TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA HAYIR!..

TAKVİMLERDEN 2
(16) “XIX.yy. ortalarından başlayarak, bir yandan, Kitab-ı Mukaddes’in (Tev-rat’ın) ilk nüshalarında araştırmalar ve çevirilerde düzeltmeler, bir yandan da özellikle Mısır, Mezopotamya ve Basra Körfezi çevresinde bilimi, sanatı, edebiyatı ile bir uygarlı¬ğın var olduğu ortaya çıkarıldı.
Taşlar ve tabletler üzerindeki yazılar okundukça Kitab-ı Mukaddes’teki İsrail hikayelerinden birçoklarının bu tabletlerle kazılmış olduğu görüldü. Örneğin, evrenin yaratılışı, cennetteki yasak meyve, Tufan, Babil Kulesi hemen hemen bu tabletlerde bulunmuş ve buradan İsraillilere geçmiş olduğu anlaşılmıştır.
Oxford Üni¬versitesi, Hint, Iran ve Çın dinlerine ait kutsal kitapları çevirdikçe, sonraki dinlerin öyle birdenbire bir vahiy eseri olmayıp, uzak bir geçmişten gelen bir evrimin eseri olduğu gö¬rülüyordu.
Eichhom ile Kitab-ı Mukaddes metinleri üzerinde tarihsel, dilbilimsel araştır-malar ve eleştiriler yapma usulü, yani modern eleştiri denen dönem açılmış oldu. Bu eser¬lerin en önemlisi, XVIII.yy. sonunda Almanların şair ve felsefecisi Herder’in yayınladığı “ibrani Şiirlerinin Ruhu”na dair eserleridir.
Bu eserlerde Herder, Kitab-ı Mukaddes’in Mezamir adı altındaki kitabının, çeşitli peygamberlerin şiirlerinden ibaret olduğunu gös¬terdiği gibi. Süleyman Peygamber’in “Neşideler Neşidesi”nin bir aşk kasidesinden başka bir şey olmadığını söylüyordu…
Artık Tevrat’taki “Beş Kitap”ın (Pentateuque) Musa ta¬rafından yazıldığına dair fikir tamamen yadsınmış ve birçokları bu kitapların çeşitli za¬manlara ait çeşitli belgelerin gelişigüzel bir yere toplanmasından oluştuğunu ve bu belge¬lerin en eskisinin Milattan Önce [ X., en yenisinin V.yy’ya ait olduğunu kabul ermişler¬dir.” (Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Dîn, Cilt II, s. 141, 142, 128)
Tevrat’la ilgili bu araştırmalar, onun gökten inme bir kitap değil, çeşitli yy’larda yazılmış edebiyat metinlerinin bir antolojisi olduğunun ispatlanması, bizim hiç de öyle kolayca göz ardı edebileceğimiz şeyler değil.
Müslümanlık inancına göre Tev¬rat, dört göksel (semavi) kitaptan biridir ve onun hikâyeleri Kuran”da yinelenir.
(Akta¬ran, Jale Baysal. Kitaplığın “Din Konusu ile ilgili Kitaplar” Rafı, Cumhuriyet Gazetesi, 7 Eylül 1986)

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
www.tabularatalanayalanabalta.com
İçindekiler

A.
Ahiret Hayatı
Allah’a Erişmek
Allah’a Kaçmak
Allah’ı Anmak
Allah’ın Gelini
Allah Rızası…
Amel Defteri
B.
Bakınız İslam Ne diyor? Bizimkiler Ne Haltlar Yiyor
C.
Cahil ile Etme Sohbet
Cennet Giden Yollar
Cennet Müjdesi
Cinlerden Korunma
D.
Doğruluk
Doğruluk Hakkın ta Kendisidir
Dünya ve Ahiret İçin İlim
E.
Evliyaullah Sevgisi
Ey Koca Türk Halkı!..Bu Yaşam Tarzı Sana Layık mı?..
F.
Faydalı İlim
G.
Geçmişi ve Geleceği Bilen Allah!.. H.
Hayat ve Ölüm
Hidayet
İ.
İfrat Tefrit
K.
Kafir 1
Kafir 2
Kanaat: Gerçek Zenginlik
Kapıları Açan Sevgi
Kıssadan Hisse
Kitaplarına, Peygamberlerine İnanmak…
N.
Ne Ararsan Kendinde Ara
S.
Selahaddin Eyyubi
Sorumluluk Bilinci
Ş.
Şeytanlaşmış İnsanlar
Şu Papaların Yaptığına Bak!
T.
Tanrı’nın Kuralları
V.
Veli
Y.
Yahudilerin “Allah’a Yakınlık” İddialarına İlâhi Cevap

X1
GİRİŞ

(16) “XIX.yy. ortalarından başlayarak, bir yandan, Kitab-ı Mukaddes’in (Tev-rat’ın) ilk nüshalarında araştırmalar ve çevirilerde düzeltmeler, bir yandan da özellikle Mısır, Mezopotamya ve Basra Körfezi çevresinde bilimi, sanatı, edebiyatı ile bir uygarlı¬ğın var olduğu ortaya çıkarıldı.
Taşlar ve tabletler üzerindeki yazılar okundukça Kitab-ı Mukaddes’teki İsrail hikayelerinden birçoklarının bu tabletlerle kazılmış olduğu görüldü. Örneğin, evrenin yaratılışı, cennetteki yasak meyve, Tufan, Babil Kulesi hemen hemen bu tabletlerde bulunmuş ve buradan İsraillilere geçmiş olduğu anlaşılmıştır.
Oxford Üni¬versitesi, Hint, Iran ve Çın dinlerine ait kutsal kitapları çevirdikçe, sonraki dinlerin öyle birdenbire bir vahiy eseri olmayıp, uzak bir geçmişten gelen bir evrimin eseri olduğu gö¬rülüyordu.
Eichhom ile Kitab-ı Mukaddes metinleri üzerinde tarihsel, dilbilimsel araştır-malar ve eleştiriler yapma usulü, yani modern eleştiri denen dönem açılmış oldu. Bu eser¬lerin en önemlisi, XVIII.yy. sonunda Almanların şair ve felsefecisi Herder’in yayınladığı “ibrani Şiirlerinin Ruhu”na dair eserleridir.
Bu eserlerde Herder, Kitab-ı Mukaddes’in Mezamir adı altındaki kitabının, çeşitli peygamberlerin şiirlerinden ibaret olduğunu gös¬terdiği gibi. Süleyman Peygamber’in “Neşideler Neşidesi”nin bir aşk kasidesinden başka bir şey olmadığını söylüyordu…
Artık Tevrat’taki “Beş Kitap”ın (Pentateuque) Musa ta¬rafından yazıldığına dair fikir tamamen yadsınmış ve birçokları bu kitapların çeşitli za¬manlara ait çeşitli belgelerin gelişigüzel bir yere toplanmasından oluştuğunu ve bu belge¬lerin en eskisinin Milattan Önce [ X., en yenisinin V.yy’ya ait olduğunu kabul ermişler¬dir.” (Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Dîn, Cilt II, s. 141, 142, 128)
Tevrat’la ilgili bu araştırmalar, onun gökten inme bir kitap değil, çeşitli yy’larda yazılmış edebiyat metinlerinin bir antolojisi olduğunun ispatlanması, bizim hiç de öyle kolayca göz ardı edebileceğimiz şeyler değil.
Müslümanlık inancına göre Tev¬rat, dört göksel (semavi) kitaptan biridir ve onun hikâyeleri Kuran”da yinelenir.
(Akta¬ran, Jale Baysal. Kitaplığın “Din Konusu ile ilgili Kitaplar” Rafı, Cumhuriyet Gazetesi, 7 Eylül 1986)
X2
ALLAH’IN GELİNİ

“Bir kız yabancı bir erkeğe âşık olur, anne¬sini babasını bırakır, aslını neslini bilmediği halde onun yanına gider.
Hazret-i Allah’a âşık olan ise Hazret-i Al¬lah’a kaçar. Bayezid-i Bestâmî-kuddise sırruh-Hazretleri buyururlar ki:
‘Veliler Allah-u Teâlâ’nın gelinleridir.’
Buradaki veliden murad, O’nun sevip çek¬tikleri manasınadır.
O gelinler ona kaçar. O’na kaçan gelin, dünyanın arâyiş-i kâzibesinden kurtulmuştur.
Dünyadan ve dünyanın her şeyinden, ma¬lından, çoluk-çocuğundan, ailesinden, vesaireden, hiçbir diken kalmazsa onun gelinidir.
O’nun gelini olan hiçbir dikene takılmayan, O’na varan, O’na varmak isteyen ve dünyayı hiç görendir. Lâf işi değildir.”
Hakikat Takvimi, 24 Ekim 2010
+
Deyim benim değil Bayezid-i Bestami’nindir.
Gelin; saflığın, temizliğin, bekaretin simgesidir.
Allah’a gelin olarak gidecekler ise bütün kötülüklerden arınmalıdır. Şandan, şereften, ünden, unvandan, maldan, mansıptan elini ayağını çekmelidir.
Bu demek değildir ki aç kalacaksın, bir lokma, bir hırka ile yetineceksin. Hayır, öyle değildir. Çünkü insan, dünya nimetlerinin en iyisine layıktır. Yiyip içip israf etmemelidir…
Toplumdan elini eteğini çekip dağdaki bir mağaraya sığınmakla ermişlik olmaz. Her koşulda toplum içinde yaşayacaksın; ancak, topluma örnek bir yaşam sürdüreceksin. Alış verişinde, doğruluktan, dürüstlükten şaşmayacaksın. Her zaman için yüksek değerlere, olumlu kavramlara, erdemsel davranışlara önem vereceksin. Bunları el üstünde tutarak yaşamına uygulayacaksın…
Seninle ilişkide olanlar elinden, dilinden, belinden emin olacaklar.
Bayezid-i Bestami bu saydıklarımı “arâyiş-i kâzibesinden” sözcükleri ile anlatmıştır. Demek istiyor ki dünyanın cazibesinden çekinmek gerekir.
İnsan iki sevgiliyi bir arada sevemez. Ya dünyanın cazibesine ya da Allah’a (yani doğruluk, dürüstlük, güzellik, iyilik, erdem gibi kavramlara…) sırt döneceksin.
Allah’a gelin olarak; yani, el değmemiş, temiz, bakir olarak gitmek istiyorsan saydığım bu saydığım kavramlara önem vereceksin…
Ahretin; gelecek günlerin iyi geçmesini istiyorsan, bu günkü davranışlarını doğruluk, dürüstlük, iyilik ve erdem üzerine kurmalısın. Ama toplum yaşamını dışlamamak koşulu ile, toplum içinde yaşamak koşulu ile…
Av. Eren Bilge Balta, 17.8.2010
X3
YAHUDİLERİN “ALLAH’A YAKINLIK” İDDİALARINA İLÂHİ CEVAP

Kendilerine Tevrat yükletildiği halde Yahudiler onu taşımadılar. Tevrat’ın bazı âyet ve belgelerini kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirdiler. Böyle yaptık¬ları halde Allah-u Teâlâ’ya karşı oldukça büyük iddi¬alarda bulundular. O’nun katında en yüksek bir mevkiye sahip olduklarını, dostları ve yakınları bulunduk¬larını söylediler.
Allah-u Teâlâ, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Yahudilere hitapta bulunmasını, onlara meydan okumasını ve yalanlarını ortaya koymasını emir vermekte ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyur¬maktadır:
“De ki: ‘Ey Yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak, yalnız kendinizin Allah’ın dostları oldu¬ğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddianızda sami¬mi iseniz, ölümü temenni ediniz.'” (K. Cum’a. 62/6)
Ebedîlik insanın fıtratında yardır. Ölümle bu ebe¬dî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu Hâlik’ına ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor.
Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ’nın dostlu¬ğunu ve yakınlığını kazanan bahtiyar müminler, âşık oldukları Mahbûb’a bir an önce kavuşmayı temenni ederler. Bu onların en büyük arzusudur. Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri: “Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum.” buyurmuşlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah’a kavuş¬maktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâki ol¬maktan hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)
Yahudiler ölümü hiç istemezler. Milletler arasında böyle bir dostluk makamından en uzak kimseler on¬lardır. Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i keri-me’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Fakat onlar elleriyle önden gönderdiklerin¬den (yaptıklarından) dolayı ölümü asla temenni etmezler.” (K. Cum’a. 62/7)
Hakikat Takvimi. 16 Şubat 2010
+
Zahir Batın (Anlaşılan anlaşılmayan, hissedilen hissedilmeyen anlamlar…) bir arada anlatılmak istenmiş.
Takvim yaprağında din dilinin sırrına erişilmediği anlaşılıyor.
Hiçbir canlı “ölümü” temenni etmez. Her canlı elinden geldiğince ölüme karşı direnir.
Kaldı ki Allah’a kavuşmak için de ölmek şart değildir. Çünkü Allah “Tanrı; Ölülerin değil yaşayan insanların (Yaşayan duyarlı ve sorumluluk duygusu olanların…) Tanrısıdır.” (İncil. Matta., 22/32. Markos.12/27. Luka. 20/38) Kaldı ki Allah’a kavuşmak yaşarken söz konusudur.
Her ne kadar ölmek, Hâk’ka kavuşmak olarak dile getirilirse de; burada anlatılmak istenen topraktan geldiğimiz için toprağa karıştığımız anlamındadır.
Bu ayette “ölümü temenni etmek” din diline ilişkin bir terimdir. Din dilini bilmeyenler bu ayetin anlamını anlayamazlar. Burada ölmek terimi ile amaçlanan;insanı zorun duruma düşüren olumsuz davranışlar, kötü huylar, başkasına zarar verici eylemler, kötü duygu ve düşüncelerdir. “Allah’ın dostları oldu¬ğunuzu iddia” edenler öncelikle kendilerini zor duruma düşüren eylem ve düşüncelerinden vazgeçmelidirler. Allah; doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği, sevgiyi, erdemi kapsayan bir kavramdır. Allah’a kavuşmak isteyenler öncelikle kendi olumsuz duygu, düşünce ve davranışlarını bırakmalıdır. Ancak böylece Allah’a yaklaşılır. Yoksa ölmekle Allah’a kavuşulacak denirse bunun bir anlamı kalmaz. Çünkü en azılı katiller, hak yiyenler, vurguncular, soyguncular ölünce Allah’a kavuşmuş mu sayılacak?..
Av. Eren Bilgebalta, 14.9.20104
X4
AMEL DEFTERİ

Amel defteri, insanların dünyada benimsedikleri inançlar ile yaptık¬ları amellerin kayıtlı bulunduğu ve ahirette kendilerine verileceği bil¬dirilen deftere denir.
Bu defterde kayıtlı olanlara göre insan ahirette hesaba çekilecek, leh veya aleyhin¬de bir şahit olarak kendisine sunu¬lacaktır.
Bir ayette de: “Oku kitabı¬nı! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter denilecektir” (İsrâ, 17/14) buyrulmuştur.
Ahirette kahredici korkunç bir bekleyişten sonra amel defterleri dağıtılacak ve mü’minlerin sağ eli¬ne verilecektir: “İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun’ Çünkü ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum” (Hakka, 69/19-20).
Dünyada sahip olduğu iman ve Al¬lah’ın emirlerine uygun bir yaşayış¬tan sonra amel defterini sağından alan kimse büyük bir sevinç içinde olacak ve hesabı kolay görülecek, cennetin yüksek yerinde, elini atın¬ca koparacağı meyvelerin arasında, yiyip içerek mutlu bir hayat süre¬cektir.
Yine dünyadaki inancı ve yaşayı¬şından dolayı defteri sol eline veri¬lenler ise: “Amanın, bu nasıl deftermiş! Yaptığını her şeyi küçük büyük de¬meden sayıp dökmüş. (Keşke bana def¬terim verilmeseydi de hesabımı öğrenmeseydim.)” (Kehf, 18/49) diye ya¬nıp tutuşacaktır.
DİYANET TAKVİMİ. 9 Şubat 2009
+
Hiçbir ruh bilimi (psikoloji) insan ruhunu dinler kadar derinden incelememiştir. Bütün dinler insanın ruhsal yapısının tercümanı olmaya çalışmış ve ruh analizi ve tahlili yapmışlardır.
Din dili bambaşka bir dildir. Söyleyeceklerini hep mesellerle söylemiştir. Bu konuda İncil’de şöyle denmektedir: Ben ağzımı mesellerle açacağım.” (İncil Matta. 13/35)
Mesellerle anlatımın yanında simgesel anlatım da vardır. Yukarıdaki takvim yaprağındaki üç ayet de simgesel bir anlatımdır. Din dilinden, mesellerden, simgesel anlatımdan bihaber olanlara yukarıdaki ayetler anlamsız gelebilir. Oysa yukarıdaki üç ayet madde âleminden mânâ âlemine; yani dünya yaşamından ahret yaşamına geçenler çok anlam ifade eder.
Bir örnek vermek gerekirse şu ayet tasavvuf dünyasında çok kullanılır ve çok anlamlıdır.
“Oku kitabı¬nı! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter denilecektir” (İsrâ, 17/14)
Yeniden doğmuş olan insana, gerçeğe ermiş olana şöyle seslenilmektedir: “Geçmişte yaptıklarını hatırla. Olumsuz davranışlarını gözlerinin önüne getir. Getir ve kendin hakkında kendi karar ver. Ne mal olduğunu gör…. “Hesap sorucu olarak sana nefsin yeter denilecektir…”
Hiç öyle fiziksel olarak ölüp öbür dünyaya gitmeye gerek yok. Hiç öyle zebanilerin senden hesap sormasına gerek yok. Yaşarken hesap sorucu olarak sana kendi nefsin yeter. Yeter ki bu anlayışa ermiş ol!…
Elbette bunları anlayabilmek için madde aleminden mâna alemine, dünya yaşamından ahret yaşamına geçmiş olmak gerek.
Yaşamını doğruluk, dürüstlük, iyilik, erdem üzerine kuranların korkacağı bir durum yoktur. Bunlar “Gelin, kitabımı okuyun’ Çünkü ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum” (Hakka, 69/19-20) diye geçmiş yaşamları ile övünebilirler de…
Ama benim gibi ölmeden önce; yani yeniden doğmadan önceki gençlik yanlışları ile malul olan biri de, geçmişini gözleri önüne getirince Cehennem azabı çekmekten kurtulamayacaktır. Ben, daha ölmediğim halde, bu Cehennem azabını çekenlerden ve cayır cayır yananlardan biriyim.
Geçmiş cahilce yaşamımı gözler önüne getirdiğim zaman şöyle demekten kendimi alamıyorum: “Amanın, bu nasıl deftermiş!” (K. 69/19)
Biliyorum ki bu sözlerim madde âleminden mâna âlemine geçmemişlere, dünya yaşamından ahret yaşamına geçmeyenlere hiçbir anlam iade etmez. . Belki onlara gülünç de gelebilir. Gelsin, ben yaşadıklarımı anlatayım da…
Ve bilinmeli ki bu bilgiler akıllılardan, hikmetlilerden, allamelerden ve din adamlarından gizlenmiştir. Okuyalım: “Ey baba (Tanrım!) sana şükrederim ki; bu şeyleri (bilgileri) akıllılardan ve hikmetlilerden gizledin.” (İncil. Luka. 10/21)
Av. Eren Bilgebalta, 6.10.2010

X5
KÂFİR 1

1. Kâfir, sözlükte, bir şeyi örten, gizleyen, nimete ve iyiliğe karşı nankörlük eden kimse demektir.
2. Din ıstılahında ise; iman esasları¬nı ya da iman esaslarından birini veya tamamını inkâr eden veya di¬ni hükümlerden birini beğenme¬yen kimseye kâfir denir.
Bu tanıma göre bir insanın kâfir olması için iman esaslarının tama¬mını inkâr etmesi şart değildir. Kur’ân ayetlerinden birini inkâr etmek, helâli haram, haramı helâl kabul etmek, emir ve yasakları ve¬ya dinî bir hükmü beğenmeyip küçümsemek, Allah’la, Rasûlünün arasını ayırmak, Kur’ân’ın bir bölümüne iman edip bir bölümü-nü inkâr etmek, (K Bakara, 2/85 – Nisa, 4/150-151) Allahü Teâlâ’yı yüceliğine uygun olmayan bir şe¬kilde nitelemek, peygamberin nü¬büvvetini inkâr etmek de kişiyi di¬nin sınırları dışına çıkarır.
Kur’an-ı Kerimde kâfir olarak ölenlerin akibetleri hakkında şöy¬le buyrulur: “Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolu¬su altın verecek olsa dahi kabul edil¬meyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” (Al-iİmrân, 3/91).
DİYANET TAKVİMİ 14 MAYIS 2009
+
Burada kâfirin iki tanımı yapılmaktadır.
Bizimkiler daha çok ikinci tanım üzerinde durur. Ne var ki ikinci tanımda dile getirilen kâfirlik esaslarına laik hukuk sistemimizde itibar edilmemektedir. Örnek verirsek; hırsızın eli kesilmemekte, faiz kuralları yerine getirilmemekte, zina suç sayılmamakta, mirasta ve tanıklıkta kadınlar erkeklerle eşit sayılmaktadır. Bunun yanında Yahudiler ve Hıristiyanlarla dost olunmaktadır. Bütün bunlar da mütedeyyin iktidarımızın zamanında uygulanmaktadır.
Bu durumda bırakın Yahudileri, Hıristiyanları, Budistleri; ülkemizde yaşayan insanların büyük çoğunluğu iman esaslarını yerine getirmedikleri için kâfir mi sayılacaktır. Böyle bir inanış ve anlayış kamu vicdanına aykırı düşmez mi?..
Önemli olan 1. maddede yapılan tanımdır. Bu tanımda Hakk’ı tepeleyen; yani yapılması doğru olanı yapmayan, insansal sorumluluğunu yerine getirmeyen, yoksullara yardımdan kaçınan, çalıştırdığı işçinin hakkını vermeyen, insanları kandıran, aldatan, toplumda fitne çıkararak kötülük tohumları eken kişi hakkı tepelemiş sayılır ve dinsel deyimle Kâfir olarak adlandırılır. Bunların da cezasını toplumun yasaları belirler.
İnsan olarak kimseyi kâfir olarak suçlamaya hakkımız yoktur. Herkes kendi edimlerinden sorumludur. Bu konuda cezalandırma hakkı toplumu temsil eden devletindir.
Bizim kötü kişilere yapacağımız davranış; onun, kötülüklerinden sakınmak ve ondan uzak durmaktır.
Biz; kendimize ve toplumumuza karşı sorumluyuz. Hiçbir dinin Allah’ı, sen doğru, dürüst ve erdemli yaşıyorsun diye bizi suçlayıp cezalandıramaz…
Eren Bilgebalta, 6.6.2009
X6
KAFİR 2

“Dinî bir terim olarak kâfir; Hazreti Peygamber (s.a.s.)’i ve onun Allah’tan getirdiği şeyleri yalanla¬yan, tevatür (yalan bir söz üzerine birleşmeleri mümkün olmayan, güvenilir kimselerin bildirmele¬ri) yoluyla bize ulaşmış bulunan hükümlerden birini ya da bir ka¬çını inkâr eden kişidir.
Kâfirin bu eylemine küfür denir.
Kur’an-ı Kerim’de küfür terimi ve türevleri pek çok ayette geçer. Kâfirler hakkında Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“İnkâr edenlere dünya hayatı süs¬lü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay etmektedirler. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise, kıyamet günü bunların üstündedir. Allah, dilediği¬ne hesapsız rızk verir.” (Bakara, 2/212)
“Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Al¬lah’ın, meleklerin ve bütün insanla¬rın laneti onların üstünedir.” (Ba¬kara, 2/161)
Bunlara göre Allah’ı inkâr et¬mek, ona şirk koşmak, Allah’ın oğlu olduğuna inanmak, onun sı¬fatlarından birini inkâr etmek, ki¬şiyi küfre düşürür. Allah’a şirk koşmak küfrün en büyüğüdür. Çünkü Allah’ın eşi ve benzeri yoktur.
DİYANET TAKVİMİ 7 KASIM 2009
+
Diyanet takviminde kâfirler hakkında 2. açıklamadır bu. İlki 14 Mayıs’ta yapılmıştır. Bu takvim yaprağına ilişkin görülerimi bir önceki yazıda açıklamıştım. Bkz. X104 numaralı yazı. Bu yazıda şöyle bir ayet vardır: Alıyorum:
“Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolu¬su altın verecek olsa dahi kabul edil¬meyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” (Al-İmrân, 3/91)
Görüldüğü gibi kâfirler için acı bir azap olduğu söyleniyor. Bağnazlara göre ise; kâfir midir, katli vaciptir…
Bu ise günümüz evrensel hukukuna uymadığımı gibi bizim hukukumuza da uymaz. Laik hukuka göre herkes istediği dine inanmakta özgürdür. Kimse kimseye niçin Hıristiyansın, Yahudi’sin, Ateist’sin, Budist’sin diyemez. Laik kültürümüze göre bu ayıp kaçtığı gibi suçtur da…
Kaldı ki bütün din adamları dinler arası bir anlaşma yoluna gitmektedirler. Dinler arası bir anlaşmaya gidildiği şu sırada İslam kurallarına inanmayanları kâfir olarak nitelemek biraz aşırıya gitmek gibi geliyor bana. Bu aşırılığı Diyanet’in yapması ise hoş görülemez.
Kaldı ki Kuran dikkatle incelendiği takdirde böylesine katı değildir. Kuran’a göre Müslümanlar yanında Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîler (ki bunların ayı, güneşi, yıldızları kutsallaştırdıkları ileri sürülür…) ve Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için ödül olduğu onların korkmaları için bir neden olmadığı söylemektedir. Hem de bu tür ayet bir değil iki tanedir. Okuyalım:
1. Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden [20] (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır” (K. 2/62)
2. Şüphesiz inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır” (diye hükmedilmiştir.) (K. 5/69)
Konulan ölçü nedir? Allah’a inanmak (Yani yüce değerleri kutsallaştırmak…) Ahret gününe inanmak (Yani yaptığı işin sonunda başına ne geleceğini idrak etmek…) ve bir de Salih amel (Yani davranışlarında doğru, dürüst, iyi olmak genel ahlaka ve erdeme sahip çıkmak…)…
İşte ölçü budur. Bütün inançlara anlayış göstermek, kimseyi aşağılamamak, böyle bir durumun Allah’ın takdiri olduğuna inanmak…
Hem kuran Kuran’ın yetmişe yakın yerinde şöyle demiyor mu?
“Allah dilediğini doğru yola iletir…” (K. 2/213)
Allah’ın takdirine karşı çıkanlar huzur ve rahat yüzü göremez… Hem İslam; barış, hoşgörü, sevgi dini değil mi? Müslüman’ım diyen bu kavramları yüceltmeli…
Av. Eren Bilge, 19.10.2010
X7
CENNETE GİDEN YOLLAR

Cennet, Allah Teala’nın “iman ve salih amel” sahibi kullarına, vaat ettiği, ebedi saadet yeridir.
Bir müminin en büyük arzusu da bu mükâfata kavuşa¬bilmektir.
Bunun için, cennete girebil¬menin temel şartı imandır.
Salih ameller cennete götürecek yollardır.
Bu dünyadaki yaşantımızla elde edebileceğimiz ve bizleri cennete götürecek güzel ameller sayılamaya¬cak kadar çoktur. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:
“İman edip Salih amel yapanlara ge¬lince, onlar da cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (K. 2/82)
“Bugün, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara altın¬dan ırmaklar akan, içinde ebedî kala¬cakları cennetler vardır. Allah onlar¬dan razı, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (K. 5/ 119) buyuruyor.
Bir hadis-i kutsîde; “Salih kullarım için ben, cennette hiçbir gözün görme¬diği hiçbir kulağın duymadığı ve insanın kalbinden bile geçmeyen nice nimetler hazırladım” buyrulur. (Hadis-i Şerif)
ŞİİR:

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çünkü okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir
(Yunus Emre k.s)

SEMERKAND TAKVİMİ. 25 EKİM 209
+
Cennet Cehennem kavramı; İslam dininde, diğer tek tanrılı dinlere oranla daha yoğun işlenmiştir. Bu iki kavram yorum gerektiren ayetler içinde geçer. Bilindiği gibi Kuran’da iki tür ayet vardır.
Bir: Yorum gerektiren ayetler (Müteşabih ayetler denir…)
İki : Yorum gerektirmeyen ayetler (Muhkem ayetler denir…)
Ne var ki Cennet Cehennem kavramı halkımıza gerektiği anlatılmamıştır. Cennet’i Cehennem’i öldükten sonraki bir yaşam için öngörülmüştür. Oysa Cennet de Cehennem de bu dünyada yaşanır. Bun insana özgü bir ruh, duygu halidir.
Kuran da şöyle bir ayet vardır:
“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” denilecektir.” (K. 17/14)
Açıklaması da şöyle: “Bu dünyada, gerek çevrenin olumsuz şartları, gerekse insanın birçok kötü arzu ve ihtirasları, onun kalp ve basiretini bağlayabilmekte, iyilik ve kötülükleri görmesini önleyebilmektedir.
Buna karşılık, yukarıdaki ayete göre, ahirette insan söz konusu olumsuz amillerden kurtulacağı için kendi hesabını bizzat kendisi yapacak, dünyadaki amellerinin değeri hakkında hüküm verecek ve kendisini ibra veya mahkum edecek bir ruh olgunluğuna ulaşacaktır.”
Görüldüğü gibi açıklamada hesap sormayı öldükten sonraya bırakmaktadır. Oysa ayette: ““Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” denilecektir.” (K. 17/14) denmektedir. Halkın anladığı gibi; ne Cehennem zebanileri var, ne de Cehennem görevlileri vardır. “Hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!” denilmektedir. Bu demektir ki hesap sormayı insanın kendisine bırakmaktadır…
Bu demektir ki insan olumlu ya da olumsuz bir eylemden sonra kendini yargıladığı zaman; davranışını, eylemini olumlu bulduğu zaman bir vicdan huzuru duyar, rahatlar, yaptığı davranış ve eylem için hesap verse bile başının ağrımayacağı düşüncesi ile huzur bulur ki, bu din dilinde Cennet olarak ifade edilir.
Eğer yaptığı davranış ve eylemden vicdanen rahatsız olmaya başlarsa, hesap vereceği korkusu taşırsa, huzuru kaçarsa rahatsızlık duymaya başlar ki bu da din dilende Cehennem azabı olarak ifade edilir. Bu nedenlerle “Hesap sorucu olarak sana nefsin yeter!” denmiştir.
Bunun koşulu olarak da iman ve salih amel koşulu ileri sürülmüştür.
Salih amel de doğru dürüst davranışlar eylemler, duygu ve düşüncelerdir… İman da ise Hak’ka teslim olma koşulu vardır. Bu da üstün değerleri, doğruluğu, dürüstlüğü, salih amelleri kutsal kabul ederek yaşamına uygulamaktan geçer…Bu kavramlara da din dilinde bu kavramlara Hak denir. Bu da Kuran’da şöyle ifade edilir:
“Çünkü Allah; Hak’kın ta kendisidir!” (K. 31/30)
Atatürk’ün bir sözü vardır:
“Bir din, akla ve bilime uygunsa işte o din gerçek dindir.”
Ne var ki bizimkiler akla, bilime, gerçeğe, mantığa, sağduyuya aykırı ne kadar kavram varsa hepsini dine sokuşturmuşlardır.
Bir örnek vermek gerekirse hemen herkesin okuduğu Fatiha süresinde: “Allah’ım, yalnız sana tapınır ve yalnız senden yardım dileriz!” dendiği halde; türbelerde yatan ölülerden yardım dilerler, “Şefaat ya Resuluhlah!” diye ilâhiler söylerler…
Av. Eren Bilge, 27. 10.2010
X8
DÜNYA VE AHİRET İÇİN İLİM

Alemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:
“İlim Mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Hadis-i Şerif)
“Yalnız iki kimse gıpta edilmeye la¬yıktır. Bunlar da; Allah’ın kendisine verdiği malı Hak uğrunda sarf eden, muhtaçlara dağıtan kimse ile Allah’ın kendisine vermiş olduğu ilim ve hik¬metle hükmeden ve onu halka öğre¬ten kimsedir.” (Hadis-i Şerif)
“Ya âlim (öğretici) ol, ya öğrenci ol veya dinleyici ol. Sakın dördüncüsü olma helak olursun.”
Gelişen dünyada bilimden, ilimden, teknolojiden uzak kalmak dünyada kör dolaşmaktır. İlimden nasip alma¬yan bir insan ruhsuz ceset gibidir.
Her işimizde ilmi rehber edinelim. İnsana olgunluk bahşeden iyi mezi¬yetler kazandıran Allah ve Resûlü’nün rızası bulunan ilimleri tahsil edelim.
SEMERKAND TAKVİMİ. 12 Ağustos 2009
+
Takvim böyle diyor. Ne var ki dünyada bilim ve ilim bakımından en geride kalmış ülkelerin başında İslam ülkeleri gelir.
En az üniversiteler İslam ülkelerindedir. Araştırma ve buluş, günümüzde, hemen hemen yok denecek kadar azdır İslam ülkelerinde…
Niçin böyledir, bu toplumun bir üyesi olarak düşünmemiz gerek değil midir?
Bunun başlıca nedeni: İslam ülkelerinde ilim denince akla gelenin Kuran ve Hadis kitapları olmasıdır. Bunları ezberlersen, bilirsen, âlimlerden sayılırsın. Oysa gerek Kuran’da ve gerekse Hadis kitaplarımda “BİLİM”E ilişkin bir açıklama yoktur. Olsa idi İslam dünyası bu kadar geri kalmazdı.
Olmadığı halde “bilime ilişkin ne varsa hepsi Kuran’da vardır” dediğin zaman en büyük âlim sen olmaktasın. Bunun en güzel örneği Cübbeli Ahmet’tir. Kendisini dinlemeye gelenleri sayısı stadyumları doldurmakta, on bin kişilik stadyumları 20 bin kişi doldurmaktadır.
Cübbeli Ahmet bu kalabalığı ne söylemektedir: “ALLAH’I ENÇOK ZİKREDEN HAYVANLAR KURBAĞALARDIR. Bunun için kurbağalara saygı gösterin!..”
Bilim, bunun neresindedir? İlim bunun neresindedir?
Asıl üzücü olanı bu gerçeklere değinmek, bunu gazetelerde yazmak, televizyonlarda dile getirmek bir düşün adamının dışlanması için yeterli neden olmaktadır.
Gazetecilerde bir gelenek vardır: Mesleğe yeni başlayan bir gence ilk söylenen “Sakın dinsel konularda yazma!” dır.
Oysa şeriat hükümleri Cumhuriyet devletinde yasaklanmıştır. Demirel’in söylemine göre Türkiye Cumhuriyeti yasaları 232 şeriat hükmünü yürürlükten kaldırmıştır.
Günümüzde ise ülkemizi “Laikliğe karşı hareketlerin odak noktası olan bir iktidar” (Anayasa Mahkemesi Kararı) yönetmektedir.
Buna karşın aydınlıkçıların şeriata karşı laikliği savunmalarına izin verilmemektedir.
Dinî konularda yazılmazsa laiklik nasıl korunacaktır?
Bunu soru, aydın olduğunu sananlara saygı ile sunulur…
Av. Eren Bilge, 6.7.2010
X9
KAPILARI AÇAN SEVGİ

Sevginin açamayacağı hiçbir kapı, çözemeyeceği hiçbir sıkıntı yoktur. Bir Müslüman’a yakışan şey, hadise¬ler karşısında sabırlı olmak, hırslarına ve hislerine göre değil, aklına göre hareket etmek, Peygamber Efendi¬miz gibi (s.a.v) affedici ve bağışlayıcı olmaktır.
Sevgi çok özel bir duygudur. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de:
“İyilik, kötülük gibi değildir. Kötü¬lüğü en güzel bir şekilde savuştur. Böyle yaptığın zaman göreceksin ki seninle arasında düşmanlık bulunan kişi sonunda sıcak bir dost oluver¬miş.” (K. Fussilet, 41/34) buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadi¬si şerifinde:
“Farz ibadetleri yerine getirdikten sonra Allah yanında amellerin en sev-gilisi, bir mümini (iyilik yaparak) se¬vindirmektir.”
Gönüller sultanı Hz. Mevlana (k.s), oğlu Sultan Veled’e şöyle tavsiyede bulunmaktadır:
“Oğlum! Düşmanını sevmek ve onun da seni sevmesini istiyorsan, kırk gün onun iyiliğini ve hayrını söy¬le. Göreceksin ki, o kimse senin en yakın dostun haline gelecektir. Çün¬kü gönülden dile, dilden de gönle bir yol vardır,”
SEMERKAND TAKVİMİ. 27 Ekim 2009
+
Elbette bir Müslüman’a; bırakın bir Müslüman’ı, bir insana, yakışan sevgidir. Ancak bu sevgi yalnızca kendi inancımızda olanlara özgü olmamalıdır. Çünkü bütün insanlar Yaratan tarafından yaratılmıştır ve Allah Rab bil âlemindir.
Kaldı ki İslam’da şöyle bir deyim de vardır. Bu deyim Yunus Emre tarafından çok kullanılır:
“Yaratılanı severiz yaratandan ötürü!”
Önemli olan müminin mümini, Müslüman’ın Müslüman’ı sevmesi değildir. Önemli olan bir Müslüman’ın dini inancı ne olursa olsun bütün insanları sevmesidir. Çünkü bir insan Müslüman değilse bu Kuran’a göre Allah’ın takdiri iledir.
Örnek olmak üzere bir ayet sunuyorum. Bu tür ayetler Kuran’da 70’i bulur.
“Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (K. 16/9)
Görüldüğü gibi Allah’ın doğru yolu nasip etmediği kişiyi sevmemek Allah’ın takdirine karşı gelmektir.
Öyle ki şu ayette de Allah (Peygamberin aklı, iç beni, mantığı, önsezisi, sağduyusu…) Peygamberi azarlıyor:
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (K. 10/99)
Bu ayetin hemen devamında da, bil ki, “Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse iman edemez (K. 10/100) deniyor…
Kitaplarında böyle yazıyor; ama bizimkiler bırakın Müslüman olmayanları sevmeyi; Afganistan’da, Irak’ta, İran’da, şeriatla yönetilen çoğu ülkelerde birbirlerini öldürüp duruyorlar. Canlı bomba olup camilerin içinde ve dışında kendilerini patlatıp duruyorlar… Yüzlerce canı bir anda havaya uçuruyorlar, paramparça ediyorlar…
Bu davranış yalnız Müslümanlara özgü değildir. Zamanında Yahudiler de birbirini öldürüp durmuşlardır… Hıristiyanlar da birbirini öldürüp durmuşlardır…
Bu insanlar Tanrı’ya inandıkları halde, peygamberleri, kitapları olduğu halde niçin bu kadar canavarlaşıyorlar, can alıcı olup cana kıyıyorlar… Ya Allah bunlara peygamber göndermeseydi, kitap indirmeseydi bu insanlar ne olurdu acaba?
Allah Baba bir yararı olmayacaksa bu peygamberleri niçin gönderiyor; bu kitapları niçin indiriyor?..
Bu konuda ne deyeceğimi bilemiyorum…
Bilen varsa söylesin…
Av. Eren Bilge, 9.111.2010
X10
CENNET MÜJDESİ

Efendimiz (s.a.v) “Dünya, ahiretin tarlasıdır” buyurur.
Bu dünyadaki kö¬tülüklerin cehenneme;
İyiliklerin ise, cennete götüreceğini unutmamalı.

Yüce Allah da şöyle buyurur:
“Rabbine karşı gelmekten sakı¬nanlar bölük bölük cennete sevk edi¬lirler. Cennete vardıklarında kapılar açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: ‘Size selam olsun! Tertemiz oldu¬nuz. Haydi ebedi olmak üzere girin cennete!’.” (Zümer, 73) müjdesini verir. Hz. Peygamber de (s.a.v):
“Bana altı şey hakkında teminat verin ben de size cenneti temin ede¬yim.
1. Söylediğiniz zaman doğru söyle¬yin,
2. Vaat ettiğinizde vaadinizi yerine getirin,
3. Size bir şey emanet edildiğin¬de emanete ihanet etmeyin,
4. İffetinizi muhafaza edin,
5. Gözünüzü haramdan sakındırın,
6. Ellerinizi haramdan uzak tutun.” buyurmaktadır.
SEMERKAND TAKVİMİ. 26 Ekim 2009
+
“Dünya, ahiretin tarlasıdır” denmekte takvim yaprağının başında…
Dünya, yaşadığımız ve içinde bulunduğumuz andır,
Ahiret ise; bir saat, bir gün, bir hafta, bir ay sonraki ya da daha uzun sürede yaptığımız eylemin sonucu ile bu dünyada karşılaşmadır.
Bunlar da insan yaşarken yaşanır.
İnsan da ahret gerçeğini böyle bilip böyle yaşamalıdır.

2 kere 2 kaç eder?
Bunu bilmeyecek ne var?
2 kere 2= 4 eder…

Dinde de böyledir…
Her şey matematikseldir.

Kötü eylemde bulunursan bunun karşılığı, huzursuzluktur, korkudur, güvensizliktir…
Dinsel söylemde; korkunun, huzursuzluğun, güvensizliğin karşılığı Cehennem diye ifade edilir.

Aynı biçimde iyiliğin karşılığı ise huzurdur, korkusuzluktur, güvendir.
Buna da dinsel söylemle Cennet denir…
Cennet de, Cehennem de insanın ruhsal halidir…

Bunlar da ölmeden önce bu dünyada yaşarken yaşanır.
Ölünce karşılaşacağın sonuç toprak olmaktır.
Kutsal kitaplar bunu böyle sunmaktadır.
Ben dindarım deyen insan buna alışmalıdır.
“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz.” (K.20/55)
Al bir ayet de Tevrat’tan:
Hayvanlar nereye gidiyorsa oraya gidiyoruz.” (Tevrat. Vaiz, 3/19-21)

Evet, ölmek, yok olmak, toprağa karışmak çok acıdır.
Ama insan gerçeğe (Allah…) saygı duymalıdır.

Takvimin son bölümünde insan’ı Cennet’e götürecek olan eylemler sıralanmaktadır.
Bunlar altı sayısı ile sınırlandırılamaz daha birçok eylemler vardır.

Karşılaştığımız her olayda, sorunda; erdemlere, genel ve ortak değerlere, olumlu kavramlara, yüce niteliklere sarılmalıyız.
Saydığım bu erdemleri, genel ve ortak değerleri, olumlu kavramları, yüce nitelikleri yaşamımıza uygulamalıyız.

Böylece huzur ve güven içinde bir yaşamı sağlamış oluruz.
Güzelim dünyamızı yaşarken Cehennem’e çevirmekten kurtuluruz…

Sayılan bu olumlu değerleri ve kavramları kutsallaştırmalıyız.
Ancak böylece Allah’a yaklaşırız…

Sorun bu denli basittir.
Dini akla uydurmanın vakti saati gelmiştir…

Bunun her zaman testi, denemesi yapılabilir.
Kötü olanı yaparsan başına ummadık belalar gelir…
Bu söylediklerimi özümser ancak aklını imana kurban etmemiş olanlar…
Kuran da bu durumu şöyle tanımlar:
“Bu inceliği ancak akıl sahipleri anlar.” (K. 3/7)

Ben az söyledik siz çok anlayın,
Bilgisizlerin sözlerine kanmayın…

Av. Eren Bilge, 23.11.2010
X11
FAYDALI İLİM

Ey nefsini ilâh edinen!
İçinde Cenâb-ı Hakk’ı görmeyip kendini gören,
İlmi zandan öteye var¬mayan…

Hakikat ilminden mahrum edilen allâme!
Bu hakikatları anlamıyorsun diye, sakın bilenleri hor görme…

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Size ilimden az bir şey verilmiştir.” (K. İsrâ: 85) diye buyurur…
Nitekim Hızır Aleyhisselâm ile Musa Aleyhis-selâm’ın kıssasını ortada durur!

Gemide yolculukları esnasında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına kondu.
Denizden bir-iki damla su aldı, yuttu.
Hızır Aleyhisselâm: “Yâ Musa! Benim ilmimle senin ilmin,
Al¬lah-u Teâlâ’nın ilminden şu serçenin deniz¬den eksilttiği kadar eksiltir.” (Buhari. ilim 16) diye buyurdu:

Oysa o iki damla da Hazret-i Allah’ındır, se¬nin neyin var? Hiç!..
Öyle ise vakit geçirme Allah’ın ilminden iç!..
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efen¬dimiz bir Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:
“İlim ikidir.
Biri dilde olup (ki bu zahiri ilimdir)
Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüc¬cetidir.
Bir de kalpte olan (marifet ilmi) vardır.
Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan bu ilmi öğrenmek gereklidir.” (Tirmizi)

Bu mevzular bâtınî ilim erbabına mahsustur.
Bu hakikatler onlarda bulunur.
Bu hakikat¬lerden ve bu ilimden haberdar olmayanlara da duyurulur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efen¬dimizin “Faydalı ilim.” olarak tarif ettiği ilim bâtı¬nî ilimdir.
Zahirî ilim dış âlemimizi süslemek ve cehaletten kurtulmak içindir.
Bâtınî ilim ise bu aydınlık yolu bilmek,
İç âlemimizi nurlandırmak gerekir…
+
Not
Ancak selim akıl sahipleridir ki, iyice düşünürler. (K. 13/13)
(HAKİKAT TAKVİMİ. 10 Şubat 2010)
X12
NE ARARSAN KENDİNDE ARA

Yukarıdaki açıklamalar Hakikat Takvimindendir.
Aslı gibidir, bir değişiklik yapılmamıştır…
Yalnızca,
Manzumeleştirilmiştir…

Gerçek ilminden yoksun olanlara sesleniyor.
Bildiklerin zandır,
Zannın ötesinde bir de gerçek vardır.
Zannına tapmayı bırak da gerçek olan Hak’tır…

Bir de bilirim, biliyorum diye övünme,
Sakın ha sakın bildiklerine güvenme,
Bildiklerinin ötesinde de bir ilim vardır,
Batın ilme denir buna din ilminde…

İlim denizi Okyanuslar derinliğindedir.
Senin, benim bilgimiz ise,
Okyanustan alınan bir damla gibidir.

İyisi mi mağrur olmayalım ilmimize…
Bilinmesi gereken daha çok ilim var geride.
Bu batın ilmi (Ezoterik, Gizli, İlahi, marifet ve ahret ilmi…) bulunmaktadır derinlerde…
Bu ilmi öğrenmeye çalışalım…
Aklımız yarsa kendimize…

Bilinen ilim görünürdedir.
Kitap olarak elimizdedir,
Öğretmen olarak gözümüzün önündedir.
Bir de görünmeyen ilim vardır…
O da Arif’in, Eren’in gönlündedir.

Bu ilim bize geleceği gösterir.
Bu ilmi öğrenen kişi güven ve huzur içindedir..

Merak edersen eğer bu ilim nedir diye.
Şimdilik iki kitap adı veriyorum size.

1. Ezoterizm ve Batınilik Tarihi. Melih Ülkü Akat. NK Yayınları
2. Ezoterizm ve Batınilik Tarihi. Cihangir Gener. Yurt Yayınları

Bu iki kitabı özetliyorum:
“Ne ararsan kendinde ara,
Mekke’de, Medine’de değil!” diyorum…

Av. Eren Bilge, 14.12.2010
X13
KIYAMET

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dün¬yayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır.
Var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret haya¬tı başlayacak.
Kıyametin yakın olduğunu gösteren bir çok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerifler vardır.
Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulmaktadır:
“Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır.” (Necm: 57)
“Onun alâmetleri gerçekten gelmiştir.” (Muhammed: 18)
“Kıyamet saati mutlaka gelecektir, bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmıyor.” (Mümin: 59)
“Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakın¬dır. Ona inanmayanlar, onun çabuk gelmesi¬ni istiyorlar. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler.
İyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartı¬şanlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Şû¬ra: 17-18)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz şehadet parmağı ile orta parmağını yanyana göstererek şöyle buyurdular:
“Ben, kıyamet şöyle yakın olduğu halde gönderildim.” (Buhari – Müslim)
Kıyametin ne zaman kopacağını, bu müthiş saatin ne zaman geleceğini Allah-u Teâiâ’dan başka kimse bilmez. Kesin olarak bilinen, alâ¬metleri zuhur etmeden kopmayacağıdır. Birisi zuhur edince, diğerleri birbiri ardından ortaya çıkar. Önce küçük alâmetler zuhur edecektir.
(HAKİKAT TAKVİMİ. 10 Ocak 2011)
+
Bilindiği gibi kıyamet anlayışı gerçek anlamda dünyanın sonudur. Buna göre yeryüzündeki bütün insanlar, dahası canlılar; kısacası: Evren yok olacaktır.
Yukarıdaki ayetleri gerçek anlamda alırsak; aradan geçmiş 1400 yıldan uzun bir süre. Yakın olduğu söylenen kıyamet hâlâ kopmamıştır. Ne zaman kopacağı da belirsizdir.
Nasrettin Hoca’nın bu konuda ilginç bir söylemi vardır. Sormuşlar kendisine kıyamet nedir diye. O da şöyle yanıt vermiş kendilerine:
– Karım ölürse küçük kıyamet; ben ölürsem, büyük kıyamet…
– Nasrettin Hoca’nın bütün fıkraları halkın gerçek düşüncesinin dışa vurumudur.
Nasrettin Hoca’ya göre, insanın karşılaştığı acı olaylar kıyametle simgeleniyor.
Kıyamet, kıyamdan gelir. İnsanın ayağa kalkmasıdır. Batınî (derin, gizli) anlamda, insanın utanç verici bir eyleminde suç üstünde yakalanması olayında başından aşağı kaynar suyun akması gibidir…
Böyle bir olayda insanın dünyası başına yıkılır Yaptığından büyük bir utanç duyar. Yaptığı utanç verici eylemin kendisine yakışmadığını anlar. Böyle bir ruhsal durum ruhsal anlamda insanda kıyametin kopmasıdır. Böyle bir olayla karşılaşan insan kendi kendine söz verir. “Bu utanç verici olayı bir daha yapmayacağım!” der. Ve sözünü de yerine getirir ki böylece insan yeniden doğmuş olur. Utanç verici eylemde bulunan insan gider; yerine yepyeni bir insan gelir…
Kıyamet bir anlamda da günümüzde olduğu gibi değer yargısının ortadan kalkmasıdır. Örnek verirsek; rüşvet olayları başını almış gidiyor. Haksız kazanç sağlamanın türlü çeşidi var. Sokaklarda her gün cinayet işleniyor. Durur dururken yolda evine, işine gidip gelen insanlar öldürülüyor… Her türlü yolsuzluk, usulsüzlük, yandaş kayırmalar medyaya yansıyor. Suçsuz yere içerde yatanlar, suçunun ne olduğunu bile bilmeyenler, suçlu olduğuna karar verilenler, hüküm kesinleşmediği için, dışarı salıveriliyor. Bütün bunlar değer yargısının ortadan kalkmasıdır ki bundan iyi kıyamet olamaz…
Din adamları ise kıyamet kavramını kullanarak insanları imana davet ediyor. “Kıyamet koptu kopacak; iyisi mi imana gelin öbür dünyada cehennem ateşinde cayır cayır yanmaktan kurtulun!” diye korkutuyorlar. Ne var ki sözü edilen kıyamet hâlâ kopacak.
İnsanları korkutmaktan ne çıkar. Bir insan bir dini seçecekse korkarak değil aklını kullanarak, anlayarak seçmelidir.
Kaldı ki din kitapları da aklınızı kullanın, düşünün, gerçeği araştırın diyor.
Av. Eren Bilge, 12.1.2011
X14
BAKINIZ İSLAM NELER DİYOR?
BİZİMKİLER NE HALTLAR YİYOR…

Müslüman, maddi ve manevi olarak sadece kendini düşünen insan değildir. O, Allah’ın verdiği nimetleri diğer kardeşleriyle paylaşmaya, ihtiyaç sahiplerine destek olmaya gayret eder.
Müslüman, yaptığı iyiliklerin karşılığını sadece Allah’tan umar. O’nun rızasını kazanmak için fakir-fukaranın, düşkün¬lerin elinden tutup yardım eder.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
“Ancak iki kişiye imrenilir:
Bunlardan biri: Allattın kendisine mal verdiği ve bu malı Hak yolunda tüketme iradesine sa¬hip kıldığı kişi,
Diğeri de: Allah’ın kendisine ilim verdiği, hem bu ilimle amel eden hem de onu başkasına öğreten kişidir.”
(Buhârî, “İlim”, 15, “Zekat”, 5; Müsned, II/9, 36)
Bize düşen paylaşmayı, başa kakmadan, minnet ve töhmet gibi incitici tavırlarda bulunmadan yapmaktır.
DİYANET TAKVİMİ, 8 Şubat 2011
+
Bu konudaki ayetlerden biri:
K. 3/180: Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
+
KURTULUŞ LAİKLİKTE

Bir Diyanet’in dediğine bakın…
Bir de çevrenize bakın…

Çoğunda kilolarca altın,
Yapar bunu ancak firavun…

Yazlığı var, kışlığı var…
Sahilde villası var,
Denizde yatı var.
Bir de Müslümanlık taslar…

En lüks arabalara biner,
Bankaya jepple gider…

Parti kuranları da var aralarında,
Fakir fukara tepişir arkalarında…

Apartmanlar kat kat!..
Dört beş tane avrat,
İstediğinle yat!..
Oh! Ne güzel hayat!..

İlim bilim diye safsata satar,
Ara sıra istiareye yatar,
Geğire geğire konuşma yapar…

Yoksulun açlıktan ağzı kokar,
Bir meteliğe kurşun atar,
İşsizlik diz boyu,
Bir çuval kömüre, mercimeğe oy satar…

Sakal bıyık,
Cüppe sarık,
Binlerce mürid,
Hepsi de sadık…

Var mı malını hak yolunda tüketen kişi?
Bir tek Aziz Nesin yaptı bu işi…

Müslümanlık nerde bunlar nerde?
Bilelim ki kurtuluş laiklikte…

Av. Eren Bilge, 9.2.2011
x
KATKIDA BULUNANLAR:
Ahmet Dursun:
Sayın Balta,
Demek ki, ilmi de serveti de Allah vermiyormuş.
Öyle ya, Allah adına konuştuğuna inanılan bir peygambere ve dahi Allaha itaat edeceksiniz, servet, bilim edineceksiniz ancak aksi yönde davranacaksınız.
Tanrı da buna sessiz kalıp seyredecek.
Uzatmaya gerek var mı?
HAŞR SURESİ: 7 Allah’ın, kentler halkından resulüne zahmetsizce aktardığı mal ve nimetler şunlar içindir: Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar, yolda kalmışlar. Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın. Resul size ne verdiyse onu alın; sizi neden yasakladıysa ona son verin ve Allah’tan korkun. Hiç kuşkusuz, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.
Böyle diyor ama peşinden diyor ki;
KASAS SURESI: 78 O dedi: “Bu servet bana, bendeki bir ilim sayesinde verildi.” Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nesiller içinden ondan kuvvetçe daha zorlu, sayıca daha çok olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne olduğu, günahkârlardan sorulmaz.
Daha sonra başka şey söylüyor, diyor ki;
ZÜHRUF SURESI: 23 İşte böyle! Senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek oranın servetle şımarmış kodamanları mutlaka şöyle demişlerdir: “Biz atalarımızı bir ümmet/bir din üzerinde bulduk; onların eserlerine uyarak yol alacağız.
Yani her şey elimde, güç bende diyen tanrı, servetle şımaran kodamanlara engel olamıyor. Daha sonra diyor ki;
NUR SURESİ: 33 Nikâh imkânı bulamayanlar, Allah kendilerini lütfünden zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Size bağımlı olanlardan, hürriyetini satın almak isteyenlerin, kendilerinde iyi hal görürseniz, onlarla yazılı anlaşma yapın. Allah’a size verdiği malından siz de onlara verin. Hizmetinizdeki genç kızları, iffetli kalmak isteyip dururlarken, iğreti dünya hayatının basit menfaatini elde etmek için fuhşa zorlamayın. Kim onları baskı altında tutarsa Allah, fuhşa zorlanmalarından sonra onları affedici, esirgeyicidir.
Biz hangisine inanmalıyız?
Hani Allahın gücü her şeye yetiyordu? Yoksa zengine onun da mı gücü yetmez?
Yoksa bir şeyleri eksik mi bıraktı?
Ama imkânsız çünkü eksik bırakmadığını söylüyor.
EN’AM SURESI: 38 Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap’ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar, sonunda Rableri önünde haşredilirler.
O halde eksik olan kim, nedir?
Yoksa zenginler kitap yazarken serveti olanların diğer canlılar üzerindeki hâkimiyeti mi eksik bırakılmamıştır?
Saygılar….
A. Dursun, 10.2.2011
X15
EVLİYAULLAH SEVGİSİ

Allah-u Teâlâ’nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk’ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullan¬dır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kimi dilersek onu derece derece yük¬seltiriz.” (K. En’am: 6/83) işte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyrulmaktadır:
“Bize kendi katından bir veli ver, bize ken¬di katından bir yardımcı ver.'(K. Nisâ: 4/75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime’yi:
“Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bi¬ze kılavuzluk edecek bir veli ver.” şeklinde mânâlandırmışlardır.
Dualarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin:
“Ey Allah’ım! Bana kendi sevgini, seni se¬venlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle.” (Tirmizi)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğu¬nu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereği¬dir. Hakk’ın dostlarını sevmek ve onların sevgi¬sini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar.
Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendileri¬miz hakkında besleyebildiğim cüz’i bir mu¬habbetten başka bir sermayem yoktur.” bu¬yurmuşlardır. (31. Mektup)
(28 Ocak 2011 Hakikat Takvimi)
+
Önce evliyaullah’tan başlayalım. Evliya’nın Türkçe karşılığı Eren demektir. Yani Allah’a varan, Allah’a ulaşan anlamında…
Bir de evliya, velinin çoğulu olarak kullanılır. Bu kavramı tekil olarak kullanmak istersek şöyle demliyiz. Veli…
Veli ise koruyan, gözeten anlamındadır…Bir okulda öğretmen sorar:
“Bu öğrencinin velisi kim? Bu öğrenci ile ilgili bilgiyi kime vermeliyiz?..”
İşte Veliler Allah’ı koruyup, gözeten ve onu yücelten kişilerdir. Veliler Allah’ı yücelttiği gibi; Allah da Velileri yüceltir. Allah Veli ilişkisi karşılıklıdır. Sev Allah’ı ki Allah da seni sevsin…
Ayette: “Bize kendi katından bir veli ver, bize ken¬di katından bir yardımcı ver.” (K. Nisâ: 4/75) deniyor. Demek ki her Müslüman, her Hıristiyan, her Yahudi ya da diğer dinler mensubundan herhangi bir insan Allah’ın katından değil…
Peki Allah’ın katından olmak deyimi ne anlamamız gerekiyor… Allah’ın katından olmak ibadetle olmaz….Fetva ile, vaaz ile, öğüt ile olmaz… Ya ne ile olur?… Allah’ın katından olmak Salih amelle, erdemli yaşamla, şanla şerefle, şöhrette, göze girmekle, mal mülk sahibi olmakla, mansıp sahibi olmakla olmaz… Ya ne ile olur? Alçak gönüllü olmakla, hırstan ihtirastan kurtulmakla olur. Doğru dürüst bir yaşam sürdürmekle olur; herhangi bir kimseyi çekiştirmekle, aşağılamakla olmaz.
Kısaca özetlersek: Üstün değerleri, olumlu kavramları, erdemi sahiplenmekle ve bu değerleri bizzat yaşamında uygulamakla ve Hak’ka sarılmakla olur ki bu kavramlara din ilminde Hak denir. İnsan bu kavramları yüceltirse Hak’kı yüceltmiş olur ve Hak’ka da İslamiyette Allah denir. Okuyalım:
“Çünkü Allah hakkın ta kendisidir…” (K. 22/6, 62. 24/ 25. 3l/30)
Bunun içindir ki İslam Peygamberi:
“… beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle” demektedir.
Biliyorum, biliyorum… Bu söylediklerimi şeriatçı anlayışa ters düşmekte; ama ne var ki gerçek böyle…
Av. Eren Bilge, 1.3.2011
X16
CAHİL İLE ETME SOHBET

Âlim ile sohbet etmek lâl-ü mercân incidir.
Cahil ile sohbet etmek günde bin can incitir.
(Söyleyen bilinmiyor…)
DİYANET TAKVİMİ, 16 Mart 2011)
+
Biz bu kıtayı yalnız şöyle dile getirirdik. “Cahil ile eyleme sohbet, sohbeti can incitir.” Meğer bu sözün aslı yukarıdaki kıta gibi imiş. Kimin söylediği belirtilmiyor ama; kim söylemişse güzel söylemiş…
Gerçekten de alimin, arifin bir sözü insanı kendine getirir. Kendi yaşamımdan örnek vereyim, iyi gelir.
Futbola düşkün olduğum sıralarda duyduğum bir söz benim canlanmama neden oldu.
Semtimizde Sakıp Okuducu adında bir attar vardı. Tasavvufa meraklı idi. Bende de tasavvufa ilgi olduğu için bir araya geldiğimizde tasavvuf üzerine konuşurduk. Bu konuşmalardan birinde Sakıp Okuducu, Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin, futbol hakkında, bir sözünü aktardı: “Futbol ahlak ve karakter yıkıcı bir spordur…”
Bu sözü duyar duymaz futbol yaşamım gözlerimin önünden geçmeye başladı.
Örneğin:
Gol kaçırırsın… Yuuh! Sesleri…
İsabetli pas veremezsin… Dikkat etsene lan!..
Çalıma uğrarsın… Eşşek haa!…
Birkaç pas kaçırırsın… Oyuncu değişikliği…
Bütün bunlar beni etkilerdi. Ahlak ve karakterim hakkında olumsuz etki yapardı. İşte Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin yukarıdaki sözleri beni futbol yaşamından kopardı…
Futbol yaşamında karşılaştığım bütün bu aşağılamalar, suçlamalar cehalettendi.
Cahil insanın üstün niteliği (sıfat-ı galibesi) aşağılamak ve suçlamaktır.
Kim ki bir başka insanı aşağılıyor; bilin ki o cahildir.
Yine kim ki bir insanı suçluyor, bilin ki o cahildir.
Yaşamımda edindiğin ilkelerden biri de şudur:
Aşağılayan aşağılıktır.
Suçlayan suçludur.
Bir başkasını aşağılayan, suçlayan gördüm mü; derim ki, işte sana bir şeytan…
Şeytan; insanı aldattığı gibi, kandırdığı gibi aşağılar ve suçlar da…
+
Ağalar, beyler ırzına geçmek istediği hizmetçisini aşağılayarak, suçlayarak işe başlar. Aşağılanan, suçlanan zavallı hizmetçi kızın iradesi zaafa uğrar…Ağanın beyin beğenisini kazanmak için koynuna girer…
+
Alim cahili tanır; çünkü, bir zamanlar kendisi de cahildi; ama, cahil alimi tanımaz; çünkü, kendisi hiçbir zaman alim olmamıştır.
+
Cahil: Bilmediğini bilir. Echel bilmediğini bilmez. Cehl-i mürekkep ise; bilmediğini bilmez ve de herkesi bilmez sanır…
+
Bir de katmerli cahil vardır: Bu da cahillerin beğenisini kazanmak için hüner göstermeye kalkar ki bunun için de alimler, arifler şöyle der:
“Bedbaht ona derler ki elinde cühalanın
Kahrolmak için kesb-i hüner eyler.”
Av. Eren Bilge, 23.3.2011
X17
AHİRET HAYATI

Ahiret hayatı “hem dünya hayatının sonunu hem de ölümle başlayan ebedî hayatı” içine alır.
Bir ayette “… Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamber¬lerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düş¬müş olur.” (Nisâ, 4/136) buyurulmuştur.
Ahiret hayatı ebedî, dünya hayatı ise fanidir.
(DİYANET TAKVİMİ, 5 MART 2011)
+
Evet, “Ahiret hayatı “hem dünya hayatının sonunu; hem de, ölümle başlayan ebedî hayatı” içine alır
Ancak bu ölüm halka anlatıldığı gibi değildir. Bir kere bilinmelidir ki hayatın sonu “ölüm”dür. Ancak bu ölüm fiziksel olarak ölüm değildir. Bu ölüm, İslamî deyimle “ölmeden önce ölmek”; İsevi deyimle “Yeniden doğmaktır”…
İnsan; “ölmeden önce ölünce” mânâ âlemi ile tanışır. Mana âlemine geçmeyenler bunun ne demek olduğunu bilemezler. Mânâ bir başka âlemdir. Mânâ eliminde yaşayan insana dünya ve insanlar başka görünür. Bunlar; şan şeref, malk mülk, mevki unvan için çalışmazlar. Dingin bir yaşamı yeğlerler. Kendi yaşam ve eylemlerini gözden geçirerek daima iyiye yönelirler. Daima doğruluğa, dürüstlüğe, erdeme önem verirler. Bunlar günlük kazancının bile kendisine yetecek kadarı ile yetinirler. Kendi huzur ve güvenlerini garantilemek istedikleri gibi başkalarının da huzur ve güveni için çalışırlar. Çünkü böylesine bir yaşam kalıcıdır. Dinsel deyimle ebedîdir… Fiziksel olarak ölmekle ebedî yaşama erişemezsin….
Fiziksel olarak ölenlerin sorumlulukları bitmiştir.
İncil’de geçen şu ayetlere dikkatinizi ç ekerim
“Tanrı ölülerin değil, dirilerin Tanrısıdır.” (İncil, Matta, 22/32)
“Tanrı ölülerin değil, dirilerin Tanrısıdır. Siz büyük bir yanılgı içindesiniz.” (İncil, Markos, 12/27) “
“Tanrı ölülerin değil, dirilerin Tanrısıdır. Çünkü Ona göre bütün insanlar yaşamaktadır.” (İncil, Luka, 20/38)
Bu ayetler İncil’dendir. İncil’deki bu ayetleri hükümden düşürmek için İncil tahrif edilmiştir.” derler. Böyle diyenlere Kuran’daki şu ayetlerle yanıt verme gereğini duyuyorum:önce şunu sorayım: Tevrat, Zebur, İnil Tanrı sözü değil midir? Tanrı sözü ise Tanrı’nın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. Öyleyse şu ayetleri okuyalım:
“Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur.” (K. 6/115)
ve de:
“Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur.” (K. 10/64) dendiğine göre TAHRİF savını ileri sürenler işin içinden nasıl çıkacaklar acaba?
Unutmayalım ki imanın koşulu olan şu ayetler bütün Müslümanları bağlar:
“…Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamber¬lerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düş¬müş olur.” (Nisâ, 4/136)
Bu ayetleri görmezden gelenler “derin bir sapıklığa düş¬müş” olmuyorlar mı?..
Av. Eren Bilge, 13.4.2011
X18
KANAAT: GERÇEK ZENGİNLİK…

Sözlükte “verilene razı olmak” anlamına gelen kanaat, kişinin elinde bulunanla yetinmesi, dünya nimetlerinden kısmetine düşene razı olmasıdır.
Kur’an-ı Kerim’de, dünya hayatının süs ve cazibesine adlanılmaması ve âhiretin unutulmaması için Müslümanlara uyarı¬lar yapılmış, dünya hayatının geçiciliği vurgulanarak âhiret hayatının tercih edilmesi hatırlatılmıştır:
(Âl-i İmrân, 3/14: Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.
Ankebût, 29/64:. Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!)
Hz. Peygamber de bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
“Kanaatkar ol ki insanların Allah’a en çok şükredeni olasın” (İbn Mâce, “Zühd”, 24).
İnsanın helal ve meşru olanla yetinip kanaat göstermesi onun ahlaki yönüne işaret eden güzel bir meziyetidir.
(DİYANET TAKVİMİ, 25 Ocak 2001)
+
Takvim yaprağında anlatılmak istenen kanaatkar olmaktır.
Gerçekten de kanaatkar olmak olumlu bir niteliktir. Kanaatkarlık, huzur ve güvenin olmazsa olmazıdır.
İslam’da; kanaatkarlığın ötesinde, yoksulluk da önerilir. Öyle ki, yoksulluk, Cennet’in anahtarı olarak gösterilir. Örnek olarak da İslam Peygamberinin ve sahabelerinin yaşamları sergilenir. Örneğin Peygamberin yaşamı hakkında şöyle sözler söylenir:
“Evinde 2-3 ay aş için ateş yanmadığı; bu evde su ve hurmadan başka yiyecek bulunmadığı yolunda patetik (Duygulandırıcı, düşündürücü…HB) hadisler nakledilmiştir.
“O bir çok zaman aç kalmış açlıktan karnına taş bağladığı olmuştur. Onun hayatını insafla okuyan kimse bunun sayısız misalleriyle karşılaşır. (Google, Hz. MUHAMMED’İN MAL VARLIĞI YAZIP TIKLAYINIZ…)
Oysa İslam Peygamberinin yaşamı anlatan kitaplar okuyunca gerçeğin hiç de söylenildiği gibi olmadığı görülür. Köleleri, cariyeleri olduğu görülür. Yalnız kendisinin değil eşlerinin de ayrı ayrı köleleri ve cariyeleri de vardır. Bu köleler ve cariyeler, öyle söylenildi gibi su içip hurmadan başka bir şey yemezlerse iş göremezler. Görülüyor ki söylenenler gerçeklerle bağdaşmıyor.
Bu görüşlerimi Kuran’da doğrulamaktadır. İslam Peygamberi’nin zenginliğini Kuran söylemektedir. Artık Kuran’ın aşağıda gösterdiğim ayetlerine de inanmayanların inancından kuşku duyulur. İşte ayetlerden biri:
“Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?” (K. 93/8)
Diğer ayetler için de şu ayetlere bakabilirsiniz: (K. 8/1, 41)
Kanaatkarlık için bir sözüm yoktur. Elbette kanaatkarlık olumlu bir niteliktir. Yoksul insanların eziklik duygusu içinde yaşadıklarını çok görmüşümdür. Bu nedenle İslam dünyasını yoksulluğa özendirmeyi anlamsız buluyorum.
İslam dünyasının yoksulluk içinde çırpınmasının nedenini de bu tür söylemlerde bulmaktayım. Niçin dinli dinsiz diğer ülkeler zenginliğin nimetlerini tasınlar da Müslüman toplumlar zenginliğin nimetini tatmasınlar. İslam ülkelerinin yoksul kalmasında İslam allamelerinin rolü yok mudur? Takdiri söz okuyucularıma bırakıyorum…
Av. Eren Bilge, 4.5.2011
+
KATKIDA BULUNANLAR:
Merhaba,
Yazını gördüm postamda, bir güzel kıraat edip kanaat getirdim ki; insan denen varlık özünde açtır..
Eski günlere gittim, büyük büyük çook büyük babamın yaşadığı dönem!
O zamanlar avcı/toplayıcı olarak yaşıyor, geze geze topluyor ve çoğalıyorlardı..
Sonra yerleşik düzene geçtiler ve işte o zaman işler değişmeye başladı… Sonrası bildik hikaye.
Aralarından bazıları çıkıp kitaplar yazmış, hele biri bugün de çok satan bir kitap olarak biliniyor..
Ben hala avcı/toplayıcı kafasında kaldığım için yazılanları anlamakta zorlanıyorum!
Ankebut 29/64 demiş ki ‘bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir’ ee.. Bunu söyleyen kim, yaratıcı değil mi? Adama sormazlar mı; aklın neredeydi diye.. Baştan işi sıkı tutmaz isen sonra yakınma hakkın olmaz. Madem sen yarattın her şeyleri; ya imalat hatası yaptın ya da malzemeden çaldın..
Sonra da adamlar çıkıp ‘kanaatkar ol ki insanların Allah’a en çok şükredeni olasın’ diyorlar.. Türkçe meali şöyle; kes sesini otur oturduğun yerde.. Bunlar da senin bozuk imalatının Zanaat-kar bölümündeki elemanlar, satış ve pazarlamadan sorumlu..
Sözlük anlamı da anlamlı! hani ‘verilene razı olmak’..
Kanaatkar olmak ile benim de bir derdim olmaz. Derdim bunu bir erdem olarak pazarlayanlarla.. Erdemli bir insan olabilmek zordur ama olanaksız değildir. Verilene razı olan (her anlamda verilen) baştan edilgin kılınmıştır..Kitapta da başrol onun zaten!:-)
Bu arada ”a” üzerine şapkasını koymayı bilmiyorum, anlam kayması olabiliyor.. Zanaat-kar’dan muradım kazanç sağlayan.. bezirgan:-)
Sağlık ve sevgi dileklerimle
Hazretik’a’r servet..
Servet Şahin, 4.5.2011
X19
SINAVI NASIL KAZANACAĞIZ?

Cenab-ı Allah, insanı yaratmış ve bu dünyaya imtihan için göndermiştir. İmtihanın sonucu ise işlediğimiz amellere göre belli olacaktır. Yaptıklarımızdan bizleri hesaba çekecek olan Allah’ın bunlardan haberdar olmaması ve bunları bilmemesi düşünülemez.
Kur’an’da Rabbimiz,
“Biliniz ki Allah, bütün yaptıklarınızı görür.” (Bakara, 2/233);
“Sizin gizlinizi de bilir, açı¬ğa vurduğunuzu da.” (Enam, 6/3) buyurmaktadır.
Allah’ın bu sı¬fatlarını bilen ve bunlara iman eden mü’min davranışlarında da bu imanın gerektirdiği şekilde hareket etmelidir.
Hiç kim¬senin görmediğini sandığı bir yerde yaptığı şeyi bile Allah’ın gördüğünü bilmelidir.
Dolayısıyla açıktan da olsa gizli de olsa Allah’ın razı olmayaca¬ğı davranışlardan uzak durmalıdır.
DİYANET TAKVİMİ, 11 Mayıs 2011-05-25
+
Takvim yaprağı; yaratılış nedenimizi sınava (imtihana) çekilmek olarak belirliyor. Bu da beni düşündürüyor.
Bu gün dünyanın neresinde bir doğal yıkım (afet) olsa radyo, televizyon, Internet aracılığı ile bütün dünyaya duyuruluyor. Bu yıkımlarda yaşlılar yanında çocuklar da ölüp gidiyor. Yine bir depremde, bir sel olayında, bir yangında yaşlılar yanında çocuklar da yaşama veda ediyor.
Şimdi,. eğri oturup doğru konuşalım. Bütün bu doğal afet (yıkım) olaylarında Allah dediğimiz varlığın çocuklar için meleklerine şöyle bir emir vermesi gerekmez mi?
“Ben insanları sınava tabi tutmak için yarattım. Çocukları bu doğal yıkımlardan kurtarın. Çünkü onlar daha sınavdan geçmemiştir…” demeli değil mi? Değil mi ki insanları sınavdan geçirmek için yaratmış? Neden, niçin sınava tabi tutmadan alıp götürüyor… Bilmem dinciler bu soruya nasıl yanıt verirler…
Asıl önemlisi bizim kaderimizi belirleyen, ne yapacağımızı doğumumuzdan yıllarca önce alnımıza yazan Allah değil mi? Allah dilemezse insanın hiçbir iş yapamayacağını da söyleyen Allah değil mi?
İşte sözünü ettiğim ayetler:
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (K. 57/22)
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir.” (K. 10/99-100)
İşte biz Allah’ın azabına uğramamak için aklımızı kullandığımız için aklımıza bu tür sorular takılıp kalıyor.
Levh-i Mahfuz’da alnımıza yazılmış olandan nasıl kurtulacağız da sınavı kazanacağız? Bu konuda bize yol gösterici bir aklı başında insan var mı bilemiyorum…
Varsa bize yardımcı olsun…
Av. Eren Bilge, 25.5.2011
X20
ALLAH’I ANMAK

“Onlar ayaktayken otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar…” (Âl-i imrân, 3/191)
Allah’ı anmak, onu zikretmek, hatırdan çıkarmamak ve zihin¬de tutmaktır.
Çünkü Allah’ı anmak en büyük erdemdir (Ankebut, 29/45).
“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşan¬lardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”(Ra’d, 13/28)
Mü’min’in bir taraftan dünyevi işlerle uğraşırken, diğer taraf¬tan gönlü; kendisine rızık veren, bağışlayan, merhamet eden, seven, koruyan ve gözetenle beraberdir. Çünkü o bilir ki:
“O Allah’ı andığı zaman Allah da O’nu anar.” (Bakara, 2/152)
+
Özlü Söz:
İyileri besleyen kötülük görmez.
Ama kötüyü besledin mi kendine düşmanlık edersin.
(Sadi Şirazî)
+
Esma-i Hüsna:
er-REŞÎD
– Doğru yolu gösteren ve öğreten-
Allah, lütfü ve keremiyle kullarından dilediğini doğ¬ru yola iletir. Doğru yola ermek isteyenlere engel olmaz. Çünkü O, kullarına asla zulmetmez.
“… Allah kime hidayet ederse işte o doğru yolu bulandır…” (Kehf, 18/17)
+
Takvim yaprağında: “Allah’ı anmak, onu zikretmek, hatırdan çıkarmamak ve zihin¬de tutmaktır.” deniyor. Gelin, bunun üzerinde biraz düşünelim. Nedir Allah’ı anmak… Bir olumsuz olay karşısında “Ben bu işi yaparsam Allah beni cezalandırır?” korkusu duyarak yaşamak mı; yoksa, “Ben bu olumsuz, kötü işi yaparsam; vicdanen rahatsız olurum, halkın yüzüne bakamam!” demek ki?..
Birinci durumda hayali bir varlıktan korkarak olumsuz işi yapmamak vardır ki; dinciler, halka gerçek din bilgisi vererek gerçeği anlatmaktansa kısa yoldan giderek halkı korkutarak terbiye etmeye kalkışırlar ki bunun derde deva olmadığını görüyoruz. İnsanın çıkarı söz konusu olunca, öfkesi başından aşınca, cini tepesine çıkınca “Günah yazarsa yazsın!” diyerek olumsuz davranışa giriştiğine her gün tanık oluyoruz…
Bunun yerine insanlara Tanrı bilgisini vermek, din duygusunu öğretmek en doğrusudur. Allah denince anlamamız gereken bütün dünya insanlığınca kabul edilen ortak değerlerdir, genel yargılardır, yüce kavramlardır. Bunların tümüne birden de erdem denir. Yapılacak iş bu erdemleri kutsallaştırmak ve bunları yaşamımıza uygulamaktır.
Bu din ilminde doğru yol olarak anlatılır ve ayet de şöyledir:
“… Allah kime hidayet ederse işte o doğru yolu bulandır…” (K. 18/17) Bu demek oluyor ki insanın doğru yolu bulması bile yaratılışı ile ilgili bir durumdur.
İnsana yakışan “Ben bu olumsuz işi yaparsam; huzurum kaçar, toplum içine çıkmaya yüzüm olmaz düşüncesiyle olumsuz davranış yerine olumlu davranışta bulunmaktır ki; buna, Allah’ı anmak deriz…
Biz erenler Allah’ın anmak deyiminden bunu anlarız ve elimizden geldiğince de uygulamaya bakarız.
Bizde, yaptığımız işin sonuçlarını düşünerek doğru yolda gitmek var. Bu da bizi huzurlu ve korkusuz kılar.
Av. Eren Bilge, 16.6.2011
+
KATKIDA BULUNANLAR:
1. Ahmet Dursun
Ya Muhammed ne dediğini bilmemiş ya da Allah
Yine tanrıyı suçlama hoşumuza gidiyor.
“… Allah kime hidayet ederse işte o doğru yolu bulandır…” (Kehf, 18/17)
Ama o da suçlanmak için sanki var gücüyle çabalamış.
Doğru yolu bulamayanlara Allah hidayet etmemiş anlamı çıkmıyor mu?
Kesin bir şey var ki Allah yanlış yapmaz, o halde kim yapıyor bu uyduruk dinleri, kim yazıyor bu anlamsız ayetleri?
Cin Ali kitaplarında bile bu kadar hata yokken tanrı bu hatayı nasıl yapabilir ki?
Herkese sağlık, yöneteceklere de öncelikli olarak akıl sağlığı diliyorum.
Ahmet Dursun, 16.6.2011
+
SECDE SURESİ, 13: Biz dileseydik, her benliğe hidayetini elbette verirdik. Fakat benden şu yolda söz hak olmuştur: “Yemin olsun, cehennemi tamamıyla cinlerden ve insanlardan dolduracağım.”
NAHL SURESİ , 9: Yolu doğrultup denge noktasını bulmak Allah’ın işidir. Ondan sapan da var. Allah dileseydi, sizi toptan hidayete erdirirdi.
ZÜMER SURESİ, 23: Allah, sözün/hadisin en güzelini, birbirine benzer iç içe ikili manalar ifade eden bir Kitap halinde indirmiştir. Rablerinden korkanların ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri hem de kalpleri, Allah’ın zikri/Kur’an’ı karşısında yumuşar. Bu, Allah’ın kılavuzudur ki, onunla dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. Allah’ın saptırdığına gelince, ona kılavuzluk edecek yoktur.
NECM SURESİ 30: Onların, ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, yolundan sapmış olanı Rabbin çok iyi bilir. Hidayet üzere yürüyeni de en iyi O bilir.
TÂHÂ SURES, 123: Allah dedi: “İkiniz birlikte inin oradan! Birbirinize düşmansınız. Benden size bir hidayet geldiğinde, benim o hidayetime uyan artık ne sapar ne de bedbaht olur.”
MUHAMMED SURESİ, 17: Kılavuzlarını bulmuş olanlara gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve korunma imkânlarını kendilerine vermiştir.
+
2. Servet Şahin,
Senin takvim köşende yazdığın ”Erdem” aklıma geliyor da :-)) :-)) yorum .Hem zaten Esma-i Hüsna : er-Reşid (böyle yazmışsın) ne demiş ; ‘Doğru yolu gösteren ve öğreten Allah lütfü ve keremiyle kullarından dilediğini doğru yola iletir. Doğru yola ermek isteyenlere engel olmaz. Çünkü 0 kullarına asla zulmetmez’
-Allah kime hidayet ederse işte o doğru yolu bulandır… Kehf 18/17_ Burada ben mi anlayamıyorum yoksa ‘her kafadan ses çıkarsa olacağı budur’ sözüne güzel bir örnek mi ? Neden ayrımcılık yapılıyor , herkesi doğru yola iletmiyorlar. Ondan sonra ara ki Erdem’i bulasın…
Sevgi ve saygılarımla %50 den biri…
Servet Şahin, 17.6.2011
X21
KİTAPLARINA, PEYGAMBERLERİNE İNANMAK…

Yüce Allah’ın, emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere kulları arasından seçip görevlendirdiği kutlu elçilere peygam¬ber denir.
Peygamberlere iman, imanın altı esasından biridir. Peygam¬berlere inanan kişi, onların Allah’tan getirdiği bütün bilgile¬rin gerçek ve doğru olduğuna inanmış demektir. Aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmak farzdır (Bakara 2/285: Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.”).
Bunun içindir ki, peygamberlerin bir kıs¬mına inanıp, diğerlerini tasdik etmemek küfür sayılmıştır (Nisa, 4/150-151: Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler, “(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz” diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.).
(Diyanet takvimi, 29.6.2011)
+
İslam’ın, Kuran’ın buyruğu budur. Ne var ki uygulama yoktur.
Yalnızca Peygamberlerin adı anıldığında saygı duyulur; kitapları söz konusu olduğunda da değiştirilmiştir (okunamaz…) denir ve insanlar diğer Peygamberlerden de, kitaplarından da uzaklaştırılır. Kitaplarını okumadığın Peygamberi nasıl anlayacaksın ki…
Aynı taktik Kuran hakkında da uygulanır. Hiçbir çeviri (meal) aslını veremez; onun için Arapçasından okunmalıdır diyerek ahkam keserler. Oysa Kuran “Okunup anlaşılması için gönderilmiştir…”
Hani bir şarkı vardır; radyolarda çok okunur: “Gülyağını eller sürünür/Çatlasa bülbül…” …
1950 yılından bu yana kutsal kitapları, aralarında ayrım yapmadan, okurum. İyi ki okumuşum. Bende vicdan duygusunun gelişmesine yardımcı olmuştur… En iyisi de; kötü, olumsuz bir iş yaptığım da utanca boğulmuşumdur. Bu da beni doğru yola yöneltmiştir.
Ne var ki bu kutsal kitaplar beni halkın gelenek ve göreneğinden de koparmıştır. Beni aklın egemenliğine, bilimsel ve gerçekçi düşünüşe, çağdaşlığa yöneltmiştir. Yine bu anlayış: 37 yaşında ilkokul mezunu iken 49 yaşında hukuk fakültesini bitirmeme vesile olmuştur.
Bu da gösteriyor ki kutsal kitaplar beni hayal alemine atacağına gerçek alemine atmıştır. Hayal aleminde yaşayanlar hayali bir Allah’ın peşine düşerler. Kendisi gibi düşünüp inanmayanı kafir olarak görür. Öldükten sonra gideceği bir Cennet Cehennem düşler. Ama gerçek aleme adım atanlar Cennetin de, Cehennemin de yaşarken söz konusu olduğunu anlar. Bu anlayışın dayanağını da Kutsal Kitaplarda bulurlar.
Kutsal kitaplara göre mutsuz insanlar Cehennem’de sayılırlar. Okuyalım: “”Mutsuz olanlara gelince cehennemdedirler.” (K. 11/196)
Yaşamda huzur ve güven içinde olanlar ve yaptığı eylemlerden mutluluk duyanlar ise cennette sayılırlar: Okuyalım: “Mutlu olanlara gelince, gökler ve yerler durdukça içinde ebedi kalmak üzere cennettedirler.” (K. 11/108)
Hoş okuyanlar da benim gibi anlamıyorlar ya!.. Ne yapalım: “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (K. 2/269
Açıklaması:
Hikmet, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamaya yarayan derin ve yararlı bilgi demektir. Hz. Peygamber, yararlı bilgi istemeyi tavsiye etmiş, bizzat kendisi de Allah’tan bu dilekte bulunmuştur.
“Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül…”
Av. Eren Bilge, 4.6.2011
X22
VELÎ

Velî; dost, seven, yardım eden, ko¬ruyup gözeten, birinin işini üzerine alan, idare eden demektir.
Kur’an’da sâlih ve muttaki olan mü’minlerin Allah’ın dostu (velî) oldu¬ğu bildirilmiştir
“Yûnus, 10/62: Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de…”
“Yûnus, 10/63:Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.”
Bu ayet, bir önceki ayette geçen “Allah Dostları”nın (evliyaullahın), Allah’ın kendilerine böylesine mukaddes bir unvan vermesini sağlayan özelliklerini iki kelimede özetlemiştir: İman ve takva.
Çünkü; iman, bütün batıl ve yanlış inançlardan sıyrılarak gerçeğe, hakka ulaşmış olmanın; takva ise her türlü sapık ve kötü yollardan, başıboş ve hayvani yaşama tarzından arınarak, kalbi Allah’a teslim etmenin, hayatı O’nun kanunlarına göre düzenlemenin ve böylece bir ahlak disiplinine girmenin ifadesidir.
İşte Allah dostları, iman ile ma’rifetullaha (Allah bilgisine…HB) ve takva ile de üstün ahlaka ulaşmış olduklarından, 62. Ayette de buyrulduğu gibi, her türlü korkudan, kederden ve yeisten kurtulmuşlardır. Çünkü onlar, en üstün kudret olan Allah’ın dostluğunu ve himayesini kazanmışlardır.
“Allah bir kulunu sevdiği zaman onun gören gözü, duyan kılağı, tu¬tan eli, yürüyen ayağı olur.” (Buhârî, Rekâik, 38)
(Diyanet takvimi, 19.7.2011)
+
Öncelikle “veli” kavramına açıklık getirmeliyiz.
Veli; takvim yaprağında da açıklandığı gibi, “dost, seven, yardım eden, ko¬ruyup gözeten, birinin işini üzerine alan, idare eden demektir.”
Kimin dostu. Allah’ın…
Kimi seviyor? Allah’ı…
Kime yardım ediyor? Allah’a…
Kimi koruyup gözetiyor? Allah’ı…
Her okul yöneticileri; öğrenci kaydını yaparken “Bu öğrencinin velisi kim?” diye sorar.
Bunun anlamı bu çocuktan kim sorumlu olacak? Bu çocuğa kim yardım edecek? Bu çocuğu kim koruyup gözetecek? Demektir.
Bizim anlayışımıza göre de (Biz demem nezaket gereğidir. Yoksa benim gibi inanan benden başka kimse yoktur…) Veli de Allah’ın koruyucusudur. Allah’ı daima el üstünde tutar. Allah için gerektiğinde canını vermekten bile çekinmez. Çünkü bunlar Hak’ka teslim olmuş kişilerdir. Hak’kı daima yüceltirler ve daima hakkın gereğini yerine getirirler. Çünkü Allah, Kuran deyimiyle, “Hak’kın ta kendisidir.”
Okuyalım: “Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir.” (K. 22/62. Yine bakınız K. 24/25. 31/30)
Bu durumda Allah da (Ortak akıl, toplum vicdanı, insanların değer yargısı, doğa yasaları…) Veli’nin koruyucusu olur. Çünkü böyle davranan Veli doğru yoldadır. Doğru yolda olduğu için de “Allah onun; gören gözü, duyan kılağı, tu¬tan eli, yürüyen ayağı olur.” (Buhârî, Rekâik, 38)
Ve bu Veliler; yaşamda korku da duymaz; çünkü, çiğ yemediler ki karınları ağrıya…
Av. Eren Bilge, 27.7.2011
X23
EYYÛB PEYGAMBERİN SABRI

Hz. Eyyûb (a.s.), Kur’an’da insanlara sabır örneği olarak sunu¬lan seçkin bir peygamberdir.
Zengin bir servete ve geniş bir ai¬leye sahip olan Eyyûb (a.s.), Yüce Allah’ın bir imtihanı olarak, bütün malını mülkünü ve ailesini kaybetmiş, ayrıca oldukça ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Ancak bütün bu sıkıntılı hal¬lerde bile Allah’a olan teslimiyetini ve sabrını kay-betmemiş, Allah Teâlâ da bunun karşılığında ona eski sağlığını, servetini ve ailesini fazlasıyla geri vermişti
(Enbiyâ, 21/83-84: Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine, “Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti.)
+
Açıklama:
Müfessir Beyzavi’nin naklettiğine göre Hz. Eyyub, varlıklı ve aile efradı geniş bir zat idi. Fakat evinin yıkılması sonucu aile fertlerinin çoğu öldü. Malı mülkü elinden gitti. On yıldan fazla süren ağır bir bedeni hastalığa müptela oldu. Bütün bu felaketlere rağmen, halinden şikayet eder duruma düşmemek ve takdire rızada sebat etmek için durumunu Cenab-ı Hakk’a arzederek O’ndan sıhhat ve afiyet istemekten çekiniyordu. Nihayet eşinin ricası üzerine ancak yukarıdaki ayette ifade buyurulan sözlerle niyazda bulunmakla yetindi…
İşte bu sab¬rı nedeniyle Hz. Eyyûb Kur’an’da “O ne güzel bir kuldu!” (sâd, 38/41) ayetiyle övülmüştür. (Diyanet Takvimi, 14 Temmuz 2011)
+
Takvim yaprağında Eyyub Peygamber gösterdiği sabır övülmektedir. Eyyub Peygamberin sabrı halk arasında öylesine yaygın ki; halkımız, sabırlı bir kimseyi: “Kendisinde Eyyub sabrı var!” diye över…
Oysa Tevrat’ın Eyyub bölümüne bir göz atıldığında gerçeğin hiç de öyle olmadığını görürüz. Eyyub bölümünde, özellikle 7. Bölümde, baştan sona, Eyyub’un durumundan yakındığını; öyle ki Tanrı’ya kafa tuttuğunu bile görürüz. İşte bunlardan biri:
“Suç ettimse, sana ne ettim, ey insan gözcüsü?
Niçin beni kendine hedef ettin?
Ve ben kendime bir yük oldum..” (Tevrat, Eyub, 7/20)
Görüldüğü takvim yaprağında anlatıldığı gibi Eyyub Peygamberin hiç de sabırlı biri olmadığını görüyoruz.
Şimdi biz, “Yalan, din için söyleniyorsa makbuldür…” diyerek gerçekleri görmezden mi geleceğiz. Böyle bir kayıtsızlık insan onuru ve sağduyusu ile ne oranda bağdaşır?…
Demek istediğim her söylenene gözü kapalı inanmak bizi yanılgılara götürebilir. Yanlış yargılarda bulunmamıza neden olabilir…
Yaratan bu aklı insana niçin vermiş kafasını çalıştırmayacaksa; her söylenene körü körüne inanacaksa?
Konuyu bitirirken Eyyub Peygamberin Tanrı’ya yakıştırdığı bir sıfat üzerinde durmadan geçemeyeceğim. Eyyub Peygamber Tanı’ya: “insan gözcüsü” diyor. Ne güzel yakıştırmış… Dinlerin bize tanıttığı Tanrı’nın işi gücü insanları gözetlemek…
Gözetlesin dursun bakalım, eline ne geçecekse…
Av. Eren Bilge, 15.8.2011
X24
GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ BİLEN ALLAH!

Geçmişi ve geleceği bildiği gibi, açık ve gizli olan her şeyi de bilen “Yüce Allah bizleri, hangimizin daha iyi/yararlı bir hayat yaşayacağını denemek için yaratmıştır.” (K. Mülk, 67/2)
Hepimiz de bu dünyada imtihandayız; kimimiz zenginlikle-fakirlikle, kimimiz sağlıkla-hastalıkla, kimimiz makamla-mevki ile… sınanmaktayız.
Değişmeyen gerçek ise, Allah’ın akıl ni¬metini verdiği insanın her anının ilahî bir denemeden geçiyor olmasıdır:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ve şer ile deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (K. Enbiya, 21/35)
Olgun mü’min bu sınavda Rabbine sığınır ve sabreder. Zira sabırlı davrananları Allah (c.c.) cennetle müjdelemektedir (K. Ba¬kara, 2/155).
(Diyanet Takvimi, 21 Ağustos 2011)
+
Altını çizdiğim satırlara dikkat.
Takvimi hazırlayanlar, Allah için:
“Geçmişi ve geleceği bildiği gibi
ve gizli olan her şeyi de bilen…” diyor.
Şimdi, sağlıklı bir mantığı olan bir kişi; değil mi ki Allah;
“Geçmişi ve geleceği bildiği gibi
ve gizli olan her şeyi de biliyor…” Nasıl olur da ne yapacağını bildiği insanı sınavdan geçiriyor.
Kaldı ki insanın kaza ve kaderini belirleyen de Allah değil mi?
Hem insanın yazgısını belirle; sonra da bu yazgıya göre yaşam sürdüren insanı yargıla…
Yakışır mi bu Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olmasına…
Böyle bir anlayış gerçeği tamamen ters yüz etmektir.
Bu konuda İncil’de şöyle bir ayet vardır:
“Tecrübe olunduğu zaman kimse : Allah tarafından tecrübe olunuyorum demesin. Çünkü Allah kötü şeylerle tecrübe olunamaz. Kendisi de kimseyi tecrübe etmez. Fakat herkes kendi arzusu tarafından sürüklenerek ve aldanarak tecrübe olunur.” (İncil, Yakub’un Mektubu. 1/13-14)
Bir kere şu gerçek bilinmelidir ki; bütün dinler, ölülere değil dirilere seslenir. Bizim sözümüz de yaşayanlara değil; dirileredir.
Diri teriminden anlatmak istediğimiz de; kendi kusurlarını görebilen, ruhen olgunlaşmış, insandır. Din bunlara şöyle seslenir:
“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” denilecektir.” (K. 17/14)
Bunu ben demiyorum; Kuran diyor.
Nefsin hesap sorabilmesi için de; o insana, “yakiyn”nin gelmesi gerek. Ne var ki bizimkiler “yakiyn”i “ölüm” olarak çevirmektedirler.
Oysa “yakiyn’in” ölümle ilgisi yoktur. Yakiyn, üç bölümde incelenir. İlmen yakiyn, aynel yakiyn, Hakkel yakiyn… Din ilminde İlmen ölüm, aynel ölüm, Hakkel ölüm diye bir terim yoktur.
Ne var ki bizimkiler “Sana yakiyn gelinceye kadar Rabbine ibadet et. “ (K. 15/99) ayetini “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et. “ (K. 15/99) olarak Türkçeleştirmişlerdir.
Yakiyn terimi insanın kendini bilmesini ifade eder. Bu demektir ki insan kendini yargılayacak duruma gelinceye değin ibadet eder: kendini yargılayacak ruh olgunluğuna gelince insan Rabbi ile baş başa kalır ve kendini bilen Rab’bini bilir gerçeğine erer.
Ne mutlu kendini bilenlere…
Av. Eren Bilge, 7.9.2011
X25
BİLİM İLE DİN; DİDİŞİR, NİÇİN?

“ÂHİR ZAMAN,
Dünyanın sonu. İslam inancına göre, âlemin başı olduğu gibi sonu da var¬dır. Ancak bu sonu bilmek insan gücü¬nün dışındadır. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir:
“Kıyametin ne zaman kopacağım sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz… ” (A’raf,7/187; ayrıca bkz. Lokman, 31/34)
Hz. Peygamber’den sonra elçi gön¬derilmeyeceği için ona ahir zaman Peygamberi, ümmetine de ahir zaman ümmeti denmiştir.”
(Diyanet Takvimi, 26 Eylül 2011)
+
Ahir zaman, ne zaman?
Bu sorulur zaman zaman?

Bir soru daha sorulur her zaman…
“Bilim ile din çelişir mi?
Ne olur bu konuda bir şeyler yazsan?”

Bilimin yeri laboratuardır.
Dinin yeri tapınaklardır.

Dinde araştırma yoktur inanma vardır.
Bilimde, inanma yoktur, araştırma vardır.
Dine göre alemin bir başı, bir sonu vardır.
Yoktan var olmuştur,
Sonunda da yok olacaktır….
Burada Hayri Balta sorar.
Koskoca Allah,
Bir çocuk gibi yaptığını yıkacak mıdır?
Yaptığını yıkacaksa…
Yoktan var etmenin ne anlamı vardır?

Bilime göre ise ne başlangıç, ne son vardır.
Var olan, vardan var olmaktadır.
Ve de madde yoktan var olmadığı gibi, yok da olmayacaktır.

Bu veri; Maddenin Sakınımı Yasasıdır.
Dine göre yoktan var olma, sonra da yok olma vardır.
Bilime göre ise; ne yoktan var olma vardır; ne de, yok olma vardır.
Bu duruma göre bilimle din arasında çelişme yok diyenler…
İşin içinden nasıl çıkacaktır?
Av. Eren Bilge, 27.9.2011
X26
EY KOCA TÜRK HALKI!..
BU YAŞAM TARZI SANA LAYIK MI?..

Aşağıdaki takvim yaprağında:
“İslam dini aşırılıkları yasaklamış ve müntesiplerine devamlı surette itidali tavsiye etmiştir.”
“Ölçülü ve tutarlı olmak; duygu, düşünce ve davranışlarda den¬geli ve kontrollü olmaktır.” denmiştir.

Sağlıklı normal bir insanın yaşam tarzı böyle olmalı?
Bunun için öğüt vermeye gerek var mı?

Olmaz elbette buna bir itiraz?
Şu fotoğrafa bakıp, düşünelim biraz…

Bir insan olarak bu yaşam tarzına itirazım olacak…
Kim bizlere; dinî inanç, Allah’ın emri diye,
Böyle bir yaşam tarzını dayatacak?..

İnsanlara bu tür yaşam layık görülür mü?
Böyle bir yaşam tarzına Allah’ın emri denir mi?
Bir kadın yüzü görülmeden sevilir mi?

Gel de hayran olma sen şu Atatürk’e…
Atatürk olmasaydı bizi de yaşatacaklardı böyle…

Atatürk ayırmıştır şeriatla dinsel inancı,
Devlet yönetiminde şeriat kurallarını yasakladı…

Soruyorum sana ey Türk halkı!..
Böyle bir yaşam tarzı, sana layık mı?

Av. Eren Bilge, 19.10.2011
+
ÖLÇÜLÜ VE TUTARLI OLMAK…

Ölçülü ve tutarlı olmak; duygu, düşünce ve davranışlarda den¬geli ve kontrollü olmaktır.
İslam dini aşırılıkları yasaklamış ve müntesiplerine devamlı surette itidali tavsiye etmiştir. Kişinin hem iç dünyasında hu¬zurlu olması, hem de çevresinde güven telkin etmesi böyle bir karaktere sahip olmasıyla mümkündür.
Ölçülü ve tutarlı olmak isabetli ve sağlıklı sonuçlar elde etme¬nin temel şartıdır. İslam’da insanları överken, yererken, arala¬rında haklıyı haksızı belirlerken hatta ibadet ederken bile aşırılıktan, duygusal davranmaktan sakındırılmaktadır.
Peygamberimizin “Söz ve davranışlarında aşırı gidenler helak oldular” (Müslim, “ilim”, 4) sözü bu konuda önemli bir uyarıdır.
(Diyanet Takvimi, 27 Eylül 2011)
X27
ORGAN NAKLİ

“Hasta kimsenin hayatını veya hayatî önem taşıyan bir organını kurtarmak için, alternatif bir tedavi yöntemi bulunmazsa şu şartlar çerçevesinde kendisine organ nakli yapılabilir:
Organ naklinden başka çaresinin olmadığı, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından bildirilmiş ol¬malıdır. Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin güçlü kanaati bulunmalıdır. Organ veya dokusu alınacak kişi sağlığında buna izin vermiş olmalı veya hayatta iken aksine bir beyanı bulunmamalı ve bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olmalıdır. Alınacak organ veya doku karşılığında ücret alınma¬malıdır. Tedavisi yapılacak hasta da kendisine yapılacak bu nakle razı olmalıdır.”
(Diyanet Takvimi, 3 Kasım 2011)
+
Önce, hem doğru oturup hem de doğru konuşmalıyız; öyle eğri oturup da doğru konuşmak olmaz.
3 Kasım 2001 tarihli Diyanet Takviminde organ nakline ilişkin açıklama var. Diyanet takvimi bütün takvim yaptıklarında açıklamaları; Kuran ayetleri yanında hadis örnekleri sunarak güçlendirirdi. Bu kez ne Kuran’dan bir ayet, ne de hadis kitaplarından bir örnek…
Organ nakline ilişkin açıklama Kuran ve Hadis kitaplarında olmadığı gibi diğer kutsal kitaplarda da yok; olmaması da gayet doğaldır; çünkü kutsal kitapların yazıldığı tarihlerde organ nakli diye bir olay ve uygulama yoktu. Kavram olarak bile adı geçmiyordu…
Doğru oturup doğru konuşmalıyız dedik ya… Eğer kutsal kitaplar Tanrı tarafından söylenmiş olsaydı; muhakkak, organ nakline ilişkin açıklamalar bulunurdu.
Şu gerçeğe de dikkatinizi çekmekte yarar görüyorum. Daha 15 gün önce Van ve Erçis’te bir deprem oldu; 600’ye yakın yurttaşımız yaşamını yitirdi. Bunun içinde küçücük bebeler, gencecik çocuklar, delikanlılar, kızlar, öğretmenler de vardı. Ne var ki kutsal kitaplara bakıyorsun hiç birinde fay hattı hakkında en küçük bir bilgi yok…
Yaratan, koskoca Evren’i yaratırken en ince ayrıntılarına değin belirlediğine göre gelecek asırlarda organ nakli uygulaması yapılacağını bilmez mi? Ya da “Fay hattı bulunan yerlere yerleşim yeri yapmayın!..” demez mi?..
Bakıyorsunuz kutsal kitaplara bu konularda hiçbir açıklama yok. Dahası birçok konularda bilisel gerçeklere ve olgulara ilişkin ayetler var ki bütün kutsal kitapların gerçek anlamda Tanrı sözü olmadığını göstermektedir.
Aşağıda dört ayetten örnek sunuyorum. Dikkatle okuyun. Konuşan kimdir?
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz…” (K. 2/32)
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.” (K. 7/143)
“Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!” (K. 10/10)
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.” (K. 17/1)
Bu dört ayette sözleri söyleyen Tanrı dersek; Tanrı kendisinin üstündeki bir Tanrı’ya seslenmiş olur.. Burada konuşan Peygamberdir…
Tanrı sözü yok değil; vardır, ancak mecaz anlamda anlamalıyız.
İnsanlara doğru yolu gösteren, kötülükten men eden, insanların düşünce ufkunu açan bütün sözler, kim tarafından söylenirse söylensin, Tanrı sözüdür…
Zaten halkımız da bu gerçeği şu sözleri ile ifade eder.
Musa şeriatı, İsa şeriatı, Muhammed şeriatı…
Elbette sizler bildiğiniz gibi inanmakta hürsünüz. Buna karışma hakkımız yok…
Öyle ama bizim de düşündüğümüzü ifade etme hakkımız var…
Bu hakkımızı kullanmayalım mı?
Av. Eren Bilge, 7.11.2011
X28
HA BABAM, DE BABAM…

YOKSULLARA YARDIM

İslam’ın yapılmasını özellikle istediği ve toplumda yakınlaşma ve kaynaşmaya vesile olan güzelliklerden biri de infak etmek¬tir.
İnfak, zekat ve sadakanın dışında Müslümanın, Allah (c.c) rızası için yakınlarına, fakirlere, muhtaçlara ve hayır yerlerine yardımda bulunmasıdır.
Kur’an-ı Kerim’de;
“Akrabaya, yoksu¬la ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma” (isrâ, 17/26) buyrulmaktadır.
Başkalarının sıkıntı ve dertlerine seyirci kalmamak, onlara yardımda bulunmak hem insani hem de ahlaki bir görevdir.
Müslüman çevresindeki fakir ve muhtaçlara karşı duyarlı in¬sandır.
Komşusu açken kendisi tok olamayan kimsedir.
Kısa¬cası toplumdaki açları, açıkları, mazlum ve mağdurları görüp gözetendir.
DİYANET TAKVİMİ, 29.11.2011
+
HA BABAM, DE BABAM…

Şeriatçıların en büyük yanılgısı
Bu yoksulluk çoksulluk ikilemi
Dünya durdukça duracak.
Bir kesimin eli balda kaymakta olacak,
Çoğunluk ise bakıp duracak…

Akla gelmedi, yoksulluğu büsbütün kaldırmak …
Sandılar ki çoksulun, yoksula yardımı çare olacak..

Din satıcıların altında araba,
Deniz kenarında çok katlı villa…
Çevrelerinde güzel kadınlar,
Kendilerini pohpohlar…

Komşusu açken tok yatan bizden değildir..
Komşunun aç kalması bu bozuk düzendendir.
Görünen görüntü:
Din iman sizin,
Han hamam bizim

Size bir lokma, bir hırka…
Bize, ballı kaymaklı turta…

Size tahtadan tarabadan bir oda,
Bize, tripleks milyarlık lüks villa

Öbür dünyada size huri gılman,
Biz olacağız derileri yanan …

Ha babam, de babam
Ölünce eşitlik tamam…
Günü gelince değişecektir…
Bu tabu, bu talan, bu yalan…

Ha babam, de babam…
İnfak’ın yoksulluğa çare olacağına inanmam…

Av. Eren Bilge, 1.12.2011
X28
ALLAH RIZASI…

1. ALLAH RIZASI
Allah rızası; Allah’ın hoşnutluğu ve memnuniyetidir.
Bunun zıddı; Allah’ın gazabı ve lanetidir.
İnsan yaptığını Allah için yapmalı, terk edip yapmadığını da yine Allah için terk etmeli¬dir.
İbadetlerini Allah rızası için yerine getirdiği gibi, insanlara hatta tüm canlılara ve çevresine karşı yaptığı iyilik ve ihsanı da Allah rızası için yapmalıdır.
İnsanın hayatı ve hayat boyu tüm davranışları hatta ölümü dahi Allah için, yani Allah rızası doğ¬rultusunda olmalıdır.
Zira Yüce Allah, Kur’an’da; “Ey Muham¬medi De ki: ‘Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’âm, 6/162) buyurmaktadır.
Zaten Allah rızası için olmayan, gösteriş ve riya için veya herhangi bir dünyevi menfaat temini için yapılan amellerin makbul olmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir.
2. İLHAM
İlham; Allah’ın doğrudan veya melek aracılığıyla iyi¬lik telkin eden bilgileri in-sanın kalbine ulaştırması, feyz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi, kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu demektir. İlhamın kaynağı Allah veya melektir.
İlham, bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zih¬ninde (kalbinde) aniden ortaya çıkar.
3. ÖLÜM YOK, DOĞMAK VARDIR
Ölmek bu dünyaya mahsustur. Yani bu dünyada ölüm vardır. Öteki dünyada ölüm yoktur, doğmak vardır. (Mevlâna)
DİYANET TAKVİMİ, 19.12.2011
+
1.ALLAH RIZASI: Allah rızası için yapılan bir işte insanın kendi çıkarı olmadığı gibi bunu aferin kazanmak için, gösteriş için, de yapmamalıdır. Allah rızası için yapılan iş yapılması gerektiği için yapılmalıdır. Bu yaptığı olumlu işten de hiçbir çıkar sağlamamalıdır.
Allah rızası için ölüm olmaz. Çünkü Allah ölümü bir kadere bağlamıştır. Vakti gelince istesen de istemesen de ölünür. Yeter ki sen Yaratan’ın kurallarına aykırı eylemde bulunarak ölümün yaklaşmasını çabuklaştırmayasın. Ölümünde senin bir ihmal ve kusurun olmamalıdır. Bedenin bir hücresi dahi sağ kaldıkça yaşamaya çalışmalısın. Kaldı ki beden de ölmemek için elinden kaldığı kadar direnir. Bu insanın iradesi ile olacak iş değildir. Demek istediğim Allah rızası için ölüm olmaz. Allah rızası için ölüm: Kötülüklere olan ölümdür. Bu konuyu, aşağıda, 3. Bölümde biraz daha açacağım.
2.İLHAM: İlham konusunda getirilen açıklamaya bir diyeceğim olamaz. Çok güzel açıklama yapılmış. İnsan olarak içimize doğan bilgilerin kaynağını bilemediğimiz için Allah’tan, Meleklerden diyerek işin içinden çıkmışız.
Türk Halk ozanları karşı karşıya geçerek atışma yaparlar. Bunların çoğu ilk eğitimden bile geçmemiş okumaya yazmayan bilmeyen kişilerdir. Ama bir atışmaya başladıkları zaman hem güfte yaparlar hem de beste yaparlar. Bizler de bunun hikmetini bilmediğimiz için Allah’ın hikmeti der işin içinden çıkarız…
Vahyin de nereden, nasıl olup da geldiğini bilmediğimiz için Allah’tan, Meleklerden, Cebrail’den geliyor deyip işin içinden çıkmaya çalışmışız.
3.ÖLÜM YOK, DOĞMAK VARDIR:
Mevlana, “Öteki dünyada ölüm yoktur, doğmak vardır.” diyor.
Din ilmi, insanın doğumundan öncesine karışmadığı gibi; insanın, ölümden sonra içinde yargıda bulunmaz. Eğer kutsal kitaplarda öbür dünya ile bazı kurallarla karşılaşırsak; bilelim ki bu basireti bağlanmış, anlayışı kıt insanları korkutarak doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe yöneltmektir.
Dinle ilgilenen insanlar için iki türlü ölüm vardır.
Bir: Fiziksel ölüm. Bu doğal bir ölümdür. Bütün canlılar bu ölümü günü gelince tadacaktır. Din ilmi zaten bu ölümle ilgilenmez.
Din ilminin ilgilendiği ölüm. İnsanın yaşarken kötülüklere ölmesidir. Maddî anlamda ölmesi değil de manevi anlamda ölmesidir. İnsan bir kere bu ölümü tadarsa, yani dünya görüşünü değiştirirse Mevlana’nın dediği yeniden doğum olayını yaşar…
Bu doğmak olayını ise mukallitler değil muhakkikler anlar ve yaşar…
Benden bu kadar… Anlayan anlar, anlamayanın başına çökecek değiliz ya…
Av. Eren Bilge, 21.12.2011
X29
İFRAT – TEFRİT

“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme…” (K. 18/28)
Sözlükte “söz veya işte haddi aşmak, aşırı gitmek” anlamı¬na gelen ifrat, ahlakî davranış¬ların kaynağı olan psikolojik yeteneklerin işleyişinde itidal noktasının ilerisine geçen sap¬malar demektir. İfratın karşıtı tefrittir. İfrat, söz ve fiillerde ileri gitmek, tefrit de gev¬şek ve ihmalkâr davranmak, çabuklukta çok geri kalmak demektir. Her iki aşırı ucun ortası ise itidaldir. Kur’an ve Sünnette ifrat ve tefrit yasak¬lanmış, dengeli davranılması istenmiştir.
(DİYANET TAKVİMİ, 27.9.2011)
+
Her hangi bir olayda haddi aşmak ve aşırı gitmek, vicdanı tepelemek, sağduyuyu yitirmek Rab’be karşı gelmek anlamına gelir.
Yine bunun yanında; akılsızca bir davranış, sağduyuya ve vicdan ilkesini tepelemek de Rab’bi tepelemek anlamına gelir.
Bunun için ölçülü ve dengeli olmak, denli olup densiz olmamak da Rab; (Allah Tanrı…) yolunda olmak sayılır.
Halk arasında sıkça söylenen bir söz vardır: “Öfke ile kalkan zararla oturur…” diye… Bu davranışın dindeki adı ifrat’tır: Aşırılığa gitmek…
İnsan hangi almaçla olursa olsun, hangi gerekçe ile olursa olsun ifrata kaçmamalıdır. Daima ölçülü, dengeli, denli olmalıdır. Akıl, mantık, sağduyuya aykırı davranmamalıdır… “Akıl için yol birdir.” denmiştir. Allah birdir demekten maksat da budur zaten… Anlayan varsa beri gelsin…
İfrat’ın karşılığı olarak tefrit kullanılmıştır. Bunlar dinsel kavramlardır. Biz bu kavramları akılcı açıdan anlaşılır kılmaya çalışıyoruz. Herhangi bir davranış karşısında aldırmazlık, gevşeklik, uyuşukluk göstermektir. Her iş yapılması gereken zamanda yapılmalıdır. İhmalkarlık, “hele şimdi dursun sonra yaparım düşüncesi” ihmalkarlık, uyuşukluktur. Gerçeklikten (Allah’tan, Tanrı’dan, Rab’ten…) kopmaktır. İncil bu durumu şu sözlerle anlatmıştır: “Uygun zaman işte şimdidir. Kurtuluş günü işte şimdidir,. (İncil. 2. Korintliler. 6/2)
Dinler böyle buyurduğu halde nedir bu inançlılar arasında birbirinin canına kıymak?..
İşte bunların bu davranışları ifrat olarak kabul edilir. İfrat ise Cehennem’e koşar adım gitmektir.
Av. Eren Bilge, 10.1.2012
X30
SABIR SEMBOLÜ

Sabır çağlayanı Eyyub Aleyhisselâm, başı¬na gelen bütün musibetlere biiznillâh-i Teâlâ sabır ve tahammül gösterdi. Çok ıstıraplı gün¬ler geçirmesine rağmen, hâlinden hiçbir zaman şikâyet etmedi, itikadını ve itimadını hiçbir za¬man sarsmadı. Kaderine rızâ ile boyun eğdi. Sabrını Mevlâ’sına sığınmakta buldu: “Al-lah’ım! Sen aldın sen verdin!” buyururdu. Hiçbir iptilâ ve sıkıntı onu bir an bile Mevlâ’sın¬dan alıkoymadığı gibi, bilhassa yaklaştırdı. Bir defasında bir melek ziyaretine gelmiş: “Ey Ey¬yub! Sabrından dolayı Allah-u Teâlâ sana selâm söylüyor.”demişti.
Gören onu büyük bir belâya uğramış zanne¬diyordu. Fakat kendisine kendisinden yakın olan Mevlâ’sı ile beraber olduğunu kimse gör¬müyordu. Gönlünde bizzat Hakk’ın tahtı kurul-
muştu, O’nunla meşgul oluyordu, o tecelliyâtla o imtihanını veriyordu. Normal bir insanın katlanamayacağı kadar uzun süren bu rahatsızlığı boyunca öyle bir hâle gelmiş, öyle bir yaşayışa bürünmüştü ki; bütün insanların yaşayışı bir araya gelse, ondaki huzur kaliyyen husule gel¬mez. Çünkü Hazret-i Allah gönlünü meşgul eden şeylerden onu kurtarmıştı. Büyük bir haz içinde idi. Nihayet takdir edilen süre tamamla¬nınca, tam bir teslimiyet ve merbudiyetle ilk ve son olarak naz ile niyaz etti.
“Eyyub’u da an! Kani Rabb’ine: ‘Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en mer¬hamet üsisin!’ diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ: 83)
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ Eyyub’unun duasına icabet buyurdu, ona kendi katından şifâların en güzeli ile şifa verdi.
(HAKİKAT TAKVİMİ. 5 ŞUBAT 2012)
+
Takvim yaprağında görüldüğü gibi Eyup Peygamber’in gösterdiği sabırla ilgi bir anlatım var.
Eski zamanlarda basım yayın olmadığı için sözlü anlatım etkin idi. Tarihsel anlatımlar hep sözlü edebiyata dayanırdı. Yazılısı yok ki insanoğlu açıp baksın, söylenen sözün doğru olup olmadığını denetlesin…
Bütün kitaplar el yazması idi. El yazması kitaplar da çok pahalıya mal oluyordu. Diyelim bir kişi kutsal kitaplardan olan Tevrat’ı bir nüsha çoğaltmak istiyor. Bu insanın yıllarını alır. Demek oluyor ki insan geçimini el yazması işine bağlamış. Bu durumda kitabı yazdıran; yazarı, ömür boyu beslemek zorunda kalacaktır. İşte bu nedenle de yazılı kitap sayısı az olmaktadır. İnsanlar da gerçeği yazılı kitaplar yerine başkalarının ağzından öğrenmektedir.
Böylece söylenen sözler de gerçeği yansıtmamaktadır.
Takvim yaprağının anlatımına göre Eyup Peygamber “Çok ıstıraplı gün¬ler geçirmesine rağmen, hâlinden hiçbir zaman şikâyet etmedi, itikadını ve itimadını hiçbir za¬man sarsmadı.”
Ne var ki yazılı kaynaklara baktığımız zaman söylendiği gibi Eyup Peygamberin halinden yakınmadığını görmüyoruz. Hem de öyle bir yakınıyor ki “Yaşamımdan tiksiniyor,” ve “Ölmeyi yaşama yeğliyor…”
Aşağıdaki satırlar Tevrat’taki Eyup bölümünden aynen aktarılmıştır.

“15 Öyle ki, boğulmayı, Ölmeyi şu yaşama yeğliyorum.
16 Yaşamımdan tiksiniyor, sonsuza dek yaşamak istemiyorum; Çek elini benden, çünkü günlerimin anlamı kalmadı.” (Tevrat. EYUP. 7/15-16)
Demek İstiyorum ki söylenen her söze inanmayalım… “Acaba?..” Sorusunu soralım ve de yazılı kaynaklara başvuralım…
Burada insana sabırlı olmak öğütleniyor. Hastalığa sabır gösterilir mi.. Demiyor ki, belirti olur olmaz hemen doktora koş, tedavi yoluna git!… Doktorlar tedavide aciz kalırlarsa sabırdan başka çare yok zaten….

Av. Eren Bilge, 7.2.2012
X31
“DENİZ FENERİ DOLANDIRICILIĞININ ASIL SUÇLULARI TÜRKİYE’DEDİR.
BU ARADA DOLANDIRICILARIN
BASİT BİR EYLEMİ SÖZ KONUSU DEĞİLDİR.”

Bu takvim yaprağında dikkatinizi altını çizdiğim satırlara çekeceğim.
Önce Selahaddin Eyyubi kim? Bu konuda bilgi vereceğim…

Selahaddin Eyyubi (1138 – 1193). Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin Sultanı olup Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır.
Bin kişilik ordusu ile Haçlıların 30 bin kişilik ordusuna saldırmıştır…

Bir Selahaddin Eyyubi, Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin Sultanı olmuş…
Olmuş ama; kasasında, cenazesini kaldıracak parası yokmuş…

Bir de günümüz dincilerine bakalım…
Müslümanlık nasıl olurmuş görelim…

Nerede bir Müslümanlık sözü geçince Erbakan gelir aklıma,
50 kilo altın biriktirmek yakışır mı aklı başında bir İnsana?..

Şeriatla yönetilen ülkelerdeki sultanların servetine ne diyeceğiz?
Bunları İslamiyet’in hangi ölçeğiyle ölçeceğiz?..

Ya kindar nesil yetiştirmek için yırtınanlar İslamiyet’in neresinde?
Kimilerin servetlerinin yığıldığı söyleniyor İsviçre’de…

Ya Almanya’da yolsuzluktan mahkum olan Deniz Feneri davasında Varılan şu hükme ne diyeceğiz:
“Deniz Feneri dolandırıcılığının asıl suçluları Türkiye’dedir. Bu arada dolandırıcıların basit bir eylemi söz konusu değildir.
Dolandırıcılığın arkasında siyasi ve İslami bir perde vardır.” (Frankfurt Eyaleti 26. Büyük Ceza Mahkemesi Başkanı yargıç: JOHAN MULLLER – Aydınlık, 8 Mart 2012)

Cebellezine edilen paraları kimlerin cebinde…
Sözle Müslümanlık olmaz,
Müslümanlık, belli olur,
İnsanın paraya pula olan eğiliminde…

Ne diyordu İsa İncilinde:
“Bir hizmetçi hizmet edemez iki efendiye…”
Yaa usta, böyle işte…
Ya Allah’a (kanaatkarlığa) hizmet edilir, ya da zenginliğe…”
Av. Eren Bilge, 7.3.2012
+
SELÂHADDİN EYYÛBÎ

Fâtımîler haçlı devletleriyle anlaşarak, Se¬lâhaddin Eyyûbî ve mâiyyetindeki İslâm ordu¬suna karşı küffarla aynı safta yer almıştı. Selâ¬haddin Eyyûbî bu kâfirler ve münafıklar güru¬hunu pusuya düşürmek için, iki bin askeriyle beraber hiç kimsenin geçmeye cesaret ede¬mediği Tih Sahrası’ndan geçerek düşman or¬dusuna arkadan yaklaştı. Ancak karşılarında otuz bin kişilik bir düşman ordusu buldular. Bu¬nun üzerine ümitsizliğe kapılan askerlerine şu tarihi konuşmayı yaptı:
“Askerlerim!..
Bilin ki ölüm, Allah’ın huzuruna varmak¬tır. Dinini ve imânını müdâfaa yolunda şehâdete erenlerin, doğrudan doğruya cen¬netlik olduğundan hepiniz haberdardır. Şa¬yet rahatımızı düşünüyorsak bize yakışan burada değil, karılarımızın ve çocuklarımızın yanında olmaktır!
Düşmanın az ya da çok olması bizi yolu¬muzdan asla alıkoyamaz! Şimdi siz, kaç¬mak zilletine düçâr olmayı mı, yoksa şehit olmayı mı arzu edersiniz? Allah’ın yardımı şüphesiz ki bizimledir; O dinine hizmet edene mutlaka zafer verir!..” (“el-Kâmil fi’t-Târîh”, c.11,s. 342)
Bu büyük Sultan vefat ettiğinde, Başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle bağırtmıştı: “Ey ahali! Bilmiş olunuz ki, Mı¬sır’ın, Sudan’ın, Libya’nın, Filistin’in, Şam’ın, Halep’in, Musul’un, Hicaz’ın ve da¬ha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selâhaddin Eyyûbî vefat etmiş ve Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Şahsî parası ce-naze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılan-mıştır. ”
(Hakikat Takvimi, 4.3.2012)
X32
HAYAT VE ÖLÜM

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (K. 67/2)
Bu ayet, hayatın anlamsız bir var oluş olmadığını, ölümün ise sonu hiç olan bir yok oluş anlamına gelmediğini, aksine haya¬tın, hayırlı faaliyetlerin yapıldığı bir alan, ölümün ise yaptık¬larımızın karşılığım bulacağımız ebedi varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktası olduğunu hatırlatır.
Nitekim Rabbimiz buyurur:
“Her nefis ölümü tadındır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (K. 3/185).
(Diyanet Takvimi. 16 Ekim 2011)
+
Konuşana dikkat etiniz mi bilmem. Konuşan 3. Bir kişi “O, üstündür, bağışlayandır.” diyor. Oysa konuşan Allah olsaydı; “Ben, üstünüm, bağışlayanım!..” derdi.
Konuşan Peygamber; sözleri de Hak Söz olduğu için Allah Kelamı denmiştir ki bu bir mecaz anlatımdır.
Kuran’ı anlamak için ayetlerin hangi anlamda söylendiğini bilmek gerektir.
Kuran ayetleri üç çeşittir. Birincisi ilâhî ayetlerdir ki bunlar değerini hiçbir zaman yitirmez. Ahlak, bilgelik ve hikmet üzerinedir…
İkincisi beşeri ayetlerdir. Bu ayetler toplumsal ilişkileri düzenler. Evlilik, miras, alım satım üzerine… Bu ayetlerden bazıları günümüz hukukunda uygulanmamaktadır.
Üçüncüsü ise siyasi ayetlerdir. Cihat, Kılıç, Şiddet ayetleri siyasî ayetlerdendir. Bu ayetler de ülkemiz hukukunda uygulanmamaktır.
Yukarıdaki birinci ayette İslam Peygamberi; insanın yaşam bulmasının gerekçesini bulmaya çalışmaktadır.
“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.”
Ama diğer yandan da kaderimizi belirleyen Allah’tır diyor.
Sonra Allah, gerçekten hangimizin daha güzel iş yapacağını denemek için bizleri yarattı ise; bir deprem oluyor, bebecikler betona gömülüyor. Deprem çadırlarında yanarak hayatını yitiriyor. Eğer öyle olsaydı “Ben bunları denemek için yarattım. Oysa bu küçük bebecikler daha deneme çağına gelmemiştir!” diyerek hiç olmazsa bebeleri bir yana ayırırdı.
Sonra Önceyi ve sonrayı bilen ve de kaderimizi belirleyen Allah bizi niçin denesin? Böyle bir görüş Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olması ile bağdaşır mı?
Her yaratılış bir amaç içinse; şimdi insanın aklına bir soru daha geliyor… “Peki öyleyse Allah bu solucanı, bağırsak parazitlerini niçin yarattı? Peki, bu nesli tükenen hayvanlara ne diyeceğiz?”
Bunları düşünürsek işin içinden çıkamayız. Onun içindir ki dinde; düşünme yok inanma var denmiştir…
Av. Hayri Balta, 4.4.2012

X33
DOĞRULUK HAKK’IN TA KENDİSİDİR…O
ĞRULUK
Doğruluk insanın inancında, özünde, sözünde, niyetinde, söz¬leşmelerinde, ticaretinde kısaca bütün fiil ve davranışlarında dürüst, adil ve samimi olmasıdır.
Doğruluk: hile, yalan, batıl, iki yüzlü¬lük, riya ve sahtekârlığın zıddıdır.
Doğruluk kavramı, Kur’an ve sünnette sıdk, ihlâs, istikamet ve hak kavramları ile ifade edilmiştir.
İslam’ın özünü oluşturan unsurlardan biri de doğruluktur.
Bu bakımdan dinimizin bütün kuralları; hak, adalet, doğruluk ve merhamet ölçüleri üzerine kurulmuştur.
Cenah-ı Hakk’ın, Sev¬gili Peygamberimizin şahsında bütün insanlara, “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (K. 11/112) hitabı konunun önemini ifade etmektedir.
Müslüman olarak Allah’ın rızasını kazana¬bilmemiz için hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamalıyız.
Şirk ise, Yüce Allah’ın ilahlığında, sıfatlarında, fiil¬lerinde ve Rab oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin ol¬duğunu kabul etmektir. Ya¬pılan ibadetlerde Allah’tan gayrisini gözetme ve riya gibi kötü hasletler için de şirk kelimesi kullanılmıştır.
Allah’a şirk koşmak günah¬ların en büyüğüdür (Müslim, îmân, 38).
Kur’an’da şirk ve küfrün Allah tarafından bağışlanmayacağı bildiril¬mektedir. “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (Nisa, 4/48)
Özlü Söz:
Devler gibi eser vermek için karıncalar gibi çalışmak gerekir. (Necip Fazıl Kısakürek)
(Diyanet Takvimi. 15 Eylül 2011)
+
*Bir kere öncelikle şu bilinmelidir ki Allah (Tanrı) gerçek anlamda bir varlık olmayıp; mecaz anlamda kullanılan bir kavramdır.
Yukarıdaki anlatımda “Doğruluğun” dışında gerçek bir varlık var da dünyayı o yönetiyormuş gibi anlatmaya çalışıyorlar.
Böyle anlayıştan hareket edersek Allah’a şirk koşmak da “Yok, bu dünyayı yöneten bir Allah değil de onun yanında başkaları da var!” demek oluyor ki; buna “Allah şirk koşmak” deniyor.
Ne var ki işin aslı böyle değildir. Çünkü maddî olarak Allah denen bir varlık yoktur ki onun bir de ortağı olabilsin..
Böyle bir anlayış insanoğlunun zannına dayanmaktadır. Oysa Kuran zanna dayanan bir Allah’ı kabul etmemektedir. Okuyalım.
“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (K. 6/116. Ayrıca bakınız: 10/36, 66. 53/28)
Bu ayetlerde hep insanoğlunun zannına uyarak bir Allah yarattığına değiniliyor.
Artık zanna dayanan Allah’ın değil; hakka, hakikate dayanan bir Allah’ın varlığını kabul etmeliyiz.
Yukarıda doğruluk kapsamı içinde sayılan bütün olumlu kavramlar bizatihi Allah’tır. Örneğin doğruluk kapsamı içinde sayılan hak kavramı için Kuran’da aynen şöyle denmektedir. Okuyalım:
“Bu böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp da taptıkları ise batılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür.” (K. 22/62. Diyanet yeni çeviri…) Aynı anlamda başka bir ayet daha var:
“O gün, Allah onlara kesinleşmiş cezalarını verecektir. Allah’ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir.” (K. 24/25 Diyanet eski çeviri…)
Demek ki Allah, Hak’kın ta kendisi imiş. Aynı görüşten hareketle; doğruluğu, dürüstlük, edep, erdem de Hak’kın ta kendisidir. Gerçek böyle olunca olumlu değerler, yüce kavramlar, genel doğrular, edep, erdem gibi kavramlar da Allah’ın ta kendisi sayılır.
Bütün bu olumlu kavramları Allah olarak algıladığımız takdirde; “Allah’a şirk koşma” anlamına da açıklık getirebiliriz. Bu olumlu kavramların ; yani doğruluğun zıddı olan; olumsuz kavramları, hile, yalan, batıl, iki yüzlü¬lük, riya ve sahtekârlığı uygulamakta sakınca görmediğimiz takdirde “Allah’a şirk komşu oluruz.”
Özetleyerek söylersek: Doğruluğun zıddı olumsuz kavramlara yaşamımızda değer vermiş olursak Allah’a şirk koşmuş oluruz… Böyle yaptığımız takdirde 4/48 ayeti gereğince “ şüphesiz büyük bir günah işlemiş!” oluruz.
Anlayan varsa beri gelsin!.. Elini öpeceğim…
Av. Hayri Balta, 3.5.2012
+
Hayri Ağabey,
“Allah’a şirk koşmak”, Yerinde bir konuya daha açıklık getirmişsiniz. Kırk yıl düşünsem bulamazdım.
Saygılar Bilge’mize.
Yalçın Efe, 3.4.2012
+
Teşekkürler Baba,
Ben de kalan; doğruluktan şaşma, Allah’ın yolundasın.
Yapılan yanlışlar ve olumsuzluklar, Allah’ı inkar etmektir. Bu da yanlış yolda olmak anlamındadır.
Ama bu şekilde dedikten sonra da Allah’ varlık olarak var sanma…
Allah manevi bir varlıktır, madde olarak değil, anlam olarak vardır. İyi, güzel olumlu durumlardır.
Anladım ve beri geliyorum…
Sevgiler baba,
bir iki küçük düzeltme var.
YENER Balta, 4.4.2012
+
Sevgili Yener,
Çok güzel anlamışsın beni.
Verdiğim sözde duruyorum.
Uzat öpeyim elini…
Av. Hayri Balta, 4.4.2012
X34
KİRÂMEN KÂTİBİN

“Şerefli Kâtipler” mânâsına gelen “Ki¬râmen Kâtibin” melekleri her insanın sağın¬da ve solunda bulunur. Sağındaki sevapları, bütün iyiliklerini: solundaki ise günahları, bü¬tün kötülüklerini kayıt ve tespit eder. İnsanla¬rın ağızlarından çıkan her sözü, işledikleri iyi ve kötü, büyük küçük her şeyi amel defterle¬rine yazarlar. Manen çok hassas kamera ile bütün hâl ve hareketlerinin, konuşmalarının fotoğraflarını ve filmini çekerler. Bu onun bü¬tün hayatının filmidir.
“Oysa üzerinizde gözetleyici (me!ek) ler vardır.” {İnfitâr: 10)
Yaptığımız amelleri kayda geçirerek kıya¬met gününe kadar muhafaza edeceklerdir.
“Çok şerefli kâtipler.” (infitâr: 11)
Öyle kâtipler ki; Allah katındaki mertebe¬leri çok yüksektir, çok saygıdeğerdirler, gö¬revlerinde en ufak bir kusurları olmaz.
“Melekler yaptıklarınızı bilirler.” {İnfitâr: 12)
Bilerek, görerek yazarlar. Hiçbir şey unu¬tulmaz, hiçbir şey noksan bırakılmaz. Bu melekler insandan hiç ayrılmazlar.
Kişi, her ne kadar isyan ederse etsin, yaptığı hiçbir zerre amel yoktur ki bilinmemiş ve görülmemiş olsun. Son nefesini verme¬den önce bütün yaptıklarını görür. Gideceği yeri de o anda görür. İyilerden ise bir an ev¬vel gitmeyi arzu eder, kötülerden ise gitmeyi asla istemez.
Bu yazılan deflerler, kıyamet günü sahip¬lerine teslim edilir, hesap da bu defterlere göre olur. Bu melekler ayrıca hesap sırasın¬da yapılan işlere de şahitlik ederler.
Hakikat Takvimi, 18 Mayıs 2012
+
İşte bir simgesel anlatım daha. Bu takvim yaprağını gerçek anlamda alırsak insanın sağ omzunda bir melek; sol omzunda da bir melek vardır. Bunların işi gücü insanın iyi kötü yaptıklarını yazmaktır.
Oysa anlatılmak istenen insanın bütün yaptıkları hafıza tarafından kaydedildiğidir. Bu demektir ki insan yaptığı hiçbir şeyi unutmaz. Gerçekten de öyle. İnsan yaptığı iyiliği de; yaptığı kötülüğü de unutmaz. Bunları insan hafızası kaydeder.
Kötülüklerin bir başkası tarafından bağışlanacağını ummak da bir ham hayaldir. Yeter ki insan bir başkasına kötülük yapmasın… Yaptığı kötülük hiçbir zaman hafızasından silinmez. Bu nedenle Kuran’da şöyle denilmiştir:
“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter…” denilecektir.” (K. 17/14. Ayrıca bak. 78/40)
Elbette bu söz olgunlaşmış duyarlı ve sorumluluk duygusu gelişmiş insanlar içindir. Gelişmemiş, ham insanların böyle bir kaygısı yoktur. Onlar hayvanlar gibidir ve kendi çıkarına bakar…Yaptığın eylemin iyilik mi, kötülük mü olduğunun ayrımına bile varmaz…
İşte din dili böyledir. Söylenenlerin birçoğunun mecazî ve simgesel anlamı vardır. İş bunun ne anlama geldiğini bilmektir…
Av. Hayri Balta, 1.6.2012
X35
ŞU PAPALARIN YAPTIĞINA BAK!..
BUNA NASIL RIZA GÖSTERİR HAK!…

İncil öğretisinde bunlar var mı?
Görülüyor ki Papalar aldatmış halkı…

Benim aklımın almadığı nokta,
Niçin müdahale etmemiş Allah bunlara…

Venedikli rahibin yaptığı kepazeliğe bak!
Oyunu Rodrigo’ya vermek için
12 ya¬şındaki kızı Uıcrezia’ya bir geceliğine açtı yatak…

Merak etmiştir o zaman ki halk,
Bu kepazeliği durduracaktır Rap muhakkak…

Altınlar, gümüşler pinpon topu gibi papalar arasında…
Laiklik ulaşmasaydı halkın imdadına…
Bu papalar daha çok haltlar yiyecekti…
Sözüm ona halk yararına, din adına…

Bütün foyalarını ortaya çıkardı demokrasi ve laiklik…
Kalmadı ortada din adına yapılan zevzeklik…

Bu nedenle amanın diyorum demokrasiyi ve laikliği bırakmayın.
Dinci nesil için Cumhuriyet’e kıymayın.
Asıl önemli halkımın yaşam tarzına karışmayın…
Av. Hayri Balta, 29.6.2012
+
PAPA ALEXANDER VI

Papalar makamları yeniden satabilmek için önceki papanın satışını kabul etmiyordu.
Papa Leo X. 39 yeni kardinal makamı kurdu. Bunları 511.250 duka altına sattı.
Bir kardinal şapkası o zaman 10.000 ile 30.000 altındı. Haltta papalık makamı da satılıktı. En çok altını ve¬ren papa oluyordu.
1492 yılında Papa Innozenz Vltl ölünce Kar¬dinal delta Rovere büyük favori gözüküyordu.
Ceneviz devleti 1.000.000 altını,
Fransa kralı 200.000 altını onun emrine vermişti.
Onun rakibi Rodrigo Borgio dört papadan beri bu kutsal makamın yardımcısı idi. Kendisi¬nin teklif ettiği rüşvet paraları nefes kesici idi. O piskoposlukları, villalar, şatolar karşılığında sattı.
– Kardinal Ascanio Storza 4 merkep dolusu gümüş karşılığında papazlık makamını sattı.
– Kardinal Colonna; zengin St. Benedikt ma¬nastırını ve ona ait bütün hakları kendine ve ai¬lesine ebedi olarak istedi.
– Kardinal Si. Angelo; Porto piskoposluğunu, oradaki şatoyu ve bir kiler dolusu şarabı istedi.
– Kardinal Savelli İtalya’nın Civita Castellana şehrini aldı.
– Rodrigo’nun kazanmak için bir oyu eksikti. Sonucu belirleyen oy Venedikli bir rahibe aitti. O sadece 5.000 krone ve Rodrigo’nun 12 ya¬şındaki kızı Uıcrezia’yı bir geceliğine isledi.
Sonuç belli oldu ve cebindeki 22 kardinal oyuyla Rodrigo Borgia’ya Papa Alexartder VI. unvanıyla papalık makamı verildi.
(Hakikat Takvimi, 25.6.2012)
X36
KUTSAL KİTAPLAR

İmanın şartlarından biri de Allah’ın gönderdiği kitaplara inan¬maktır.
Kendisine kitap gönderilen peygamberler Allah’tan aldıkları emirleri aynen tebliğ etmişlerdir.
Bu kitaplarda, Allah’ın emir ve yasakları, eski kavimlerin davranışları, ahlak kuralları, beşeri ilişkiler gibi çok sayıda ve oldukça önemli ka¬ideler yer almıştır.
Allah tarafından gönderilen 4 büyük kitap ve peygamberleri şunlardır:
Tevrat, Musa (a.s.)’a;
Zebur, Dâvûd (a.s.)’a;
İncil, İsa (a.s.)’a;
Kur’an, Muhammed (s.a.s.)’a, gönderilmiştir.
Ayrıca sayfalar adı verilen birtakım ilahi emir ve yasaklar manzumesi de var¬dır ki bunlardan;
10 sayfa Âdem (a.s.)’a,
50 sayfa Şit (a.s.)’a,
30 sayfa İdris (a.s.)’a,
10 sayfa İbrahim (a.s.)’a gönderilmiştir.
Bu gün bu sayfalardan hiçbiri mevcut değildir.

Bizim kitabımız Kur’an ise, en son kitap olup, tahrif edilmeden günümüze ka-dar ulaşmıştır. (Diyanet Takvimi. 26.12.2011)
+
Bu takvim yaprağında önemli olan “İmanın şartlarından biri de Allah’ın gönderdiği kitaplara inan¬maktır.” denmesidir…
Kuru kuruya inanmak olmaz elbet. Değil mi ki imanın koşullarındandır; insan bir kere merak eder, “Ne yazıyor bu Allah’ın kitabında?..” der.
Ne var ki bizim allamelerimiz okunması imanın koşullarındandır denilen kitabı okutmamak için elinden geleni yapar; dört kitaptan üçünün tahrif edildiğini her fırsatta söylemekten çekinmez.
Bu takvim yaprağının son satırlarında bile tek tahrif edilmemiş kitabın Kuran olduğunu söylemek de unutulmamıştır.
İnsan tahrif edilmiş kitabı okuyup da niçin zahmete katlansın?… Nasıl olsa değiştirilmiştir. Değiştirilmiş bir kitabı okumada ne yarar vardır.
Her zaman ileri sürdüğüm gibi Allah gönderdiği kitaba niçin sahip çıkmamış da onun değiştirilmesine kayıtsız kalmıştır. Bir köy muhtarı bile kendi genelgesinin değiştirilmesine kayıtsız kalmaz; kıyameti koparır…
Kaldı ki Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran’da birbirini tutan ortak ayetler de vardır. İnsan hiç olmazsa bu ortak olan metinleri merak eder. “Ortak metinlerde ne diyor acaba?” der. Bu ortak metinleri merak edenler Zakir BARUTÇU’NUN ORTAK AYETLER adlı kitabına bakabilirler.
Bence bütün kutsal kitaplar eleştirel gözle okunup üzerinde düşünülmelidir. Öyle sanıyorum ki insanların bu kitaplardan yararlanacağı çok ayetler vardır. Bunun yanında günümüz hukukuna, koşullarına uymayan ayetler de vardır; aklını, sağduyusuna kullanan insan bunların ayrımına rahatlıkla varır…
Günümüz aklımızı kullanma ve okuduklarımıza eleştirel bir yaklaşımda bulunma çağıdır.
Zaten Kuran da aklınızı kullanın demiyor mu?..
Av. Hayri Balta, 12.8.2012

X37
YASAK MEYVE

İLK İNSAN İLK PEYGAMBER: HZ. ADEM: “Kâinatı yarattıktan sonra meleklerine “Ben yeryüzünde bir ha¬tife yaratacağım.” (Bakara 2/30) buyuran Allah, ilk insan olarak Âdem’i yaratmıştır.
Topraktan yaratılan Hz. Âdem eşi Havva ile birlikte cennete yerleştirilmiş, kendilerine her türlü bolluk sunulmuş bununla birlikte yasak olan bir ağaca yaklaşmamaları emredilmiştir.
Fakat şeytan onları kandırıp o ağacın meyvesinden yemeleri¬ni sağlayınca cennetten yeryüzüne indirilmişlerdir.
Aynı za¬manda ilk peygamber olan Hz. Âdem, cennetten çıkarıldıktan sonra hatasından dolayı tövbe etmiş Allah da tövbesini kabul etmiştir. Böylece dünyada kıyamete kadar devam edecek olan insanlığın imtihan süreci başlamıştır.
VAHİY
Vahiy, Allah’ın buyruk ve mesajını belli yollarla pey¬gamberlere iletmesidir. Al-lah, kullarının doğru yolu bulmalarını, barış ve huzur içinde yaşamalarını istedi¬ği için, onlara peygamber aracılığıyla vahiy gönderir. İnsanları evrenin yaratılışı konusunda bilgilendirir; yaratılış nedenini ve haya¬tın anlamını bulmalarına yardım eder.
OZLU SOZ
Kişinin eli ve kalbi doğru ise o kuluna Allah nimet vermiş demektir. (Sadi Şirazî)”
(30 Haziran 2011, Diyanet Takvimi…)
+
Dinsel söylemler halka kıssadan hisse vermek içindir. Takvim yaprağında insanlara öğüt verilmektedir. Yaşamakta olduğunuz dünya size bir cennet olarak verilmiştir. Kendilerine her türlü nimet, bolluk sunulmuştur. Dilediğin gibi yaşa; yalnız, yasak olan şu ağacın meyvesine el sürme denmiştir.
Bu yasak meyve dediği simgesel bir anlatımdır. Burada insana yasaklanan kötülüktür. Her türlü nimet ve bolluktan dilediğin gibi yararlan; yalnız kötü olanı yapma denmiştir.
Nedir kötü olan? Yaptığın takdirde ruhen ve vicdanen rahatsız olduğun her davranış sana göre kötüdür.
Bil ki seni rahatsız eden her davranış kötü bir davranıştır. İşte yukarıdaki kıssa da bu anlatılmak istenmektedir…
Bu olayı başka türlü yorumlamaya gerek yoktur. Anlatılmak istenen budur: Ne yaparsan yap; yalnız, kötü olanı yapma…
+
Yukarıda vahiy konusunda da yanlış bilgi verilmektedir. Vahyin, yalnız Peygamberlere gönderileceği söylenmektedir ki bu Kuran öğretisine aykırıdır.
Bu konuda Kuran şöyle demektedir. İşte ayetler:
“Kullarından dilediğine (K. 16/2. 40/15. 42/51)
Havarilere (K. 5/11)
Hayvanlara ve balarısına (K. 16/68),
Musa’nın anasına (K. 20/38. 28/7.
Yer’e, arza, (K. 99/1-5)” da vahiy gönderildiği bildirilmektedir.
Şimdi biz Kuran’a mı inanalım; Yoksa Diyanetçilere mi?..
+
Sadi Şirazî’nin şu sözleri de aklımızda bulunsun: ”Kişinin eli ve kalbi doğru ise o kuluna Allah nimet vermiş demektir.
Av. Hayri Balta, 24.8.2012
X38
ALLAH YOLUNDA HARCAMAK (K. 3/92)

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (K. 3/92)
+
İnfak, kişinin Allah’ın rızası için servetinden harcamada bu¬lunması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardım etmesidir. Bu yönüyle infak, hem farz olan zekat hem de gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı içerir.
Kuran-ı Kerim, müzminleri Allah rızası için infak etmeye ça¬ğırırken bundan maksadın hem mala karşı tamahkârlığın kırılarak nefsin temizlenmesi, hem de mal üzerinde Allah’ın hakkının gözetilerek bunun ihtiyaç sahiplerine verilmesini amaçlar. Zira mülk ve servetin gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ancak emanetçidir. Bunun için Allah’ın emanet olarak verdiği bu servetten ihtiyaç sahiplerine, yetimlere, yoksullara vermek gerekir. (Diyanet Takvimi. 26 Ekim 2011)
+
Sevdiğiniz şeyleri (malları) Allah yolunda harcamak İslam’ın başat kurallarından biridir. Ne var ki din satanların pek çoğu bu kurala uymazlar.
Bunların yaşantıları kimi yazarlarca “MÜCAHİTLİKTEN TÜCCARLIĞA” başlığı ile kitaplaştırılmıştır.
Örneğin bunlar içinde 26 kere Hac’ca gidip gelenler yanında150 kilo altın biriktirenler bile bulunmuştur.
Ne var ki bu tür kişilerin arkasına milyonlarca Müslüman düşmektedir; oylarını bunların partilerine vermektedir…
Ağızlarına bakarsanız yokluk görmezsiniz. Kendileri gerçek Müslüman; kendirline oy vermeyenler ise Patates Müslüman’ı…
Müslümanlık sözle belli olmaz. Eylemle belli olur. Söz değil önemli olan Salih ameldir. Adamın sözlerine değil amellerine bakarlar…
Müslümanlık savında bulunan bir kişi sevdiği şeylerden karşılıksız olarak yakın çevresine yedirip içirmelidir. Bunu ben söylemiyorum; Kuran söylüyor.
İnsanın sevdiği şeyleri elinden çıkarması pek kolay değil; ama, İslam’ın kurallarından biri bu.. Sevseniz de sevmeseniz de yerine getirmek zorundasınız…
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.”
Bu kural Müslüman’ın diyenin aklında bulunsun.
Av. Hayri Balta, 7.9.2012
X39
CİN TASALLUTUNDAN KORUNMA

Şeytan ve cinlerin şerrinden korunmak için Allahu Teâlâ’ya sığınmalı, sabah-akşam şu sû¬re ve duaları okumalıdır:
• 1 Fatiha Sûre-i Şerifi,
• 1 Âyet-eI Kürsi,
• 1 Amenerresulü (Bakara: 285-286),
• 3 İhlâs-i Şerif,
• 5 Felâk Sûre-i Şerifi,
• 6 Nas Sûre-i Şerifi.
• (Eüzü bikelimâtillâhit-tammâti min şerri mâ halâkallâhu.)
• (Eüzü biketimâtiitâhit-tammâti min şerri mâ nalâka ve zeraa ve berae.)
• (Eüzü bikelimâtillâhit-tammeti min külli şeyhin ve hammelin ve min külli aynin lâmmeîin.)
Allah’ın yarattığı, ektiği ve var ettiği şey¬lerin şerrinden Allah’ın şifâ veren kelimeleri¬ne sığınırım.
Bütün insanların, cinlerin, şeytanların, zararlı şeylerin ve kem gözlerin şerrinden Allah’ın şifâ veren kelimelerine sığınırım.”
(Hakikat Takvimi. (15 Eylül 2012)
+
Eskiler tıp ilminden habersiz oldukları için insanın olağan dışı davranışlarını Cin ve Şeytan’la yorumlamışlardır. Bunlardan korunma biçimi olarak duaya, efsuna, hocalara, imamlara sığınmışlardır.
İmamlar da yukarıdaki takvim yaprağında önerildiği gibi ayet ve hadis okuma yolunu önermişlerdir.
Oysa bir hastalık ne kadar erken teşhis edilirse tedavisi de o kadar başarılı olur…
Akıl ve ruh hastalıklarının tedavisi ise öyle büyü ile, efsunla, üfürükle, tükürükle olacak bir iş değildir…
Bu durumda hemen doktora koşulmalıdır. Bu tür hastalıklar için çeşitli tedavi yöntemleri vardır. Haplar, şuruplar ya da başka türlü tedavi yöntemleri….
Bu tür hastaları yanlış yönlendirerek hastalıklarının tedavisi için gecikmemelidir.
Cin, Şeytan diye insanın dışında maddi bir varlık yoktur. Bunlar hep insanın ruhsal durumudur.
İnsandaki bu ruh halinin sayısız görüntüsü vardır ve her birinin tedavi biçimi başkadır…
Akıl ve ruh hastalıkları genel olarak iki büyük gruba ayrılırlar:
Psikoz: Psikoz şiddetli seyreden, belirgin derecede bozuk bir davranışa yol açar.
Nevroz: Sosyal uyum ve özellikle kişiler arası ilişkilerin bozukluğundan ötürü ortaya çıkan belirtilerdir. (Google’den kısaltılarak alınmıştır…)
Bu tür hastalıkların yüzlerce çeşidi vardır. Deprasyon, Paranoya, panik atak, şizofreni, şizoid şizofreni; daha sayısız çeşidi… Bütün bu hastalıkların tedavisi üfürükle, tükürükle olmaz. Hemen doktora koşulmalıdır…
Aşağıya bu tür hastalardan birinin anlatımını alıyorum. Okumaya, ibret almaya değer…
“Ne olur bana da yardım edin kafayı yiyorum o kadar çok kararsız ve bunalımdayım ki ne yapacağım ben de bilmiyorum ve çoğu zaman sinirlendiğimde yüzümü, boynumu çiziyorum, kafamı sağa sola vurup saçlarımı yolluyorum ve etrafımdakiler bana resmen deli diyorlar iki defa intihara kalkıştım ve her seferinde hastanede buldum kendimi. Artık yaşamanın bi anlamı yok. Kimse beni sevmiyor. Ben ise yaramaz biriyim diye düşünüyorum. Size tekrardan arz ediyorum, ne olur bana yardım edin.” (Google’den. Bir Hastadan…)
Av. Hayri Balta, 19.9.2012
X40
SORUMLULUK BİLİNCİ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olur¬sanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dö¬nüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber vere¬cektir. ” (Mâide, 5/105)
Toplumların düzelip iyi olmaları fertlere bağlıdır. Fertlerin ol¬gun ve ahlaklı kimseler olmaları da, kendilerini terbiye etme¬lerini yani kötü huylardan uzaklaşıp övülen hasletlere sahip olmalarım gerektirir. Toplumun kötü gidişatından kendilerini değil de başkalarını sorumlu tutan bireylerden oluşan millet¬lerin gelişip ilerlemeleri mümkün değildir. Bu bakımdan her¬kesin elini taşın altına koyup kulluk sorumluluğunun gereğini yerine getirmesi gerekir. Milletlerin toplumsal bütünlükleri ve güvenliklerini korumaları da buna bağlıdır. İnsanın Allah’a karşı sorumluluğunu yerine getirebilmesi, ferdî olgunlaşma ve dindarlaşmasını gerektirmektedir.
Diyanet Takvimi. 14 Eylül 2011
+
Asıl olan da budur. İnsanın kendinden sorumlu olması. Başarıyı da, başarısızlığı da kendinden bilmesidir.
Herkes kendi yaptığından sorumludur. Kimse kimsenin cezasını çekecek değildir.
Bunun için de önce kendi nefsini gözden geçirmelidir. Kendi eksiklerini gidermelidir. Başkasının yanlış yolda olması bizim yanlışımı mazur göstermez. Bizler kendi yaptığımızdan sorumluyuz. Başkasının yanlışı bizi doğruya yöneltmelidir. Burada önemli olan da başkasının yanlışları ile meşgul olmamızın doğru olmadığının bilincine ermemiz gerekir.
Başkasının yanlışı ile kendini avutmak boşuna bir uğraştır. Bu bakımdan gözümüz başkasında değil kendi yaptıklarımızda olmalıdır. İsa bu konuda şöyle demekten kendini alamamıştır:
“Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin?
Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl, ‘İzin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin?
Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.” (İncil. Matta. 7/3-5)
Yukarıdaki 5/105 ayetinde “yoldan sapan kimseye örnek olmamız” önerilirken; şu ayette,” başkalarını kötülükten menetmek” ten söz ediliyor:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (K. 3/104?
Bu ayet çok kullanılır. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker denir ki her Müslüman başkalarında gördüğü yanlışı düzeltmekle yükümlüdür…
Burada bir ikilem vardır. İnsan hangi ayeti kendine örnek almalıdır?
Av. Hayri Balta, 2.10.2012
X41
VELİ

Veli, dost, seven, yardım eden, ko¬ruyup gözeten, birinin İşini üzerine alan, idare eden demektir.
Kuran’da, Salih ve muttaki olan mü’minlerin Allahvın dostu (velî) oldu¬ğu bildirilmiştir (Yûnus, 10/62-63; A’râk 7/196).
“Mü’minlerin velisi ancak Allah, O’nun Rasûlü, mü’minler ve melek¬lerdir.” (Mâide, 5/55; Fussilet, 41/31)…
“Allah bir kulunu sevdiği zaman onun gören gözü, duyan kulağı, tu¬tan eli, yürüyen ayağı olur,” (Buhârî, Rekâik, 38)
(Diyanet takvimi. 19 Temmuz 2011)
+
Veli terimi halk arasında çok geçer.
Halkımız ibadetinde olan, sözleri ile davranışları ile kimseyi incitmeyen, sözünde duran, borcunu zamanında ödeyen, kimsenin malında, şanında, şöhretinde gözü olmayan, alçak gönüllü bir yaşam sürdüren kişilere veli der.
Veli olmak çul çuval içinde, saç sakal içinde yaşamak değildir. Bu çok yanlış bir düşüncedir..
Bilindiği gibi veli deyimi okullarda daha çok kullanılır. Bir öğrenci için öğretmenler gerektiğinde ”Bunun velisi kim?” derler…
Burada veli; öğrencinin koruyup gözeteni, ona sahip çıkanı, ondan sorumlu olanın bilinmesi demektir.
Dinde kullanılan Veli terimi de “Tanrı’nın koruyup gözeteni, koruyanı, sahipleneni…” anlamı çıkar.
Halkın Tanrı anlayışına göre Tanrı’nın korunmasına, gözetilmesine, sahiplenilmesine ne gerek var. O Tanrı, koskoca evrenin sahibi değil mi? Her şeyin maliki değil mi? Tanrı’yı bu biçimde anlarsak gerçekten onun korunmasına ihtiyaç yoktur. Bu durumda veli terimin anlamı kalmaz. Ama takvimde veliyi Tanrı’nın koruyup gözeteninden söz ediliyor.
Evet, Veliler, Tanrıyı gözetip koruduğu takdir de Tanrı da (Kamu, toplum da); yani müminler kendisini korur. Onun olası saldırılara karşı korur. Ayet bu durumu dile getirmektedir. (Mâide, 5/55; Fussilet, 41/31)…
Buradan şunu anlamamız gerek Salih ameller inde yaşayan, olumlu kavramları, yüksek değerleri, erdemi; yani doğruluğu, dürüstlüğü, sevgiyi yaşamında kılavuz olarak kabul edilen kişiler Tanrı’yı koruyup gözetmiş olur. Asıl önemli olan da budur. Böyle bir yaşamı alışkanlık haline getiren kişiyi de yukarıda açıklandığı gibi kamu, toplum, yani müminler korur…
Bunun testi, sağlaması her zaman yapılabilir. İsteyen de deneyebilir. Bu testi, denemeyi yapan kişi huzur ve güven içinde yaşamını sürdürür. Başını da ağrıtan olmaz…
Denemesi para ile değil…
Av. Hayri Balta,
X42
HACI BEKIAŞ-I VELİDE SEVGİ

İslam’dan ilhamını alan hayat felsefesinin temeline insan sev¬gisi, paylaşım, hoşgörü ve barış gibi temel ilkeleri yerleştiren Hacı Bektaş-ı Veli, düşmanlık yerine dostluğu, kin ve nefret yerine sevgiyi benimseyen bir gönül eridir.
Nitekim o; “İnsa¬ni ilişkilerde sevgi ve hoşgörü sahibi ol. İncinsen de incitme. Düşmanınızın dahi bir insan olduğunu unutmayın. Hiçbir in¬sanı ve hiçbir milleti ayıplamayınız, çünkü tevazu gömleğini giymek, olgun kişilerin işidir…” diyerek bireysel ve toplumsal ilişkilerde sevginin ne derece önemli ve vazgeçilmez bir olgu olduğuna işaret etmiştir.
MÜTEŞÂBİH
Sözlükte benzeyen anlamı¬na gelen müteşâbih; mana¬sı kolaylıkla anlaşılmayan, birçok manaya gelme ihtimali olup bunlardan birini ta¬yin edebilmek için haricî bir delile ihtiyaç duyulan, ne anlama geldiği, ne an¬latmak istediği ilk bakışta anlaşılmayan, manası açık ve net olmayan, niteliği (seçikliği) belli olsa da içeriği (açıklığı) belli olmayan, na¬mazların sayısı gibi manası akılla kavranamayan lafız¬lara ve ayetlere denir.
+
“Sürekli olarak mutlu olmak istiyorsan, herkesle dost ol, kimseye kin ve haset besleme!” (Hacı Bektaş-ı Veli)
(DİYANET TAKVİMİ. 16 Ağustos 2011)
+
Veli hakkında bir yukarıdaki yazıda bilgi verilmiştir.
Bir daha özetleyerek söylersek Veli denince Allah’ı koruyup gözeten akla gelir. Din ilminde böyledir. Veliler Allah’ı koruyup gözetir; Allah da veliyi koruyup gözetir…Velilere Allah’ın dostları denir. Bunun içindir ki Kuran’da
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de…” denir. (K. 10/62)
Nitekim Hacı Bektaş-ı Veli de “İnsa¬ni ilişkilerde sevgi ve hoşgörü sahibi ol. İncinsen de incitme. Düşmanınızın dahi bir insan olduğunu unutmayın. Hiçbir in-sanı ve hiçbir milleti ayıplamayınız, çünkü tevazu gömleğini giymek, olgun kişilerin işidir…” demekle bir anlamda Allah’ı korumaktadır…
Bu nedenledir ki mutlu olmak istiyorsan: “herkesle dost ol, kimseye kin ve haset besleme!” demektedir…
Takvim yaprağında söylenenlere eklenecek söz bulamıyorum. Anlayan ne demek istediğimizi anlar…
Av. Hayri Balta, 2.11.2012
X43
CİNLERDEN KORUNMA

Günümüzde hususiyetle kadınlara cinler çok musallat oluyor. Bunu da kâfir cinler yapıyor. Müslüman olanları yapmaz, Allah’tan korkar yo! gösterir, yol kesmez.
Resulullah -saljallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin cinleri evlerden uzaklaştıran müba¬rek duası ve Âyet-ül kürsî’den başka, cinlerin âni hücumuna karşı Besmele ile beraber İhlâs sûre-i şerifinin son Âyet-i kerime’sini okumak, bir kalkan ve bir kılıç mesabesindedir. Şöyle ki:
Cinlerin âni hücumu karşısında süratli bir şe¬kilde arka arkaya “Bismitlâhirrahmanirrahim, küfüven ehad…” denilmelidir. O zaman yaklaşamaz.
Etkisinden tamamen kurtulmak için bulundu¬ğu mekânın bütün açık yerleri, hatta anahtar deliği dahi* “kapatılır. bu lâfız köşe bucak her yere okunur. Kaçamayınca da ölür. Öldürünceye kadar devam etmelidir. Diğerleri de gelmeye korkar. Gelirlerse onlara da okunur.
Ani hücum olmadığı zaman “İnnehu min Süleymane ve İnnehu Bismillâhirrahmanir-rahim” Âyet-İ kerimesi de okunabilir.
Cin görüldüğünde Ezan-ı Muhammedi okun¬ması faydalıdır. Çünkü Resul-i Ekrem -saüallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ezan sesi duy¬duklarında şeytanların geri dönüp kaçacakları¬nı haber vermiştir.
Ebu Said el-Hudrî -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz cinlerden ve insanın göz değme¬sinden çeşitli dualar okuyarak Allah’a sığı¬nırdı. Muavvizeteyn ‘Felâk ve Nâs sureleri’ nazil olunca bu iki sureyi esas aldı diğerle¬rini terk etti.” (Tirmizi)
(Hakikat Takvimi, 18 Kasım 2012)
+
Bir kere şu gerçeği bilmeliyiz ve bildirmeliyiz ki cin kavramı gerçek anlamda alınmamalıdır. Her zaman dediğim gibi cin kavramı simgesel bir anlatımdır.
Takvimin ilk satırında şu anlatımla.“Bunu da kâfir cinler yapıyor. Müslüman olanları yapmaz.” deniyor…
İlerden beri söylenir; cinler insan topluluğu gibi topluluktur. Bu toplulukta cinler de evlenir, çocukları olur. İlk satırda belirtildiği gibi bu cinler taifesinin Müslüman’ı da olur, Kafir’i de…
Yine ilk satırda okuduğumuza cinlerin Kafir olanları Müslüman’lara musallat oluyor. Onların aklını başından alıyor, yoldan çıkarıyor…
İşte burada aklıma bir soru geliyor. Biliyorsunuz Kuran; insanlara aklını kullanmasını öneriyor. “Aklını güzelce kullanmayanlar azaba uğrar!.” diyor. (K. 10/100)
Öyleyse biz de aklımızı kullanarak şu soruyu soralım. Değil mi ki bu cinlerin kafirleri Müslümanlara musallat oluyor; öyleyse bu cinlerin Müslüman’ları neden kafirlere musallat olmuyor. Niçin bu Müslüman cinlerden bir tanesi olsun Müslüman’lara yardım etmiyor?..
Niçin Müslüman cinler; şu Afganistan’a, Irak’a ve diğer El kaide ve Taliban gibi Müslümanlara yardımcı olmuyor. Niçin onların saldırı uçaklarını patır patır yerlere çarparak paramparça etmiyor. Onlar büyük bir pervasızlıkla Müslüman halkın başına bomba yağdırıyor…
Bilmiyorum, cinlerin gerçek varlık olarak kabul edenler bu soruya nasıl yanıtlayacaklar…
Av. Hayri Balta, 30.11.2012
X44
KISSADAN HİSSE

Mevlana Hazretleri bir sohbette şöyle buyurdular: “Rebâb bir nevi çalgıdır. Sesi cennet kapılarının açılışını andırır.” deyince bü¬yüklük taslamaktan hoşlanan bir dinleyici de -Biz de o sesi işitiyoruz- dedi.
Mevlana Haz¬retleri: “Bizim işittiğimiz cennet kapılarının açılmasının sesidir. Senin işittiğin ise kapan¬dığının…” buyurarak onu susturmuştur.
+
Biri Mevlana Hazretlerinden “Dervişler gü¬nah işler mi?” diye sormuştur.
O da “İştahsız^-yemek yemek dervişler için en büyük gü¬nahtır” buyurmuş ve anlatmaya devamla:
“Müritlerine rastgele kimselerle arkadaşlık ve sohbet etmemelerini ve kendileri gibi olanlarla görüşmelerini emretmişlerdir.
“Saygıdeğer üstat ve Pirim Şems-i Tebrizi Hazretleri Meslektaşın olmayan kimse¬lerle düşüp kalkma ve arkadaşlık etme. Şa¬yet Öyle kimselerin yanında oturmak mec¬buriyetinde kalırsan, çocuğun okulda, mü¬nafığın camide, tutuklunun hapishanede oturduğu gibi otur” diye tavsiye ve ihtarda bulunmuşlardır.
(Hicret Takvimi, 7 Şubat 2003)
+
Mevlana’nın öğütlerini okuduk. Öğütler ne oranda yararlı olur; yaşanmadan anlaşılmaz. Çünkü öğütlerin yerine getirip getirilmemesi olayların, koşulların gelişimi ile doğru orantılıdır. İnsan, koşullar, olaylar neyi gerektiriyorsa onu yerine getirir.
Öğütleri şöyle kabul ederim hep. Öğütler kaynayan süte “Yoğurt ol demeye benzer!..” Sütü istediğin kadar kaynat. Süte bir parça yoğurdu maya olarak çalmazsan kaynayan süt yoğurt olmaz… Muhakkak maya çalınması gerekir…
Öğütlerin işe yaraması için muhakkak insanın olgunlaşması gerekir. Olgunlaşmak ise kendi kendine olmaz. Muhakkak bir olgunlaşmış bir öğretmenden yaşam dersleri alması gerek.
Bu demek oluyor ki insanın gelişmesi, olgunlaşması için muhakkak bir denetçi olması gerek.
Hesap verme kaygısı ve korkusu içinde olmayan insanın tekamül etmesine olanak yoktur.
Dinlerin tek amacı vardır. O da insanların tekamülüne hizmettir…
Av. Hayri Balta, 28.12.2012
X45
ALLAH’A ERİŞMEK

Mevlâna’nın en önemli eseri Mesnevî’dir. Mesnevi, ayet ve hadislerden alınan ilhamla yazılmış hikayeleriyle son derece kıymetli nasihatler içermektedir.
1259-61 arasında yazılmaya başlanan Mesnevi, 1264-68 arasında tamamlanmıştır.
Düşüncelerini, birbirine eklenmiş hikâyelerle anlatan Mevlâna, Mesnevî’yi, olgunlaşma yolunda istekli olanları bilgilendirmek için yazmıştır.
Dünya hayatına tapmayı, Allah’tan gafil olmak şeklinde tanımlayan Mevlâna, tasavvuf anlayışını ha¬yatın ve insanın gerçekleri üzerine kurmuştur.
Allah’a erişmeyi gerçek padişahlık sayan Mevlâna, Allah aş¬kında yok olmak suretiyle gerçek varlık makamına erişilebile¬ceğini düşüncesinin merkezine yerleştirmiştir.
Mevlâna’m tasavvuf anlayışında yaratılışın, hayatın anlamı aşktır. Allah’tan başkasına âşık olmak geçici bir hevestir.
“Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir.”
(Diyanet Takvimi, 12.12.2011)
+
Mevlana; hedefi belirlemiş; ama hedefin yeri belli değil. Son satırdan alalım: “… hayatın anlamı aşktır. Allah’tan başkasına âşık olmak geçici bir hevestir.”
Hedef Allah’a aşık olmaktır? Ama Allah nerededir ve nedir?
Gerçekten din alimlerini Allah’tan söz ettiklerinde ilk sözleri, Allah için: “Mekandan ve zamandan münezzehtir…
Bundan ne anlaşır? Mekanı (yani bir yeri) yoktur. Zamanın dışındadır. Bunun Türkçesi şöyledir: Uzay dışındadır.
Kısaca durum böyle olunca Mevlana’nın sözlerini nereye oturtacağız? Biz hayale mi aşık olacağız. Hedefi belirlemiş ama hedefin yeri yok…
Şimdi de sondan ikinci paragrafı açıklamaya çalışalım.
Mevlana’ya göre Allah’ı bulmanın yolu: “…Allah aş¬kında yok olmak suretiyle gerçek varlık makamına erişilebile¬ceğini…” açıklamaktır.
Bunun da anlamı; insanın, nefsani arzularından kendini temizlemesidir…
Bunun da anlamı bencillikten, şöhret hırsından, makam mevki hırsından, mal mülk düşkünlüğünden kurtularak alçak gönüllü kanaatkar bir yaşam sürdürmektir. Böyle bir yaşamı sürdürürsen Allah makamına erişebilirsin…
Böylece Mevlana’nın tasavvuf anlayışına ulaşabiliriz. Ne diyordu: “…tasavvuf anlayışını ha¬yatın ve insanın gerçekleri üzerine kurmak…”
Demek ki Mevlana’nın tasavvuf anlayışı: “Alçak gönüllü kanaatkar bir yaşam…”
Allah’a erişmek mi istiyorsun. İşte Mevlana sana yolu gösteriyor… Artık takdir senin… İster Allah yolunu yeğlersin; istersen Nuh’un Tufanı’na kapılır gidersin…
Av. Hayri Balta, 25.1.2013
X46
ŞEYTANLAŞMIŞ İNSANLAR

İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar ol¬duğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mü-câdele: 19)
“Onlar şeytanın hizbi (partisi) dirler.” (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmiş¬lerdir-. Bir diğer Âyet-i kerimede:
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hak¬kında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer.” buyruluyor. (Hacc: 3)
Şeytan ismi Ayet-i kerime’de “Merid” sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şü¬mulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyan¬ları doğru yoldan saptıracakları ve cehenne¬me sürükleyecekleri kesin bir akıbettir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -r. anh-e:
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sordu. O ise: “İnsanın da şeytanları var mıdır?” dedi. Buyurdu ki:
“Evet! Hem de onlar cin şeytanların¬dan daha şerlidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:
“Onun hakkında şöyle yazılmıştır: Kim onu dost edinirse, bilsin ki o kendisini saptırır ve alevli ateşin azabına sürükler.” (Hacc: 4)
(HAKİKAT TAKVİMİ. 13 Ocak 2013)
+
Takvimdeki ayetlere dikkatinizi çekerim.
“Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mü-câdele: 19)
Bu ayet üzerinedir aşağıdaki sözlerim…
Bu ayete şeytanlaşmış insanlardan söz edilmektedir. Ben, bu şeytanlaşmış insanlarla çok karşılaştım. Bunlar, geçmişte, yaşamımı burnumdan getirmiştir.
Bunların kimliğini anılarımı okuyan bütün okuyucularım bilir. Kaldı ki bunların adını anmak şu an için gereksizdir…
Bu şeytanlaşmış insana günümüzden bir örnek verelim.
Gelin Siera olayı üstüne gidelim…
Amerikalı turist Siera’nın başına gelenleri biliyorsunuz. Din ilmi bu olayı kader diye açıklar.
Sen kalk Amerika’dan Türkiye’ye gel. Geze dolaşa git, İstanbul Saray Burnundaki surların dibinde bekleyen Laz Ziya’nın eline düş. Öylesine bir tesadüfü ne ile açıklayacağız?..
Laz Ziya surların dibinde. İçkiyi içmiş, tineri çekmiş, kendinden geçmiş. Tam bir şeytana dönüşmüş.
Bir de bakıyor ki genç ve güzel bir kadın kendine doğru geliyor. Bunun bir turist olduğunu görüyor. Önünü kesiyor. Öpmek istiyor.
Siera öpmenin nereye varacağını biliyor. Laz ziyanın isteğini reddediyor. “Vay sen misin!” beni reddeden… Al kafana bir taş benden.
Siera bayılıp yere düşüyor. Laz ziya ise sızıyor…
Uyanıp bakıyor ki kanlar içindeki Siera ölmüş. O da Siera’yı surlardaki bir deliğe gömmüş…
Sonrasını biliyorsunuz artık… Böylece şeytanlaşmış insanın yaratmış olduğu bir olayı açıkladık.
Av. Hayri Balta, 21.3.2013
X47
ALLAH’A KAÇMAK

ZARAR VE TEHLİKELERDEN ALLAH-U TEÂLÂ’YA KAÇMAK

Şirkten tevhide, küfürden imana, İsyandan itaata, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyadan ihlâsa, kibirden tevazuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adavetten mu¬habbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba… kaçıp sığınmaktır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah’a kaçınız!” (Zâriyat: 50) O’nun Zât-ı ulûhiyetine iltica edin, her işi¬nizde O’na itimat ve teslimiyette bulunun. Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım is¬tenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O’dur.
“Allah’a sığın!..” (Mümin: 56)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Allah, rızasını arayanları onunla kur¬tuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide: 16)
Allah-u Teâlâ’nın ism-İ şeriflerinden birisi de “Mümin” dır İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren demektir. Emniyet ve eman kaynağı O’dur, her şey her an O’na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselam Efen¬dilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Hazret-i Allah’a tevekkül etmişler, huzuru O’na sığınmakta bulmuşlardır.
Hakikat takvimi, 24 Şubat 2013-04-17
X
Bütün yazılarımda açıklamaya çalıştığım gibi insanlık, hangi dine mensup olursa olsun, Allah denince bilinmeyen bir yerde kişisel ve nesnel bir varlığı hayal etmektedir. Bu Allah’ı kişileştirmektir ve bu İslam dinine göre Allah’a ortak koşmaktır…
Yukarıdaki takvim yaprağına göre, Kuran ayetlerine dayanılarak, Allah’ın açık bir tanımı yapılmaktadır. Marifet bunları idrak etmektedir.
Allah komşu mahallede değil ki başın sıkıştığında koşup ona sığınasın…
Allah, kavramsal bir anlatımdır. Değişmece (mecaz) sözcüklerle vurgulanır.
Şimdi takvim yaprağına dikkat edersek Allah sözcüğü ile neyin amaçlandığını görürüz… Şimdi bunları sıralayalım.
“ALLAH-U TEÂLÂ’YA KAÇMAK: Şirkten tevhide, küfürden imana, İsyandan itaata, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyadan ihlâsa, kibirden tevazuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adavetten mu¬habbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba… kaçıp sığınmaktır.
Bu anlatıma göre Allah kavramı somutlaşıyor. Kötü olan kavramlar yanında iyi olanları yaşamımıza uyarladığımız takdirde Allah kaçıp sığınmış oluyoruz…
Takvim yaprağındaki bu kavramlar Kuran ayetlerine dayanarak açıklandığı için herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde Allah hakkında bize bilgi vermektedir.
Artık bize düşen kötülükten iyiliğe, nefretten sevgiye ilahir sığınmaktır.
Bu anlayış İncil’de de şu sözlerle dile getirilir:
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar.” (İncil 1. Yuhanna 4/16)
Şimdi bir de dönüp insanlara ve bunların allame dediklerinin söylediklerine bakalım. Söyledikleri yukarıdaki gerçeklere tamamen aykırıdır. Bu da Kuran’da şu biçimde dile getirilmektedir:
“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (K. 6/116)
Av. Hayri Balta, 17.4.2013
X48
DOĞRULUK

Doğruluk; Allah’ın emrine ve koyduğu kurallara uygun bir yol izlemek, insanların haklarına riayet etmektir. Kur’an-ı Kerim’de, doğruluğa dair birçok ayet bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de; “… Emrotunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 11/112; Şûra, 42/15) buyurulmaktadır.
Allah, mü’minlerin kendisinden korkmalarını, sözlerinde ol¬duğu kadar özlerinde de doğru olmalarını emretmektedir. Mü’minler, doğrulukları karşılığında Cennet’Ie müjdelenmiş-lerdir. Peygamber Efendimiz {s.a.s.); “Doğru olunuz, doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında “sıddık diye yazılır.” (Buhârî, “Edeb”,
69;Müslim, “Birr”, 103-105;Tirmizi, “Birr”,46) buyurmuştur.
Mü’minler; söz söylerken doğruyu söyler, ya hayır konuşur yahut susarlar.
(Diyanet Takvimi. 30 Mayıs 2011)
+
“Doğruluk; Allah’ın emrine ve koyduğu kurallara uygun bir yol izlemek, insanların haklarına riayet etmektir…” deniyor.
Önce “Allah’ın emri” açıklık getirmek gerekiyor. Allah bilgisinden habersiz olanların, bu satırları okur okumaz. aklına; göklerde, bilinmeyen bir yerde, yeri ve yurdu belli olmayan kişisel, nesnel subuti ve zatî varlığı bulunan bir ruh tarafından söylendiği var sayılır ki bu kutsal kitapların Allah hakkında açıklamaya çalıştıklarına aykırıdır.
Burada Allah’ın emri denince anlamamız gereken; asırlar boyu oluşan genel kanaat, uygulanması gereken doğrular, uyulması halinde insanı huzura kavuşturacak olumlu kavramlardır.
Allah’ın koyduğu kurallar kavramına gelince bu da sanıldığı gibi akla; törensel dinlerin koyduğu kurallar gelmemelidir…
Bilindiği gibi Allah’ın dini birdir ve yolu da bir olmalıdır. Törensel dinlerin koyduğu kurallara uymamız gerekince her din mensubun gittiği yol ayrı ayrı olur ki bu da Allah ve dininin birliği kuralına aykırı olur…
Bütün insanların uymakta olduğu bir genel doğrular, evrensel kurallar, olumlu kavramlar, doğruluk, dürüstlük, erdem gibi kavramlarda uzlaşıldığı takdirde insanlar arasında ayrılık olmaz…
Takvim yaprağındaki şu ayete de dikkatinizi çekmek isterim:
“Emrotunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 11/112; Şûra, 42/15)
Belirtilen bu iki ayeti aşağıya alıyorum:
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (K. 11/112)
(Ey Resulüm!) İşte bundan dolayı sen insanları Allah’ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Onların isteklerine uyma ve de ki: “Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım; aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Çünkü dönüş sadece O’nadır.” (K. 42/15)
Bu ayetlerde Peygambere emreden de: Peygamberin aklı, mantığı, sağduyusu, sorumluluk duygusudur. İç görüsünün, ön sezgisinin kendini yönlendirmesidir…
Yineliyorum: göklerde, bilinmeyen bir yerde, yeri ve yurdu belli olmayan kişisel, nesnel subuti ve zatî varlığı bulunan bir ruh tarafından söylenmiş değildir. O gelen giden Cebrail simgesel ve mecazi anlatımlardır ki bunu da anlamak için bu konularda yarım asra yakın bir araştırma yapmak gerekir.
Ne diyor takvim yaprağının son satırları: “Mü’minler; söz söylerken doğruyu söyler, ya hayır konuşur yahut susarlar.”
Bu sözleri günümüz anlayışına göre söylersek:
Aydınlar doğru konuşmalıdır. Hayırlara vesile olmalıdır; doğru söylemeyecekse, hayırlara vesile olamayacaksa susmalıdır…
Av. Hayri Balta, 16.5.2013
X49
HİDAYET

Hidayet Allah-u Teâlâ’nın, kendi zâtını bil¬mek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur.” buyuruluyor. (A’raf: 178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönder¬diği peygamberler vasıtası İle hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi ve kötü¬yü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Âyet-i kerime:
“Biz ona iki de yol gösterdik.” (Beled: 10)
“Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfi¬ret yerine azabı satın almışlardır.” (Ba-kara: 175)
Gözler her ne kadar açıksa da, basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Âyet-i kerime:
“Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de körleşir.” (Hacc: 46)
Hazret-i Allah azim nisbetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar. Bu jse mücahedenin neticesidir.
Âyet-i kerime:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteri-riz.” {Ankebut: 69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesin¬den sonra, nübüvvet ve velayet âleminde parıldayan bir nûr olur.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tahsis ile şe¬reflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Âyet-İ kerime:
“Allah’ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir.” (Bakara: 120)
(Hakikat Takvimi. 17 Şubat 2013)
+
Sözlüklere baktığımızda Hidayet karşısında şu açıklamaların yapıldığını görürüz.
“Hidayet: Doğru yol, Hak yol, İslamiyet
Allah’ın insanların kalbine ilham ettiği hak yol arama hissi ve arzusu
Yol gösterme
Gerçeği görüp kabullenmek, aklı başına gelmek…”

Bu açıklamalar içinde: “Allah’ın insanların kalbine ilham ettiği hak yol arama hissi ve arzusu” ve “Gerçeği görüp kabullenmek, aklı başına gelmek…” açıklamaları
üzerinde duracağız.
Bir içki ve kumar düşkünü insanın bir de bakmışsın ki aklı başına gelmiş. İçkiyi kumarı bırakmış. Hak yolu aramaya başlamış.
Hak yol, insanın elini ayağını kötülüklerden el çekmesi, bütün davranışlarında makul hareket etme noktasına gelmiş olmasıdır…Eskiden sahip olduğu mal mülk, şan şeref düşkünlüğünden vazgeçerek mütevazi bir yaşamı yeğlemiş ailesine karşı sorumluluğunu idrak etmeye başlamıştır.
Bu değişiklik başta ailesi olmak üzere bütün çevresinin dikkatini çekmeye başlamıştır.
Hakkında şöyle konuşulmaya başlamıştır. Aklı başına geldi. Doğru yolu seçti. Hidayete erdi…
Bu gelişme yukarıdaki ayetlerinden şöyle dile getirilmiştir.:
Hidayet hakkında: İslamî Terimler Sözlüğü. Dr. Hasan Akay. İşaret Yayınları. İkinci Baskı : Mart 1995’te aşağıdaki bilgiler verilmektedir. Okuyalım:
HİDAYET İ. ar. 1. Doğru yolu arama, doğru yola girme; Allah tarafından kulun kalbine ilham olunan hak yolunu aramak arzusu, hak yola iletme; Hak din. İslâm dîni. KK. Allah’lah buyuruyor:
“(Ey Muhammed), onlara hidâyet vermek sana düşmez. Allah dilediğine hidâyet verir dilediğini yola getirir). Verdiğiniz her hayır; kendiniz içindir…” (KK. 2/272).
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığı halde, onlardan öğüt almayıp) yüz çeviren ve ellerinin yapıp öne sürdüğü (günahlarını, isyanlarını, kötülûğünü unutandan daha zâlim kim olabilir? Biz onların kalpleri üzerine, onu anlamalarına engel olan örtüler. Kulaklarının içine de ağırlık koy¬muşuz. Ortan hidâyete (doğru yoa) davet etsen de, bu halde asla ‘Hidâyete gelmezler (çünkü hakika¬te basiretlerini kapamışlardır.” (KK. 18/57).
tas. Allah’ın kullarına verdiği îman, hidâyet, ihsan, iyilik, güzellik, sıhhat vb. şeyler bir lütuftur; O, iyilik yapmak zorunda değildir. İnsanın ceza veya mükâfat alması, hak ettikleri için değil: bu, Allah’ın adaletinin ve lütfunun eseridir. Çünkü insan, belli miktardaki suç yüzünden daimî bir ceza veya belli sayıdaki iyi İşle¬re karşılık sınırsız {ebedî) bir mükâfât hak etmez.
Görünüşteki amel ve mücâhede kuldan, içteki hidâyet ve marifet Allah’tandır. Çünkü, ‘Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’nun katında vesile ola¬cak şeyler arayın ve O’nun yolun¬da mücâhede edin ki kurtuluşa e-resiniz.” (KK. 5/35) buyrulmaktadır.”
+
“Biz ona iki de yol gösterdik.” (Beled: 10) Bu iki yolun neler olduğu yine Kuran’da açıklanmıştır. Bu da şu ayetle dile getirilmektedir:
“Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfiret yerine azabı satın almışlardır.” (Ba-kara: 175)
Artık seçim insana kalmıştır. Ancak insanın içinde yaşadığı ortamın ve koşulların da elverişli olması gerekir ki bu şu ayetle dile getirilmiştir:
“Allah’ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir.” (Bakara: 120)
Burada geçen Allah kavramı insanın içinde yaşadığı ortam ve koşullardır…
Hidayet kavramı bir insanın yaptığı kötülüklerin ayrımına varıp iyi yol seçmesidir.
Bir insanın doğru yolu seçmesi için de içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, eğitsel durumun elverişli olması gerekir. Bu durumun elverişli olmasına Allah’ın hidayet etmesi de denir. Koşullar elverişli olmazsa insanın çabası işe yaramayabilir.
İnsanın; doğru,dürüst davranışlarından zevk alması denir. Buna Allah’a kavuşmanın verdiği haz, zevk denir.
İnsan,bir kere Allah’ın tadına vardıktan sonra kolay kolay bu yoldan ayrılamaz; ayrılması halinde ise huzuru kaçar; yaşamdan mutluluk alamaz…
Bu nedenlerle hidayet kavramı önemli bir kavramdır…
Av. Hayri Balta, 15.6.2013
X50
ZARAR VE TEHLİKELERDEN
ALLAH-U TEÂLÂ*YA KAÇMAK

Şirkten tevhide, küfürden imana, isyandan itaate, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyadan ihlâsa, kibirden tevazua, cimrilikten (»mertliğe, israftan kanaate, adavetten mu¬habbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba… kaçıp sığınmaktır.
Ayeti kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah’a kaçınız!” (Zâriyat: 51/50)
O’nun Zât-ı ulûhiyetine iltica edin, her işi¬nizde O’na itimat ve teslimiyette bulunun. Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım is¬tenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O’dur.
“Allah’a sığın!..” (Mümin: 40/56)
24 Şubat
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Allah, rızasını arayanları onunla kur¬tuluş yollarına eriştirir ve onları izni İle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide: 5/16)
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şeriflerinden birisi de “Mümin” dir. İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren demektir. Emniyet ve eman kaynağı O’dur, her şey her an O’na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efen¬dilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün iptilâlara, meşakkatlere, eza ve cefalara karşı Hazret-i Allah’a tevekkül etmişler, huzuru O’na sığınmakta bulmuşlardır. (HAKİKAT TAKVİMİ, 24 Şubat 2013)
+
Şu sözlere dikkatinizi çekerim: “O’nun Zât-ı ulûhiyetine iltica edin.” deniliyor… Bu sözcüğü Türkçeleştirirsek “O’nun ilahi varlığına iltica edin.
Onun ilahi varlığı belli bir yerde değil ki koşup O’na sığınasın. O denilen Tanrı’dır (Allah)…
“O’nun ilahi varlığı hakkında, takvim yaprağında, şöyle deniyor:
Şirkten tevhide; yani, kötülükten iyiliğe yönelmek, eğriliklten doğruluğa, olumsuzluktan olumluluğa yönelmekle tevhidi (birliğe) ulaşmış oluruz. Bir insan hem iyi hem kötü eylemlerde bulunursa; Allah’a şirk koşmuş olur…
Küfürden imana; yani, gerçeği inkar yerine hakka sarılma
İsyandan itaate; yani, olgunlaşmış insanlara saygısızlık yerine onlara saygı göstermek…
Zulümden adalete; yani, perpangi bir kişiye eziyet edeceğine ona sevgi göster…
Nifaktan sadakate; yani, ortalığı karıştıran sözler söyleyeceğine gerçeğe sadaketle doğruyu söyle…
Riyadan ihlâsa; yani, iki yüzlülük yerine olduğun gibi görünmek…
Kibirden tevazua; yani, kendini beğenerek böbürleneceğine alç ak gönüllü bir yaşamı yeğle…
Cimrilikten cömertliğe; yani, ihtiyaçlarını karşılamakta, başkasına yardımda eli sıkı olma diyor…
İsraftan kanaate; yani har vurup harman savuracağına tutumlu olmak…
Adavetten mu¬habbete; yani, herhangi birine düşmanlık yerine sevgi durumunda ol…
Tefrikadan ittifaka; yani, toplumu ayrılığa düşürme…
Kötülükten iyiliğe; yani, kötülük yapacağına iyilik yap, böylece ikilikten kurtulmuş, birliğe erişmiş olursun…
Günahtan sevaba kaçıp sığınmaktır. Yani, halkın onaylamayacağı davranıştan kaçın ve halkın onaylayacağın davranışlara yönel…
Siyah renkle belirtilen sözcükler takvim yaprağında yazılanlardan Beyaz renkli yazılanlar ise benim yorumumdur.
Görüldüğü gibi takvim yaprağı; Allah’ın ilahi varlığı olarak olumlu kavramları sıralamaktadır.
Bu olumlu kavramlar Allah teriminin kapsamı içindedir.
Konuya bir de bu açıdan bakarak olumlu kavramları kutsallaştırırsak ne kaybımız olur ki…
Av. Hayri Balta, 9.7.2013
X51
KADINLARIN DURUMU 1

Resulullah-sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennete muttali oldum, halkının çoğunun fakirler olduğunu gördüm.
Cehenneme muttali oldum, halkının çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm.” (Muslim: 2737)
Resulullah-sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz çoğunlukla cehennemliklerin kadınlar olduğunu gördüğünü söylediği zaman Ashab-ı kiram “Ne sebeple ya Resulallah!” d\ye sordular. “Küfretmeleri sebebiyle.” cevabını verdi. “Kadınlar Allah’a küfreder m/?”diyenler oldu. Buyurdular ki: “Evet. Onlar kocalarına karşı nankörlük ederler, iyiliğe karşı küfranda bulunurlar. Onlardan birine ilelebet iyilik etsen, sonra senden bir şey görse, hemen ‘Senden h\ç bir hayır görmedim.’ der.” (Muslim: 907)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir bayram günü kadınlara öğütlerde bulundu. Sonra onlara:
“Tasadduk ediniz, zira çoğunuz cehennem odunu olacaksız.” buyurdu.
Bunun üzerine karayağız bir kadın kalkarak “Niçin ya Resulallah!” diye sordu.
Resulullah-sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz: “çünkü sizler halinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda bulunursunuz.” buyurdu.
Derken, kadınlar kendi ziynetlerinden ta¬sadduk etmeye başladılar. (Muslim: 885)
(Hakikat Takvimi, 23.10.2013)
+
Kadınlar hakkında bunun gibi olumsuz hadisler çok. Bunlardan biri de kadınların aklen ve dinen eksik olduklarına ilişkin hadistir…
Bu tür hadisleri kabul etmeyen İslam âlimleri çok… Bunlar bu tür hadislerin uydurma olduğunu söyler. Bir bölüm İslam âlimleri de bu hadislerin ayıklanması konusunda Diyanet’e öneride bulunmuştur.
Kadınların “Cehennemlik” ve “Aklen ve dinen eksik” olduğunu bir türlü kabul edemiyorum.
İslam dini değil mi “Cennet anaların ayakları altındadır!” diyen. Ben buradaki analar sözcüğünü kadın olarak kabul ediyorum. Çünkü anaların büyük çoğunluğu kadınlardır…
“Bağdat gibi diyar olmaz; ana gibi yar olmaz!” sözü de biz Türklerindir.
Yine Türklerde kadına “Hanım” derler ki bununun anlamı, “Benim, Han’ım, benim Sultanım!” anlamına gelir. Burada denmek istenen “Kadın benim başımın tacıdır!”
Kaldı ki Türkler anaerkil bir toplumdur. Türklerde kadının yeri başkadır. Bir kazada bile önce çocuklar, sonra da kadınlar kurtarılır. Bu bütün dünyaya özgü bir özelliktir.
“Kadınların aklen eksik” olduğuna ilişkin hadis de gerçekle bağdaşmamaktadır.
Bu gün üniversite giriş sınavlarında kız öğrenciler her sınavda erkek öğrencilerden fazla puan almaktadır…
Yine kadınlar, bütün dünyada başbakan, bakan, milletvekili olabiliyor. Kamu yönetiminde görev alıyor. Öyle ki uzaya gidip gelen kadın astronotlar bile var…
Hele şu orkestralarda kadınların, kızların her türlü çalgıyı başarı ile çalmaları her zaman hayranlığımı çekmiştir…
Arapların bütün dünyada geri kalmalarının bir nedeni de kadınları aşağılamış olmalarıdır…
Demek istiyorum ki kadınları aşağılamayalım; kadınları yüceltelim.
Kadınları yücelten toplum yücelir.
Eren Bilge Av. Hayri Balta, 26.10.2013
X52
FAİZ HARAMDIR

Dinimiz faiz ile faizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kılmıştır. Haram oluşu hem ayeti kerime hem hadis-i şerif ile sabittir. Allah-u teala ayet-i kerime’lerinde:
“Faizi yemeyiniz.” (Al-i İmran: 130)
“Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır.” buyuruyor. (bakara: 275)
“Allah faiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lanetlemiştir.” (Tirmizi)
“Faizde alan-veren eşittir. (günaha ortaktır.)” (Müslim)
Faizin helal olduğunu iddia etmek küfürdür. İnsanlar arasındaki sevgi, saygı ve yardımlaşma duygusunu yok eden, mal hırsını arttırıp Allah’a karşı kulluk ve infak vazifesini unutturan faiz ile faizin girdiği bütün kazanç yollarını dinimiz kesin olarak haram kılmıştır.
Şüpheli şeylerden korunmak mendup olduğu halde, faiz şüphesinden korunmak vaciptir.
Resulullah -s.a.v.- Efendimiz faizin her çeşidinin günahını otuz altı zinaya eşit saymıştır.
Ayet-i kerime’de şöyle buyruluyor:
“Eğer faizi terk etmezseniz, bunun Allah’a ve peygamber’ine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Faizciler hakkında buyurulan hem lafzı hem de manevi ve şiddetli tehdit hemen hemen başka hiçbir tahrim ayetinde yer almış değildir.
Allah ve Resul’une harp ilan etmiş olan bu gibi kimseler en şiddetli bir dil ile lanetlenmişlerdir. Aslında onların ne Hazret-i Allah’la ne de Resul’u ile harp etmeleri mümkün değildir. Asil harbi Allah ve Resul’u onlara açmıştır. Faizcilerin dünya ve ahrette hezimete uğrayıp perişan olmaları mukadderdir.
(Hakikat Takvimi, 30 Ekim 2013)
+
Türban Allah’ın emri değildir; dinin emridir. Çünkü Allah emrini yerine getirendir. Eğer türban Allah’ın emri olsaydı bütün dünya kadınları türban takardı. Günümüzde isteyen takıyor, isteyen takmıyor…
Yukarıda faiz hakkında buyrulan ayetler büyük harflerle ve altını çizdiğim satırlarla gösterilmiştir. Bu hükümler ağır hükümlerdendir… Ve bu da din hükmüdür… Dediğim gibi Allah’ın emri olsaydı Allah emrini yerine getirirdi. Bu gün bankalarla çalışmayan hemen hemen yok gibi…
Bu gün ülkemizde Kuran’ın uygulanmayan 232 hükmü var.
Zinayı suç olmaktan çıkaran da AKP İktidarı…
Kuran’ın bir ayeti uygulamayanın kâfir olduğunu da kendileri söyler.
Ne var ki AKP iktidarı bu hükümleri kulak ardı ediyor. Oy peşinde koşuyor. Varsa da yoksa da türban diyor…
Niçin Kuran’ın uygulanmayan hükümleri üzerinde duracaklarına gelip de türban üzerinde ısrar ediyorlar Bundaki amaçları ne?
Bundaki amaçları kadını eve hapsetmek… Çocuk bakıcılığına yöneltmek. Erkeklere iş alanı açmak. Kadınları itaate zorlamak ve ekonomik gücünü kırmak…
Demek istediğim bunların derdi dinin hükümlerini uygulamak değil; bunların derdi oy devşirmek…
Eren Bilge Av. Hayri Balta, 6.11.2013
X53
CENNETTE EBEDİLİK

Kafa gözü He gönlü gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rablerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemal-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedi olarak kalacaklardır. Ayet-i kerime’lerde şöyle buyruluyor:
“İman edip salih ameller işleyen ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Hud: 23)
“İman edip amel-i salih işleyenleri elbette altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennet köşklerine yerleştiririz. Çalışanların ücreti ne güzeldir!” (Ankebut: 58)
“Canlarının çektiği nimetler içinde ebedi kalırlar.” (Enbiya: 102)
“Mutlu kılınanlara gelince, onlar da 1 cennettedirler. Rabbi’nin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar orada ebe¬di kalacaklardır. Bu, bitmez tükenmez bir lütuftur.” (Hud: 108)
“İşte bu ebedi yaşama günüdür.” (Kaf: 34)
“Rablerinden korkanlar için, altların¬dan ırmaklar akan, içinde temelli kala¬cakları cennetler vardır. Allah tarafından ağırlanırlar.” (Al-i İmran: 198)
“Orada ebedi kalacaklar, oradan ayrılıp başka bir yere gitmek istemezler.” (Kehf: 108)
“Onlar cennet ehlidirler. Yaptıklarına karşılık olmak üzere orada ebedi kalacaklardır.” (Ahkaf: 14)
(HAKİKAT, 24 Kasım 2013)
+
Evet, doğru. İnsan ölmeden Cennet’e ya da Cehennem’e gidemez. Ancak dinde sözü edilen bu ölüm; ya “ölmeden önce ölüm” ya da “yeniden doğum”dur…
Dinler, gerçek anlamda ölümle ilgilenmez. Çünkü Sorumluluk; doğumla, rüştüne ermekle başlar; fiziksel olarak ölümle biter…”
Çünkü yazılmıştır. “Allah ölülerin değil dirilerin Allah’ıdır.” (İn. Mat. 22/32)
Takvim yaprağının başlığı CENNETTE EBEDİLİK olarak geçmektedir. Ebedi yaşama ermek de yaşarken söz konusudur. Ebedi yaşama kavuşabilmek için düşünce ve eylemlerinde kalıcı olan bir yaşama kavuşmakla olur. Bu da Salih amel olarak dile getirilir.
Bu konuda Kuran şöyle dektedir:
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (K. 91/9)
Dinde mesafe almış din âlimleri Cennet’i şöyle tanımlarlar: “Cennet, bir yer değil; bir ruh halidir…”
Yaşamımızı ebedi kılmak ve kalıcı yaşama ermek ve daha önemlisi Cennet’te yaşamak bizim elimizdedir…
Dinde, dünyamızı Cennet’e çevirmemizi engelleyen hiçbir emir yoktur.
Av. Eren Bilge 26.11,2013
X54
HİDAYET

Hidayet Allah-u Tealanın kendi zatını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir…
Âyet-i kerime de:
“Allah kime hidayet ederse o doğru yolu bulmuştur” (A’raf: 178) buyruluyor.
Allah-u Teala indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtasiyle hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi kötüyü ayıracak kabiliyetler vermiştir.
Âyet-i kerimede şöyle buyruluyor:
“Biz ona iki yol gösterdik.” (Beled 10)
“Semud kavmine gelince ; onlara doğru yolu göstermiştik., ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussilet: 17)
“Onlar hidayet yerine delâleti, mağfiret yerine azabı satın almışlardır.” (Bakara: 175)
Gözler her ne kadar açıksa da basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Hazret-i Allah’ın azim nispetinde kullarını destekler, Hidâyetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar. Bu ise mücahedenin neticesidir.
Ayet-i kerime:
“Bizim uğrumuzda bizler için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” (Ankebut:69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesinden sonra nübüvvet ve velâyet âleminde parıldayan bir nur olur. Cenab-ı Hakk’ın kendisine tahsis ile şereflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Hakikat Takvimi 17 Nisan 2014
+
Şu ayete dikkatinizi çekerim:
“Allah kime hidayet ederse o doğru yolu bulmuştur” (A’raf: 178)
Bir insanın doğru yolu bulabilmesi için ona bir yol gösterici gerekir.
İnsan içinde yaşadığı toplumun ürünüdür. Çevresindekileri beğenisini kazanmak için onları öykünür (taklit eder). Kendisini kabul ettirmek için onların hoşuna gideni yapar. Kendisini topluma kabul ettirmek için yasal olmayan yollara sapar…
Doğru yolu bulmak için bir akil adamın, gerçeklere ermiş birinin kendisini eğitmesi gerekir. Bu da ortamın ve koşulların (Allah’ın) elvermesi ile olur.
Kılavuzsuz yola çıkan çıkmaza saplanır. İçinde bulunduğu ortamdan kurtulamaz. Muhakkak bir kılavuzun eğitiminden geçmesi gerekir. İşte İslam’da tarikatlar, mürşitler bu işlevi görür. Buna bile Allah’ın hidayeti gerekir…Allah’ın hidayette bulunmadığı kişi doğru yolu bulamaz…
Ancak hidayete eren kişinin önünde iki yol belirir. “Biz ona iki yol gösterdik.” (Beled 10) Bu da Kuran’da şu ayette belirtilir. İnsan hidayete ermeden iki yol arasında bir seçmede bulunamaz…
Hidayete eremeyenler doğru yerine yanlışı benimsemiş kişilerdir. Bunlar Allah’ın şeylerini değil insanların şeylerini düşünür. Bunlar doğru yerine yanlışı benimseyen kişilerdir. Din ilminde bunlara “ölüm vadisinde yaşanlar” denir…
İnsan; doğru yolda kararlı olmak için yanlışa karşı tepki göstermeli… Bu da mücahade ile olur. Kuran bu konuya da şu ayetle değinmiştir: “Bizim uğrumuzda bizler için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” (Ankebut: 69)
Av. Eren Bilge, 7.5.2014

X55
EVLIYAULLAH HAZERATI’NA HÜRMET ETMELİ ve SEVGİ BESLENMELIDIR,

Evliyaullah Hazeratı’na Hürmet Etmeli ve Sevgi Beslenmelidir,
Hazret-i Allah’ın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslenmelidir. Zira onlar Hakk’ın sevdiği ve muhabbeti için seçtiği kullarıdır. Ayet-i kerimede:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kullan için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.
Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahrette de on¬lar için müjdeler vardır. Allah’ın verdiği sözlerde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir.” (Yunus: 62-64) hitabına mazhar olmuşlardır.
Hiç kimsenin evliyaullah hakkında söz söylemeye hakkı da yoktur. Onlara düşmanlık Cenab-ı Hakk ile harp etmek demektir.
Hadis-i kudsi’de şöyle buyruluyor: “Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilan ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nafile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim, sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür, eli olurum o benimle dokunur, ayağı olurum o benimle yürür. (Kalbi olurum o benimle anlar. Söyleyen dili olurum o be¬nimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Her hangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim.”
(Buhari. Tecrid-i sarih: 1042)
+
Bu konuyu anlayabilmek için tasavvuf ilminden az çok haberdar olmak gerekir. Tasavvuf ilmi ile tanışmamış kişilere bu hadis’in bir şeyler anlatması zordur.
Burada anahtar tümce veli denince ne anlamamız gerektiğidir.
Veliler Allah’ı bilen, O’nu koruyan ve sahiplenen kişilerdir…
Bu konuda Şeyh Ebu Said’in şu sözleri konuyu açıklaması açısından çok önemlidir…
“O’nu kullukta aran bulamaz. O’nu ‘Onunla arayan hemencecik bulur…” (TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed İbn Münevver. Kabalcı yayınevi. 2003. s. 294)
Nedir “O’nu O’nunla aramak?..”
Burada Ondan kasıt Allah’tır.
Allah denince ne anlamalıyız?
Bil ki genel değerler, ortak doğrular, makbul sözler, yüce kavramlar, olumlu edimler Allah kapsamı içindedir. Kim ki bu değerlere göre yaşamını yönlendirir; artık Allah, onun, duyan kulağı, gören gözü söyleyen dili, yürüyen ayağı olur…
İncil’de bu konu şöyle dile getirilir:
Rabbi bulunabilirken arayın; yakınken O’na seslenin…” (İşaya 55/6-7)
Bu demektir ki fırsat doğmuşken doğru, güzel, iyi olanı yapın. Bu durumda Allah ile özdeşleşmiş sayılırsın…
Dediğim gibi tasavvuf ilminden habersiz olanlara bu anlattıklarım küfür gibi gelir; ne var ki bu anlattıklarım küfür değil, gerçektir…
Av. Eren Bilge, 9.5.2014