Ustam,,

Doğru söyleye söyleye, dokuz köyden kovularak, o yarım mide ile 43 yılda bunca eser vermek, yılmadan inandığı doğruyu sürdürmek her babayiğidin işi değil.

Saygıyla…

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Cahilliğinden utanan genç bir adam, cahilliği yenme sebatını gösterirse, sonunda Eren Bilge olabiliyor demek ki…

Bunu da bir ders notu olarak kafalarının bir yerine yazsın insanlar.

Cehaletten kurtulmanın yaşı yoktur.

Yeter ki kurtulmayı iste.

En güzel örnek Sayın Avukat Eren Bilge Hayri Balta…

Fevzi Günenç, 9.4.2010

+

Eren Bilge Balta ustam,

Bir olaya tanık olmuştum yıllar önce. Doktrinler tartışılıyordu. Sinan Bahçeci isimli zır cahil bir gazeteci “nerde bir izm varsa … ” şeklinde kaba küfür savurmuştu. Ona “izm”in bilim olduğunu anlatmaya boşuna çalışmıştım. Ne yazık ki bu adan cahilliğini anlayamadan, her gün 2.70’lik şişe rakı içerek,  20 yıl daha yaşadı.

Yukarıdaki düzeltmelerden dolayı yaptığım ukalalıklarımı bağışla. Sen 41 yıl önce yazılan yazının yerelliğini bozmak istemediğinden düzeltmemişsin ama seni benim kadar yakından tanımayan kimi okurlar, bunları bugün de böyle bildiğini sanacaklar. Anımsatayım, dedim. Yargı senin. Saygı, sevgi…

FEV, 29.4.2010

Not: Benim de sevdiğim o güzel insan Kalaycı Veli hâlâ sağlıklı olarak yaşıyor. Hatta kafası daha da sağlıklı o yıllara göre. Soran olursa komünistliğin ne olduğunu tartışacak düzeyde artık. Çünkü okuyor o. Ne zaman karşılaşsak en azından bir Cumhuriyet görürüm elinde. Kimi zaman da okurken dalmışlığından selâmımla kaldırırım onu.

+

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi…

Uyarın üzerine gerekli düzeltmeyi yaptım.

Veli’ye diyecekken

Nasıl olmuş da Veliye diye yazmışım şaştım kaldım.

 

Bilirim seni, Yaman’sın…

Beni yanlışlarımla baş başa koymazsın…

 

Sevgiler sana,

Şimdi kal sağlıcakla,

Av. Hayri Balta

X

CEHALET ÇEMBERİ…

 

22.11.1962: Şu an bilgisizliğimin acısını daha derinden hissediyorum.

Bilgisizliğimden ötürü genzim sızlıyor, gözüm yaşarıyor, oturup hüngür hüngür ağlayasım geliyor.

Doğru dürüst bir ilkokul öğretimim bile yok; ilkokulda öğrendiklerim silinip gitmiş…

Kültürel bakımdan sıfırım. Daha doğru dürüst bir kitap bile okumuş değilim. Gençliğimi boşa geçirmişim.

Şimdilerde ise ekmek parası çıkarmaya çalıştığım için okumaya da zaman bulamıyorum. Oysa bilmek, öğrenmek özlemi beni çıldırtıyor… Bilmek, öğrenmek isteği karşısında histeri nöbetine tutuluyorum sanki.

Bu utanç içinde yaşamaktan bıktım. Yolda biri ile karşılaşsam yüzüne bakmaya, selam vermeye utanıyorum. Ne olursa olsun bu bilgisizlik çemberini kırmak zorundayım..

Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim. Belki bu denli rahatsız olmazdım. Zaman yitirmedin, hiç olmazsa dışarıdan, ortaokulu bitirmeye çalışmalıyım.

Bu nedenle Amerikan Hastanesi yetkililerine bir öneride bulunmak istiyorum:

“Saat, 9’da iş başı yapayım, yemeğe çıkmadan, günde 6 saat çalışayım; ücretim de buna göre verilsin…”

Sonra aklımdan geçen bu önerimi yapmaya çekiniyorum. Bu önerim kabul edilmeyeceğini biliyorum da ondan… Ama ne var ki aklımdan geçiyor işte…

Cehalet çemberi böylesine mi zormuş…

Hayri Balta, G. T. 8.5.2010

X

Sayın Balta,

Fazlaca okumaya gerek yok.

Fethullah’ın lise diploması dahi yok; fakat 35 milyar dolara hükmediyor(ettiriliyor).

“Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim.” İşte buna diyecek bir şey yok. Bunu söylemek, gerçekten de bilginin söylettiği bir sözdür.

Bilmek, henüz bilgisiz olduğunu bilmektir.

Saygı ile…

A.Dursun, 75.2010

X

BİR TARİKATA GİRMENİN ZORLUĞU…

 

4.9.1964 Bir korku var hepimizde. Bu korkunun çıkması gerek içimizden. En doğal bir hakkımızı yerine getirmek istesek bile yapmaya korkuyoruz. Hep acaba görürler mi korkusu içindeyiz. Demek ki görmeseler yapacağız o hareketi. Acaba görürlerse bizi mahkemeye verirler mi? Çünkü yanlış bir davranışımız görülür görülmez doğru Hoca’ya…

Bu korku insana ne yapacağını şaşırtıyor. İnsanın içinde bir isyan duygusu beliriyor. İnsan açık seçik olamıyor. Hep gerginlik, kızgınlık, korku içinde bocalıyor. Böylece yapılmaması gerekenler yanında yapılması gerekenler de yapılmamış oluyor. İşte bir tarikata girmenin en zor yanı bu…

Bunun sonucudur ki arkadaşlar bir araya gelmekten korkuyoruz. İşin kötüsü bu sorunu ortaya atıp tartışmaktan da korkuyoruz. Çünkü nasıl bir ortam ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz.

Evet, Emin kılıç Kale hiçbirimize özgürlük tanımıyor. Doğru, fakat bizler özgürlüğün nasıl kullanılacağını bilmeyen kimseleriz.

Özgürlük istemeye hakkımız yok. Nereden belli, yine özgürlüğü kötüye kullanmayacağımız. Gerektiğinde özgürlüğü doğru, yerinde kullanabilir miyiz? Gücümüz yeter mi bilmiyorum özgürlüğü yerinde kullanmaya…

İyi ya da kötü bir şeyler olmuşsak; bu, Emin Kılıç Kale’nin baskısı sayesinde olmuştur. Bu baskı olmasaydı kim bilir biz ne olmuştuk?…

Kötü bir kişiliğimiz olduğu için mi kötü olacaktık?.. Sanmam… Ne yapılacağını bilmediğimiz için kötü olacaktık…

Hayri Balta, 17.5.2010

X

TANRI’DA OLMAK…

 

21.9.1964 Yapılması gereken olumlu işi yapmak, Tanrı da olmak demektir. Olumsuz bir işi vicdanın sızlaya sızlaya yapmak da Tanrı’yı tepelemek anlamına gelir.

Tanrı’yı tepelemek çok büyük bir yıkımdır. Tanrı’yı tepelemenin cezası hemen görülür. Bunun nedenle Kuran’da “Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır.” (K. 6/165) denilmiştir…

Tanrı’yı tepelemediğimiz an göreceğimiz ceza bedenimizin bütün hücrelerinden olumsuzluğa tepki dalgalanma ve  bir değişim olur.

Olumsuz davranışları alışkanlık durumuna getirirsek; bu alışkanlık bizi duyarsızlaştırır. Bu da din ilminde “ölüm” olarak nitelendirilir.

Bir örnek vermek gerekirse sigara içmemiş bir kişinin ilk içişinde dudaklarında bir elektriklenme olur, sigaradan tiksinti duyar; ama sigara içmeyi sürdürürse dudağındaki elektriklenme kalmaz ve tiksinti duymaz. Giderek yaptığı kötü işten hoşnutluk duymaya başlar. Alışkanlık hâsıl olur ve duyu organı duyarlılığını yitirir…

İyi davranışlar da bulunmak da insanlarda bir alışkanlık yaratır ve bu alışkanlık zevk vermeye başlar. İyilikten yapmaktan zevk almanın önemi başkadır. İnsan bir kere Tanrı yolunda olmanın zevkini tadarsa, bir daha kötü davranışlarda bulunamaz. Ne mutlu bu tadı tadanlara…

Dünyanın en mutlu insanı Tanrı’yı bilendir. Tanrı’yı bilen insan Tanrı’yı tepelemekten korkar. O’na uymaktan mutluluk ve zevk duyar. Ne mutlu bu zevki duyanlara…

İnsanın en kutsal görevi Tanrı’ya koşmak, O’na ulaşmak olmalıdır. Tanrı’ya koşma demek: Doğru, dürüst, davranışlarda bulunmak ve yapılması gereken iyi davranışı da zamanında yapmaktır.  21.9.1964

+

Açıklama:

Yaşamım boyunca yukarıda yaptığım açıklama gereği davrandım. Bunun da yararını gördüm. Bir ilkokul mezunu iken Hukuk Fakültesini bitiren biri oldum.

Anılarımda ve Günlüklerimde bu mücadelemin aşamaları görülmektedir…

Din ilminde bu aşamaya “Allah’ın yardımı!” adı verilir…

Hayri Balta, 26.5.2010

X

BİR TOPLANTI GÖZLEMi…

 

Çoğunun gözü saatte…

Akılları, fikirleri gitmekte…

 

Dikkatleri başka yerde…

Hepsi de huzursuzluk içinde…

 

Bu huzursuzluk her davranışlarında göze çarpıyor.

İnsanın, başı ağrıyor,

Her kafadan bir ses çıkıyor…

 

Bilmiyorum benim mi sinirlerim bozuk.

Neden niçin bu insanlar soğuk…

3.1.1965

X

DERSTEN NOTLAR…

 

Dersteyiz. Hocamız:

“Gözüm yoktur gözüm, asla cihanda!”

Şarkısını okunmakta…

Öğrenciler neyle, ut’la, tefle kendisine eşlik etmekte.

 

Ara sıra durup düşünmekte,

Düşündükten sonra şöyle demekte:

“İnsanın son hedefi dindar olmaktır…”

 

İçki, sigara bilmez.

Ayaklarını yıkamadan yatağa girmez…

 

İngilizceyi ana dili gibi bilir.

Kuran, İncil, Tevrat kaybolsa yeniden yazabilir…

 

Gök kubbenin altında hiçbir haham, imam, papaz, kendisiyle tartışamaz

Hepsini kaldırır yere vurur; kimse kendisi ile aşık atamaz…

 

İki tapusu vardır: Birisi Maanoğlu köprüsü altındaki susuz bostan;

Birisi de dedesinden kalma bir ev, kocaman…

 

Hocalar kendisi hakkında şöyle der:

“Onun yanına gitmeyiz. Onda şeytan gücü var.

Adamı kaldırdı mı yere çalar…

 

Komünizm hakkında şöyle demektedir:

“Komünizm, yeni tarzda bir çarlık felsefesinden başka bir şey değildir!”

 

Sık sık:

“Şerire karşı koymayın!

Çirkefe taş atmayın!

Ne olursa olsun, doğruluktan şaşmayın…”

 

“Sözünüz evet evet! Hayır hayır! Olsun…

Konuştuklarınız, sözlerinizde hikmet bulsun…”

 

“Olduğunuz gibi görünün, özünün sözünüze uygun olsun…

Olun ki insanlar size saygı duysun…

 

İşte biz

Böyle bir Hoca’nın öğrencileriyiz… 24.1.1965

X

RUHUMA AYNA…

 

İki gündür bunaltı ve tedirginlik içindeyim.

Müziğe gerektiği şekilde önem vermeyişimin bunalımı içindeyim. Arkadaşlar gittikçe ilerliyorlar; yarın başıma kalfa olacaklar, bense yerimde sayıyorum. Bunu düşünmek bile uykularımı kaçırıyor…

Umutsuzluğa düşmenin yeri yok. Yıllardır savsakladığım müziğe ya gerektiği gibi önem vermeliyim, ya da vesayet altında yaşamayı kabul etmeliyim.

Hüseyin Patpat’ın derslerini kaçırmamalıyım; çok iyi öğretiyor ya da bana öyle geliyor.

Aşkla, hoplayarak, zıplayarak katılamıyorum müziğe. Kendimi aldatıyorum açıkçası…

İngilizce çalışmam da öyle… Oysa müzikte olsun, İngilizcede olsun geri kalmak beni geçenlerin baskısı altına girmek demektir. Onların baskısı altına girmek; yani onların öğretmenliğini kabul etmek istemiyorsan çalışmalısın. Hem de çok çalışmalısın. O hoyrat kişiler ruhunu ezip bitirecekler…

Emin Kılıç’tan ayrı düşmemek için müziğe ve İngilizceye gereken önem verilecek.; yoksa söz hakkın olmaz… Bir kenarda pısırık pısırık oturursun…

Atatürk’ün ruhu karşısında sorumlu duruma mı düşüyorum diye düşünüyorum. Çünkü devrimlere aykırı, dilimize aykırı bir müzik… Düşündükçe anlıyorum ki bu kararsızlığım duygusal.

Bu düşünceler beni tedirgin ediyor. Kararsızlık içinde bocalatıyor. Öyle görüyorum ki arkadaşlar da çabuk kavrayamıyor. Ölgün, solgun bir durumdalar. Söz vermiş olma uğruna katlanıp duruyorlar.

Müziği seviyorsan gerektirdiğini yapmalısın; yoksa ayrılıp çekilmelisin… Müziğe gereken önemi verirsem çabucak kavrayacağımı umuyorum; ama içinde bulunduğum koşullar beni benden alıyor… İşte böylece ruhen huzursuzluk ve tedirginlik çekiyorum…

Başkalarının beni geçeceği düşüncesi beni rahatsız ediyor… Ne bencil düşünce… Hiç kimse beni geçmesin istiyorum.  2.1.1965

X

SAKIP ERDEM KONUŞMALARI…

 

Akşam Aysellerde idik; Sakıp Erdem de vardı.

İşçi Parti lehine konuşmalar yapıyordu. Bu arada 60-70 bin lira para kaptırdığını, kimsenin kendisini anlamadığını, hasta olduğunu, başı ağrıdığını ara sıra kustuğunu, hastaneye yatmak istediğini söyledi.

Bunları söylerken ağlayacak gibi bir ruhsal durumu vardı.

Bana yakınlık gösterdi.

Bu arada bir avukattan söz etti. O avukatı Gaziantep’e: Gaziantep’te çok iş var diye getirmişler. Artık kim getirmiş, niçin getirmiş bunları anlayamadım. Sormadım da çünkü Güner’e anlatıyordu.

Avukat işsiz kalınca da kendisini getirenlere başvurmuş. Onlar da kendisine: “Korkmayın biz varız!” demişler.

Bu avukat yalnız Sakıp Erdem’in 9 davasına bakmış. Baktığı bu davalar için 15 bin lira bir kere, 20 lira bir kere, 10 lira bir kere almış. Masraflar çıktıktan sonra elinde 9 lira kalmış….

Avukata: “Muayyen kimselerle gezersen işsiz kalırsın!” demişler. Avukat bakmış, Gaziantep’te iş yapamıyor. Bunun üzerine Gaziantep’ten ayrılıp gitmiş.

Sakıp Erdem, Gaziantep’te tutunabilmek için Haber gazetesinde yazı yazdığını da söyledi.

Kararsız bir davranışı vardı. Ne yapacağını bilmiyordu. Gaziantep’te 10 bin lira kazanmış. 5 bin lirasını ev kirası için vermiş; 5 bin lirasını da yazıhanesi için harcamış. Peki, kendisi ne yemiş içmiş…

Kendisi Osman Tuzcu’nun kaynı idi sanırsam. Ancak Osman Tuzcu kendisi ile ilgilenmeyince Gaziantep’te zor günler yaşamaya başladı.

Hayri Balta, 3.1.1965

X

ALLAH’IN DEDİĞİ OLUYOR…

 

Benden dürüstü az bulunur sanırdım.

Meğer bende de iş yokmuş, şimdi anladım.

.

İlaç sayımı yapıyorduk bir hemşire ile.

Yalnızdık depoda.

Eli,  elime değdi rast gele.

 

Elektrik çarpmış gibi oldum…

Ne yapacağımı şaşırdım…

 

Otururken biraz eteği açıldı…

İster istemez bacağına gözüm kaydı…

O da bunun farkına vardı.

 

O örttükçe bacağını benim iştahım kabardı.

Bakmamak için kendimi zorladım ama olmadı…

 

Bu durumda kendimden utanmaya başladım.

Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştım.

 

Ben bu duruma düşürsem baş başa kaldığım bir bayanla…

Başkalarını nasıl ayıplayabilirim, ne hakla…

 

Sen istediğin kadar “Nefsimi terbiye ettim de!..”

Doğa hükmünü icra ediyor yine…

“Allah’ın dediği olur!” denir buna, din ilminde…

Hayri Balta,  7.1.1965

X

ÇALIŞMA PROGRAMI

 

5.1.1960: Akşam Ortaokulunu, dışardan, bitirmeye karar vermişim. Şöyle bir program hazırlamışım.

Pazartesi                    : Türkçe

Salı                               : Aritmetik-Geometri

Çarşamba                   : Sosyoloji-Kuran.

Perşembe                   : Tarih-Coğrafya

Cuma                                       : Tabiat .Bilgisi, Mesnevi

Cumartesi                   :  Fizik-İncil

Pazar                           :  Gazete, kitap, dergiler okunacak…

x

GÜNLÜK NOTLAR

 

Akılla his’si ayırmayı unutma.

Hayatın gayesi:

  1. Sevap kazanmak,
  2. Sıhhatim kazanmak.
  3. Berat kâğıtlı hareket.

+

“Allah’ın hududunu tecavüz etmeyiniz. “ (Kuran)

+

Bundan böyle programda daha çok dinlenme ve düşünme yer ayrılacaktır.

x

16.1.1960 Kardeşim çok ağır hakaretler yaparak beni dükkândan kovdu. Bundan böyle kendisinden para istememeye karar verdim.

Eşim bana kafa tutuyor… “Kayınbabamın ve kaynımın ekmeğini yemekten bıktım!” diyor.  Haklı da…

Ben ne yapayım, debbağlık, kilimcilik yapacağım, iş bulamıyorum. Başka bir mesleğim de yok… Ne berbat bir yaşam…

İçimde bulunduğum koşullar nedeni ile kafam bile doğru dürüst çalışmıyor.

24.1.1960 Kendime acıyorum. Cehaletimin farkındayım. Aczimi idrak ediyorum. Duygularımın esiriyim. Ama yılmamalıyım. Mücadeleye devam.

Bundan böyle zamanı değerlendirmeye çalışacağım. Az okuyup çok düşüneceğim. Dinlenmeye ve düşünmeye daha çok zaman ayıracağım. Durmadan okumak beni yoruyor. Elime hiçbir şey almayacağım. Bir hafta istirahat…

25.1.1960 Gaziantep Emniyet Müdürlüğünde Bekçi Muhasipliği için sınava girdik. Sınava girenler üç kişi idi. Aşağıdaki soruya cevap veremedim:

“Bir bekçi ayda 200 lira alırsa Şubat ayının 15 sinde ne kadar alır?”

Yanıt: “100 lira…”

Meğer bordro düzenlemek gerekirmiş.

Böyle bir bordro hazırlayamadığım için sınavı kazanamadım.

Ne acıklı bir durumum var…

Hâla sınavın etkisi altındayım. Bu aciz ve cahil durumum çok zoruma gidiyor.

27.1.1960 Eşim içinde bulunduğum durumu anlamıyor. Bana karşı çok sinirli ve sert davranıyor. Kilimcilik yapamıyorum, debbağlık yapamıyorum. Çok zayıf ve halsizim.

Babamın, kardeşimin beni aşağılaması yetmiyormuş gibi eşim de beni aşağılıyor… Bana en ağır gelen de eşimin beni aşağılaması…

İnsan evinde rahat eder, yatağında huzur bulur… Ne evde rahat, ne yatakta huzur… Gün boyu aşağılanıp duruyorum.

Daha az okuyup daha çok düşünmek lâzım.

Eşim küstü gitti.

28.1.1960 Öğle üzeri Cumhur Yaşar geldi. Gaziantep Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip iş için dilekçe vermemi söyledi.

Hemen başvuruda bulundum. Müdürlükte çalışanlar bana elden gelen kolaylığı gösterdiler. Bir aksilik çıkmazsa işe alacaklar beni…

İyi hal belgemi Emniyetten alarak Milli Eğitim Müdürlüğüne verdim. Polisin istediği rüşveti vermek için bir yakınımdan ödünç aldım. Polise bir tomar kâğıt ve bir de evrak çantası aldım. Yoksa adam iyi hal belgeme vermeyerek beni oyalıyor… Gezici Başöğretmen Ömer Özbaş ile Millî Eğitim Müdürlüğündeki Başkâtip Sami Bey beni işe almak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar.  İşe alınmam için uğraşıyorlar.

Bu işe muhakkak girmem gerek. Bu iş benim yaşamımın dönüm noktası olacak…

Yalan yok, utanıp kaçma yok, ne kadar cahil ve yoksul olsam da mücadeleye devam…

30.1,1960 Cumhur beyden 12,5 lira borç aldım. Bir gün sonra 10 lira daha istedim. Ne sefil bir yaşam bu!…

1.2.1960 Bu arada günlük çalışma programı yapıyorum:

Pazartesi      : Düzgün yazı yazmaya ve ders kitaplarına çalışmak…

Salı               : Aritmetik –Geometri

Çarşamba     : Kuran

Perşembe     : Tarih-Coğrafya

Cuma            : Mesnevi Okunmasına devam…

Cumartesi     : Dinlenme ve İlkokul ders kitapları

Pazar            : Dinlenme, Dünya gazetesi, Pazar Postası…

Bu programa sadık kalıyorum. Nasıl olsa, işim gücüm yok…

Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde işe başladım…

X

SÖYLENTİLER

 

  1. 27 Mayıs sabahı Radyoda yapılan bildiriler üzerine: “Menderes’in bir oyunu. Göreceksiniz hepsini içeri basacak. Böyle yapmakla Halkçıları ininden çıkaracak.”
  2. 3. Orda Komutanı askeri darbeyi kabul etmemiş. Ankara’ya karşı yürüyüşe geçmiş.”
  3. “Askerler, İçişleri eski Bakanı Namık Gedik’i pencereden aşağı atmışlar…”
  4. “Menderes, her gece Eyüp Sultan camisine giderek namaz kılıyormuş…”
  5. Amerikalılar, askerlere: “Menderes’in imzası olmadan para vermeyiz!” demişler.
  6. Alparslan Türkeş, tabanca ile Cemal Gürsel’i omzundan vurmuş. Onun için Cemal Gürsel’in sol tarafı tutmuyormuş…”
  7. Diyarbakır’da halk gösteri yapmış. Polis dağıtmak istemiş başaramamış. Halk ile polis karşı karşıya oldu için Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edilmiş. Şimdi Diyarbakır’da sıkıyönetim varmış.
  8. Ankara’da Yassıada filmleri gösterilirken Halk, Menderes’i her görüşte “Yaşa Varol!” diye alkışlaması üzerine filmlerin gösterilmesini yasaklamışlar…

9.Emekli Subaylar 27 Mayıs’a karşı ayaklanmaya başlayacaklarmış. Orduda geçimsizlik başlamış…

  1. Celal Bayar Ölmüşmüş…
  2. Menderes kurtulsa imiş 27 Mayısçıları affedermiş.
  3. 27 Mayıs’tan sonra; ekmek pahalanmış, işsizlik artmış
  4. Bırakın, Menderes’i ben asayım deyen adam eşekten düşmüş ve eşeğin yuları adamın boynuna dolanarak öldürmüş.
  5. Menderes diyesiymiş ki “Her işçinin boynunda bir kravat olacakmış…” Ne demekse…

X

Bu söylentiler Demokrat partililer tarafından çıkarılan söylentiler olup umut tazeliyorlar…

27 MAYIS ASKERİ DARBESİNDEN SONRA

YAPILAN SÖYLENTİLER:

 

  1. 27 Mayıs sabahı Radyoda yapılan bildiriler üzerine: “Menderes’in bir oyunu. Göreceksiniz hepsini içeri basacak. Böyle yapmakla Halkçıları ininden çıkaracak.”
  2. 3. Orda Komutanı askeri darbeyi kabul etmemiş. Ankara’ya karşı yürüyüşe geçmiş.”
  3. “Askerler, İçişleri eski Bakanı Namık Gedik’i pencereden aşağı atmışlar…”
  4. “Menderes, her gece Eyüp Sultan camisine giderek namaz kılıyormuş…”
  5. Amerikalılar, askerlere: “Menderes’in imzası olmadan para vermeyiz!” demişler.
  6. Alparslan Türkeş, tabanca ile Cemal Gürsel’i omzundan vurmuş. Onun için Cemal Gürsel’in sol tarafı tutmuyormuş…”
  7. Diyarbakır’da halk gösteri yapmış. Polis dağıtmak istemiş başaramamış. Halk ile polis karşı karşıya oldu için Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edilmiş. Şimdi Diyarbakır’da sıkıyönetim varmış.
  8. Ankara’da Yassıada filmleri gösterilirken Halk, Menderes’i her görüşte “Yaşa Varol!” diye alkışlaması üzerine filmlerin gösterilmesini yasaklamışlar…

9.Emekli Subaylar 27 Mayıs’a karşı ayaklanmaya başlayacaklarmış. Orduda geçimsizlik başlamış…

  1. Celal Bayar Ölmüşmüş…
  2. Menderes kurtulsa imiş 27 Mayısçıları affedermiş.
  3. 27 Mayıs’tan sonra; ekmek pahalanmış, işsizlik artmış
  4. Bırakın, Menderes’i ben asayım deyen adam eşekten düşmüş ve eşeğin yuları adamın boynuna dolanarak öldürmüş.
  5. Menderes diyesiymiş ki “Her işçinin boynunda bir kravat olacakmış…” Ne demekse…

X

Bu söylentiler Demokrat partililer tarafından çıkarılan söylentiler olup umut tazeliyorlar……

X

DİLEKÇE

16.8.1961: Hocanın bütün yazılarını yazmak yanında kimi öğrenci arkadaşların iş ve şikâyet dilekçelerini de ben yazardım.

İşte bunlardan biri:

+

Gaziantep Çimento Fabrikası

Müdürlüğüne

Gaziantep:

16.8.1961

1934 doğumluyum. Halk Dershanesini iyi derece ile bitirdim. Küçüklüğümden beri okuyamamış olmanın acılarını duyarak yaşarım. Bununla birlikte umutsuzluğa düşmedim. Yayın organlarından yararlanarak; gazete, dergi, kitap gibi elime geçen yayınları müspet ilmin ışığı altında okuyarak kendimi yetiştirmiş ve yetiştirmekteyim.

İçki kullanmam, sigara içmem. Geçimsiz değilim. Kabahat ve kusurlarım olursa inkâr etmem. Kabahat ve kusurlarımı bir daha yapmamak için bütün gücümle çalışırım.

Şimdi ise dokumacılıkla geçimimi sağlamaktayım. Askerliğimi alay kademesinde tamirci ve son olarak tabur komutanının şoförü olarak bitirdim.

Yeni açılan fabrikanızda tamirci veya şoför olarak çalışmak istiyorum. Eğer tamirci ya da şoför olarak çalışmam mümkün değilse; çimento doldurmak, çimento torbalarını düzenlemek, sarmak, paket yapmak vb işlerde de çalışabilirim.

İşe alınmam halinde istenen belgeleri getirebilirim. Gereken sınavlara da girmeye hazırım. Ahlakımdan emin olabilirsiniz. Elime, dilime, belime sağlam biriyim.

Sonuç olarak: Fabrikanızda çalışmak istiyorum. Durumuma ilişkin bir bölümde işe alınmamı arz ederim.

Saygılarımla,

  1. D.

N.D.

Tabakhane Sukenarında

Kebapçı Ş.D. eliyle

Gaziantep

X

PROGRAM

 

26.2.1961: Ortaokulu dışardan bitirmeye hazırlanıyorum. Kendi kendime program yapıyorum. Canım sıkıldıkça bu programları yineleyerek yapıyorum.

Daha önce de 5.1.1960’ta yapmıştım. Bundan anlaşılıyor ki ortaokulu dışardan bitirme kararım ciddi. Zaman zaman aklıma geldiği için yeniden program yaparak rahatlıyorum…

Pazartesi          : Türkçe Dilbilgisi kitaplarına çalışılacak

Salı                    :  Aritmetik Geometri Kitaplarına çalışılacak.

Çarşamba        :  Sosyoloji, İncil ve Kuran

.Perşembe       : Tarih Coğrafya kitaplarına çalışılacak

Cuma                : Tabiat Bilgisi Derslerine çalışılacak ve Mesnevi Okunacak

Cumartesi        :  Fizik Kimya

Pazar                :  Yazılar yazılacak, gazete, kitap, dergi okunacak…

Bütün bunlar yanında; felsefe, sosyoloji, İncil ve Kuran okuma hevesim de sürüp gidiyor.  Bakalım başarabilecek miyim?.. 26.2.1961

X

KOMÜNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1 Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaata sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

+

Not: Gazeten olduğu gibi alınmış herhangi bir düzeltme yapılmamıştır. Adamlar KOMÜNİZM yazmaktan aciz…

X

DAYAN

 

Ne sağdayım, ne de aşırı solda

Dayan Hayri Balta dayan

Çok iş gelecek başına bu yolda

 

Ne sağla, ne aşırı solla ilgim var

Her ikisinden de

Ürkekliğim var, ürkekliğim var…

  1. B. 25.2.1962

X

TERTİP

 

30.7.1962: Hoca’nın Mâanoğlu köprüsü bitişiğindeki bahçesinde piknikteyiz.

Hoca, yaptığımız bu pikniğe Tertip derdi. Hoca’nın bahçesinde, 15 günde bir, Gaziantep deyimiyle sahre yapardık. Hocanın bütün öğrencileri pikniğe katılırdı. Yemek pişirip yerdik.

Bu piknikte konuklarımız da var. Osman Aksoy, Av. Celal Kadri Barlas, Av. Hayri Öztaş..

Az sonra Hoca da geldi. Hepimizin ve konuklarımızın da gelmiş olduğunu görünce sevindi. Sevinci gözlerinden okunuyordu…

Hemen sehpalar açıldı, notalar sehpaya yerleştirildi. Musikiye geçildi. Hocamız, neşelendikçe meşki kesiyor ve aklına geleni söylüyor:

“Musiki haram diyorlar; evet, o musiki haramdır. Bu musiki ise haram değildir. Çünkü bu musiki Allah diyor. Haşa!. Onların dediği Allah değil!..”

Hoca ayağa kalktı, sözlerine anlamlı anlamlı gülen Celal Kadri Beyin yanına giderek elini, ardı ardına, iki kere öptü…

Hoca, sık sık İngilizce üç kelime söyler. Sonra bunların Türkçesini de söyler: Dini-Felsefi-İlmî… Görüşlerinin bu açıdan olduğunu söyler. “Hiçbir şey olmasın ki bu üç kelimenin süzgecinden geçmemiş olsun!” der.

Hoca devamla anlatıyor:

“Tasavvufla uğraşan bir kişi herhangi bir sorunla karşılaşınca hangisi diye düşünüp bir karara varmalıdır. Tasavvufun görevi budur.

Horozu buldun mu hallonmayacak sorun yok. Öküzü boynuzundan yakalamasın. Bende o kuvvet var…

İsmail Hakkı şöyle buyurur:

Derviş yapacağın üç şey vardır:

  1. Az konuşmak,
  2. Az yemek
  3. Az konuşmak

Güneş kadar vücuda zararlı bir şey yoktur.

İsa’nın en büyük düşmanı Hıristiyanlardır…”

+

Tuhafıma giden bir nokta var. Hoca, bu Osman Aksoy’la bunca yıldır arkadaş olduklarını söyler… Hoca’nın yaşı şu,Osman Aksoy’un yaşı şu…

Bu zamana değin birbirlerini anlayamamış olmaları şaşırtıcı bir olay. Hala yeni yeni fikri tartışmaya giriyorlar. Öyle sanıyordum ki birbirleri ile tartışacak konuları kalmamış olmalı idi bu zamana değin. Ama bir fikir birliği yok aralarında…

+

Hoca konukları ile biz de ayrı bir yerde topluluk oluşturmuşuz.

Yılmaz anlatıyor:

“Babam bana, Kuran-ı hatmettirdi. Din hocamla Cuma namazına gitmeme de ses çıkarmazdı. Hatta Polat ile Yıldız bacım iki kere hatmettiler Kuran’ı…

Bunu sözler üzerine Boyacıbaşı:

“Nasıl izin verdi de sen o eski yazıyı öğrendin. O Kuran’a emek verdin… Olur mu böyle şey!.. Yazık değil mi sekiz yaşında bir çocuğa Kuran öğretmek…”

Yılmaz:

“Babam,  demek ki bir şey görmemiş!” dedi ve konuyu değiştirdi.

Yılmazın bu anlatımları bana inandırıcı gelmedi…

X

İDDİANAMENİN TEBLİĞİ

 

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

X

MAAŞIM YETMİYOR

 

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışardan bakanlarda bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var,var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa… Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

X

ÇEKİNGEN AŞIK

 

Hemşirelerin oturma odası.

Odamdan görünmez orası…

 

Konuşması, gülüşmesi çok güzel gelir kulağa.

Bu da yetiyor beni yakmağa…

 

Boylu boslu, yaşına göre çok gösterişlidir.

Çok da güzel görünür göze kâfir.

 

Her gün gelir bitişiğimdeki odaya.

Göremem kendisini duvar var aramızda.

 

Dedim ya ancak sesi, gülüşü gelir kulağa,

Bu ses, bu gülüş çok tatlı gelir bana…

 

Tatlı tatlı gülümser her  karşılaşmamızda…

Bir kere konuşmadım karşı karşıya…

 

Her gülüşünde ürperir her yanım.

Her karşılaşmamızda vites değiştirir canım.

 

Konuşmalarını, gülüşmelerini sanki bana,

Duyurmak için yapıyor yandaki odada.

 

Ben pısırık da, pusar dinlerim.

İçimde kalır ilgim, hislerim…

 

O da bunu bilir.

Üstüme üstüme gelir…

 

Hissederim ilgi duyduğunu,

Bilirim aramızda birçok engel olduğunu…

 

Niçin bu kadar neşeli,

Niçin bu kadar şen…

Bir gülüşüne bile

Dayanamam ben…

Hayri Balta, 5.11.1963

+

Ne güzel bir aşk şiiri!

Fevzi Günenç, 9.4.2010

X

PTT MÜDÜRLÜĞÜNE GAZİANTEP

11.1.1964

11.1.1964 günü saat 11’ri 5 geçe 03 numaradan Hatice Kale Ankara ile görüşmek üzere telefona çağrıldı.

Telefona çağrılan Hatice Kale, Ankara, PTT Genel Müdürlüğünde kontrol Mimar Mühendis olarak çalışan oğlu Polat Kale ile konuşacaktı.

Ne var ki oğlu ile iletişim kuramadı, konuşmak mümkün olmadı.

Bunun üzerine Hatice Kale,

“Santral, santral! Konuşamıyorum…” diye santralı aradı. Karşısına küçük bir çocuk çıkınca Hatice Kale çocuğa:

“Oğlum, biz Ankara ile konuşuyoruz aradığım sen değilsin. Bunda bir yanlışlık var…” dedi.

Bu sırada araya santral memuresi girdi. Hatice Kale’yi:

“Konuşsana, Niçin konuşmuyorsun? Salak salak ne duruyorsun?” diye tersledi.

Neye uğradığını şaşıran Hatice Kale,

“Hele sen bak kimse çıkmıyor…” diye  telefonu bana verdi.

Telefonu alınca benim de karşıma bir çocuk çıktı. Çocuk bana,

“Babasını aradığını, babasının adının Metin Özgözen!” olduğunu söyledi.

Çocuğa,

“Bunda bir yanlışlık var küçük! Aradığımız sen değilsin!” dedim.

Bu sırada araya giren santral memuresi,

“Salak salak ne konuşuyorsun, salak adam!” diye beni de tersledi ve öfke ile telefonu yüzüme kapattı.

Kapatmadan önce daha başka öfkeli  bazı sözler söyledi ise de pek anlayamadım.

Telefonun kapanması üzerine 03’ten santral memuresini aradım. Karşıma çıkan bir başka bayan,”03’teki Bayan Memureyi ne yapacağımı sordu. Kendisine,

“Ona, biraz daha nazik ve kibar olması gerekeceğini söyleyecektim!”

Sözlerim üzerine bayan memure olayı yaratan memureyi bana verdi. Kendisine durumu anlatıp,

“Biraz sakin olması gerektiğini…” söyledim ama sözümü bitirmeden öfke ile bana,

“Babanızın uşağı mı var… PTT size mi çalışacak? Elbette derim ya!” diyerek adımı sordu. Adımı, soyadımı söyledikten sonra ben de kendisine adını sordum.

“Adımı ne yapacaksın? Benim kim olduğum sizi ilgilendirmez. Vermeyeceğim işte…” diye söylenip durdu.

Kendisine;

“Bak ben adımı verdim. Sen adını vermeye korkuyorsun. Çünkü yaptığını sen de beğenmiyorsun… Hadi güle güle!..” diyerek telefonu kapattım.

Durumu bilgilerinize arz eder; bu gibi yakışıksız davranışlar içinde bulunan memur ve memurelere gereken uyarıların yapılmasını arz ederiz…

Saygılarımızla, 11.1.1964

Hatice Kale                                        Hayri Balta

Amerikan Hastanesi Saymanı           Amerikan Hastanesi  Muh.

X

BİR TOPLANTIDAN NOTLAR

 

Çoğunun gözü saatte…

Akılları, fikirleri gitmekte…

 

Dikkatleri başka yerde…

Hepsi de huzursuzluk içinde…

 

Bu huzursuzluk her davranışlarında göze çarpıyor.

İnsanın, başı ağrıyor,

Her kafadan bir ses çıkıyor…

 

Bilmiyorum benim mi sinirlerim bozuk.

Neden niçin bu insanlar soğuk…

3.1.1965

X

BİR DUYDUĞU MU VAR ACABA?

 

Halkevindeyiz. Geçen hafta ders yapmadık. Çünkü geçen hafta bu salonda Halkevliler Gecesi yaptık.

Bayan dinleyicilerimiz her zamankinden çok.

Sayın Öğreticim konuşuyor:

“Yıkılma yok, olmadı tazelen…

Yıkılmak nefistendir. Çünkü arzun (isteğin) var. Arzun yerine gelmedi diye yıkılma, tazelen… Nefsine uyma, tazelenmek uluhiyetten gelir.

Tekrarda yarar vardır.

8 yıl savaştan sonra bir hafta istirahat yaptım. Ondan sonra 16 yıl okudum.

Sen bir insansın yahu!…

Ölü ile Diri olur mu?”

Sayın Öğreticim çok çaba gösteriyor. Eski neş’esi ve şenliği yok.

İsteyerek değil kendini zorlayarak çalıyor nayını… Çok yerde şaşırdığından anlıyorum neşesinin olmadığını…

Kafası başka şeyle meşgul…

Eski dinçliği de kalmamış. Zorluk çekiyor konuşurken ve nay üflerken.

Huzursuz bir hali var, hiç böyle perişan görmemiştim kendisini. Gün geçtikçe eski neşesini yitiriyor.

Bir duyduğu mu var acaba?.. 29.5.1965

X

ANILAR

CEHALETİN BOYUTLARI

 

 

Anılarımın bu bölümü 1960-1964 yıllarını kapsamaktadır.

Bu anılar  bundan 49 yıl önce tuttuğum notlardan yararlanarak hazırlanılmıştır.

Örneğin aşağıdaki notları nezarethanede iken yerde bulduğum Tekel’in çıkardığı Kulüp (Sert Harman) sigara paketinin üzerine yazmışım.

Aradan geçmiş 49 yıl ve ben içinde bulunduğum koşullar nedeniyle yazdıklarıma bir kere olsun dönüp bakamamışım.

O gün yıllarda tuttuğum bu notlar hemen hemen silinmekte olduğundan okumakta güçlük çekiyorum. Çoğunu mercekle bakarak okumaya çalışıyorum. Bakalım ne kadarını aktarabileceğim.

Bu notların özelliği yaşamı yaşarken yakalamış olmamdadır.

Erinmeyelim, hemen başlayalım. Bakalım, nelerle karşılaşacağız?..

 

İÇİNDEKİLER

A.

Akşamlar

Anadolu’daki Aydınlar

Aspirin Bayer

Ayıbı Olan Ayıplar

B.

Baş Ağrısı

Benim Kafada İmiş

Bir Ajan

Bir Aşk Esintisi

Bir Beleşçi

Bir Bu Eksikti

Bir Edepsiz

Bir Söylenti

Boş Masa Olduğu Halde…

Bu Nasıl Milliyetçilik

C.

Cehalet Çemberi

CHP Oy Kaybediyor

Ç.

Çalışma Programı

Çekingen Aşık

Çember Daralıyor

D.

Dalgınlık

Dayan

Dilekçe

Durum Saptaması

Düşlerime Giren Devlet!..

E.

En Büyük Yanılgımız

Esin Gelmedikçe

G.

Günlük Notlar

H.

Hangisine Yanayım

Hasan Kaya Öztaş

Heyecanlı Bekleyiş

Hoca ile Görüşmeme İzin Yok

Hoca’nın Sözleri

Homo İmiş Meğer

Huzursuzluk

İ.

İddianamenin Tebliği

İnönü’nün Çabası

İşten Atılmak

İkilemde Kalmak

K.

Kabus Gibi Bir Yaşam

Kardeşime Ceza

Kendi Kendine Gelin Güvey Olmak

Komünistlik Belası

Komünizm Propagandası Yapan Memur

Kominist Zanlısı Hayri Baltanın Mektubu

Kendimle Konuşmalar

Konuşacak Yüzü Yok

Kör Salih

Kurban Bayramı

“Küt!” diye Bir Ses

L.

Laklakı ile Geçen Günler

Limon Gibi Sıkmış Suyunu Çıkarmışlar

M.

Mason Kahvesi

Maaşım Yetmiyor

“Mevlana Gecesi”

Milliyetçiliğin İlk Koşulu

Misyoner Neye Uğradığını Şaşırdı

MHD Öğrencilerine Genelge

Muhtar Atmaz

Müzik Aşkı

N.

Nefret Çemberi

Ne Mutlu Hocası Olanlara

Nezarethanede

O.

Okunanlar ve Okunacaklar

Olumsuz Koşullar İçinde Bir Yaşam

Ö.

Önemli Olan

P.

Para ile Ders

Program

PTT Müdürlüğüne

S.

Sabretmek Gerekiyor

Sanki Suç İşledik

Saygı Duyulacaklar

Selamünaleykümcü

Sendikaya Girmek İsteyince

Susalım mı?

T.

Tanrı’da Olmak

Ters Tepki

Tertip,

Tertipçiler

U.

Ucuz Kurtulduk

Unesco

Unutkanlık

V.

Valinin Selamı

Vatandaşımız

Y.

Yanılgı

Yanlış Yaptım

Yazı Konuları

Yazmak İstiyorum

Yeniden Doğuşun Başlangıcı

23 Nisan

Yoksulu Düşünür müsün?

Z.

Zübük

+

ÇALIŞMA PROGRAMI

 

5.1.1960: Akşam Ortaokulunu, dışardan, bitirmeye karar vermişim. Şöyle bir program hazırlamışım.

Pazartesi                    : Türkçe

Salı                               : Aritmetik-Geometri

Çarşamba                   : Sosyoloji-Kuran.

Perşembe                   : Tarih-Coğrafya

Cuma                                       : Tabiat .Bilgisi, Mesnevi

Cumartesi                   :  Fizik-İncil

Pazar                           :  Gazete, kitap, dergiler okunacak…

x

GÜNLÜK NOTLAR

 

Akılla his’si ayırmayı unutma.

Hayatın gayesi:

  1. Sevap kazanmak,
  2. Sıhhatim kazanmak.
  3. Berat kâğıtlı hareket.

+

“Allah’ın hududunu tecavüz etmeyiniz. “ (Kuran)

+

Bundan böyle programda daha çok dinlenme ve düşünme yer ayrılacaktır.

x

16.1.1960 Kardeşim çok ağır hakaretler yaparak beni dükkândan kovdu. Bundan böyle kendisinden para istememeye karar verdim.

Eşim bana kafa tutuyor… “Kayınbabamın ve kaynımın ekmeğini yemekten bıktım!” diyor.  Haklı da…

Ben ne yapayım, debbağlık, kilimcilik yapacağım, iş bulamıyorum. Başka bir mesleğim de yok… Ne berbat bir yaşam…

İçimde bulunduğum koşullar nedeni ile kafam bile doğru dürüst çalışmıyor.

24.1.1960 Kendime acıyorum. Cehaletimin farkındayım. Aczimi idrak ediyorum. Duygularımın esiriyim. Ama yılmamalıyım. Mücadeleye devam.

Bundan böyle zamanı değerlendirmeye çalışacağım. Az okuyup çok düşüneceğim. Dinlenmeye ve düşünmeye daha çok zaman ayıracağım. Durmadan okumak beni yoruyor. Elime hiçbir şey almayacağım. Bir hafta istirahat…

25.1.1960 Gaziantep Emniyet Müdürlüğünde Bekçi Muhasipliği için sınava girdik. Sınava girenler üç kişi idi. Aşağıdaki soruya cevap veremedim:

“Bir bekçi ayda 200 lira alırsa Şubat ayının 15 sinde ne kadar alır?”

Yanıt: “100 lira…”

Meğer bordro düzenlemek gerekirmiş.

Böyle bir bordro hazırlayamadığım için sınavı kazanamadım.

Ne acıklı bir durumum var…

Hâla sınavın etkisi altındayım. Bu aciz ve cahil durumum çok zoruma gidiyor.

27.1.1960 Eşim içinde bulunduğum durumu anlamıyor. Bana karşı çok sinirli ve sert davranıyor. Kilimcilik yapamıyorum, debbağlık yapamıyorum. Çok zayıf ve halsizim.

Babamın, kardeşimin beni aşağılaması yetmiyormuş gibi eşim de beni aşağılıyor… Bana en ağır gelen de eşimin beni aşağılaması…

İnsan evinde rahat eder, yatağında huzur bulur… Ne evde rahat, ne yatakta huzur… Gün boyu aşağılanıp duruyorum.

Daha az okuyup daha çok düşünmek lâzım.

Eşim küstü gitti.

28.1.1960 Öğle üzeri Cumhur Yaşar geldi. Gaziantep Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip iş için dilekçe vermemi söyledi.

Hemen başvuruda bulundum. Müdürlükte çalışanlar bana elden gelen kolaylığı gösterdiler. Bir aksilik çıkmazsa işe alacaklar beni…

İyi hal belgemi Emniyetten alarak Milli Eğitim Müdürlüğüne verdim. Polisin istediği rüşveti vermek için bir yakınımdan ödünç aldım. Polise bir tomar kâğıt ve bir de evrak çantası aldım. Yoksa adam iyi hal belgeme vermeyerek beni oyalıyor… Gezici Başöğretmen Ömer Özbaş ile Millî Eğitim Müdürlüğündeki Başkâtip Sami Bey beni işe almak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar.  İşe alınmam için uğraşıyorlar.

Bu işe muhakkak girmem gerek. Bu iş benim yaşamımın dönüm noktası olacak…

Yalan yok, utanıp kaçma yok, ne kadar cahil ve yoksul olsam da mücadeleye devam…

30.1,1960 Cumhur beyden 12,5 lira borç aldım. Bir gün sonra 10 lira daha istedim. Ne sefil bir yaşam bu!…

1.2.1960 Bu arada günlük çalışma programı yapıyorum:

Pazartesi      : Düzgün yazı yazmaya ve ders kitaplarına çalışmak…

Salı               : Aritmetik –Geometri

Çarşamba     : Kuran

Perşembe     : Tarih-Coğrafya

Cuma            : Mesnevi Okunmasına devam…

Cumartesi     : Dinlenme ve İlkokul ders kitapları

Pazar            : Dinlenme, Dünya gazetesi, Pazar Postası…

Bu programa sadık kalıyorum. Nasıl olsa, işim gücüm yok…

Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde işe başladım…

 

MİLLİYETÇİLİĞİN İLK KOŞULU…

 

Maarif Kahvesi yanında bulunan gazetecide vitrine asılı duran gazetelere bakıyordum.

Bir de baktım Zekeriya Beyaz başucumda. Yılışık yılışık gülüyor bana… Zaten kötü niyetli insanlar gülerek yaklaşır insana…

Göz göze gelince:

“Selamünaleyküm!..”  diye selam verdi.

Biliyordu benim Türkçeci olduğumu. Bilinçli olarak beni kışkırtmak istiyordu…

Altta kalır mıyım, istediğini verdim:

“Günaydın!..” dedim…

Elektrik çarpmışçasına sarsıldı. Mosmor oldu …

“Niçin selamünaleyküm demiyorsun?..”

İşi uzatmak istemedim. Çünkü ağzımdan çıkan sözleri kötüye kullanacaktı.

“Ben, dedim, Türküm!.. Türk olan Türkçe konuşur… Sizler gibi Arap hayranı olanlar da Arapça konuşur!” diye kestirip attım.

+

1500 yıldır çırpınır dururuz bu Arap din ve kültürünün tutsaklığından kurtulmak için.

  1. yüzyılda yaşamış divan şairimiz Mesihi:

 

“Mesihi gökten insen sana yer yok

Yürü var gel Arap’tan ya Acem’den…”

 

Bu durumdan şöyle yakınır ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca:

“Bin dört yüz  yıldır uykuda hala,

Uyarmazsan uyanacak gibi değil!..”

 

Gaziantep’in Üç Hoparlörlü İmamı Zekeriya Beyaz da milliyetçilik taslıyor bana. Bu nasıl ümmetçi. Ümmetçi bir adam kavmiyetçi olur mu?..

+

Bunlar hem milliyetçiyiz diyorlar hem de Arap din ve kültürünün propagandasını yapıyorlar…

Milliyetçiliğin ilk koşulu Türkçeye saygı göstermektir…

 

Hayri Balta, 6.6.1961

 

KARDEŞİME CEZA

 

Kardeşim Hasan Hoca’ya gelerek:

“Öğrenci olmak istediğini…” söylemiş.

Hoca da:

“Hele gel git! Beğenirsen işi kolay…” demiş.

Hasan Hoca’nın bu sözlerine üzülmüş.

Hoca bir gün bana sordu.

“Kardeşinden ne haber?” dedi.

“Size öğrenci olacağını söylemiş ama bana bir şey demedi…”

“Peki ona dersin ki: Az da olsa Hoca’nın beş dakikalık zamanını almışsın. Hocanın zamanı kıymetli imiş… Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmeli imişsin…Şimdi Hoca’nın zamanını aldığın için bir lira vermekle cezalandırıldın. Yine gelip Hoca’nın zamanını alabilirmişsin. Fakat yine cıvırsan başına geleceği kimse bilmezmiş…” dersin dedi.

Hoca’nın söylediklerime kardeşime söylediğimde:

“Ben cezamı gidip kendim öderim dedi…” 7.8.1960

 

DİLEKÇE

 

16.8.1961: Hocanın bütün yazılarını yazmak yanında kimi öğrenci arkadaşların iş ve şikâyet dilekçelerini de ben yazardım.

İşte bunlardan biri:

+

Gaziantep Çimento Fabrikası

Müdürlüğüne

Gaziantep:

16.8.1961

1934 doğumluyum. Halk Dershanesini iyi derece ile bitirdim. Küçüklüğümden beri okuyamamış olmanın acılarını duyarak yaşarım. Bununla birlikte umutsuzluğa düşmedim. Yayın organlarından yararlanarak; gazete, dergi, kitap gibi elime geçen yayınları müspet ilmin ışığı altında okuyarak kendimi yetiştirmiş ve yetiştirmekteyim.

İçki kullanmam, sigara içmem. Geçimsiz değilim. Kabahat ve kusurlarım olursa inkâr etmem. Kabahat ve kusurlarımı bir daha yapmamak için bütün gücümle çalışırım.

Şimdi ise dokumacılıkla geçimimi sağlamaktayım. Askerliğimi alay kademesinde tamirci ve son olarak tabur komutanının şoförü olarak bitirdim.

Yeni açılan fabrikanızda tamirci veya şoför olarak çalışmak istiyorum. Eğer tamirci ya da şoför olarak çalışmam mümkün değilse; çimento doldurmak, çimento torbalarını düzenlemek, sarmak, paket yapmak vb işlerde de çalışabilirim.

İşe alınmam halinde istenen belgeleri getirebilirim. Gereken sınavlara da girmeye hazırım. Ahlakımdan emin olabilirsiniz. Elime, dilime, belime sağlam biriyim.

Sonuç olarak: Fabrikanızda çalışmak istiyorum. Durumuma ilişkin bir bölümde işe alınmamı arz ederim.

Saygılarımla,

  1. D.

N.D.

Tabakhane Sukenarında

Kebapçı Ş.D. eliyle

Gaziantep

 

PROGRAM

 

26.2.1961: Ortaokulu dışardan bitirmeye hazırlanıyorum. Kendi kendime program yapıyorum. Canım sıkıldıkça bu programları yineleyerek yapıyorum.

Daha önce de 5.1.1960’ta yapmıştım. Bundan anlaşılıyor ki ortaokulu dışardan bitirme kararım ciddi. Zaman zaman aklıma geldiği için yeniden program yaparak rahatlıyorum…

Pazartesi          : Türkçe Dilbilgisi kitaplarına çalışılacak

Salı                    :  Aritmetik Geometri Kitaplarına çalışılacak.

Çarşamba        :  Sosyoloji, İncil ve Kuran

.Perşembe       : Tarih Coğrafya kitaplarına çalışılacak

Cuma                : Tabiat Bilgisi Derslerine çalışılacak ve Mesnevi Okunacak

Cumartesi        :  Fizik Kimya

Pazar                :  Yazılar yazılacak, gazete, kitap, dergi okunacak…

Bütün bunlar yanında; felsefe, sosyoloji, İncil ve Kuran okuma hevesim de sürüp gidiyor.  Bakalım başarabilecek miyim?.. 26.2.196

 

SUSALIM MI?

 

9.9.1961: Kişinin gücü olsa, zamanı olsa, geçim derdi olmasa da bir günde karşılaştığı olayları, kırdığı potları, aldığı renkleri oturup da yazabilse her gün bir roman yazar gibime geliyor.

Şu satırları yazarken usumda sıraladığım beş altı konu var. Ama bende oturup yazmaya güç yok… Yazmak istiyorum dün başımdan geçen olayları.

İş satı yaklaştı. Sakalı kestirmek gerek. Çoluk çocuğa ekmek gerek. Bütün bunlara karşın kendimi güçsüz hissediyorum.

Gücüm olsa olaylarda kırdığım potlar güzel bir yazı konusu olurdu.

Örneğin dün Mahmut Bey’le karşılaştık. “Günaydın!” dedim kendisine. “Merhaba!” dedi bana öfkeyle. “Yahu, dedim, sen hem Türklük davası güdüyorsun hem de Arapların dili ile konuyorsun!”  dedim.

Bana: “siz devrim yobazısınız!” demesin mi? Bir de örnek verdi: “Ordu komutanları, askerleri ‘Merhaba Asker!’ diye selamlamıyor mu?…

Sonra beni suçlamaya başladı. “Sen geçen gün, Fevzi Çakmak için gerici dedin. İhanet ediyorsun ordunun paşasına. Kanıtla bakayım gericiliğini…” diye beni sıkıştırmasın mı? Ne desem aleyhime olacaktı…

Tartışmayı keserek kaleme geçtim. Kamil Ağa, ben selam vermeden bana: “ Aleykümselam!” deyince “Günaydın!” dedim ve ekledim: “Türk olan, aleykümselam demez, Günaydın!” der.

Bozuldu böyle deyince Kamil Ağa. ”Bozdun beni be Hayri Abi…” dedi.

Bozulsun ne yapalım. Binlercesi de beni bozuyor Türkçe’ye sahip çıktığım için…

Bu ne ki “Selamünaleyküm-Aleykümselam…” Bunlar karşısında susup sessiz kalmak daha mı iyi…

Hayri Balta

MUHTAR ATMAZ

 

29.11.1961: Muhtar Atmaz bizim Millî Eğitim Müdürlüğünde köy okulları yapan bir müteahhitti. İşe daha yeni başlamıştı. Öyle pek öğrenimi yoktu ama sağduyusu vardı. Temiz iş yapardı. Doğru dürüst bir adamdı.

Ben bu taşeronların ve müteahhitlerin hak ediş raporlarını yazarak avans almalarını sağlardım. Kimileri benimkileri öne al diye ricada bulunurdu. “Emeğini değerlendiririz…” derdi. Ama ben sıra dışına çıkmazdım. Muhtar Atmaz da benim bu huyumu bilirdi ve beni takdir ederdi. Bir gün hak ediş raporu yazdırmak için yanıma geldi. Odada İnşaat Teknisyeni Müslüm Yeniay, diğer müteahhit ve taşeronlar da vardı.

Söz, nasıl oldu bilmiyorum Cezmi Öztemir’e geldi. Cezmi Öztemir benim dayım Tahir Öztemir’in büyük oğlu idi. İstanbul’da deri fabrikası vardı. Lise mezunu olduğu için askerliğini Gaziantep Mazmahor köyünde öğretmenlik yaparak bitirmek için gelmişti. O zamanlar lise bitirmişler için böyle bir kolaylık vardı. Tanınmış tiyatrocu Engin Cezzar da askerliğini öğretmenlik yaparak bitirmeye çalışıyordu. Gerek Cezmi Öztemir ve gerekse Engin Cezzar sık sık büromuza girip çıkarlardı. Cezmi Öztemir büromuza girip çıktığı halde beni tanımıyordu; ben de, “beni tanımayan bir adama nasıl sahip çıkayım!…” diyordum…

Konuşmalar sırasında Muhtar atmaz; sözü, Cezmi Öztemir’e getirdi:

– Bunun bir nenesi var. Her sene her camiye bir Isparta halısı hediye eder. Bunların kredisi hükümetten kuvvetlidir… Bunlar asil ailedir…

Cezmi Öztemir‘in nenesi (Babaannesi) benim de nenem (Anneannem) olurdu. Mustafa dedem öldüğü için nenem çocuklarının yanında yaşıyordu. Ne malı vardı, ne de mülkü, ne de emekliliği…

Demek istediğim öte yanında bir kuruşu bile yoktu. Değil öyle her camiye bir halı hediye etmek kendisinin üstünde oturacağı bir halısı bile yoktu.

Nenemin bu durumu beni çok üzerdi. Kazancım kendimden artmıyordu ki neneme yardım edeyim. Neneme yardım edememiş olmanın ezikliğini düşlerimde yaşarım. Kimi zaman “ben nasıl torunum neneme bir çorap bile alıp hediye edemiyorum” diye yakınırım. Bazen düşlerimde Neneme harçlık verdiğim olur…

Muhtar Atmaz’ı, o kadar kişinin yanında yalanlamayı doğru bulmadım. Gerçeği söylemiş olsa idim Muhtar Atmaz’ı utanca boğar, küçük düşürmüş olurdum…  “Ne sözünü ettiğin Cezmi Öztemir benim dayımın oğlu olur; ne de sözünün ettiğin Nenesi benim de Nenem olur” dedim.

Şimdi Muhtar Atmaz’la ne zaman karşılaşsam Nenem hakkında söylediği sözler aklıma gelir ve gülerim…

 

“MEVLANA GECESİ”

 

23.12.1961: Bizi sevenler öneri getiriyordu. “Yahu bunca zamandır müzikle uğraşıyorsunuz. Herkes merak ediyor, ne tür müzik yapıyorsunuz. Bir konser verin de müziğinizi tanımış olalım…”

Bu öneriler üzerine Hocamız konser vermeye karar verdi. Elbette konser için ön çalışma yapmak gerek. Başladık mı ön çalışma yapmaya. Aylarca çalıştık, hazırlandık. Konser vermeye hazır duruma geldik. Konserimizin adını da “MEVLANA GECESİ” koyduk…

Konseri, Öğretmen evi Salonunda (Eski Kilise ve Halkevi…) verecektik. Burasının salonu da sahnesi de büyüktü.

Konser günü salon yarısına kadar ancak dolmuştu. Gelenlerin çoğu Zekeriya Beyaz ekibindendi. O zaman Nurculuk akımı güçlü idi Gaziantep’te. 27 Mayıs devrimine tepkisel hareketlerin odak noktasını bunlar teşkil ediyordu.

Aşağıdaki gibi bir program listesi hazırladık. Bu programı gelen seyircilere vermek üzere çoğalttık. İşte program:

 

23.12.1961 Yılı “Mevlana Gecesi”ne ait “Musikide Hayat Dersleri Programı:

Eserin adı ve güftesi                                              Usulü                         Sahibi

  1. Dem, Nay ile… Dr.Emin Kılıç Kale
  2. Rast’a Giriş “ “
  3. Rast Peşrevi (1. ve 2. Hane) Sakil Benli Hasan Ağa
  4. Fıhristti Makamattan Rast Satırları Devr-i Revani Hindi Ahmet Avni Bey

“Kavli de kaddi gibi “Rast” olsa ger ol mehveşin

Hiç bükülmezdi beli uftade-i hasretkeşin”

  1. Rast Beste Fahte            Dr.Emin Kılıç Kale

Secdedir her kande bir büt görsem ayinim benim

Hah Müslüm tut hah kâfir tut budur dinim benim

  1. Rast Nat-ı şerif’ten bir parça Darb-ı Türki                Buhurizade Mustafa  Itrı Dede
  2. Hüseyni’ye Giriş              Dr.Emin Kılıç Kale
  3. Hüseyni Peşrevi, 1 ve 2. Hane Devr-i Kebir               Ahmet Dede
  4. Hüseyni Satırları, Fihristti Makamat’tan Düyek                        Ahmet Avni Bey

Pestten eyler niyaze, saydı çün ol dilberi

Dil bulup ruhsat “Hüseyni”ye çıkardı işleri”

  1. Hüseyni ayininden bir Parça Devr-i Revani Hindi          Lâ edri (Bilinmiyor)
  2. Hüseyni İlâhi Evsat                                “     “     “

“Ravzana çün yüz süren bulur eman”

  1. Hüseyni Nefes Ağır Düyek                            “     “    “

“Yüzün gördüm dedim Elhamdülillah”

+

Ne var ki konserin yarısında bizim milliyetçi ve mukaddesatçı seyircilerin tümü hep birden salonu terk etti.

Bizim Osmanlıcıları Osmanlı müziği sarmamıştı.

İşin en ilginç olanı ise böyle bir müzikle uğraşan bizleri başta Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç olmak üzere, milliyetçi ve mukaddesatçıların, “Komünist” diye Emniyete jurnallemesidir…

Bunların cehaletlerinin boyutunu bu örnek bile göstermeye yeter…

Komünistlik nerde… Biz nerde…23.12.1961

 

NEZARETHANEDE

 

Soğuk bir Şubat günü idi. Her taraf ayaz kesiyordu. Takvim yaprakları 2 Şubat 1962’yi gösteriyordu. Ben geceyi karakol nezarethanesinde geçirecektim.

Beni getiren memurun şef dediği, sertçe bir ifade ile: “Al şu sandalyeyi de geç içerde otur, sesini çıkarma!..” dedi.

İçerde bir somya vardı. Üstünde bir şilte… Pis pis kokuyordu

Verdikleri sandalyeyi somyanın yanına koydum. Ben de yüzüm kapıya dönük oturmaya başladım. Kapının anahtar deliğinden ışık sızıyordu. Ben de kapıdan sızan ışığa dönük oturuyordum. Karanlık odada kapının anahtar deliğinden sızan ışık insanı teselli ediyordu ve yaşama bağlıyordu. .

Atıldığım odanın tavanı yamuk bir biçimde idi. 4 metrekarelik daracık bir yerdi. Eski bir portakal sandığının parçalarını yan yana koyarak  oturak yapmışlar.

Yerde benden önce gelen konukların içtikleri sigaraların göpçükleri. Boş sigara kapakları, boş kibrit kutuları, sönmüş kibrit çöpleri…

Anlaşılan içerdekileri tuvalete götürmemişler onlarda odanın köşesinde ihtiyaçlarını gidermişler. Akan sidik uzantıları odanın ortasına doğru geliyordu. sidik kokusu insanın genzini yakıyordu.

Sağımdaki duvarın deliğinde ise buruşmuş yağlı kâğıtlar. Anlaşılan benden öncekiler helva ekmek yemişler, yağlı kâğıdını da duvarın deliğine sokuşturmuşlar…

Loş bir karanlıkta odanın duvarlarına bakıyorum. Benden öncekiler neler de neler yazmışlar duvarlara. En çok da adlarını yazmışlar; altına da girdikleri tarihi…

Niçin gözaltına alındığımı bilmiyordum. Düşünüp duruyordum. 2.2.1962

 

KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPAN MEMUR

 

19.1.1962: Haber aldığımıza göre, Şehrimiz Milli Eğitim dairesinde me­murluk yapan Hayri Balta adlı şahsın komünizm propagandası yaptığı öğrenilmiş ve bu yüzden dolayı yakalanarak adalete sevk edilmiştir. 19.1.1962 TARİHLİ GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ

+

28.1.1962 İsmet Özüzümcü ile birlikte Öğretmenler Lokalinde oturuyorduk. İsmet Bey bana; “Gericilerin bize tertip hazırladıklarından, benim başıma gelenin bir şey olmadığından; gericilerin Emin Kılıç topluğunu mutlaka dağıtacaklarından toplumun bizden nefretinin Adliye, Emniyet ve diğer devlet dairelerine bulaşması sonucunda yasaya uyduracakları bir suçla bizleri suçlayacaklarını; bana bu tertibi uygulayanların gayet memnun olduklarını, maksatlarının bizi bu zan altına sokmak olduğunu bu zan altına girmemizin bile yeter olduğunu; Hoca’nın toplumun mukaddesatı ile oynadığını, öldürülmesinin normal olduğunu, Hoca’yı öldürenlerin Cennetlik olacağını umduklarını…” söyledi.

Gericilerin; “Bizlerin sol eğilimli olduğuna inandıklarını ille de dağıtacaklarını da…” ekledi. Konuşurken öylesine dikkatli idi ki K harfini söylemekten bile korkuyordu.

28.1.1962 Elçin yine rahatsızlanmıştı. İğne yaptırmak için Hoca’nın muayenehanesine götürdüm. Hoca ile konuşmaya daldık, unuttuk Elçin’e iğne vurmayı…

Hoca bana yine çıkıştı. Benim davranışlarım ile kendisinin davranışlarını karşılaştırdı. Bundan önce Zekeriya Beyaz ile bir çocuk daha gelmişti.Bu çocuklar 1. Şubenin adamları idiler…Hoca’nın ağzından suç sayılacak sözler almaya çalıştılar..

Ne biçim adamlar bunlar kimsenin kendilerinden başka düşünmesine tahammül edemiyorlar… İftira ile de olsa bizi ve de bizim gibi düşünenleri susturmaya çalışıyorlar.

Ajanlar gittikten sonra Hoca “Oğlak!” diye çıkıştı bana… Nefse mahkûm olduğumu, sakat düşündüğümü söyledi.

Bu konuşmalar sırasında Padişah, Cumhur Bey, Murat Bey, Kuşakçı da vardı.  Hoca’yı onaylayarak beni suçluyorlardı. . Ne cahil insanlar bunlar böyle…

Dikkat etmeliyim ben bunlara. Güvenmemeliyim hiçbirine…Ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl düşünürlerse düşünsünler.ben işimi sağlam tutmalıyım. Öylesine dikkat etmeliyim ki bunların diline düşmekten kurtulayım…

Artık Hoca’ya bile güvenmemeliyim beni komünist olarak suçladıktan sonra…

Ben çok saf biriyim. Düşüncelerimi söylemeden duramıyorum. Artık söyleyeceğime yazmalıyım…

+

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1.Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaate sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayandırmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

 

AKŞAMLAR

4.2.1962

 

Öyle yüksekçe bir tepeden güneşin batışına, bulutların kızıllaşmasına bakarak değil de; daha çok kentte, caddelerde, kaldırımlarda severim ben akşamları…

Kış günlerinin akşamları daha çok sarar beni…

Akşamları caddelerin görünümüne doyum olmaz.  Resmi iş yerleri, okullar, sinemalar boşalır akşam üzeri.

 

Derken arkasından okullar…

Kalabalıklardan geçilmez olur kaldırımlar…

 

İşte bu saatlerde işinden eve dönenler yok mu? Vurulurum onların evlerine dönüşlerine… Yorgun argın, düşünceli düşünceli bir yürüyüşleri var ki, seyrine doyum olmaz.

 

Elinde bir sepet; ya sebze, ya meyve, ya da başka bir yiyecek; muhakkak sepette ekmek…

Boynunu içine çekerek yorgun argın, dalgın dalgın gider evine erkek…

 

Bu kalabalık ortasında, akşam karanlığında,  birbirinin peşi sıra giden önü ve arkası renk renk ışıklı arabalar…

İnsanı yıldızlar alemine atar…

 

Hele cadde boyunca sıralanan dükkanların, mağazaların, işyerlerinin ışıkları…

Bu renk cümbüşünün kente verdiği görüntü bambaşka akşamları…

 

Akşamları ışıklar ortalığa çıkar;

Işıklar insanlara hava atar…

 

Bu ışıklar arasında evlerine dönenler yok mu?

Ne seyrine doyum olmayan bir görüntü olurdu…

 

Bu görüntüler arasında insanlar aynı duygularla evine doğru koşar;

Havadaki kuşlar de yuvalarına döner…

 

İşte akşamlar böyle olur bizim kentte.

Herkes evine döner; dolu dolu sepetlerle,

İçlerinde ekmekle, sebzelerle, meyvelerle…4.2.1962

 

ESİN GELMEDİKÇE

 

Yazı yazabilmek için kendimi zorladığım olurdu; bu zorlamalar esin geldi sanıp da masanın başına oturduğumda olur genellikle. Kağıdı önüme koyduğum, kalemi elime aldığım halde; bir sözcük yazabilmek için dakikalarca beklediğim olurdu. Kağıtla kalem burun buruna gelerek bir şeyler yapabilmek için  homurdanır dururdu… Ancak boşa, esin gelmezse ne yapsan boşuna…

Bu nedenle zorlamam kendimi. Muhakkak vakti saati gelmeli; yani esin gelmeli. O zaman kendiliğinden dökülür kağıt üzerine sözcükler…

İnsanın yazdığı yazıyı başta kendisinin beğenmesi gerekir; işte esin gelmeden yazılan yazılar beğendirmez kendini…

Bu durumda yazabilmek başlı başına bir derttir. “Ah! Bir başlayabilsem, gerisini getiririm!” dersiniz… Dersiniz ama esin gelmeden başlarsanız başladığınızı bitiremezsiniz… Yazılan sözcüğü siler, yeniden yazarsın. Karalar yine yazarsın.  Yazdıklarını beğenmezsin, buruşturarak atarsın… Yazma eylemi sıkıntıya dönüşür…

Başınızı ellerinizin arasına alır, alın derilerinizi ufalar, böylece kendinizi zorladığınız halde yine yazamazsınız. Bırakmak istersin yazmayı, kolay kolay bırakamazsın da…

Zaten böyle durumlarda yazmayı bırakarak, dışarı çıkıp biraz gezmek, bir parça hava alarak esin gelmesini beklemek gerekir…

Esin gelmeden yazmak için kendini zorlarsan; kafan don kazanı gibi olur. Yani sen öyle hissedersin. Kafanın içi bomboş… Büyükçe boş bir kazan gibi gelir insana kafası… Buna psikolojide sürmenaj deniyor.

Dedim ya, yazı yazabilmek için konunun içten doğup gelmesi gerekiyor. Zorlama ile olmuyor. Zorlama ile yazılan yazı da beş para etmiyor; yazıdan başka her şeye benziyor. Yüz karası oluyor yazar için esin gelmeden yazılan yazılar…

Muhakkak yazma isteği doğup gelmeli içinden. Zoraki yazsa da insan beğenmiyor yazdıklarını… Muhakkak esin gelmeli, yazı yazmak isteği içinden coşup gelmeli…5.2.1962

 

BİR BELEŞÇİ

 

Bir  ilkokul öğrencisi. 10-11 yaşlarında….

 

Koltuğunda bir deste gazete.

”Ulus, Akşam, Havadis yeni geldi!” diye bağırarak gitmekte.

 

Bağırarak gazete satıyor.

Hızlı hızlı koşarak elindeki gazeteleri satmak istiyor.

O kaldırımdan o kaldırıma, o dükkândan o dükkâna girip çıkıyor.

 

Bu arada 30-35 yaşlarında, kılığı kıyafeti düzgün biri çocuktan bir gazete istedi.

Ayaküstü eline aldığı gazetenin sayfalarını çevirip bir göz gezdirdi…

 

Küçük gazetecinin eli hava kalmıştı.

Ama gazeteyi alan para vermeye yanaşmamıştı.

 

Acele acele sayfaları çevirip bakıyordu. Aradığını bulamamış olacak ki gazeteyi katlayıp çocuğa verdi.

Çocuk ise bu kılığı kıyafeti düzgün adamın yaptığına akıl erdirememişti.

Gazeteyi geri aldı adamın elinden; diğer gazetelerin arasına koydu ve yeniden koşmaya başladı.

“Gazete, yeni geldi!”

 

Beleşçi benim kendisine baktığıma görünce hiç seslenmedi.

Yalnızca yılışık yılışık güldü ve çekip gitti.

 

VATANDAŞIMIZ…

 

15.2.1962: Bir vatandaş konuyor. Bilgiç bilgiç.

“Benim kızım Fatma Anamızdan yüksek mi ki koluna bilezik taksIn. “Hatta takarsan keserim, demişim kendisine… Fatma anamız koluna bilezik takmadı ki…”

Nerden biliyor Fatma anamızın koluna bilezik takmadığını…

Bu 1400 yıl önceki yaşama özenmek neden?

Benim bunu bir türlü aklım almıyor…

 

HASAN KAYA ÖZTAŞ…

 

16.2.1962: Öğretmenler Lokalini işleten Kaya Öztaş’ın Sabah gazetesinde bir yazısının çıkması üzerine Yeni ülkü Gazetesinden Kovboy İbrahim yanıma gelerek Kaya Öztaş hakkında yazdığı yazıyı okudu. Kaya Öztaş aleyhinde atıp tutuyordu, esip yağıyordu:

“Biz adamın sinkaf… Onların Sabah’ı varsa bizim de Yeni Ülkü gazetemiz var. Biz adamla yayın yolu ile baş edemezsek başka yoldan çaresine bakarız. Daha olmazsa matbaaya çeker icabına bakarız…” derken Kaya Öztaş’a hakaretlerini sürdürüyordu. “Bıçak atmaktan, kırmızı boya çalmaktan!..” söz ediyordu. “Kendisini gel kahve içelim diye matbaaya çağırırmış da, mahzene indirip icabına bakarmış da…”

Kaya Öztaş’ı, 20 öğretmen 20 koldan aramışlar, bulamamışlar. Bulsalarmış icabına bakacaklarmış; ama bulamamışlar… 2. Şubedekiler de aramışlar Kaya Öztaş’ı; ama bulamamışlar… Kaya Öztaş kaçmış… Gazi Terbiye’de okuyormuş şimdi…

Bir ara dönüp gitmek istedi. Gidemedi, yeniden döndü. Yine kıpkırmızı, kendinden geçmiş bir şekilde: “Beni mi çağırdınız?” dedi.

Sakin ve doğal bir ses tonu ile:

“Hayır!” dedim.

Sessizce uzaklaştı gitti işyerimden… Huzursuz bir hali vardı. Elinde Aziz Nesin’in Zübük adlı haftalık gazetesi vardı.

Sanıyordu ki benim Kaya Öztaş ile temasım vardı. Duyduklarımı Hasan Kaya’ya iletecektim…

Ben de solcuyum ya… Ne denli peşin hüküm taşıyorlar bu solcular hakkında… Akıllarına solcuları yok etmekten başka bir şey gelmiyor..

Kovboy İbrahim bu işe benimle birlikte çalışan Ahmet Bucaklı’nın da canının sıkıldığını söyledi. Ne çıkarmış canım öğretmenler lokalinde oyun oynanırsa… Oyunun oynamak da psikolojik bir ihtiyaçmış…

Kovboy’un yanındaki öğretmen bana: “Kaya Öztaş, hakkımızda atıp tutuyordu…”

Ben de:

“Doğru, atıp tutuyor…” diye kendisine hak verince sesini çıkarmadı.

Benden bunu beklemiyordu. Beklediği benim Kaya Öztaş’a sahip çıkmamdı. İşyerinde tartışmaya neden olur muyum?…

Anladım ki bir odada çalıştığım Ahmet Bucaklı Yeni Ülkü gazetesi ile irtibat halinde… Benim hakkımda onlara bilgi aktarıyor…

Nasıl çembere almışlar bizi…

+

Dün sorgu yargıçlığında ifade verdim. İki saat sürdü. Yargıç soruları uzattı da uzattı.

Sorgu Yargıçlığına girerken; kapıda, Zekeriya Beyaz’ı, Necdet Sevinç’i ve diğer muhbirleri gördüm.

Bir şaşkınlık ve telaş içinde idiler. Nurculardan bir tanık daha vardı; baktım, o gitmiş…

Bu nurcu, bizim derse gelerek Haysiyete sahip çıkmıştı… Anlaşılıyor ki hepsi derslere casusluk amacı ile gelmiş gitmiş…

 

ÇEMBER DARALIYOR…

 

1.3.1962 Kuşakçı ile birlikte Tabakhaneye doğru giderken Ticaret Sarayı önünde Bekir Kaynak’la karşılaştık. Bekir Kaynak Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’le birlikte hareket edenlerden…

Bekir Kaynak, bizi görünce bozuldu, sıkıldı, kızdı, kızardı… Hızlı adımlarla önümüzden geçip uzaklaştı. Bir ara dönüp bize baktı. Suçluluk duygusu içinde biraz da mahcup bir görünümde…

Akşamına bir de baktım Hoca’nın muayenesinde. Anlaşılan bir şeyler sorup bir şeyler yakalamak derdinde.

Adamlar bize çembere almışlar ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yok…

 

İŞTEN ATILMAK…

 

2.3.1962 Saat 15’te Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan Bey’le koridorda karşılaştım. Bana: “durumlar nasıl?” dedi.

Ben de:

“İyi, herhangi bir sorun yok!” dedim.

“Bu günkü gazeteleri okudun mu?” dedi ve devamla: “Git bir kere İsmail beyle görüş. Olmazsa bir istifa mektubu yaz!” Böylesi daha iyi olur. Yoksa ben atmak zorunda kalırım… Bu da senin için olmaz!.. “ dedi.

İsmail Bey, Sicil İşlerinde memur… Memurların sorunlarına o bakar.

Bu “İstifanı yaz getir!” sözü beni şok etti. Hiç beklemiyordum. Demek ki baskı var, korkuyor adamcağız,

Bu durumda benim Vali Beye çıkmam gerektiğini anladım. Ertesi gün sabahleyin erkenden, 8,30’da Valiyi makamında ziyaret ettim. Kısaca olayı anlattım. “İşten atılmamamı, duruşmaların sonuna kadar beklenmesini….” rica ettim.

“Olur!” dedi. Böylece işten atılmaktan kurtuldum…

 

UCUZ KURTULDUK…

 

15.3.1962: Bu gün izinliyim. Çocuklara çiçek aşısı yaptıracağım. Hükümet konağı önündeyiz… Bir ara Elçin yanımdan uzaklaştı. Birde baktım bir araba Elçin’in üstüne doğru geliyor…

Elle işaret ettim. Araba durmadı, Elçin’e doğru geldi, geldi… Bu durumu görenlerin yüreği ağzına geldi ve korkudan bağrışmalar oldu. Elçin bunun üzerine tehlikeyi sezdi ve birdenbire dönüş yaptı ve arabanın kendisini ezmesinden kurtuldu.

Korku içinde bağırarak jeepin arkasından koştu, yanıma geldi.

Hâlâ o sahne gözümün önüne gitmiyor… Çünkü araba Elçin’i az daha ezecekti. O an elim ayağım titremişti…

Bu Elçin’in ikinci ölümden kurtuluşu:

Birincisinde beş metre yüksekliğindeki yazlık tahtan düşmüştü.

Şimdi ise arabanın kendisini çiğnemesinden kurtulmuştu…

 

BİR AJAN…

 

15.3.1962 Emniyet Müdürlüğü önünden geçerken açık kapıdan Zekeriya Beyaz’ı Emniyet Müdür Muavini ile görüşürken gördüm. Zekeriya Beyaz haftada en az bir kere Emniyet Müdürlüğüne gelirdi ve ben kendisini Milli Eğitim müdürlüğündeki pencereden görürdüm. Öylesine bir sevinçli gelirdi ki emniyet Müdürlüğüne görülmeye değerdi…

Ne var ki ben bunun, Emniyet’e ajanlık yaptığını kendi itirafları sonucu öğrendim.

Ne kadar saf bir adamım ben…

 

YAZI KONULARI…

10.3.1962

  1. Yazdıklarımın vebali yanlış anlayanların boynunadır.
  2. Babamın termometresi
  3. Çocuklarımıza takılan altınları satarak odun aldık.
  4. İlkin sokaklarda konuşan Sokrat gibi…
  5. Andre Jit’in “Ayrı Yol” adlı kitabını okudum. Hannup çekirdeği gibi…
  6. Gaziantep’in tanınmış öğretmenlerinin ürke ürke derse girmeleri…
  7. Beddua eden Allah K. 3/119, 111. süre.
  8. Kötü şefaatte bulunanların ondan payı vardır. K. 4/85
  9. Arabacı, kapıcılık yapan, kestaneci, şerbetçi, kuşakçı kalfaları, altmışından sonra masıra saran kilimci kalfası,
  10. “Biz öğrenciyiz; sen bize vereceğin kitaplarda okuyacağımız yerlerin çiz de öyle ver!..” dyen teyzem oğlu Necdet Sevinç. Meğer altını çizerek verdiğim bu dergileri götürüp Siyasi Şubeye verirmiş: Hayri Balta bize komünistlik propagandası yapıyor diye…
  11. Benden gazete istemeleri ve Nazım Hikmet hakkında soru sormaları…
  12. Teyzemoğlu’nun Necdet Teymur’un kırtasiyeci dükkânında elimde gördüğü İmece dergisini istemesi…
  13. Köy Enstitüleri konusundaki tartışmam…
  14. Aysel’in sorununu bana bildirmesi…
  15. Midesi alırsa insanın yapmayacak şeyi yoktur… Anayasa’nın 20 maddesi…
  16. Necdet Sevinç’e okuması için Kuran vermem…
  17. Yön dergisindeki grafiği göstermem…
  18. Bekir Kaynak’ı, Fakir Baykurt’un Onuncu Köy adlı romanının okuması için görevlendirmem…
  19. Derslerine çalışırsan kopya çekme ihtiyacı duymaz; huzur içinde sınavlara girersin. Bu ruh hali, insanın Cennet’e olmasını…
  20. Kime komünist diyorlarsa onun kitaplarını okuyun…
  21. Niçin yaralı kuş gibi çırpıyorsun?..
  22. Necdet Sevinç bana şöyle diyor: “Biz sizinle tanışmakta niçin bu kadar gecikmişiz…” Bu sözleri bana söylerken rol yapıyordu. Sözde ağlamaklı ve üzüntülü bir şekilde tanışmamakla kaybının olduğu söylüyordu…
  23. Aziz Nesin’in Adana’ya gelişini protesto eden gericiler; yakalanınca: “Biz onun lehinde nümayiş yapıyorduk!” demeleri. Ne şahsiyetsiz insanlar bunlar…
  24. Beni bunlara kitap vermeye iten nedenler: Komünist dedikleri insanların nelerden söz ettiklerini görmeleri içindir…
  25. Ayine tuttum özüme, Allah göründü gözüme…
  26. Rum genci Suryanus olayı…
  27. Yunus Emre’nin bir ben var bende benden içeri…
  28. Nesimi konusu…
  29. Aklı Selim kitabındaki hadis…
  30. Mevlana’nın şiiri….
  31. “Ben görmediğim Allah’a tapmam.” Hz. Ali’nin sözü…
  32. Üç dükkânın önünü örnek göstermem…
  33. Necdet Sevinç, Zekeriya Beyaz ve arkadaşlarına göre Millî Eğitim Bakanı başta olmak üzere tüm bakanlar komünist…
  34. Bana “Mahkemenin sonucunu bile biliyoruz…” diyorlar.
  35. Birinci Şube Şefi, benim için, komşumuz Memik Çavuş’a (Memik Güzelhan) “Asmalı bu adamı asmalı!” demiş. O da gelip bana söylüyor…
  36. Gavur Ali, benim hakkımda “komünisttir o!” sözleri üzerine: “Öyleyse görüşmeyelim bu Hayri Balta ile…” diyor…
  37. Beni birkaç kişi ile görüşürken gören bir memur: “Az daha konuşmasına müdahale edecektim. Zehrini bu masum çocuklara akıtmasın!” diye…
  38. Bir yoksul işçinin kahvede sobanın başında katıksız somun ekmek yemesi ve yerken de herkese buyur etmesi…
  39. Birinci Şube şefi babama: “Bu mikroların kökünü kurutmalı!..” demiş.

         Bu 39 konuda yazı yazmak için not almışım. Ancak olaylar öylesine gelişti ki dönüp bakmaya bile zaman bulamadığım için çoğunu unutmuşum. Tam elli yıl sonra bu notlarıma bakıyorum… Demek ki insan aklına güvenmemeli. Yazacaklarını gününde yazmalı ya da yazacaklarını bütün ayrıntıları ile not etmeli…

 

SELÂMÜNALEYKÜMCÜ!..

 

12.3.1962: Daireden çıktım. Gazete satıcısı İhsan Genç’in dükkânının önünde duran gazete ve dergilere bakıyordum. Birde baktım Bay Casus Zekeriya Beyaz “selamünaleyküm!” diyerek yanıma sokuldu. Döndüm:

“Günaydın!” dedim.

Sinirlenen Zekeriya Beyaz yeniden:

“Selamünaleyküm!” dedi.

Ben de yeniden:

“Günaydın!” dedim…

Bay Casus yeniden “Selamünaleyküm!” dedi ise de ben hiç sesimi çıkarmadım.

Bay Casus, başladı abuk sabuk konuşmaya. Sesimi çıkarmayarak yanından uzaklaştım… Çünkü “İncil’de domuzun önüne inci atma!” diyordu.

Peygambere yapılan Ayşe iftirası gibi bunlar da bize iftira ediyorlar. Yunus Emre’yi de sorguya çeken bir Molla Kasım gelmedi mi?…

+

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

+

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışarıdan bakanlar da bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var, var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa…

Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

 

ÖNEMLİ OLAN…

 

27.6.1962 Kuran’da Recm konusunu incelerken (K. 5/44-45: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimdir, kafirdir…) o günün koşullarını göz önüne almaksızın aşırı bir hassasiyet göstermemem gerekir.

Bu sırada beni rahatsız eden Elçin’i, Gülçin’i ve de eşimi üzücü davranışım; o anda kendime hakim olamayışımdan olmuştur.

Bu gibi işlerde Kuran araştırmalarım geriye bırakılmalıdır; çünkü Eşimi ve çocuklarımın gönlünü kırmaktansa kitabın kapağını kapatmak daha doğru bir davranıştır.

Önemli olan önce iş, sonra eş ve çocuklar, sonra da akraba ve dostlardır…

 

 

KOMiNİST ZANLISI HAYRİ BALTA’NIN MEKTUBU

 

Sayın Başyazar Anlaroğlu,

1 Ahmet Bucaklı arkadaşımız vasıtasıyla, hakkımda yanlış kanaata sahip olduğunuzu öğrendim…

Bir gazetecinin, hele bir başyazarın, izlenimlerinin sağdan soldan duyduğu dedikodu!ara dayanmaması gerekir. Eğer böyle olursa bu gazetecilik meslek ve haysiyetinin içi ne çiş etmek olur…

  1. Böylesine bir dedikoduda, gazeteci odur ki: Eline kağıdı kalemi alarak, bizzat (veya görevlendirilecek bir arkadaşı) olayın kahramanına gelir. “Hakkınızda şöyle böyle söyleniyor diyerek bir röportaj veya mülâkat yoluna gider…
  2. İşte örneğin bir kaç gün Önce Sa­bah Gazetesinin yaptığı yola gidilir: Muhabirini yolladı. 7,5 saat süren bir mülakattan sonra öğreneceğini öğrendi ve öğrendiklerini yazmaya başladı…
  3. Saygı değer kardeşim, siz de bu yoldan yürüseniz ne olurdu…Vakit geçmiş sayılmaz; lütfen siz de aynı yoldan yürüyünüz…

Sevgilerimle…

(Musikide Hayat Dersleri Öğrencisi Aydın YENER (Hayri BALTA)

+

Başyazarın notu:

Bay Hayri Balta,

Sağı, solu mektupla rahatsız etmenin âlemi yok! Git kendini muhakemede savun!

Mektubunu neşretmekle sana en büyük iyiliği yapıyoruz.

Şimdilik Allah taksiratını affetsin diyeceğim.

Başyazar Anlaroğlu – GAZİANTEP YENİ ÜLKÜ GAZETESİ 18.2.1962

+

Not: Gazeten olduğu gibi alınmış herhangi bir düzeltme yapılmamıştır. Adamlar KOMÜNİZM yazmaktan aciz…

 

HEYECANLI BEKLEYİŞ

 

Doğrusu iyi dayanıyor Eşim… Çekilecek şey mi aile yaşamım benim…

Yoktur evde ağza atacak; odun kömür gibi yakacak…

Üç çocuk, bir de babam…

Ailemin geçimi içindir bütün çabam…

Doğrusu iyi dayanıyor eşim Yener…

Çekilir mi yoksulluk içinde bir yaşam…

 

İçimde bir acı var, yanıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor bana kurulan bu tuzak… Bunların bana tuzak kurduğunu fark edememiş olmamı hiç hazmedemiyorum.

Yeryüzünde benim gibi basireti bağlanmış ikinci bir adam olabilir mi?

Hele şu gazetelerde hakkımda yapılan ifşaat anonslarına ya da tehdidine bir anlam veremiyorum doğrusu. Ben uyurken ne hesaplar yapıyormuş bu adamlar.

İki yıl boyunca ne söylemişsem not etmişler anlaşılan. Şimdi de bunları gazetede yayınlayacaklarını yazıyorlar.

Çok şeyler söylemişim muhakkak. Hatırlayamıyorum şimdi ne söylemiş olduğumu… Söylenmemesi gereken sözleri nasıl olmuş da söylemişim, ona yanıyorum…

Beni gördükleri zaman elleri ayakları dolaşıyor. Kaçacak delik arıyorlar, utanıyorlar, kıpkırmızı oluyorlar. Buna karşın aleyhimde yazılar yazmaya hazırlanıyorlar. Ne biçim adam bunlar?..

Olacak iş mi bu? 27 Mayıs düşmanı, gerici ve çağdışı zihniyet sahibi insanlar toplumda söz sahibi olsunlar Benim gibi cahil birini; komünist diye yaftalayarak emniyeti ve yargıyı peşime düşürsünler… Buna bir anlam veremiyorum.

Gerçi tutuklanmayacağıma, tutuklu olarak alıkonulmayacağıma, yapılacak duruşma sonunda, hakkımda men’i muhakeme kararı verileceğine ve temize çıkacağıma bütün benliğimle inanıyorum.

Ama yine de bir korku, bir heyecan var içimde. 24.2.1962

 

KONUŞACAK YÜZÜ YOK!

 

Millî Eğitim Müdürlüğünün Halkevi karşısındaki Kitap Satış dükkânın önünde, Necdet Sevinçle karşılaştık.

Selam verdim, almadı… Her herhangi bir şey de demedi. Beni görmemezlikten geldi.

“Ne oo! Selamımızı da mı almıyorsun artık?” dedim…

Hiç seslenmedi, kafasını yere dikerek uzaklaştı gitti.

Ne diyebilirdim, konuşmazsa zorla konuşturacak değilim ya. 25.2.1962

+

DAYAN

 

Ne sağdayım, ne de aşırı solda

Dayan Hayri Balta dayan

Çok iş gelecek başına bu yolda

 

Ne sağla, ne aşırı solla ilgim var

Her ikisinden de

Ürkekliğim var, ürkekliğim var…

  1. B. 25.2.1962

 

ASPRİN BAYER

 

Çoktan geçmiş otuz yaşını

Çekse koparır öküz başını

Ayağında çarpana

Her adımda sallanır da sallanır

Şalvarının ortası…

 

Bir karton kutu elinde,

Girdi Öğretmenler Lokal’ine,

Lokaldekiler  baktı kötü kötü:

“Bunun ne işi var Öğretmenler Lokali’nde!..”

O ise ekmek parası derdinde…

 

Ayağında çarpana, kıçında şalvar

“Aspirin Bayer, Aspirin Bayer!..”

Emekçi kardeşim Aspirin Bayer satar!..

25.2.1962

 

BİR BU EKSİKTİ

 

31.3.1962: Millî Eğitim Müdürlüğü Okul Yaptırma Bürosu’nda yazman olarak çalışıyorum. Benimle birlikte Müslim Yeniay adında bir inşaat Teknikeri var. Bir de Ahmet Bucaklı adında Yapı Kalfası.

Durup dururken Ahmet Bucaklı bana:

“Sana bir şey soracağım… Kızmayacağını biliyorum…”

“Sor ne soracaksan. Kızmam…”

“Senin baldızın var mı?”

“Var!”

Bocalayıp duruyordu. Dilinin altında bir şey vardı, söyleyemiyordu…

“Söyle, söyle… dedim, Çekinme…”

“Sen, baldızını satıyormuşsun, öyle mi?”

Bu dedikodular gazetelerin hakkımdaki yayınları üzerine çıkıyor böyle… Kim bilir daha neler söyleniyor aleyhimizde…

“Yok, böyle bir şey… Kim söylemişse yalan söylemiştir…”

“Ne bileyim ağam… Hatta o çocuk bana böyle der demez… Yok yahu!. Ben Hayri Beyi tanırım, bizim yazmanımız… Ben o adamın karakterini bilirim. Öyle bir şey olsa saklamaz… dedim. Dedim ama yine de bir de sana sorayım dedim…”

Güldüm sessizce… Bu Ahmet Bucaklı ne safmış böyle… Hemen de inanıyor her söylenene…

“Yok, öyle bir şey… Olsa alır parayı sana da satardım. Hazır müşteri çıkmışken…”

Bana sakin ve sabırlı olmak düşüyordu. İşyerinde kavga çıkarırsam beni işten atmak isteyenlerin eline tutamak vermiş olurdum. Ben bu düşünceler içinde ya sabır çekerken… Ahmet Bucaklı anlatıyordu:

“Eşimle cinsel bakımdan uyuşmazlığımız var. Bu nedenle sık sık kavga ediyoruz… Eğer eline bir kadın geçerse bana haber ver. Onu ikinci eş olarak alacağım… Buna eşimi de razı ettim. Bana ses çıkarmayacak…”

Anlaşılan o ki; beni kadın satıcısı olarak görüyor Ahmet Bucaklı… Ölür müsün, öldürür müsün? Yoksa ağzının üstüne bir tane indirir misin?..

Ağzının üstüne bir tane indirirsen, adımız işyerinde kavga çıkartmış olacak… İşveren de tutup bizi dışarı koyacak…31.3.1962

+

Hayri Abi,

Evet, Yılmaz Güney’i de böyle tahrik etmişlerdi.

Saygılar…

  1. Yalçın Efe, 15.7.2009

 

 

CHP OY KAYBEDİYOR…

 

1.4.1962 Sabahleyin Naip Hamamına gittim. Aradı sırada giderim. Naip hamamını da çok severim.

Vardım ki hamam da Sait Nakkaş adında CHP’li bir dost var…

Beni güler yüzle karşıladı. Kafa dengi birini bulduğu için sevindiği belli oluyordu.

“Merhaba… Hoş geldin…”

“Merhaba, hoş bulduk…”

“İşler ne âlemde, bu işler böyle sürüp gitmez. “

27 Mayısçıların işi gevşek tuttuklarını anlatmak istiyordu.

“Merak etme, iyi olacak… Her şey düzelecek. Başımızda İnönü var… Korkma!”

“Sen başımızda İnönü var diyorsun ama işçiler yoksulluk ve işsizlik içinde. Öbür semtlerde eski Demokratlardan arkadaşlarım var… Bilmezler benim Cumhuriyet Halk Partili olduğumu. Konuşmalarını dinliyorum da; Gürsel’i, İnönü’yü, Başol’u (Yassıada Mahkemesi Başkanı) asmaktan, kesmekten söz ediyorlar. Bunu bizimkiler yapmadı. Yapmalılardı bir temizlik… Analarını bellemelilerdi…

“Ey işte kıymadılar. Kardeşkanı dökülmesin istediler…”

“Ne kardeşi yahu! Bunlar gâvurdan, çıfıttan da kötü… İhtilal sabahı Demokratların en kodamanı dahi; ‘âha malımız, âha mülkümüz… Hepsi sizin olsun. Yeter ki bize karışmayın, canımıza kıymayın…’ diyorlardı. Şimdi değil onlara, bir sakatçı uşağına bile söz söylenmiyor. Geçen gün eşeğinin üstünde değirmene un götüren köylü, eşeğine vurunca: ‘Vurma tecrübeli kaptana, sıkıştırma tecrübeli kaptanı!” diye kinayede bulunuyorlardı. Tecrübeli kaptan dedikleri İnönü idi… Eşeği İnönü yerine koyuyarlardı…Böylece bizlere söz atıyorlardı…”

“Korkma bunlar böyle edepsizlik ederse, Ordu yine gelir. O zaman da hiç acımaz…”

“Ordunun gelmesi iyi mi ki? İki sırması olan başımıza belâ kesilecek… Gene de İnönü bu iki sırmalılardan iyi….”

Bu sözlerinden sonra biraz durdu düşündü. Yeniden söze başladı:

“İnönü’yü de gördük. Bu ise bir şey değil! Allah başımıza Atatürk gibi bir adam göndere de bu milleti kurtara… Yoksa ne halkçıyım diyesim ne de bunlara oy veresim kaldı… Aha senin oğlunun çükünü alırlar oy yerine… “

Daha da söyleyecekleri vardı. Anlaşılan Sait Usta’nın işleri kesat gidiyordu…

Ancak benim zamanım kalmamıştı.

“Benden de oy alamazlar, geçti artık!” diyerek kurnama girip yıkanmaya başladım.

Bu sıralar da Türkiye İşçi Partisi soldakilerin oyuna talip olmaktaydı…1.4.1962

 

BENİM KAFADA İMİŞ…

 

Köşe başındaki kitapçıda kitaplara bakıyorum. Elime Ahmet Refik’in bir şiir kitabı geçti.

Baktım, bana gelmez, yerine koydum.

Kitapçı:

“Ahmet Refik sağlam!”

Kitapçının bu sözünden bir şey anlamadım. Sordum:

“Yani sağ mı demek istiyorsun?”

“Yok, ölü…”

“Peki ne demek istiyorsun sağlam demekle?..”

Alaycı alaycı…

“Ahmet Refik de senin kafada demek istiyorum!” demesin mi?

Ne diyeceğimi şaşırdım. Şeytana lanet edip sesimi kestim…

“Ne varmış benim bu kafamda?” diyemedim.

Desem tartışma çıkacaktı…  4.4.1962

 

MASON KAHVESİ

 

Tabakhanedeki Çarmelik kahvesine oldum olası yaz günleri kimse gelmez. Issız olduğu için biz Tabakhaneli Emin Kılıç öğrenciler ara sıra gidip çay içeriz.

Bizim orada oturup çay içmemiş kimilerini rahatsız etmiş.

“Orası mason kahvesi…” diye kimse gelmiyormuş.

Bu dedikoduları ciddiye alan kahveci üç dört akşamdır kahvedeki radyoyu sonuna kadar açarak Kuran okutuyor. Böylece mason olmadığını, Müslüman olduğunu kanıtlamak istiyor.

Zavallı kahveci.. Zaten yaz günleri müşteri gelmez. Bizleri de kaçırınca hiç müşteri bulamayacak…4.4.1962

 

PARA İLE DERS…

 

Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’yı, “Sağa sola saz dersi veriyor. Nayını da satacakmış…” diye hocaya şikâyet etti.

Hoca da:

“Bizim hakkımızı versin de ne yaparsa yapsın…” dedi.

Dışarı çıktık Yolda gidiyoruz. Kuşakçıbaşı, Boyacıbaşı’nın kendisine yaptığı öneriyi anlatıyordu.

Sözde Boyacıbaşı:”Bana parası ile nay dersi verir misin?” demiş.

Kendisi de

“Olur!” demiş…

Ben de

“Nasıl olur? İçeride, para ile ders veriyor!” diye adamı Hoca’ya şikâyet etmiştin. Şimdi de sen para ile ders vermeye kalkıyorsun? Bu nasıl oluyor?” deyince

“Parası ile değil mi, isteyene veririm!” demesin mi?.

Oysa bizde, hele öğrencilerin birbirine para ile ders vermesi en büyük cezayı gerektiren davranışlardan biri idi.

Şu insanoğlu ne tuhaf…4.4.1962

 

HUZURSUZLUK

 

Gece yarısı uykum kaçtı. Kalkıp bir döşek serdim yere. Yerde yatmak daha rahat geliyor bana. Gerçi yerde yatarken tabanın soğuğu belime vuruyor ama hiç olmazsa sık sık uyanmıyorum.

Karyolada yatarken rahat edemememin nedeni ağlayan çocukları eşimin yatağa almasıdır. Çocukları emzirirken, uyutmaya çalışırken ben de sık sık uyanıyorum. Çocukların ağlaması beni bir türlü uyutmuyor. Çocuklardan biri ağlamaya başlayınca diğerleri de ağlamaya başlıyor. Sanki sözleşmişler gibi birbirleri ile yarışıyorlar.

Yerde yatarsam da soğuk alıyorum tabandan. Böbreklerim ağrıyor.   Karyolada yatarsam uyuyamıyorum çocukların kulağımın dibinde ağlamasından…

Şaştım kaldım… 17.4.1962

 

EN BÜYÜK YANILGIMIZ…

 

20.4.1962: Bu günden öteye günlük tutmaya zorlayacağım kendimi. Çok yararı oluyor bana günlüklerimin. Huzurluğum gidiyor, boşalıyorum, rahatlıyorum…

Ancak günlüklerimi yazacak sakin bir ortam bulamıyorum. Evde çocuklar rahat vermiyor. Tek odalı bir evde de rahatça yazılmıyor… Hanım da rahatsız bu durumdan.

Akşam derste siyasi olayları tartıştık. Siyasal durumu buhran olarak adlandırdık. Ne zaman buhrandan kurtuldu ki bu memleket. 27 Mayıs devrimine “Geri tepen bir hükümet darbesi dedik!” Yeni bir darbenin olacağını sanmayan Hocamıza karşın ben yeni bir darbenin yakın olduğunu hissediyorum. Karşı devrimcilerin susturmak için bu kez Ordu’nun daha sert önlemler alacağını sanıyorum.

Ordu’ya da pek güvenim yok ya… Bizim en büyük yanılgımız Ordu’yu ilerici, solcu görmek…

Her şeyimiz bozuk. Osmanlıdan bu yana bozuk. Düşünüyorum, düşünüyorum da demokrasiden başka çıkış yolu göremiyorum.

Özgürlüğün değerini bildiğimden; totaliter bir yönetimi istemiyorum. Özgürlük tatlı şey, kutsal bir şey! Hem kendim için, hem de halkım için özgürlük vazgeçilmez bir hak… Ama şimdi o özgürlükten de yoksunuz.

Adamsan ülkenin kalkınmasını iste. İşçiye, köylüye, yoksula acı, merhamet eyle… Kötü gözle bakıyorlar işçi haklarından söz edene… ”Komünist mi acaba?” diyorlar. Kaderimiz böyle diyeceksin bütün toplumsal adaletsizliklere…

Böylelikle hem kendimizi aldatacağız, hem de kişiliğimizi zedeleyeceğiz… Hayır, hayır… Olmaz olsun böyle yaşam…

Toplumsal adaletsizlik karşısında sessiz kalmaktan utanıyorum. Gerçek kişiliğimi yansıtamıyorum. Bu da bana utanç veriyor…20.4.1962

 

HOCA’NIN SÖZLERİ

 

21.4.1962: Gaziantep Sabah gazetesinin 5.4.1962 tarihli nüshasında lehimizde olan bir yazıyı Hoca gösteriyorum. Yazı, Hoca’nın ilgisini çekiyor. Ve şöyle bir emir veriyor. Bu emri de ben yazıya geçiriyorum:

Kâtip (Kebuter) bu nüshadan yeteri kadar temin edip parası karşılığında bütün canlara verecek… İstanbul ve Ankara’daki canlar da dahil…

Memur olan bütün canlar bu yazıyı, beraat kağıdı çerçevesinde ellerinde bir silah gibi kullanacak.

Padişah ve Cumhur bu yazıyı muhiplere (Bizi sevenler…) de okuyacaklardır.

Cumhur: Kara Hayri’ye, Cingöz Beye,

Padişah: İsmet, Nejat,Celal Bey, (Av. Celal Kadri Barlas),Av. Hayri Öztaş, Av. Ekrem İzgi…

Faydalanmada parola şu: “İşte Allah = Gizli kanunlar…:

Yazı özetle şöyle diyordu: “Hoca’nın söylediklerinin yasaya aykırı olmayıp; ancak, sözlerinin bir maksad-ı mahsusa matuf olarak yayınlamak suçtur …“

 

23 NİSAN

 

23 Nisan 1962 Ulusal Egemenlik Bayramı; köylüsü, kentlisi;

Yola dökülmüş. Tribüne dizilmiş eli biletlisi.

 

Dairenin bahçesinden izliyorum öğrencilerin geçişlerini…

Yanımda getirmişim izlesin diye büyük kızım Elçin’i…

 

Türlü giysiler içinde, türlü acayiplikler…

Kimine şalvar, kimine çarşaf giydirmişler.

 

Kim çocuklar da dansözler gibi giydirilmiş;

Adına da melekler takımı denmiş…

 

Çok da masraf yaptırılmış çocukların analarına, babalarına…

Öyle gariplikler, öyle acayiplikler ki;  yapmacık geliyor insana.

 

Seyircilere sürpriz yapılacak…

Seyirciler baktıkça şaşıp kalacak…

Bayrama katılanlar yanında

Analar babalar mutlu olacak…

 

Hele o bayan öğretmenler güzellik yarışmasına katılıyorlarmış gibi;

Açık saçık giyinmiş hepsi, defileye çıkıyorlarmış gibi…

 

Ellerinin, gözlerinin boyası da cabadan…

Gerçek yüzleri görülmüyor boyadan…

 

Ya o saçlarına verdikleri şekiller…

Anlaşılan artistlere özenmişler.

 

Bizim Aysel bile erkenden berbere gitmişti.

Altı lira vererek kendisini tanınmaz hale getirmişti.

 

Aklıma; karın tokluğuna kendini satan kadınlarımız geliyor.

Onların varlığı bayramı burnumdan getiriyor… 23 Nisan 1962

 

SANKİ SUÇ İŞLEDİK…

 

27.4.1962: Öğle yemeği için eve gittim. Eşim yemeği yetiştirememiş. Yemeğin pişmesini beklesem işe gecikeceğim.

Girdik ikinci sınıf bir lokantaya.  Aşçıya:

”Ne önerirsin bize?”

“Bu gün kıyma kebabı güzel! Bunu öneririm size…”

Çok sürmeden kıyma kebabı geldi önümüze. Kebabı yerken vitrinde duran irmik helvası ilişti gözüme… “Oldu olmaya bir de irmik helvası yesem ne olur ki…” dedim kendi kendime…

Sordum garsona:

“Helvanın porsiyonu kaça!”

Hemen yanıtladı:

“Bir lira…”

“Bir porsiyon getir bakalım!”

Cebimde topu topu beş lira var. “Felekten bir gün çalalım; şöyle lokantadan karnımız doya bir yemek yiyelim…” dedik. Dedik ama cebimizdeki para bitecek korkusuna düştük…

Gözüme büyüyor çarşıdan yediğim yiyeceklere para vermek.

Hesabı ödüyorum. İki lira kebap, bir lira da tatlı… etti mi sana üç lira…

Tatlı da tatlı olsa bari, saman gibi mübarek. İrmik helvası böyle mi olur? Yağ koymaya korkmuş, şeker koymaya korkmuş…

Neyse hesabı ödedikten sonra cebimde iki lira kaldı.

Kendi kendime bir hesap yapıyorum. Üç kere yemek yesek çarşıdan 9 lira eder. Sen belle 10 lira…

Daireye geldim. Bir de çay içmek istemesin mi canım…

Dilim varmıyor bir çay söylemeye… Bir öğle yemeği bir çayla birlikte 3.25 liraya mal olacak bize…

Karnımın bir yarısı da boş mu boş; kebap doyurmadı beni, tatlı da kandırmadı… Canım daha da tatlı yemek istiyor tatlı…

Bir öğle yemeği 3.25 lira. Yevmiyemin üçte biri…

Çayı karıştırırken düşünüyorum… Ayda yılda lokantadan bir yemek yedik; içim sızlıyor, sanki suç işledik…

Tövbe baba tövbe!… Bir daha çarşıdan yemek yemeyiz olur biter.

 

SAYGI DUYULACAKLAR…

 

28.4.1962: Öğle sonu işten çıktıktan sonra doğru eve… Üç çocuğun arasına düştüm. Elçin ağlar, Gülçin ağlar, Elgin ağlar…

Biri üstüme sıçrar, diğeri dizime oturmaya kalkar. Boğuşurlar, dövüşürler…

Elgin’in ağzında yara çıkmış. Ağlar da ağlar…

Öyle diyorum; şunun şurasında iki saattir çocukların arasındayım. Ya anaları ne yapsın bunlarla… Gece gündüz bu çocukların arasında… Yemeklerini mi yedirsin, Gülçin’le, Elgin’in memesini mi versin?.. Ağıtlarını mı dinlesin, Altlarını mı temizlesin… Üçünün birden bezini mi yıkasın? Hangi birine yetişsin…

Ya evin diğer işleri; kap kaçak, çamaşır yıkamak… Evi temizleyip süpürmek, komşudan su getirmek, yemek pişirmek… Sofrayı açıp toplamak, üstünden bulaşıkları yıkamak… Hep bu kadıncağızın üstünde…

Her gün, her saat bu böyle… Aşk olsun doğrusu; deli olmak işten bile değil bu ortamda… İyi dayanıyor doğrusu… Dayanmak denmez buna çile çekmek denir aslında… Adını da bu nedenle Yener koydum ya…

Ne yapsam tırnağı olamam ben bu kadının… Bir saat dayanamıyorum bizimkinin yıllardır çektiğine…

Böyle bir kadına saygı duyulur yalnızca.

+

Ne kadar kadir kıymet bilir bir insansın Sevgili Eren Bilge ustam…

Sen 47 yıl önce buydun. Yarım yüzyıla yakın zaman içinde ne değişti? Değişen bir şey var: Kadınlar şimdi fazladan bir de çalışıyorlar. Ama erkek yine de değerini bilemiyor kadınının.

Yazıklar olsun o erkeklere. Böylelerine hiç olmazsa bir günlüğüne ev kadınlığı cezası vermek gerek. O zaman anlarlar belki acımasızlıklarını.

Bu arada çektiği bütün çilelere yiğitçe göğüs geren o güzel anneye, Meliha ablaya kocaman bir tutam ışık yollayalım buradan.

Sevgi… Saygı…

FEV, 28.7.2009

AYIBI OLAN AYIPLAR…

 

Müdürle görüşmem gerekiyordu. Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim… Müdür Bey yoktu, beklemem gerekti.

Beklerken, dairedeki bir memur arkadaş yanıma yaklaştı. Dairemizde çalışan birinden söz ediyordu.”Onun doğru dürüst biri olmadığını” söylüyordu…

Oysa sözünü ettiği arkadaşı; çalışkan, iyi iş çıkaran biri olarak bilirim.

Sordum:

“Nesi var? O da mı komünist yoksa?” diye takıldım…

“Yok!, dedi, Komünistten de beter!..”

Devam etti:

“Böyle adamlar ayıplarını kapatmak için çok çalışırlar.“ dedi ama ayıbını söylemedi.

Ben de:

“Ama bir insan böyle de karalanmaz ki! Ayıbının ne olduğunu söylemen gerek!..” dememe karşın arkadaşın ayıbının ne olduğunu söylemedi. Ben de daha fazla ısrar etmedim. Söylemesin içinde kalsın, kendinin olsun…

Böylece adamcağız hakkında bir kuşku yaratmış oldu…29.4.1962

 

BAŞ AĞRISI

 

Öğleye doğru ağrıdı başım.

Düşündüm, neden ağrır acaba bu başım

Ağrıması için bir şey mi yaptım?..

 

Akşamdan kalma, rakı sigara içmiş değilim.

Uykusuz kalmamışım,

Gece sabaha kadar çalışmamışım…

Niçin ağrır bu başım…

 

Akşam, yağlı, yağda kavrulmuş kızartma gibi yiyecekler de yemedim.

Sabahleyin de çok yemedim, şimdi de aç değilim…

Peki, niçin ağrır bu başım…

Şaştım…

 

Birden geldi aklıma… İki günden beri yüznumaraya gitmemiştim…

Doğru yüznumaraya gittim…

Oh! Rahatladım.

Ağrımıyor artık başım.

Demek ki durduğu yerde ağrımazmış bu başım.

Bir nedeni varmış anladım.

29.4.1962

 

BU NASIL MİLLİYETÇİLİK

 

Öğle sonu uyudum biraz. Geçti başımın ağrısı. Buna karşın içimde bir sıkıntı…

Yatmadan önce Millî Yol adlı haftalık bir dergi okumuştum. 27 Nisan 1962 tarihli ve 14. sayı… Kapağın ardında tarafsız, milliyetçi siyasi dergi diye yazıyor.

Bunların, Milliyetçilik gibi genel bir kavramının ardına gizlenmesini bir türlü hazmedemiyorum. Sanki biz milliyetçi değilmişiz gibi…

Milliyetçilik; Atatürkçülüğü de, Türkçülüğü de kapsar tartışma götürmeden…

Bunlar; milliyetçilik adı altında kendi dünya görüşlerini dayatıyorlar. Atatürkçü aydınlara, 27 Mayıs devrimini yapanlara komünist diye saldırıyorlar…

Solcu, solak dediği yayınlar gençliğin özgürlük savaşını sahiplenirlerken; bunlar, bir yıl önceki 27 – 28 olaylarını bir kalkışma, bir isyan olarak yansıtıyorlar… Boşuna mı yapıldı bu gençlik hareketi…

Bu gençler; Cumhuriyeti,Türklüğü korumak için göğüslerini kurşunlara siper etmediler mi? Atatürk kazanımlarını korumak değil mi idi amaçları?..

Millî Birlik Komitesi üyelerine hakaret, İnönü’ye hakaret, Türkün bağımsızlığına sahip çıkanlara hakaret, aydınlara hakaret, ilerici gençlere hakaret…

Türkçülüğe ve milliyetçiliğe sahip çıkmalarını bir türlü anlayamıyorum bu dergiyi çıkaranların…

Necdet Sevinç de bu derginin yazarlarından, muhabirlerinden… Bunun bana yaptığı da ortada… Gel de bunların milliyetçiliğine inan… 30.4.1962

 

LAKLAKI İLE GEÇEN GÜNLER

 

Millî Eğitim müdürlüğü Sicil Bürosu, hiçbir özür dinlemeyeceğini söyleyerek, Cumartesi Pazar günleri de çalıştırmak istiyor beni.

Ben ise Okul Yaptırma Bürosu’nda çalışıyorum. Şefimiz İnş Müh. Asım Ahi ise; “Gitmeyeceğimi…” söyledi onlara…

Sonra da bana: “Gitmeyeceksin, ellerinden ne gelirse yapsınlar…” dedi. Böylece ben kaldım arada…

Ne tembel adam bunlar… Zamanında işlerini yapmıyorlar, laklakı ile gün geçiriyorlar. İşler birikince de beni yardıma çağırıyorlar. İstiyorlar ki bir hamlede bütün işlerini bitireyim…

Oysa beş tane daha daktilo var ellerinin altında. Beş daktilo bu dile kolay… Neler yapmaz bu beş daktilo bir günde… Ne var ki iki üç daktilo başına buyruk. Söz geçiremez onlara kimse… Diğer ikisi de işe yaramaz. Kala kala ben kalıyorum ortada… “Ver Hayri’ye, ver Hayri’ye…” Girdim gireli bu böyle…

Bir yerden daktilo mu isterler, “Git Hayri!”

Ne biçim adam bunlar. Hele o sicil yazmanı 9’da gelir; 10’da işe başlar. 12’ye çeyrek kala kitler çekmeyi, dolabı… Sonra da oturur tatil zilinin çalmasını bekler.

Öğle sonu çalışmasında da böyle yapar bu adam… Öğle sonları daha da erken kitler çekmeceyi, dolabı… Saat 17’de çalışma bitecek… Bu başlar 16,30’da o odadan o odaya, o masadan o masaya…

Yüzlerine bakmamak için çaba gösteriyorum. Bunlarla bir arada çalışmak bana ağır geliyor.

Eğer çalışma günlerinin hakkını verseler beni Cumartesi ve Pazar günleri çağırmalarına gerek kalmaz.

Asım Bey, gayet haklı bana izin vermemekle. O da görüyor bunların çalışma saatlerini laklakı ile geçirdiklerini.

Asım Bey; “Gitmeyeceksin!” dedi ya… “Gitmeyeceğim…” Bakalım bana ne yapacaklar. 6.5.1962

 

YOKSULU DÜŞÜNÜR MÜSÜN?..

 

7.5.1962: Uyudum öğleden sonra. İçimde bir sıkıntı var akşamüstü.

Bu Kardeşim Hasan ne yaptığını bilmiyor. Sözlerinin nereye varacağını düşünmeden konuşuyor. Beni azarlayarak üzüyor. Benim çektiğim sıkıntılar san ki azmış gibi…

Sıkıntımın nedeni: Adımız komünistte çıktı ya… Rahat vermeyecek bunlar bana…

Bu aşağılık insanlar başıma iş açtılar. Bana iftira attılar. Eziliyorum ben bu iftiranın ağırlığı altında.

Sonra da şöyle diyorum kendi kendime: “Aman açsınlar da görelim. Bu sıkıntıdan kurtulurum hiç olmazsa, yeni duruma göre bakarım başımın çaresine…”

+

Bu toplumda kişilik sahibi olmak çok zormuş. Bendeki değişimi en yakın arkadaşlarım bile çekemiyor. Her biri türlü gerekçelerle beni suçlamaya çalışıyorlar…

+

Bizim çarşıdaki bakkala acıyorum. Dükkânındaki mallarına bakıyorum. Dükkânındakilerin hepsini bir günde satsa, bedeli bir günlük geçimine yetmez…

Bu toplumda yaşayan insanlar niçin yoksul. Beni bunların yoksulluğu üzüyor. Halkın yoksulluğunu dile getirdiğim zaman da başımıza iş açıyorlar…

+

Ne yapmalıyız, susmalı mıyız? Susmayacağım işte, elinizden ne geliyorsa onu yapın…

 

OKUNANLAR ve OKUNACAKLAR…

 

7.5.1962: Saat 23’e değin kitap okudum.

Bu hafta içinde okuduklarım: A. K.’in “Asıl Adalet” ve “Hoş geldin Halil İbrahim” adlı iki şiir kitabı ile Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” adlı kitabı…

Bu kitaplardan sonra Yaşar Kemal’in “İnce Memet”ini okumaya başlayacağım.. Bunu bitirince da sırada masamda duran “Savulun Amerikalı Geliyor”…

Bunun da arkasından sıra Rıfat Ilgaz’ın “Bizim Koğuş” adlı romanı da masamın bir köşesinde. Böylece sıraya koydum okuyacaklarımı…

Neyse ki zevk aldığım iki uğraşım var:

Bir, kitap okumak…

İki, yazı yazmak…

Bunlar da olmasa yaşamak anlamsız olacak…

 

LİMON GİBİ SIKMIŞ SUYUNU ÇIKARMIŞLAR…

 

7.5.1962: Odacı diye bir adam getirdiler. Yüzüne bakamıyor insan. Ölmüş bitmiş, kurumuş… Yokluk, yoksulluk, toplumsal adaletsizlik canına tak demiş. Acıdığımdan “Şunu getir, şunu götür!” diyemiyorum.

İnsanları nasıl olur da bu duruma gelinceye değin sömürürler…

Bunu da bir dairede yalnız ben görüyorum.

“İnsanlar nasıl olur da bu kadar duyarsız olur…” diyorum kendi kendime…

 

TERTİPÇİLER

 

8.5.1962: Dayım beni çağırmış. Saat 15’de bekliyormuş mağazasında. Yaptıklarının etkisine bakacak anlaşılan…

Vardım, sordu bana:

“Aysel’in arkadaşı ile gezmesini sen mi istedin?”

“Evet!” dedim. “Haberim var her şeyden…”

Sonra, Necdet Sevinç’in bana yaptıklarını mazur göstermeye çalıştı. Ne var ki özrü kabahatinden büyüktü Dayımın…

“Ben, diyor, medenî cesareti artsın diye izin verdim kendisine… Vali ile konuşsun, Emniyet Müdürü ile konuşsun, Açılsın biraz dedim… Böyle olsun istemedim…”

İtiraf ediyor, tertibin bir parçası olduğunu dayım bana. … Nenemin de haberi var bu işten, Teyzemin de…

Necdet’in tecrübesi artsın diye benim ömür boyu başımı yaktıklarından haberleri yok.

Sonra konu; Necdet’in benim arkamdan Zübük diye bağırmasına geldi.

Necdet’in senin arkandan “Zübük!” diye bağırmasını ben istemedim.

Ya, Necdet Sevinç beni görünce, yüzüme karşı, küstahçasına, “Zübük!” demesin mi?.. Ölür müsün, öldürür müsün?

 

KÖR SALİH…

 

8.5.1962: Kör Salih’le konuştuk Maarif Bahçesinde.

Bana insanlıktan, insanın insanı sömürmemesi gerektiğinden, ulusal gelirden, kapitalizmden ve neler nelerden söz ediyor. Hiç beklemezdim kendisinden..

“İyi niyet, iyi niyet ama neler dönüyor ortalıkta. İnönü’ye, Sıtkı Ulay Paşa’ya atıp tutuyorlar. İnanmam onlara…” diyor.

Sonra İnönü hükümetini de eleştiriyor:

“Yapsalardı yaparlardı şimdiye dek… Bunlarda da bir hayır yok!” diyor.

Sonra da yakınıyor: “Bu ulusun hali ne olacak? Şaştım yahu!”… diyor…

Ve devam ediyor:

“Şimdiye değin Köy Enstitüleri açılmalıydı, toprak reformu yapılmalıydı… İşsiz işçi kalmamalıydı…” diyor…

Şaştım kaldım anlattıklarını dinleyince… İlkokul öğrenimi bile yok Kör Salih’in…

Kör Salih, öyle anlaşılıyor ki gözleri görenden daha iyi görüyor…

 

HOMO İMİŞ MEĞER…

 

10.5.1962: N ile giderken yolda R ile karşılaştık. R, bize selam verdi ama anlamadığım bir şekilde utangaçtı… Doğal değildi bize selam verişi. Ürkekti, ürkekliği her halinden belli oluyordu.

Benimle yakın bir arkadaşlığı yoktu ama N ile çok sıkı fıkı bir arkadaşlığı vardı. Durup bizimle konuşmadan uzaklaşması dikkatimi çekti. N’ye:

“R ile aranız açık mı ne?” dedim.

“Açık ya! Ben mi kaldım elin homosu ile arkadaşlık edecek?..” demesin mi?

Şaşırmıştım, inanamamıştım… Nasıl olurdu… Öfke ile söylemiş olmasındı…

“Yok, yok gerçekten homo… Bu var ya bu sözde sporcu, sözde centilmen… Bunlar Ankara’ya bir spor yarışmasına gidiyorlar. Üç arkadaşa bir oda vermişler.  Geceyarısı bu T’nin önüne elini uzatmış. O da bunu fırsat bilerek hakkından gelmiş… Ne var ki bunu M adındaki üçüncü sporcu görmüş…

Bu böyle bir adam işte… Kim inanır bu adam böyle böyle desem…

Hatta ben bunu yüzüne karşı da söylerim… Hem bir arkadaş aracılığıyla söyledim bile… Gelip de, arkadaş niçin hakkında böyle konuşursun bile demedi…

Hem bizzat hakkından gelen de söyledi bunun homo olduğunu…

Sen inanma onun Allahçı, Ruhçu gözükmesine… Boşuna mı geziyor gencecik çocuklarla… Bu işin keyifçisi olmuş namussuz…”

+

İnanamadım bir türlü… Gece uyur uyanık gözümün önüne geldi bu arkadaş…

Arkadaşlığımız yok ama bu R ile; 10 yıldır selamlaşırız. Şimdi aynı dairede aynı odada karşı karşıya çalışıyoruz…

Beni ilgilendirmez… İlgilendirmez ama durup dururken aklımı kurcalıyor işte…

Ne inanılmaz işler oluyor şu dünyada

+

Sayın Balta,

Kısa, özlü ama mükemmel. Kalemine kuvvet.

Devam et lütfen eski anıları taşımaya ama gücün yettiği kadar.

Selam, sevgi, saygı…

Fevzi Günenç, 3.8.2009

 

KOMÜNİSTLİK BELASI…

 

Bir bardak sütle peynir ekmek pekmezdi sabah kahvaltısında yediğim.

Saat 11’e geldiği halde daha yediklerimi hazmedememiştim.

 

Evde duramadım.

Çocukların ağlaması yüzünden kaçarım ama ne kaçarım…

 

Zorlukla yürüyorum caddelerde, sokaklarda…

Hazmı çok zor, duracak halim yok ayakta.

 

Bir yazlık kahveye giriyorum.

“Oturup dinleneyim!” diyorum.

Oturamıyorum da, dinlenemiyorum…

 

Yoldan gelip geçenlere bakıp oyalanayım diyorum.

Bir acı var içimde…

Oldu olası süt içince sıkıntı çekiyorum…

 

Gazete okuyayım bari diyorum…

Gazeteyi de okuyamıyorum.

 

Daireye geliyorum. Ayakta durur halim yok. İçimde bir basınç var sanki başıma doğru…

Aklıma Hasan Dedemin süt içtikten sonra kalp krizi geçirerek öldüğü geliyor.

Dairede de duramıyorum.

Biraz çıkıp gezeyim diyorum.

 

Boş duramadığım için yazıyorum bu satırları. Yoksa yazacağımdan değil…

Nereden sardı başıma bu teyzem oğlu komünistlik belasını

Acaba diyorum bunların hepsi stresten mi?

11.5.1962

 

KURBAN BAYRAMI…

 

14.5.1962: Kurban Bayramının ilk günü… Sabahın erken saatinde Köse Kadir’in kahvesinde oturuyorum. Şu an milyonlarca hayvanın yatırılıp boğazlanması geliyor gözlerimin önüne. Ürperiyorum. Sanki çocuklarımı yatırıp kesiyorlarmış gibi acı çekiyorum.

Katmerleşmiş bir cehalet asırlardır sürüp gidiyor. Sanki Allah kan istermiş gibi hayvanların kanı akıtılıyor.

Ne zaman bitecek bu vahşet, bu kıyım…

Bir yiğit çıkmayacak mı bu kıyıma sona erdirecek…

Hayvanların boğazında bıçakların mekik gibi gelip gittiğini gözümün önüne getirdikçe içim sızlıyor içim…

Şu anda kahvedeki radyo insanlığın adaletinden söz ediyor. Bu gün insanlığın en büyük ibadetinin kutlandığı günmüş…

Ne ibadeti yahu kıyım bu kıyım hayvan kıyımı…

Kitaplarındaki şu ayetten haberleri yok bunların: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.” (K. Hac, 22/37, Diy.)

Ne var ki “kurbanlarınızı kesin!” diyen ayetler de var. Bizzat İslam Peygamberinin Mekke’de yüz deveyi birden kurban etmesi de var. Hani yoksul peygamber açlığını hissetmemek için karnına taş bağlardı…

Din yalan üstüne kurulur mu?

Artık bu çağda kurban kesmekle ibadet olur mu?

 

HOCA İLE GÖRÜŞMEME İZİN YOK!..

 

 

18.5.1962: Milliği Eğitim Müdürü ile görüşmek için içerdekilerin dışarı çıkmasını bekliyorum. İçerde biri var, çıkar çıkmaz ben gireceğim… O da çıkmıyor bir türlü… Beklerken öyle yanıyorum ki teyzem oğlunun bana yaptığı oyuna… İki yüzlülük bu kadar olur… İkiyüzlü bu adam aynaya baktığında kendini nasıl görüyor acaba?

Hadi ben çok saftım aldandım… Benim gibi saf bir adama bunlar bu kadar acımasız mı davranmalı idiler… Ya şu gazetelerde aleyhimde yazdıkları yazılara ne demeli…

Dayımın, yengemin, nenemin, teyzemin eli var bana kurulan bu tuzakta. Söz de beni Emin Kılıç’tan kurtaracaklar ve eşimin koynuna sokacaklar…

İçerde, Müdürümüz Aziz Gözaçan’ın yanında İlköğretim Müfettişi Nurettin Uçkan var. O da içerden çıkmıyor bir türlü… Şimdi giremezsem bir daha hiç giremem Müdürün yanına… Daha fazla bekleyemezdim, kapıyı çaldım, “Gir!” sesini beklemeden itip girdim.

Müdürden Hoca’nın derslerine gitmek için izin isteyeceğim. Çünkü tutuklanıp bırakıldıktan sonra bana Hoca’nın derslerine gitmeyi yasaklamıştı.

Anlattım başıma gelenleri ve bana yapılanın iftira olduğunu… Müdür Bey:

“Ben yetkili değilim valiye git!”

“Efendim, beni oraya gitmekten men’eden sizsiniz; vali değil ki…” dedim.

“Olmaz, Valiyi görmelisin?” dedi.

Daha fazla ısrar edemedim. Valiye gidip niçin beni Hoca’ya göndermediğini soracağım.

Ama saçım, sakalım… Tıraş olmam lazım…

Doğru berbere… Taş taş üstüne olsa bu gün Valiyi görmeliyim. Bakalım ne varmış Hoca’ya gitmemde de bu denli korkutmuş bizim Müdürü bu Valimiz..

Bu kez de Valinin makamımın kapısındayım… Vali’yi de yalnız bırakmıyorlar ki canım. Valinin makamına giren girene, çıkan çıkana… Ben sabırla bekledim. En sonunda “mesai bitti zili” çaldı. Bu zil üzerine içeridekiler Vali ile birlikte çıktılar.

Benimle birlikte bir kişi daha bekliyordu Valiyi. Vali bey bana:

“Bekle, şimdi geleceğim…” diyerek konuklarıyla birlikte aşağıya indi. Anlaşılan Müdür, benim geleceğimi telefonla bildirmiş kendisine…

Bu arada ben hemen Hoca’nın Karagöz caddesindeki muayenesine gidip durumu anlattım… Döndüğümde baktım ki Valinin arabası hükümet konağı önünde. Hemen yukarıya çıktım. Kapıyı vurarak içeriye girdim.

“Özür dilerim, sizi rahatsız ediyorum!”

Otur, şuraya dedi bana.

Ben de Müdür beyle olan konuşmamı anlattım. “Sizden dedim Hoca’nın derslerine gitmek için izin istiyorum dedim.”

Bu sözlerim üzerine öfkelendi, kıpkırmızı oldu. Anladım ki bana izin yok…

Sonra kendini topladı. Bir Vali’ye yakışır biçimde:

“Ben nasıl derslere git diyebilirim sana. Olayların gelişmesini bekleyelim hele… Şimdi sen git, Müdürün ne derse onu yap!”

Bunun üzerine başka bir şey demem edepsizlik olacaktı Vali’ye karşı.

“Baş üstüne, baş üstüne !” diyerek koşarcasına çıktım Vali’nin yanından

Hiç beklemiyordum bu sonucu.

Hoca ile bu konuyu indirip kaldırmıştık. O, Valinin bizi koruduğunu söylüyordu… Ben ise

“Hayır bizi koruduğu falan yok, o tarafsız davranmaya çalışıyor ancak…” diyordum.

Anlattım Hoca’ya Vali ile olan konuşmamızı. Hoca ise Valinin bu olumsuz davranışına “Plan, aldırma… Vali bizden yana..”diyordu.

Ne planı yahu! “Ben nasıl olur da seni oraya gönderirim!” diyor. Bunun plan neresinde. Gerçeği bir türlü kabullenemiyor Hoca.

Herifler peşimizde, bizi gözetliyorlar. Eğer zerre kadar suç olacak bir davranışımızı yakalasalar bizi içeri alacaklar.. Biz hâla Vali bizi koruyor diyelim…

Ne var ki Hoca; “Valinin bizi koruduğunu, hatta Valinin bize karşı sempati duyduğunu…” o kadar rahatlıkla söylüyordu ki şaştım kaldım.

“Ben aynı kanatta değilim!” deyince ne aptallığım kaldı, ne alçaklığım… Vali bizi seviyor diyordu da başka bir şey demiyordu. Vali bizi seviyormuş da niçin benimle hocanın görüşmesine izin vermiyordu? Burada bir muhakeme bozukluğu vardı.

Hoca, gönderdiği birkaç yazının Vali tarafından kabul edilmesini Vali’nin bize sevgi duymasına yorumluyordu. Oysaki gönderdiği yazılar Hoca’nın dosyasına giriyor. Hoca bu bilmiyor. Hoca hep kendine yontuyor.

İyi adam, güzel adam ama hep kendi çıkarına yorumluyor olayları….

 

 

İDDİANAMENİN TEBLİĞİ

 

19.5.1962 Kapı çalındı. Gelen postacı. Tebligatı imzalattı. Açtım, baktım: “Savcılığın iddianamesi…”

Neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Beklediğim “takipsizlik kararı” idi.

MAAŞIM YETMİYOR

 

1.6.1962 Maaşımı aldım bu gün. Hiçbir şeyime yetmiyor… Aman ne çok para, aman ne çok para…

Yaşım otuz. Yapmadığım iş kalmadı… Şurası da bir gerçek ki ailemiz içinde ayda 372 lira kazanan çıkmadı bu güne değin. Hep mallarının geliri ile sattığımız malların parası ile kıt kanaat geçinip gittik…

Dört erkeğiz şu evde. 15 yıl içinde dördümüzün kazancı bile hiçbir zaman 350 lirayı bulmadı. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, bazen da büsbütün aç yaşayıp gittik.

Dışardan bakanlarda bizi köylerde, şehirde malı mülkü çok olan zengin bir aile sanıyor; var var,var olan bu  malların geliri yok ki…

Bu benim için çok para ama içimde bir korku hep beni rahatsız ediyor. Ya bu davada mahkûm olursam, ya beni işten atarlarsa… Bu korkuyu yaşayanlar bilir.

ZÜBÜK

 

12.6.1962 Evde eşimin pişirdiği kabak kavurmasından yemiştim. Dişimi fırçalamak aklıma bile gelmemişti. Yemekte bulunan biber salçası ön dişimin üstüne yapışmış. Öyle duruyormuş kıpkırmızı…

Kuşakçıbaşı ve yanındaki Tuncay’la karşılaşmayayım mı? Tam adamlarına rastlamıştım. Bunlar ilerden beri beni suçlamak için uğraşır dururlar.

Bana:

“Ağzını yıkamamışsın, bari sil!” demesinler mi… Ne kadar mahcup olduğumu tahmin edemezsiniz…

+

18.6.1962 Müfterilerin evinin önünden, işyerlerinin önünden gidip gelmek istiyor canım… Onlarla karşılaşmayı, selamlaşmayı istiyor canım… Böylece onların karşımda ezilmişliklerini, yıkılmışlıklarını görmek istiyorum. Bundan da tanımsız zevk alacağımı sanıyorum. Gerçi bu duygu iyi bir şey değil;: değil ama onların yaptıkları da  çok kötü. Çok kötü  oyuna getirdiler beni… Bana pek koyu bir kara çaldılar. Saflığımı kötüye kullandılar…

Ne kadar alçakça idi o gazetelerde yaptıkları iftiralar. Ne yaman aşağıladılar beni…

Emniyetle işbirliği yaptıklarını nasıl olmuş da anlayamamıştım. Çok üzülüyorum bir aptal yerine konmuş olmama… Ama bütün bunların acısını çıkarıyorum şimdi. Ne yalan söyleyeyim sokaklarda kendileri ile karşılaşmak için geziyorum genellikle… Çünkü beni görünce kaçacak delik arıyorlar da…

Bazen karşılaşıyorum da… Beni görür görmez uykudan uyanmış gibi dikleşiyorlar. Beni görür görmez bir uşak gibi iki kat oluyorlar…

Gülerek, zevkle seyrediyorum müfterilerin düştükleri bu ruhsal durumu… Bitmişler, ölmüşler… Günah, kötülük, işte böyle küçültür adamı. Belki de bana öyle geliyor…

Kolay mı bir adama iftira atmak…  Onun iyi niyetini sömürmek… Onu rezil etmek. Mahkemelerde süründürmek…

Tutmadı attıkları iftiralar. Şaşkınlık içindeler… Bitkinlik içindeler. Cezalarını çekiyorlar şimdi.  Yüzüme bakamıyorlar, benimle karşılaşmak istemiyorlar. Benimle karşılaştıklarında hangi yöne bakacaklarını şaşırıyorlar…

Kaçırıyorlar gözlerini gözlerimden. Ben ise gözlerinin içine bakarak ruhlarındaki pislikleri görüyorum. Ruhlarının derinliğine girerek varsa biraz insanlıkları onu da almak istiyorum…

Hoşlanmıyorum bundan, iyi bir şey değil ama. İnsanın elinde değil ki.

Ama ben bunlara insan gibi baktım. Ben kendisine: “Olur böyle şeyler; aldırma!…” dedim. Teyzem oğlu bana: “Zübük!” diye bağırdı ve uzaklaşıp gitti… Bu da benim çok zoruma gitti… Bunu duymamıştım; bunu da duymuş oldum…

 

“KÜT!” DİYE BİR SES

 

Dün çocuklar biraz temiz hava alsın diye İstasyon tarafına götürdüm. Temiz hava, sessizlik iç acıcı idi…

Elçin’le Gülçin oynadılar da oynadılar. İkisi birden gülüp eğleniyordu. Sandalyelere, sıralara çıkıp çıkıp iniyorlardı. Bu arada ben de bir onlara bir de elimdeki dergiye göz atıyordum.  Birden “Küt!” diye bir ses duydum. Hop etti yüreğim! Sağdan soldan “Çarptı, çarptı!” sesleri geliyordu.

Bir de baktım, Gülçin oturduğu sandalyeden tepesi üstü betona çakılmış; cambazlar gibi ayakları yukarda tepesi üstü, öylece duruyor…

O durumda yardıma çağırırmış gibi bana bakıyor. Kahveci, ben ve birkaç kişi hep birden koşuştuk. Gülçin’i yerden kaldırdık. Hem ağlıyor, hem de boynuma sarılıyordu…

Başını, boynunu yokluyorum kırık çıkık var mı yok mu diye. Yok… Yalnızca dudağı patlamış, ağzından kan geliyor. Hemen eve dönüyoruz. Gülçin; beni teselli etmeye çalışıyor: “Baba! Bak bir şey olmadı…” diyor.

Durmadan bana sevgi gösteriyor. Durmadan sarılıp sarılıp beni öpüyor, ben de kendisini…

Benim gözüm Gülçin’in üzerinde; bir türlü rahat yatıp uyuyamadı gece… Dalıp dalıp gidiyor, irkilerek uyanıyor.

Sabah oldu Gülçin uyanmıyor, öğle oldu Gülçin uyanmıyor, ikindi oldu Gülçin uyanmıyor. Soğuk soğuk terliyor.

Ne de güzel uyuyor. Bir şey olmayaydı bari… 28.6.1962

 

TERTİP

 

30.7.1962: Hoca’nın Mâanoğlu köprüsü bitişiğindeki bahçesinde piknikteyiz.

Hoca, yaptığımız bu pikniğe Tertip derdi. Hoca’nın bahçesinde, 15 günde bir, Gaziantep deyimiyle sahre yapardık. Hocanın bütün öğrencileri pikniğe katılırdı. Yemek pişirip yerdik.

Bu piknikte konuklarımız da var. Osman Aksoy, Av. Celal Kadri Barlas, Av. Hayri Öztaş..

Az sonra Hoca da geldi. Hepimizin ve konuklarımızın da gelmiş olduğunu görünce sevindi. Sevinci gözlerinden okunuyordu…

Hemen sehpalar açıldı, notalar sehpaya yerleştirildi. Musikiye geçildi. Hocamız, neşelendikçe meşki kesiyor ve aklına geleni söylüyor:

“Musiki haram diyorlar; evet, o musiki haramdır. Bu musiki ise haram değildir. Çünkü bu musiki Allah diyor. Haşa!. Onların dediği Allah değil!..”

Hoca ayağa kalktı, sözlerine anlamlı anlamlı gülen Celal Kadri Beyin yanına giderek elini, ardı ardına, iki kere öptü…

Hoca, sık sık İngilizce üç kelime söyler. Sonra bunların Türkçesini de söyler: Dini-Felsefi-İlmî… Görüşlerinin bu açıdan olduğunu söyler. “Hiçbir şey olmasın ki bu üç kelimenin süzgecinden geçmemiş olsun!” der.

Hoca devamla anlatıyor:

“Tasavvufla uğraşan bir kişi herhangi bir sorunla karşılaşınca hangisi diye düşünüp bir karara varmalıdır. Tasavvufun görevi budur.

Horozu buldun mu hallonmayacak sorun yok. Öküzü boynuzundan yakalamasın. Bende o kuvvet var…

İsmail Hakkı şöyle buyurur:

Derviş yapacağın üç şey vardır:

  1. Az konuşmak,
  2. Az yemek
  3. Az konuşmak

Güneş kadar vücuda zararlı bir şey yoktur.

İsa’nın en büyük düşmanı Hıristiyanlardır…”

+

Tuhafıma giden bir nokta var. Hoca, bu Osman Aksoy’la bunca yıldır arkadaş olduklarını söyler… Hoca’nın yaşı şu,Osman Aksoy’un yaşı şu…

Bu zamana değin birbirlerini anlayamamış olmaları şaşırtıcı bir olay. Hala yeni yeni fikri tartışmaya giriyorlar. Öyle sanıyordum ki birbirleri ile tartışacak konuları kalmamış olmalı idi bu zamana değin. Ama bir fikir birliği yok aralarında…

+

Hoca konukları ile biz de ayrı bir yerde topluluk oluşturmuşuz.

Yılmaz anlatıyor:

“Babam bana, Kuran-ı hatmettirdi. Din hocamla Cuma namazına gitmeme de ses çıkarmazdı. Hatta Polat ile Yıldız bacım iki kere hatmettiler Kuran’ı…

Bunu sözler üzerine Boyacıbaşı:

“Nasıl izin verdi de sen o eski yazıyı öğrendin. O Kuran’a emek verdin… Olur mu böyle şey!.. Yazık değil mi sekiz yaşında bir çocuğa Kuran öğretmek…”

Yılmaz:

“Babam,  demek ki bir şey görmemiş!” dedi ve konuyu değiştirdi.

Yılmazın bu anlatımları bana inandırıcı gelmedi…

 

YENİDEN DOĞUŞ’UN BAŞLANGICI

 

Dönüp geçmişime baktıkça utanca düşüyorum. Acınacak, sıkılacak, utanılacak görüntülerle karşılaşıyorum.

Bunları ben mi yapmışım, ben böyle mi imişim diyerek ağlıyorum, uğunuyorum…

Kendi aptallıklarımı, kendi haksızlıklarımı, kendi yanlışlarımı gözlerimin önünden geçirince “bunları nasıl yapmışım” diye hayıflanıyorum.

Bu sorumsuzlukları nasıl yaptığımı ben de bilemiyorum.

Arada bir kendimi yargılıyorum.

 

Toplumun vereceği yargı benim için önemli değil; çünkü hiçbir yargıç beni benim kadar bilemez,

Yargılayamaz ve cezalandıramaz…

 

Bu geçmişle nasıl yaşacağımı düşünüyorum.

Geçmişimden kaçıp gizlenmek istiyorum bir yerlere. Nereye gitsem, nereye gizlensem, yine yaptıklarım geliyor gözümün önüne…

 

Geçmişim benimle birlikte gidiyor gittiğim her yere…

Nereye gidebilirim ki, geçmişim içimde…

 

Peki, böyle bir adamın yaşamaya hakkı yok mu?

Yaşamasın, kendini öldürsün mü?..

 

Sorunun yanıtını yine ben veriyorum. “Hayır, ölmeyeceksin, yeniden doğacaksın…

Geçmişinle yaşacaksın; ancak geçmişinden ders alacaksın…”

 

Şimdi çok mutluyum; çünkü kendimi tanıyorum…

Artık bütün kötülüklere öldüm, yeniden doğuyorum…

 

Olgunlaşmak istiyorum; geçmiş yanlışlarıma çakılıp kalmak istemiyorum.

Bazen şöyle diyorum: “Geçmiş yanlışlarım olmasa ben nasıl doğruyu bulurum?..”

 

Anlaşılan olumsuz davranışların da olması gerekiyormuş insanın olgunlaşması için…

 

Olumsuz davranışlarımı değerlendirerek olgunlaşmak istiyorum.

İşte böyle¸kendimi bildiğim ve bir hedef belirlediğim için çok mutluyum.

 

Kuran’da şöyle bir ayet var.

Tam bana göre:

“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!” (K. İsra. 17/14)

1.10.1962

MHD ÖĞRENCİLERİNE GENELGE

2.10.1962

Yeni bir yaşam ve inanç felsefesi doğmuştur. Hepimiz bu yolun yolcusuyuz.

Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini, kendin tarafından yargılama yoludur. Bu yol kusurlarını giderdiğin takdirde kendini beğenme yoludur.

Kendimizi beğenelim. Kendimizi beğenmiyorsak kusurlarımızı gidererek beğenmeye çalışalım. Kendimi beğenmek için düşünce ve davranışlarımızı durmadan gözden geçirmeliyiz. Olumlu düşünce ve davranışlarımız var diye. işimiz bitmiş sayılmaz. Olumlu düşünce ve davranışlarımızın etkisi altında kalarak kendimizden geçmemeliyiz. Olumsuz düşünce davranışlarımızın üzerinde duralım. Onların üzerine yüklenelim. Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımı istersek, bizden daha iyi gören, bizden daha iyi duyan, bizden daha iyi bilen kimse olamaz, olması doğa yasalarına aykırıdır.

Olumlu ve olumsuz düşünce ve davranışlarımızı, görmek istersek, en iyi biz görebiliriz. Olumsuz düşünce davranışlarımız olacak. Çünkü 20. asrın olumlu bilgelerinin ışığı altında, sağduyu sahibi olarak kabul etmeliyiz ki, atalarımız hayvan âleminden gelmektedir. Bunu göz önünde tutarak olumsuz düşünce davranışlarımızı olumlu hale getirmek zorundayız. Bu yolda kararlı olarak direneceğiz. Bunu yapmadığımız sürece kendimizi beğenmeye hakkımız yoktur. Çünkü insan görünüşünde hayvan olarak kalmayı benimsemiş oluruz.

Düşünce davranışlarımızda olumlu omluk için çaba göstermeliyiz. Bu çaba zor olacaktır, yorucu olacaktır, çok sürecektir; ancak yılmayayım, çalışalım, çalışalım, çalışalım…

Şimdi yeni düşünce ve yaşayışımız yüzünden acılara katlanmaya hazır olalım. Düşünce ve yaşayışımız yüzünden bizlere yapılacak olan tedirgin edici suçlamalar karşısında sabırlı ve sessiz olmalıyız. Uğrayacağımız haksızlıklar, eğer özden isek, bizleri dünya görüşümüze daha çok bağlayacaktır.

Uğrayacağı haksızlıklar karşısında dönüş yapanlar kişiliklerini yitirmiş olurlar.

Birbirimizin yaşamı ile yakından ilgilenelim. Sorunlarımızı çözmek için bir araya geldiğimiz de kadın, erkek ayrımı yapmayalım. Birbirimizi ziyaret ettiğimizde kadın, erkek ve çocuklarla bir arada olmaktan sıkılmayalım. Çocuklarımızın bizler gibi olmasına yardımcı olalım.

Sorunlarımıza çözüm bulmak toplandığımızda; hep birlikte düşünelim, tek tek konuşalım, konuşmamız gerekirse konuşalım…

Düşünce ve yaşayışımızı sevelim. Düşünce ve yaşayışımız uğruna katlanacağımız acılardan mutluluk duyalım. Gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşayalım. Kendimize güvenelim. Kendimizi beğenmeye çalışalım. Kendimizi beğenme yolunda karışılacağımız güçlüklerden yılmayalım ki yaşamaya hakkımız, ölmeye yüzümüz olsun…

Kendimize karşı sorumlu olma görevi (Sorumlu insan olma görevi) tabiat ana tarafından hepimize verilmiştir. Başkalarının bu sorumluluğu duymaması duyup da yapmaması yüzünden bizleri bu yükümlülükten kurtarmaz. Biz, kendimizden ve kendimize karşı sorumluyuz…

Görevimiz ağırdır, ağır olacaktır. Görevimizin ağır olmasının nedeni insanoğlunun sorumlu yaşamaktan kaçınmış olmasıdır. Bu kardeşlerimize karşı göstereceğimiz sevgi ve örnek yaşayışımız onların da sorumlu olarak yaşamalarını sağlayacaktır. Kısaca onların da yeniden doğuşlarında payımız olmalıdır.

Yeni bir inanç ve yaşam felsefesi doğmuştur. Bu yol sorumluluk yoludur. Bu yol kendini yargılama yoludur. Bu yol gerekçeli (Beraat kâğıtlı) yaşama yoludur. 2.10.1962

 

UNUTKANLIK

 

4.10.1962: Hava bulanıktı. En dikkatsiz bir kişi bile biraz sonra yağmur yağacağından kuşku duymazdı.

O gün işe giderken “Bu gün havada yağmur var. Yağmurluğumu alayım!” demiştim.

İşten öğle yemeği için eve dönmek zamanı geldiğinde pencereden baktım ki yağmur ıslatacak derece yağıyor. O an aklıma yağmurluk geldi; ama, ne yazık ki, aklıma almak geldiği halde, yağmurluğu (şemsiyeyi) evde unutmuştum. Yağmurluk evde unutulunca kişi ıslanacak ve hatta hasta olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

Bir yağmurluk unutkanlığı nelere mal olacak. Aklına gelmişken yağmurluk almayı unut. Şimdi dışarıda yağmur yağıyor ve ben yağmurluğu unuttuğum için pencereden bakarak yağmurun dinmesini bekliyorum. Boşu boşuna vakit geçiriyorum.

İşte böyle yağmurluğu almayı unutursan pencereden bakarak yağmurun dinmesini beklersin…

Unutkanlık mı, ihmalkarlık mı?… Ne dersen de…

 

BOŞ MASA OLDUĞU HALDE…

 

Bu gün böyle denk geldi.

Kahvaltımı lokantada yapmam gerekti.

 

Oysa ben kahvaltımı evde; eşimle, çocuklarımla birlikte yapmayı severdim.

Bu gün nasıl oldu da böyle bir karar verdim.

 

Günlerden Ramazan’dı.

Lokantada çok boş masa vardı.

 

İçerde de benden başka müşteri yoktu.

Bir de baktım, diğer masalar boş olduğu halde,

Tanımadığım biri geldi, benim masaya oturdu.

Bu davranışı ise beni kuşkuya soktu.

Niçin boş masalara oturmadı da geldi karşıma oturdu.

 

Kahvaltısını ısmarladı.

Oruç yemiş olmasının gerekçesini de bana açıkladı:

 

“Midem ağrıdığından zorunlu olarak oruç yiyorum…”

 

Gerekçesini bana açıklamaya ne mecburiyeti vardı….

Bir yanıt vermesem olmazdı…

 

“Miden ağrımasa oruç tutar mıydın?”

“Evet!, Elbette orucumu tutardım. ”

 

Biraz durakladıktan sonra, bir açıklama daha:

“Benim babam hoca…

Ama babamın hoca olmasının ne yararı var bana…”

 

Deyince ben de:

“Öyle ya babanın sini (mezarı) ayrı, senin sinin ayrı…

Girecek değilsiniz ya aynı sine…”

 

Bir süre sustu.  “Lanet olsun bizim toplum insanı rahat bırakmıyor…

Hepsi oruç tutuyor; bizi de oruç tutmaya zorluyor…”

 

Anlaşılan bu adam beni söyletmek istiyordu.

Benden aldıklarını da başkasına vermek istiyordu.

 

“Toplumdan çekinmesen oruç tutmaz mısın?”

 

Bu sorum üzerine ürktü.

Karşılık vermedi; yanıt olarak sadece güldü…

 

Sonra birdenbire dedi ki:

“Beni anlayamazsın ki?”

Biraz durakladıktan sonra,

Tepeden inme bir soru yöneltti.

 

“Dinin, namazın, orucun sizce bir zararı var mı?

Dinlerin insanlara etkisi olur mu?”

 

İşte bu soru üzerine anladım ki,

O kadar boş masa varken bunun gelip karşıma oturması boş değildi.

 

Yine de şöyle demekten kendimi alamadım.

Ben bu huyumdan bir türlü kurtulamadım.

 

“Din, insandaki sorumluluk duygusunu yok eder…

Sorumluluk duygusu olmayan insan ise başkalarının yolundan gider…

 

Dinden kastım: Binlerce yıl öncesinden insana dayatan zihniyettir.

Bu zihniyet  kendileri gibi düşünüp inanmayan insana kafir demiştir…“

 

Bu sözleri söyledikten sonra çantamdan bir kağıt kalem çıkardım.

Bu söylediklerimi bir kağıda iki kere yazdım,

Yazdıklarımı da imzaladım…

 

Sonra kağıdı ortasından ikiye böldüm.

Birini kendisine verdim; diğerini de ben aldım.

 

Böyle yapmaktan amacım söylediklerimin yanlış anlaşılması idi…

“Ne olur,  ne olmaz!” diye Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz’ın iftiralarından sonra kendime göre aldığım önlemdi…

 

Kendi kendime karar almıştım.

Bundan böyle konuşmalarımı iki sayfa olarak yazacaktım.

Böylece kendimi güvence altına alacaktım.

 

Bakalım bir yararı olur mu?

Başım belâdan kurtulur mu?

 

Hayri Balta, 13.11.1962

 

CEHALET ÇEMBERİ…

 

22.11.1962: Şu an bilgisizliğimin acısını daha derinden hissediyorum.

Bilgisizliğimden ötürü genzim sızlıyor, gözüm yaşarıyor, oturup hüngür hüngür ağlayasım geliyor.

Doğru dürüst bir ilkokul öğretimim bile yok; ilkokulda öğrendiklerim silinip gitmiş…

Kültürel bakımdan sıfırım. Daha doğru dürüst bir kitap bile okumuş değilim. Gençliğimi boşa geçirmişim.

Şimdilerde ise ekmek parası çıkarmaya çalıştığım için okumaya da zaman bulamıyorum. Oysa bilmek, öğrenmek özlemi beni çıldırtıyor… Bilmek, öğrenmek isteği karşısında histeri nöbetine tutuluyorum sanki.

Bu utanç içinde yaşamaktan bıktım. Yolda biri ile karşılaşsam yüzüne bakmaya, selam vermeye utanıyorum. Ne olursa olsun bu bilgisizlik çemberini kırmak zorundayım..

Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim. Belki bu denli rahatsız olmazdım. Zaman yitirmedin, hiç olmazsa dışarıdan, ortaokulu bitirmeye çalışmalıyım.

Bu nedenle Amerikan Hastanesi yetkililerine bir öneride bulunmak istiyorum:

“Saat, 9’da iş başı yapayım, yemeğe çıkmadan, günde 6 saat çalışayım; ücretim de buna göre verilsin…”

Sonra aklımdan geçen bu önerimi yapmaya çekiniyorum. Bu önerim kabul edilmeyeceğini biliyorum da ondan… Ama ne var ki aklımdan geçiyor işte…

Cehalet çemberi böylesine mi zormuş…

Hayri Balta,

X

Sayın Balta,

Fazlaca okumaya gerek yok.

Fethullah’ın lise diploması dahi yok; fakat 35 milyar dolara hükmediyor(ettiriliyor).

“Keşke bilgisiz oluşumu bilmeyeydim.” İşte buna diyecek bir şey yok. Bunu söylemek, gerçekten de bilginin söylettiği bir sözdür.

Bilmek, henüz bilgisiz olduğunu bilmektir.

Saygı ile…

  1. Dursun, 7.5.2010

 

BİR SÖYLENTİ

 

17.1.1963: Eşim duymuş gittiği bir düğünde.

Gaziantep’in neresinde bir düğün, neresinde kadınlar arası bir toplantı olursa olsun veya kırda, bayırda, aile bahçesinde bir araya gelen kadınlar; hangi kadının boynunda gerdanlık, dudağında boya, kulağında küpe, kolunda bilezik göremezlerse hemen şöyle diyorlarmış: “Bu kadın da Emin Kılıççılardan…”

Gerçekten böylemiydi, bileziğe, yüzüğe, küpeye, beşibirliğe karşı mı idi bizim topluluk. Ama bir şey dikkatimi çekerdi. Bize gelen kadınlar makyaj yapmazdı.

Bu konuda bir uygulamamız yoktu. İsteyen istediğini takardı, kimse de kendisine karışmazdı. Ama halk bizi böyle algılıyor. Belki de bize mensup olan kadınların gösterişten kaçınacağını sanıyor.

Gerçi bize gelip giden bayanlar içinde ziynet eşyası takanlarla, makyaj yapanlarla karşılaşmadım. Anlaşılan alçak gönüllü (mütevazi) bir yaşam sürdürenlerin, zenginliklerini gösterir ziynet eşyasını takmayı, makyaj yapmayı kendilerine yakıştıramıyorlar ve halk da bizlerin gösterişten sakındığımızı sanıyor…

+

Bir insan gerekçeli yaşadığı sürece yükselir.

Cennet, huzur ve güven içinde olmak demektir.

Hayri Balta,

 

İNÖNÜ’NÜN ÇABASI…

 

6.4.1963: İnönü bu gün biz halk çocuklarının değil de; mutlu azınlığın sözcülüğünü ve koruyuculuğunu yapıyor.

Her an yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olan Hükümetin yıkılmaması için elinden gelen çabayı gösteriyor.

Masanın dördüncü ayağını oluşturmaya çalışıyor. Bizleri de kendisine yardımcı olmaya çağırıyor.

Atatürk’le birlikte kurdukların Cumhuriyetin bütün bütün yıkılmaması için verilmemesi gereken ödünleri veriyor.

İkinci Dünya Savaşında ateşten kurtardığı bir ülkenin bir kardeş kavgasına girmemesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bekliyorum, bunu önlemeye ömrü yetecek mi?

 

KENDİMLE KONUŞMALAR…

 

17.6.1963: Ulan bin kere dedik sana. “Tanrı’ya karşı gelme!” diye. Niçin güçsüz istencin (iraden)  bu denli.

Bak işte ellerinin içi yanıyor; boynunun damarları ağrıyor, başın zonkluyor, sol kürek kemiğinin üzerindeki bir damar acı acı ağrıyor.

Üstünde bir kırıklık, bir eziklik var. Artık bu sorunu çözümlemelisin.

 

MÜZİK AŞKI…

 

26.6.1963: Sağlığın iyiye doğru düzelmekte. Bunun değerini bil. Bozma, baltalama.

Musikiye girmek için güçlü olmak gere Musikide geride kalırsan boyunduruk takarlar sana…

Sen de onur varsa, insanlıktan zerre değin; musikide uçacak değin ilerlemelisin…

İşte bir türlü yaramıyor sana; yine ağrıyor boğazın, boynun, omuzun… Ellerin yine yanıyor acı acı… İsteksiz isteksiz, duracakmış gibi çalışıyor yüreğin.

Başında, gözlerinde ağrı; sen niçin önem vermiyorsun bu habercilere…

Bak sağlığın yine bozulmakta, yürek çarpıntıların yine artmakta. Kendine hâkim olmalısın, gidişin gidiş değil…

Aklı başında kimse bile bile Cehennem ateşine girmez.  Bu sorunu çözümlemelisin artık.

 

SABRETMEK GEREKİYOR…

 

25.7.1963: Düşünüp duruyorum. Şu çocuklar büyüse, söz dinlese, susunuz dediğim zaman sussa…

Ya da iki odalı bir evimiz olsa, odanın birine kapağı atsam… Ya da bir iki ay için kafamı dinlendirecek bir yere gidebilsem. Ya da bağa gidip bir iki ay kalsam diye düşünüyorum…

Hiç olmazsa oralarda sessiz sedasız bir ortamda okuyup yazabilirdim…

Evet, insan, rahatça okuyup yazabileceği bir ortamın özlemini çekiyor.

Geçim zorluğu, çalışmak zorunluluğu,  yoksulluk, yorgunluk üst üste geliyor. Okumaya, yazmaya zaman kalmıyor. Bu durumda sabretmekten başka çıkış yollu yok…

Bu geçim zorluğu, darlık, yoksunluk, yokluk bir gün de düzelmez. Zaman gerekir.

Olduğu kadar olsun! Ne yapalım zorla güzellik olmaz ya… Biz de yazgımıza razı olmak zorundayız. Yazgımızı değiştirmeye gücümüz yetmiyor işte.

“Sabreden derviş muradına erermiş!” derler. Ben de sabretmeliyim.  Şu an için sabırlı olmaktan başka yolum yok. Dayanmak zorundayım…

 

ÇEKİNGEN AŞIK

 

Hemşirelerin oturma odası.

Odamdan görünmez orası…

 

Konuşması, gülüşmesi çok güzel gelir kulağa.

Bu da yetiyor beni yakmağa…

 

Boylu boslu, yaşına göre çok gösterişlidir.

Çok da güzel görünür göze kâfir.

 

Her gün gelir bitişiğimdeki odaya.

Göremem kendisini duvar var aramızda.

 

Dedim ya ancak sesi, gülüşü gelir kulağa,

Bu ses, bu gülüş çok tatlı gelir bana…

 

Tatlı tatlı gülümser her  karşılaşmamızda…

Bir kere konuşmadım karşı karşıya…

 

Her gülüşünde ürperir her yanım.

Her karşılaşmamızda vites değiştirir canım.

 

Konuşmalarını, gülüşmelerini sanki bana,

Duyurmak için yapıyor yandaki odada.

 

Ben pısırık da, pusar dinlerim.

İçimde kalır ilgim, hislerim…

 

O da bunu bilir.

Üstüme üstüme gelir…

 

Hissederim ilgi duyduğunu,

Bilirim aramızda birçok engel olduğunu…

 

Niçin bu kadar neşeli,

Niçin bu kadar şen…

Bir gülüşüne bile

Dayanamam ben…

Hayri Balta, 5.11.1963

+

Ne güzel bir aşk şiiri!

Fevzi Günenç, 9.4.2010

 

HANGİSİNE YANAYIM

 

5.11.1963: Kendimi beğenir gibi oluyorum.

Ne var ki dönüp kendime bakınca hiç de beğenecek yanım olmadığını görüyorum.

Cahilliğimden utanıyorum.

 

Bu cehalet çemberini nasıl kıracağım.

O denli bilgisizim ki bunun altından nasıl kalkacağım.

 

Ama halk, en yakınlarım bile beni komünist olarak biliyor.

Bilen bilmeyen bana komünist diyor…

 

Komünistlik bir bilgi ve kültür işidir.

Komünist olmak için; akılcı ve bilimsel bir dünya görüşüne sahip olmak gerekir.

 

Bense şunun şurasında bir ilkokul mezunuyum. İlkokulda öğrendiklerimin yüzde doksanını da unutmuşum…

31 yaşımda olmama karşın bir hiçim.

 

Oysa komünist ben yaşta adını tarihe yazdırmış bir kişidir…

Komünistlik; bilgili ve kültürlü bir kişinin işidir…

 

Ben, kendi cahilliğime mi yanayım;

Bana komünist diyenlerin cahilliğine mi yanayım?

 

ANADOLUDAKİ AYDINLAR

 

(17.6.1963 tarihli Vatan gazetesinin 3. sayfasındaki “Politika ve Ötesi” köşesindeki Mehmet Kemal’in “ANADOLUDAKİ AYDINLAR” başlıklı yazısını okuduktan sonraki düşüncelerimdir:  …)

 

Açıklamada belirtilen yazıyı okuyunca çok duygulandım. Yazar, sanki bizimle yaşıyormuş gibi yaşamımızı betimlemiş.

Gerçekten Anadolu’nun, özellikle Gaziantep’in, durumu yazıda belirtildiği gibidir. Şöyle ki: Kentimizdeki düşünen aydınlar, caddelerde, sokaklarda, kırlarda gezerken siyasî polisin ezici, kahredici bakışları ile göz göze gelmektedir. Anlayışsız ve ilkel kişiler tarafından parmakla gösterilerek alaya alınmaktadır. Beddualarla, küfürlerle karşılaşmaktadır. Ayrıca bağnaz vaiz ve hocalar tarafından cami kürsülerinde; Allahsızlığı, dinsizliği, komünistliği dile getirilmektedir.

Böylece asırlarca kendi halinde yaşayıp giden dindar yurttaşlarımızın dinsel duyguları tahrik edilmektedir. Tahrik edilenlerin bir kısmı aydınlara yazılı ve sözlü olarak sataşmaktadır. Bu yüzden laiklik ilkeleri ile bağdaşmayacak ulusumuz için yüz kararı olaylar olmaktadır. Bu olaylarla karşılaşan düşünür aydınlar yurt yönetiminin 27 Mayıs’tan sonra aldığı nazik ve olağanüstü koşulları göz önüne alarak işi başından aşkın üçayaklı bir masada iş görmek sorunda kalan sayın İnönü’ye iş çıkarmamak için susmakta, ortalığın durulmasını sabırla beklemektedir.

Ne var ki aydınların bilinçli suskunluğunu “sükût ikrardandır” anlamına alan densizler, Emniyetle de işbirliği yapmış olmanın verdiği güven ve rahatlıkla Arap ideolojisiyle başka ideolojilere bilerek veya bilmeyerek hizmet etmektedir. Karşılaştığı ileri görüşlü yurtsever aydınların üzerine çullanmaktadır. Onlara kara çalmakta, çamur atmaktadır. Üstelik bir de Emniyete komünist olarak fişletmektedir ki bu olaylar yurtsever düşünür aydınların sesini kısmaktadır.

27 Mayısçı olduğunu söyleyen yöneticiler biz 27 Mayısçıları; Bayarcı, çıkarcı, ırkçı ve nurculara ezdirmemeli; hiç olmazsa bizleri yasal olarak korumalı ve zorbalar  karşısında dayanaksız koymamalıdır.

Geçmiş dönemin yaralarının sarılması gerekçesi ile aydınların baskı altında tutulması 27 Mayıs’ın ömrünü kısaltmaktan başka bir işe yaramaz.

Aydınlara yapılan bu baskı; aydınları yurt sorunları üzerinde düşünmekten, düşüncelerini söylemekten ve üzerine düşen görevi yerine getirmekten soğutmaktadır.

27 Mayısçı olduğunu söyleyen hükümet Atatürkçüleri ve aydınları sahipsiz koymamalı; öyle ki desteklemelidir.

Anayasamızda belirtilen düşünce ve vicdan özgürlüğü yanında düşünceleri açıklama özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Bu evrensel değerlerin tek yanlı uygulanmasına seyirci kalmamalıdır. Bu seyirci kalışın komünistliği istenir duruma getireceği ve hatta komünizmin işine yarayacağı artık bilinmelidir.

Aydınlara yapılan bu yersiz ve gereksiz baskıdan zarar görecek olan yalnız ulusumuz olacaktır.

Hele Atatürkçülükte duraklama yaparak aydınları nurculukla komünistlik arasında bir seçme yapmaya zorlamak çok büyük bir yanlıştır. 25.6.1963

 

KENDİ KENDİNE GELİN GÜVEY OLMAK

 

Bu tarihlerde tanınmış piyanist Suna Kan Gaziantep’e gelmişti. “İlinizde müzisyen var mı?” diye sormuş olacak ki; bizim Hoca’dan söz etmişler. O da merak etmiş, “Mümkünse bir görüşelim!” demiş.

Durumu Hocamıza bildirmişler. O da “Olur, gelsin görüşelim!” demiş…

Gelmiş, Hoca ile görüşmüş; az da olsa biraz konuşmuş. Sonra da zamanının azlığından söz ederek izin isteyip gitmiş.

Öğrencileri Hoca’ya sormuşlar. “Nasıl buldun?” demişler. “Yandı o, vuruldu o!” diye kendisine pay çıkarmış.

Ne var ki Suna Kan bir daha Hoca’nın adını anmamış, Hoca’yı arayıp sormamış.

Bu konu Hoca’ya sorulduğunda Hoca da: “Hayatı kaymış onun; niçin beni arasın?” demiş…

Hocamız bu! Kendi kendine gelin güvey olmayı çok sever… 5.11.1963

 

UNESCO

 

Unesco gelmiş kentimize. Temsiller verip duruyor Halkevi’nde… Sergi düzenlemiş kütüphanelerde. Gidenlerin az olduğundan yakınılıyor. Nasıl gitsin halk çocukları… Biletler pahalı: En az 10 lira.

Parayı veren düdüğü çalıyor. Düdüğü çalanlar hep varlıklı kişiler.

Bildiğime göre Unesco uluslar arası bir kültür etkinliğidir.

Halkın yararlanması amacı ile kurulmuştur. Unesco, Bilgisiz halk yığınlarının bilinçlenmesine katkıda bulunmak için etkinliklerde bulunur.

Gel görelim ki yoksul, bilgisiz halk yığınlarının Unesco’nun kentimize geldiğinden haberi bile yok. Olsa bile her bilet 10 lira, nasıl verecek de 10 lirayı da girecek içeriye…

Gönül isterdi ki halk için parasız olsun. Gelsin, görsün, anlasın dünya nasıl değişmiş…

Ama halk yığınlarının uyanması; ne bizimkilerin ne de batılıların işine gelir…

Çünkü halk uyanırsa şimdiki parti liderlerini barlarda kapıcı, il başkanlarını da yüznumaralara bekçi durdurur. 5.11.1963

 

 

PTT MÜDÜRLÜĞÜNE

11.1.1964

11.1.1964 günü saat 11’ri 5 geçe 03 numaradan Hatice Kale Ankara ile görüşmek üzere telefona çağrıldı.

Telefona çağrılan Hatice Kale, Ankara, PTT Genel Müdürlüğünde kontrol Mimar Mühendis olarak çalışan oğlu Polat Kale ile konuşacaktı.

Ne var ki oğlu ile iletişim kuramadı, konuşmak mümkün olmadı.

Bunun üzerine Hatice Kale,

“Santral, santral! Konuşamıyorum…” diye santralı aradı. Karşısına küçük bir çocuk çıkınca Hatice Kale çocuğa:

“Oğlum, biz Ankara ile konuşuyoruz aradığım sen değilsin. Bunda bir yanlışlık var…” dedi.

Bu sırada araya santral memuresi girdi. Hatice Kale’yi:

“Konuşsana, Niçin konuşmuyorsun? Salak salak ne duruyorsun?” diye tersledi.

Neye uğradığını şaşıran Hatice Kale,

“Hele sen bak kimse çıkmıyor…” diye  telefonu bana verdi.

Telefonu alınca benim de karşıma bir çocuk çıktı. Çocuk bana,

“Babasını aradığını, babasının adının Metin Özgözen!” olduğunu söyledi.

Çocuğa,

“Bunda bir yanlışlık var küçük! Aradığımız sen değilsin!” dedim.

Bu sırada araya giren santral memuresi,

“Salak salak ne konuşuyorsun, salak adam!” diye beni de tersledi ve öfke ile telefonu yüzüme kapattı.

Kapatmadan önce daha başka öfkeli  bazı sözler söyledi ise de pek anlayamadım.

Telefonun kapanması üzerine 03’ten santral memuresini aradım. Karşıma çıkan bir başka bayan,”03’teki Bayan Memureyi ne yapacağımı sordu. Kendisine,

“Ona, biraz daha nazik ve kibar olması gerekeceğini söyleyecektim!”

Sözlerim üzerine bayan memure olayı yaratan memureyi bana verdi. Kendisine durumu anlatıp,

“Biraz sakin olması gerektiğini…” söyledim ama sözümü bitirmeden öfke ile bana,

“Babanızın uşağı mı var… PTT size mi çalışacak? Elbette derim ya!” diyerek adımı sordu. Adımı, soyadımı söyledikten sonra ben de kendisine adını sordum.

“Adımı ne yapacaksın? Benim kim olduğum sizi ilgilendirmez. Vermeyeceğim işte…” diye söylenip durdu.

Kendisine;

“Bak ben adımı verdim. Sen adını vermeye korkuyorsun. Çünkü yaptığını sen de beğenmiyorsun… Hadi güle güle!..” diyerek telefonu kapattım.

Durumu bilgilerinize arz eder; bu gibi yakışıksız davranışlar içinde bulunan memur ve memurelere gereken uyarıların yapılmasını arz ederiz…

Saygılarımızla, 11.1.1964

Hatice Kale                                        Hayri Balta

Amerikan Hastanesi Saymanı           Amerikan Hastanesi  Muh.

 

DURUM SAPTAMASI

 

15.2.1964 günü Sayın Öğreticime uğramıştım.

Bu buluşmamızda konu günümüzün durumundan açılmıştı. Bu arada ben, ilerici, saygı değer yazarlarımızdan Çetin Altan’ın da yazılarından ötürü hakkında dava açıldığını söyledim. Bunun üzerine Sayın Öğreticim memleketin durumu hakkında şu görüşlerini dile getirdi:

“Çetin Altan, İlhan Selçuk, Aziz Nesin, Falih Rıfkı Atay ve diğerlerinin görüş ve düşünceleri hiç de bizden aşağı değildir. Öyle olduğu halde başında İnönü gibi bir adamın bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görememiş olmaları büyük bir eksikliktir. Yok, görüp de hâlâ yazı yazmaya hâlâ devam ediyorlarsa bu da onların davranışlarının anlamsızlığını gösterir.

Biz nasıl vedânâme yazarak sahneden çekildikse; bu yazarlar da başında İnönü’nün bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görerek bizim vedânâme örneği bir yazı ile durumu açıklayıp sahneden çekilebilirlerdi.

Duymalıydık ki; Çetin Altan bir büro açmış avukatlık yapıyor. Falih Rıfkı Atay inşaat müteahhitliği yapıyor. Aziz Nesin nakliyatçı, İlhan Selçuk başka bir işte…

Böyle yapmadıklarına göre başında İnönü gibi bir adamın bulunduğu hükümetin irticayı benimsemiş olduğunu görememeleri büyük bir eksikliktir; yok gördükleri halde yazmaya devam ediyorlarsa ne yaptıklarını bilmemelerindendir.

Adı geçen bu yazarlar “var” sayılırlar. Var mı sorumlu, yok mu sorumlu?.. Elbette var sorumlu… Var sorumlu olduğuna göre; var’lar sorumluluklarının gereğini yerine getirmelidirler. Yerine getirmedikleri sürece başlarına her şey gelebilir; ancak, bizim buna üzülmeye hakkımız yoktur. Üzülmeyiz… Çünkü başlarına gelecek olayın yaratıcıları kendileridir. Bizim başımıza gelenler ise, “Kaza” faslına girer. ”Kaza” ya rıza göstermek gerekir. Netice herhalde olumlu olur…” dedi.

Sayın arkadaşlar, biliyorsunuz, “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı dergide mülakatlarımız yayınlanıyordu. Mülâkat bitti. Yakında ise bir imamla olan mektuplaşmamız yayınlanacaktı. Fakat yukarda belirtilen düşünce uyarınca Sayın Öğreticim bana: “Şimdi git, Oğuz Göğüş’ü (Oğuz Göğüş, “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı derginin sahibidir.) gör. Ona söyle: Kendisine verdiğimiz imamdan gelen mektup ve İmam’a gönderdiğimiz mektup örneklerinin yayınlanmasını önce biz de arzu ediyorduk. Fakat şimdi o arzumuzdan feragat ettik. Ama yayınlayıp yayınlamamak kendisinin bileceği bir iştir. Yalnız bilsin ki biz yayınlanması isteğimizden caydık, de…” dedikten sonra:

“Şimdi biz, Cetin Altan, İlhan Selçiuk, Aziz Nesin, Falih Rıfkı Atay ve benzeri yazarların yazı yazmakla iyi bir iş yapmadıklarını, kendilerine düşenin yazı hayatından çekilmek olduğunu söyleyip de bizim irtica ile çatışır durumda olan yazılarımızın yayınlanmasını istemekle biz de eksik iş yapmış olmaz mıyız?..

Biz, başında İnönü’nün bulunduğu bir hükümetle çatışacak, onun düşünce ve planlarını bozacak bir duruma düşmeyiz. Buna hakkımız yoktur. Bizim İnönü’ye saygımız vardır, sevgimiz vardır. Önce kendimize doğru olmalıyız… Bizden eksik iş zuhur olmaz. Bu önemli bir istasyondur. Bu konuyu bütün arkadaşların bilmesi iyi olur!” dedi.

Buna göre “Gaziantep’i Tanıtıyoruz” adlı dergide bizimle ilgili yazılar yayınlanırsa bilinsin ki bu yazılar bizim isteğimiz dışındadır. 2.3.1964

NOT:

Sayın Öğreticim; 27 Mayıs Devrimi’nden bu güne kadar  geçen zamanı üç safhaya ayırarak şöyle demektedir:

  1. İrticaya taviz verilmesi,
  2. İrticanın gelişmesine göz yumulması,
  3. İrticanın benimsenmesi,

Bir ve ikinci safhada sahnede kalmaya gerekçemiz (beraat kağıdı) olduğu halde üçüncü safhada gerekçemiz yoktur. Sahne terk edilecektir.

 

DALGINLIK

 

7.4.1964: Dün Güney Ecza Deposundan gelen faturaları ödenmesi için yukarıya gönderdikten az sonra

Çağırdılar beni yukarıya.

 

“Hayri Bey, bu faturaları gözden geçirdiniz mi? Geçirmediniz mi?

“Geçirdim!”

“Ya bu 300 liralık yanlışlık ne?”

Şaşırdım…

 

Çok mahcup oldum, utandım.

Kulaklarıma kadar kızardım.

“ Nasıl olmuş da gözümden kaçmış!” diyebildim.

 

Ama gel sen sor bana bunu…

Abdullah Bey (Abdullah Sinek) ve Mehmet Ağa karşısında olmamalıydı bu…

 

Aşağı büroma geldim.

Epey bir süre kendime gelemedim.

Yaptığım bu yanlışlığı günlerce aklımdan silemedim.

 

Sanki büyük bir suç işlemişim gibi kendime kızıp duruyorum.

Ben bu yanlışlığı nasıl yaparım diye kendimi sorguluyorum.

 

Elim ayağım buz gibi…

İnsan yanılmaz mı, yanılır yanılır da…

Senin suçunu arayanlar arasında çalışırsan,

Yanlışın iner başına balyoz gibi…

Hayri Balta,

 

MİSYONER NEYE UĞRADIĞINI ŞAŞIRDI

 

Akşam Amerikan Hastanesi doktoru Updegraflarda idik. Ben, Padişah (Mehmet Tekerlek, Ekrem Uytun… Dr. Updegarf bir misyoner. Bize İncil dersi veriyor.

Konu İsa’nın Allah anlayışına dayandı.

Dr. Updegarf; İsa’nın, kendi dışında bir Allah’ın varlığına inanıyordu. Biz ise İsa’nın kendi dışında bir Allah’a inanmadığını söyleyince ne yapacağını şaşırıyordu.

Hemen İncil’i açıp bize İncil’den şu ayeti kanıt olarak gösteriyordu:

“Koyunlarım sesimi işitirler, ben de onları tanırım ve ardımca gelirler. Ben onlara ebedî ha­yat veririm; onlar da ebediyen helak olmazlar ve kimse onları elimden kapmaz. Onları bana ve­ren Babam hepsinden büyüktür. Ba­banın elinden kapmağa kimsenin gücü yetmez. (İncil. Yuhanna. 10/27- 29)

Evet, İncil böyle yazıyordu ama hemen altındaki 30. ayette de İsa: ”Ben ve Baba biriz.” (İncil. Yuhanna. 10/30) diyordu ve ardından da şu ayetleri gösteriyorduk:

“Beni görmüş olan Babayı görmüştür.” (İncil. Yuhanna. 14/9)

Ve:

“Ben Baba’dayım, Baba da bendedir.” (İncil. Yuhanna. 14/11)

Ne var ki bu ayetler Dr. Updegraf’ın dikkatini çekmiyordu. O, kendi kafasındakini okuyordu

Bu ayetler açıkça gösteriyor ki İsa, kendi dışında bir Allah’ın varlığına inanmıyordu.

Kendi gösterdiği ayetin hemen altında bulunan bu ayeti ve diğer iki ayeti gösterince Dr. Updegraff neye uğradığını şaşırdı. Söyleyecek söz bulamadı. Ancak şöyle diyebildi: “Bana birkaç gün izin verin; hazırlanmalıyım, düşünmeliyim…”

Biz bekliyoruz. Dr. Updegraf hazırlanıp gelecek.

Dr. Updegraf, açıklamalarımız karşısında bazen sinirleniyordu. Bizim kendi dışımızda bir Allah’a inanmamamızı bir türlü aklı almıyordu. Ancak bununla birlikte düşüncelerimize saygı göstermesini de biliyordu. Bazen da dayanamıyor görüşlerini şu şekilde dile getiriyordu:

“Düşünce ve görüşleriniz ağırdır. Kendi dışınızda bir Allah tanımadığınızı söylüyor ve işin kötüsü bunu da İsa’ya ve İncil’e mal ediyorsunuz. İsa böyle söylüyor, İncil böyle yazıyor diyorsunuz. Bu görüşlerinize dayanılır mı? Bütün inanışlar bir çırpıda gidiyor, bütün kavramlar tersine dönüyor. Yalnız insan kalıyor ortada; yapa yalnız, dayanaksız, dayanılır mı buna. Zor iş bu…” diyordu…

Evet, yalnız insan kalıyor ortalıkta; ama sorumluluğu ile baş başa olan bir insan… 8.4.1964

 

YANLIŞ YAPTIM…

 

10.4.1964: Her gün saat altıda kalkmam gerek işe zamanında yetişmem için.

Saat altıya beş kala uyanıyorum. Biyolojik saat beni uyarıyor.

“Beş dakika daha uyu!” diyen biri var içimde.

Uyanıyorum ama gözlerimden uyku akıyor.

 

“Şimdi yataktan kalkmalısın! Yoksa, zamanında işe yetişemezsin…” diyen karşıt bir ses…

Buna karşın önceki ses:

“Gece geç yattığımı…” ileri sürerek beni kandırmaya çalışıyor.

Hayri Balta,uyumakla uyuyamamak arasında bocalayıp duruyor.

 

“Biraz daha yatayım, bu gün de traş olmadan gidersem ne olur?” diyerek kendi kendime mazeret uyduruyorum.

“Hemen kalkmalısın. Asil at kendisine kamçı vurdurmaz!..” diyen karşı sesi duyuyorum…

 

Bu ikilem arasında bocalayıp dururken bir de bakmışsın ki saat 6’yı 6 geçiyor.

İçimden bir ses: “Niçin Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrıldın da bu Amerikan Hastanesine geldin!.” diyor…

Bir pişmanlık duygusu beni yiyip bitiriyor.

 

Evet, çok yanlış yaptım Millî Eğitim Müdürlüğünden ayrılmakla…

Ne güzeldi o günler. Uykumu alıyordum rahatlıkla…

 

Günlük gazetelerimi okuyordum.

Öğleye değin 3 saat; 1,5 saat öğle tatili yaptıktan sonra işbaşı yapıyordum.

Saat 17’de işten çıkıyordum.

Yani öğle tatili de içinde olmak üzere günde 8 saat çalışıyordum.

 

Şimdi öğle saati dışında tam sekiz saat çalışıyorum;

7’da işbaşı öğleden önce 5 saat.

Öğle tatili iki saat,

14’te işe başlayıp 17’de işten çıkınca okumaya yazmaya zaman bulamıyorum.

 

Memur statüsünden işçi statüsüne geçmek yanılgılarımın başında gelir.

Ne var ki iş işten geçmiştir.

 

Saat 9’da işbaşı yapmak nerde…

Saat 7’de işbaşı yapmak nerde…

Hayri Balta,

NEFRET ÇEMBERİ

 

Durdu Bilen ilkokuldan arkadaşım. Bu gün karşılaştık. Bana: “Gazeteci İ. K.’dan sakınmamı söyledi. Pis tabiatı vardır. Seni söyletir; ağzından bir şey alıp başına bir iş açabilir.” dedi.

Sözlerini sürdürdü: “Başkasına kötülük etmesinden çekinmiyorum; beni ilgilendirmez, istiyorum ki seni diline dolamasın. Seninle tuz ekmeğimiz var.”

“Demek ki bir bildiğin var.” Dedim.

“Hayır bildiğim yok; sadece kuşkulanıyorum…” dedi. “Amerikalılardan İncil aldığını söyledi. Oysa benimle konuştuğunda İncil aleyhinde bulunurdu. Bu konuda kendisiyle tartışmıştık bile…”

Sonra sordu:

“Bu günlerde Amerikan Hastanesi’ne gidip geliyormuş, öyle mi?” dedi.

“Doğru, sözünü ettiğin kişiyi Hastanede iki kere görmüştüm.” dedim.

Bu arada İncil hakkındaki görüşlerimi de söyledim:

“Bizce İsa bir Filozof; İncil de bir ahlak ve felsefe kitabı!..” dedim.

Bana: “Düşünce özgürlüğü var. İstediğiniz gibi düşünebilirsiniz!” dedi.

“Yer yüzünde okunacak tek kitap İncil! Özellikle Yuhanna bölümü…” dedim.

“Olabilir!” dedi.

Kendisine teşekkür Ettim.

“Korkacak bir durumum yok ama yine de kötüye kullanacağı bir söz vermem eline…” dedim.

Durdu Bilen arkadaş haklıydı; sözünü ettiği kişi Yeni Ülkü gazetesinde aleyhimde yazılar yazmıştı.

Durdu Bilen’in bir bildiği vardı ama söylemiyordu.

Nefret çemberi içine düşmüşüz de haberimiz yok!.. 15.5.1964

 

YAZMAK İSTİYORUM

 

Yazmak istiyorum; çok konu var aklımda…

Ama yazamıyorum işte.

Böyle bir ortamda…

 

Huzurlu bir ortam bulamıyorum.

Sağlığım elverişli değil…

Belki de çok yoruluyorum…

 

Günde on saat çalışmak…

Ailemle, çoluk çocuğumla uğraşmak…

Çok ağır geliyor bana…

İstediğim gibi yazamamak…

 

Biliyorum yazmakla geçinemeyeceğimi

Geliyor bana; yazarlık için öğretmenlik ideal bir meslekmiş gibi…

 

O da benim için çok uzak, tatlı bir umut gibi geliyor.

Öğretmen olacağım da yazarlık yapacağım.

Tutunamamış insan, işte böylesine ham hayaller görüyor…

 

Yoktur sağlam bir ilkokul kültürüm…

Dışarıdan öğretmen okulunu nasıl bitiririm.

 

Şimdi ortaokulu dışarıdan bitirme çabasındayım.

Sonra da yine dışarıdan liseyi dışarıdan bitirmeye çalışacağım.

 

Ama bu arada da zaman buldukça,

Elimden geldikçe yazarım.

Bizimde yazgımız böyle imiş

Ne yapalım…

31.5.1964

 

NE MUTLU HOCASI OLANLARA…

 

11.7.1964: Halkevinde Hocanın Başkanlığında ders yapıyoruz. Bu gün Derste Halkevi Başkanı Ali Nadi Ünler ile Öğretmen Okulu Müdürü Ali İhsan Kurt da var. Dinleyici olarak gelmişler.

Hocamız musikinin tanımını yapıyor.

Musiki: Mâna (anlam) ifade eden seslerin bir araya getirilmesi ile vücut bulan nağmelerdir; bu nağmelerin yaratacağı ahenk, etki veya haldir.

Örnek vermek gerekirse: DO bir sestir; Çarigah ise mâna taşıyan bir sestir. Bu aynı zamanda bir makamdır.

Bir de usul vardır. Buna usul ilmi, ilm-i edvar da denir; musiki nağmelerini ölçüye koyan bir ilimdir.

Bu ilim, Divan edebiyatının şiir kısmında rol oynayan aruz ilmine tekabül eder.

Türk musikisinde 150’ye yakın makam vardır.

Usul sayısı ise 110’u aşar…

Bu açıklamalardan sonra Sayın Öğreticim kendi hocalarını saymaya başlıyor.

“Zekai Dede’nin çırakları. Ahmet Avni Bey, Rauf Yekta Bey, Dr. Suphi ve Muallim Kazım…

Ahmet Avni Bey, Muallim Kazım benim hocamdır.

Bu sözlerinden sonra da sorumluluk duygusu konusunda düşüncesini açıklıyor:

“İnsan; elinde olarak olmayarak, bilerek bilmeyerek sorumluluk kavramını bozmaya çalışır; yani sorumluluk duygusunu yozlaştırır…

+

Ahmet Avni Bey, Muallim Kazım Sayın Öğreticimin Hocaları imiş. Dr. Emin Kılıç Kale de benim Hocamdır.

Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale; olumlu olumsuz yanlarını göstererek beni irşat etmiştir. Aynı zamanda o da benim olumlu olumsuz yanlarımı göstererek beni irşat etmiştir.

Her ne yaptı ise beni sevdiği için yapmıştır. Benim tekâmülüm için yapmıştır.

Hocamın bana olan sevgisi yüce idi. Sevgisinin yüceliği sayesinde beni de yüceltmiştir.

Aramızda geçen olumlu ya da olumsuz ilişkiler ikimizin de tekâmülüne vesile olmuştur. İyi ki kendisine intisap etmiş ve kendisinden el almışımdır.

Ne mutlu hocası olanlara… Yazıklar olsun hocası olmayanlara.

Av. Hayri Balta,

+

Sayın Balta,

Hocaya (Öğretici anlamında) sahip olmak ve saygı duymak elbet ki çok değerlidir.

Lakin bir de kendisine hoca (sanarak) veli, vasi, şef, şeyh edinenler var.

Onlara da yine inandığını iddia ettikleri kaynaktan örneklemeler vererek, hoca kavramını yanlışlıkla teslimiyete götürmelerini engellemek gerekir.

En iyisi onlara yine kendi kitaplarından seslenmek…

Ne malum, belki anlarlar.

Anlamazlar ise diğer kutsal addettikleri metinlerden de sunum yapabiliriz.

Saygı ile…

Ahmet Dursun, 26.4.2010

 

TANRI’DA OLMAK…

 

21.9.1964 Yapılması gereken olumlu işi yapmak, Tanrı da olmak demektir. Olumsuz bir işi vicdanın sızlaya sızlaya yapmak da Tanrı’yı tepelemek anlamına gelir.

Tanrı’yı tepelemek çok büyük bir yıkımdır. Tanrı’yı tepelemenin cezası hemen görülür. Bunun nedenle Kuran’da “Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır.” (K. 6/165) denilmiştir…

Tanrı’yı tepelemediğimiz an göreceğimiz ceza bedenimizin bütün hücrelerinden olumsuzluğa tepki dalgalanma ve  bir değişim olur.

Olumsuz davranışları alışkanlık durumuna getirirsek; bu alışkanlık bizi duyarsızlaştırır. Bu da din ilminde “ölüm” olarak nitelendirilir.

Bir örnek vermek gerekirse sigara içmemiş bir kişinin ilk içişinde dudaklarında bir elektriklenme olur, sigaradan tiksinti duyar; ama sigara içmeyi sürdürürse dudağındaki elektriklenme kalmaz ve tiksinti duymaz. Giderek yaptığı kötü işten hoşnutluk duymaya başlar. Alışkanlık hâsıl olur ve duyu organı duyarlılığını yitirir…

İyi davranışlar da bulunmak da insanlarda bir alışkanlık yaratır ve bu alışkanlık zevk vermeye başlar. İyilikten yapmaktan zevk almanın önemi başkadır. İnsan bir kere Tanrı yolunda olmanın zevkini tadarsa, bir daha kötü davranışlarda bulunamaz. Ne mutlu bu tadı tadanlara…

Dünyanın en mutlu insanı Tanrı’yı bilendir. Tanrı’yı bilen insan Tanrı’yı tepelemekten korkar. O’na uymaktan mutluluk ve zevk duyar. Ne mutlu bu zevki duyanlara…

İnsanın en kutsal görevi Tanrı’ya koşmak, O’na ulaşmak olmalıdır. Tanrı’ya koşma demek: Doğru, dürüst, davranışlarda bulunmak ve yapılması gereken iyi davranışı da zamanında yapmaktır.  21.9.1964

+

Açıklama:

Yaşamım boyunca yukarıda yaptığım açıklama gereği davrandım. Bunun da yararını gördüm. Bir ilkokul mezunu iken Hukuk Fakültesini bitiren biri oldum.

Anılarımda ve Günlüklerimde bu mücadelemin aşamaları görülmektedir…

Din ilminde bu aşamaya “Allah’ın yardımı!” adı verilir…

Hayri Balta, 26.5.2010

 

YANILGI

 

Bir sayrılık var bende. Beğenmiyorum bu durumu. Üzerimde baskı kurmak isteyen bir kimsenin bana karşı tutumundan rahatsız oluyorum. Bu hal sık sık oluyor bende. Küçüklüğümden beri var.

Kim bana sertçe bir söz söylese, benimle çekişmeye kalksa davranışlarıma karışsa, geceleri uyuyamıyorum. Başım zonkluyor, şaşırıyorum. Elim ayağım dolaşıyor.

Herkeste bir asık surat… Yüzündeki tavır ile “Beni kazanamazsın, benimle dostluk kuramazsın!..” der gibi bir halleri var..

İstiyorum ki insanlar güler yüzlü olsun; asık suratlı olmasın… Ne var ki bizim toplumdaki insanların büyük çoğunluğu güler yüzden yoksun ve asık suratlı… Bu görüntü çektirdikleri fotoğraflarda bile görünüyor…

Fakat ben herkesin sevecen olmasını istiyorum; ne var ki bu düşüncemde de yanılıyorum…

İnsanların doğası bu… Bunu böyle kabul etmek zorundayız. Ama işte ben bunu kabul edemiyorum. İstiyorum ki insanlar güler yüzlü ve sevecen olsun…

Biliyorum, herkesten olgunluk beklemeye hakkım yok. Herkesi olduğu gibi kabul etmek zorundayız.

Onlardan olumluluk beklersek yanılırız, sükûtu hayale uğrarız…

Herkesten olumluluk, yücelik beklemeye ne hakkımız var.  21.9.1964

 

SENDİKAYA GİRMEK İSTEYİNCE…

 

Notlarım arasında aşağıdakileri gördüm. Şimdi bunları ne için not ettiğimi hatırlayamıyorum.

“Bir kimse suç işledikten sonra tövbe edinceye kadar Allah tarafından ihmal edilir. ”

Hangi olay üzerine böyle bir not düşmüşüm; aklıma gelmiyor.

Yine kimlerle tartışmışım da kendi kendime ulan demek zorunluluğunu duymuşum.

“Sen mi kaldın ulan; itle köpekle çekişecek. Bırak ne halleri varsa görsün”

Bu notlarım altına da madde madde Hastane Notları diye de notlar düşmüşüm. Şimdi bunları da alt alta sıralıyorum. Ama niçinini, nedenini yazmamışım. İçinde yaşadığım koşullar nedeni ile de dönüp bakamamışım. Aradan geçmiş 46 yıla yakın bir zaman hiç birini hatırlayamıyorum. Ancak biz hastane işçileri Sağlık İş Sendikasına kayıtlarımızı yaptırma isteğimiz yüzeye çıkınca biz işçilere de baskı başladı.

Maaşlarımızda  ayarlama yapılsın istiyorduk.

Hastane mutfağında çalışan işçilere baskı yapılmaya başlanmıştı.

İşçibaşı Hanımın emrinde çalıştığı işçilere de baskısı artmıştı.

Ermeni Leyla işçilerimizin yüzüne sanki seviyormuşçasına hafifçe tokat atardı bu da benim çok zoruma giderdi. Bir gün aynı işlemi bana da yapmak isteyince kendisini sert bir şekilde azarladım. Bir daha da benimle konuşmadı.

Hastanede çalışan Ermeni çocukları hemşireler de vardı. Onlar sendikalı olmaya yanaşmıyorlardı. Bu da bizim zorumuza gidiyordu.

İşçileri sendikalı olmaya benim zorladığım inancıyla Hastane Müdürü George Pravrastki bana muğber olmuştu. Bana angarya işler çıkarak beni istifaya zorluyordu. Sözde bunların kitapları kendilerine “Düşmanlarınızı sevin!” diyordu. Sendikalı olmak isteyen beni bile sevemiyordu…

Hastane yönetimin biz işçilere de yemek vermesini istiyorduk; ama bizi ciddiye alan olmuyordu. Yemek konusunda bizi başarı ile oyalıyorlardı.

İşçibaşı Hanımın mutfakta benim hakkımda konuşması üzerine kendisini uyardım. “Bir muhasebe memuru aleyhinde mutfakta işçilere konuşma yapılması doğru değildir!” dedim. Verecek yanıt bulamadı.

Hemşire yardımcısı öğrenci kızlara yapılan muameleler de beni rahatsız ediyordu. Dr. Cemil Özbal’ın ile Dr. Abdülkadir Göksel’in hastanedeki bu çalkantılar karşısında kayıtsız olmaları beni üzüyordu.

Kimi işçilere yapılan odun,gaz, peynir  gibi yardımlar da kesildi. Sanki bizlere “sendikalı olursanız daha başınıza gelecekler var” deniyordu. “Hastane kapanırsa iş bulamazsını, aç kalırsınız!” diye tehdit ediyorlardı.

Her yere “Geçmek yasak!” , “Durmak yasak!” levhalarının yazılarak hastane içinde rahatça dolaşmamız engelleniyordu. İşçiler patlayan ampul yerine yenisini istediklerinde, yağ şişelerinin boşalması halinde; patlayan ampulü ve de boşalan şişelerini istiyorlardı.

Bunları yapanlar da “Senden gömleğini isteyene ceketini de ver!” bir dinin mensupları idi… 1.10.1964

 

KÂBUS GİBİ BİR YAŞAM

 

1 Ekim 1964

Borçlarımı tutmuşum.

Alfabetik olarak yazıyorum:

 

Abdullah Çörekçi’ye  60.00 lira

Adil Öztemir’e           315.00 lira

Ali Nadi Ünler’e           15.00 lira

Aliye Kural’a                20.00 lira

Bakkala-Kasap’a       200.00 lira

Cumhur Yaşar’a        578.15 lira

Doğan’a                     325.00 lira

Doktora                        36.00 lira

Eczacıya                      12.50 lira

Fotoğrafçıya                10.00 lira

Hatice Kale’ye             14.50 lira

Hatice Kösecik’e         26.50 lira

Hüseyin Patpat’a        35.00 lira

Kalle’ye                        92.36 lira

Kuşakçı’ya                   11.00 lira

Mehmet Tekerlek’e     30.00 lira

Sandığa                     200.00 lira

Terzi Hilmi’ye            178.00 lira

Vasıf Güllü’ye            105.00 lira

 

Bu kadar borç içinde ben nasıl yaşamışım.

Sokaklarda nasıl dolaşmışım

İnsanların yüzüne nasıl bakmışım.

 

Bu tarihte çalışıyordum Amerikan Hastanesinde,

İyi de ücret geçiyordu elime.

 

Demek ki aldığım ücret yetmiyormuş geçimime.

Ben de borçlanmışım yukarıdaki biçimde…

 

Gördüğüm kâbus gibi düşler, boşuna değilmiş.

Bu kâbus gibi yaşam ruhuma işlemiş…

1 Ekim 1964

+

Sayın Balta,

Kâbusu seven bir millet olduğumuzdan dolayı, bize kabus yaşatmayanları adam yerine dahi koymuyoruz.

Eh, size kâbus olan bu yaşam; bu millete, cennetten köşe kapmak için çekilen normal sıkıntı sayılıyor…

Tanrı sevdiği kullarına çile çektirirmiş ya!

Ahmet Dursun, 13.2.2010

x

Sevgili Eren Bilge Ustam,

Ne denli içtenlikli, yürekli insanmışsın ta başından beri. İnsanlar borçlarını divik divik saklar, kimse duymasın ister. Sense devlet adamlarının  varlıklarını gizlemelerinin zıddına, borçlarını ilan ediyorsun kamuya.

Aradan 46 yıl geçmiş. Her geçen yıl gürz gibi inmiş işsizin, asgari ücretlinin, emeklinin sırtına. O sırt 46 kat ağırlaşan yükünün altında nasıl yaşıyor acaba? Bunu üç kuruşluk zam yapanlar düşünüyor mu?..

Keşke herkes senin gibi açık yüreklilikle borcunu ilan etse… Belki o zaman utanır yönetenler.

Ama hayır, ilan etmeyiz. Aç gezer, beylerle gezeriz biz.

Sevgiyle, büyük harflerle SAYGIYLA…

Fevzi Günenç, 15.2.2010

 

İKİLEMDE KALMAK

 

Bende gerçeği görmeme, görüp de kabul etmeme takıntısı var. İki de bir Sayın Öğreticime karşı bir kızgınlık duyuyorum.

Onun üzerimdeki etkisini, yapıcı baskısını kabul etmek bana ağır geliyor. Aşağılık duygum kabarıyor.

Onun etkisi ile yeniden doğmuş olmamı; benim ona saygı duymamı gerektiriyor. Ne var ki kendi başıma buyruk  yaşama isteği de ağır basıyor… Anlaşılan tam bir ikilem içindeyim. Derslere gitsem mi, gitmesem mi ikilemi… Ama gerçekler beni ister istemez derslere gitmeye zorluyor. Çünkü orada hareketlerimi bir denetime tabi tutulmuş oluyor. Bu da beni olgunlaştırıyor. Elbette fırına girmek insanı yakar. Bu fırında yanmayı göze alamayanlar da yeniden doğuşa eremezler. 1.10.1964

 

OLUMSUZ KOŞULLAR İÇİNDE BİR YAŞAM…

 

İşyerine bir kırgınlık, bir bunalım içinde geliyorum.

Ne dersek diyelim. Eğer bende bu gün için bir değişiklik varsa; bu, Dr. Emin Kılıç sayesindedir.

Bu onun sayesinde oluş da beni kızdırıyor ya… Bu nedenle ona karşı düşünce ve davranışlarımda özveride bulunuyorum ya…Böyle diyorum ya; içinde bulunduğum iktisadi koşullar  benim daha fazla düşünmeme olanak sağlamıyor.

Kararsızlık, bunaltı ve tedirginlik içindeyim.

Hastanede çalışmamın şu yararları var. Hiç olmazsa düşüncelerim yüzünden rahatım. Burası batı uygarlığına açılan bir pencere olarak geliyor bana. İsa felsefesi ile daha yakın bir ortam. Gerçi onlar dini açıdan ele alıyorlar ama bana ne…

Yalnız başına bir odada çalışıyorum. İstediğim zaman dinleneceğim bir dinlenme odası var hiç olmazsa…

Hedefte ortaokulu bitirip liseye gitmek var. Dersler önümde bir dağ gibi duruyor. Zaman yok derslere çalışmaya. Zaman, ancak günlük gazeteleri okumaya yetiyor. İş yorgunluğu da çabası…

Ders kitaplarını elime alıp okumaya başlayınca uykum geliyor.  Evdeki aile ortamı da oturup derslerime çalışmaya elverişli değil…10.12.1964

 

BİR EDEPSİZ

 

Marmara sinemasının önünde o kalabalığın arasında Nurcu genç, Mukaddesatçı genç arkadaşına: “Eğer seni sinkaf etmezsem bana da bilmem ne demesinler!” diye küfrederek sokak çocukları gibi şaka yapıyordu.

Elimde olmayarak dönüp bakınca göz göze geldik. Benim kendisini a acıyarak baktığımı görünce bozuldu. Suçüstü yakalanmış olmanın tedirginliği ile ne yapacağını şaşırdı. Davranışının bir Müslüman’a yakışmadığını idrak etmesinden olsa gerek utandı, kıpkırmızı oldu. Başını eğerek çekip gideceğine ters tepki gösterdi. “Ne bakıyorsun?” diye bana da  sinkaf etmesin mi?

Duymazlıktan geldim. Dönüp ağzının üstüne bir tane çarpmak bizim yolumuza ters idi. En iyisi duyup duymazlıktan gelmekti. Yeteri kadar rezil olmuştu.

Bu adam daha önce de caddenin ortasında başımdaki meşin şapka yüzünden bana sövmüştü. “Başındaki şapkayı alasın; içine sıçıp yeniden başına geçiresin!” diye laf atmıştı.

Sözde bunlar milliyetçi ve mukaddesatçı… Bunlar milletin başına geçecekler de ülkeyi yönetecekler.

Memlekete kimler sahip çıkıyor… Ne olacak bu milletin hali?…

Düşüncelerimiz, inançlarımız ve davranışlarımızdan dolayı bizler nelerle karşılaştık… En iyisi bunların edepsizliğine ciddiye almamak… 16.12.1964

TERS TEPKİ…

 

17.12.1964 Sayın Öğreticimle birlikte evine doğru gidiyorduk.

Tam eski postanenin önünde Necdet Sevinç’le karşılaştık.

 

Kız kardeşi ile birlikte idi.

Tam yanımızda iken Sayın Öğreticimin yolunu kesti.

Yol vermediği gibi bir de koltuk attı…

 

Bu davranışına hep birlikte gülüştük….

 

Sayın Öğreticim onun bu davranışını yorumladı::

“Bize ilgi duyuyor.

İlgi yalnızca sevgisini göstererek mi olur;

İlgi böyle ters tepki göstererek de olur…”

 

Hoca, Necdet Sevinç’in bu basit davranışını şu yorumunu da ekledi:

“Bizimle ilgilisi  olsun da; sevmeyerek olsun!…”

 

VALİ’NİN SELAMI

 

Memleket sorunları duyduğum ilgiden ötürü aktif olamadığım, yazıp çizemediğim için utanç duyuyorum.

İşçi Partisine katılmak, o parti saflarında çalışmak istiyorum. Sonra da düşünüyorum; buna kültürüm yeterli mi?” diyorum.

Basında sürekli çalışmaya kültürüm yetersiz. Yazmak istiyorum; bir iki yazı sonra tıkanır, takılır kalırsam diye korkuyorum…

Acaba diyorum İş Partisi’ne girsem zararım olur mu diye düşünüyorum. Çünkü gazetelerde adı çok kötü geçmiş bir kişiyim. Gerçi buna da aldırdığım yok… Ama işsiz, parasız, halimden ötürü çoluk çocuk perişan olacak. Buna hakkım var mı?

İyisi mi partili bir yazar olarak değil de bir yurttaş olarak aktif olmak, yurt gerçeklerini dile getirmek böylece üzerimize düşeni yapmak gerektir diyorum ama gönlüm parti saflarında olarak gazetenin bir köşesinde çarpışmaya can atıyorum.

Onun (Güner Samlı’nın) tek başına gazete çıkarması, tek başına uğraşması bana çok dokunuyor. Onun yalnız başına çalışıp çabalamasından kendimi suçlu buluyorum. Kendisine yardım edememiş olmanın acısını çekiyorum. Susmak, karanlığa karşı gelmemiş olmak bu savaşta ona yalnız başına bırakmak bana çok ağır geliyor.

Kendisine yardım edememiş olmanın nedenleri arasında Sayın Öğreticimin etkisi de var.

Bir de viran olası hanede evlad-ı ayalın varlığı beni düşündürüyor. Sağlık durumumum yeterli olmaması  da işin çabası… Ailemizin durumu ise ortada…

Şimdi iyi bir işte çalışıyorum. Bu işi de elimizden kaçırırsak işimiz bitik.

Çocuklarımın geleceği için bu işi elimden kaçırmamam gerek….

İşyerinde kafam sakin çalışmaktayım. Gelmeme, gitmeme pek o kadar karışan yok…

Şu an Emin Kılıç Kale’ye gidip gelmenin huzuru içindeyim.

Hırs yok, ihtiras yok, ne yaptığını bilmemek yok…

Sayın Öğreticim gerçekçidir. Örneğin hiç kimse diğerinin yanlışını yüzüne karşı söylemez. Oysa Sayın Öğreticim; insana, yanlışını çekinmeden söyler.

Bir örnek vermem gerekirse: Vali ve Millî Eğitim Müdürüne verdiğimiz selam üzerine söylediği sözler:

“Siz kimsiniz ki onlara selam veresiniz. Avukat değilsiniz, doktor değilsiniz, hâkim değilsiniz… İki tane baldırı çıplak…

Valinin size verdiği selamdan anlam çıkardım. Bunda bir anlam var; lehimize olarak…”

Artık ne demek istedi bilemiyorum. Şimdi ben Vali’ye ve Millî Eğitim Müdürüne selam vermiş olmanın utancı içindeyim.

Ben Vali’nin selam vereceği adam mıyım?..28.12.1964

X

xx

 

  1. HAYRİ BALTA’NIN ÖZGEÇMİŞİ

 

1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü.

Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki üzüm bağlarında geçirdi.

Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…

Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…

1945 yılında Gaziantep lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, bir daha okula gidemedi…

Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı.

Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik ve kilimci kalfalığı yaparak sağlamaya çalıştı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursunu bitirdi.

Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini de bıraktı.

25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tekke ve tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef çaldı ve kimi zaman da ney (nay) üfledi.

Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı.

Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı.

Yargılama sonunda yargıç: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…

1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi.

Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü.

Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…

Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi.

Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi.

Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1980 yılında (48 yaşında) avukatlığa başladı.

Hukuk Fakültesi öğrencisi iken: 27 Mart l977 yılında ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…

Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu yönetim kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirip kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma gelince ADD’deki görevini ve avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde tek başına yaşamaktadır.

Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte, odunsuz, kömürsüz, elektrik sobası ile geçirdi…

65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyon değerinde taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, kalanını dört kızına bıraktı…

Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da Siyaset Bilimi doktorası yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiştir.

Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve açılmasına da neden olmuştur.

Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için ayrıldı.

Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı.

Bu günkü tarih itibariyle basılmış 13 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız olarak okuyuculara dağıtılmaktadır…

2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli kendisine ait sitede aydınlanma savaşımını sürdürmektedir.

Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; vahye karşı aklı, dine karşı bilimi, teokrasiye karşı laikliği, şeriata karşı cumhuriyeti, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini, idealizme karşı materyalizmi, bireyciliğe karşı toplumculuğu savunmaktadır.

Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…

Av. Hayri BALTA, 12.12.2012 –  6.2.2013

+

TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:

Alfabetik olarak:

 

 

ANILAR: 15 KİTAP

  1. 1Alleben (Kaybolan Cennet) ve Fevzi Günenç’in Yazdıkları…
  2. Bir Aydın Adayı
  3. Bu Ortamdan Kurtulmalıyız
  4. Cahilin Dünyası
  5. Cehaletin Boyutları
  6. Dindar Filozof
  7. Halkevi Çalışmaları
  8. İtilmiş Bir adam
  9. Ayzly’e Mektup
  10. Muhbir ve Tertipçilerim
  11. Ölümsüz Yazman
  12. Son Nokta
  13. Röportaj ve …
  14. Zllli Kurt
  15. Zilli Kurt’un Çırpınışı

ATATÜRK: 3 KİTAP

  1. Atatürk Budur
  2. Son Mesaj Yalanı
  3. Temyiz Dilekçesi

DİN KONUSUNDA: 25 KİTAP

  1. Allah’ı Algılamak
  2. Allah Aşkı
  3. Allah Denince
  4. Ariflerin Dünyası
  5. Aydınlanma
  6. Din Konusunda
  7. Dinsel Tartışma
  8. Gerçeği Düşünmek
  9. Kızma Yok
  10. Misyonerin 100 Sorusuna Yanıt
  11. Ölümsüz Medüz
  12. Sırların Sırrı
  13. SSS 1 (Sevenler Soranlar Sövenler)
  14. SSS 2 Adsız Mehmet
  15. SSS 3 Küfürbazlar
  16. SSS 4  Dayatmaya Karşı
  17. SSS 5  Suat Emiroğlu
  18. SSS 6 Sayın Kul
  19. SSS 7 Bil-Bul-Sus
  20. SSS 8 Görüşler
  21. Taç’a Atılanlar
  22. Tanrı’ya Yakınlık
  23. Tanrı Düşüncesi
  24. Tanrı Sözü Ne Demektir?
  25. Takvimlerden 1

FIKRALAR: 17 KİTAP

  1. Allahın İmzası
  2. Bay Şafık
  3. Bu Adama Yazdırmayın
  4. Canı Kim Alıyor
  5. Dayak Olayı
  6. Edep  Yahu!..
  7. Erenlerden
  8. Gaziantep Ekspres
  9. Gaziantep Sabah
  10. Gönül Tamircisi
  11. Karanlıkta Alkışlar
  12. Laikleri Şişe Geçireceğim
  13. Papaz ve Şeytan
  14. Sanal Katılım
  15. Şakir Efendi
  16. Şeytanın Dölleri
  17. Tatlı Su Müslümanları

LAİKLİK: 5 KİTAP

  1. Laiklik
  2. Laik’im
  3. Laiklerin El Kitabı
  4. Laikliği Benimsemeden…
  5. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir

ÖYKÜLER: 3 KİTAP

  1. Cambazlar
  2. Muzır’dan Kes!..
  3. Yitmiş Bir Adam

MEKTUP: 4 KİTAP

  1. Aydınlara Mektup 1
  2. Mektup 2
  3. Mektup3
  4. Mektup 4

ŞİİR: 3 KİTAP

  1. Doğma Şunların Üstüne
  2. Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim
  3. Şiir Üstüne

+

BİR DE BUNLARIN ÜTÜNE SİTEDE YAYINLANAN ve e-kitaplara AKTARILANMAYAN 14 KİTABI EKLERSEK ŞU AN 86 KİTABINIZ SİTEMİZDE YAYINLANMAKTADIR… BİR BU KADAR DA HAZIR AMA YAYINLANMAYI BEKLEYENLER VAR…

+

NOT:

Sizde bulunmayan kitaplar için www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemizin E-KİTAPLAR bölümüne bakabilirsiniz…

Şu adresten de bana ulaşabilirsiniz: hayri@tabularatalanayalanabalta.com

Av. Hayri Balta, 3.3.2013

X