1.İLETİ

  1. Turgut Baydar
  2. E-MAİLLER 1

 

  1. Mehmet,           

           İsmim Mehmet,

Sitenizi gördüm e-mail atmak istedim.

Ben bir Müslüman’ım. Eğer kabul ederseniz Allah ve İslam hakkında sizinle yazışmak istiyorum. Belki karşılıklı olarak bir şeyler öğrenebiliriz.

İlk sorumu sormak istiyorum. Kainat nasıl oluştu? Tesadüfen mi, yoksa o hep var mıydı (yani kainat ezeli mi)?

Cevaplarsanız sevinirim.

Saygılarıma,

Mehmet, 7 Mayıs 2001

*

Sayın Mehmet,

Önce saygı, sevgi…

Benim gibi aykırı bir görüş sahibine e-mail attığın için kutlarım seni.

Müslüman’ım diyorsun bana ne.

Hangi inançtan olursan ol, istersen inançsız ol ne geçer elime?

Senin inancın sana, benim inancım bana…

İnançlar bir giysi gibidir insana.

 

Beni yalnızca tutum ve davranışların ilgilendirir.

Kötü davranışların üzer, iyi davranışların sevindirir…

 

Doğru değil eğri isen, iyi değil kötü isen, güzel değil çirkin isen…

Akrepten, çıyandan, yılandan kaçar gibi kaçarım senden.

Beğenirim seni; doğru, dürüst, güzelsen…

 

Nerde bir güzel görsem taparım, nerde bir çirkin görsem kaçarım.

İster kafir say, ister Müslim… İşte budur dinim benim…

 

Önemli olan bilge ve olgun insan olmaktır.

Kendimizi geliştirerek iki günü bir olmamaktır.

Kim olursa olsun söylenene körü körüne inanmamaktır.

Safsatalara, hurafelere aldanmamaktır.

 

Amaç: İnsanın, her an kendisini yaratmasıdır.

Kimseye siz de böyle yapın diye dayatmamasıdır.

 

Şimdi gelelim ilk soruna.

“Kainat nasıl oluştu? Tesadüfen mi, yoksa hep var mıydı?

Yani ezeli mi?” diye sormuşsun bana…

 

Sorunun burasında benim de bir sorum olacak sana.

Önce sen söyle bana:

“Eğer Evreni yaratan biri varsa, O nasıl olmuş kendisini yaratan yoksa?”

 

Ben aklın yanında bilimin verilerine inanırım.

Gerisini büyük bir çok bilmişlik sayarım.

 

Bilim:“Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz.”

(Maddenin sakınımı yasası, Lavezion) demiş.

Ama tüm Ruhçular: “Evreni yaratan Allah’tır!” demiş.

Görüldüğü gibi aklına takılan sorunun yanıtını kendisi vermiş.

Kendi verdiği yanıta bizlerin de inanmasını istemiş…

 

Ben onlar kadar bilgili ve bilgin değilim.

Ben haddimi bilirim. Allah yaratacak kadar zeki değilim.

 

“Eğer insanız diyorsak; doğru olanı yapmalı,

Dürüstlüğe değer verip, huzur içinde mutlulukla yaşamalı…

 

Saygılar, sevgiler sana.

Şimdi kal sağlıcakla…

 

Av. Hayri Balta. 8 Mayıs 2001

*

Merhaba,

Cevap verdiğiniz için sağ olun.

Yaratan dışında her şey yaratılmıştır. Eğer o da yaratılmış olsa zaten yaratıcı olamaz. Onun varlığı kendindendir. O var olmak için bir şeye ihtiyaç duymaz. Bu yaratıcı anlayışı kendi içinde çelişmiyor.

Evet bilimin dediği doğru; fakat, ilk olup yoktan var olmak şeklindedir. Allah her şeyi kanunlara bağladığı için bu kanun da vardır. Allah isterse değiştirir, kanunlar onu bağlamaz.

Bilim şu andaki olayları incelediği için bu kanun kullanılabilir. Madem hiçbir şey yoktan var olmaz; o zaman, madde ezeli anlamı çıkar… Halbu ki termodinamiğin 2. kanununa göre kainatta devamlı ısı alışverişi olmaktadır.

Madde ezeli olsaydı şu ana kadar dengeye ulaşmış olmalı idi.. Bu alışveriş hala sürdüğüne göre madde sonradan olmuştur.

İslam bilimle çatışmaz.

İyi günler.

Mehmet, 11 Mayıs 2001

*

Sayın Adsız Mehmet,

Mektubunu aldım, yanıtlamalıyım elbet.

 

“Yaratan dışında her şey yaratılmıştır.

Eğer o yaratılmış olsa idi zaten yaratan olmazdı.” diyorsun.

Bu yargına beni inandırmak istiyorsun.

 

O Yaratan dediğin hiç kendini gösterdi mi?

İşte ben buradayım, gel, gör beni dedi mi?

Senin yargın doğru da benim yargım eğri mi?

 

Hiç olmazsa ben bilimin verilerine dayanıyorum.

Senin gibi kendim çalıp kendim oynamıyorum.

 

Sen öyle dersin;

ben de: “Madde dışında her şey yaratılmamıştır.

Eğer madde de yaratılmış olsaydı zaten madde olmazdı.” dersem ne dersin?

 

Sana göre yaratan; ne bilinir, ne görülür,

Kötüleri cezalandırırım diye korkutur.

 

Bana göre beni yaratan Doğa (madde) hem görülür, hem bilinir.

Doğada bütün canlılar hem sever, hem sevilir, hem de sevişir.

 

Hadi diyelim vardır; birdir, büyüktür, yücedir senin ki.

Yüce olan bize; niçin şunu yap, şunu yapma desin ki?

 

 

Bu yargın da yerinde değildir.  Doğa durmadan doğurup duruyor.

Doğurup durduğu için ona Doğa deniyor.

 

Doğanın simgesi “Meryem Anadır”

Erkeksiz doğuran Meryem Ana değil Doğa’dır…

Erkeksiz bir kadın nasıl doğurur?

Bu efsane, taa İbrahim Peygamber zamanından beri söylenir, durur.

 

Bir de diyorsun ki: “Allah her şeyi kanunlara bağladığı için bu kanunlar vardır.
Allah isterse bu kanunları değiştirir!”

Senini bu dediklerini ilk olarak İbrahim Peygamberce Firavun’a söylenmiştir:

“Benim Allah’ım, güneşi doğudan doğdurup batın batırır.

Bu Allah’ımın kanunudur.

Haydi sen Allah’san, güneşi doğudan değil de batıdan doğdur.” demiştir.

 

Böyle sorular bilimsel olmayan sorulardır.

Soranı güç durumda bırakır?

 

Örnek verelim, eğer Firavun, İbrahim’e:

“Yanılıyorsun ya İbrahim, güneşi doğudan doğdurup batıdan batıran benim.

Eğer senin Allah’ınsa, batıdan doğdurup, doğudan batırsın da görelim!”

Deseydi, İbrahim ne derdi? Savını nasıl belgelerdi?

 

Bir de “madde denge oluşturmamıştır” diyorsun.

Denge oluşmamışsa üzerinde durduğun dünya ile boşlukta nasıl durursun?

Ay, güneş, yıldızlar, binlerce gezegenler,

Bunları tutan mı var, niçin birbirlerine çarpmadan dönüp dursun.

 

Şimdi gelelim sor yargına: “İslam bilimle çelişmez diyorsun.”

Bilimin: “Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz!”

Dediğini; bilmezden, duymazdan, görmezden geliyorsun…

 

Hatırın kalmasın bir örnek daha vereyim.

İslam: “Meryem Ana erkeksiz doğurmuştur İsa’yı” der.

“Allah dilerse kadın erkeksiz de doğurabilir” der.

 

Bilim de der ki: “Erkeksiz kadın nasıl doğurabilir?”

İşte İslam’ın dediği, işte bilimin dediği…

Nasıl ileri sürülebilir bunların çelişmediği…

 

Bu konuda daha çok örneklerim vardır.

Ancak şu an zamanım dardır.

 

Ben, senin ve senin gibi inanların inancına karşı değilim.

Ben 6 bin yıldır insanlara söylenen yalanların

Allah’ın emri diye bizlere dayatılmasına karşı çıkan biriyim..

 

İşte böyle sayın Adsız Mehmet,

Sen sorarsan ben de yanıtlarım elbet.

 

Yeter ki sen Şeytan’ın tutsağı olma.

Yeter ki sen gerçeği ara.

Yeter ki şeytana uyarak

Senin gibi düşünüp inanmayanlara sövüp sayma.

 

Başarı dileklerimle saygılar, sevgiler sana.

Şimdi kal sağlıcakla…

Av. Hayri Balta. 16 Mayıs 2001.

X

2.

Merhaba Sevgili Bilge Balta,

36 yaşındayım ve ancak geçtiğimiz sene zorluklar yaşayarak, afallayarak, psikolojik sorunlarla birlikte dini inançla olan bağımı kopardım ve zaten çok da kuvvetli olmayan ve sorguladığım bu bağdan kurtuldum.

Yaşantımızın bir sonu olduğu düşüncesi beni boşluğa düşürüp rahatsız etse de saçma sapan bulduğum dinlerle yaşamaktan daha iyi buluyorum bu rahatsızlığımı.

Sevgili Bilge Balta,

Sitenizi ancak geçtiğimiz sene öğrenebildim ve fırsat buldukça ziyaret ediyorum, çok da memnunum sitenizin varlığından. Umarım insanlar güzellikleri bulmada, insan olmanın gereklerini yerine getirmede dinlerin tutsaklığından sıyrılırlar ve sizin aydınlık sayfalarınız bu konuda onlara yol gösterici olur.

Sizden bir şey rica edecektim; Ateizm ile ilgili sorular ve cevapların bulunduğu bölümde, “Varlığın kökeni” ve “Doğa ve tasarım” adlı yazıları okumamızı tavsiye ediyorsunuz; ama ben bulamıyorum bu yazıları, lütfen kusuruma bakmayın, yardımcı olursanız sevinirim

Sevgiler

Ayşe Ergen, 17.2.2009

X

Sayın Ayşe Ergen,

Sevgi sana önceden…

 

İletini aldım, mutlu oldum.

Çünkü sizin gibi

Kafası çalışan bayanları az buldum.

 

Dikkatinizi çeken Ateizm başlıklı yazı,

Sizin gibi açık fikirli Seher Yaşar hanımındı.

 

Seher hanım, ilgisini çeken yazılara dikkatimi çeker.

Hiç üşenmeden düşünce bakımından beni besler de besler…

 

Ateizm başlıklı yazının altında bunu belirtmiştim

“Seher Yaşar’dan… 4.1.2009. Kendisine teşekkür…” demiştim.

 

Bu yazının bir örneğini kendisine de göndereceğim.

“Ateizm” başlıklı yazıyı hangi siteden aldığını bildirmesini isteyeceğim…

 

Seher Yaşar hanımdan yanıt gelinceye kadar

Sizin de: “Bilim ve Ütopya” Şubat 2009 sayısını incelemenizde yarar var.

 

Bilim ve Ütopya, bu sayısında: “Düşüncede Devrim. Sumerliler’den Darwin’e bilimin öyküsü. Evrim Kuramı’nın bilimsel literatürdeki yeri. Evrim eğitimi ve öneriler” konularından söz ediyor.

Açıkladığı görüşler insana ilginç geliyor…

 

Ayrıca BİLİM ve GELECEK adlı bir dergi daha var.

Bu dergi de hemen hemen her sayısında Evrim teorisini kapak konusu yapar…

 

Bu iki dergiyi izleyip ilgini çeken konulardan söz eden sayılarını almanda yarar.

Bu iki dergide yayınlanan yazılar sizin ufkunuzu açar…

 

Bu günlük deyeceklerin bu kadar…

Hayri Balta; Sana ufuklar genişliğinde sevgi sunar.

 

Hayri Balta, 18.2.2009

X

Tekrar Merhaba,

Cevap vereceğinizi biliyordum ve cevabınıza çok sevindim; bilgiler için teşekkür ederim.

Tolstoy’un “İtiraflarım” adlı kitabını okumuş muydunuz, benim ilk sorgulamaya başlamamdaki etkisi büyüktür.

Ayrıca Turan Dursun sitesi, İlhan Arsel’ in yazıları ve sizin siteniz iyi ki de varsınız; çünkü bizim gibi gerçeği anlamaya çalışan insanlara yalnız olmadıklarını hissettiriyor varlığınız.

Bahsettiğiniz dergileri edineceğim, ilginize tekrar teşekkür ederim.

Sağlıklı, huzurlu, mutlu günler dilerim.

Ayşe Ergen, 19.2.2009

X

Kadıköy’deki Karga Cafe’de ücretsiz olarak alabileceğimiz “karga mecmua”nın Ekim 2008 sayısındaki dosya konusu: “Zamanaşımı” .

Bu konu ile ilgili yazılardan birini gönderiyorum, mecmuadan alıntı yaptım,.

Sevgiler,

Ayşe Ergen, 24.2.2009

x

DİNİMDEN FAYDALAN

 

Bugün gerçek İsa kalksa gelse

CIA indirirdi silahla

 

Oh, renkli camın ardında en yakıcı ateş

İnsan kalbine koyacak en karanlık gölgeleri

 

Ama Tanrı kendi kurmadı bu saltanatı

Tanrı, İsrail veya Roma’da yaşamıyor

Tanrı ait değil yanki dolarına

Tanrı koymadı o bombaları Hizbullah adına

 

Tanrı kiliseye gitmez bile

Tanrı göndermeyecek bizi yanmaya

Tanrı hatırlatacak bize ki zaten biliyoruz

İnsan ırkı ektiğini biçmek üzere (“Armageddon days are here (again)” The The – Mind Bomb LP)

+

Ortaokul, 4. Levent… Sırça bıyıklı, keskin bakışlı din kültürü ve ahlak bilgisi hocamızın dersinde, yoğun bir ahlak bombardımanı öncesi erkekler için büyük günah olan favori ile ilgili kısa bir vaazını beni tahtanın sağ tarafında bekletirken attığı normal günlerden biri.

Kısa bir azar işitme ve saç çekiştirmeden sonra sıraya dönüş…

Işıklar kısılır ve bir korku filmi başlar.

Cenabet attığın her adım cehennemde yetmiş yıl, aldığınız her bir damla alkol azap dolu kırkar yıl.

Matematiksel hesapların keyfî ve bedensel, hormonsal akıntıları korku ile engellediği ön gençliğimizin şaşkınlık dolu anlarından biri daha.

Ne dersin, hocadır, haklıdır, hem haksız olduğunu iddia etsen bile bunu en fazla aklından geçirirsin ya da kendini bu konuda biraz rahat hissettiğin ailenin herhangi bir bireyinin yanında birazcık fısıldarsın.

Sonuçta bu adam bunun eğitimini görmüş… ne eğitimi… din eğitimi… sanırım problem burada başlıyor; inanç değil, din eğitimi.

İnanç soyut bir tanım veya kavrama yürekten bağlanma durumudur. Bir yaratıcı, bir din… İnanç aklımızın hayatı kavramaya çalıştığı günden beri, sanırım var olduğumuzdan beri olan bir durum, hal, vs.

Herkesin içinde bir şeyler var orası kesin. Senin tarafında, benim tarafımda veya yepyeni bir yönde. İnanç insanı rahatlatan, baskıdan ve dünyadan kısa süreli de olsa uzaklaştıran bir parasetamol.

Dünya geliştikçe, zaman ilerledikçe, algılar açıldıkça; inancın kişiye özel durumunun daha da artacağını düşünürken, nasıl olduysa zaman, engizisyonun işkencesini bile arka saflarda bırakacak kadar acımasız davrandı ruhlarımıza.

Binlerce farklı inanışın temelinde yatan ortak insaniyet, bizleri sadece farklı elbiselere bürünmüş mutlu kardeşler yapmalıydı. Ancak her şey tam tersi gelişti; elbiseleri parçalamaya, kardeşleri de kanlımız yapmaya kafayı  koyduk bir kere.

İnancımızın kullanım hakkını kendi ellerimizle otorite ve otoritenin kan bankası (ne yaptılarsa vatan-millet için yapan!!) yatırım imparatorlarına bıraktık. Aferin bize. Elimizdeki malzemeyi nasılsa bizim diye o kadar boşladık ki, “Taksim’in ortasında arazim var. Osmanlı’dan kalan tapusu var ama mahkemesi hâlâ sürüyor…” durumuna getirmeyi başardık. Sistem bize dava açtı ve tüm saf halimizi kullanma yetkilerini zamanaşımından dolayı eline geçirdi.

Bugün acı bir şekilde bunun içinde yaşıyoruz. Her Cuma bir yüce din bilginini programlarına çıkartan, dediği her şeye seyircilerini neredeyse dizleri üzerine çöktüren sabah-kadın (?) programları, ramazanda bu işi her gün yaparlar. İşte o programlardan birinde tartışma konusu şu; “Düşmüş çocuğun ahrette anneye faydası olur mu?”… terbiyemi bozmamak için susuyorum.

Soruya cevap veren, her türlü soruya cevap vermek için orada, hadi onu geçtik. Soruyu soranlar beni korkutuyor. Ölüm üzerinden bile inancın pazarlığının yapıldığı bir halka dönüşen dünya insanlığı beni gerçekten feci şekilde korkutuyor.

Devletin yönetiminden, bakkalın sattığı ürüne kadar her şey inançla, dinle yaldızlı bir şekilde kaplanmış. Bu gidişle daha uzun süre de böyle devam eder.

Hepimiz bir gün onların tüketimine uygun imanlı prototipler olarak ortalıkta kuzu gibi dolanacağız. Tek derdimiz, temeline nasılsa sadaka kültürünü koydukları inancımızda, ihtiyacı olan insanları beslemek olacak.

Çözüm yaratmak değil çözümsüzlüğe doğru yol alacağız. Sonunda bizler de, kutsal olduğuna inandığımız bu kültürde sadaka için elimizi avucumuzu açıp bekleyeceğiz. Yaratıcılık ve üretimin sıfır noktasına geldiği noktada zaten hepimiz kendi kıyametimizi yaşıyor olacağız.

Son söz : “Bunlar hayatı o şişenin içinde görüyorlar”…

Kaynak:  karga mecmua, MURAT MRT SEÇKİN

mrt@limankahvesi.com.tr, 24.2.2009 (Ayşe Ergen’den…)

x

Merhaba Sevgili Bilge Balta,

Bende, din eğitiminin ya da ibadetin Arapça değil de kendi dilimizde olmasının üzerimizdeki afyonlaştırıcı etkisinden soyutlanmayı getirip getirmeyeceği şüphesi var.

Düşünüyorum da kendi dillerinde anlayarak dine göre yaşayan Araplar neden çoğu saçmalıkları göremiyor o zaman?

Bu insanlar anlayarak ve göz göre göre bu bataklığın içindelerse, sanırım, bizim bunları hiç anlamamız daha iyi :)

Sevgiler,

Ayşe Ergen, 24. 2.2009

+

Sevgili Ayşe Ergen,

Önce sevgi benden…

 

Gönderdiğin Tolstoy’un İtiraflarının 1. Bölümünü okudum.

Çok güzel, bizim yaşamımızdan kesitler var, ilginç buldum.

 

Eğer tamamını yazıp gönderebilirsen;

Hem ben okumuş olurum.

Hem de okuyucularımıza okutmuş olurum.

Teşekkür ederim şimdiden…

 

Bilmiyorum öğrenim durumun nedir?

Ama görüyorum ki sende yüce bir ruh var…

Umarım ruhun gibi cisminde güzeldir.

 

Din dili Türkçe de olsa, Arapça da olsa değişen bir şey olmaz.

Din, zayıf insanlar için bir dayanaktır.

Bilgisiz, kültürsüz insanlar dayanaksız dik duramaz.

 

Din bir aidiyet ve de mensubiyet oluşturur.

Böylece cehalet, kendini kabul ettirecek bir güç bulur…

 

Türkçe olmasının şu yararı vardır:

Aklı başında olan bir insan Türkçe’sinden okursa;

Belki, çelişkilerin, günümüz hukuk ve de ahlakına uymayan ayetlerin ayrımına varır.

 

Kaldı ki Allah dedikleri;

Madde olarak yoktur, mâna olarak vardır.

Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır.

Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır.

Zat (kişi) olarak yoktur, nitelik (sıfat) olarak vardır.

 

Bu demektir ki; öyle sanıldığı gibi Peygamber gönderen,

Kitap indiren maddi bir varlık (Allah) yoktur.

Bu kavramlar din edebiyat ve felsefesinde,

Simgesel anlamda bir yer bulur…

 

Din duygusu bize yaratılışımızda verilmiştir.

Eğer bir insan sevgiyi yeğlemişse, kötülükten nefret etmişse,

Olumsuz isteklerini frenlemişse

Tanrı’ya erişmiştir.

 

Bu günlük bu kadar,

Altta bir başka dosta gönderdiğim ileti var…

 

Kucak dolusu sevgi Ayşe Ergen’e…

Umarız, kesmez ilgisini bizimle…

 

Eren Bilge, 26.2.2009

X

TÜBİTAK Bilim Dergisi’nin Mart sayısı, 200. doğum yıldönümü nedeniyle Darwin kapağıyla çıkmaya hazırlanırken, son anda değiştirildi. Derginin Yayın Yönetmeni de görevinden alındı. CHP konuyu Meclis’e götürüyor.

Gazetelerde bugün yer alan haberlere göre, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu tarafından yayımlanan (TÜBİTAK) Bilim ve Teknik Dergisi’nin Mart ayı sayısında 200. doğum günü olması nedeniyle Evrim Teorisi’nin kurucusu Charles Darwin’in kapak konusu yapılması planlanıyordu.

Bu kapsamda, söz konusu sayı için Darwin’le ilgili yazılara yer verildi. Ancak basıma hazırlanan derginin Mart sayısı, ani bir kararla değiştirildi.

Bu değişiklik nedeniyle bir hafta geç çıktığı öne sürülen dergide, kapağa “Küresel İklim Değişikliği” alındı. Darwin’le ilgili yazılar da Mart sayısından çıkartıldı.

TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ömer Cebeci, Darwin kapağıyla ilgili olarak derginin Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Çiğdem Atakuman’ı görevden aldı.

UNESCO, Charles Darwin’in 200. doğum yıldönümü ve “Türlerin Kökeni” adlı eserinin yayımlanmasının 150. yılı nedeniyle 2009’u “Darwin yılı” olarak ilan etmişti.

EVRİM İKİ KEZ KAPAK OLMUŞTU

1967’den itibaren yayınlanan ve 469’uncu sayısı bu ay çıkan Bilim ve Teknik Dergisi daha önceki yayınlarında sık sık evrim konusuna yer vermişti. Son on yıl içerisinde dergide 59 adet evrimle ilgili makale yayınlanırken, daha önceki iki sayının kapak konusunu da evrim oluşturdu.

Derginin Şubat 1999 sayısının kapak konusu ‘Canlıların Evrimi’… Bilim ve Teknik Dergisi, Kasım 2001’de de ‘Evrim Tartışmaları’ kapağıyla okuyucularının karşısına çıktı.

TÜBİTAK bünyesinde yayınlanan Popüler Kitaplar serisinde de ‘Darwin ve Evrim Kuramı’na dair yayınlanmış kitaplara yer veriliyor.

‘Üçlü Sarmal, ‘Darwin ve Sonrası’,

‘Darwin ve Beagel Serüveni’ bu seride çıkan kitaplar arasında yer alıyor.

Popüler Kitaplardan en son da ‘Yaşamöyküleri’ serisinden Charles Darwin’in biyografisi yayınlandı.

Ayşe Ergen’den, 11.3.2009

X

Merhaba,

Kitabı bilgisayara nihayet aktarabildim, Turan Dursun sitesine de gönderiyorum. Onlar telif hakkına dikkat ederiz, olmazsa kısmi yayınlarız dediler.

Ben bu kitabı sahaflardan almıştım ve üzerinde kopyalanmasının yasak olduğuna dair ve yayınevi hakkında bir ibare yok. Sadece çevirenin önsözde ismi var.

Size gönderiyorum bu kitabı, okuyan insanların mutlaka etkileneceğine inanıyorum.

Sevgiler,

Ayşe Ergen, 16.3.2009

+

Sayın Ergen,

Sevgi sana candan yürekten…

 

Şöyle diyorum, eğer kabul edersen

Sana bir köşe açarım istersen…

 

Bu ve bundan sonra göndereceğin yazılar,

Senin adına açılmış sayfada çıkar…

 

Bilmem bu önerimi nasıl karşılarsınız,

Olmaz derseniz, yine Sitemizde yayınlarız…

 

Şimdi kal sağlıcakla,

İvedi yanıt beklerim.

Yeniden sevgiler sana.

 

Av. Hayri Balta, 17.3.2009

X

Merhaba,

Sayfa için teşekkür ederim, hoşuma gitti, benim de bir sayfam oldu.

Sitede, güncellenen “Din konusunda” bölümündeki Allah açılımınız (deneysel, bilimsel, zihinsel) bugün kitap karıştırırken görüp de göz attığım Spinoza’nın Etika’ sındaki önermeleri anımsattı bana. En kısa zamanda kitabı bulup bu önermelerden göndermeye çalışacağım size.

Hoşça kalın

Ayşe Ergen, 17.3.2009

X

Değerli Ergen,

Önce sevgi benden…

En son 17.3.2009’da

İleti almışım sizden

 

Sitemizin sizinle ilgili dosyasında

  1. Bölüm girecek önümüzdeki hafta.

 

Bilmem, yeni bir dosya hazırlayabilecek misin?

Yoksa, elinde yeni bir dosya hazırlayabilir misin?

 

Bu arada sana yeni bir kitap öneriyorum.

Öncelikle bu kitabı alıp okumanı istiyorum.

 

TANRILARA KARŞI SÖYLEV

Marguis de Sade

Çeviren Işık Ergüden

Versus yayınlarından, 152 sayfa… 12,5 lira..

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Yeniden sevgiler sana…

Sevinirim,

Durum hakkında bilgi verirsen bana…

 

Av. Eren Bilge Balta…28.9.209

X

2.

Ayşe Ergen

Merhaba Sevgili Bilge Balta,

36 yaşındayım ve ancak geçtiğimiz sene zorluklar yaşayarak, afallayarak, psikolojik sorunlarla birlikte dini inançla olan bağımı kopardım ve zaten çok da kuvvetli olmayan ve sorguladığım bu bağdan kurtuldum.

Yaşantımızın bir sonu olduğu düşüncesi beni boşluğa düşürüp rahatsız etse de saçma sapan bulduğum dinlerle yaşamaktan daha iyi buluyorum bu rahatsızlığımı.

Sevgili Bilge Balta,

Sitenizi ancak geçtiğimiz sene öğrenebildim ve fırsat buldukça ziyaret ediyorum, çok da memnunum sitenizin varlığından. Umarım insanlar güzellikleri bulmada, insan olmanın gereklerini yerine getirmede dinlerin tutsaklığından sıyrılırlar ve sizin aydınlık sayfalarınız bu konuda onlara yol gösterici olur.

Sizden bir şey rica edecektim; Ateizm ile ilgili sorular ve cevapların bulunduğu bölümde, “Varlığın kökeni” ve “Doğa ve tasarım” adlı yazıları okumamızı tavsiye ediyorsunuz; ama ben bulamıyorum bu yazıları, lütfen kusuruma bakmayın, yardımcı olursanız sevinirim

Sevgiler

Ayşe Ergen, 17.2.2009

X

Sayın Ayşe Ergen,

Sevgi sana önceden…

 

İletini aldım, mutlu oldum.

Çünkü sizin gibi

Kafası çalışan bayanları az buldum.

 

Dikkatinizi çeken Ateizm başlıklı yazı,

Sizin gibi açık fikirli Seher Yaşar hanımındı.

 

Seher hanım, ilgisini çeken yazılara dikkatimi çeker.

Hiç üşenmeden düşünce bakımından beni besler de besler…

 

Ateizm başlıklı yazının altında bunu belirtmiştim

“Seher Yaşar’dan… 4.1.2009. Kendisine teşekkür…” demiştim.

 

Bu yazının bir örneğini kendisine de göndereceğim.

“Ateizm” başlıklı yazıyı hangi siteden aldığını bildirmesini isteyeceğim…

 

Seher Yaşar hanımdan yanıt gelinceye kadar

Sizin de: “Bilim ve Ütopya” Şubat 2009 sayısını incelemenizde yarar var.

 

Bilim ve Ütopya, bu sayısında: “Düşüncede Devrim. Sumerliler’den Darwin’e bilimin öyküsü. Evrim Kuramı’nın bilimsel literatürdeki yeri. Evrim eğitimi ve öneriler” konularından söz ediyor.

Açıkladığı görüşler insana ilginç geliyor…

 

Ayrıca BİLİM ve GELECEK adlı bir dergi daha var.

Bu dergi de hemen hemen her sayısında Evrim teorisini kapak konusu yapar…

 

Bu iki dergiyi izleyip ilgini çeken konulardan söz eden sayılarını almanda yarar.

Bu iki dergide yayınlanan yazılar sizin ufkunuzu açar…

 

Bu günlük deyeceklerin bu kadar…

Hayri Balta; Sana ufuklar genişliğinde sevgi sunar.

 

Hayri Balta, 18.2.2009

X

Tekrar Merhaba,

Cevap vereceğinizi biliyordum ve cevabınıza çok sevindim; bilgiler için teşekkür ederim.

Tolstoy’un “İtiraflarım” adlı kitabını okumuş muydunuz, benim ilk sorgulamaya başlamamdaki etkisi büyüktür.

Ayrıca Turan Dursun sitesi, İlhan Arsel’ in yazıları ve sizin siteniz iyi ki de varsınız; çünkü bizim gibi gerçeği anlamaya çalışan insanlara yalnız olmadıklarını hissettiriyor varlığınız.

Bahsettiğiniz dergileri edineceğim, ilginize tekrar teşekkür ederim.

Sağlıklı, huzurlu, mutlu günler dilerim.

Ayşe Ergen, 19.2.2009

X

Kadıköy’deki Karga Cafe’de ücretsiz olarak alabileceğimiz “karga mecmua”nın Ekim 2008 sayısındaki dosya konusu: “Zamanaşımı” .

Bu konu ile ilgili yazılardan birini gönderiyorum, mecmuadan alıntı yaptım,.

Sevgiler,

Ayşe Ergen, 24.2.2009

x

DİNİMDEN FAYDALAN

 

Bugün gerçek İsa kalksa gelse

CIA indirirdi silahla

 

Oh, renkli camın ardında en yakıcı ateş

İnsan kalbine koyacak en karanlık gölgeleri

 

Ama Tanrı kendi kurmadı bu saltanatı

Tanrı, İsrail veya Roma’da yaşamıyor

Tanrı ait değil yanki dolarına

Tanrı koymadı o bombaları Hizbullah adına

 

Tanrı kiliseye gitmez bile

Tanrı göndermeyecek bizi yanmaya

Tanrı hatırlatacak bize ki zaten biliyoruz

İnsan ırkı ektiğini biçmek üzere (“Armageddon days are here (again)” The The – Mind Bomb LP)

+

Ortaokul, 4. Levent… Sırça bıyıklı, keskin bakışlı din kültürü ve ahlak bilgisi hocamızın dersinde, yoğun bir ahlak bombardımanı öncesi erkekler için büyük günah olan favori ile ilgili kısa bir vaazını beni tahtanın sağ tarafında bekletirken attığı normal günlerden biri.

Kısa bir azar işitme ve saç çekiştirmeden sonra sıraya dönüş…

Işıklar kısılır ve bir korku filmi başlar.

Cenabet attığın her adım cehennemde yetmiş yıl, aldığınız her bir damla alkol azap dolu kırkar yıl.

Matematiksel hesapların keyfî ve bedensel, hormonsal akıntıları korku ile engellediği ön gençliğimizin şaşkınlık dolu anlarından biri daha.

Ne dersin, hocadır, haklıdır, hem haksız olduğunu iddia etsen bile bunu en fazla aklından geçirirsin ya da kendini bu konuda biraz rahat hissettiğin ailenin herhangi bir bireyinin yanında birazcık fısıldarsın.

Sonuçta bu adam bunun eğitimini görmüş… ne eğitimi… din eğitimi… sanırım problem burada başlıyor; inanç değil, din eğitimi.

İnanç soyut bir tanım veya kavrama yürekten bağlanma durumudur. Bir yaratıcı, bir din… İnanç aklımızın hayatı kavramaya çalıştığı günden beri, sanırım var olduğumuzdan beri olan bir durum, hal, vs.

Herkesin içinde bir şeyler var orası kesin. Senin tarafında, benim tarafımda veya yepyeni bir yönde. İnanç insanı rahatlatan, baskıdan ve dünyadan kısa süreli de olsa uzaklaştıran bir parasetamol.

Dünya geliştikçe, zaman ilerledikçe, algılar açıldıkça; inancın kişiye özel durumunun daha da artacağını düşünürken, nasıl olduysa zaman, engizisyonun işkencesini bile arka saflarda bırakacak kadar acımasız davrandı ruhlarımıza.

Binlerce farklı inanışın temelinde yatan ortak insaniyet, bizleri sadece farklı elbiselere bürünmüş mutlu kardeşler yapmalıydı. Ancak her şey tam tersi gelişti; elbiseleri parçalamaya, kardeşleri de kanlımız yapmaya kafayı  koyduk bir kere.

İnancımızın kullanım hakkını kendi ellerimizle otorite ve otoritenin kan bankası (ne yaptılarsa vatan-millet için yapan!!) yatırım imparatorlarına bıraktık. Aferin bize. Elimizdeki malzemeyi nasılsa bizim diye o kadar boşladık ki, “Taksim’in ortasında arazim var. Osmanlı’dan kalan tapusu var ama mahkemesi hâlâ sürüyor…” durumuna getirmeyi başardık. Sistem bize dava açtı ve tüm saf halimizi kullanma yetkilerini zamanaşımından dolayı eline geçirdi.

Bugün acı bir şekilde bunun içinde yaşıyoruz. Her Cuma bir yüce din bilginini programlarına çıkartan, dediği her şeye seyircilerini neredeyse dizleri üzerine çöktüren sabah-kadın (?) programları, ramazanda bu işi her gün yaparlar. İşte o programlardan birinde tartışma konusu şu; “Düşmüş çocuğun ahrette anneye faydası olur mu?”… terbiyemi bozmamak için susuyorum.

Soruya cevap veren, her türlü soruya cevap vermek için orada, hadi onu geçtik. Soruyu soranlar beni korkutuyor. Ölüm üzerinden bile inancın pazarlığının yapıldığı bir halka dönüşen dünya insanlığı beni gerçekten feci şekilde korkutuyor.

Devletin yönetiminden, bakkalın sattığı ürüne kadar her şey inançla, dinle yaldızlı bir şekilde kaplanmış. Bu gidişle daha uzun süre de böyle devam eder.

Hepimiz bir gün onların tüketimine uygun imanlı prototipler olarak ortalıkta kuzu gibi dolanacağız. Tek derdimiz, temeline nasılsa sadaka kültürünü koydukları inancımızda, ihtiyacı olan insanları beslemek olacak.

Çözüm yaratmak değil çözümsüzlüğe doğru yol alacağız. Sonunda bizler de, kutsal olduğuna inandığımız bu kültürde sadaka için elimizi avucumuzu açıp bekleyeceğiz. Yaratıcılık ve üretimin sıfır noktasına geldiği noktada zaten hepimiz kendi kıyametimizi yaşıyor olacağız.

Son söz : “Bunlar hayatı o şişenin içinde görüyorlar”…

Kaynak:  karga mecmua, MURAT MRT SEÇKİN

mrt@limankahvesi.com.tr, 24.2.2009 (Ayşe Ergen’den…)

x

Merhaba Sevgili Bilge Balta,

Bende, din eğitiminin ya da ibadetin Arapça değil de kendi dilimizde olmasının üzerimizdeki afyonlaştırıcı etkisinden soyutlanmayı getirip getirmeyeceği şüphesi var.

Düşünüyorum da kendi dillerinde anlayarak dine göre yaşayan Araplar neden çoğu saçmalıkları göremiyor o zaman?

Bu insanlar anlayarak ve göz göre göre bu bataklığın içindelerse, sanırım, bizim bunları hiç anlamamız daha iyi :)

Sevgiler,

Ayşe Ergen, 24. 2.2009

+

.

 

3.

A.Turgut BAYDAR

 

Hayri Bey;

Günaydın, her ne kadar sizinle tanışmamış olsak da eşimin kızınız Gülçin hanımla dostluğu benim de Balta/Tezcan ailesi ile dost olmama vesile oldu…Ve bu dostluk sayesinde kızınızın hediye ettiği kitaplarınızla tanışma,engin ve sabır dolu fikirlerinizi okuma şansına sahip olabildim.. 32 yıla yaklaşan mukayeseli dinler tarihi üzerine kendince temel kaynaklar üzerinden araştırma yapan biri olarak kitaplarınızdan hiç olmaz ise 1-2 tanesini okumadan size yazmayı uygun bulmadım, çünkü emeğinize saygı göstermek ve hiç olmaz ise fikirsel derinliğinizin hak ettiği saygıya bir karşılık vermek istedim..

Tanrıyı bulma, tanıma ve anlama kavramları ile Din ve inananlar arası seviyeleri çok detayları ile (hem de diğer kutsal kitapları göz ardı etmeden) açıkladığınız metinleriniz beni çok etkilediğini söylemeliyim, İbn-i Arabi ve Muhammet ikbal ile örtüşen çok noktanızı bulmak ise beni şaşırtmadı diyebilirim..

Bir kez daha Aydınlanmak isteyenlere hitap eden bu eserlerinize ve bunun için yıllarını vermiş olan size en azından kendi adıma teşekkür etmek isterim..

Umarım bir gün yüz yüze de tanışma fırsatını ve karşılıklı sohbet edebilme imkanına sahip oluruz..En derin saygı ve sevgilerimle

Saygılarımla ,

A.Turgut BAYDAR

İ.Ü.Öğr.Gör. ve Yön.Danışmanı

GSM: 0533 211 9360

X

Sayın A. Turgut Baydar,

Önce sana sevgiler, saygılar…

 

Aydın insanlarla tanışmak güzel oluyor.

Çünkü ne dediğimi bağnazlar anlamıyor…

 

Belli ki gerçekleri görüyorsunuz.

İyiyi kötüden ayırıyorsunuz.

 

Yazılarımı okuyanların hali bir başka oluyor.

Düşünmekten korkanlar yazılarımı okumuyor…

 

Övgüleriniz için ne kadar teşekkür etsem az..

Dedim Balta bunu bir kenara yaz…

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Övgüler, sevgiler san…

 

Av. Hayri Balta, 1.2.2015

X

3-OLUŞMAK

 

Dilde özleşme yeni yeni sözcükler kazandırdı dilimize. Bu sözcüklerden en yenisi oluşmak sözcüğü. Belki eskiden beri söylenirdi de ben yeni vardım bu sözcüğün anlamının derinliğine.

Oluşmak sözcüğü sanki insan üzerine söylenmiş bir söz. İnsandaki gelişmeyi, değişmeyi, ilerlemeyi, olmayı, olgunlaşmayı karşılayacak bir söz bulunamaz bu kadar.

Doğaya bakıyorum. Doğadaki oluşma bir olma ile son buluyor. Olma yeni bir oluşmayı yaratıyor, örneğin bir ağaç ilkbaharda dal sürüyor, yaprak açıyor. Buraya değin bir oluşma. Bir de bakmışsın ki çiçek
meyveye dönüşmüş. Meyve olunca oluşmak bitiyor, olmak oluyor. Bu olmak yeni bir oluşun ambarı.

İnsanda bu böyle değil. İnsan; olmanın ötesinde, bir oluşum içinde.

İnsan; görünüşte doğar, büyür, ölür. Bu süreç içinde insanda bir oluşmak varsa insan daha çok saygıdeğerdir. Eğer oluşmak yok da bir gelip geçme varsa kendisini diğer canlılardan ayıran özelliğine saygısızlık etmiş olur. Diğer canlıların tek özelliği vardır. Doğar, büyür, yer, içer, ürer, ölür. Ama insanın diğerlerinden bir başkalığı vardır. Diğer canlılardan ayrı özelliği doğum ile ölüm arasındaki sürede insanın oluşma özelliğidir. Eğer insan bu oluşma özelliğine önem vermezse; dünya diğer canlıların gördüğü gözle görmekten öteye gidemez.

İnsanda oluşmanın başlangıcı düşünmedir. Düşünmeyen insan; doğar, büyür, ölür, fakat oluşmaz. Oluşma düşünme ile başlar. Düşünen insan başkalaşır, oluşur.

Evrende, doğada, diğer canlılarda oluşma; olma ve bir sonla biler. Ama insanda oluşmanın sonu yoktur. İnsan oluşmakla mutlu olur. Ölümsüzlüğe, sonsuzluğa oluşmak sayesinde kavuşur. İnsan oluşmakla Tanrı’ya (yüce erdemlere) yaklaşır…

İnsan; ne dersek diyelim, bir yaratıktır başlangıçta. Eğer insan bir yaratık olarak kalmak istemiyorsa, kendi kendini aşmaya çalışmalıdır: Eyleminde olmak istediği insana varma çabası göstermelidir. Olmak istediği insan nedir? İnsanın bütün erdemleri kişiliğinde toplamış olmasıdır. İnsan olmak. Kolay mı?..

İnsan dünyaya geldiği şekilde kalmalı mı? Doğal oluşumun dışında bir oluşuma çabalamalı mı? Eğer insan doğal yaratılışına bir erdem katmaya çalışmazsa, bir koyundan, bir ağaçtan ne ayrımı kalır.

İnsan kendi oluşumunu sürdürürken oluşmayanlardan tepki görür… Onların önüne koyduğu engellerle karşılaşır. Eğer insan; ya­ratıldıktan sonra kendini yaratmak isliyorsa bu engelleri aşmalıdır.

İnsanın, yaratıldıktan sonra, asıl yaratıcısı kendisidir… İnsan; kendi kendini nasıl yaratmak istiyorsa, o yolda, yılmadan çalışmalıdır…

İn­san, engellerini aştığı oranda insandır…

Gaziantep, Sabah  – 13 NİSAN 1967

 

X

8- DİN ADAMLIĞI

 

Her çağın kendine göre özellikleri vardır. Eskiden en yakın bir köyden şehre bir günde varılırken şimdi dünyanın bir ucundan diğer ucuna bir kaç saatte varılmaktadır. Bu ise dini, milliyeti ne olursa olsun bütün insanları bir araya getirmekte, kaynaştırmaktadır.

Çağımızın koşullarına göre her dinden insanlar her gün bir araya gelmektedir. Turizmin gerekleri olarak buna gün geçtikçe daha da çok alışmaktayız.

Yalnız burada aklımı kurcalayan bir konu var. Diyelim bir gayr-i Müslim, turist olarak şehrimize geldi. Amacı Dülük harabelerini gezmek. Fakat Dülük’ün Roma mezarları bulunan tepelerine çıkarken ne­fesi durdu, kalpten öldü. ölen turistin hatıra defteri okundu­ğunda: “Nerede ölürsem oraya gömün. Cenaze törenimi de Ortodoks akidelerine göre yapın” diyor.

Olur ya. Olmaz mı? Geçenlerde Almanya’da ölen bir Müslümanın cenaze töreninde bir papaz Kur’an okuyarak dini görevi yerine getirmedi mi? Madem din adamı. Din adamı dediğin ölenin dinine karışmayacak. Bakacak adamın dinine. Diyelim? Katolik, merasim Katolik inanışlarına, Yahudi ise Yahudi inanışlarına, Müslüman ise Müslüman inanışlarına göre yapılacak. Ölen adam hangi dine bağlı olursa olsun ölüm töreni onun inançlarına göre yapıla­cak.

Bu düşüncem şimdi değilse çok yakında uygulanacaktır. Turizm Bakanlığı ister istemez ilgilenecektir. Bizimkiler, bizim din adamları da, sevmedikleri adamın ölüsünü yıkamayız,. Cenaze namazını kılmayız demekten kurtulacak ve kendisini bu şekilde yetiştirerek ölenin inanışına karışmayacaktır.

Olması gereken budur…

Gaziantep, Kurtuluş, 27 Mart 1969

9-BİLGİSİZLİK

X

Değerli üstadım;

Varsayımsal kurgulamanıza bayıldığımı ifade etmek isterim.. Acı olan bu gün aradan 46 yıl geçmiş olmasına rağmen ülkemde ve Din anlayışında bırakın ileri gitmeyi, geriye gidiş söz konusu iken, kuran okuyan papaz figürüne kafam takıldı..

Yüksek eğitimin yanı sıra ciddi bir teoloji eğitimi de alan papazlar ile bizim imam hatipli hocaları nasıl aynı kefeye koyabileceğiz..Lisans yaptıklarını varsaysak bile ilahiyat fakültelerimizde kelam, biraz fıkıh ve çokça da hadis eğitimi alarak mezun olan ve tabii mensup olduğu mezhep ve tarikatın dogmatik (sorgulamasız) kült bilgilerini saymıyorum bu arada..nasıl olacakta böyle bir uygulamaya imkan tanıyacak!

Tanıyamadığını bu gün aradan geçen 46 yıl sonrasında bile açık bir şekilde görmekteyiz. Günümüzde Müslümanlık ile İslamiyet’i dahi tek bir din anlayışı ile düşünen ve anlatan bu kafa yapısı mevcut eğitim sistemi ile değişmeyeceğini çok net olarak bilen biri olarak üzülüyorum..

Sevgi ve saygılarımla,

A.Turgut BAYDAR,13.2.2015

İ.Ü.Öğr.Gör. ve Yön.Danışmanı

GSM: 0533 211 9360

X

13-ŞEMS’İN OYUNU…

 

Şems, haber vermeden çekip gitmişti.

Bu gidiş, Mevlâna’yı deli etmişti. Daha, Şems’ten çok alacakları vardı.

Birçok sorularının yanıtını alamamıştı.

Her geçen gün ayrılığın getirdiği duygu daha da artıyordu.

Şems’ten bir haber alabilmek için gözleri yolda idi.

En sonunda Bağdat’tan gelen bir yabancı beklediği haberi verdi:

 

“ – Şems’in yaptığına akıl sır ermez oldu. Şimdi Bağdat’ın Sulu kahvesinde oturmuş bir Frenk genci ile satranç oynamakta. Kendi kazanırsa oğlandan bir altın almakta; ama oğlan kazanırsa, oğlana bir tokat attırmakta. Biz bu durumu bir ermişe yakıştıramıyoruz.” diyerek Mevlâna’dan akıl soruyordu.

 

Mevlâna, Şems’ten haber almış olmanın sevinci içinde şaşırmıştı.

Hemen düşüncelere daldı.

Eğer, Şems bir Frenk genci ile karşılıklı oyun oynayıp kendisine bir tokat attırıyorsa bunun bir hikmeti, bir nedeni vardı.

 

Şems boşu boşuna bir adamla ilgilenmezdi.

Demek ki bu genç, gelecekte, önemli bir kişi olacaktı.

Gerçek din yolunda birçok hizmetleri görülecekti.

 

Ama genç, Şems’in kişiliğine, gösterilmesi gereken bir saygıyı göstermiyor.

Demek ki, Şems’teki ilm-ü ledün sırrından, dini bilgilerden haberi yok. Şems’in kim olduğunu bilmiyor.

Şems’i görmüyor,

 

Şems’in kim olduğunu göstermek gerek bu gence.

Hemen oğlu Velet’i çağırdı önce:

– Yanına seçilmiş birkaç kişi al.

Bağdat’ın Sulu kahvesinde Şems’i bul.

Orada Şems güzel bir Frenk çocuğuyla satranç oynamaktadır.

 

Şems kazanınca çocuktan bir altın almakta,

Çocuk kazanınca Şems’e bir tokat atmakta…

Salan bu durumdan kuşkuya kapılma.

Şems’in kişiliği hakkında endişeye düşme.

 

O Şems’e tokat atan çocuk da bizden, amma kendisi bilmiyor.

Şems ona, kendi kendini bildirmek istiyor.

Bunun için ondan tokat yemeye katlanıyor.

 

Mevlâna’nın oğlu Velet yola düşüyor.

Kalabalık bir gurupla Bağdat’a varıyor…

 

Denilen yerde, Şems oturmuş bir çocukla satranç oyna¬makta ve çocuktan görmediği kabalık kalmamakta.

Sultan Velet ve çevresindekiler bu duruma karşın Şems’in karşısında saygıyla yerlerini almakta…

 

Bu durum Şems’e tokat atan Rum gencinde bir yeniden doğuş yarattı.

Allak bullak oldu. Şems’in kim olduğunu anladı.

Şems’ten özür dileyerek gerçek yoluna baş koydu.

 

Şems de kendisini halkasına alacağına değin söz verdi.

Ermişlerin tutum ve davranışlarına akıl erdirmek sıradan kişileri yapacağı iş değildi

Onların her davranışı bir hikmetti…

Gaziantep, Sabah. 14 Ekim 1973

+

Değerli Üstat;

Paylaşımınıza çok teşekkür ederim,unutulmaya yüz tutmuş,kitap sayfaları içinde tutsak olmuş böyle dersleri tekrar bizlerle paylaştığınız için size ne kadar teşekkür etsek azdır…

Sağlıcakla  ve sevgi ile kalın.

Saygılarımla,

A.Turgut BAYDAR

Ü.Öğr. Gör. ve Yön.Danışmanı

GSM: 0533 211 9360

X

4.

Abdullah HAKER,

 

ALLAH VE DİN HAKKINDA

 

Bu turlu yazılara ihtiyacınız olduğunu fark ettim

 

1- ALLAH’A İMAN

Müslüman için her þeyin temelinde çok iyi bir Allah (cc) bilgisi kültürü olması lazım. Varlığı, varlık içindeki insan, tabiat ve evren unsurlarını tanımlayabilmemiz, bunlar arasındaki ilişkileri çözebilmemiz, ancak bunları yaratan Allah’ı (cc) bilmemize bağlıdır. Yani her şey temelde bir noktaya odaklanıyor .  O da Tevhit, yani Allah’ın (cc) birliğini kabullenmek. Diğer hakikatler buradan dallanıp budaklanıyor. Elimizdeki Kur’an sayesinde çok iyi bir Allah (cc) bilgisine sahip olduğumuzdan şüphe yok. Müslümanlar da eldeki bu bilgilerden hareketle Allah’ın (cc) Zat, Sıfat ve Esması (Isimleri) üzerine ciltlerce kitap yazmıştır.

Bu konuya girmeden önce bir örnek verelim. Kapalı bir odada oturuyorduk. Birden kapı vuruldu ve ortaya kapıyı vuran kişinin kimliği hakkında problem çıktı. Kimdi kapıyı vuran? Boyu ne kadardı, özellikleri neydi? Başladık tartışmaya. Her birimiz tahmin yürütüyorduk. Arkadaşlardan biri bir teklif ileri sürdü ve “Bize en gerçekçi bilgiyi kapıyı vuran kişiden alırız. Onunla diyaloğa geçip, kim olduğunu ondan öğrenelim” dedi. Hepimiz bunun mantıklı olduğunu kabul ettik ve ben yüksek sesle “Kapıyı vuran! kimsin, nesin, özelliklerin ne bize bildirir misin? Biz dört duvar arasındayız seni kavrayamıyoruz” diye sordum. Dışarıdan “şöyle şöyle özelliği olan, biriyim” diyerek sıfatlarını sayan bir ses işittik. Bu defa zatını merak ettik ben “özelliklerini anladık da, kilon kaç boyun cm madde misin, ışık mısın, dalga mısın?” diye sordum. “Siz beni bahsettiğim özelliklerle tanıyabilirsiniz, zatımı kavrayamazsınız.  Hem sizden zatımla ilgili bilgi istemiyorum. Bu konuda nasıl düşünürseniz ben o değilim” diye cevap geldi. Bunun üzerine odada bulunanlar bu cevabın dışındaki her şeyin yorum olacağını   gerçek bilginin verilen cevaplar olduğuna karar verdik. O da şu idi. “Kapıyı vuran özellikleriyle bilinecek zatı hakkında bilgi edinemeyeceğiz.”

Yukarıdaki örnekten şu hakikate geçebiliriz: Dört duvar arasına sıkışan bizler gibi insanlıkta belirli sınırlar içindedir. Görmesi, işitmesi ve diğer algılaması sınırlıdır. En-boy – yükseklik ve zaman uzay dördüncü boyutunda hayatını devam ettirmektedir.  Allah (cc) bize kendisine ait özellikleri dinler vasıtası ile bildirmiştir.  Zatı hakkında bilgi vermemiştir. Ve zatını kavrayamayacağımız vurgulanmıştır peygamberler vasıtası ile. Bundan sonra dinimizin Allah’ın (cc) sıfatları isimleri hakkındaki bize bildirdiği hususları açıklamaya çalışalım.

Özetle Allah (cc): Isim ve sıfatlarıyla bilebildiğimiz, zatını kavrayamadığımız veya var olup bir olan, ezeli(başlangıcı olmayan) ve ebedi (sonu olmayan) olan, varlığı başkasına bağlı olmayıp ezelden beri olan, evrende genel hakimiyeti olup, mahluka benzemeyen zattır.

Isimleriyle bilinmesine açıklık getirir misiniz?

Bu konunu güzelce kavranılması için sanatkar ile sanat eseri arasında olması zorunlu olan hususların bilinmesi lazım:

  1. Sanatkar yaptığı sanat eseri konusunda hürdür, kabiliyetini sonuç olarak ortaya koyarken kimseye sormaz. Allah (cc)’de evreni yaratırken kimseye sormamıştır.
  2. Sanatkar yaptığı eserler tarafından sorgulanamaz ve yargılanamaz. Duvardaki resim ressamı sorgulayamaz. Tüm evren ve içindekiler mükemmel tasarlanmış, projelenmiş ve sonuç olarak ortaya çıkmış harika sanat eserleridir. Dolayısı ile sanatkarlarını yani Allah’ı (cc) sorgulayamazlar.
  3. Tüm sanat eserleri yapan sanatkar sanat eseri cinsinden olmayıp üst özellik taşımaktadır. Sobayı soba yapamaz. Usta yapmıştır. Allah (cc) da evren cinsinden olmayıp üst özellik taşımaktadır. Yani zamana ve mekana bağlı değildir.

4.Sanat eseri sanatkarın zatından (boyutlarından) kopma bir parça değildir. Sanatkarın kabiliyet ve yeteneklerinden kopma bir parçadır. Yani safahattaki M.Akif’in şiirleri  M. Akif’in burnundan yahut kolundan kopmamıştır ama şairlik yeteneği ürünüdür. Ne kadar sanat eseri ve ya sonuç varsa evrende Allah’ın (cc) sonsuz yetenek ve kabiliyetlerinden meydana gelmiştir.

  1. Sanatkar zatıyla yaptığı eserin içinde bulunmaz. Allah (cc) bir yer ve zaman bağlı olamaz.
  2. Sanatkar yaptıklarını bir gayeye matuf yapmıştır. Allah evreni ve insanı da bir gayeye yönelik yaratmıştır.

Evren de Allah’ın cc. isimlerinin yansımalarının sonucudur. Bir örnekle meseleyi izaha çalışalım. Ahmet isminde bir ustamız var. Ahmet Ustada üç farklı alanda  yüzlerce farklı  ürün meydana getiriyor.

Bu kabiliyetleri:

-Mobilya yapmak,

-Resim yapmak,

-Şiir yazmaktır.

Şimdi bu kabiliyetleri örneklerle açıklamaya çalışalım.

Mobilya yapma kabiliyeti: 500 çeşitli komidin, Ahmet ustanın mobilyacılık kabiliyetinin ürünüdür. Dikkat edilirse biz gördüğümüz bu komidinler için ne müthiş mobilyacıymış deriz de bunu yapan  ne müthiş Ahmet`miş demeyiz.

Resim yapma kabiliyeti:Yapılmış binlerce resimde Ahmet’in kendini değil kabiliyetini görürüz ve ne harika ressam deriz.

Şiir yazma kabiliyeti: Yazdığı her şiir Ahmet’in şair isminin yansımasıdır.

Mimar Sinan’ı Mimar Sinan yapan, Mikelanj’ı Mikelanj yapan Mozart’ı Mozart yapan onların kendi kabiliyetleridir.

 ALLAH (CC) ISIMLERI (ESMA-I HÜSNA)

Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı gibi, Allah’ın isimleri; Allah’ta bulunan sonsuz kabiliyet ve yeteneklerdir.  . Cenab-ı Hakta bulunan sonsuz isimlerden birkaç örnek sunalım:

 Hâlık (Yaratan)

Bütün eşya hâlık isminin ürünüdür. Örnek: Elimize elmayı alıp düşünelim. Onda önce Hâlık (yaratıcı) ismi tecelli eder, sonra musavvir (şekil verici) ismi elmaya yansımış, şekil almış sonra müzeyyin ismi (güzelleştirici) yansımış, güzel olmuş, sonra mülevvin ismi yansımış (renk veren) renklenmiş , sonra rezzak ismi yansımış (rızık veren) ve insana gıda halini gelmiş. Bu isimlerin ürünü olmasaydı, elma şekilsiz, çirkin, renksiz, tatsız ve faydasız bir mahluk olurdu. Hâlık ismi olmasaydı hiç olmazdı.

Rezzâk (Rızk veren)

Ne tür olursa olsun; bütün rızıkları temel itibariyle Allah cc yaratır. Oksijen, su ve tüm meyveler vs. Fakat verme şekilleri farklı farklıdır. Dünyada rızkı sebeplere bağlamıştır. Bu sebepleri yerine getiren rızık yiyecektir. Çalışma çabalama, her şeyi kuralına uygun yapma v.s.  Çocuk doğunca ummadığı yerden sütü gelir. Insanlar çalışmak suretiyle elde eder. Çöp balığı, bakterileri yiyerek beslenir. Aslan bulduğu avı açlıktan ölse bile önce yavrusuna yedirir. “Nice  canlı varlıklar varki rızıklarını taşıyamazlar. Ama onları da sizi de Allah besler. O herşeyi hakkıyla işitir. Mükemmel şekilde bilir.” Ankebut Suresi. Ayet  60  Bu ayet ne güzel örnek.

Rahmân: (Herkesi seven ve karşılıksız veren)

Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır. “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım ! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah dilerse bütün günahları siler. Çünkü o çok affedicidir. Merhamet ve ihsanı fazladır. ( Zümer 53 )

Dünyada ne kadar sevgi varsa ondandır. Annelerin yavrularına, eşlerin, kardeşlerin ve  toplum katmanlarının birbirlerine karşı olan sevgileri hep ondandır. Yaşamamız için gerekli olan organları bize verilmesi de Rahman isminden dolayıdır. Işte sonsuz olan bunlar ve buna benzeyen isimlerdir.

Allah’ın özelliklerinin genel özelliklerine birkaç örnek veriniz.

Allah’ın Sıfat ve Isimleri sonsuz olup hakkıyla bilinemez: Sonsuzluk zamansızlık anlamını taşır. Zaman çizgisinde yaşayan bizlerin, zamansızlığı kavramamız mümkün değildir. Bir bütün hakkında bilgi kavrama ile ilgilidir. Bütün kavrandıktan sonra hakkında bilgi verilir. Biz zamanın tümünü kavrayamadığımız için zamansızlık hakkında bilgi veremeyiz.  Allah cc. bu özelliklerine Kur’anda “isim” diye ad koymuştur. “En güzel isimler onundur” Haşr suresi Ayet 24. “En güzel isimler Allah’a aittir. Allah’a o isimlerle dua ediniz”. Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, Allah’ın yetenekleri ve kabiliyetleri demek pek uygun düşmüyor. Peygamberimiz, hepsi güzel olan bu isimlerden 99 tanesini bir hadislerinde sayarak, ESMA-I HÜSNA (en güzel isimler) diye bize bildirmiştir. Bunlardan Lafza-i Celal (ALLAH) bütün isimleri kuşatmıştır. Cenab-ı Hakkın zatının  ismidir. Bize Allah`ın sıfat ve isimlerinin sonsuz olduğu bildirilmiştir. Biz insanlar en-boy-yüksekliğe sıkışıp zaman-uzay dördüncü boyutunda yaşadığımızdan Allah`ın sonsuz olan sıfat ve isimlerini hakkıyla bilemeyiz. Bize ne kadar bildirmişse o kadar biliriz. Meleklerin  dört bin, insanların ise bin civarında bildikleri sanılır. Özellikler  Allah için kullanıldığında sonsuzluğu ifade eder. Allah, yaratılanlarla kıyas yapılamaz.

Sıfatlarda ve Isimlerde azalma ve çoğalma olmaz: Allah`ta bulunan özellikler zamana bağlı olarak olmamıştır. Zaman içinde ele alınmaz. Ezelden beri vardır ve ebedidir. Örnek olarak Allah`ın bilmesini verebiliriz. Güneşin yarıküreyi kavradığı gibi Allah’ ta zamanı yaratıp tümünü kavramıştır. “Allah dün az biliyordu bugün çok biliyor” denmez. Zaman çizgisinde devam eden olayların hepsini bir nokta gibi bilir. Allah için dün ve yarın yoktur her an şimdidir. Bilmeseydi özelliğini kaybederdi. Yani Allah olmazdı. Diri olma (Hayat) Allah`ın sıfatıdır. Doğmayan, doğurmayan  bir hayatı vardır. Ezelden beri diridir. Hayat sahibidir. Bizlere hayatı O vermiştir. Bizde bulunan bilgileri başkasına aktarınca bizde eksiklik olmadığı gibi  Allah`ın da bizlere kendinde bulunan özelliklerden; kendini tanımamız için sınırlı vermesi O`nda eksiklik meydana getirmez. Bizde bulunan bilme, görme, işitme gibi sınırlı sıfatlar örnek olarak gösterilebilir.

Allah ta bulunan Sıfat ve Isimler (özellikler) yanında az ile çok aynıdır: Matematikte sonsuz sanal sayılar yanında en büyük somut sayının değeri sıfırdır. “Bir ” sayısının değeri de sıfırdır. Demek ki sonsuzluğa göre az ve çok eşittir.  Eşyada büyüklük, küçüklük kendi aralarındadır. Yaratma noktasında Allah için, eşyanın en büyüğü ile en küçüğü arasında fark yoktur. Yirmi bin askeri emirle idare etme nasıl kolaysa, bütün özellikleriyle  sonsuz olan Rabbimiz için bütün evreni yaratıp idare etmekte o kadar kolaydır. Koca bir bahçeyi yaratması ile bir çiçeği yaratması arasında fark yoktur. Çünkü sonsuza göre bütün büyüklükler sıfır ve eşittir.

Allah ta bulunan Isim ve sıfatlar Kavrayıcı ve Kuşatıcıdır: Ressamda bulunan kabiliyetin,  yaptığı resmin her tarafını kuşattığı gibi, Allah’ta zamanın tümünü kavradığından dolayı isimleri (yetenekleri) ile bütün evreni kuşatmıştır. Şayet evrenin her noktasını isimleriyle (Bilme, Görme, v.s.) kuşatmasaydı evren olmazdı. Kuşattıklarının büyüklüğü ile küçüklüğü Allah’a zor gelmez. Güneş içinde bulunduğu yarı küreyi kuşattığı için her noktayı aydınlatır. sıtır, renkler oluşur. Ağrı dağı çok büyük, sinek çok küçük, güneş ısıtamam diyemez. Çünkü güneşe göre ikisini de kavradığından eşitlik söz konusudur. Allah evrenin her tarafını özellikleriyle bir nokta gibi kavramıştır. Kavramasaydı, her türün özelliklerini genetik kartlarına ayrı ayrı, yüzlerce cilt kitabı dolduracak bilgiyi nasıl kodlardı ?   Zaman noktadır. Allah’ ta bu noktayı kavramıştır. Allah için ileri geri yoktur. Her  an şimdidir.

Allah’ın Isimleri Iş Yapmak Istediği Zaman , Allah Emirle Iş Yapar:

Allah`ın (cc) Icraatları :

Bu konuyu kavramak için iş yapanın (icraatçı) işi yaparken takip edeceği metodun bilinmesi lazım. Bu da iki türlüdür.

  1. a) Maddi temasla icraat (iş yapma): Dokunarak yapılan icraat. Maddidir ve çok zordur. Bir Tugaydaki askerleri yatırıp kaldırmak için maddi ve temasla icraat yapmaya kalksak çok zorlanılır. Uzun zaman alır, düzen bozulur. Her birini ensesine dokunarak yatırıp, kolundan tutarak kaldırmak lazım gelir ki bu günleri alır. Bu icraat çok zordur belirli şartlan gerektirir.
  2. b) Nurani ve kanuni icraat: Bu icraatta temas yoktur, kanun vardır. Bir bakıma kanunun yapısında madde olmadığı için nurani diyoruz. Bu icraat çok kolaydır. Böyle bir icraatta birle, bin, hiç fark etmez. Bazı örneklerini verelim; ­

Ses : Bir tabur askere yat deyince yatar kalk deyince kalkar sanki bu hadise saniyeler içinde olur. Bu taburun 5 bin kişi olması ile 500 bin kişi olması arasında fark yoktur. Bakınız, iş nurani ve  kanuni icraat olunca ne kadar kolaylaşıyor. Hatta günümüzde ses dalgalarına duyarlı cihazlar sesle kumanda edilerek istenen işlevleri yerine getirebilirler. Örnek olarak sesle açılan kasa kapıları, bir şifreleme metodu olarak kullanılmaktadır. Yani açıl diyorsunuz ve sadece size açılıyor. Buradaki icraat emirle oluyor, kanunla oluyor.

Elektriğin icraatı: Elektrikte kanuni icraat yapar. Şartele dokununca milyonlarca lambada aynı anda yanar, dev fabrikaların çarklarını çevirir. Teyp ve telefonda ses, tv.’de görüntü olur.

Hava unsuru: Bir odada deney yapalım; yüzlerce alet koyalım ve çalıştıralım, hiç birinin frekansı öbürünü engellemez. Adeta iç içe icraat yapar. Bir ile bin fark etmez. Binlerce tv.’yi bir gösteri salonuna koyalım hepsi farklı kanalı gösterir. Karışma olmaz. Kolaylık olur.

Güneşin icraatı: Güneş de icraatını adeta kanuni ve nurani yapmaktadır. Gezegenleri dokunarak temasla döndürmez. Bir tane olduğu halde içinde bulunduğu yarı kürede icraatlarını nurani yapar, sıfatlarıyla (özellikleri) her tarafı kaplar, her yerde adeta bulunur. Birle bine, milyona, milyara hakim olması zor değildir. sısı ile milyarlarca mahluku ısıtır. şığı ile milyarlarca mahluku ışıtır, renk ayarlaması ile milyarlarca eşyayı kavrar. Bunu biz görüyoruz. Bu mesele hem ilmidir, hem de somuttur. Bunun nedeni güneş, yarı kürede bulunan eşyanın tümünü kavrıyor. 06 AB 140, 55 KL 160, 61 VR 165 plakalı arabalar Ankara, Samsun­ ve Trabzon’u temsil ediyorlar. Bunlar birbirlerine göre geri (mazi) ileri (istikbâl) gibi olabilirler. Ankara’daki şoföre telefon edip hemen Samsun`daki 55 KL 160 plakalı araçla ilgili bilgi istesem, araya zaman-mekan duvarı girdiğinden bilgi veremediğini söyler. Diğerleri de birbirleri için ayni mazereti söylerler. Ama bu telefonu faraza güneşe yöneltsek, daha cümlemiz bitmeden hemen üç araba hakkında en ince teferruatına kadar bilgiyi verir. Neden?, çünkü Güneş arabaların içinde bulunduğu zaman ve mekanın tümünü kavramıştır, onun için ileri ya da geri yoktur. Şimdi şöyle bir örnekle konumuzu toparlayalım. Güneş ısı, ışık, renk olayı ile içinde bulunduğu yarı küreyi kavrar mı? Kavrar. Bir’e yansıması ile milyar sayıda eşyaya yansımasında bir fark var mı? Ankara ya yüz milyon nüfus koysak veya nüfusu yüz bin’e indirsek güneşe zorluk veya kolaylık olur mu? Olmayacağı açıktır. Güneşle anlaşıp güneşin ısısına bilgi, ışığına görme, renklerine de işitme diyelim. Sonra güneş kavradığı her şeyi bilir mi? görür mü? Her sesi işitir mi? diye sorsak cevap evet-evet-evet olacaktır. Bu güneşin icraatının nurani ve kanuni olduğundandır.

Yerçekimi kanunu: Bunun icraatı da temasla değildir. Onun için katı olan dünyanın çekimi ve dengesinde kullanılır.

Ruh bir kanundur: Ceset maddedir ama ruh 60 trilyon hücreyi dokunmadan idare eder, zorluk yoktur.

Görme de kanunidir: Dağlar taşlar katıdır. “Şu dağ büyük göremiyorum” denmez. Dokunarak görülmez.

Psikokinezi (dokunmadan eşyayı kaldırma, kırma, bükme vs. ) de icraat temassızdır kanunidir.

Bütün büyümeler ve gelişmeler: Temasla olmaz, kanunidir. Biz fiziki büyümeyi görürüz.

Radyo, radar,  ve tv. ler : Temassız ve kanuni icraat yaparlar. Ses işaretini elektriksel işarete (elektron) bindirerek (modülasyon) kablolar vasıtasıyla çok uzak mesafelere göndeririz. Oraya gidince ses işareti ile elektriksel işaret ayrılır (demodülasyon). Kalan saf ses konuşmak istediğimiz kişiye ulaşır. Burada temas yoktur. Işleyiş kanunu var. Bu kanuna göre fert elektronları kullanmış oluyor.

Dünya kupasındaki penaltıyı ben nasıl aynı anda izledim? Buradaki işleyiş de aynıdır. Yani ışık fotonları kamerayla absorbe edilip özel aynalarda ana renkler filtre edilerek elektriksel işarete dönüştürülür. Bu işaret kablolar, elektromanyetik dalgalar, fiber optik kablolardaki laser ortam vasıtalarıyla alıcıya (tv. vs..) ulaştırılır. Alıcı sistem bu elektronları monitörde çok yüksek gerilim altında (3000 Volt gibi..) hızlandırarak fosfor ekrana çarptırır, oluşan parlamalar penaltı görüntüsünü oluşturur.

Aklın icraatı nuranidir: Kavradığı eşya maddidir. Dokunmadan eşyayı duyu organlarıyla kavrar.

Başka bir misal vermek gerekirse: Içinde bulunduğumuz bina bir mühendisin önce düşünce sonra tasarım sonra plan ve proje daha sonra da gerekli malzeme kullanarak yaptığı bir binadır. Bu binanın temelini atarken oraya yansıyan mühendislik yeteneği ile, demir bağlarken, duvar örerken, sıva yaparken, boya yaparken ve her farklı kabiliyet gerektiren bir sonucu yaparken  farklı yeteneklerini kullanmıştır. Bu anlatılanlar tamamen doğrudur hatta eksiktir. Mükemmel bir bina mühendisin yirmiye yakın yetenek ve kabiliyetinin  sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bütün bunları düşünürsek, dokunulmadan yapılan icraatın çok kolay olduğu anlaşılır. Işte rabbimiz olan Allah’ın (cc.) icraatları (iş yapması) kanunidir, nuranidir, emrîdir. Bizler evrendeki O’na ait olan malzemelerle dokunmadan icraat yapıyoruz ve kullandığımız malzemeler (atomlar, elektronlar, elektromanyetik dalgalar, fotonlar vs..) üzerindeki mutlak hâkimiyet Allah’a  (cc.) aittir. Bizim yaptığımız iş ise O’nun emrindeki algılayabildiklerimizi çok az kullanmaktan ibarettir. Allah (cc.)’de evren sarayını yaparken farklı isimlerini kullanarak yapmıştır. Isimler(yetenekler) birbiri peşine  güneş ışınlarının eşyaya yansıması gibi  devreye girerek sonuç olarak görünmek istiyorlar. Allah (cc)’ de sonucun oluşmasında kullandığı malzemelere emir vererek isimlerin sonuçlarını evrende yapmış oluyor.  Her isminden değişik ikramlar ve sevgiler gelir. Her bir ilahi isim varlık âleminin bir bölümünü aydınlatır. Şafi ismi olan Allah (şifa verici) hastanın imdadına koşarak iyileşmesini sağlar. Üzüntü ve ümitsizliği ortadan kaldırır.

Rabbimiz bütün eşyaya hakimdir. Bütün eşya ile onların dilleriyle konuşur. Ben bir taburu bir emirle yatırıp kaldırıyorum, güneş ateş yığını olduğu halde her tarafta icraat yapıyor. Bütün eşyanın temel taşı olan atomlar Allah’ın (cc.) ordularıdır. Benim askerim beni dinlediği gibi onun orduları onu hayda hayda dinler. Aciz olanın emirleri yerine getirilir de sonsuz gücü olanın getirilmez mi? Evet getirilir. Onun için Quantum fiziğine göre bütün eşyaya her an hareket verilmektedir. Bu da Allah’ın (cc.) “Kayyum” (bütün eşyanın kendisiyle ayakta kalması) isminin yansımasıdır. Isimlerin ürünlerini insanların ve cinlerin incelemesine ve faydasına sunmuştur. Yaratıcısının isminin ürünü olarak yokluk  karanlıklarından varlığa ayak basan her varlık kendisi, tasarımı yapılan vücuda kavuşturulmuştur. Varlığın yokluk karşısında ne kadar güzel bir şey olduğunu bilmeyenimiz yoktur.

INSANDA BULUNAN ACİZLİĞİN VE FAKİRLİĞİN ISİM TECELLİSİYLE ILGİSİ NEDİR?

Soruyu cevaplandırmadan önce bizde bulunan acizliğin ve fakirliğin ne olduğunu açıklamaya çalışalım.

ACZ: Güç yetirememek. Elinden gelmemek, söz dinletememek gibi manalara gelir. Insanın acizliği o kadar çok ki,  sınırı çizilmez. Insan bir zamanlar toprağın kara bağrında elementler halinde bulunuyordu. Sonra gıda olmak için bir emir aldı Mevla’dan. Gıda olarak elmaya gitti, muza gitti, velhasıl gidilecek gıdaya gitti. Sonra süzüldü, nutfe (sperm) oldu. Ihtiyaç nedir bilmiyordu, ağız nedir bilmiyordu, akıl nedir bilmiyordu. Bir şey isteme ve hürriyet nedir bilmiyordu. Güneş ne, ay ne , oksijen ne bilmiyordu. Rahmin ne olduğunu, anne karnından başka uçsuz bucaksız bir alem olduğunu bilmiyordu. Kendisini bekleyen alemden faydalanmak için bir çok organlarla donatıldı (göz, kulak, el, ayak, kalp, sinir, ciğer, kas, kemik vs.) Organlarla donanmayı bilmezdi. Bilse bile bunları yapması mümkün değildi. Işte insan oğlu anne karnında kıvranırken Allah`ın, rahmet eli imdada yetişti, ona el verdi, ele parmaklar taktı. Yüz verdi, ona göz ve kulak taktı. Insanı ince duygularla donattı. Bu organların cevabı dışarıda hazırlanmıştı. Gözü için ışık ve güneş hazırdı. Kulakları tatlı seslerle buluştu. Eli ile elmayı tuttu, dili ile tattı, ayakları ile yere bastı. Ciğerleri hava ile tanıştı. Ruhuna takılan hisler çok şeyle karşılaştı. Korku hissi ile dehşetli manzaralar gördü. Şefkat hissi, merhamet gerektiren tablolarla buluştu. Yukarıda saydığımız hususlarda insanın hiçbir müdahalesi var mı? Acizliğine dolayı ona merhamet edildi ve bundan dolayı bütün evren ona hizmetçi yapıldı. Bu sonsuz ikramlar gaflet vermesin diye, acizliğimizi unutmayalım diye, Allah bize sıkıntılar, hastalıklar, çaresizlikler gönderdi. Felçli, kör ve akılsız adamlar bize işin mahiyetini anlatan çok büyük hoca oldular…

FAKR: Elinde bulunmamak, ihtiyacı olmak anlamına gelir. Dünyada en fakir insanlardır. Üzerimizde bulunan her şey ikram. Başkası tarafından verilmiştir. Iç ve dış bütün organların oluşunda hiçbir müdahalemiz yok. Aklımız gitse geri getirmeye gücümüz yetmiyor. Çocuğun acizliğinde ve fakirliğindeki güç ve kuvvet; kuvvetli olan anne-babayı çocuğa hizmetçi kıldığı gibi; bizim acizliğimiz ve fakirliğimizdeki güç de evreni bize hizmetçi yapmıştır.

Mahluka ihtiyaç olan şey verilmiştir. Kediye kanat gerekmediği için kanadın fakiri değildir. Ağaç yürümek, taş büyümek istemez. Onların böyle bir ihtiyaçları yoktur. Akla da ihtiyaçları yoktur. Insanoğlu, Allah’ın bütün isimlerinin ürünlerine (oksijen, su, gıdalar ve hayatın devamı için bütün malzemeler.) muhtaç olduğundan mahluk içinde en aciz olmuştur. Fakat isimlerden aldığı güç ve kuvvetle en şerefli kılınmıştır. Bu açıklamalardan sonra soruya şöyle kısa bir cevap verebiliriz. Yüce Rabbimiz, insana nihayetsiz aciz ve fakir yapmış ki isimlerine ayna olup, güç ve kuvvet bulsun diye. Kullar acizlik ve fakirliklerini Cenab-ı Hakkın isimlerine ayna olmakla telafi edip, halifelik makamına çıkartılmıştır. Isterlerse melekleri dahi geçebilirler, insanlık yönleriyle.

YÜCE ALLAH`N (CC) SFATLAR

Cenab-ı Allah`ın (cc) mübarek sıfatları:

-Zati Sıfatlar,

-Subuti Sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bu sıfatları açıklamadan önce bu konudaki bazı prensipleri özetlemeye çalışalım. Akla şu soru gelebilir.

ALLAH’IN ZATINI NİÇİN KAVRAYAMAYIZ?

Sanat eseri sanatçısını kavrayamaz:  Sanat eserini yapan, yaptığı eser cinsinden olamadığı,  sanat eserinden üst özellik taşıdığı, eserin içinde boyutları ile (zatıyla) bulunmadığı için sanat eseri sanatçısını kavrayamaz.  Bu şu demek; sanat eserleri sanatçının kabiliyet ve yetenek ürünüdür. Bizi eseri yapanı kabule zorlayan eserdeki bilgi, tasarım, düzen, maksat vb. gibi şeylerin esere yansımasıdır. Ayasofya Müzesi`nin yapıcısını bilmeyiz ama yapanı inkar etmeyiz. Allah evren cinsinden değildir. Bundan dolayı  harika ve antika olan bizler , zatı (boyutları) hakkında bilgi vermeyen Allah`ın zatını kavrayamayız.

Sınırlı  olan sınırsızı kavrayamaz:  Sonlu sayılar ne kadar büyük olursa olsun, sonsuz sayı yanında sıfırdır. Bundan dolayı sonlu sayılar, sanal sonsuz sayıları kavrayamaz. Kare (iki boyutlu), küpü (üç boyutlu) kavrayamaz. Bütün özellikleriyle (sıfat ve isimleri) sonsuz olan Rabbimizi bütün özellerimizle  sonlu olan biz nasıl kavrayabiliriz,  bu mümkün değil.

Insanoğlu kavrama aleti olarak aklı kullanır. Akıl ise sınırlıdır. Bilgi kaynağı olarak kullandığı göz sınırlı görür. 0,4 ile 0,7  mikron arasındaki dalga boyunu görür. Gama, beta, alfa,  X , lazer, röntgen vs. ışınları göremez. Yine kullandığı kulak sınırlıdır. Saniyede 20 ila 20.000 titreşim yapan sesleri duyabilir. Akıl kendi sınırları içerisindeki çok meseleyi bile henüz daha çözüme kavuşturamamıştır. Çözemediği çok meselesi var. Daha atomu, atomlardan oluşan hücreyi, hücre çekirdeğindeki  DNA’yı çözemedi.  Galaksileri sınırlayamadı, kendini kavrayamadı. Konumu böyle olan bir aklın, zatı hakkında bilgi vermeyen Zat’ı kavraması mümkün değildir.

Dolayısıyla sınırlı akılla sınırsız olan zatı kavramamız mümkün değildir.

Allah’ın zatı hakkında düşünmek insanı yanlışlığa sevk eder:  Insan Allah’ın zatı hakkında ne düşünürse düşünsün Allah o düşündüğünden farklıdır. Akıl yaratıldığından düşündükleri de yaratıktır. Zatı hakkındaki ısrarlı düşünceler bizi yanlışlığa sevk edip dinden çıkarabilir. Bize düşen Rabbimizin özelliklerini bilmektir. Sonra sevmektir. Ikili münasebetin getirdiği zevki yaşamaktır.

ZATI SIFATLAR :

Yüce Allah`ın (cc) Zati sıfatları: Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetün lil Havadis, Kıyam Bi Nefsihi olmak üzere altıdır.

  1. Vücut

Allah’ın var olması, kendine has vücudu olması demek.

Vücut sıfatı ile bilgiler aşağıda özetlenmiştir.

Vücudu  zatının gereğidir. O yaratılmamıştır: Bizzat ezelden beri var idi. Zamana hapsedilmez. Zamanın yaratıcısıdır. Kendine has vücudu vardır. Kavrayamayız. Çünkü mahluka benzemez. Varlığı ezeli ve ebedidir. Doğmaktan ve doğurmaktan, yaratılmaktan, zaman ve mekandan, başkalarına muhtaç olmaktan yücedir. Varlığın (evrenin) var olması O’ nun varlığına bağlıdır.

Var olanı ispat çok kolay, yok olanı ispat çok zordur: Varlığın ispatı için bir tane ip ucu yeterli. Mesela; Elma ağacının varlığını ve yokluğunu münakaşa eden iki kişiden var diyenin bir elma göstermesi yeter. Yok diyen bütün evreni tarayıp yok olduğunu  ispatlaması lazım. Bu ise imkansızdır. Sadece düzene, plana bakmak, düzenleyici ve planlayıcıyı bulmaya yeterlidir. Evrendeki müthiş plan ve düzen bizi planlayıcı ve düzenleyici bir zatın varlığına kabule zorlamaktadır.

Allah’ın (cc) varlığını beş duyu organı ile kavrayamayız: Çünkü beş duyunun kavrama alanları sınırlıdır. Kulak; 20 ile 20.000 desibel arası sesleri duyar. Göz binlerce ışıktan sadece yedi tanesini alır.

Bir organın kavrayamadığı, yok saydığı bir nesnenin yokluğunu hükmedemeyiz: Mesela elmanın tadını gözümle göremiyorum o halde tadı yoktur diyemeyiz. Tat gözle değil dille bilinir. Beş duyu kavrayamadığı için Allah (cc) yoktur diyemeyiz.

Bir şeyin varlığını kabullenmek ayrı şeydir. O şeyin mahiyetini bilmek ayrı şeydir: Biz kokunun, elektriğin, yer çekimi kanununun, ruhun, yasaların, aklın varlığını biliriz. Ama hiç birinin mahiyetini bilemeyiz.  Mesela; Bunlar kaç kilogram, renkleri nedir, uzunlukları ne kadardır v.s… somut bir şey söyleyemeyiz.

Allah’ın (cc) varlığı; ilim ve akıl yoluyla sanat eserlerinin incelenmesiyle bilinir. Fizik yasalarına göre eşya,  var olan birisi tarafından meydana getirilmiştir. Şöyle ki; Evren yaklaşık 15 Milyar yıl önce, Big-Bang denen büyük patlama ile, sıcaklığı matematik ifadelerle ölçülemeyen yükseklikte; ve  toplu iğnenin milyonda  biri kadar küçük bir noktadan başladı. Bir güç vardı ki başlattı. Olmasaydı nasıl başlayacaktı. Odadaki sandalyeyi siz oynatmayınca öbür odaya nasıl geçer.

Süleymaniye yi görünce ustasının varlığına bizi götüren neden, ortada ustayı görmemiz değildir.  Bu eser Sinan’ın mimarlık ve mühendislik kabiliyetinin ürünüdür. Binadaki özellikler Sinan’ın varlığına en büyük delildir. Evrende harika bir sanat eseridir. Şöyle ki: Yazının icadından bu güne kadar geçen zamanı ele alırsak, yaklaşık üç bin yıldır milyonlarca ilim adamı (Dr. Doç. Prof. Uzman….) , kurulan binlerce üniversite ve okullarla bu sanat eserini çözmeye çalışıyorlar. Halen evrende kullanılan temel maddeyi yani atomu çözemediler. Çözmek için milletler arası toplantılar, konferanslar, ortak projeler uyguluyorlar halen sonuç yok. Insanlar mikroba mağlup, tabiat olayları karşısında aciz. Atomu çözmek için 16 ülke Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu (CERN)’i kurdular. Elektronu 299 bin kilometre hızlandırdılar. şık hızı sabit hızını deneyle kesinleştirdiler. Jura Dağının altında yapılan denemelerde çözülmeyen parçacıklar ortaya çıktı. Bütün canlıların genetik kartları çözülemedi… Yani ortada müthiş bir sanat eseri var. Bu sanat eserini kim yaptı sorusu var. Böyle bir sanat eseri yapmak için sanatkarda bazı özelliklerin olması lazım. Ilim sahibi, güç sahibi, özgürlük sahibi, hayat sahibi vs. gibi sıfatların sanatçıda bulunması lazım.  Bütün bu sıfatlar Allah’ta vardır, başkasında yoktur. Ve evreni var olan evren cinsinden olmayan Allah yapmıştır.

Olması ile olmaması eşit olan varlık: Evrenin Varlığı Ile  Ilgili Ileri sürülen Görüşler 

Evrenin varlığı ile ilgili ileri sürülen görüşleri dört başlıkta toplamak mümkündür.

Bunlar:

-Evren tesadüfen sebeplerin bir araya gelmesiyle olmuştur.

-Kendi kendine olmuştur.

-Tabiat yapmıştır.

-Allah yapmıştır.

Şimdi bu teorileri açıklamaya çalışalım.

Evren Tesadüfen Sebeplerin Bir Araya Gelmesiyle  Olmuştu.

Önce tesadüf ve sebeplerden maksat nedir? Bu iki kavramı tarif edelim.

Tesadüf: Önceden düşünülmüş ve planlanmış bir planın ve kanunun yokluğunu ifade eder (Ibrahim Sıtkı, Cilt 2 Sayfa: 89 John Clover Monsma`dan tercüme).

Sebep: Iş görerek sonucu doğuran şeydir. Her sonuç için ayrı bir sebep ileri sürme. Evreni parçalara bölüp, her sonuca bir sebep takma anlayışı (Dr. Yamina Bouguenaya, Bilimin Marifet Boyutu, Sayfa: 81).

Kur`an da Allah (cc) sebeplerin hakiki fail olamayacağını vurgulamaktadır. “Göklerin ve yerin mülkü (ve idaresi) O`nundur. O`nun nesli yoktur; mülkünde ortağı yoktur. O herşeyi yaratır; ölçü, biçim ve düzen verir. Ancak bazıları O`nun yerine, hiçbirşey yaratmayan, kendileri de yaratılmış olan ve kendilerine bile zarar ve faydası dokunmayan, ne ölüme ne de yaşatmaya ne de yeniden diriltmeye gücü yeten birtakım ilahlara ibadet etmeyi tercih ettiler (Furkan Süresi, Ayet 2-3).  ”

Bu iddianın mantıki ve ilmi yönünün olup olmadığını inceleyelim.

  1. a) Mantıki yönü:

Eczanelerdeki ilaçlar, tekstil fabrikalarında dokunan kumaşlar, buğday ambarlarında bulunan buğdaylar,  insanların giydiği elbiseler, bilgisayarlardaki programlar, evlerdeki elektrikler tesadüfen olur mu ?

Yukarıdaki sorulara evet diyecek bir mantığın olduğunu düşünülemez. Mutlaka bir plana, programa, bir amaca yönelik ve  hürriyet sahibi biri tarafından bilinçli bir şekilde yapılmıştır.

Kimyagersiz bir ilaç, dokumacısız bir  kumaş, çiftçisiz buğday, terzisiz elbise, programcısız program, fabrikasız lamba olur mu? Bunun mantığı var mı? Kimyagersiz bir ilaç olmazda, yeryüzü eczanesinde milyonlarca çeşit ölçülü ve mükemmel yapılmış varlıklar papatyasından menekşesine, yılanından sineğine kadar nasıl tesadüfen olur. Tekstil fabrikası olmadan kumaş dokunmazda, tekstil fabrikasından binlerce defa mükemmel olan yeryüzü fabrikasında dokunan kumaşlar, gülün elbisesi, menekşenin elbisesi, hamsinin elbisesi ve dünyanın her ilkbaharda iplik iplik örülen harika elbisesi tesadüfen olur mu? Depolarda toplanan  buğdaylar oraya tesadüfen gelmez de; bir senede milyarlarca rızk isteyen canlıları içine alıp, 950 milyon kilometre yol alan ve bu seyahatinde mevsimlere uğrayıp, baharı büyük bir vagon gibi rızklarla doldurarak, kışta rızkı tükenen canlılara ikram etme tesadüfen olur mu? Dikilen elbiseler tesadüfen olmaz da; insanlardaki vücut elbiseleri tesadüfen olur mu?  Bilgisayarda ki programlar tesadüfen olmaz da; evrendeki müthiş plan ve program tesadüfen olur mu? Evlerimizdeki lambalar tesadüfen olmaz da; saniyede dört milyon ton enerji ile ısısından ve ışığından faydalandığımız  güneş tesadüfen olur mu?

  1. b) Bilimsel Yönü:

Ilimler tesadüfü incelemez. Öyle olsa idi ilmi sabiteler ve kanunlar olmazdı. Çünkü tesadüf; daha önceden düşünülmüş ve kararlaştırılmış bir nedene dayanmayan hadiseyi gösterir. Tesadüfte plan yoktur kanun yoktur. Halbuki evrende müthiş bir plan ve kanun hakimiyeti vardır. Kanunsuzluk ve plansızlık yok ki; bu işe kör, sağır, akılsız ve sanal olan tesadüf karışsın.

Ihtimal hesapları matematiğin konusudur. Bu ilim dalına biyomatematik denir. Buna göre en küçük amino-asit  zincirinden, proteine, oradan evrene tesadüfün olup olmayacağı hesaplanmıştır. Aşağıda görüleceği gibi durum matematik ifade ile sıfır denecek seviyededir.

Amino Asitler: Bütün canlıların hücreleri, protein denen molekül gruplarından oluşmuştur. Ağırlığı milyonda birin altı milyonda bir gram olan proteinlerden her hücrede milyonun üzerinde bulunmaktadır. Bu kadar küçük olan proteinler hayat kaynağı olan yirmi çeşit amino-asitin çeşitli şekilde zincir oluşturmasından meydana gelmiştir. Ortalama bir protein 400 amino asit zincirinden oluşmuştur. Bu aşağıda olur yukarı da olur. Zincirlerden birinin farklı oluşumu hayat yerine zehir olur. Işte bu kadar harika olan amino asit böyle düzenli olması ihtimal hesaplarına göre hesaplanmış netice 1048 çıkmış yani bir rakamının yanına 48 tane sıfır konması demek. Bu kadar ihtimalde bir ihtimal. Matematik dille imkansız. Ingiliz Biyoloji Bilgini G. B. Leathes bu hesabı yapan Biyologdur.

Proteinler: Hayatın yapı taşlarıdır. Amino asitlerden meydana gelirler. Bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimalinin Isveçli matematik bilgini Charles Euqeniz Guye 10160 olarak  tespit etmiştir. Yani bir rakamının önüne 160 tane sıfır koyacaksınız o ihtimalde bir ihtimal. Bu da imkansızdır.

Bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesi için lazım olan zaman hesaplanmıştır. Charles Euqeniz Guye zamanın 10243 olarak bulmuş, yani birin yanına 243 tane sıfır koyacaksınız. Evrenin yaşı 9 sıfırlıdır. Yani şöyle gösterilir 15.109 (on beş milyar yıldır.)

Bir protein maddesini tesadüfen olması için lazım olan madde hesaplanmıştır. Evrenimizin bir milyon katı madde lazım olmuştur.  Bu ise imkansızdır.

Evrenin Tesadüfen Olma Ihtimali: Bilim Teknik Dergisi sayı 91’de “Kainatın yedi büyük bilmecesi” adlı makalede Joseph Scheppach Evrenin bugünkü düzenli halini alma ihtimal 10133 olarak hesapladı.

2-Kıdem

Zatı ezelidir, yani başlangıcı yoktur. “ Evvel odur. (Kendinden önce hiçbir varlık yoktur.) Ahir odur. (Herşey yok olacak, o, hariç.) O, zahirdir. (Delilleri ile varlığı gün gibi aşikardır.) O, batındır. (Zatı kavranılamaz ama evrende görülen bütün sanat eserleri onun isimlerinin ürünüdür.) O, herşeyi hakkıyla bilendir.” Hadid Suresi Ayet 3  Ezel mazide bir noktanın başlangıcı değildir. Zamansızlıktır. Allah(cc) den başka her şey sonradan  yaratılmıştır.

Fizik yasaları enerjinin ezeli olmadığını dolayısı ile maddenin de ezeli olmadığını belirtiyor. Şimdi bu yasaları tek tek görelim.

1.Big-Bang  Oluşumu:  Evren ve bütün boyutlar  yaklaşık 15 milyar yıl önce matematik ifade ile açıklanamayan yüksek sıcaklıkta; topluiğne ucundan binlerce kez küçük bir noktadan “big-bang” denen büyük patlama ile oldu. Bu husus evrenin ezeli olmadığına ait en güçlü delildir. Bu yasa madde yoktan var olmaz tezini de ortadan kaldırdı. Evreni başlatan güç ezeli ve ebedi olan Allah`tır. Çünkü sonsuz güç ve sonsuz sıfatlar sadece  O` nda var. “Bir şeyin olmasını istedi mi ona ol demesi yeter, o da hemen oluverir.” Yasin, 83. Bu oluşta zaman da yaratılmıştır.  NASA`nın  Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Robert Jastrow, “God and the Astronomers” (Allah ve Astronomlar) adlı eserinde şöyle der: “Bilim big-bang teorisi ile Dünya`nın ezeli olması gereken bir gücün eseri olarak meydana geldiğini ispatladı.”  . Bu şu demek oluyor; madde ve enerjinin ezeli olduğu fikri bitip yerini yaratılış fikrine bıraktı. Nobel sahibi kimyacı Ilya Prigogine: “Zaman yarartılmıştır.”  diyerek zamanın ve evrenin yaratıldığına dikkat çeker. Paul Davies  meseleye şöyle yaklaşır: “Zamanı yaratan bir Allah kavramı, O`nun kainatı her an elinde tutarak yarattığını gösterir… Zamanın da yaratıldığını anlamamızla, yerini kainata her an müdahale eden her olayda hazır ve nazır bir yaratıcı anlayışına bıraktı.  Bougeeneya`nın yorumuna gelince: “Buna göre, Yaratıcı, kainat üzerinde devamlı kudretinin gösteren, kudretinin çektiği anda bütün kainatın yokluğa yuvarlanacağı, Islami tarifiyle Kayyum bir yaratıcı olmalıdır. Allah mütemadiyen, hiç durmaksızın kainatı-kainatları-yaratır. Doğrudan doğruya; hiçbir aracı olmadan.”  Paul Davies enfes ifadesinde “varlık yokluğa komşu oldu” demektedir.

Big-Bang`in  gözler önüne serdiği gibi ne madde, nede enerji ezelidir. Sadece Allah ezelidir. Kainatı Allah cc. Yaratmıştır. Yaratıp bırakmamıştır. Her an; atom içi alemlere inildikçe görülüyor ki  Allah her parçacığa (nötron, proton, elektron, lepton, gluon, kuark, graviton, w+, w –  ,z0)  hükmederek  kainatı her an yaratır. Sabit kainat olmayıp, devamlı yaratılışlarla tazelenen kainat vardır. Kainatı, bütün zaman ve mekanı yaratmak ancak zamandan ve mekandan yüce olan Zat`a aittir. Allah ezeli ve ebedidir.  Milyarlarca güneş ışığı dalgalarının bir güneşe işaret ettiği gibi, kâinatta sayamayacağımız kadar çok olan varlıklar da bir Bir`e işaret eder. O da yarattığı kainatta kusur olmayan, her şeyi güzel yaratan, kendi de güzel olan Allah`tır.

  1. Termodinamiğin birinci yasası: Bu yasaya göre evrendeki enerji miktarı sabittir. Şu anda evrende bulunan toplam maddenin temeli olan enerjinin bir anda evren olarak ortaya çıktığını gösteren yasa. Görülüyor ki enerji evrene verilmiş, yani everen bu enerji ile başlatılmıştır

3.Termodinamiğin ikinci yasası: sının merkezden civara doğru yayıldığını izah eden yasa. Buna entropi  (ısı ölümü) de denilir. Odada yanan sobanın etrafa yaydığı enerji bu kanunla izah edilir. Sobadan çıkan ısının tekrar döndürülmesi mümkün değildir.  sı yayılırken etkisi azalmıştır. Entropi de buna edinir.  Evrende entropi fazlalığı tespit edilmiştir. Bu şu demektir; Big-Bang denen büyük patlama olunca entropi sıfırdı. Sıcaklık zirvede idi. Evren genişledikçe ısı düşmüş entropi çoğalmaya başlamıştır. Bu ise enerjinin başlangıcı olduğuna en büyük delildir.

Güneşimizden örnek verelim. O da bir enerji yumağıdır. Saniyede 4 milyon ton enerji kaybediyor kütleden. Şayet güneş ezeli olsaydı, şimdiye kadar bitmiş olacaktı.  Bitmediğine göre başlangıcı var demektir.

4.Eddington Prensibi: Ingiliz fizikçisi olan bu zat soyut matematik    denklemleri ile fiziki dehasını birleştirip, evrende kullanılan atom sayısının hesabını yapmıştır. Buna göre çıkan sonuç şudur, 1079 yani 1 rakamının sağ tarafına 79 tane sıfır koymak demektir. Görülüyor ki  evrende kullanılan malzemelerin sayısı belli, sayısı belli olan şey için ezeli denir mi?

  1. Hubble yasası: Edwın Hubble 1920 li yıllarda evrenin genişlediğini iddia etmiştir. Dobler olayını (ses yakınlaştıkça dalga boyu kısalır, uzaklaştıkça dalga boyu uzar) ışığa uygulamış ve gözlem evinde galaksilerin ışığının kırmızıya doğru kaydığını gördü. Galaksilerin birbirinden uzaklaştığını keşfetti. 1935 yılında kaçışını gözlemlediği Galaksi sayısının 150 olduğunu ispatladı. Ve Hubble’nin çalışmaları fiziğe şöyle bir yasayla girdi. “Galaksilerin uzaklaşma hızları aralarındaki uzaklıkla doğru orantılıdır” Galaksi bizden ne kadar uzaksa o kadar çok uzaklaşıyor. Öyle ki saniyede 100 bin kilometre ile kaçan Galaksiler mevcuttur. Sönmüş bir balonun bir üzerine yan yana iki nokta koyunuz ve balonu şişiriniz. Noktaların arasının açıldığını göreceksiniz. Işte bunun gibi evrende genişliyor. Evreni bize Kur’an’da bazı yönleriyle anlatan Allah (cc) genişlemesiyle ilgili Zariyat Suresi 47. ayette şöyle buyuruyor. “Semayı biz kudretimizle kurduk ve devamlı genişletiyoruz.”  Evren maddesinin başlangıçta bir olduğunu izah eden Enbiya suresi 30. ayette şöyle buyuruluyor.

Sema ve arz bitişikti. Bu ikisini biz ayırdık.” Eğer evren genişliyorsa başladığı sıfır nokta var demektir. Bu da enerjinin başladığını gösterir. Enerjiyi başlatan güç ezeli olma özelliği olan özelliği olan Allah (cc) dir.

3-Beka

Sonsuz demek. Yani ebedidir. Bütün eşya sonludur. Biz bile dünyaya gelip gidenleri görüyoruz. Dünyanın ve tüm evreninde sonu vardır. Zamanı gelince değişecektir. Fizikçilerin bu konuda ittifakı vardır. Sonun geliş ihtimallerini Rus asıllı gök bilimci saac Asımov “Insanlığın geleceği ” adlı esirinde ona yakın maddede özetlemiştir. (cep kitapları a.ş.1984 Istanbul)

  1. madde: Termodinamik Kıyamet: Genişleyen evrende entropi (ölü ısı) zirveye çıkacak, ısı alış verişi duracak ve hiç bir iş yapmak mümkün olmayacak. Yaşam son bulacak. Ingiliz fizikçi Sir James Jeans’da “Etrafımızdaki Kainat” adlı kitabında  termodinamik kıyametten kurtuluşun mümkün olmadığını ilmi metotlar içerisinde izah ediyor.
  2. madde: Kızıl Güneş: Güneş büyük bir genişleme yapacaktır. Dr. Mark Chardrand’a göre Venüs’ün yörüngesine kadar genişleyecektir. Bu genişleme esnasında yeryüzünde hayat kalmayacak. Sonra da iç patlama güneşi sıkı şekilde büzecek ve soğuyacaktır. Yanmış kömür cürufu gibi kalacaktır. Kur’an’ın Tekvir süresinin 1. ayetinde bu durum şu şekilde izah edilir. “Güneş dürüldüğü ışığı alındığı zaman” kıyamet kopacaktır.
  3. madde: Ayın sebep olacağı kıyamet: Ay dünyaya yaklaşacak ve bir kaç yüz metre yükseklikte dalgalarla med-cezir meydana getirecek ve dünya sular altında kalacaktır. Insanlar sığınaklara kaçsalar bile her an şiddetli depremler buna izin vermeyecektir.
  4. madde: Astroidler hücumu: Çok minik gezegenlerdir. Çapı 1.000 km kadardır. Genelde Mars ve Jüpiter arasında bulunur. Kaya ve metalden meydana gelmişlerdir. Bunlar bazen yörünge değiştirirler. 1937 de Hermes adlı astroit yeryüzüne 800.000km yaklaştı.1972 de küçük bir cisim üst atmosferden geçti. Büyük çapta astroit hücumu dünyanın başına bela olabilir. Günde 75 milyon tane meteor taşının dünya atmosferinden geçtiği tahmin edilmektedir. Bunların düşmesi halinde dünyanın sonu olur. Bilinen en büyük meteor taşı güney batı Afrika’da dır . Namibya’da bulunmaktadır. 66 ton  ağırlığındadır. New York’ta demir meteor taşı sergilenmiştir. 34 ton ağırlığındadır.
  5. madde: Kuyruklu Yıldızlar: Bizi korkutan nedenlerden bir tanesi de kuyruklu yıldızlardır. 1910 yılında Halley kuyruklu yıldızı dünyaya yaklaştığı zaman insanlar çok korktu. Gerçi bunlar astroitler kadar çok değildir. Fakat tahribatı çoktur. Bir çok kuyruklu yıldızın hareketi periyodik değildir. Bu ise insanlığı korkutmaktadır. Dünyaya çarpmasını düşünmek bile ürkütücüdür.
  6. madde: Kara Delikler: Ilim ehli tarafından bilinen bir gerçek şu ki şayet güneş sistemi bir kara deliğe yakalanırsa hiçbir madde kurtulamaz. Evrende kara deliğe tutulmuş çok güneş sistemi olduğu tespit edilmiştir.
  7. madde: Patlayan Yıldızlar: (Süper Novalar): Buna yıldız patlaması denir. Dünyayı öldürücü kozmik ışıklarla bombardıman edebilir. Tarihte bu patlamalara çok rastlanmıştır.
  8. madde: Anti-madde tarafından parçalanma: Asıl maddenin aynadaki gürültüsü gibidir. Proton anti-proton, Elektron anti-elektron gibi. Dünya anti-dünya, evren anti-evren gibi. Fiziki olarak bunların çarpışması iki maddeyi de yok eder.
  9. madde: Ozon tabakasının azalması: Çevreci ilim adamları ozonun tükenmesine neden olan maddelerle kimyasal artıklarla mücadele edilmesini istemişlerdir. Süpersonik uçaklar da ozonu tüketmektedirler. Şöyle; uçak motorlarının azot oksitleriyle olan reaksiyonlarından ozonu zedeleyici gaz çıkmaktadır. Bundan da yılda altı bin deri kanseri artışı olacaktır. Önlemi alınmazsa ozonun üçte birinin azalması bütün canlıların yok olmasına neden olacaktır.
  10. madde: Dev mikroplar: Laboratuarlarda mikroplar üretilmektedir. Bir an dikkatsizlik insanın sonunu getirebilir. 1975 şubat ayında 16 ülkeden 140 ilim adamı Kaliforniya’da genetik mühendislik araştırmalarına bazı sınırlar koymak için toplandılar. Üretilen mikropların kaçması halinde insanlık kendini yok etmiş olacak.

Bütün bunlardan sonra hadiselerin akışına baksak bile anlıyoruz ki, şu alemin ölümü yani kıyamet kopması mümkündür. Bir şey tekamül kanununa tabi ise o şeyde mutlaka gelişme ve büyüme vardır. Gelişme ve büyüme varsa mutlaka fıtri bir ömür vardır. Fıtri ömür varsa, fıtri bir ecel vardır.

Nasıl ki insan küçük bir alemdir, ölümden kurtulamaz ise evrende büyük bir insandır, o dahi ölüm pençesinden kurtulamaz. O da ölecek sonra dirilecek eğer fıtri ecelden evvel Allah(cc) ezeli iradesinin tecellisi başına gelmezse Allah (cc) onu ecelinden evvel   bozmazsa bir gün gelecek ki:

” Güneş dürüldüğü, köreltildiği, dürülüp atıldığı zaman, yıldızlar bulanıp düştüğü zaman dağlar toz duman olduğu zaman ……….” Tekvir suresi 1-2-3 . ayetleri

” Sema yarıldığı zaman, Yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman, Denizler kaynatılıp birbirine karıştırıldığı zaman ………” Infitar, 1-2-3 ayetlerinin sırları Allah (cc) izniyle gerçekleşecek Dünyanın sonu gelecektir.

4- Vahdaniyet

Alllah’ın (cc) bir ve tek olması demek. Evrende ki genel hükümranlığı vahdaniyeti gerektirir.  Yani eşya sonuçta ona dayanır. Doğmayan, doğurmayan ezeli ve ebedi olan, varlığı ezelden beri olan, mahluka benzemeyen birdir.

Evren ve içindekiler – sanat eseri sanatçının kabiliyet ürünü olduğu gibi- Allah’ın (cc) isimlerinin tecellileridir (ürünü).

Sanat eserinde, sanatkar tekliği  işi kolaylaştırır. Iki koyunun aynı kuzuyu doğurması zordur. Bir birinden habersiz on aşçının mükemmel bir yemek yapması zordur. Birbirinden habersiz on terzinin bir elbiseyi dikmesi zordur. Bir eri on komutanın idare etmesi zordur. Ama bunların tersi çok kolaydır.

Bir köyde bir muhtar bir kazada bir kaymakam bir vilayette bir vali ve bir devlette bir cumhurbaşkanı olur. Işler kolaylıkla yürür. Bunları iki ve daha fazla yaparsanız işler zorlaşır. Onun için Kur’anda ilah fazlalığının ortalığı karıştıracağı belirtilmiştir.

Allah (cc) hiçbir hususta kendisine ortak kabul etmez.

Birliğine birkaç örnek verelim:

a-     Kainat ağacının çekirdeği ve en mükemmel meyvesi, dünya sarayının güneşi, islam aleminin aydınlığı, bütün kainatı terbiye eden Cenab-ı Hakkın saltanat ve hükümranlığının açıklayıcısı, kainat kitabının bütün tılsımlarını çözen Peygamberimiz, peygamberlik kanalıyla kanadının altına aldığı 124 bin nebi ile, Islamiyet kanadının altına aldığı evliya, doğru sözlüler, yüzlerce ilim ehlini arkasına alıp, Allah`ın vahdaniyetini haykırıyor. Bu kadar tasdike şüphe karışır mı?

b-     Bütün eşyaya bakıldığında üzerlerindeki mühür taklit edilemiyor. Her sanat eserindeki mühür aynı zata ait. Çünkü O`nun özelliklerini taşımayan bir kuvvet, bir bilgi, bir irade o mührü vuramıyor. Ilmin geldiği bu günkü seviyede, ilim adamları bir elmanın üzerindeki, bir kuzunun üzerindeki, bir insanın üzerindeki mührü taklit edemiyorlar. Topyekün evreni tanımayan ve yapamayan bir zat bu mührü nasıl vursun? Mevsimlerde kudret kalemi ile yazdığı mektupları kim taklit edebilir? Kimdir ilkbahar, yaz, sonbahar, kış sayfalarını açan, o sayfalara binlerce mektup yazan? Bu mektupların taklidi mümkün mü? Yazdığı mektuplarda hata var mı?  Işte bütün bu icraatlar O`nun birliğine mükemmel delildir.

c-     Evreni “Big-Bang” ile yapmış, sonra sistemleri, “mega” galaksileri, galaksileri, galaksiler içinde güneşimizi, ona bağlı gezegenleri, ve son kademede dünyamızı, dünyamızdaki insanlık için lazım olanların depolanması, madenler, sular, petrol, elementler, bakteriler. Mevsimler, gece-gündüz, simaların farklılığı, dillerin farklı oluşuna kadar farklı icraatlar, ilk anla son an arasında cereyan eden duruma baktığımızda, “Big-Bang” ki yapamayan benim kaşımı da yapamaz. Kaşımı yapamayan da “Big-Bang” i yapamaz. Çünkü hepsi birbirine bağlı. Her sanat eseri mükemmel sanatlı, tezyinatlı, tesadüfü sebepleri, kendi kendine oluşu kabul etmeyecek kadar sanatlı oluşuyorlar. Sonsuz ilim, sonsuz irade, sonsuz güç sahibi olmayan bir Bir`in yapacağı işler değil bunlar. Bütün sıfat ve isimlerde Zatı ile sonsuz olan Rabbimiz, birliği ile başlangıç ve sonuca hakim olduğu için bu kadar mükemmel oluşumlarda zorluk olmuyor.

d-     Bütün insanların parmak izlerinin ayrı ayrı oluşu onları yapan sanatkarın birliğine örnektir. Çünkü geçmişi bilecek, geleceği bilecek yeni bir sanat eseri yapacak onun da parmak izi ayrı olacak.

e-     Dünyanın her tarafındaki türler aynıdır. Yani Afrika’daki tavşan ile Avustralya’daki tavşan aynıdır Bu, şunu gösterir, sanatkar aynı türü dünyanın her tarafında aynı yaratmış. Bu da birliğin ifadesidir.

f-       Her canlının  DNA molekülüne 20-25 bin sayfadan oluşan tür özelliklerini içeren bilgi kodlanmıştır. Bu bilim heyeti tarafından tespit edilmiştir. Binlerce defa büyültmek suretiyle  görülebilen bu bilgileri oraya yazacak zatın bütün canlıları bilmesi, tanıması lazım ki bilgileri DNA molekülüne şifrelesin. Bu da sadece ve sadece bir ve tek olan her şeye gücü yeten Rabbimizdir.

5- Muhalafetün-lil Havadis

 Mahluka benzemez. O’nun başlangıcı yoktur, sonu da yoktur. Varlığı mutlaktır. Zaman içinde olmamıştır. Bizzat zati sıfatlarıyla, yarattıklarından ayrılır. Eşyanın başlangıcı vardır, sonu da vardır, olması için de birine ihtiyacı vardır. Hem sanatçı sanat eserinin cinsinden olmaz kaidesi burada en yüksek derecede geçerlidir.

6- Kıyam Bi Nefsihi

Varlığı kendindendir. Başka şey arız olmamıştır. Yapılmamıştır. O’nu kim yarattı? sorusu bu yüzden sorulamaz. Bu soru yaratılmışlara sorulur. Bu masayı kim yaptı? diye sorulur, normal. Ama bu kalem kaç kilo süt verir? diye sorulamaz. Süt verme kalem özelliği değildir. Onun için bu soru kaleme sorulmaz. Yaratılmama özelliği olan Allah’ı cc kim yarattı? diye sorulmaz, mantıksızdır. Çünkü yaratılmamıştır.

Subuti Sıfatlar

Bu sıfatlara fiili sıfatlar da denir. Çünkü  Allah cc bu özelliklerle icraat yapıyor. Görüyor, işitiyor, biliyor, yaratıyor. Bu sıfatların özelliği: Allah cc. bu özelliklerden sınırlı olarak  bize de vermiştir. Yani biz kendimizde bulunan sınırlı özelliklerden hareketle diyebiliriz ki; bizi yaratan Rabbimiz de bu özellikler sonsuzdur. Biz sanat eseriyiz, sanatçının üst özellik taşıması lazım. Örnek: Benim gücüm sınırlı, beni yapan zatın gücü sınırsız, gücümün sınırlı oluşu beni aciz ve noksan yapıyor. Allah aciz ve noksan olamaz.  Aciz olan beni yapamaz diyorum ve Allah’ın (cc) varlığını anlıyorum.

Yüce Allah`ın (cc) Subuti sıfatları: Hayat, Ilim, Irade, Kudret, Semi, Basar, Kelam, Tekvin olmak üzere sekiz tanedir. Yüce Allah`ın (cc) sıfatlarını açıklamadan önce icraatlarından kısaca söz etmek gerekir.

1- Hayat

Allah (cc) diridir hayatı vardır. Bu hayat sonsuzdur. Başlangıcı da yoktur.

Bütün hayatları o verir. Ve o alır.

Hayat çok ilginçtir. Insanoğlu geldiği bu seviyede bile hayat veremiyor. Bırakın vermeyi ölümü dahi durduramıyor. Rusya 1942-1962 ler arasında çok çalışarak yapay hücre yaptı lakin ona hareket veremedi. Durumu dünya kamuoyuna mağlûbiyet olarak açıkladı.

Allah’ın (cc) Hayy (hayat sahibi). Perdesiz tecelli eder. Ruhu o gönderir bedene ve çık deyince ruh çıkar gider.  Cansız ve şuursuz olan atomlar hayat veremezler.

Evrende atomdan dev galaksilere kadar müthiş bir program vardır. Bilime göre o program işlemektedir. Bir ot hücresi, böcek hücresi, hayvan beyni hücresi arasında pek fark yoktur. Fark programdadır. Kime nasıl program verilmişse o öyle işler.

Allah’ın (cc) hayat olarak takdir ettiği kanun eşyada şöyle tecelli eder.

Cemadat (Taş, toprak …vs) : Hareket kanunu

Nebatat (Ot , ağaç….vs ): Büyüme kanunu

Hayvanat (Kedi, Koyun… vs) : Bir takım hislerle donatılmış bir nevi irade sahibi bir kanun.

Insanlar ve cinler: Emir aleminden (mahiyeti bizce meçhul olup sadece Rabbimiz in bildiği bir  alem. Eni, boyu, hacmi, yüksekliği ve rengi bu dünya terazisinde tartılamayan takyonik yasaların hakim olduğu bir alem) olup her çeşit his, fikir, akıl ve idrak ile donatılmış bir kanundur.

2- Ilim

Ilim; Bilme ve kavrama demektir. Allah’ın (cc) ilmi geçmiş ve geleceği yüksekten kavrayan bir aynaya benzer. Zamanın tümünü kavrar. Geçmiş ve gelecek Allah (cc) için şimdidir. Misal: Istanbul’daki arabalarla Rize’deki arabalar birbirine göre ileri ve geri olabilir fakat onları yüksekten kavrayan güneş için zaman problemi yoktur ve aynı anda hepsini kavrar. Bu kavramadan ötürü her tarafı bilir aynı anda. Bu misalde olduğu gibi maddi olan güneş nasıl bir alanı kaplayınca zamanı ortadan kaldırıyor. Rabbimiz de güneşin yaratıcısı olması nedeniyle evreni kavrıyorum ve her şeyi biliyorum derse ne zor gelir ki ona.

Zaman çizgisinde devam eden her şeyi bilir. Bir tane bilme ile bin tane bilme fark etmez. Çünkü icraatı nurani ve kanunidir. Yukarıda geçti.

En, boy, yüksekliğe sıkışan biz bile otuz sene sonra ayın veya güneşin tutulacağını  saniye ve dakikasına kadar biliyoruz. Madem biz biliyoruz bu bir ilimdir, hiç kimse inkar edemez. Hiç bir boyuta girmeyen zamana bağlı olmayan zamanı yapan bütün zamanı kavrayan Rabbimiz bilmez mi?

Güneşin ısısına bilme, ışığına görme, rengine de işitme diyelim ve soralım. Güneş aynı anda kendi yarıküresinin hepsini bilir mi? görür mü? işitir mi? cevap: Evet olacaktır. Ateş küreye bu özelliği veren yaratıcı eğer biliyorum, işitiyorum ve görüyorum derse ki bilmese, görmese ve işitmese evreni yapamazdı. Demek ki her şeyi biliyor, her yeri görüyor ve her sesi işitiyor  her şeye gücü yetiyor.

Biz kendimizdeki ilmimizle ancak onun kainat kitabını okuyor, koyduğu yasaları çözüyor ve evrene şerh yapıyoruz. Bilgimiz boyumuza göre sınırlıdır. Bu acziyet bize sonsuz ilmi olan Rabbimizi kavramada yardımcı oluyor.

3- Semi

 Allah’ın (cc) işitmesi demektir. Her sesi işitir, gizlisi açığı olmaz. Bu icraatta nuranidir. Ilimde söylediğimiz her örnek burada da geçerlidir. Bize gelince biz 17-20 bin arası frekanstaki sesleri işitiriz. Daha fazlaya dayanamayız. Bu bize acziyetimizi gösterir.

4- Basar

Allah’ın (cc) görmesi demek. O her şeyi görür. Zamanı bir uçtan bir uca aynı anda kavramıştır. Bizim görmemiz ise sınırlıdır. Binlerce dalgadan yedisini görürüz. Ilimde söylediğimiz örnek burada da geçerlidir. Görme noktasında da noksanız. Biraz fazla görsek hayat çekilmez olur. Mikropları görsek, beynimizi görsek, midemizi görsek vb. hayat çekilir mi? Her şeyi mükemmel dizayn eden Allah(cc) ne kadar büyük.

5- Irade

Allah’ın cc. dilemesi, istemesi hürriyeti demek. Allah cc yaptığı her şeyde istediği şekilde tasarruf yapar. Çünkü mülkün tamamı onundur. Ne isterse onu yapar. Bütün mahlukat onun istediği şekilde olmuştur. Binlerce ihtimaller içerisinden herkese türüne uygun özellikler elbiseler uygun görmüştür. Bizdeki özgürlükler dahi onun vermesiyledir. Meleklerde bu özgürlük yoktur. Kulluk bize bundan dolayı verildi. Imtihan olmamızda hür olduğumuzdandır.

6- Kudret

Allah’ın cc. herşeye gücü yeter. Yetmeseydi evreni yapamazdı. Yaptığına göre yetiyor demek ki. Kudreti her tarafa hakimdir.

7- Kelam

Konuşması demek. Allah cc. kiminle konuşmak istiyorsa onun algılamasına göre konuşur. Bizimle Kur’an la konuşmuştur. Kullandığı söz ezelidir. Yalnız ifade ettiği kalıplar ezeli değildir. Arı ile başka türlü konuşur, yani  arının genetik kartına yapacağı kodlanmıştır.  Yer yüzü ve sema ile konuşması da farklıdır. Şöyle diyebiliriz. Nasıl mors alfabesini biz anlamıyoruz, biz şifreyi giriyoruz karşıda bir ifade çıkıyor. Aynen öylede Rabbimiz eşya ile eşyanın diliyle konuşuyor, emir veriyor ve onlar işi yapıyorlar. Sadece özgürlük bizde olduğu için, biz istediğimizi yapıyoruz. Bu da bizi sorumlu yapıyor.

Kur’an’ın Allah(cc) kelamı olduğuna ait deliller nelerdir?

Bu konuda en büyük delillerden biri tarihtir. Tarih şahittir ki Hz. Muhammed’in (sav) okuma yazması yoktur. Bu Kur’an benden değil Allah’tan (cc) dır diyordu. Hiç bir kimsede sen okuma yazma biliyorsun diyemiyordu. Böyle bir zatın dilinden, bu denli muhteşem bir kitabın çıktığını kabul yeni doğan çocuğun üniversite fizik kitabını yazmasını kabulden daha zordu.

Kur’an korkmadan çekinmeden Kur’an ı Muhammed (sav) uydurdu diyen varsa onlara; bütün bilim adamlarını, cinleri ve insanları toplayıp bu Kur’an a benzer bir sure, ayet getirmelerini istemiştir. O günden bu güne ne dahi edebiyatçılar ne komisyonlar ne zirvede bilim adamları buna cesaret edememişlerdir. O gün bu kadar kolay yolu bırakıp zor olan savaş yolunu seçmişlerdir. Bu olay da Kur’an’ın insan sözü olmadığının kanıtıdır.

Kur’an’da hiç bir hata ve yanlış yoktur. Kimse iddia da edememiştir.  Şayet böyle bir iddia olsaydı ispatı istenirdi. Iddia sahibi iddiasını kanıtları ile ispat etmesi lazım ki haklı çıksın. Yoksa hukuk ihlali olur, haksızlık olur, zulüm olur.

Arap edebiyatçıları Kur’an’ın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bir kısmı Müslüman olmuş bir kısmı da edebi üstünlüğe secde etmiştir. Bütün  bilim ehlinin dize getiren böyle bir kitabı okuma yazma bilmeyen birinin yazması ve uydurması muhaldir.

Allah’a (cc) iman bir Kur’an delilidir. Allah’a (cc) inanınca imanın diğer rükunlarını da direkt kabul etmiş olunur. Allah (cc)  “Ben gönderdim” diyor. Haşa Allah(cc) yalan mı söylüyor.  Bütün canlıların ihtiyaçlarını temin etmek için  hal diliyle yaptıkları dualara cevap verir, sınırsız nimetleriyle fiiller ve halen açık bir şekilde konuşur, işte bir Yüce Yaratıcının en küçük bir mahlukiyle hal diliyle konuşması, ona cevap vermesinin yanında bütün kainatın en seçkin yaratığı ve yenir halifesi bulunan insanların kumandanları olan manevi reisler ile görüşmemesi ve konuşmaması ve insanlığın yolunu aydınlatacak olan kitabı ona göndermemesi düşünülemez. Mukaddes kitaplarda onun konuşmasıdır.  Allah’a (cc) inanan biri böylece Kur’an’ın ondan geldiğini kabul eder.

Hz Muhammed in (sav) mucizeleri Kur’an-ı Kerimin Allah’ın (cc) kelamı olduğunun delilidir. Toplum şahit ki diğer insanların yapamadıkları mucizeler ondan meydana geliyor. Allah (cc) yardım etmese nasıl oluyor bunlar. Demek ki Kur’an-ı ona gönderen Allah (cc) insanların onun peygamberliğini kabul etmesi için ona yardım ediyor. Peygamberimizin (sav) kendi sözleri bile Kur’an a benzemiyor.

Kur’an’da hiçbir sunilik (taklit izi) yoktur. Kur’an’ın kainat insan, dünya ve ahiretle alakalı her şeyi ihtiva etmesi ve içinde hiçbir sunilik izi, taklit şaibesi, başkası adına veya onu kendi yerine koyma gibi bir aldatma emaresi görünmemesi, Kur’an’ın doğruluk delilidir. Bununla beraber eğer Kur’an’da haşa bir tasannu, sahtelik, taklit eseri olsaydı Kur’an’ı mütalaa eden, okuyan büyük zekalar, yüce dehaların bunları görmemesi mümkün değildi. Işte bütün bunlar gündüz ışığının güneşi gösterdiği gibi, Kur’an’ın Allah (cc) kelamı olduğunu gösterir.

Kur’an; insan, insanın vazifesi, kainat ve Yaratıcısının, yer ve göklerin, dünya ve ahiretin, geçmiş ve geleceğin, ezel ve ebedin bütün donularını ihtiva etmekle beraber, insanın nutfeden yaratılıp kabre girmesine kadar yemek, yatmak adabından tutun, ta kaza ve kader bahislerine, altı günde alemin yaratılışından bütün tabiat hadiselerine kadar, semanın duman vaziyetinden, ta yaratılış yıldızların düşüp dağılmasına ve kıyamet ahvalinin zuhuruna kadar, dünyanın imtihan için açılmasından ta kapanmasına kadar, kabirden, berzahtan, haşirden , sırattan cennete, ta edebi hayata katar, geçmiş zamanın hadiselerinden, Hz. Adem’in yaratılışı, iki oğlunun kavgasından Nuh tufanına, ondan Firavun’un boğulmasına ve birçok peygamberlerin mühim hadiselerine kadar, ondan elestu bezmine, ondan cennette Allah’ın (cc) cemalini müşahede eden müminlerin durumlarına kadar bütün mühim konuları öyle bir tarzda açıklar ki, bu beyan ancak bütün kainatı bir saray gibi yaratıp idare eden, mazi ve müstakbeli bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden bir Zat’a yakışır bir beyan tarzıdır. Ondan başka hiç kimsenin sözü olamaz.

Nasıl ki bir usta bina edip idare ettiği iki haneden bahseder, programını  yaparsa, Kur’an da şu kainatı yapan ve idare eden, programını yazan, gösteren bir Zatın beyanına yakışır bir  tarzdadır. O’ndan başka kimin kelamı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Bu dünyayı sanatlarıyla süsleyen bir sanatkarın, sanatını seyredip güzel gören insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir, elbette konuşur. Madem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur’an’dır. Bir çiçeğin tanziminden lakayt kalmayan Allah (cc) bütün mülkünü velveleye getiren bir kelama karşı nasıl lakayt kalır. Hiç başkasına mal edip hiçe indirdi mi?

Kur’an asırları, bölgeleri, melekleri farklı olan peygamberlerin, verilerin, tevhitlerinin kitaplarının icma ve ittifakına sahiptir. Geçmiş peygamberler onun kitaplarıyla tasdik ediyorlar. Kur’an hükümleri geçmiş kitaplarda çekirdek halinde bulunuyordu. Çekirdek te bulunan hakikatlerin en mükemmel meyvesi Kur’an’da ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı geçmiş peygamberlerin ve kitapların tasdikine mahzar olmuştur. Diğer kitaplar semavi Kur’an ağacının kökleri hükmündedir. Mazideki bu ittifak günümüzde de, Kur’an’ın kendi meyveleri içinden yetiştirdiği binlerce ehli ilim tarafından yapılmaktadır. Ve onlar Kur’an insan kelamı olamaz. Allah (cc) kelamı diye tasdik ediyorlar.

Kur’an her kesimden insanın faydalandığı bir kitaptır. Yani Kur’an herkesimden insanları tatmin ediyor. Bu ise onun bütün insanları bilen tanıyan onları yapan biri tarafından indirildiğini gösterir.

Kur’an kendisinden sonra olacak olaylara öyle izah getirmiş ki ancak Allah (cc) kelamı olmasıyla mümkün. Çocuğun anne karnında geçirdiği safhalardan tutunda evren genişlemesine kadar onlarca bilimsel hadise sadece vahiy ile bilinir. Zaten O’da Allah’tan (cc) Hz. Muhammed’e (sav) vahiy olunmuştur.

Kur’an çok farklı ve karışık ilimler içermesine rağmen hata ve tenakuzdan uzaktır.

8- Tekvin

Yaratması demek. Her şeyi Allah cc. yaratmıştır. Evreni Big-Bang denen büyük patlama ile yaratmıştır. Devamlı genişletiyor (Hubble yasası). Kur’an bu durumu Zariyat süresi 47. ayette anlatmaktadır. Evren trilyonlarca derecede sıcaklıktaki toplu iğne başından milyonlarca defa küçük bir ak noktadan başlatmıştır. Onun yaratması iki türlüdür.

A-Itikat Dairesi (Inanç Dairesi): Biz inanırız ki Allah devreye hiçbir sebep (sonuca etki eden faktör) koymadan sonucu meydana getirir.

  1. a)    Sonucun oluşmasında bir sebep yoktur.
  2. b)    Sonucun oluşmasında geçen zaman sıfır veya sıfıra yakındır.
  3. c)    Isim tecellileri (yansımaları) sonuç üzerinde kademeli görünmez
  4. d)    Evren yaratıldıktan sonra mucize ve kerametin dışındaki yaratmaları sebeplere bağlıdır.
  5. e)    Ahirette sebepler kalktığından bu yaratma şekli devam edecektir.

FORMÜL :        Allah + Emir           = Sonuç

UYGULAMA:   Allah + Ol    = Evren

Allah + Ol     = Hz. Adem

                                               Allah + Ol      =Tüm Peygamber Mucizeleri

B-Sebepler Dairesindeki Yaratması (Inşa):  Önce sebepleri ve kanunları izah edelim.:

Sebepler: Sonucun  oluşmasında kullanılan, görevlendirilen, oluş zincirinde sonuca en yakın ve bitişik olan, akılsız, şuursuz, güçsüz, merhametsiz, iradesiz, cahil cansız malzemelerdir (Güneş, Yer, Ay, hava, su, bitkiler, hayvanlar, hücreler, DNA, atomlar vs.).  Bunlar yaratıcının vasıflarını bize aktarıcı araçlardır. Yani Allah`ın isimlerini bize bildiren burçlardır.

Kanunlar: Birbirlerine bağlı iki yada daha çok olayın arasında bağ kurma demektir. Zaman ve mekanın değişmesi ile değişmeyen bağlardır. Yaratıcı, eşyayı bu bağlarla intizam altına almıştır denebilir. Allah`ın eşyayı yaratış biçiminin görüntüsüdür, belirleyicisi değildir. Yani eşya belli bir şekilde yaratıldığı için tabiat kanunları vardır. Tabiat kanunları olduğu için eşya belli bir biçimde oluyor değildir. Tabiat kanunları, eşyanın var oluşunun sebebi değil, sonucudur. Bilim dalları da tabiat kanunlarının sonucudur.

  1. a)     Sonuçlar sebeplere bitişik yaratılır.
  2. b)     Sebeplerin sonuçlar üzerinde etkisi yoktur.
  3. c)      Sonuçların sebeplere bitişik oluşu, sebeplerin sonuçları yaptığına kanıt değil Allah’ın evrendeki sebeplerle iş yaptığına kanıttır.
  4. d)     Sonuçların düzenli, mükemmel, bir gayeye yönelik oluşu sebepleri ortadan kaldırır.
  5. e)     Sonuçla sebep arasında ki zaman aralığı uzundur.
  6. f)        Bu zaman aralığındaki her burçta farklı isim tecellisi (ürünü, sonucu) görülür.
  7. g)     Dünyada her sonuç mutlaka bir sebebe bağlı olarak yaratılır.
  8. h)      Bir müslümanın sebeplere esbabperest gibi sarılması zorunludur.
  9. i)        Sebeplere en üst seviyede yapışmak fiili duadır. Aynı zamanda tevekküldür.
  10. j)        Dünyadaki galibiyet sebepleri yerine getirip, getirmenin arkasına takılıdır.
  11. k)      Bir müslüman en üst seviyede sarıldığı sebepleri hakiki fail kabul etmez.
  12. l)        Hayır ve şerden oluşan tüm sonuçların hakiki faili Allah’tır. Sebepler sonucun oluşmasında aracı kurumdur.
  13. m)   Sebep olarak gösterilen şey sonucu yapacak özellikte ve üstün özellik taşıması lazım. Yoksa bu sonucu bu sebebe veremeyiz.Örnek: Elma bir sonuçtur. Elmanın oluşmasına sebep olarak gösterdiğimiz şeyde bilgi, özgürlük, güç, maksat gibi özelliklerin olması lazımdır. Elma ağacına sorduğumuzda bu özelliklerin bulunmadığını görüyoruz. Elmayı yapacak zatın, elma bilgisi, elmayı yapacak özgürlüğü, onu yapacak gücü ve midemizle elmanın irtibatını belirleyip ona atomlarını koyması, rengini, tadını ayarlaması, elmayı yiyecek bütün canlıların sindirim sistemlerini bilmesi lazım. Bu özellikler sadece ve sadece Allah`ta vardır, elma ağacında yoktur. Allah dünyada sonuçları sebeplere bitişik yaptığından bize elma ağacı eliyle elmayı yediriyor. Bizi aldatan elma ağacı ile elmanın bitişik oluşu. Bitişik oluş onun yaptığına delil değildir. Telefonla konuşurken sesimi elektronların taşıması                                                               elektronları konuşuyor yapmaz. Konuşan benim, elektron eliyle iş yapıyorum. Allah`ta dileseydi elmayı elma ağacı olmadan da verirdi. Ama dünyadaki icraat şekli her sonucu mutlaka bir sebebe bağlı olarak yapmasıdır. Insanlar sebeplere yapışmadan, dünyada sonuçlara talip olurlarsa, mağlup olurlar. 65 milyon insan sabaha kadar göz yaşı dökse elma ver diye, elma alamayacaktır. Elma yemenin yolu, çalışıp elma ağacı dikmek, bir süre sonra ise elma yemektir. Müslümanlar Allah`ın dünyadaki yaratma şeklini iyi anlayamadıklarından yanlış bir tevekkül anlayışına girmişlerdir. Inanç dairesindeki yaratma şeklini beklemişleridir. Halbuki bu tavır, doğru değildir. Allah galip olmayı çalışmaya, evren yasalarını didik didik etmeye ve ilimde belirli seviyeye gelmeye bağlamıştır. Yatarak bu olmayacağından çok çalışılmalı, ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak hepimizin görevi olmalıdır. Kalbin imanla dolu olması evren kitabını okumak için yeterli değildir. Çok gayret sarf edip, projeler üretip, bilimde belirli yere gelme zorunluluğu vardır. Bunu iman dolu bir kalple yapmak daha güzeldir.   Uçaktan atlayan iki kişiden, paraşütü olan kurtulacaktır.  Müslüman hem paraşütlü hem imanlı olmalı.

 

FORMÜL       :           Allah + sebep = Sonuç

UYGULAMA: Allah + Ağaç   = Elma

 

AĞAÇ :

  1. a)                 Elmayı tanıyor mu? Hayır
  2. b)                Renk bilgisi var mı ? Hayır
  3. c)                 Elma tasarım ve projesini yapar mı ? Hayır
  4. d)              Beni tanır mı ? Hayır
  5. e)                Günlük demir ve c vitaminimi bilir mi ? Hayır
  6. f)                   Elmanın şekerini nasıl ayarlar ? Hayır
  7. g)                Güneşle olan münasebeti nasıl ayarlar Hayır
  8. h)                 Yer çekim kanunu bilir mi ? Hayır
  9. i)             Gücü varmıdır ? Hayır
  10. j)              Görür mü ? Hayır
  11. k)               Elmada kullandığı malzemeyi tanır mı? Hayır

Bütün sorulara hayır cevap veren bir sebebe  fail demek ne bilme, ne akla, ne dine sığar. Burada hakiki iş yapıcı, bu özellikleri taşıyan Allah’tır.

Allah`ın kanun ve sebepleri koyuş nedenini inceleyelim:

  1. Kanunlar ve sebepler sonuçların oluşması için birer perde ve vasıta olarak konulmuştur. Evrende bütün oluşumlar bunların arkasındaki hakiki fail olan Allah tarafından yapılmaktadır. Cenab-ı Hak tabiatı yaratırken onun ayrılmaz bir vasfı olarak sebepleri ve kanunları yaratmıştır ve Kur`an da “… ve ona her şeyden bir sebep verdik” Kehf, 84. Buyurmuştur. Yani bu şu demektir: sonuçlar, sebeplerle beraber yaratılmıştır. Demek oluyor ki evrendeki Allah`ın yaratış şekli sebepsiz ve kanunsuz olmuyor. Kendi öyle takdir etmiş. Yoksa yapamıyor değil.

Örnek: Valide ile konuşurken malzeme olarak telefon ahizesi, telefon telleri, elektronlar ve  annemin telefonu kullanılıyor. Konuşan benim, teller değil, elektron değil, onlar sadece sebep. Cep telefonu ile konuşurken teller yok ama sonuç aynı. Telepatide ne tel var, ne de diğer malzemeler var. Bunu şunun için anlattım: Allah sebepler dairesinde icraat yaparken sonuçların oluşmasında sebepleri de yaratıyor ama sebepler sonuçlarda etkili değil, sadece kullanılan malzeme, yoksa sebepleri yaratmadan da sonuçları var ettiğine ait binlerce mucize vardır.

  1. Büyüklük ve mükemmellik perdeyi gerektirir. Sonucu yapanın birliği ve genel hükümranlığı kendi işine karışılmasına (şirk) izin vermez. Sebepleri sonucu etkilemeden alıkor. Şunu Müslüman hiç unutmamalı ve buna böyle inanmalı: Hangi halde olursa olsun bütün olmuş ve olacak sonuçlarda hakiki yapıcı ALLAH`tır. Çünkü işler sebepler dairesinde yapılıyor buranın özelliği de sebepleri zorunlu kılıyor. Onlarda kudrete perde oluyor.

Yani sonuçta perde olacak olanlar var: sebep ve kanunlar. Allah icraatlarını onlarla perdeliyor. Dünyada da insanlar arasındaki makam sahipleri bile işlerini perdeli yapıyorlar. Devlet başkanı makbuzla para toplamaz. General koğuş süpürmez. Allah c.c. kanun ve sebepleri icraatlarına perde yaptı ama onlara hakiki tesir vermedi.

  1. Kanun ve sebepler şikayetlere ilk hedef olsunlar diye yaratıldılar. Allah c.c. sonsuz merhamet sahibidir. Kullarına çok acıdığı için sebepleri devreye koymuştur. Yoksa doğrudan O`na saldırı olurdu. Eşyanın iki yönü vardır:

a-Mülk yönü: Görünen yön; çirkinlikler, arızalar, ızdıraplar, ilk etapta göze takılanlar, hastalık vs. Örnek olarak by-pass ı alalım. Ilk görünüşte her taraf kan revan içerisinde. Ama iki gün sonra son derece sıhhatli bir insan. Niye by-pass yapıyorsun diye doktorla kavga çıkartılır mı? Yağmur yağınca mahalle çamur olur. Ama birkaç gün sonra insanların ve hayvanların rızkları tarlalarda yeşerir. Yağmurun yağması kötü oldu denir mi? Ilk bakışta çirkin gibi görünen şeylerin arkasında gördük ki güzellikler var. Genç yaşta evladı ölen bir anne eğer devrede hastalık veya Azrail olmasaydı direk Allah`a saldırabilirdi. Elimden yavrumu aldın diyebilirdi. Halbuki düşünemiyor ki  Allah onun yavrusunu sonsuz mutluluklar içerisinde yaşatacağı bir cennete almıştır. Araya konan bu gibi şeyler Allah`ın merhametiyle konmuştur. Insan bunlara toslayarak daha büyük hataya geçmemiş olur. Kulda kurtulmuş olur.

b- Melekut Yönü: Burada her şey şeffaftır. Yani tertemizdir. Hayra bakar, arıza yoktur. Iyileşen hasta gibi. Hastalık gitmiştir. Sıhhat gelmiştir. Dünyanın çilesi bitmiştir. Müslüman için sonsuz bir cennet yakalanmıştır. Müslümanlar melekut yönünü düşünerek sabrederler. Ve bu anlayışla huzura ererler.

  1. Tabiat kanunları ve sebepler sonsuz ilahi isimleri (kabiliyet) nazara vermek için yaratılmışlardır. Allah c.c. tabiat diliyle isim ve sıfatlarının tecellilerini sebepler perdesi altında sergileyip, akıllı varlıklara seyrettiriyor, kendisi de onların hayranlıklarını seyrediyor. Her güzellik ve mükemmellik sahibi kendi güzellik ve mükemmelliğini görmek ve göstermek ister. Televizyonlardaki reklamlarda hiç kimse ürününü kötülemiyor, aksine en güzel diyor. Herkes mükemmellikte yarışıyor ve bunun herkes tarafından görülmesini istiyor. Gençler günde on defa aynaya bakıyorlar güzel ve mükemmel bir yönünü bulmak için. Sınırlı olan duygularımızla biz bunu yaparken güzel oluyor da, sonsuz güzellikte ve mükemmellikte olan rabbimiz niçin tabiatı sergi salonu yapıp mükemmelliğini ve sonsuz isim yansımalarını o aynalarda seyretmesin. Bundan dolayı tabiatı sergi salonu yapmıştır. Bu mükemmel sanat harikaları beş bin yıldır çözülemiyor. Bizi hayranlığa sevk ediyor. Zaten insanlıktan beklenende bu sırları çözmek.
  2. Tabiat kanunu ve sebeplerle isimlerin tecelli imkanı doğmuştur.

Her kademede ayrı isim tecelli ediyor. Tuğla, su, çimento, demir bunlar mevcut maddeler. Mühendisinin, mimarının dizayn edişine göre yüzlerce ayrı sanat eserleri meydana geliyor. Aynen bunun gibi Allah`ın binlerce ismi her canlının oluşumunun kademelerinde tecelli ediyor. Rezzak ismi amipten gergedana kadar, oradan insana gelinceye dek, her canlıda ayrı ayrı tecelli ediyor. Milyonlarca çeşit canlı Karbon, Hidrojen, Oksijen, Azot, Kükürt, Fosfor elementlerinin uzayda farklı bağlanmalarından meydana geliyor. Her bağlantıda ayrı isim tecelli ediyor. Mesela, su  (H2 O) da Allah`ın Rahman ismi, Rezzak ismi, Halık ismi ve Kahhar ismi tecelli ediyor.

  1. Kanunlar ve sebepler dünyada bulunmamızın gereğidir. Biz burada imtihan kendi lehimize sonsuzluğu yakalamak için imtihan oluyoruz. Imtihanda ilk şart Allah`a iman. Şayet sonuçlar direk olsaydı, devreye hiçbir sebep girmeseydi, özgürlüğümüze ve aklımıza baskı olurdu. Allah`ı zorunlu kabul ederdik. Halbuki Allah bunu istemiyor. Bizi hür bırakmış. Evrensel normlara uyup, sonsuzluğa doğru gittiğimiz bu yolda, milyonlarca insan özgürlüklerini kullanarak bu sebepler perdesine takılmış ve Allah`a inanmamışlardır. Yine milyonlarca insan akıl ve hürriyetini kullanarak kanunların ve sebeplerin arkasındaki var olan hakiki güce yani Allah`a inanmışlardır.
  2. Tabiat kanunları ve sebepler, fikirlerin gelişmesi, ilim ve medeniyetlerin teşekkülü için yaratılmıştır. Insanoğlunun bu kanunları inceleyerek sebep-sonuç ilişkilerinden hareketle mükemmele doğru gidiş yapar. Evreni bir casus gibi araştırır, insanlığa çok faydalı şeyleri keşfeder.

TABIAT , TABIAT KANUNLAR ŞU SEBEPLERDEN DOLAY YARATC

OLAMAZLAR

1- Kanun ve sebepler madde ile vardır. Madde ise sonradan yaratılmıştır. Evren “big-bang” denen patlama ile yoktan var edilmiştir. Ondan sonra evren yasaları devreye girmiştir. Madde olmayınca yasa nereden olsun? Kanunlar ezeli değildir.

2- Kanunlar ve sebepler birinin tercihi ile yapılmıştır. Kendisi tercihe muhtaç olan  nasıl yapacak. Tercih yapan sebep Allah dır.

3- Kanunların varlığı başka sebeplere muhtaçtır. Ceza yasaları kendiliğinden olmaz.

4- Kanunların hakiki vücutları dahi yoktur, vehmidir. Akılsız, şuursuz, ilimsiz kudretsizdirler. Sanatlı neticeleri böyle özelliği olan kanunlara yükleyemeyiz.

SORU: “ALLAH (cc.) EVRENI VE BIZI NIÇIN YARATMŞITR , BUNA IHTIYACI MI VARDR ?

Sorunun cevabını üç yönden inceleyelim:

A-    Allah ihtiyaç sahibimidir?

B-    Bizleri ve evreni yaratmada Allah`a bakan yön .

C-    Bizleri yaratmada bize  bakan yön .

A-   ALLAH IHTIYAÇ SAHIBIMIDIR?

Bu tür düşüncelere insanı sevk eden nedenler şunlarıdır:

  1. Allah`ı Kur`anın tarifine uygun tanımamak:

Allah kendini bize tanıtırken; “Yaratılmayan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu zattır.” diye tanıtıyor. “Ezeli ve ebedi” olduğunu yani başlangıcı ve sonunun olmadığını, bütün isimlerinin (Insanoğlunda neyse kabiliyet ve yetenek, bunlara benzeyen Allah’ın sonsuz özelliklerine Allah’ın isimleri denir.) ve sıfatlarının (özellikler) sonsuz olduğunu, zamana bağlı olmayan bir hayatı olduğunu; güneşin içinde bulunduğu yarıküreyi ısısı, ışığı, rengi ile kavradığı gibi bütün zamanı kavraması, işitmesi, görmesi olduğunu,  evrende genel hükümranlığının olup, mahluka benzemediğini bize bildiriyor. Her özelliği ile sonsuz olan Allah`ın (cc.) ihtiyacı olduğu düşünülür mü? Şayet ihtiyacı olsa aciz olurdu. Aciz olan bir Allah olamaz.

  1. Yüzeysel bakış ve gaflet:

Hakikatlere yüzeysel yaklaşılınca kavranamaz. Çölde uzaktan bakınca serap su zannedilir. Serap, su mu? Uzaktan bakınca yıldızlar mum zannedilir. Yıldızlar mum mudur? Kabullenme başkadır, tanıma ve bilme başkadır.

Sınıfa gelen fizik öğretmeni ilk derste kendisinin fizik öğretmeni olduğunu söyleyince artık sınıf onu fizik öğretmeni diye kabullenmiştir. Ama onu tanıma, bütün özelliklerini kavrama, onu bilme ile ilgilidir. Kör olan göz açılınca elma ağacını görür ama tanımaz. Duymayan kulak duyunca duyduğunu hisseder ama duyduğunu tanıyamaz. Bunları kavrama ihtisas işidir. Yaprağı bizim tanımamızla  biyoloğun tanıması farklıdır. Dağı benim tanımamla jeoloji ve maden mühendislerinin tanıması farklıdır. Kur`an bize her zaman Allah’ı tanıtma dersi verir. Kendini sıfatları ve isimleriyle tanıtır. Ilk ayette Rab (Bütün canlıları sıfırdan en mükemmel noktalarına kadar terbiye eden) ismini tanıtmakla işe başlar. Fatiha Suresinde (Elhamdülilahi rabbil alemiyn ) alemlerin terbiyesini okuruz. Saygı ile korkuyu sentezlemeye hürmet deriz. Hürmette sevgi hakimdir. Ama korku onun yanı başından ayrılmaz. Peygamberimiz (sav) Allah`ı bilmede mahlukat arasında fikren zirvede idi. Ama Allah O`nu Miraca alarak bütün mülkünü gezdirdi. Cennet-Cehennem ve melekler aleminin bütün ihtişamını seyretti. Bu seyahatte yüce ruhu gözüyle görebileceği  son noktaya geldi, Cibril`i de geçti. Daha sonra Peygamber efendimiz; “Seni tenzih ederim.(Seni noksan sıfatlardan arındırırım.)  Seni hakkı ile tanıyamadım, bilemedim” buyurdu. Zira Allah kendisini hakkı ile ancak kendisinin bileceğini buyurmuştur . Bize gelince biz, peygamberimizin Miraç’ta gezip gördüğü herşeye inanırız. Allah’a inandım demek yetmiyor.  Bu inama yüzeysel ve geleneksel  ise onu tanıma ve bilmede eksiklik  vardır. Bir ünitenin tarifine uygun olarak bilinmesine, bilme ve tanıma denir. Üçgeni gösterip, karenin tanımı istenmez. Bir müslüman için yüzeysellikten kurtulup, Kur`anın tarifine uygun olarak Allah`ı bilme zorunluluğu vardır.

  1. Hatalı kıyas :

Kıyas yapmanın belirli kuralları vardır. Eşya karşılaşmalı olarak değerlendirilir. Kalem, kalemle kıyas edilir. “Bu kalem, senin kaleminden daha iyi yazı yazar.” Burada iki kalem birbirleriyle karşılaştırılıp sonuca gidilmiştir. Sorudaki yanılgı şurada: Allah`ın (cc.) özelikleri ile yaratılmışların özelliklerini aynı kabul edip kıyas yapılmaktadır. Benim ihtiyacım var, Allah`ın da olmalı deniyor. Yukarıda görüldüğü üzere, bu Allah`ı tanımama ve bilmemedir. Dolayısıyla sonuç yanlış olur.

Konunun daha iyi anlaşılması için şu örnekleri sunalım:

1- Dünyadaki eşya güneşin aynalarıdır (su, ağaç, hayvan, v.s.). Papatya da  güneşin aynasıdır. Şimdi şöyle bir soru soralım.  Güneşin ihtiyacı olduğu için mi papatyayı ısıtmış, ışıtmış, renk ayarı yapmış?  Papatyayı ısıtınca, ışıtınca güneş daha mı mükemmel olmuş. Yani ısısı mı artmış, ışığı mı artmış, renkler daha mı mükemmel olmuş.. Güneş paptya aynasına  yansısa da yansımasa da güzelliği ve mükemmelliği çoğalmaz.

2- Güneşin ışığının, ısısının, renginin faydası papatyayadır. Menfaat aynalarındır. Bitkiler karanlıktan kurtulup yeşermede güneşe muhtaçtır, yoksa güneş onların ne karanlıkta kalmalarına ne de aydınlanmalarına muhtaç değildir. Papatyanın karanlıkta kalması güneşin mükemmelliği için bir noksanlık değildir.

3- Güneşi akıllı, özgür ve hayat sahibi kabul edelim. Aynalarını da yani papatya menekşeyi de akıllı ve şuur sahibi olduğunu düşünelim. Bu aynalar güneşi tanımakla sevmekle onu övmekle güneşe ne fayda sağlarlar, hangi ihtiyacını tamamlarlar. Yahut isyan etmekle onun şanına ne noksanlık getirebilirler. Güneşin nebatat ve hayvanlara ışık vermesinde ne menfaati olur, yahut vermemesinde ne gibi noksanlık düşünülür. Şu anlaşıldı ki fayda ve zararlar aynalara ait, ihtiyaç aynalarındır.

4- Öğretmenin ilmini öğrenciye aktarılmasında fayda kimedir ? Bilgi almaya öğrencinin mi ihtiyacı vardır, öğretmenin mi?

Güneş ve papatya örneğinden şöyle bir hakikate geçebiliriz.

a- Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ın Milyarlarca güneş ve yıldızlarla dolu gökyüzünü; sayılmayacak  kadar canlılarla dokuyup şenlendirdiği yeryüzünü yaratması, haşa ihtiyacından değildir. Evreni yaratmakla Zatı,sıfat ve isimlerinde, mükemmelliğine, sonsuzluğuna ilave olmamıştır. Bu evreni yaratmasaydı sonsuzluğunda eksiklik olmazdı. Öğretmende bulunan bilgilerin öğrenciye verilip verilmemesi öğretmende fazlalık veya eksiklik meydana getirmez.

b- Evrenin ve bizim yaratılmamızda bütün güzellikler ,faydalar, mükemmellikler bize aittir. Sayılamayacak kadar yıldızlarla süslenmiş gök kubbenin çadır gibi çatılmasında, yeryüzünün rengarenk çiçeklerle dokunmuş halı gibi ayağımızın altına serilmesindeki bütün menfaatler, bize aittir (Oksijen, su, bütün yiyeceklere, hayata, varlığa kimin ihtiyacı var.)

c- Allah,  mevcudatın yoktan varlığa çıkmalarına,  meleklerin onu övmelerine, ne de O’ na karşı itaat ve ibadette bulunmalarına muhtaç değildir. Bunlar olsun veya olmasın  Allah her şeyi ile yüce, sonsuz, eşi ve benzeri olmayandır. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Evreni yaratmakla gücüne, büyüklüğüne ilave olmamıştır. Yaratmasaydı sıfatlarında hiçbir noksanlık olmazdı. Yaratılan her canlı güzelliğini ve mükemmelliğini O’ndan almaktadır. O’nun sonsuz mükemmelliği yanında, eşyanın mükemmelliği zayıf bir gölge gibidir. Hiçbir şekilde kıyas yapılamaz. Bütün alemler O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını da O’nun tükenmez gaybi hazinelerinden elde etmektedirler.

d- Cenab-ı Hakkın vücudu vacip ve zatidir. Yani yokluğu düşünülemez. Evren olabilirdi de olmayabilirdi de… Olup olmaması eşitti. Biz ve evren  Allah’ ın yaratmasıyla yokluktan kurtulup varlık alemine çıkmışız. O zaman var olma ihtiyacı bizden kaynaklanmaktadır. Sıfatlarında da eksiklik ve fazlalık olmaz, sonsuzdur. Ezelde hayatı neyse, simdi de, sonsuza değin de öyle olacaktır. Canlıların hayatına gelince “Muhyi” ( Hayat verici)  isminin ürünleridir. Hayatını  Allah`tan alan birine Allah`ın muhtaç olması düşünülür mü ?

B-  EVRENIN YARATLMASNDA  ALLAH’A  BAKAN YÖN:

 

1- Bir sözünde Allah;(cc) “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim, evreni yarattım.”, buyurmuştur. Demek ki; Kainatın yaratılmasındaki en önemli sebep, Allah (cc) kendi manevi güzelliğini ve mükemmelliğini; yani ilminin neticelerini, kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının tezahürlerini, şefkat ve merhametinin yansımalarını… mevcudat aynalarında bizzat seyretmesidir..

 

2-  Şu kaidenin unutulmaması lazımdır. “Sonsuz mükemmellikte bir güzellik ve sonsuz güzellikte bir mükemmellik, elbette kendini görmek ve göstermek ister. Allah (cc) sonsuz güzelliğini ve mükemmelliğini varlık aynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfat ve isimlerini görmek ve göstermek istemiş ve bu evreni yaratmıştır. Biz de dahil tüm eşya duvardaki resimler gibiyiz. Niçin yarattın diye yargılayamayız.

 

3- O’nun sıfat ve isimleri (yetenekler) canlılar üzerinde görünsün veya görünmesin mükemmeldir.

 

  • Şöyle ki: madem sonsuz kudret sahibidir, bu kudretinin açığa çıkması için evrendeki eserleriyle göstermek ister.
  • Madem sonsuz ilmi vardır; bu ilim, her harfinde, her satırında, her sayfasında binlerce güzellik bulunan evren kitabının yazılmasını ister. Madem devamlı ve sonsuz bir hayatı vardır; sayılmayacak kadar hayat tabakalarında icraatını görmek ister (Tek hücreliden gergedana, yılandan boğaya kadar vs.). Böylece bütün sıfatlar kainatın yaratılmasını ister.
  • Sıfatlar isterde isimler istemez mi? Madem hâlık (yaratan) ismi var, mahlukatın yaratılmasını ister. Madem muhyi (dirilten) ismi var, canlılara hayat vermesini ister, madem rezzak (rızık veren) ismi var, rızık vermeyi ister. Madem kerim (karşılıksız veren) ismi var, ikram etmeyi ister.

 

4- Allah sonsuz olan Zatını, yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini sevdiği gibi, o isimlerinin (kabiliyet) ürünlerini de sever. Bu da haktır. Kenidne layık bir şekilde sever. Bu sevgi kulun sevgisine benzemez.

 

5- Kainatı yaratmakla lütfunu, ikramını, nimetlerini (hayat, rızık, ruh, akıl v.s.), zenginliğini kainatta göstermesi, göstermemesinden daha iyidir. Padişahın hazinelerinde bulunan çeşitli mücevherler yokluğa mahkum mu olsun? Yoksa halkına karşılıksız mı dağıtsın ? Hangisi daha iyidir? Profesörün ilmindeki bilgiler öğrencilere aktarılsın mı aktarılmasın mı ? Hangisi daha iyi? Allah’ın (cc), manevi ilminde bulunan nihayetsiz hazineleri ilim dairesinden kudret dairesine çıkarıp mahlukuna ihsanda bulunması, güzellik ve mükemmelliğini seyretmesi, mahlukatı yoklukta bırakmaktan daha hayırlı değil midir? Bu da ayrı bir mükemmellik. Işte Allah (cc) kainat sarayının misafirlerini bundan dolayı yaratmıştır.

 

C-  ALLAH’N BIZLERI YARATMASNDAKI, BIZE BAKAN YÖNÜ:

 

1- Var olmaktan kimler rahatsızdır? Var olmadan kim rahatsızdır ki? Menekşeden sineğe, kuzudan arıya, ondan çocuğa ve gence sorsanız hep “Hayat çok güzel” cevabını alırsınız.

2-  Eşyanın var olması ile yok olması düşünüldüğünde var olmanın gerekliliğini, yokluğun ise korkunç bir şey olduğunu hissediyoruz. Biz yokluk aleminde kalmamışız, varlık kazanmışız. Bunu devam ettirmek için her şeye başvuruyoruz. Bir mikrobu öldürmek için milyarlarca dolar harcayarak tıp fakülteleri kuruyoruz. Ölümü öldürmeye çalışıyoruz. Çevreyi tahrip edenle kavga ediyoruz. Hayvanları koruma dernekleri kuruyoruz. Velhasıl varlığın tümünün devamı için çaba gösteriyoruz. Şayet varlık güzel, değilse bu kadar çaba niye? Bizi yokluktan varlığa çıkaran Rabbimiz, bize kötülük mü yaptı? Eğer varlık kötüyse hemen ölümü tercih edelim. Bu ise mümkün değil. Görülüyor ki var olmamız bizim için hayırlı. Var olmamız bir şereftir, mükemmelliktir. Var olmamızdaki bütün güzellikler, menfaatler, faydalar bize aittir. Bundan dolayı bizi yoklukta bırakmamış, lütuf ve ikramıyla bizi varlık sahasına çıkarmıştır. Bizim için kötü olan yokluğu değil de iyi olan varlığı seçmiştir.

3- Allah (cc) buyuruyor ki: “Mahlukatı yarattım. Ta ki; fayda, çıkar, ikram ve hediyeler onlara olsun, yoksa bana değil. Yani onlar benden fayda görsünler, ben onlardan değil”. Allah’ın bu sözünden  anlaşıldığına göre Allah (cc) mahluku yokluktan kurtarıp varlık alemine çıkarmış, hayat vermiş,  kabiliyetler vermiş, mükemmele doğru tırmanma eğilimi vermiş. Bütün hayat sahiplerini menfaatlerini elde etmek, zararlarını yok etmek için cihazlarla donatmıştır. Yeryüzünü sofra yapmış, onları lezzetlendirmiş ve devamını temin etmiştir.

Işte, bütün mahlukatını sırf yoktan yaratıp, merhametinden dolayı bütün ihtiyaçlarını yerine getiren Allah’ın (cc) bir ihtiyaçtan dolayı bunları yarattığı düşünülemez. Düşünülürse şu sorular akla gelir:

“Allah (cc) mahlukatın hangi kazancına, çalışmasına, fikrine muhtaçtır?” Hangi işini onlara gördürmektedir? Onların yemesine mi, doğmasına mı, ölmesine mi muhtaçtır? Balıklar yüzmeleri ile, kuşlar uçmaları ile, hayvanlar büyüyüp çoğalmaları ile, insanlar fen ve terakki ile şu kainatın hangi noksanını tamamlamışlardır? Halbuki bütün hayat sahipleri O’nun mülkünde yaşamakta, her an O’nun ikramlarına mazhar olmaktadır.

4- Allah insanı yaratmış, akıl, hayal, hafıza ve ruh gibi kıymetli aletler vererek insanoğlunu evrenin merkezine yerleştirmiştir. Evrenin insan merkezli oluşu, bütün unsurlar ile ona hizmet edişi, fiziğin antropik kozmoloji dengesi (evren insan için olmuştur prensibi) ve biyolojinin antropik ekoloji dengesi (rızık pramidinde bütün mahlukun insana hizmet ettiği prensibi)’nin kabul ettiği prensiptir. Evrenin bizim için yapıldığı bir gerçektir. Bize gelince:

a- Bütün sanatkarlar yaptığı sanat eserlerini severler ve saevdiği için yaparlar. Allah’ta bütün sanat eserlerini severek yapmışır. Bunlar içinde bizi seçip üstün meziyetlerle donatmıştır. (akıl, mükemmel ruh, düşünme, konuşma v.s..) Bizi çok sevdiği için, yeryzünde  huzuru, barışı, kardeşliği temin etmemiz için bize ayrı bir değer vererek ve severek yaratmıştır. Biz  onun sevgisinin ürünüyüz.

b-Rabbimiz bizi iki dünyada ve sonsuza dek mutlu etmek için yaratmış. Mutluluk ise prensiplerle olur. Ana reçete şudur: Allah`ı kabullenme, Allah`ı tanıyıp bilme, Allah`ı sevme, Allah`la diyalogtan ruhani bir zevk alma. Allah kuralsız mutluluk olmayacağını bildiği için ana reçetenin dağılımını dinler göndermek suretiyle kullarına bildirmiştir. Bunlar da, kurallar manzumesidir. Bunlara uyduğumuz zaman sonsuza dek mutlu olacağımızı söylemiştir. Bu kuralların tümüne birden ibadet ismini koymuştur. Ibadetler bizim için ilaç gibidir. Yaparsak kendi lehimize, yapmazsak kendi aleyhimize olur. Örnek: adaletli olun, zulüm yapmayın, yalan söylemeyin, hırsızlık yapmayın, rüşvet yemeyin, paylaşımcı olun, fakirleri gözetin, müsamahanız geniş olsun, bağışlayın, çok çalışın, haksızlık yapmayın, yaptığınız işi mükemmel yapın, işi ehline verin, sağlığı koruyun, olaylar karşısında sabırlı olun, haram yemeyin, ruhi ve bedeni temizliğe dikkat edin. Bu prensipler evrenseldir. Insanlar bulundukları toplumda kendi hukuk kurallarına uyup huzura eriştikleri gibi, Allah`ın emirlerini de yerine getirirlerse iki dünyada mutlu olurlar. Namaz gibi çok önemli bir ibadet var ki, Allah kulunu günde beş kez huzura kabul ediyor, adeta bir sohbet havası içinde ihtiyaçlarını kul, Rabbine arz ediyor. Çünkü bütün ihtiyaçlarını her an O karşılıyor (oksijen, su, bütün gıdalar, hayat vs). Namaz kılanı affedeceğini, kılmayana böyle bir sözü olmadığını söylüyor. “Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurarak, ibadetlerin kendimiz için olduğunu, bizi sonsuz mutluluğa taşıyacağını bildiriyor. Kurallara uyup uymama zorunlu olarak imtihanı  mecbur kılıyor ve böylece imtihan oluyoruz.

MELEKLERE IMAN

Insan maddi ve manevi yönü ile donatılmış mükemmel ve eşi olmayan bir sanat harikasıdır. “Insanı en güzel şekilde yarattık.” Buyuran Allah insanın bu yönüne dikkat çekmiştir. Onun için insan manası ile daha değerlidir. Yoksa en büyük bilim adamları öldükten sonra, beynine beş kuruş verilmiyor. Biz antika çarşısında bulunmayan bir sanat harikasıyız. Bize bu değeri kazandıran mana yönümüzdür. Mana alemini kabullenerek (ruh-melek-ahiret) yarınımızı kabullenmiş oluyoruz. Dinimizde gayba  inanma ciddi bir rükündür ve Müslüman olmanın ilk şartlarındandır. Iman esaslarından ikinci sırayı alması da bundandır. Kur’an; Bakara suresinde müminleri gayba inanmaya çağırıyor. Meleklere inanma gayba inanmadır. Insanlar maddi dünyada yaşayarak, ışınların, seslerin, sıcağın, soğuğun varlığını hissederek bunları kabul ediyorlar. Ama görmediğine inanma gönülden, kalpten olur. Melek madde ötesidir. Cenab-ı Hak imanımızı dudaklarımızdan gönlümüze indirmek için yapacağımız ilk operasyonu meleklere iman sırrıyla dile getirmiştir. Mana maddenin ötesidir. Zaman ve mekana tabi olmayan olayların tümüne biz mana olayları diyoruz. Meleklere inanmayınca ruha inanmayınca peygambere, kitaba, ahiret`e, kadere iman mükemmelleşemez.

MELEKLERIN ÖZELLIKLERI (Önemli)

1-Nurdan yaratılmışlardır. Atomik değildirler. Yapısında atom yoktur.

2-Çoğalmaları yaratılma iledir.

3-Cinsiyetleri yoktur. Cinsiyet atomik varlıklar içindir.

4-Emir alemindendir. (Mahiyetini sadece Allah’ın bildiği alem)

5-Hızları çok yüksektir Mearic Suresi 4. Ayette hızları verilmiştir. “Bizim elli bin yılımız onların bir günüdür.” Matematik ifade ile 300.000 ´ 1825 = 547.500.000 km/sn dir

6-Evren yasalarının şuurlu temsilcileridir. Evren bilincini temsil ettiklerinden her fizik olayının oluştuğu yerde hemen hazırdırlar.

7-Farklı kuvvettendirler ve çok güçlüdürler (Kanatları kuvvet anlamındadır)

8-Allah imtihan sırrını bozmamak için kudretine melekleri perde yaparak yaratılış olaylarını organize etmiştir.

9-Şekilleri vazifelerine bağlıdır.

10-Evrenin her noktasında Allah’ı zikrederek yaşarlar. Bunlar zikir melekleridir.

11-Bir anda her yerde bulunurlar. Bizim bir dakikamız onlar için yıllardır. Aynaların kabiliyetlerine göre görünürler.

12- Isyan kabiliyetleri yoktur.

13-Akıllıdırlar irade ve nefisleri yoktur. Nefissiz akıl tam itaat eder, nefisli akıl isyan eder. (Biz insanlar ve cinler).

14-Sayıları belli değildir. Insan için çeşitli işlevler yapan 360 tane melek vardır.

15- Kitap tartılır. Içindeki fikirler asla. Beyin ve kalp tartılır bellidir gramı. Kalpteki sevgi, beyindeki fikir dünya ölçüleri ile ölçülemeyeceği gibi ruh ve melek de dünya ölçülerine girmez.

16- Çekimden etkilenmezler,

17- Evren düzeyinin işleyişinde görev verilmiş hiyerarşi gruplarıdır.

18- Tespih edenler, tövbe edenler, lanet okuyanlar, ceza verenler, iyilikte bulunanlar, kayıt yapanlar, çocukları koruyanlar vs. gibi görev grupları oluşmuştur.

19- Nefes vererek yaşarlar, oda zikirdir.

20- Melekler hızlarını düşürerek bu aleme ait görüntü malzemeleri giyerek görünebilirler. Cebrail’in Dıhye a.s şeklinde görülmesi, bazen bir misafir şeklinde görülmesi; Toz toprak olan üzeri ile muharip asker gibi görülmesi vakalardandır. Biz bile güneş ışınlarına bakabilmek için güneş gözlüğü takıyoruz. Melekler bize görünmek için bizim algılayabileceğimiz şekilde görünürler.

21- Kalp sıkıntılarımızı almak için yardımcı olurlar. Kalbi onlara karşı kapatmamak lazım.

22- Küçük kainat olan insana ruh yönetir. Büyük kainata da melekler nezaret eder. Evren yasalarının arkasındaki güç meleklerdir.

23- Melekler galaksilerde ve diğer sistemlerde de yaşarlar.

24-Yaptıkları ibadet karşılığında kendilerine has lezzet alırlar. Güzel kokudan da hoşlanırlar

25-Allah’ı tanıma isim ve sıfatlarını bilmede bizden öndedirler. Ama isim ve sıfatlara ayna olmada , duygu, kalp dünyası ve tefekkür hayatı itibari ile insanlar onlardan ileridir.

26- Dört büyük meleği tanıyoruz; arşı taşıyan melekleri tanımıyoruz.

27- Meleklerde ölecektir. En son Azrail ölecektir.

28- Yeme ve içme gibi problemleri yoktur.

29- Bedirde olduğu gibi Allah isterse toplu olarak da insanların yaptıkları işlere katılırlar.

D- RUHLA ILGILI ÖZET BILGILER

1- Ruhla ilgili Kur’an  ve sünnetten birer delil getiriniz?

“Sana ruhu soruyorlar. Deki: Ruh Rabbimin emrindedir.” (Isra suresi 85)

“Peygamberimiz de (S.A.V) ” … Nur katresinden ruh katresi yaratıldı.” Keşfü-l-hafa 1,265)

2- Ruhun tarifi yapılabilir mi?

Ruhun mahiyetini tam kavrayamamız mümkün değildir. Onun için yapacağımız tarif kavrama alanımıza girdiği kadarıyla tarif yaparız. Hiç gül koklamamış birisine gülün kokusunu sorarsanız, cevapta yüzde yüz isabet bulamazsınız. Ruhun tarifini yapmadan önce ayette geçen “emir alemi” kavramını açıklamamız lazım: Eşyayı incelerken iki alemle karşı karşıya kalıyoruz.

Birinci alem: Şehadet, alemi-mülk alemi, maddi alem: En boy yüksekliğin olduğu alem. Fiziki ifade ile temelini atomların oluşturduğu alem. Diğer bir tabirli (+) alem. Cansızlar, Bitkiler, Hayvanlar, Insanlar bu alemin ürünleridir.

Ikinci alem: Emir alemi: Mahiyeti bizce belli olamayan, kilosu, rengi, çapı bizim ölçülerimize girmeyen alemdir. Kanunların hakim olduğu alemdir. Mahiyeti sadece Allah’a aittir. Biz bu alemi Maddi aleme uzanan fonksiyonlarıyla tanırız. Ruh ve Melekler, kanunlar bu alem ürünüdür. Bazı örnekler sunalım. Buna (-) alemide denebilir. Cinlerde bu alemin atomatik bölümündedir.

  1. a)             Tohumun topraktan büyüyüp elma verecek hale gelmesi ondaki matematik programın açılımına geçme ve büyüme kanunla ilgilidir. Biz fiziki büyümeyi takip ederiz. Büyümeyi takip eden kanunu göremeyiz ama kabul ederiz. Yoksa atomların bitkileri tanıması mümkün değildir.
  2. b)             Çocuğun anne karnında gelişmesi de bir kanun ürünüdür. Bunlara embriyolojik kanunlar denir. Gelişme safhalarını izliyoruz bu gelişmelere hükmeden kanunu göremiyoruz.
  3. c)             Yer çekimi kanunu gibi kanunların varlığından şüphe etmiyoruz ama kendini göremiyoruz.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra ruhu şöyle tarif yapabiliriz.

“Emir a leminden gelmiş, akıl, şuur, hayat sahibi; hariçte vucudu olan bir kanundur.”

3- Yer çekimi ve diğer kanunlardan farkı nedir?

Diğer kanunların tarifi şöyledir. “Yansıdığı modelde intizamı, düzeni sağlayan hariçte vucudu olmayan, aklı, şuuru, hayatı olmayan yansıdığı modelden sonra gelen vehmi bir şeydir. “Iki tariften sonra kısaca şu farklar ortaya çıkıyor: Ruh, akıl, şuur, hayat sahibi hariçte vucudu var. Öbür kanunlarda bu yok.

4- Ruhun varlığı ile ilgili neler söylenebilir?

  1. Bütün dinler ruhtan bahsediyorlar.
  2. Ruhun mahiyetini tam kavramak mümkün değildir. Bu konuda bize az bilgi verilmektedir. “Akıl, kulluk vazifesini ifa için verilmiştir. Cenab-ı Hakkın Rab olma sırlarını idrak için değildir.”
  3. Insandan meydana gelen icraatların cesede verilmesi mümkün değil. Çünkü beden malzemesinin temeli atomdur. O da akılsız, şuursuzdur. Harika sanatlar güzellikler ona verilmez. Bu işleri yapan ruhtur.
  4. Bilgisayarda hesap yapan, radyoda konuşmayı, televizyonda görüntüyü, teybde kayıt yapan, avizede aydınlanmayı temin eden hep elektriktir. Aletleri yönlendiren odur.
  5. Sevgi, saygı, acı, hüzün, heyecan gibi duygu ve davranışları cesetten beklememiz mümkün değildir. Ceset hanesinde oturan sultanın işidir. Bu da ruhtur.
  6. Maddemiz susup uyuduğu zaman, gecelerde hareket eden rüya dediğimiz olayı yaşayan bu bedenimiz değil ruhumuzdur. Rüyalarda kahkaha ile gülen, denizde yüzen, dostlarıyla eğlenen yataktaki beden mi?Rica ederim.
  7. Insan şimdiki zaman, gelecek zaman, geçmiş zamanla alakadardır. Ecdadı, dostları, akrabaları ile vatanı, milleti ve bayrağı ile dini mukaddesatı ile alakası vardır. Şimdi saydığım bu vasıflar hücreye verilmez. Insandaki bu vasıflar ruhtan haber verir.
  8. Beş duyu elde ettiği dokümanı yalnız değerlendiremez bu bilgileri beyin vasıtası ile değerlendiren ruhun özelliğidir. Insandaki bilgileri hangi hücreye vereceksiniz. Altı ayda vucut yenileniyor.Mevcut bilgilerimi unutmam lazım. Unutmuyorum aksine mükemmelleşiyor. Bunu temin eden ruhtur.
  9. Yunus bir ben var benden içerü demiş. Işte o ruhtur.
  10. Insanlara önemli sıfatlar vardır. Eğer bunların kaynağı maddi olsaydı herkeste aynı olurdu. Maddenin özellikleri sabittir. Kalem yazmakla ilmi artmaz. Bilgisayar Prof. Olmaz. Bu özellikler bir mahiyetten kaynaklanır. O’ da ruhtur.
  11. Saraylar taşları için demir için boya için yapılmazlar. Insan bedeni de hücreler için değildir, içindeki sultan için yapılmıştır. Insan sarayına bu kadar masraf, içindeki hakikat içindir. O’ da ruhtur. Sinan’ım Sinan yapan o ruhtur. Yoksa kimse Sinan’ı beynine beş kuruş vermedi.
  12. Ölen insandan ne kayboldu ayakta yürüyen o dev, bir anda yere yığılıpz kaldı. Onu taşıyan mahiyet ruh idi. Dev fabrikaları enerji kanunu çalıştırmıyor mu?
  13. Ruhu inkar eden de ruhtur. Inkar ve kabul bir fiildir. Fail ister o da ruhtur. Inkar cahilliğini, kabul ilmine delalet eder.
  14. Insan vicdanı bilir ki; bu vücudu sevk ve idare eden bir başka mahiyet var. Vicdanın doğruladığı şey ilmi bir hükümdür. Inkarı mümkün değildir. Ruhun inkarı ile yaratılışın sıraları çözülmez. Insan ve kainatın gayesi anlaşılmaz.
  15. Ruhun varlığı kabul edilmediği zaman hukuk olmaz. 7 ay önce adam öldüren bir insan hakime: “Hakim bey onu öldüren hücreler. Ben değilim Adaletli ol benim suçum yok” diyecektir.
  16. Insanda sıfatlar aynı olmayabilir. Mesela paylaşma duygusu birinde fazla öbüründe azdır. Halbuki maddenin mahiyeti bellidir.
  17. Herhangi bir cisim bozulmadan başka şekle giremez. Bandı silmeden üzerine başka ses çekemezsiniz. Kareyi bozmadan küp yapamazsınız. Insanda öyle bir mahiyet var ki binlerce eşyanın nakışları, şekilleri, sesleri üst üste yığılıyor ama bozulma olmuyor. Bu özellikler cisimden beklenemez. Et ve kemikten, kan ve irinden beklenemez.
  18. Beden, yaş ilerledikçe yıpranmasına karşılık, bedende yıpranmayan ve mükemmelleşen bir mahiyet vardır o da ruhtur.

5- Ruhun varlığı ile ilgili ilim adamları araştırma yaptılar mı?

1-             “Rusya’da Tanrıya Dönüş” adlı kitapta bu meselelerle ilgili uzun açıklamalar var. Bir gurup doktor şöyle diyor. “Bütün canlıların atom ve moleküllerinden yapılmış fiziki bedenlerinin yanı sıra, birde bunun kopyası enerji bedenleri vardır.

2-             Kazakistan Alma Ata Kirov Üniversitesinde yüksek frekans deşarjı altında bir organizmanın yaşayan hareketli düblesi görülmüştür.

3-             1968’lerde “Kisliyan Metodunun Biyolojik esasları” ismiyle bir kitap yayınlandı. Fotoğraflarda, kesilmiş uzuvların yerlerinde ikinci beden (Biyoplazmik beden) görüldü.

4-             Amerikalı Dr. Watters: Elli kadar çekirgeyi eterli pamuklara sarıp, öleceklerini tahmin ettiği andan itibaren odaya su buharı salarak fotoğraflarını çekti. Neticede öldükleri anlaşılan 13 çekirgenin hayallerinin plakalarda fotoğrafla tesbit edildiği görüldü.

6- Tarifte ruhun kendine ait bir bedeninden söz edildi. Bu beden nasıl bir bedendir?

Ruhun kendine ait bir bedeni vardır. Farklı farklı isimleri olabilir. Esir beden, Enerji beden, ikinci beden, perisperi, duble beden, fantom, astral vucud. Eşya anti’leri ile vardır. Yani her şey çift yaratılmıştır. Fiziki bedenimizin çifti bu misali bedendir. Latif ve akıcıdır. Ruhun elbiselik vazifesini de görür. 2. Soruda cevaplandırıcılık deneylerle bu tespit edilmiştir.

 

Soru 7: Ruhun  hayat mertebeleri kaçtır?

5`tir.

  1. En-Boy-Yüksekliğe sıkışan bizim hayatımız.
  2. Hızır ve Ilyas`ın (as.) hayatı: Bazen bizim gibi olup yaşarlar, bazen kendi boyutlarında yaşarlar. Bizim gibi yaşamaya mecbur değildirler. Aynı anda bir çok yerde bulunabilirler.
  3. Idris ve Isa`nın (as.) hayatı: Beşeri arzularından sıyrılmışlardır. Melek hayatı gibi hayatları vardır. Nurani bedenleriyle semavatta bulunurlar.
  4. Şehitlerin hayatı: Dünya hayatına benzer bir hayatları vardır. Berzah aleminde yaşarlar. Bu hayatta keder ve sıkıntı yoktur. Kendilerinin ölmediklerini, daha güzel bir aleme gittiklerini sanıyorlar. Ölüm acısını duymadan lezzet alıyorlar.
  5. Kabir hayatı: Cesedi terk eden ruhların hayatıdır. Ölüm ruha arız olmaz, cesede olur.

Soru 8: Şehitlerde kabirde yatıyor, amel-i salihden diğer insanlar da kabirde yatıyor. Aradaki fark nedir?

  1. Ikisinin de ruhları bakidir.
  2. Kabir ehli, kendilerini ölmüş bilmelerine karşılık, şehitler bilmiyorlar.
  3. Şehit olmayanların aldıkları lezzet rüyadaki gibidir, uyanırsam kaçar diye korkarlar. Şehitler ise hakiki lezzet alıyor gibi lezzet alırlar.
  4. Şehitler bazen gelip dünyadakilere yardım edebilirler. Mesela Hz. Hamza`nın kendisinden yardım isteyenlere Allah`ın (cc.) izniyle yardım etmesi, ecdadımızın savaşlarında şehitlerin gelip yardım etmesi gibi.

9- Ruhlar ne zaman yaratılmıştır?

Ruhlar evrenin yaratılmasından önce yaratılmışlardır. Emir alemi varlıklarıdır. Maddeden öncedir.

10- Ilk yaratılan ruh kimindir? Neden yaratılmıştır?

Ilk yaratılan ruh Peygamberimizin (S.A.V) ruhudur. Çünkü O  insanlığın  çekirdeğidir. Hz. Ibrahimin duası,Hz. Isanın müjdesi, annesinin rüyasıdır.

Ilk yaratılan nur da onun nurudur.  Nurunun bir bölümü hız kaybedince enerji tesbihcikleri oluştur. Buna “Kuant” denir. Atom altı enerjidir. Bir kısmından da Quantlaşmayan nurdan Ruh ve Melekler yaratıldı.

11- Bizde bulunan ruh diğer eşyada var mı?

Şöyle özetlenebilir:

  1. Cansızlar : Hareket kanun şeklinde
  2. Bitkiler : Büyüme kanunu
  3. Hayvanlar: Bir takım hislerle donatılmış bir nevi irade sahibi bir kanun.
  4. Insanlar ve cinler: Her çeşit his, şuur, fikir ve idraka ve akılla donatılmış bir kanundur.

12- Hızları nasıldır?

Hızları çok yüksektir. Çok seri hareket yaparlar. Bilgisayarlar bile o kadar işlemi hızda dolayı seri yaparlar. Çünkü hızlı olduklarından vucutta ki icraatı çok hızlıdır. Gözümüzün beyne ulaştırdığı görüntüleri anında değerlendirir ve (Yeşil) der. Sanki zamanı yok gibi. Kur’an-ı Kerim’de Meariç suresi 4. Ayette “Bizim 50.000 yılımız bir günleri” olarak anlatılır. Yani ben elli bin sene yaşayacağım ruh saatine bakacak akşam oldu diyecek. 300´1825=547.500.000 km/sn dir. Matematik ifadesiyle.

13- Ruh bölünebilir mi?

Hayır bölünemez. Atomlardan yapılanlar bölünür. Atomik değildir. Kanunun nesini böleceksiniz. Yer çekimi kanunu bölünür mü?

14- Ruh icraatını vucutta nasıl yapar?

Ruhun iki yönü vardır:

  1. Müteessirdir (Tesir altındadır.), dinlerden etkilenir, yüce hakikatlere bağlıdır.
  2. Müessirdir (Çok yönlü tesir sahibidir.), bedende müessirdir. Bütün azalarımızı evirip çevirir, arzu ettiği hedefe sevk eder.
  3. Maddi ve harici aleme tesir eder: Tamir eder, inşa eder, yapar, çizer, tertip eder. Kainattaki kanunlardan istifa ederek, ilim ve tekniğin gücü ile birçok sahalara el atar. Medeniyeti terakki ettirir.
  4. Asayiş ve sükunette de müessirdir: Yön verir, idare eder, etkiler, coşturur, dava eder,  cemiyeti kendi arzu ve isteğine göre şekillendirmeye çalışır, gayb aleminden feyiz alır, şahadet alemine ilim ve irfanla tesir eder.
  5. Vücut organlarıyla yapar: Gözle görür, kulakla işitir. Beyni kompütür gibi kullanır. Isterse vücud organlarını kullanmadan da iş yapar rüyada yaptıklarını bu organlarla yapmıyor.

 

15- Akıl Ruh münasebeti nasıldır?

En kıymetli mahluk akıldır. Akıl ruhun danışmadır. Ruh insandaki arzuları akıl vasıtasıyla kontrol eder. Allah ruh’a üç önemli öz (duygu) yerleştirmiştir.

  1. Faydalı olanları elde etmek için şehvet duygusu (yeme, içme, eğlenme, evlenme v.s)
  2. Zararlı olan şeyleri def etme için Gadap (sinirlenme) duygusu. Bize zararı olacak her şeyi bununla engelliyoruz. Malımızı, canımızı, namusumuzu, memleketimizi, bayrağımızı, devletimizi bu duygu ile koruruz.
  3. Faydalı ve zararlı şeyleri ayrıştırmak için Akıl duygusu verilmiştir. Yukarıdaki faydalı ve zararlı şeyleri din bildirmiştir. Evrenseldir. Akıl vahiy kontrolünde ise ruhu istikamete yönlendirir. Vahiy kontrolünde değilse yanlışa yönlendirir. Akıl ne derse ruh onu yapar. Aklı olmayana din zaten yoktur. Bu duygulara doğuştan sınır konulmamıştır. Dinler bu duyguları terbiye altına almıştır. Helal daire daima keyfe kafidir harama girmeye gerek yoktur mantığını getirmiştir dinler. Ruh helal ve haram daireye aklın rehberliğinde girer. Onun için aklın mesuliyeti çoktur.

14- Peki o zaman nefis ne oluyor?

Kanatımca, şehvet ve gadap duygusu gibi bir öz duyu olup Ruha musallat olan onun yücelmesini engelleyen daima kötülükleri fısıldayan şeytanın insan ruhunda karargah noktasıdır. Akıl nefsin arzularını din ölçülerine vurup ret ederse imtihanı kazanmış olur. Red ediyorum. Çünkü hayır adına bir girişimi olmaz nefsin.

15- Ruh vicdan münasebeti nasıldır?

Vicdan aklın icraatlerinin isabetli olup olmamasına karar verir. Vicdan müracaat etmeyen akıl ruhu daima yanlış yönlendirir. Vicdan hakikati görmede ışığa ihtiyacı vardır. O da Kur’andır. Kur’anla  aydınlanan vicdan ruh için şaşırmaz bir rehber olur.

16- Ruhun gayesi nedir?

Gaye; eşyada var olma sebeplerinden biridir. Gaye eşyanın kıymet ve değerinide artırır. Dikiş iğnesi ve elektronik beyin yapan fabrikanın kıymeti bir değildir. Bütün kainatın insana hizmeti bunu gösteriyor. Kainat bu ruha hizmet ediyor. O zaman insanın gayesi kainattan büyük olmalı. Çekirdek ağaca, yumurta tavuğu, bulut yağmura hamile olduğu gibi, Ruh da kendinden ve kainattan büyük hakikate hamile olması lazım. O da Allah’a iman ona ibadet (teşekkür) ondan yardım dilemektir. “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Buyuruyor. Sonuç olarak öz olarak şükür ve ibadet ruhun gayesi diyebiliriz.

17- Ruh ne ile mükemmelleşir?

1-             Iman, 2- Ilim, 3- Ibadet, 4- Tefekkür, 5- Takva, 6- Ameli Salih gibi hasletlerle mükemmelleşir.

18- Bir insan bir yerde olduğu halde aynı anda çok yerde görünür mü?

Olur. Şayet alıcı olanlar varsa olur. Şöyle: TV’de konuşan spiker her tarafta görünür. Bu artık zor değil. Görenin alıcı antenleri gelişmesi lazım.

19- Ruh geleceği bile bilir mi?

Allah izin verirse olur. Peygamberlerde net olur. Ama veliler, çekirdek halinde senboller görür. Bazen yanlış te’vil ederler. Mesela: Bu alemde elma misal aleminde başka bir şeyle senbolize edilmiştir. Bazı örnekler verip gerçekleşenleri görelim:

  1. Muhyiddin b. Arabi 1100’lü yıllarda yaşamıştır. Mana aleminde gördüğü senbolleri harika yorumlamıştır. Efrani tarafından tercümesi yapılan “Şeceretü’n Numaniye” adlı eseri Edirne kütüphanesindedir. Bu kitapta Osmanlının kurulacağını, Yavuz’un Şam’ı alıp kendi mezarını bulacağını. Sultan Abdulaziz’in katledileceğini, Rus-Japon savaşından bahseder.

Türkler için saadet ve muzafferiyet vardır der. Hafız Paşanın 9 ay muhasara edip Bağdat’ı alamayacağını 40 gün içinde 4 Murat’ın alacağını haber vermiştir.

  1. Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divanında Ankara’nın başşehir olacağını haber vermiştir.
  2. Mevlana 7 yüz yıl önce “çok küçük canlılar görüyorum ağızları var yiyorlar.” Diyerek mikrop ve bakterilerden söz etmiştir. Bütün bunlar bu gibi şeyler Allah’ın izniyle olur.
  3. Bazen bu kafirlerde de olur. Madan Gibson Kenedinin öldürüleceğini, Hindistan’la Pakistan’ın 1947’de ikiye ayrılacağını söylemiştir.

20- Rüya nasıl görülür?

Ruh uyumaz. Sabaha kadar gezer. Bir kısmı gözü bağlı gibi bir şey hatırlamaz. Bazen şuur altındakiler üstü çıkar. Şehâdet alemine kapanan pencereler gayb alemine açılır. Adeta ruhun dünya ile irtibatını sağlayan doğru akım fişi çıkartılarak ince zar aralanıp alternatif akım devreye sokulmuştur. Rüyalara insanı bu alemden başka aleme taşıyan bir kısım sırlı kabinler veya zaman tünelleri denir. Rüyada zaman ortadan kalkar aynı anda 20. Asır, 18. Asır olur. Yani misal alemine vakıf olur. Allah katında her şeyin sabit bir aynı bulunur. Her şeyin sabit vucudu vardır. Bu alemde madde alem arasındaki alemdir. Misal alemi (Temessüller, görüntüler) Insan buraya ulaşır. Bazen açık olarak bazen senbollerle görür. Rüyaları ehil olmayanlara yorumlatmamak lazım. Rüya, sıfırdan büyük bedenimizin dinlenmesiyle, sıfırdan küçük bedenimizin dinlenmesiyle, sıfırdan küçük bedenimizin iş başına geçmesi olayıdır. Rüyadaki sevinç ve üzüntüler. Kabirde kabir cefası olarak devam edecek. Labaratuvarda her canlının rüya gördüğü rüyasız anımız olmadığı tesbit edildi. Hatırlamama veya unutma, rüyayı görmemek değildir. Biz bile anne karnını hatırlıyamıyoruz halbuki 9 ay kaldık orada. En uzun rüya salisenin içinde bile yer tutmuyor. Beyin grafiklerinde izlendi. Çok hızlı hareket ettiğinden oluyor.

21- Ölüm nasıl gerçekleşiyor?

Ruh ölmez. Beden evini Allah’ın emri ile terkeder. Insanı vefat ettiren Allah’tır cc. Ölümün yüzündeki çirkinliği Allah’a havale edip Allah hakkında kötü düşüncelere sebebiyet vermemek için Azrail veya ona bağlı melekler perde yapılmış Allah’ın icraatına Meleklerin icraatları tam nuranidir. Aynalar nasılsa öyle görünürler. Elektrikte bile öyle. Ampül nasılsa ışık öyle yansır. Sarı, kırmızı, beyaz, yeşil vs. Şayet Azrail alacaksa:

  1. Çok hızlı olduğundan aynı anda binlerce yerde bulunur. Zamanın bütün noktalarına hakimdir.
  2. Azrail bir tanedir. Ölecek insanlrın ruhları da alıcı TV gibidir. Renkli TV renkli gösterir görüntüyü, renksiz renksiz gösterir. Ölümü gelen ruhlar hayatlarında çok iyi iseler Azrail iyiliği simgeleyen bir görüntü sergiler. Peygamberimiz “”Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyurmuşlardır. Irademizi güzelliğe kullanmak lazım. Bir de ölene ikram olsun diye rabbimiz huzuruna çağırmak için elçi olarak melek gönderir oda aynen Azrail gibi yapar.

22- Hayvanların ruhunda melekler kullanılır mı?

Hayır Allah’ın çık emriyle gerçekleşir.

23- Kabirde Ruh ceset diyalogu nasıldır? Kabir azabı nasıl olacaktır?

Kabirde cesetle ruh manevi kablolarla irtibatlıdır. Atomlarıyla irtibatlıdır. Atomik kanunlar çerçevesinde irtibatı vardır. Mezara girip çıkmalar devam eder. Bazen mezara yapılan müdahalelere izin vermezler. Dozerler bozulur. Cesedin ruh ile irtibatı değişik alemde farklı farklıdır. Bu alemde başka, kabirde başka, ahirette daha başkadır. Bu dünyada maddi bedenimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebeti görüyoruz. Kabirdeki ceryan eden sevinç ve ızdırap o boyutta olduğundan kavrayamayız. Mesela: Bir atomun içindeki enerji açığa çıkınca iki şehir Japonya da yerle bir olmadı mı? Böyle bir ızdırap kendi içinde olamaz mı? Olur. Birde başka yönünü izah edelim. Bizim ikinci bedenimiz yok mu? Var. Ceza ona uygulanabilir. Rüyadaki lezzeti ve ızdırabı kabul eden mantık kabir azabını niçin inkar ediyor ki?

24- Katil bulmada ölüden faydalanılır mı?

Ruh bedeni terk ettikten sonra beyin hücreleri yaklaşık 50-150 saat biyolojik canlılıklarını devam ettiriyorlar. Bu esnada hücrenin dilini çözer aletler yapılırsa katil bulunabilir. Bunun olabileceğine inanırım.

25- Ruhlar Dünyaya dönerler mi?

Cenab-ı Hakkın izin verdiği ruhlar bazen gelebilir. Allah adına yapılan güzellikleri seyredip sevinç duyarlar.

26- Ruh çağırma var mıdır? Gelen ruh mudur?

Ruhlar kabirde ya cennet bahçelerinden bir bahçededir. Yada cehennem çukurlarından bir çukurda. Villada yaşayan birisini gel çamurun içinde gece konduda yaşa diye çağırsan gelir mi? Benzetme kıyas kabul etmez. Gelmez. Cehennemlik olan zaten hesap veriyor hiç gelemez. Gelen cindir. Ruhun geldiğine inanma dinimizde yasaktır. Cin gelir entrikalar çevirir. Fincanı yürütür, kağıdı oynatır. Masayı sallar vs. Gelen varsa cin diyeceğiz.

27-Tanasüh veya Reankarnasyon nedir? Olur mu?

Tenasüh: Ruhların bedenden bedenden bedene göç etmesidir. Bu göç edilen hayvan, ot, taş’da olabilir. Islam dininde bu görüş batıldır. Bununla ilgili birkaç madde sıralayalım.

  1. Bu ruh hangi cesedin hesabını verecek.
  2. Her cesedin ruhu ayrı ayrıdır.
  3. Eğer hayvanlara, otlara, farelere giriliyorsa onlarda insani özellikler olmalıydı. Hiç farenin insan gibi davranıldığı görüldü mü?
  4. Bütün hak dinlere zıd dır.
  5. Insanı Halifelik makamına çıkartan Allah sonra onu kendinden alt birimlere indirir, o cesetlerde gezdirir mi?
  6. Cesetlerin bulunduğu toprağın çiğnenmesi bile razı olmayan dinimiz ruhu böyle alçaltıcı kılar mı?
  7. Soruda cevapladığımız gibi ruhun gelmesi olmaz. Peki gelen varsa nasıl oluyor. Seanslar yapılıyor. Insanoğlunun hayatı boyunca yanında ayrılmayan bir melek ve bir şeytanı (cin) var. Insan ölünce biri medyuma; formülle o cini çağırıyorsa cin gelir ben falının ruhuyum deyip insanları islâmın emrine ters düşürmek için aldatabilir. Buna cin hipnozu da denir. Cinler çok yaşarlar 800 sene v.s. onun için çok rahat ben Fatihin ruhuyum diyebilir. Varsa gelen cindir deyip meseleyi uzatmamak lazım.

28- Nazar nedir? Nasıl olur?

Nazar Haktır. Gözlerden çıkan; art düşünce yoğunlaşmasından oluşan dalgaları muhatabın dengesini bozup rahatsızlık meydana gelme hadisesidir. Bu manyetik saldırıya Kuran ayetlerini okuyarak, cevap verilir. Kuranın şifa verici özelliği ile Allah’ın izniyle hasta iyi olur. Ayet-ül Kürsi, Ihlas, Nass, Felak, Fatiha sureleri üçer yada yedişer defa okunup Allah’tan şifa istenmesi lazım.

29- Telepati – Psikakinezi, Manyetizma, Duru görü kavramlarını açıklar mısınız?

  1. Telepati: Zihinden zihine yapılan haberleşmedir. Düşüncelerin sessiz dilidir. Herhangi bir araç kullanmadan her türden düşünce duygunun zihinden zihine gönderilip alınması tarzında bir haberleşmedir. Hayvanlarda bile olur. Anne ile evladı arasında, ikizlerde daha çok hissedilir. Aynı acıyı iki kişi aynı anda duyarlar. Uzmanlar yanında, 3000 km. uzakta birbirine mesaj göndermişlerdir. Insan eli karşı dağa ulaşamaz ama gözü yıldızlara kadar uzanır. Kalpteki bir takım duyğular dosta ulaşabilir. Telsizle haberleşme gibi. Fark sadece alet kullanılmaz. Beyin bir tür radyo dalgaları yayar. Dalgayı yayan verici alan alıcı olabilir. Birde buna hissi kablel vuku yada altıncı his denir. Birini düşünürsünüz kapı çalar hemen gelir.
  2. Psikokinezi: Zihnin bilincin maddeye hakim olmasıdır. Hiç dokunmadan masa kaldırılır, demir bükülür.
  3. Manyetizma: Mıknatısın demiri etkilemesi gibi bir şeydir. Irade kuvvetli olanın iradesi zayıf olanı bakışlarıyla etkiler. Dengesini bozar. Nazar gibi.
  4. Duru görü: Uzaktaki eşyayı TV görüntüsü gibi görür. Görünen insan ses çıkarmaz. Bazen de konuşur. Ölümünü haber verir. Adeta göreni ölümü hatırlar. Gözler bir noktaya dikilmiştir. Yaklaşık 1 ay veya 15 gün sık sık hastayı ziyaret eder. Nihayet hasta gider. Insanın metafizik boyutu üçte biri su üstünde ikisi su altında buz dağı gibidir. Insan bu yönünü geliştirmedikçe çok şeylere açıklık getirir.

30- Ruhumuzu hayvanlardan ayıran özellik nedir?

Mükemmel oluşum-vicdan-akıl-şuur-idrak-sonsuzluk düşüncesi-yok olma endişesi-geçmişten etkilenmesi-geleceğe ait kuşkuların yaşanmasıyla hayvandan ayrılır.

31- Ruh hadiseleri hasıl kavrar?

His, idrak, ihtisas ve irade üzerine hakimiyet kurar. Koku almayı örnek verelim: Burun hava ile temas kurar. Bu burunda bir tesir bırakır. Bu his. Sinirler vasıtasıyla zihne ulaşır burada değerlendirilir ilim hasıl olur. Bu ihtisas. Aklın bunu kaynağına, sebebine dayandırmasına idrak, kokuyu alıp almamadaki karar iradedir. Böylece 5 duyu hisse, sinirler ihtisasa, beyin ve idrak’a hizmet eder.

32- Ruh bedenden ayrılınca nasıl konuşur?

Ruhun üzerinden  mekan ve zaman kavramını kaldırırsanız kendi alfabesini devreye sokar.

33- Ruh için başka neler söylenebilir?

1.Ruh dinin emirleriyle mükemmelleşir. Bundan dolayı dinin tesiri altındadır. Vücut organlarını kullanarak iş yapar. Bundan dolayı da tesir edendir.

  1. Gayb aleminden feyz alır; maddi aleme, ilim ve irfanı ile tesir eder.
  2. Yaratılmıştır. Lakin sonsuzdur. Bu sonsuzluk Rabbimize bağlı sonsuzluktur. Ay’ın varlığının devamı güneşe bağlı olduğu gibi Ruhun sonsuzluğu da Allah’a bağlıdır.

4.Ceset ruh olmadan hareket edemez. Ölülere bakmak yeter. Ruh bedene uygun yapılmıştır.

  1. Ruhtaki kabiliyetler beden organlarıyla gelişir. Müzik, resim, sanat vs. gibi.
  2. Ruh kendi zatında maddi ceset gibidir.
  3. Ruh bazen olayları önceden sezer. Altıncı his.
  4. Ruh katiyyen bölünmez. Zaman onu yıpratamaz.
  5. Geceleri icraatını uykuda altı veya dokuz volta indirir. Ama bedenden ilgisini kesmez.
  6. Öbür dünyada ve kabirde ızdırabı ve lezzetleri bedenle alır.

Xxx

CINLER VE ÖZELLIKLERI

 

1- Kur’an da cinlerin yaradılış maddesi ile ilgili ayet var mı?

Evet var. “Cinler, dumansız ve kokusuz ateşten yaratılmışlardır.” Rahman Suresi 15.  “Zehirli ateşten yaratılmışlardır.” Hicr suresi ayet 27

2- Şundandır diye kesin bir şey diyebilir miyiz?

Radyasyondur, enerjidir, şudur, budur gibi kesin ifade yerine ateş özelliği taşıyan, dalga özelliği taşıyan bir varlıktır densen daha isabetli olur. Çünkü cin; örtülü, perdeli demektir.

3- Cinlerin genel özelliklerini özetlermisiniz?

1- Çok hızlıdırlar ışık hızına yakın hareket ederler.

2- Bizim gibi kullukla yükümlüdürler, yerler, içerler, çoğalırlar. Bizim taşıdığımız duyguları taşırlar

3- Ömürleri çok uzundur 1000 yıl civarındadırlar.

4- Hızlarını düşürerek istedikleri görüntüye gelebilirler.

5- Çok güçlü olup ağır işler başarırlar Sayılarını bilemeyiz.

6- Şeytan ve gurubu cin taifesindendir.

7- Bizim yediklerimizden yerler ama yeme keyfiyeti koku alma şeklinde mi başka bir şekilde mi bilemiyoruz.

4- Cinlerle temas kurulur mu?

a- Bazı insanlar bunlara müsaittir. Çok çabuk trans haline geçer. Cinlerin ise belirli prensipleri vardır onun dışına çıkamazlar. Ana prensiplere bağlı kalarak diyaloga geçebilirler insanla. Her insan cinlerden istifade edemez.

b- Bazı kelimeleri kod olarak kullanıp belirli sayıda söyleyip irtibat kurulabilirler. Bu çok tehlikelidir. Onların ağına düşme ihtimali var. O zaman insanı kullanıp maskara yaparlar. Mesela: “”Ben peygamberim, Isa`yım, Mesih`im, Allah bana göründü” derler. Sonu cinnete kadar gidebilir.

c- ruhi dengeleri bozuk olanlara daha çok musallat olurlar.

d- Hayatın her safhasında dualı yaşamalı ve duadan kalkan yapıp dua ve ibadetlerden bir atmosfer oluşturmalı, günahlardan kaçarak girecekleri delikleri kapatmalı

5- Sihir var mıdır yapılabilir mi?

Bakara suresinin 102. Ayetinde sihrin varlığından bahsedilir. Peygamber efendimiz sav.’e sihir yaptılar. Yüzlerce misalde toplumlarda vardır. Bu işi yapak büyük günahlardandır. Inanarak yapmak ve yaptırmak dinden çıkmaya yol açar. Her büyü tutmayabilir.

6- Gelecekte cinler çalıştırılabilir mi?

Hz. Süleyman cinleri çalıştırmıştır. Kur’an bundan bahsediyor. Bu mucizedir. Insanlık henüz maddi alemin duvarlarını tam aşamadı. Belirli gelişmelere bağlı olarak cinler, ilerde kullanıla bilinir. Bugün Rusya ve Çin bu işle çok meşgul oluyor. En tehlikelisi insanların gizli sırlarına açığa vurdukları zaman olur. Kur’an ve Allah inkar edilir. Enbiya suresi 82. Ayette cinleri daha başka işlerde kullanılacağı işareti vardır. Işin doğrusunu Allah bilir.

 

7- Cinler hastalık yaparlar mı?

Ayetin ifadesi ile maddeye nüfuz edici mahiyette varlıklardır. Röntgen ışınları maddeye nüfuz etmiyor mu? Onlarda böyle nüfuz edip tahrip ve hastalık yaparlar. 1960`lar dan sonra lazer ışınlarının bulunmasıyla tıp harika tedaviler yapmıyor mu? Parmak izleri damar tıkanıkları, göz ameliyatı vs. Cinler ve şeytanlarda kan damarlarımızda böyle dolaşır. (Hadis ) Kısaca vücut fonksiyonlarına müdahale ederlerse hastalık baş gösterebilir. Sinir sistemini bozabilirler.

8- Cinlerin şerrinden korunmak için neler yapılmalı?

1- Evvela Allah ve Rasülu ile iyi münasebetler kurup Islam`ın  prensiplerine uymalı gönülde derinleşmeli günahlarla gedikler açmamalı.

2- Hem fiili hem de sözle Cenab-ı Hakka sığınmalı. Doktora gitmek, ilaç kullanma, fiili duadır. Şifayı Allah tan istemek ise kavli duadır.

3- Psikiyatris  ve hekimlere gidilmeli.

4- Ayet-el Kürsi, Nas, Felak okunmalı. Imam-ı Gazalinin tavsiyesi 1 tane besmele 10 tane Allahu Ekber 19 defa “LAYÜFLIHU’S-SAHIRU HAYSU ETA” taha 69i “MIN ŞERR’IN NEFFASATI FIL UKAD” nas 4 okumaktır.

5- Bu konuda çok dualar vardır ehline sormalı.

 

 

 

 

 

PEYGAMBERLERE IMAN

 

1.Mevcudât içinde hiçbir varlık gayesiz ve vazifesiz yaratılmamış ve hiçbir canlı da rehbersiz bırakılmamıştır. Karıncayı meliksiz, arıyı beysiz, balıkları ve kuşları rehbersiz bırakmayan Allah (cc), elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.

  1. 2. Insanlar, akıllarıyla evrende cereyân eden olaylara bakıp, Allah (cc)’ı bulsalar bile, yaratılışlarındaki gaye ve sırları, nereden gelip, nereye gittiklerini ve sonsuza kadar kendilerini mutlu edecek prensipleri peygambersiz bilemezler.

3.Insan kalbine ekilen sayısız yetenek çekirdeklerini, sahip olduğu kâbiliyetleri ortaya çıkarıp, geliştirecek ve onları yaratılış gayelerine yönlendirecek olanlar da ancak peygamberlerdir. Peygamberimiz; Cahiliye çağında, kan içen, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, şefkatten, sevgiden yoksun olan bir toplumdan 23 senede medeni milletlere öğretmenlik yapacak eğitimcileri yetiştirmiştik. Bugün sosyologların ortak görüşü şudur. Hz. Muhammed’in 23 senede gerçekleştirdiği şeyleri, bütün dünyanın sosyologları biraraya gelseler gerçekleştirmeye çalışsalar 200 senede gerçekleştiremezler.

 

4.Toplum halinde yaşamaya mecbur olan insanların, aralarındaki ilişkileri ve diyalogları, düzenleyecek, hayat kanunlarını öğretecek ve toplumu adalet, hak, doğruluk temelleri üzerine oturtacak eğitimciler peygamberlerdir.

 

5.Evren, eşya ve olayların sırlarını insanlara öğretecek ve onlara insan-evren- kitap ilişkilerini açıklayacak, eğitimciler de yine peygamberlerdir.

 

6.Ilahi el ile ulaşılabilecek en son noktalara vararak, insanlara maddi-mânevi her sahada öğretmenlik yapan, çağları aşacak şekilde, çığırlar açan; gösterdikleri mu’cizeler ile medeniyetlerin ve uygarlıkların kurulmasına, ilimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan rehberler de yine peygamberlerdir.

 

7.Vazifesini bitirip, dünyadan ayrılan peygamberlerin ardından, yeniden karanlıklara ve yanlış yollara sürüklenen insanlığı, Allah (cc)’ın sonsuz merhâmetiyle yeniden doğru yola ve aydınlığa ulaştıran yine birbiri ardınca gelmiş bu peygamberlerdir.

 

  1. Peygamberimiz peygamberliğini kanıtlayan delilleri

 

  1. Tevrat incil ve zeburda isim verilerek geleceği haber verilmişti.

 

2.Dünyaya gelişi esnasında meydana gelen olağanüstü hadiseler, çocukluk devresinde yakınlarının gördükleri ve gençliğinde bilge kişilerin kendisinde sezdikleri manâlar Ona gelecekte büyük bir vazife verileceğini haber veriyorlardı. Anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi…

 

  1. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfü’l-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bizzat girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı…

 

  1. Ihtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. Şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.

 

5.Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. Sehevi arzuların en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice annemizle evlenmiştir. Sefere çıkışta “kızı mı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi gençti!

 

  1. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, ihanetine ve sözünden döndüğüne şahit olunmamıştır. Bu mevzüda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misal gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O’na ‘Muhammed’ü-Emîn’ diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği serginin üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine ve bu zor problemi halletmişti.

 

  1. Mukaddes Hira mağarasında geçen sancılı günlerinden sonra, büyük bir iddia ile ortaya çıkması da, peygamberliğinin önemli delillerindendir. Çünkü, O ümmidir(okuma yazma bilmiyor) ve bütün hayatında kimseden birşey öğrenmediği de çok iyi bilinmektedir. O’nun peygamberlik öncesi aylarca tek başına bir mağarada kapalı kalması ve birdenbire edebiyatçılara meydan okuyan bir söz ortaya çıkması, elindeki hârika fermânın Allah’a ait olduğunu gösterir., evet Efendimiz (sav) böyle bir iç hazırlığından sonradır ki o nurlu mağaradan ayrılıp, Mekke ufuklarında doğmuş ve dini yaymayâ başlamıştır.

 

  1. Daha çocukluğunda ve gençliğinde 40 yıl boyunca en ufak bir yalan ve dengesizliğine rastlanmayan bir kimsenin, meleke haline gelmiş bütün ahlâkını birden 40 yaşında değiştirmesi nasıl mümkün görülebilir.

 

  1. Kırk yaşına kadar kendisine “Muhammed’ül Emîn” diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O’nu, Peygamberlikle ortaya çıktığında red ve inkâr etmeleri, kendileri adına çelişkiden başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve ilim adamı gören bu insanlar, böylece tam kırk yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp, Güneş’e göz yuman bizzat onların kendileriydi.
  2. 10. Düşmanları O’nu yalancılıkla itham edemiyor, getirdiklerini red ve inkâr edemiyor, sadece ‘sihirbaz, şâir, mecnun yakıştırmalarında bulunuyorlardı. Gördükleri ve inkâr edemedikleri mu’cizelerine de ‘sihir’ deyip geçiyorlardı.

 

11.Peygamberliğini kabûle yanaşmayan müşrikler, “Muhammed doğru söylüyor” diyor, fakat peygamberliğin O’na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, “neden eşraftan falana, filana verilmedi de, bir yetime verildi” diye kendilerince sözde mazeret bildiriyorlardı.

 

  1. Mekke müşriklerinin, şiir ve güzel söz söylemede ileri seviyede oldukları halde, okuma ve yazması olmayan bir Zât tarafından, “destekçilerinizi de çağırıp haydi benzerini, hatta bir süresinin benzerini siz de getirin” diye meydan okunarak tebliği yapılan Kurân’a ve Peygamberlik iddiasına karşı kendileri için en kolay ve tesirli yol olması gereken dille mücadeleyi bırakıp, en tehlikeli ve rizikolu yol olan kılıçla mücadeleye girmeleri de O’nun peygamberliğine apaçık bir delildir.

 

  1. Müşrikler, yine O’nu malup etmede en kolay yollardan biri olması gereken açığını arama, yanlışını bulma ve ilân etme konusunda çaresiz kalıyorlardı; zira, bir açığını ve yalanını bulsalardı hemen bütün cihâna ilân edeceklerdi.

 

  1. Can alıcı düşmanlarının, kendisine kılıç çekmiş ve her kötülüğü yapmış hasımlarının zamanla birer birer eriyip dize gelmeleri ve O’nun dairesine katılmakla müslüman olmaları da O’ndaki doğruluğa, günahsızlığa ve yüksek zekaya ayrı bir delildir. Safvan, Ebü Süfyan, Amr ibnü’l-As, Halid, Ikrime, Hind ve Vahşi gibi en amansız hasımları ve daha niceleri sonunda hakkâniyetine boyun eğmiş ve hakkın devamlı savunucuları olmuştur.

 

  1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve iddiası paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez. Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikâl ettirmeğe çalışırız. Insan, düşünce ve davâsını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri yaymak için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücadele ettiklerine bütün dünya tarihi şahiddir. Oysa, Nebiler Sultanı (sav) davâsını anlatmaya 40 yaşında başlamıştır:

Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu…

 

  1. Bir insanın, çeşitli başarılar, zaferler, mali imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. Işte, O’nun Peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet O’nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?

 

17.Simâ, anlayan ve görebilen için rühun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimizin hakikat fışkıran nurlu simâsını gören yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, daha ilk görüşünde “Bu yüzde yalan yoktur” diyerek imân etmiştir.

 

  1. 18. Şayet Peygamberimiz (S.A.V.) davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihâna ilân ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan arzularına ulaşacaklardı.

19.Bir şeyin sunisi, taklit ve yanlışı, hiç bir zaman hakiki ve fıtri olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban vâliyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele Peygamberlik gibi bir mevzuda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.

 

  1. Insanın, yaratılış icâbı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, 0 Zât (sav), Peygamberlik gibi çok büyük bir davâ adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?

 

  1. Hele bu Zât ümmi ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zeki, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve söz sanatında seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât’ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?

 

  1. Insan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenice fikir münazarası şeklinde karşılıkta bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat, bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele rûhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hadiseler karşısında bile, davâsından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O’nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.

 

  1. Bugün pek çok insan görürsünüz ki; sözgelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için anlayış ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği haşa! bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!

 

24.Önemli olan bir davâ ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, davâsına mükemmel bir örnek olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem ve kanun koyucular vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı kabul görmemiş, davâ ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimi, heptenci ve sadık taraftarlar bulamamışlardır. “Namaz kılın” diyen O Zât’ın kıldığı namazlara, “zekat verin” diyen O Zât’ın hayır verdiği mallara, “oruç tutun” diyen O Zât’ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât’ın haram karşısındaki tavrına bakın!..

 

  1. 25. Insan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30’undan sonra adeta meleke haline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalp ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek, cild değiştirme kadar zordur. Şimdi, iki cihan güneşi Efendimiz (sav)’e bakalım: O’nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -haşa!- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar yerleşmiş ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeğe başlaması düşünülebilir mi?

 

  1. Yalancı, sahtekâr ve ciddiyetsiz bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını fedâ edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât’ın çevresinde, onca sıkıntılara rağmen bir araya gelmiş Sahâbe’ye, sonra Tabiîn’e, sonra da asırlar boyu O yüce insana gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliya ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu büyük insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, yalan birşey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?

 

  1. Evet, O’ndan başka birinin O’nun davâsı ve özellikleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü, bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah’tır. “Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir süre getirin…” (Bakara, 2/23) şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.

 

  1. Ve nihâyet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah’a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah’ın kelâmı olarak gösterebilir?

 

  1. Güzel ahlak çekirdekler halinde insanın yaratılışında gizlidir. Temiz yaratılışın görünümü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve rûhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlak kendine has ortamda beslenir. Şimdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O’nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O’na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât’ın mürebbisi? Cevabını, kendi sözleriyle verelim: “Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!” demiştir.

 

  1. Iyi veya kötü ahlâkın gelişmesinde vasatın, çevrenin ve toplumun te’siri de oldukça önemlidir. Şimdi, O’nun yaşadığı asırda, Mekke’ye gittiğimizde, insanların vahşette canavarları geçtiğini, haksızlığın, zulmün, fâiz ve sömürünün kol gezdiğini, kızların diri diri toprağa gömülüp kadınların esir pazarlarında satıldığını, çocuklara baba bulmanın zorlaşıp, ka’be çevresinde kadınların çırılçıplak dolaştığını görürüz. Her mahallede bir okulun bulunduğu günümüz şartlarında insanları eğitmenin zorluğunu düşünün, bir de o asırda, o şartlarda en güzel ve en yüksek ahlâka sahip olmanın imkânsızlığını..!
  2. Her peygamber gibi, Peygamber Efendimiz de Sıdk(doğruluk), Emânet(emin), Tebliğ (Allah’tan aldıkları insanlar ailetme özelliği), Fetânet (yüksek zeka ve Ismet (günahsızlık) gibi özelliklere gerçekten en yüksek derecede sahipti.

 

  1. Kendimize, çevremize ve tarih boyunca gelip geçmiş büyüklere ve büyük görünenlere baktığımızda, kendilerinde ancak belli ahlâki güzelliklerin göründüğünü ve güzel ahlâkın her â türlüsünü hemen hemen hiç kimsede göremeyiz.

Kimisi cömerttir fakat, aynı derecede affedici değildir; kimi cesurdur ama, aynı zamanda cimridir. Ayrıca hiç bir ahlâki güzellik hiç kimsede zirve noktasında temsil edilmiş değildir. Oysa Peygamberimiz de, güzel ahlâkın her türlüsü en üst seviyede vardı ve devamlıydı.

 

  1. Bir insanda, birbirine zıt güzel ahlâkın birbirini engellemeyecek derecede bulunması oldukça zordur; yani, insan cömerttir ama, bunu israf derecesine vardırabilir; tutumludur fakat bu cimrilik seviyesindedir. Cesurdur, ama bu cesurluk korkusuzluk noktasındadır. Halbuki Peygamberimiz, bütün güzel ahlâkı en yüce bir şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamış ve hiç bir ahlâkı, zıddının sınırına vardırmamıştır. Sözgelimi, son derece cesur ve celalliydi; ama aynı zamanda son derece mütevazi, halim ve selimdi. Daha da önemlisi, cesâreti kalbleri kırıp dökme noktasına asla varmadığı gibi, tevâzü ve affediciliği de hiç bir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmezdi. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzur verici, metin ve çetin oluşunun yanısıra alabildiğine yumuşak ve merhamet sahibi; dünyaya meydan okurken de kumlar üstünde oturup bir çocukla da sohbet edebilecek kadar mütevâzi idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlâkı hem de en zirvede, birbirine karıştırmadan ve en mükemmel şekilde kendinde toplayan, yaşayan ve ümmetine nümüne olan ancak Peygamberimizdir (sav).

 

  1. Hiç bir insan her sahada, her konuda rehber ve mütehassıs olamaz. Yüzlerce ilim dalının teşekkül etmiş bulunduğu günümüzde, herhangi bir sahada mütehassıs olma yılları almakta, belki bir ömür boyu aynı sahada çalışmak gerekmektedir. Evet, bir insanın hem mükemmel bir tıb bilgini, hem mükemmel bir komutan, hem dirayetli bir idareci, hem bir terbiyeci, hem bir sosyolog hem de bir muallim olması adeta imkânsızdır. Fakat bütün bunlar Peygamber Efendimiz’de hem de en üst seviyede gerçekleşmiş bulunmaktadır. O’nun güzel hayatını okuduğunuzda bunu açıkça göreceksiniz. Ayrıca, değil her sahada, tek bir sahada bile ihtisas yapmak için belli zamana, gerekli araç-gerece ve sakin bir atmosfere ihtiyaç duyulduğu da düşünülünce onun Peygamberliği daha iyi anlaşılır…

 

  1. Peygamberimizin yaşadığı Asra gidin! Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen, hiç bir askeri okul bitirmeyen, üniversiteden mezun olmayan; teleskop ve mikroskopla hiç bir tanışıklığı bulunmayan, hele hele okuma-yazması olmayan O Zât (sav)’ın, her sahada nasıl bir uzman gibi şaşmaz, eskimez, pörsümez, canlı ve ölmez sözler söylediğini, inkılâplar yaptığını, her sahada bir rehber ve mütehassıs gibi emniyet ve rahatlık içinde konuşup hareket ettiğine bakın!. Daha da önemlisi, bütün bu ihtisas isteyen işleri yaparken sermaye olarak sadece 23 sene gibi kısa bir zaman dilimini kullandığını, hayatının hemen tamamını çile ve ızdırap içinde, muharebe meydanlarında, toplumun işleriyle haşir-neşir olarak ve ailelerini de en mükemmel şekilde idare etmeyi ihmal etmiyerek, en mükemmel ve en son Din’in hem de asırlar sürecek prensiplerini yaz’ ederek, cihana hükmedecek bir sistem kurup yerleştirirken evet böylesi ağır şartlar altında nasıl olmuş da her sahada hakimâne söz söyleyebilmiş..!

 

  1. Doktor, hastaya ve hastanın durumuna göre ilaçları değiştirir ve ilaçların dozajında da gerekli ayarlamalarda bulunur. Insan da, diğer insanlara karşı davranışlarını, huylarını, âdet ve alışkanlıklarını ayarlama ve hesaplama durumundadır. Ahlâki davranışlar, zaman ve zemine, makamın keyfiyetine ve muhatapların durumuna göre farklılıklar arzeder. Çoğu zaman davranışlarımızı yerine göre ayarlayamaz ve hatalar yaparız. Meselâ, bir valinin emrindeki kişilere makamında göstermesi gereken vakar ve ciddiyeti evinde de göstermesi kibir ve kendini beğenme olur. Insanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhameti muharebede düşmana gösterdiğimizde, kendi insanımıza karşı zulüm ve merhametsizlik etmiş oluruz. Eğitim adına, muhatabın durumunu, seviyesini ve şartları dikkate almadan bütün doğruları sıralayıvermek eğitim olmadığı gibi, sıraladığımız doğrular adına da hem bir ihânet, hem de cinâyettir. Aleyhissalâtü vesselâmın bütün söz ve davranışlarını tek tek incelediğimizde, O’nun, yer, kişi, mevki, zaman ve şartlara göre söz ve davranışlarını bütün inceliklere riâyetle nasıl ayarladığını ve bu sahada en ufak bir falso vermediğini görürüz. Bu da, O’nun (sav) peygamberliğine açık bir delil teşkil etmektedir.

 

  1. Diyelim ki, her durumda söz ve davranışlarınızı ayarladınız; iradenizin gücünü göstererek hareket biçiminizi tayin etmeğe muvaffak oldunuz. Fakat, çok defa insan hem âni hem de isabetli düşünmeye, karar vermeye imkân bulamadan karar verme mecburiyetinde kalır. Meselâ, bir savaşta sahasında hemen karar verme durumunda kaldığınızda oturup uzun boylu düşünmeğe kalkmanız, büyük bir mağlubiyete ve felâkete sebep olabilir. Sonra, çok defa âni verilen kararların, neticesi düşünülmeden sarfedilen sözlerin ve hesaplanmadan atılan adımların insanı içinden çıkılmaz durumlara soktuğu çok vakidir. Öyleyse, konuşurken, bir iş pânarken, gelecekteki hâdiseleri, olası zorlukları ve karşılaşılabilecek güçlükleri hesaba katma mecburiyeti vardır. Şimdi düşünün; vereceğiniz kararlar, atacağınız adımlar ve söyleyeceğiniz sözler yalnızca birkaç gün, hattâ bir kaç ay, bir kaç yıl, ya da bir kaç asır ötesini değil, Kıyamet’e kadar gelecek bütün zamanları ilgilendiriyorsa, o zaman ne yaparsınız? Evet, her sözü, her davranışı ve her adımı asırlar boyu her devrin, her anlayışın ve her seviyenin insanı tarafından kabul görmüş, tatbike çok çok müsait ve en elverişli bulunmuş; karşılaşılan her türlü güçlük ve zorluklara çare olmuş.. ve zaman geçtikçe solup gitmesi bir yana, daha da tazelenip yenilenmiş, güçlenip çağın üstüne çıkmış bu insan peygamber değil de ya nedir..?

 

  1. Toplumun temel öğesi olan “üstün insanı” yetiştirmek için, her şeyden önce yetiştiricinin müstesna, mükemmel bir ahlâk ve kabiliyete sahip olması gerekir. Bundan başka, yetiştirici, ele aldığı ferdin yaratılış kanunlarını, fıtratını, psikolojik yanını, ruhi yapısını, istidat ve kabiliyetlerini, kültür ve anlayış durumunu, his dünyasını, duygularını, kafa ve düşünce özelliğini, meyil ve ümniyelerini, za’f ve zayıf taraflarını, sosyal mevkiini ve bütün bunlardan daha önemli olarak da istikbâlde kazanacağı hususiyetleri, muvaffak ve verimli olabileceği sahaları, kısaca bütün yönleriyle insanı bir kitap gibi okumak ve anlamak mevkiindedir. Sonra, bu tanıma ve tahlil de kafi değildir. Muhatabların her birinin bütün bu yanlarını hem de karıştırmadan, unutmadan, zaman ve zemininde, muhataba ve durumuna göre en isabetli kararı vermek, gerekeni söylemek ve en uygun davranışta bulunmak, doğacak neticeleri hesaba katarak kararlar verip fertleri yönlendirmek de oldukça önemlidir.

Bundan da öte, tek tek her kişiyi en iyi biçimde tanıdıktan ve her birine münasip davranış ve konuşma tarzını seçip tesbit ettikten sonra, her bir fertte mevcud kötü ahlak ve alışkanlıkları, en olumlu usüllerle giderme, yan etkilerini ve doğabilecek reaksiyonları hesaba katarak her kişiyi kafa ve kalb ameliyatından geçirip, her türlü habis ur ve mikroplardan temizlemek ve bütün bunlardan sonra, aşağılardan çekip aldığı talebesini, yukarılara yükseltmek için, grafik çizgisini sürekli müsbet yolda seyrettirecek şekilde, en yüce huylarla bezeyip, karşı aşırı uca terketmemek; tıpkı çiftçinin zararlı otlardan temizlediği tarlasına en verimli tohumları saçıp, yeterli ısı ve ışıkla bu tohumlara sümbül açtırması gibi, o insanın görülüp gözetilmesi de hayati ehemmiyeti gerektiren bir başka husustur.

 

  1. Bir insanın inancı sağlam görülebilir; ama ibadetsizdir. Vatanperverlikten bahseder; fakat, rüşvet hastalığından da kendini kurtaramaz. Naziktir, kibardır ne var ki milletin malını korumada hassas değildir. Sonra, her türlü güzel ahlâkı nefsinde toplayabilir; ama bu ahlak, kafa ve kalbine nakşedilip şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası haline gelememiştir. Böyle olunca da bugün kazandığını yarın kaybedebilir.. Bugün sevilirken yarın nefret edilen bir insan olabilir. Şimdi bir insan düşünün ki; inanıyor, inandırıyor; imân etmiş gönülleri ibadetin her çeşidiyle coşturuyor; “ahlâk” diyor yaşıyor, yaşatıyor; sonra da bütün bu şeylerin, tâ mezara kadar hem de aynı şevk içinde devamını sağlıyor. Acaba bu zatın bir kişiliğinden şüphe edilebilir mi? Haşa! Işte, insanlığın O en büyük terbiyecisi (sav)’si bütün bu işleri yapmış ve en mükemmel ferdler yetiştirmiş ve böyle ferdlerden de insanlığın bir defa görüp, belki bir daha göremeyeceği en mükemmel bir toplum meydana getirmiştir. Bu durumda, O nebi olmaz da, başka kim olur ki?

 

  1. Ferdi yetiştirmede önemli olan bir diğer husus da zora başvurmamaktır. Evet, cezai müeyyideler, zorlayıcı tedbirler, askeri ve polisiye güçler ancak bir dereceye kadar etkili olabilir; olabilir ama sahip çıkılıp muhafazasına çalışılan sistem ve değerler adına da gönüllerde nefret hissinin doğmasına yol açabilirler. Bu yüzden, gönüllere girmek, mes’eleyi vicdanlara yudumlatmak, zihinlere ve kalblere nakşetmek ve mümkün olduğunca sevdirmek, savunduğumuz davâ adına ferdleri yetiştirmede esaslı bir yere sahiptir. Evet, sert tedbirler ve müeyyideler belki davâyı bütün yönleriyle hazmettikten sonra geri kusmaya çalışanlara ve kabiliyetlerini köreltenlere tatbik edilebilir. Yoksa, başta ve sonda davâyı ferdlere aşılayıcı ve zerkedici maya ve ilaç, daima muhabbet, şefkat ve müsamaha olmalı.

 

  1. Evet, yüzlerce dalıyla üniversitelerin ve binlerce mütehassısın konusu olan o en kompleks varlık insan unsurunu, Efendimiz (sav)’den daha iyi anlayan, daha iyi yoğurup yetiştiren, zaman ve mekânlara mâl edip örnek kılan ve yetiştirdiği kimseleri medeni milletlere önder ve öğretmenler haline getiren ikinci bir insan göstermek mümkün değildir.

SKalbe ve kafaya yerleşmiş inançları ve hele saplantıları değiştirmenin ne derece zor olduğu ortadadır; hele, 4O yaşını aşmış insanlara yanlış ve bâtıl inançlarını terk ettirmek zorun da zorudur. Ama, Nebiler Sultanı (sav) bu zorlardan zor işi başarmış, çölün vahşi, inatçı, ve kendini beğenmiş insanlarından insanlığın en yüce rehberlerini çıkarmıştır.

 

  1. Peygamber Efendimiz (sav), hiç bir zaman tehdit, cebir, korkutma ve zorlamaya başvurmadan kalblere girmiş, gönüllerin en müstesna yerlerinde taht kurmuş ve bütün şüpheleri giderecek zihinleri iknâ etmiştir. O’nun, hayatı boyunca hiçbir zaman herhangi bir zorlama ve tahakküme başvurduğu görülmemiştir. Kaldı ki, tehdit ve zorlamada bulunmuş olsaydı, getirdiği Din’in asırları aşıp bugünlere gelmesi, hele hele tarihte eşine rastlanmaz bir hızla yayılıp medeniyetlere analık etmesi asla düşünülemezdi. Kelleler koparıp, kalpler parçalayarak hiç bir inanç ve düşünce sistemi yerleştirilemez; yerleştirilse bile asla uzun ömürlü olamaz. Baskı ve zora başvuranlar, kurdukları düzenlerle birlikte yıkılıp gitmiş ve tarihin kara sayfalarında kalmışlardır.

 

  1. Herhangi bir davâ ile ortaya çıkan kimseler, çoğu defa muhataplarına iktidar, saltanat, makam, mevki, mal, mülk gibi çeşitli dünyevi vaadlerde bulunurlar. Hayatı boyunca yokluk, açlık, çile ve ızdıraptan başka bir şey görmeyen Nebiler Sultanı(sav), bırakın böyle vaadlerde bulunmayı, Mekke’de kendisine defalarca yapılan bu türlü va’dleri bizzat reddetmiş sadece, “Allah’ın rızâsı ve Cennet” demiştir. Bakın çevresindeki halkaya; zekât ve sadakanın kendilerine yasak olduğu aile fertlerine; değirmen çeke çeke yorulan kollarıyla kendisine bir kolye bile takma izni verilmeyen kızı Hz. Fatıma’ya ve yokluğu varlığa, hiçlik ve tevazu şöhrete, ahireti dünyaya ve fakirliği zenginhiğe seve seve tercih eden hidayet yıldızları Sahabilerine!

 

  1. Da’vasında samimi ve gerçekten peygamber olmayan bir insanın, bırakın düşmanlarının bile gönlüne girip, doğruluğuna onları inandırması, dostlarının kalblerini kazanıp desteklerini görmesi, hatta dost bir çevre edinmesi bile imkansızd ir. Halbuki, Aleyhissalatü vesselam Efendimiz, hiç bir zorlamaya başvurmadan şefkati, meahameti, muhabbeti, müsamahası ve affediciliği ile yalnızca dostlarının değil, Ebü Süfyan, Ikrime, Halid, Vahşi, Hind, Amr ve Safvan gibi kendine kılıç çekmiş düşmanlarının bile kalblerini fethetmiştir.

 

  1. Bir okulda öğretmen veya bir müessese başında idarecisiniz. öğrencilerinizin veya idareniz altındaki kimselerin gönüllerine girmek, mesajınızı onların kafalarına, kalplerine işlemek, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak, her çeşit hakarete, maddi-ma’nevi zarar ve tehlikelere sabırla göğüs germek niyetindesiniz. Şimdi, kendinizi, kalbinizi ve hislerinizi şöyle bir yoklayın: Muhataplarınız, Yanınızdan geçerken yüzünüze bir tükrük atsalar, Siz secdedeyken başınıza işkembe geçirseler, Zaman zaman tokat atsalar, Yollarınıza dikenler koyup, taşlar dökseler, Köşe başlarında ellerinde silahla sizi bekleseler, Halkın içinde sizinle alay edip, küçük düşürseler, Ailenize en büyük iftirayı etseler, En yakınlarınızı paramparça doğrayıp, ciğerlerini çiğneseler, Defalarca üzerinize asker gönderip, arkadaşlarınızı öldürseler ve sizi değişik yerlerinizden yaralasalar, Sizi öz yurdunuzdan çıkmaya mecbur etseler… Acaba ne yaparsınız?

Dayanıp, sabır ve tahammül gösterebilir misiniz? En ufak bir tereddüde düşmeden yolunuza devam edebilir misiniz? Afv ve müsamaha ile karşılık verip, muhabbet, şefkat ve merhametinizi sürdürebilir misiniz? “Ya Rabb, bilmiyorlar, onları affet ve doğruya ilet” diye duada bulunabilir misiniz? Hatta gökleri ve cenneti gezip

en büyük ni’metleri tattıktan sonra yine onların arasına dönebilir misiniz? Evet, her türlü hakaret ve işkencelere karşı hiç sarsılmayan ve hiç eksilmeyen o merhamet, muhabbet, şefkat ve müsamahasıyla en vahşi insanları, örnek insanlar haline getiren Peygamberimiz değil de kimdir?

 

  1. Sahabe’nin hayatını incelediğinizde, 0 Zat (say) ve getirdiği Dinin uğrunda nasıl ölüm aradıklarını, muharebe meydanlarında nasıl ölümü gülerek karşıladıklarını ve dünya hayatını nasıl hafife aldıklarını görür ve 80’lik ihtiyarından çocuğuna, erkeğinden kadınına şehid olma yolunda nasıl yarıştıklarını müşahede edersiniz. Ölümü bu ölçüde sevdirecek, arattıracak ve peşinden bir mecnün gibi koşturacak bir mes’elede sahtelik düşünmek, ancak doğruluğun ne demek olduğunu bilmemek demektir.

 

  1. Bir da’vayı sürükleyip götürmede, onu omuzlayacak elemanları yetiştirmek elbette çok mühimdir. Ancak en az onun kadar mühim olan bir başka konuda de, bu elemanların her türlü sıkıntı, bela, ızdırab ve çilenin sel olup üzerlerine geldiği bir zamanda sabır, sebat ve tahammülle yerlerinde kalmalarını temin edebilmektir. Tarih, bu gibi durumlarda meydana gelen nice çözülme ve dağılmadan bahseder. Halbuki aynı tarih,

Sahabinin sadece sabır ve sebatlarını kaydetmekted ir.

 

  1. Doğru ve dürüst insanlar; sevgi, saygı ve hürmetlerinde gayet samimi ve yürektendirler. Bunların sevdiği insan hakikaten o sevgi ve hürmete bizzat layık insandır. Ve eğer bu sevgi halesi devamlı ve ebediyete namzetse, sevilen şahsın büyüklük derecesi de o kadar fazladır. Milyonlarca ve milyarlarca insanın sevgisinin odak noktası haline gelen Allah Resulü (say) gelmiş ve gelecek bCıtün insanlar arasında en çok sevilendir. Bu da ancak O’nun Peygamberliğindendi. Şayet Peygamber olmasaydı 0 yine sevilecekti ve sevilmektedir. Fakat o zaman bu sevgi ebediyet mührüyle mühü rlenmeyecekti.

 

  1. Bir muallim, bir hoca, bir idareci veya bir baba olarak, küçüklerimizin ve çocuklarımızın zaman zaman sorduğu zekice sorular karşısında bocaladığımız olmuştur. Ayrıca, değişik kültür ve anlayıştaki kimselere vereceğimiz cevapların, o şahsın durumuna göre değişeceği de açıktır. Böyle durumlarda çok defa karşımızdakini ikna edemez ve gidip araştırma, kaynaklara bakma lüzümunu duyarız, fakat, yine de her suale gerektiği cevabı veremeyiz. Sonra, cevabı nı verebildiğimiz sorular da genellikle kendi sahamızı ilgilendiren konulara aittir. Halbuki, Allah’ın Resülü (say), okuma-yazması olmadığı halde yahudilerin bütün sorularına cevap veriyor, ayrıca bedevilerin ve her seviyeden Ashabı’nın sorularını da, zihinlerini ikna edecek ve kalplerini doyuracak şekilde cevaplandırıyordu. Bu öyle bir cevaplandırmaydı ki, aynı konuda gelecek

asırlarda da her seviyede hasıl olacak şüpheleri gideriyordu. Sözgelimi, altı ay gece, altı ay gündüzün hüküm sürdüğü kutuplarda nasıl namaz kılınacağı, daha o zamanın insanına verilen cevapla halledilmiş oluyordu. Bu şekilde, hem bugüne, hem yarına ve daha da yarınlara ve hem de her seviyeye göre cevap vermek, ancak Peygamber olan bir Zat (sav)’ın başarabileceği bir iştir.. ve 0, bunu ayıkıyla başarmıştır.

 

  1. Basiret ve ileri görüşlülük, çok az insanda biılunan vasıflardır. Ileriyi görme, çevresindeki kişileri bütün husüsiyetleriyle çok iyi tanıyıp keşfetme, sahip oldukları kabiliyetleri sezerek, her birini karakter ve kabiliyetine en uygun ve en verimli olabileceği sahada çalıştırma ve “olmadı, tutmadı” diyerek değiştirme ihtiyacı duymama, son derece derin ve isabetli bir kavrayış, seziş ve tanıyışın ifadesidir. Hele bu seziş ve kavrayış bütün ömür boyunca hiçbir falso göstermeden hep devam edebilmişse, o şahıs deha derecesinde bir fetanete sahip demektir. Ve hele bu meziyet bütün bir hayatı ihtiva edecek çapta şümüllü ise, artık o bütün bütün harika olur. Işte Allah Resülü’nün ileri görüşlü, basiret ve dirayeti bu sonuncu kısma dahildir. O’ndaki bu hasletler bütünüyle harikuladedir.

 

  1. Bir insana, bir toplumda yerleşmiş olan adet ve alışkanlıkları terkettirmek oldukça zordur. Bırakın içki, kumar, fuhuş, rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık ve cinayet gibi kötü alışkanlıkları, bugün bir sigarayı bile insanlara bıraktırmak çok büyük bir başarı addedilmektedir. Vaizler şiddetle üzerinde durduğu ve ilim adamları zararlarını anlata anlata bitiremedikleri halde, sigara gibi içki

de, kumar da bıraktırılamamaktadır. Öteye gitmeye ne lüzüm var; bizzat kendimiz, yerine göre üç öğün yemeği ikiye indirebiliyor, lüks meşrubatı, hatta çay ve kahveyi ve giyeceklerimizdeki çeşitliliği terkedebiliyor muyuz? Bir de o Nur Asrı’na gidelim: Kendisi hakim ve hükümdar olmadığı, hiç bir tahakküm ve zorlamaya başvurmadığı ve zaten tahakküm ve zora başvurma imkanına da sahip bulunmadığı halde, adet ve alışkanlıkları damarlarına kadar işlemiş, inafçı, mutaassıp, vahşi ve geleneklerine son derece bağlı büyük ve çok çeşitli kavim ve kabilelerden, küçük bir kuvvet, az bir gayret ve çalışma ile ve gayet kısa bir zamanda bir değil, beş değil, belki onlarca, hatta yüzlerce adet ve alışkanlığı 0 Zat (sav)’ın nasıl kaldırdığına şahid oluruz. Bunun da ötesinde, kaldırmakla kalmayıp, adeta serum verme rahatlığı içinde bunların yerine her türlü güzel ahlakı nasıl zerkettiğini görürüz. Evet, yukarıda zikredilen icraatın sahibi olan 0 Zat (say), tarihin bir kere daha eşini kaydetmediği tek simadır.

 

  1. Üç yıl birbiriyle küs iki kardeşi barıştırmak istiyorsunuz. Veya birbiriyle kavga etmiş iki komşunuz var; aralarını bulacaksınız. Yahut siyasi ve ideolojik sebeplerle fertleri birbirine kurşun sıkmış bir cemiyetle karşı karşıyasınız. Yahut da, yıllarca süren kan davalarının paramparça ettiği bir cemiyetin içindesiniz… Evet, bütün bu durumlar karşısında barış, kardeşlik ve insanca bir arada yaşama nasıl temin edilebilir? On dört asır öncesine, O’nun asrına bakacak olursak: Vahşi çölde karşımıza bitmez kabile kavgaları, oymak çatışmaları, sülale

rekabetleri, kan davalarının ikiye böldüğü kardeş boyları ve bir an evvel haram ayları çıksın da kavgayı başlatsınlar diyen harami çekişmeler çıkacaktır. Yine, kadınların adi bir mal gibi pazarlarda satıldığını, birer şehvet oyuncağı haline getirildiğini ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğünü göreceğiz. Bundan başka, zayıfların ve fakirlerin alabildiğine ezildiğini, piyasayı faiz, ihtikar ve karaborsanın preslediğini, kan, soy ve kabilesine göre insanlara değer biçildiğini, her türlü suistimalin alabildiğine yaygınlaştığını ve kuvvetin kanun haline geldiğini müşahede edeceğiz. Şimdi, bir de, o ümmi (okuma yazma bilmez) Zat (sav)’ın böyle bir ortamda, yirmi üç yıl gibi kısa bir zamanda, o vahşi kabileleri nasıl medenileştirdiğine, o canavarlardan nasıl karıncayı öldürmekten çekinen merhamet ve şefkat timsalleri çıkardığına; birbirlerinin malını talan eden insanları, nasıl malının yarısını kardeşine seve seve veren ve kendisi açken kardeşini doyurmak için kaşığını çorba kasesine boş getirip götüren melek-misal insanlar haline getirdiğine dikkat edelim… Acaba, bu müthiş gerçekleştiren peygamber olmaz mı?

 

  1. Her zaman ve her mekanı içine alacak, her ferdin her meselesini halledecek, çeşitli kesimlerin her türlü problemini çözecek ve bütün hayatı bütün yönleriyle kucaklayabilecek solma, sönme, pörsüme, zaman aşımına uğrama, yetersiz kalma ve yeniden düzenlenme gibi noksanlıklardan uzak, güzellikleri; bir adam, bir çocuk, bir köle ve bir kadınla başlatıp 23 yıl gibi çok kısa bir zamanda yerleştiren bir Zat (sav)’ın nebi olması niye yadırgasın ki!

 

  1. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyesiyle milyonlarcanın hayatına modellik yapan; binlerce kitapla anlatılıp, hafızalarda, gönüllerde silinmemecesine yer eden; Zatında, inkılaplarında ve getirdiği prensiplerin hiç birinde, en ufak bir eksiklik, yanlışlık ve isabetsizlik gösterilemeyen, günde beş defa yeryüzünün dört bir yanında ismi bütün cihanlara ilan edilen ikinci bir insan göstermek mümkün değilse ki değildir o zaman, niçin peygamberliğine itiraz olsun ki.

 

  1. Yerli-yabancı, dost-düşman, ölmüş-sağ çok sayıda ilim adamı ve düşünürün kitapları O’nun şahsı, ahlakı, müşkilleri çözmedeki başarısı, getirdiği prensiplerin mükemmelliği ve günümüz insanının O’na olan ihtiyacı gibi konularda takdir ve hayranlıklarla doludur.

 

  1. Bir insanın, bırakın gelecekle ilgili hadiseleri, içinde yaşadığı vak’aları bile bütün yönleriyle en ince noktalarına kadar inceleyip anlatması öyle kolay bir mesele değildir. Içinde yaşadığımız zamanla alakalı hakikat bu iken, en büyük politikacı, sosyolog ve dahiler dahil, kim 50-100 sene sonrası için kesin ifadelerde bulunabilir? Bu mevzüda yapılsa yapılsa, sebep-netice prensibine, bir takım tarihi kanunlara ve tecrübelere dayanılarak bazı tahminler yapılabilir.
  2. Insan, yaratılışı icabı peşin ücrete arzulayıp istekli olduğundan, ne kadar doyurucu ve çok olursa olsun, gelecekle ilgili va’dler kendisini harekete geçirmeğe kafi gelmez.. ve gelecekteki Cennet’in ebedi lezzetlerini dikkate almayıp, elindeki çocuk oyuncağı türünden lezzetlerin kurbanı olur. Işte böyle bir insani tabiata karşı Efendimiz (say), hiç bir peşin va’dde bulunmadan ölüm ötesi Cennet ve Ahiret va’diyle insanların gönlüne girmiş, onları harekete geçirmiş ve hayatlarını buna göre tanzim etmelerini sağlamıştır. Peşin ücrete alışık insanı

bu tarz bir va’d ve geleceğe ait müjdelerle yönlendirmek, yine peygambere has bir keyfiyet olsa gerektir. 0 (sav)’nun gelecekle ilgili va’d ve müjdelerine inanıp, hayatlarını buna göre tanzim eden ve dünya hayatını değersiz görecek peşin ücretlere aldanmayanlar, yalnızca Sahabe’yle de sınırlı kalmamış; on dört asırdır O’nun izinden yürüyüp, getirdiği prensiplere aşık olanlar da, tıpkı ilkler gibi öbür dünya adına bu dünyayı feda etmekle hem O’nun hakkaniyetini kabul ve teslim etmiş, herri de geleceğin mutlaka geleceğini ve gelecek adına 0 Sultan (say) ne söylemişse aynen olacağını bilfiil ortaya koymuşlardır.

 

  1. 58. Tarih bilgisi kuvvetli, olup biten hadiselerden ve tecrübelerden istifade etmesini bilen ve geçmişi iyi değerlendirme güç ve kabiliyetine sahip ileri görüşlü insanlar, gelecekle ilgili tahminlerde bulunabilirler; fakat, bunlar emareleri belirmiş ve dolayısıyla ‘gayb’ olmaktan çıkıp, ‘Şehadet’in sahasına girmiş olan, hava tahmin raporları ve anne karnındaki ceninin durumunun bilinmesi gibi tahminlerdir. Halbuki, Efendimiz (sav)’in haber verdiği gelecek, hiç bir emaresi olmayan, işaret ve ön alametleri ortaya çıkmamış, hatta çıkmak şöyle dursun, evcut şartlarda gerçekleşmesi hiç de mümkün görülmeyen gelecektir. Böyle bir gelecek hakkında kesin beyanlarda bulunmak, ancak Allah’ın bildirmesiyle izah edilir. Olayları peygamberimiz bildirmişti.
  2. Efendimiz (say), gelecekle ilgili haberlerinde hiç bir zaman “zannederim, umarım, tahmin ederim, belki, büyük ihtimal” gibi şüphe ve zan taşıyan ve aksi de çıkmaya muhtemel ifadeler

değil, daima “olacak, göreceksiniz, yapacaksınız” şeklinde tamamen net ve kesin ifadeler kullanmıştı r.

 

  1. Bir insanın, bizzat yaşamadığı, tecrübe etmediği, meslek hayatında karşılaşmadığı ve sahasına girmeyen konu ve mes’elelerde gelecek adına konuşması mümkün değildir. Oysa, Efendimiz (say) peygamberliğinden önce ne bir ordu teşkil etmiş ne bir muharebe yapmış, ne bir cemiyet teşkil etmiş; ne bir devlet kurmuş ve ne de büyük fetihlerde bulunmuştu. Böyleyken, 0, daha sonra hem her sahada rehber olmuş, hem de gelecekle ilgili kesin ihbarlarda bulunmuştur; bu da, ancak peygamberlikle izah edilebilecek ayrı bir husustur.

 

  1. 61. Gelecek hakkında sadece tahminde bulunulur, geçmiş hadiseler ise akılla değil, nakille bilinir. Ortada yazılmış kitaplar, tarihi vesikalar, kazı lardan elde edilen dökümanlar ve araştırmalar olmadan geçmiş hakkında nasıl söz söylenebilir. Oysa, Efendimiz’in her şeyden önce böylesi vesikalardan faydalanacak okuma-yazması yoktu. Ikinci olarak, kendi devrinde, ne günümüzdeki gibi ilimler gelişmişti, ne de ortada döküman ve vesikalar vardı; sonra, kazı zaten söz konusu değildi. Bu durumda, O’nun gelecek gibi, geçmiş hakkında da verdiği kesin bilgiye peygamberliği değil de, ya neyle izah edeceğiz?

NETCE: Ümmi okuma yazma bilmeyen bir Zat’ın geçmiş ve gelecekle ilgili, hepsi de doğru haberlerini öğrendikten sonra, 0 Zat (sav)’ı peygamber kabul etmeyen ve muhabbet beslemeyen insan şu iki şıktan birini tercih etmek zorundadır.

Ya 0 Zat, insanüstü keskin bir zeka, nazar, firaset ve alabildiğine geniş ve tesirli bir dehaya sahip olup, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi görüp bilmekte; bütün zamanları, en ufak bir sapma ve yanılma ihtimali bulunmadan kucaklamakta, keşfedip tanımakta, doğu ve batısıyla, karaları ve denizleriyle bütün mekanları santim santim görüp seyretmekte ve her hadiseyi, her olup biteni ve olacağı teferruatıyla aynı anda temaşa edip unutmadan ve karıştırmadan hafızasında tutup nakletmektedir. Bu vasıfIar ise ancak Allah (cc)’ta bulunur.

  1. Ya da 0 Zat (say), bütün zamanın ve mekanın yaratıcısı ve Rabb’i, sahibi olan Allah (cc) tarafından gönderilmiş ve O’nun tasarrufu altında birer mu’cize olarak bütün bu hallere sahip bir Nebi’dir ve O’nun bütün alemlere rahmet olarak gönderdiği Rasülü’dür. Evet o Allah’ın peygamberidir.

 

 

 

 

KADERE IMAN

 

Soru    1: Kader hakkında kısa bilgi verir misiniz?

Cevap 1: Lügat açısından kader denince; miktar, ölçü, biçime koyma, şekillendirme gibi manalar akla gelir. Her şeyin güzelliği ve mükemmelliği ölçüye dayanmaktadır. Mesela, bir elbisedeki güzellik, kumaşı bir terzinin ölçüp biçip dikmesi neticesinde ortaya çıkar. Elbisedeki nizam ve ahenge dikkat eden her insan, onun arkasındaki planı ve ölçüyü aklıyla görebilir. Bakışlarımızı elbiseden çekip, onu giyen insana baktığımızda şunu görürüz: Insanın bütün organlarının en güzel şekilde, yerli yerinde, gereken miktar ve büyüklükte yerleştirilmesi de bir kaderi, bir plan ve programı göstermektedir. Misaldeki elbise gibi, insanın maddi vücudu da bu şekil ve güzelliği kendi kendine kazanmış değildir; bunlar bir plan ve programdan, yani Ilâhî kaderden (bilgi, plan, ölçü, program, denge) gelmektedir. Evrende bu manada çok geniş dairede bir kader (bilgi, plan, ölçü, program, denge) vardır. Hiçbir şey onun dışında kalamaz. Atomda gizli dört kuvvet (nükleer güç, elektromanyetik güç, zayıf güç, çekim kanunu), hücrelerde, dokularda (kas,kemik, kan), organlarda  (kalp, böbrek, ciğer, beyin), sistemlerde (dolaşım, solunum, sindirim, sinir), top yekûn insanda, dünyada, güneş sisteminde, Samanyolu sisteminde ve tüm evrende yukarıdaki tarifi içeren hususlar bilim adamlarının yıllarca incelemesi sonunda kesinleşmiş kaderî kesitlerdir. Beş bin yıldan beri bilim adamları var olan bu düzeni, planı, bilgi ürünlerini incelemektedir. Hiçbir sanatçı plan, proje yapmadan eserini meydana getirmez. Canlıların hücre çekirdeğindeki kader (bilgi, plan, ölçü, program, denge) inkarı mümkün olmayacak kadar açıktır. tv’ler  bir solucanın DNA ‘sın da milyonlarca kelimeden oluşan binlerce sayfalık kitap olduğunu daha yeni açıkladılar. Görülüyor ki Allah’ın (cc.) kaderi bütün eşyayı kuşatmış. Ilmi ezeli ve ebedi olduğu için hiçbir şey ilminden gizli kalmamış. Kadere karşı çıkmak; eşyada düzen yok, plan yok, ölçü yok, yapan yok anlamına gelebilir. Bu ise ilme aykırıdır. Gelecek açıklamalarda kaderin modellere (atom ve bütün eşya, insan, cin) göre yansımalarını göreceğiz.

 

Soru   2: Kaderle ilgili Kur’an ayetlerinden örnekler verir misiniz?

Cevap 2: a) “Gayb’ın anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde olan her şeyi, düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mubîn” (Apaçık bir kitap) dedir”. (En’an suresi: 59)

  1. b) “Gökte ve yerde gizli hiç bir şey yok ki apaçık bir kitapta bulunmasın” (Neml suresi:75)

 

Soru   3: Kader konusunda hadislerden bir kaç tanesini yazar mısınız?

Cevap 3: a) “Allah (cc.) gökleri ve yerleri yaratmadan elli bin sene evvel mahlukatın kaderlerini (bilgi, plan, ölçü, program, denge) tayin ve tespit etmiştir.” (Müslim; Kader bahsi 16. hadis.)

­ Buradaki zaman hangi ölçülere göre bilemiyoruz. Çokluğu ifade için olabilir. Evren yaratılmadan önce; binalar yapılmadan önce planların yapılması gibi, her şey ölçülmüş biçilmiş tayin ve tespit edilmiştir.

Soru   4: Kader konusunu iyice kavramak için nasıl bir yol izlemeliyiz?

Cevap 4: 1.    Allah`ın icraatlarını nasıl yaptığını,

  1. Allah`ın ilminin kavranması,
  2. Insan ve cin dışındaki varlıkların bağlı bulundukları prensiplerin,
  3. Kaderin insana bakan yönünün bilinmesi lazım.

 

Soru    5: Allah’ın (cc.) icraatları nasıldır?

Cevap 5: Bu konuyu kavramak için iş yapanın (icraatçı) işi yaparken takip edeceği metodun bilinmesi lazım. Bu da iki türlüdür.

  1. a) Maddi temasla icraat (iş yapma): Dokunarak yapılan icraat. Maddidir ve çok zordur. Bir Tugaydaki askerleri yatırıp kaldırmak için maddi ve temasla icraat yapmaya kalksak çok zorlanılır. Uzun zaman alır, düzen bozulur. Her birini ensesine dokunarak yatırıp, kolundan tutarak kaldırmak lazım gelir ki bu günleri alır. Bu icraat çok zordur, belirli şartlan gerektirir.
  2. b) Nurani ve kanuni icraat: Bu icraatta temas yoktur, kanun vardır,düzen vardır. Bir bakıma kanunun yapısında madde olmadığı için nurani diyoruz. Bu icraat çok kolaydır. Böyle bir icraatta birle, bin, hiç fark etmez. Bazı örneklerini verelim; ­

1) Ses : Bir tabur askere yat deyince yatar kalk deyince kalkar sanki bu hâdise saniyeler içinde olur. Bu taburun 5 bin kişi olması ile 500 bin kişi olması arasında fark yoktur. Bakınız, iş kanuni icraat olunca ne kadar kolaylaşıyor. Hatta günümüzde ses dalgalarına duyarlı cihazlar sesle kumanda edilerek istenen işlevleri yerine getirebilirler. Örnek olarak sesle açılan kasa kapıları, bir şifreleme metodu olarak kullanılmaktadır. Yani açıl diyorsunuz ve sadece size açılıyor. Buradaki icraat emirle oluyor, kanunla oluyor.

2) Elektriğin icraatı: Elektrikte kanuni icraat yapar. Şartele dokununca milyonlarca lambada aynı anda yanar, dev fabrikaların çarklarını çevirir. Teypte ses olur, tv.’de görüntü olur.

3) Hava unsuru: Bir odada deney yapalım; yüzlerce alet koyalım ve çalıştıralım, hiç birinin frekansı öbürünü engellemez. Adeta iç içe icraat yapar. Bir ile bin fark etmez. Binlerce tv.’yi bir gösteri salonuna koyalım hepsi farklı kanalı gösterir. Karışma olmaz. Kolaylık olur.

4) Güneşin icraatı: Güneş de icraatını adeta kanun ve düzen içinde yapmaktadır. Gezegenleri dokunarak temasla döndürmez. Bir tane olduğu halde içinde bulunduğu yarı kürede icraatlarını nurani yapar, sıfatlarıyla (özellikleri) her tarafı kaplar, her yerde adeta bulunur. Birle bine, milyona, milyara hakim olması zor değildir. sısı ile milyarlarca mahluku ısıtır. şığı ile milyarlarca mahluku ışıtır, renk ayarlaması ile milyarlarca eşyayı kavrar. Bunu biz görüyoruz. Bu mesele hem ilmidir, hem de somuttur. Bunun nedeni güneş, yarı kürede bulunan eşyanın tümünü kavrıyor. 06 AB 140, 55 KL 160, 61 VR 165 plakalı arabalar Ankara, Samsun­ ve Trabzon’u temsil ediyorlar. Bunlar birbirlerine göre geri (mazi) ileri (istikbâl) gibi olabilirler. Ankara’daki şoföre telefon edip hemen Samsun`daki 55 KL 160 plakalı araçla ilgili bilgi istesem, araya zaman-mekan duvarı girdiğinden bilgi veremediğini söyler. Diğerleri de birbirleri için ayni mazereti söylerler. Ama bu telefonu faraza güneşe yöneltsek, daha cümlemiz bitmeden hemen üç araba hakkında en ince teferruatına kadar bilgiyi verir. Neden?, çünkü Güneş arabaların içinde bulunduğu zaman ve mekanın tümünü kavramıştır, onun için ileri ya da geri yoktur. Şimdi şöyle bir örnekle konumuzu toparlayalım. Güneş ısı, ışık, renk olayı ile içinde bulunduğu yarı küreyi kavrar mı? Kavrar. Bir’e yansıması ile milyar sayıda eşyaya yansımasında bir fark var mı? Ankara ya yüz milyon nüfus koysak veya nüfusu yüz bin’e indirsek güneşe zorluk veya kolaylık olur mu? Olmayacağı açıktır. Güneşle anlaşıp güneşin ısısına bilgi, ışığına görme, renklerine de işitme diyelim. Sonra güneş kavradığı her şeyi bilir mi? görür mü? Her sesi işitir mi? diye sorsak cevap evet-evet-evet olacaktır. Bu güneşin icraatının nurani ve kanuni olduğundandır.

5) Yerçekimi kanunu: Bunun icraatı da temasla değildir. Onun için katı olan dünyayı çeker ve dengeler.

6) Ruh bir kanundur: Ceset maddedir ama ruh 60 trilyon hücreyi dokunmadan idare eder, zorluk yoktur.

7) Görme de kanunidir: Dağlar taşlar katıdır. “Şu dağ büyük göremiyorum” denmez. Dokunarak görülmez.

8)     Psikokinezi (dokunmadan eşyayı kaldırma, kırma, bükme vs. ) de icraat temassızdır kanunidir.

9)     Bütün büyümeler ve gelişmeler: Temasla olmaz, kanunidir. Biz fiziki büyümeyi görürüz.

10)Radyo, radar,  ve tv. ler : Temassız ve kanuni icraat yaparlar. Ses işaretini elektriksel işarete (elektron) bindirerek (modülasyon) kablolar vasıtasıyla çok uzak mesafelere göndeririz. Oraya gidince ses işareti ile elektriksel işaret ayrılır (de modülasyon). Kalan saf ses konuşmak istediğimiz kişiye ulaşır. Burada temas yoktur. Işleyiş kanunu var. Bu kanuna göre fert elektronları kullanmış oluyor.

11) Aklın icraatı nuranidir: Kavradığı eşya maddidir. Dokunmadan eşyayı duyu organlarıyla kavrar.

Bütün bunları düşünürsek, dokunulmadan yapılan icraatın çok kolay olduğu anlaşılır. Işte rabbimiz olan Allah’ın (cc.) icraatları (iş yapması) kanunidir, nuranidir, emrîdir. Bizler evrendeki O’na ait olan malzemelerle dokunmadan icraat yapıyoruz ve kullandığımız malzemeler (atomlar, elektronlar, elektromanyetik dalgalar, fotonlar vs..) üzerindeki mutlak hâkimiyet Allah’a  (cc.) aittir. Bizim yaptığımız iş ise O’nun emrindeki algılayabildiklerimizi çok az kullanmaktan ibarettir.

Işte tüm örneklerde gördük ki nurani icraatlar ve kanuni icraatlar çok kolay ve zahmetsiz. Rabbimizin icraatı da tam nurani,  kanuni ve düzen içinde ve emirledir. Bütün eşyaya hakimdir. Bütün eşya ile onların dilleriyle konuşur. Ben bir taburu bir emirle yatırıp kaldırıyorum, güneş ateş yığını olduğu halde her tarafta icraat yapıyor. Bütün eşyanın temel taşı olan atomlar Allah’ın (cc.) ordularıdır. Benim emrimdekiler beni dinlediği gibi onun orduları onu hayda hayda dinler. Aciz olanın emirleri yerine getirilir de sonsuz gücü olanın getirilmez mi? Evet getirilir. Onun için Quantum fiziğine göre bütün eşyaya her an hareket verilmektedir. Bu da Allah’ın (cc.) “Kayyum” (bütün eşyanın kendisiyle ayakta kalması) isminin yansımasıdır.

Soru    6: Allah’ın ilminin mahiyeti nasıldır?

Cevap 6: Bu izahlardan sonra O’nun ilmi hakkında malumat verelim. Allah’ın (cc) ilmi mazi ve istikbali (zamanın başlangıcından sonuna kadar) yüksekten kavrayan aynaya benzer. Zamanı yaratmıştır. Tümünü kavrıyor. Icraatı ve bilmesi tam nuranidir. Mazi-Istikbâl gibi tabirler zaman çizgisinde ekranize olmuş eşyanın, birbirlerine göre izafi kavramlarıdır. Einstein (Aynştayn) zamanın izafi olduğunu formüle etmiştir. Mesela 1997 yılı 1966’ya göre gelecek 1998’e göre mazi. Yani zaman izafi bir kavram. Bütün zaman nokta gibidir. Allah (cc.) o noktayı tam kavramıştır. Ezeli ve ebedi olma özelliği vardır. Bu ise zaman üstü demektir. Bütün zaman O’nun yanında şimdidir. Eğer zamanın piti karelerinde bir kareyi bilmeseydi cahil olurdu. Allah’ın (cc.) sıfatlarında cahillik yok. Bütün zamanı bilme özelliği olan Rabbimizin  ilminden zaman çizgisinde oluşan şeyler gizli kalır mı? Biz bile 50 yıl sonra olacak olayları (Güneş tutulması gibi) bilmemiz ortadayken, zamanı kavrayan zat için nasıl biliyor diye sorulur mu?

Soru   7: Insan ve cinlerin dışındaki varlıkların bağlı bulundukları prensipler nelerdir? Dinen buna nasıl yorum getirilmeli?

Cevap 7: Iradeye bağlı olmayan işlerde sanatçı nasıl istemişse öyle planlamış. Her şeyi genetik kartına yani DNA molekülüne matematik olarak kodlamış. Hiçbir noktayı eksik bırakmadan yazmış. Açılıma geçme yasasıyla icraat yapıyor. Kudretinin tecellisine sebepleri ve kanunları perde yapmış. Kanunların şuurlu temsilcileri olarak ta melekleri yaratmış. Fiziki olayların oluşu esnasındaki zamanın her aralığına hakim olma yetkisini meleklere vermiş. Iradesi (özgürlüğü) olamayan sanat eserleri şunlardır; atom altı varlıklar, (quant) atom, moleküller, cemâdat (cansızlar), nebâtât (bitkiler), hayvanât (tüm hayvanlar). Bunların aklı olmadığı için özgürlüklerini bize oranla tam kabul edemiyoruz. Melekler, Samanyolu, bizim ve cinlerin iradelerimize bağlı olmayan yönümüz, (cinsiyetimiz, organlarımızın yerleri, beş duyunun sınırları, organlarımızın işlevi, mükemmel bir ruh’un bize verilişi, şehvet-sinir-akıl-nefis duygulan ile donatma, ebede uzanan duygularımız, doyması gerekli binlerce duygunun ruhumuza kodlanması v.s.) . Parantez içindeki özelliklerimiz de diğer eşya gibi Rabbimizin dilediği şekilde olduk. Bunlarda bilginin planın, ölçünün ve düzenin olduğunu görüyoruz. Bu hususla ilgili sanat eserlerinden örnekler sunalım;

  1. Atom altı varlıklar: Bunların planını, boylarını, hareket tarzlarını Rabbimiz yapmıştır. Big­-Bang denen büyük patlama ile sıcaklığı matematik ifadelerle ölçülmeyen yükseklikte; toplu iğnenin başından milyonlarca kez küçük bir noktadan yaklaşık 15 milyar sene önce yarattı. Bu patlama ile açılma ve genişleme yasası (Hubble yasası) devreye girdi. Sıcaklık çok yüksek olduğu için atomlar oluşamadı. 34 dakika 40 saniye geçince atomlar oluşmaya başladı. Bakın, saniye ve saniye proje uygulanıyor. Allah (cc) öyle uygun görmüş. Binaların kalıplarının betonu taşırmadığı gibi kaderin manevi kalıpları da onun belirlediği özelliğin dışına eşyayı taşırmıyor. Yoksa burnumuz fil hortumu kadar olsa ne olurdu?
  2. Atom: Maddenin en küçük parçasıdır. Kendisine ne planı kodlanmışsa onları taşır (elektron, nötron, proton…).
  3. Cansızlar: Hareket kanununa tabi taş, vs.
  4. Bitkiler: Incir ağacı çekirdeğinin içine gelecekte olacak kocaman incir ağacı kodlanmıştır. Binlerce sayfa kitap oluşturacak bilgi vardır. Ne kadar incir vereceği, kaç yaprağı olduğu, geçireceği tüm safhalar planlanmış, yazılmış, adeta bilgisayara bilgi yükleyip açılımını isteyince bütün bilgileri bize vermesi gibi ondaki büyüme kanunu devreye girince fiziki büyümeyi hemen fark ediyoruz. Binlerce defa büyüterek anlayabildiğimiz bir olayı rabbimiz planlamış, ölçmüş biçmiş ve ezeli gücüyle onun çekirdeğine yazmış Chigago (Şikako) Üniversitesinden Prof. Dr. George Beathle bunu tespit etmiştir: Her insanın hücre çekirdeğindeki DNA’da her biri 1000 sayfa olan 1000 ciltlik kitap mevcuttur.
  5. Hayvanlar: Bütün hayvanlara tür özelliklerinden ne kodlanmışsa onu gerçekleştirirler. Arı bal yapar, Koyun süt verir. Kendi genetik kartında ne varsa onu yapar. Bakınız Allah (cc) nasıl istemişse öyle oluyor. Ben bugüne kadar yılandan hiç süt sağmadım.
  6. Melekler: Kabiliyetlerini donuk yapmış, nurdan yapmış, akıl vermiş özgürlük vermemiş, nefis vermemiş. Mutlak itaat yaparlar. Galeride ayrı bir sanat harikası olarak ne kodlanmışsa onu yapıyor. Sayılarını biz bilemiyoruz, sadece Allah (cc) biliyor.
  7. Insanlar ve cinler: Tür özelliklerimiz ne ise onu kodlamış. Boyumuz ne kadar olacak, bedenimiz nasıl olacak, vücudun çalışma şekli, rengimiz, duygularımız bunlar genlerimize kodlanmış. Diğer mahluklardan farklı olarak, mükemmel bir ruh, vicdan, akıl, şuur, idrak, sonsuzluk düşüncesi yok olma endişesi, geçmişten endişelenmesi, geleceğe ait kuşkuların yaşanması gibi özellikleri insana ve cinlere ikram etmiş ve bunları da DNA molekülümüze kodlaınış.

Yukarda örnekler sunduğum numunelerden de anlaşılıyor ki kainatta müthiş kader hakim, plan, proje, hakim. Eşyayı kavrama bilme hakim. Ilimler ancak bu planlan çözüyorlar. 2000 yıldır yapılan çalışmalar esnasında, sanat eserlerinin çözümü yapılamadı. Atom parçalanınca yeni bir dünya ile karşılaşıldı. Yukarda zikri geçen ayetler işte bu denli plandan, kodlanmadan, programdan, Allah’ın (cc) ilminin her şeyi kavradığından, Allah’ın (cc) koyduğu ölçülerden bahsediyor. Kaderin bir yönü bu. Allah(cc) bunları planlarken, yaparken, hiç kimseye sormuyor. Fakat kaderin ikinci yönü var ki kendisine halife yaptığı insanların, özgürlükleri neticesinde yaptıkları işlerle ilgili. Hayatımız boyunca yapacağımız işleri bildiği için yazmıştır (biliyor). Ilmini yukarıda anlattık Benim irademi nereye kullanacağımı biliyor.

Soru   8: Terim olarak kaderi tarif eder misin?

Cevap 8: Kader: Terim olarak: her hangi bir şeyin daha zaman çizgisinde meydana gelmeden önce, belirli bir şekilde meydana gelmesini, nerede, ne zaman ve nasıl olacağını en ince detaylarına varıncaya kadar Cenâb-ı Allah’ın ezeli ilmiyle bilip, tayin ve uygun görmesidir.

Soru 9: Kaza neye denir?

Cevap 9: Kaderde bilinip, takdir edilen şeylerin zaman çizgisinde meydana gelmesine denir.

 

Soru 10: Kader Cenab-ı Hakkın hangi sıfatına dayanmaktadır?

Cevap 10: Ilim sıfatına dayanmaktadır. Kazadan öncedir ve kazadan daha geniştir. Her kaza olan şey kaderde vardır da kaderde (ilim) olan her şey kaza olmamıştır. Yaratılanlar kaza, yaratılmayanlar kaderdir.

Soru    11: Kader ilim sıfatına dayanır, ne manaya gelir ?

Cevap 11: Kader; Cenab-ı Hakkın ilminde eşyaya biçilen bir plan ve projedir. Bir şeyi bilmek onu meydana getirmek değildir. Sizin kafanızda bin tane plan olsa onların meydana çıkması; bildiğinizden dolayı değildir. Bunu yapmaya irade ve kudrete ihtiyaç vardır. Allah(cc) zamanın tümünü kavradığı için bizim filimde rolümüzü nasıl oynayacağımızı bildiğinden yaptıklarımızın hepsini Levh-i Mahfuza yazmıştır. Şimdi de yaptıklarımızı melekler yazıyorlar iki kitap karşılaştırılınca öbür dünyada aynı olduğu görülecek. Biz kendimiz bir rüya görüyoruz sabah anlatıyoruz, on gün sonra aynısı çıkıyor. Biz anlattığımız için çıkmıyor çıkacağını biz on gün önce görmüşüz. Güneş tutulması da aynı. Güneş tutuluyor biz biliyoruz. Biz bildiğimiz için tutulmuyor. Rabbimiz de bildiği için yazıyor. Yazdığı için yapmıyoruz.

 

Soru    12: Kaza Cenab-ı Hakkın hangi sıfatına dayanmaktadır?

Cevap 12: Irade, Kudret ve Tekvin sıfatına dayanmaktadır.

 

Soru    13: Insanla ilgili kader kaça ayrılır?

Cevap 13: a) Insanın kendi irade ve kudretiyle işlediği amellere bağlı.

  1. b) Irade ve kudreti dışında meydana gelen hadise ve haller. Yukarda izah edildi. Yani hücreleri, dokuları (kas,kemik, kan), organları (kalp, böbrek, ciğer, beyin), sistemleri (dolaşım, solunum, sindirim, sinir), kısaca insanda kendi özgürlüğünün dışında cereyan eden işleyiş. Bunlarda müdahalemiz yoktur. Allah (cc.) nasıl kurmuş ve nasıl istiyorsa öyle devam eder.

 

Soru    14: Insan iradesi neye denir, kaça ayrılır? Tariflerini yapınız.

Cevap 14: Insanda herhangi bir işi yapma özerkliğine irade denir. Ikiye ayrılır.

  1. a) Külli irade: Bir işe başlamadan önce insanda bulunan her işi yapabilecek hürriyet.
  2. b) Cüz’ Irade: Bir iş yapacağı zaman mevcut külli iradesini o işe odaklamaya, meyletmeye denir. Her şeyi içebilirim, bu külli irademle ilgili. Içme arzumu, meylini ayranda odaklaştırmam cüz’î irademle ilgili.

 

Soru    15: Imtihana tabi tutulmamız hangi irademizle ilgilidir?

Cevap 15: Her ikisi ile de ilgilidir. Genel manada iş yapma özgürlüğü olmasa, onu yapacağım işe nasıl yönlendirebilirim. Ama sorumluluk cüz-î iradeyle ilgilidir. Hukuk cüz-î iradenin sonucuna göre muamele yapar. Örnek: Ali’de her türlü suç işleyecek özgürlük vardır. Hukuk bunu yargılamaz. Ama suça yönelip işleyince yargılar.

 

Soru    16: Insanda Külli ve Cüz-i iradeden hangisi  bizde yaratılmıştır, hangisi yaratılmamıştır?

Cevap 16: Külli irademiz yaratılmıştır. Cüz’i irademiz fiille yaratılır.

 

 

 

 

Soru    17: Fiili biz meydana getirmiyor muyuz?

Cevap 17: Hayır. Biz sadece istiyoruz. Yapacağımız işe yöneliyoruz, yani irademizi orada yoğunlaştırıyoruz, Allah (cc.) yaratıyor. Rabbimiz yaratma fiiline kimseyi ortak etmiyor. “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı”  Saffat 96

Örnek: Içki içmeye yönlenen bir adamın organlarına o gücü vermesi yaratması demek. Yahut namaz kılmaya yönelen insanın organlarına o gücü vermesi, yaratması demek. Şayet o gücü vermeseydi özgürlüğümüze baskı olurdu. Imtihan ortadan kalkardı. Halbuki mutlu olmak için kurallara uymak zorunludur. Bu da imtihanı gerektirir. Özgürlük olmasa imtihan olmaz. Allahın insanda en fazla değer verdiği husus, insanın iradesidir.

 

Soru   18: Insanın kudreti nasıldır, kaça ayrılır?

Cevap 18:

  1. a) Külli kudret: Genel iş yâpma gücü. Organlarda iş yapma gücünün bulunması.
  2. b) Cüz-î kudret: Bir iş yapmaya karar verince gücünü oraya yönlendirmesi. Biz külli kudretle sorumluyuz. Şayet bu güç bizde önceden yoksa sorumlu olmayız. Mesela eli olmayan bir kimse abdest alırken elini yıkamaz.

Soru   19: Insanda bulunan fiiller (meydana gelen netice) kaça ayrılır netice ne olur?

Cevap 19:

 a)Ihtiyari fiiller (özgürlüğümüzle isteyerek, yönelerek yaptıklarımız); Bakma, yeme, içme, konuşma, yasalara uyma, iyilik yapma, kötülük yapma gibi. Saydığım bu işler bize sorumluluk getirir. Zaten mevcut hukuk bu yaptıklarımız üzerine bina edilmiştir. Bunu biz vicdanen biliriz.

  1. b) zdırari fiiller:(Irademiz dışında meydana gelen fiiller). Kan dolaşımımız, vücut mekanizmamızın çalışması, ırkımız, cinsiyetimiz vs. Bunlardan sorumlu değiliz. Şimdi; yasalara aykırı davranan bir adam, nasıl şöyle diyebilir; “Kaderimde olduğu için adam öldürdüm, suçsuzum.” Bilme ve bildiğini yazma muhatabı zorlamaz. Adını Ali olarak bilmem seni Ali yapmaz. Sen Alisin de ben olanı bildim. Sen bilmeseydin Ali olmazdım denir mi?

 

Soru 20: Hayır yaparken veya şer yaparken yani iyilik veya kötülük yaparken olayın gerçekleşmesine dinimizin bakışı nasıldır, somut bir örnekle açıklar mısınız?

Cevap 20: Kendimden misal vermek gerekirse; evvela neticenin olması için ona neden olan sebepler olması lazım. Mesela, neticesi günah veya hayır olan bir iş işlemek için;

1) Külli Irade (Genel iş yapma özerkliği), 2) Külli Güç (Genel iş yapma gücü)

3) Cüz-i irade (Genel iş yapma özgürlüğünün işe odaklaşması), 4) Cüz-i Güç (Genel iş yapma gücünün işe yönlendirilmesi), 5) Netice olurken etki eden esas güç: (Allah’ın (cc.) rolü), 6) Netice: {Günah yahut sevap olan ve biten icraat) yani hukuk doğuran iş.

Şimdi bir neticenin olması için şartlar yukarıya çıkarıldı. Olayı gerçekleştirelim. Ben içki içeceğim. Nefsim veya direkt şeytan, ruhuma bu akşam içmem için teklif yapıyor. Ruh akla vakayı rapor ediyor. Akıl ruhun danışmanı olduğundan hukuk doğurucu her şeyi o’na sorar. Akıl “içebilirsin, bir defadan ne olur?” der. Ruh içmeye karar verince, iradeyi o noktaya yönlendirir (Cüz-i irade). Kudretini de yönlendirir (Cüz-‘i güç). Buraya kadar özgür olan ben özgürlüğümü bir noktaya yönelttim. Yürüme ve hareket fiillerini Allah (cc.) yarattı. Allah’ın (cc.) bu fiilini yaratmada rızası yok ama imtihan yaptığı için irademin ürünü olan içme fiilimi yaratıyor. Bu kötülüğün yaratılması şer değildir. Çünkü onu ben istiyorum. Elimi, ayağımı dondursa, felç yapsa idi imtihan sırrı bozulurdu. Yani her içenin felç olduğunu görenler zorunlu olarak içkiyi terk ederlerdi. Bu ise özgürlüğüme baskı olurdu. Allah (cc.) onu yapmıyor. Aklımın davranış hürriyetini elimden almıyor. Fakat Allah (cc.) yaratma fiiline katiyen ortak kabul etmiyor. Bu misali hayra da  tatbik edebiliriz.

 

Soru  21: Bizim yaptığımız işleri Allah (cc.) yarattığına göre bize burada sorumluluk getiren nedir ?

Cevap 21: Bize sorumluluk getiren işi yapma özgürlüğüdür (Cüz-i Irade). Vicdanen bunu zaten biliriz. Yani adamı benim öldürdüğümü vicdanen ben bilirim. “srar ettim öldürme fiilimi yarat, tetiği çekme gücümü ve hürriyetimi ver” diye. O ‘da izin verip adamı öldürdüm.

Gelelim şerri yaratmanın şer olmaması meselesine. Bizde mevcut çalışan aletleri (göz, kulak, ağız, ayak) veren Allah (cc.). Aletlerin bize verilmesinde en küçük katkımız olmadığını vicdanen biliriz. Görme fiilini o yaratır. Sınavda neyi konuşup neyi konuşmayacağımıza gelince, şunları konuşursan helal, şunları konuşursan haram diye bize bildirmiş. Gerek helali gerekse haramı netice verecek konuşma fiilini o yaratır. Yürümede de böyle; yürümeyi de Allah yaratıyor. Nereye gitmek istiyorsam gidilecek yeri ben tayin ediyorum. Hareketi o yaratıyor. Bütün fiillerimizi buna kıyas edebiliriz.

 

Soru  22: Hidayetin Allah’tan olması ne demek, dilemezse kimse hidayete gelmez deniliyor açıklar mısınız?

Cevap 22: Insan kendinde bulunan iradesiyle hidayet (Islam’a girme) kapısını çalar. Yani ister. Allah’da (cc.) izin verir, insan Müslüman olur. Yahut insan küfre (inkar) girmek isterse kapıyı çalar O’da izin verir. Burada bütün mesele bizim isteğimize bağlıdır. Hidayetin vesilelerini de Allah göndermiştir. Peygamber ve kitaplar hidayete vesile olacak. Zorlayamaz. Iradeye baskı olmaz. Bundan dolayı Nuh’un (a.s) kendi oğlu ve eşi; Lut’un (as) eşi kendilerini kabul etmedi. Firavunun hanesinden eşi Müslüman olmuştur. Tamamen insan isteğine bağlıdır. Insan bu vesileleri inkar edemez. Peygamberler anlatırlar zorlamazlar. Biz de Onun anlattıklarını birbirimize anlatarak doğru yola gelmemize vesile oluruz. Bu uğurda çalışmayı da dinimiz farz kabul etmiştir. “Allah (cc) merhametinden her asırda içimizdeki tozları, fikrimizdeki pörsümeleri temizleyici büyükler gönderir”. (Hadis) Kur’ân en büyük hidayet kaynağıdır. (Bakara suresi 2.ayet). Sonuç olarak şöyle bir tarif yapalım. Hidayet; insanın isteğine bağlı, olarak insanın içinde Allah (cc.) yaktığı bir nur, bir ışıktır.

Soru    23: Hidayette yani yapacağı işlerde bir zorlama olur mu?

Cevap 23: Buna cebri hidayet diyoruz. Bu yaratılış yasaları içinde cereyan eder. Buna “iç güdü” “Sevk-i Tabi” diyorlar. Kim ne derse desin bunun adı “Sevk-i Ilahi” dir. Bütün sistemler bu sevk sayesinde görev yapıyorlar. Civcivin olmasındaki tavuğun tavrı, civcivin gagâsı ile yumurtayı kırıp çıkması, arının bal yapma tekniğini bilmesi. Elli milyon sene önceki balla bugünkü balın terkibi aynı. Arıda tekamül yok. Yaratıldığı günden beri ayni işi yapıyor. Karıncaların harika bir Cumhuriyet idaresi yaşamaları. Bütün bunlar onların genetik kartına ilham edilmiş yazılmış. Ilahi sevk ile oluyor. Bütün hayvanlarda durum böyle. Iradeye bağlı olan insanda ise bu iş insanın özgürlüğüne bırakılmış isterse doğru yola Allah onu sevk eder; istemezse hangi konumda kalmak istiyorsa ona izin verir.

 

Soru    24:  Peygamberlerin gitmediği yerlerde durum nasıl olacak?

Cevap 24: Bu konuda üç durum var. Somutlaştırarak izahı yapılacak. Okuyucu somut örneklerden kaideyi kendi çıkarmalı.

  1. 1940 yılında Sibirya’da doğdum. Din diye bir kavram, söz duymadım. 1960 yılında öldüm, durumum ne olacak? –Sen sadece evreni bir sanatkarın yaptığını, sanatçı sanat cinsinden olmadığından onu Tevhide uygun bir şekilde kabul edeceksin. Yani bir yaratıcı gücün varlığına inanırsan başka bir şeye gerek yok. Ihlas sûresinde tarif edilen Allah’ı (cc.) akıl bulabilir. Cennetlik olursun inşallah.
  2. 1940 yılında Isveç’te doğdum. Hıristiyan, Yahudi, Putperest vs. bir ailenin çocuğuydum. Evimde ve çevremde Hz. Muhammed ile ilgili hiç bir bilgi duymadım. Duyduklarımda tamamen onun sıfatlanın zıddı idi. Hatta evimizde o yalancıya inanana tanrı özel cehennem yapacak deniyordu. Bende hakikat bu mu diye araştırmadım. 1960 yılında öldüm durumum ne olacak.

-Sen de birinci gibisin. Aklınla Allah’ı (cc.) bulacaksın. Sorumluluk Peygamberle olur.

  1. Aynı yıllarda doğdum “Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu, Islâm’ın son din olduğunu Allah’tan geldiğini ve bütün hakikatleri biliyorum, ama ben kabul etmiyorum” diyorum. 1960 da ben de öldüm ne olacak?

-Sen özgür iradenle kendini Müslüman tarifi dışına koydun. Tarifin dışında kalmanın adı kafirliktir. Kafire öbür dünyada rabbimiz nasıl muamele edecekse öyle olacaksın. Ifadelerdeki sunuş şekli yanlış anlaşılmasın. Daha fazla bilgi için ilgili (Ömer Nasûhi Bilmen; Muvazzah Ilm-i Kelam,s82; Imam-ı Gazali, Islam’da Müsamaha Tercüme Süleyman Uludağ s.60-61; Kader Nedir, Mehmet Kırkıncı Cihan Yayınları 12. Baskı s57) kaynaklara bakılabilir.

 

Soru   25: Iyi kötü hayır şer kavramlarını kim ayarlar. Hayır neye, şer neye denir?

Cevap 25:

Hayır: Kur’an ve sünnetin emrettiği veya tavsiye ettiği sevap va’dettiği amellerle, salim aklın ve vicdanın beğendiği fiil ve hareketlerdir. Bu hareketler kimden olursa olsun güzeldir.

Şer: Kur’an ve sünnetin yasakladığı azapla tehdit ettiği amellerle, salim aklın ve vicdanın çirkin gördüğü fiil ve kötü hareketlerdir. Hayırları Allah ve kulu istediği için; şerleri de kul istediği için yaratır. Hayra izni vardır. Şerre izni yoktur. Kul ısrar ettiği, imtihan sırrını bozmamak için yaratır.

 

Soru    26: Insan geçmişe ve geleceğe nasıl bakmalıdır?

Cevap 26:Insan geçmişe kader açısından bakıp kaderde varmışta oldu diyerek rahatlar. Olmuş hadiselerin ızdırabını devamlı sırtında taşımaz rahatlar. Yoksa sürekli halinden şikayet, ümitsizlik, stres, insanı perişan eder. Geleceğe ve işlenecek günahlara, irade açısından bakmalı. Geleceğini bilemediği için mükellef oluşunu sorumlu oluşunu düşünerek hareket etmeli. Yoksa kötülük ve günahları kadere yükleyerek bataklığa saplanır. Iradeyi devreden çıkaran insan rüzgarın önünde kuru yaprak olur. Hafif bir rüzgardan, şeytanın oyunundan kurtulamaz.

Biz geleceğimizi bilemediğimiz için işimize bakmalı Allah (cc) bilme sıfatına karışmamalıyız.

 

Soru   27: Insanın kaderi elindeki ve yüzündeki çizgilerle okunabilir mi?

Cevap 27:Allah isterse olur. Kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş olabilir. Allah’ın vücudumuza yerleştirdiği işaret ve alametlere bakarak (peygamberimizin omzundaki mühürden Bahira nın O nun gelecekte peygamber olmasını anlaması gibi), kaderi okumaya çalışmak peygamberimiz döneminde rastladığımız bir ilimdir. Bu işi yapana “KÂIF” denirdi. Bu ilme de “Ilm-i kiyafet” denirdi. Bu ilimle uğraşanlar şöyle yapıyorlar: Elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başına gelecekleri kısmen de olsa tahmin edebiliyorlar. Çehreye bakarak da anlayan yüce kişiler olabilir. Bu gaybı bilmek değildir.

 

Soru   28: Kader imanın sınırlarını nasıl çizer?

Cevap 28: Insan yaptığı iyi şeylerden dolayı çok gururlanır. Lakin yaptığı güzel işler için kullandığı bütün malzemeleri, aletleri başkası  ona vermiş. Bizim vücudumuzdaki hiçbir organda emeğimiz yok. Allah(cc) onları bize vermiş. Yapacağımız hayırlar, güzelliklerde. Plan programı yapılmış, çizilmiş bize takdim edilmiştir. Yaptığımız işte sadece ona yöneliyoruz. Namaz yoktu da onun planını, programını, nasıl kılınacağını, kaç vakit, kaç rekat biz mi çıkardık. Hayır, namaz vardı. O halde namaz kılma fiilimizde payımız yüzde kaçtır? Yüzde bir. O’da sadece kılmayı istemek . Insanın karşısına kader  çıkar ve derki:Bu hayırda katkın kaçta kaç, niçin gururlanıyorsun? Haddini bil, bütün bunlar Allah’ın planlamasıdır der. Insana haddini bildirir. O zaman bütün güzelliklerin Allah’tan olduğunu insan anlar.

Soru   29: Cüz’i irade imanın  sınırlarını nasıl çizer?

Cevap 29: Bütün kötülükler  yok kabul edilir. Insan onu bizzat kendi kazanır. Yaptığı bu kötülüklere de sahip çıkmak istemez. Çocuklarda çok sık görülür. Kusuru kabul etmeme hastalığı insanda ilerledikçe sonunda işlediği günahların sorumluluğunu kadere yükler. Bu ciddi hata yüzünden Allah’a iftirâ atmış olur. Hatta küfre kadar götürür. Bu durumda cüz’i irade karşımıza çıkar “Hata ediyorsun bunu kendi isteğinle yaptın” der ve insanı küfürden kurtarır. Iman dairesinde bırakır.

Soru    30: Adâlet neye denir?

Cevap 30: “Her şeye layık olduğu hakkı vermek ve her şeyi en uygun mevki ve mertebeye koymak” şeklinde bir tarifi vardır. Şu anda bakınca görürüzki her şeyde tam bir âdalet var. Güneş taşıyamayacağı gezegenlerle mi donatılmış?Bir ağaç taşıyamayacağı dal ile donatılmış mı? Insan yapamayacağı amelle mi donatılmış? Bundan dolayı Allah’ı zulüm yapmakla suçlamak insanı dinden çıkarır. Zulüm: “Başkasının hak ve hukukuna tecavüz etmek” diye tanımlanır.

Şimdi, Allah’ın ortağı mı var ki onun hakkını yesin? Ben evimde, tarlamda, dükkanımda, istediğim şekilde davranamayacak mıyım? Mülk Allah’ın değil mi istediği şekilde tasarrufta bulunamaz mı? Hak haktan ileri gelir. Insanlar Allah(cc) ne vermiş ki hak istiyorlar. Üzerimizdeki nimetlerde kaç kuruşluk katkımız var, önce onu tesbit edelim. Yok. Padişah ihsan yaparken birine 50 milyon fazla bahşiş vermesi öbürlerine zulüm mü olur? Terzinin model alarak kullandığı çırağının, prova esnasında elbiseyi istediği şekilde uzatıp kısaltması zulümle adlandırılır mı? Siz işveren olarak 1000 tane işçinizin hakkına tecavüz eden birine ceza verince zulüm mü yapmış olursunuz? Bizim aramızdaki farklılıklara, fiziki izafiliklere bakarken dünya ve kısa vade açısından bakıyoruz. Halbuki hayat sonsuzdur. 30 yıllık kör rolünü oynayan, hayatının devamında roll değiştirecektir. Yönetmene beni niçin körü oynatıyorsun bu bana zulüm denir mi? Eğer birinin mülkü varda orada harcaması yoksa olmaz. Kâinat onun, mülk onun, istediği şekilde kullanma eder. Farklı Fakültede okuyanlar birbirlerinin zulme uğradığını iddia edebilirler mi? Imtihana almışta akıl mı vermemiş, hayat mı vermemiş? Akıl vermemiş ise imtihan etmiyor. Rabbimize karşı saygılı olup anlayamadığımız meseleleri araştırmamız lazım.

Soru   31: Tevekkül neye denir?

Cevap 31:Allah’ı (cc) vekil edinmek demek. Geniş bir ifade ile; yapılacak bir işte o işi için azım olan en son sebepleri en ileri seviyede yerine getirip neticeyi Allah’tan(cc) beklemektir. Sebepleri açıklayalım; vasıtalar ve şartlar manasına gelmektedir. Allah (cc) dünya ve ahirette elde edilecek neticeleri şartlara bağlamıştır. Bu değişmez kanundur. Ibadetler sebep; öbür âlemdeki mutluluk netice; ağaç sebeb, elma netice; Neticeleri yaratan Allah(cc) dir. Demek ki sebeple yapışık neticeyi ondan bekleyeceğiz. Bunun dışındaki anlayış yanlış ve eksiktir. Buna fiili dua da diyoruz. Doktora gitmek fiili duadır. Tarlayı sürmek fiili duadır. Uçak fabrikası yapmak da öyle. Fiili dua ile elde edilecek şey için sözle dua etmek olmaz netice alınmaz. Ülkemizin kalkınması için çok çalışmak hem tevekkül hem de fiili duadır. Müslümanların geri kalmasının en büyük nedenlerinden biri de tevekkülü ve fiili duayı yanlış anlamaları ve terk etmeleridir. Imtihana geliyorsun bir dakika çalışmamışsın neticeyi en iyi bekliyorsun, böyle mantık olmaz. Her iki duada da yani hem fiili hem sözlü dua. Kulluğun ruhudur.

Soru   32: Kalplerin mühürlenmesi  nasıl anlaşılmalı?

Cevap 32: Insanlar kalplerine girecek imânâ kendileri engel olurlar. Yani hakkı kâbul etmezler. Bu onların, hürriyete bağlı tabii haklarıdır. Allah’da ezeli ilmi ile bu davranışlarını bildiğinden kapattıkları kapıları açmayacakları anlamında kalplerinin mühürlü olduğunu beyan buyuruyor. Bu durum insan ölünce anlaşılır.Bir Müslüman karşısındakine hiç bir zaman senin kalbin mühürlü diyemez.

Soru    33: Rızık meselesini nasıl anlamalıyız?

Cevap 33: Allah’ın bir ismide Rezzak’tır Rızık veren anlamındadır. Mahluka rızkını tayin etmiştir. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Rızık rezervlerimiz bitince zaten ölüm olur. Buna böyle inanınırız. Rızık elde etme yollannı bildirmiştir. Insan çalışır çabalar O’da rızk ihsan eder. Helâl  rızık yememizi istemiştir. Yüzlercesini helal yapmış bir kaç tanesini imtihan için haram kılmıştır. Kısacası helâl daire keyfe kafidir. Harama girmeye gerek yoktur.

Soru    34: Eceli nasıl anlamalıyız?

Cevap 34: Ecel, “vakit” “müddet” anlamına gelir. Ayrıca vaktin ve müddetin bitimi anlamına gelir. Ömrümüze ecel takdir edilmiştir. Değişmez. Tıbbın ilerlemesi onu değiştirmez, sadece o süreyi sağlıklı yaşatır. Allah sebep-sonuç münasebeti içinde eceli takdir etmiştir. Eceli-Kaza: Dünyadaki ömrümüz. Eceli Müsemma: Ölümümüzle başlayıp kıyamete, haşre, hesap gününün tamamlanmasına kadar süredir.

 

Soru   35: Sadaka ömrü uzatır mı?

Cevap 35:

  1. Kaderde takdir edilen ömür değişmez. Lakin sadaka verenin verdiği sadaka göz önünde bulundurularak ömür takdir edilir. Bu Allah’ın (cc) lütfudur. Toplum münasebetlerine teşvik var.
  2. Verilen sadaka bilmediğimiz belaları önler. Sıkıntısız bir hayat, uzamış sayılır.
  3. Maksat ömrün bereketli olması olur. Daha çok kâr elde edilmiş olur. Kapının önündeki ağaç 300 meyve verirken bu yıl 600 meyve verdi. Bakınız sanki ağacın ömrü iki yıl uzadı.
  4. Ölümden sonra amel defteri kapanmıyor. Arkadan gelenler ise günahların aşağı çekilmesine sebep oluyorlar. Buda ömre bereket katıyor.

 

Soru    36: Bir müslümanın amel defteri kaç nedenden dolayı kapanmaz?

Cevap 36:

  1. a) Hayır hasenat yapıp gitmişse (yol, köprü, okul, cami, ilim müesseseleri, v.s.) b) Ilim bırakmışsa: (Kitap, iliın v. s)
  2. c) Salih bir evlad bırakmışsa. Arkansından dua ettiren evlat.
  3. d) Ölen murabıt ise (Mukaddes bildiği değerleri korumada görev aldı, onlann heder edilmesine ait planlara karşı proje üreten, sınırda nöbet bekleyen, milletinin, vatanının gelecekteki tehlikeye maruz kalmaması için önlem alan, proje geliştiren v.s)

 

Soru    37:Musibet ve belalara nasıl bakmalıyız?

Cevap 37: 

1.Kulların geçmişteki hatalarından dolayı, ihmallerinden olur. Gerekli  tedbiri almayanın hastalanması gibi.

  1. Bir kısım musibet gelecek belâları def etmek için verilir, büyüklerinin önünde âdeta set gibidir. Bu bir ihsandır. Sinek mi ısırsın yılan mı?
  2. Manen terakki ettirmek için, hayat tek düzenlikten kurtulur. Sıhhatin ve nimetin önemini arttırıp teşekkürü ziyadeleştirir.
  3. Bu dünya imtihan dünyasıdır. Allah’ın uygun gördüğüne razı olup, teslimiyetin derecesini ölçmek için verilebilir.
  4. Hadiste. “Mü’mine gelen her musibetle, hatta bir diken batmasıyla Allah(cc) onun günahlarını döker” buyruluyor. Bir dikende durum böyle olunca, düşünün öbür belaları. Burada şart önlem alıp sabretmeli, ondan geldiğini bilmeli.

 

 

 

Soru    38: Cenab-ı Hakk’ın atâ kanununu izah eder misiniz?

Cevap 38: Atâ kelime olarak, lütuf, ihsan ve bahşiş demektir. Mevzumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür. Insan, şerri isterse, Cenab-ı Hak da onun için o şerri yaratır. Zaten insan hakkında yapılan uygulama onun iradesi hesabe katılarak yapılmaktadır. Mesela: Benim elimi kaldırmam; daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenab- Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarfedeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir. Zira Cenab-ı Hakk’ın ilim sıfatı bütün eşyayı -olmuşu ve olmamışı-kendi zâtı da dahil herşeyi içine almaktadır. Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; “Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek ben de onu yaratacağım” veya “Ben bunu böyle yazdım” diyor. Işte bu kaderdir. Yani, bunun böyle yazılması kaderdir. Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır. O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir…l

Atâyı ise şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikametinde sarfeder. Fakat, Cenab-ı Hak o kulun güzel bir hali, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususi bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez. Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur. Atâ kazaya, kaza da gidip kadere tesir eder. Fakat bütün bunlar Levh-i Mahfuzun dışında cereyan eden şeylerdir. Yoksa Allah’ın ilmine  herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Levh-i Mahv ve isbat, bir bakıma insanın hususi defteridir. Buralarda değişiklik söz konusu olabilir fakat Levhi Mahfuz-u Âzam’da değişiklik söz konusu olmaz. sorunuz olursa lutfeniletiniz….sitenizde bu yaziyi gormek isteriz…

tesekkurler, 26.5.2003

x

Hayri  Bey, bu maili Trukuyede ki  bir arkadas frwardlamis. Dili biraz agir geldi once , zamanla anlayabildim. tekrar–tekrar okuyorum, her okudugumda daha da yeni manalar anliyorum (lugat kullanarak). daha once de Said Nursi nin yazilarini okumustum ama manasiz gelmisti.(anlayamamistim). Simdi ise sanki 3 boyutlu resmi gorebilmek gibi, cok kolay geldi ve cok hosuma gitti. (butun kitaplarini okumayi diusunuyorum) Hikayeleri cevremdeki insanlara anlattim (turk ve yabanci) cok begendiler. Zenci bir kiz aglamakli oldu(8.hikayeyi dinleyince). Islamla alakali sorular sordu. Bende biz Hz Isayi seviyoruz, Marryi (Hz Meryem)  cok seviyoruz hatta Kuranda onunla alakali partlarda var degince o da artik Isanin da peygamber olduguna inaniyorum dedi.Bu hikayelerin ingilizcesini de bulup, insanlara gondermeyi dusunuyorum.Ozellikle 8. soz mukemmel. Tolstoyun hikayesini yorumlamis yazar. Inanmayacaksiniz belki ama namaza tekrar yeniden baslamayi dusunuyorum, namaz da kilardim ama suurlu degildi. alttaki ozellikle namaza dair hikaye de cok mukemmel. o nu okuduktan sonra, simdi namazlarimda degisecek galiba. neyse ben gevezelik etmiyeyim. paylasayim istemistim.

selamlar

abdullah haker, 27.7.200

x

Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünki ben nefsimi herkesten ziyade nasihâta muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avâm lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.

BirinciSöz

Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime Islâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdâtın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle!. Şöyle ki:

Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himeyesine girsin. Tâ  şakîlerin(eskiya) şerrinden kurtulup hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa tek başıyle hadsiz düşman ve ihtiyâcatına karşı perişan olacaktır. Işte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur… Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı… Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir katı-üt tarîke rast gelse, der: “Ben, filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî defolur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, târif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu.

Işte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.

Başta demiştik: Bütün mevcûdât, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?

Evet, nasılki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket “etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de her şey, Cenâb-ı Hakk’ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç, Bismillah der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, Bismillah der. Matbaha-i Kudret’ten bir kazan olur ki: Çeşit çeşit pekçok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en lâtif, en nazif, âb-ı hayat gibi “bir gıdayı takdim ediyorlar. Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der. Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur. Evet havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i sühuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması; tabiiyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salabet ve hararet dahi, emir tahtında hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Mûsa (A.S.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisâl ederek taşları şakk eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-yı Ibrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyetini okuyorlar.

Mâdem her şey mânen Bismillah der. Allah namına Allah’ın ni’etlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle   ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız…

Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

Elcevab: Evet o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni’metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Başta “Bismillah” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillah” şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san’at olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.

2.Soz

Îmanda ne kadar büyük bir saadet ve ni’met ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir vakit iki adam, hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbîn, talihsiz bir tarafa; diğeri Hudâbîn, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.

Hodbîn adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahrîbatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hâli görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi, şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünki: Herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi, müthiş cenâzeleri ve me’yusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır. Diğeri Hüdâbîn, Hüdâperest ve Hak-endîş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında pek güzel bir memlekete düştü. Işte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhâneler.. herkes ona dost ve akrabâ görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem, tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer. Allah’a şükreder. Sonra döner, öteki adama rastgelir. Halini anlar. Ona der: “Yâhu sen divâne olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler, zâhirine aksetmiş olmalı ki; gülmeyi ağlamak, terhisatı, soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al. Kalbini temizle.

Tâ, şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikatı görebilesin. Zira, nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizâm-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve Kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği Sûrette olamaz.” Sonra o bedbahtın aklı başına gelir. Nedâmet eder. “Evet, ben işretten dîvâne olmuştum. Allah senden razı olsun ki, Cehennemî bir hâletten beni kurtardın.” der.

Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir. Veya fâsık gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir mâtemhâne-i umumiyyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcûdât, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip, onu mânen ta’zib eder. Diğer adam ise; mü’mindir. Cenâb-ı Hâlikı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhâne-i Rahman, bir tâlimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvâniyye ve insâniyye ise; terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Ta yeni vazifedârlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdat-ı hayvaniyye ve insâniyye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakîm memnun memurlardır. Bütün sadalar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Bütün mevcûdât, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîm’inin ve Mâlik-i Rahîm’inin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, îmanından tecelli eder, tezâhür eder.

Demek îman, bir mânevî tûba-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.

Demek selâmet ve emniyet, yalnız Islâmiyette ve îmandadır. Öyle ise, biz daima: اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ demeliyiz…

3.soz

Ibadet, ne büyük bir ticaret ve saadet. Fısk ve sefahet, ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; tâ, yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: «Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan, ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizâmsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. Intizâm-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûb edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur..»

O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizâma tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir Sûrette gider. Tâ, mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.

Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür.

Işte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu, biri mutî-i kanun-u Ilâhî, birisi de; âsi ve hevâya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki: Âlem-i Ervahtan gelip kabirden geçer; âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibâdet ve takvâdır. Ibadetin çendan zâhirî bir ağırlığı var. Fakat,

mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, târif edilmez. Çünki: Âbid, namazında der:

اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلَهَ اِلاَّ اللّهُ Yâni: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir; abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye îtikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şey’i kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. Îmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, îmândır, ubûdiyettir. Her seyyiat gibi cebânetin dahi menbaı, dalâlettir. Evet, tam münevverül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki; hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverül- akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terkettiler.)

Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde… Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey… Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat, emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni’met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. Halbuki: mes’elemiz olan ubûdiyyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediyye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise: -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediyye helâketi bulunduğu; icmâ ve tevâtür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşâhedenin şehadetiyle sabittir. Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.

Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise, biz daima: اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz. Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

4.soz

Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar dîvâne ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:

Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, -herbirisine yirmidört altın verip- iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım Bâzı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesâfede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.”

Iki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki: Sermayesi, birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar yirmiüç altınını sarfeder. Kumara-mumara verip zayi’ eder, birtek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder; ettiğin kusuru afveder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.” Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefahete sarfetse; gâyet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?

Işte ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır.  O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar. Diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmidört altrn ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise, Cennet’tir. O istasyon ise, kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat’ederler. Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi ellibin senelik bir mesâfeyi bir günde kat’eder. Kur’an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise, namazdır. Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmiüç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabûl ederse; halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmidörtten bir malını, yüzde doksandokuz ihtimal ile kazancı Mûsaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu Sûrette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.

5.soz

Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriyye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazifeperver; diğeri acemi, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer, tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tayinâtını hiç düşünmezdi. Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihâzâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indelhace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, tâlim ve cihaddır. Fakat Bâzı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: Ne yapıyorsun?

-Devletin angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum.

Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi. Dâim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:

-Birader, asıl vazifen, tâlim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet iki vazife, peşimizde görünüyor. Biri, pâdişahın vazifesidir. Bâzan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Pâdişah bize teshîlat ile yardım eder ki, tâlim ve harbdir. Acaba o serseri nefer, o mücâhid mualleme kulak vermezse, ne kadar tehlikede kalır anlarsın!

Işte ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise, cem’iyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın Cemâat-ı Islâmiyyesidir. O iki nefer ise, biri feraiz-i dîniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki müslümandır. Diğeri: Rezzak-ı Hakikî’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o tâlim ve tâlimat ise, (başta namaz) ibâdettir. Ve o harb ise; nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise; birisi, hayâtı verip beslemektir. Diğeri, hayâtı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır. Ona tevekkül edip emniyet etmektir.

Evet en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedâniyye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniyye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nâzik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi).

Evet vasıta-ı rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve za’f ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları müvazene etmek kâfidir. Demek derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Tâlimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenâb-ı Rezzak-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibâdettir. Hem insan ibâdet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı mâneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan  amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı mâneviyye ve uhreviyyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibâdet cihetinde hayvanâtın sultanı ve kumandanı hükmündedir.

Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.

Işte sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin. Hidâyet ve tevfikı Erhamürrâhimîn’den iste…

 

6.soz

 

Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciği dinle:

Bir zaman bir pâdişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Pâdişah, o iki nefere kemâl-i merhametinden bir Yaver-i Ekremini gönderdi. Gâyet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız. Tâ, sizin için muhafaza edeyim, beyhûde zâyi olmasın. Hem, muharebe bittikten sonra size daha güzel bir Sûrette iade edeceğim. Hem, gûya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâatını tedârik edemezsiniz. Bütün masârifâtı ve levâzımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. Işte beş mertebe kâr içinde kâr… Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik, kıymetdar  âletler, mîzanlar, istimal edilecek şâhâne madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. Işte beş derece hasaret içinde hasaret…

Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir pâdişahın has, serbest bir yâver-i askeri olursunuz.

Onlar, şu iltifâtı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:

-Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.

Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbîn, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok. Dedi:

-Yok! Pâdişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam…

Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi. Pâdişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de “müstehak!” diyor. Çünki hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.

Işte ey nefs-i pürheves! Şu misâlin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. Amma o pâdişah ise, ezel-ebed Sultânı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mîzanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zâhirî ve bâtınî hasselerindir. Ve o Yâver-i Ekrem ise, Resul-i Kerîm’dir. Ve o Ferman-ı Ahkem ise, Kur’an-ı Hakîm’dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:

اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki;durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: “Mâdem herşey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?” deyip, düşünürken birden semâvî Sadâ-yı Kur’an işitiliyor. Der: “Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir Sûrette güzel ve rahat bir çaresi var.”

Sual: Nedir?

Elcevab: Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak.. Işte o satışta, beş derece kâr içinde kâr var.

Birinci kâr: Fâni mal, beka bulur. Çünki Kayyûm-u Bâki olan Zât-ı Zülcelâl’e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil, bâkiye inkılâb eder, bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fena bulur, çürür. Fakat Âlem-i Bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah’ta ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar.

Ikinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor.

Üçüncü kâr: Her âza ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. Işte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, Saadet-i Ebediyyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar. Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız Bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni’-i Basîr’ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki Mu’cizât-ı San’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide nâmına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm’e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zâika, Rahmet-i Ilahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve Kudret-i Samedâniyye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.

Işte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede… Kâinat anahtarı nerede… Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvâd nerede… Kütübhane-i Ilahînin mütefennin bir nâzırı nerede… Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede… Hazine-i hassa-i Rahmet nâzırı nerede…

Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: Hakikaten mü’min Cennet’e lâyık ve kâfir Cehennem’e muvafık bir mâhiyet kesbeder. Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü’min, îmanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istîmal etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.

Dördüncü Kâr: Insan zaîftir, belaları çok. Fâkirdir, ihtiyacı pek ziyâde. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azâb içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.

Beşinci kâr: Bütün o âza ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri Sûretinde sana verileceğine; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler.

Işte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete düşeceksin.

Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi’ olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

Ikinci hasâret: Emanette hıyânet cezasını çekeceksin. Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.

Üçüncü hasâret: Bütün o kıymetdar cihâzât-ı insâniyeyi, hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i Ilâhiyyeye iftira ve zulmettin.

Dördüncü hasâret: Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin.

Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediyye esâsâtını ve Saadet-i Uhreviyye levazımatını tedârik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel Hediye-i Râhmniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir Sûrete çevirmektir. Şimdi satmağa bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok, kat’â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i Ilahiyye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, târif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabûl et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı…

Yedinci Söz

Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan آمَنْتُ بِاللّهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından sual ve dua; ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdâr bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir zaman bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deverârında pek müdhiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:

Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hâli ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor. O bîçare, şu dehşet içinde, me’yusane düşünürken; sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur. Ona der: “Me’yus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istîmal etsen, o arslan, sana müsahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istîmal etsen; o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) denilen lâtif çiçeğe inkılab ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin. Işte eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.” Hakikaten bir parça tecrübe etti. Doğru olduğunu tasdik etti. Evet ben, yâni şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünki biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm. Bundan sonra birden gördü ki: Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü Sûretler, fantâziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:

-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız Sûretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şa tatlı yemekleri yiyelim.

Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?

Cevap: Bir tılsım.

-Bırak şu anlaşılmaz işi. Hâzır keyfimizi bozmayalım.

S- Hâ, şu ellerindeki nedir?

C- Bir ilâç.

– At şunu. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.

S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?

C- Bir bilet. Bir tâyinat senedi.

– Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır. Hattâ o bîçâre, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.

Birden sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessâsa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!. Tâ Hızır gibi bu zât-ı semâvî dediğini desin.”

Işte ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil: O bîçare asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise, eceldir. Ve o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır ki; gece gündüzün dönmesinde her dost vedâ eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi müz’ic ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri elim, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir. Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırat’tan geçer bir uzun sefer-i imtihandır. Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakk’a îmân ve âhirete îmandır.

Evet şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mü’mini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna, huzur-u Rahman’a götüren bir müsahhar at ve burak Sûretini alır. Onun içindir ki: Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler. Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o îmân tılsımı ile, Sâni’-i Zülcelâl’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’cizât-ı nakşını, havarık-ı kudretini, tecelliyat-ı Rahmetini, Kemâl-i lezzetle seyr ve temaşaya vasıta Sûretini alır. Evet Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder. Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine îtimaddır.

Öyle mi? Evet emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik bir Sultan-ı Cihân’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müdhiş bir musibet karşısında اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ deyip itminan-ı kalb ile Rabb-ı Rahîm’ine îtimad eder. Evet ârif-i billâh, aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: “En leziz ve en tatlı hâletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, za’fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir.” Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.

Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzâk-ı Rahîm’in rahmetine îtimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvâd-ı Kerim’in misâfirine fakr ve ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha Sûretini alır. Iştiha gibi fakrın tezyîdine çalışır. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir. Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak edâ-i ferâiz ve terk-i kebâirdir. Öyle mi? Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşâhedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve burak; ancak Kur’anın evâmirini imtisâl ve nevahîsinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.

Işte ey tenbel nefsim!

Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.

Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, Hidâyetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim. Evet söz Odur ve Ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden Odur.

8.soz

Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insânî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer Din-i Hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَآ اَللّه ve  لآَاِلهَ اِلاَّ اللّهُ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: Sağ yolda kanun ve nizâma tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.

Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ deyip gitti ve nizâm ve intizâma tebaiyeti kabûl etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbest ik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayâlen tâkib ediyoruz:

Işte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide tâ hâlî bir sahraya girdi. Birden müdhiş bir sadâ işitti. Baktı ki: Dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rastgeldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. Iki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke Mûsallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı gördü ki: Arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı gördü ki: Dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüb etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı gördü ki: Isırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki: Bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var. Işte şu adam, sû’-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acib işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u fîgân ettikleri halde; nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeğe başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى Yâni “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.”

Işte bu bedbaht adam, sû’-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü, âdi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor. Biz de şu meş’ûmu, bu azabda bırakıp döneceğiz. Tâ, öteki kardeşin hâlini anlayacağız.

Işte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünki güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyâlar  eder. Kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünki nizâmı bilir, tebaiyet eder, teshîlat görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor. Işte bir bahçeye rastgeldi. Içinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, mîdesini bulandırmış. Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Her şeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. Iyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor. Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı. Çünki hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; “Şu sahranın bir Hâkimi var. Ve bu arslan, o Hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rastgeldi, kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallâk kaldı. Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünki güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. Işte bu sebebden şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar, bir gizli Hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli Hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip dâvet ediyor. Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir? Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini râzı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünki kat’î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî Hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mu’cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzâr ettiği et’imeye birer işaret Sûretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilhâm oldu. Bağırdı ki: “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehâlet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.” Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şâhâne, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılâb etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr Sûretini giydiler ve onu içeriye dâvet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine müsahhar bir at şekline girdi.

Işte ey tenbel nefsim! Ve ey hayâlî arkadaşım!

Geliniz! Bu iki kardeşin vaziyetlerini müvazene edelim. Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık, nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim.

Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır; titriyor ve şu bahtiyar ise, meyvedâr ve revnekdar bir bahçeye dâvet edilir. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor ve şu bahtiyar ise lezîz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir mârifet içinde garib şeyleri seyir ve temâşâ ediyor. Hem o bedbaht, vahşet ve me’yusiyet ve kimsesizlik içinde azab çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna mâruz bir mahpus hükmünde görüyor ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandâr-ı Kerîm’in acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor. Hem o bedbaht zâhiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azâbını tâcil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına tâlib olup müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar. Yemesini te’hir eder ve intizar ile telezzüz eder. Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlim ve zulûmatlı bir evhâm, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır.

Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. Işte bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatın hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder. Rahmetine müstehak olur. Işte “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” olan hükm-ü Kur’anînin sırrı zâhir oluyor. Daha bunlar gibi sâir farkları müvâzene etsen anlayacaksın ki: Evvelkisinin nefs-i emmâresi, ona bir mânevî cehennem ihzâr etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş.

Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’an’ı dinle ve hükmüne mutî ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.

Şu hikâye-i temsiliyyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-ı dini ve dünyayı ve insanı ve îmanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. Incelerini sen kendin istihrac et.

Işte bak! O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâlihtir. Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i Kur’an ve îman’dır. Sol ise, tarîk-ı isyan ve küfrandır. Ve o yoldaki bahçe ise, cem’iyyet-i beşeriyye ve medeniyyet-i insâniyye içinde muvakkat hayat-ı içtimâiyyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki:

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider. Ve o sahra ise, şu Arz ve Dünyadır ve o arslan ise, ölüm ve eceldir ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarîk-ı Berzahiyye ve revâk-ı uhrevîdir. Fakat o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır ve o haşerat-ı muzırra ise, musîbat-ı dünyeviyedir. Fakat mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı îkazat-ı Ilahiye ve iltifatat-ı Rahmâniyye hükmündedir ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki; Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşâbihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri dâvet eden nümuneler Sûretinde yapmış. Ve o ağacın birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, Kudret-i Samedâniyyenin sikkesine ve rububiyyet-i Ilahiyyenin hâtemine ve Saltanat-ı Uluhiyyetin turrasına işarettir. Çünki “Bir tek şeyden her şeyi yapmak” yâni bir topraktan bütün nebâtat ve meyveleri yapmak; hem bir sudan bütün hayvanâtı halketmek; hem basit bir yemekten bütün cihâzât-ı hayvaniyyeyi icad etmek; bununla beraber “Her şeyi bir tek şey yapmak” Yâni zîhayatın yediği gâyet muhtelif-ül cins taamlardan o zîhayata bir lâhm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san’atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır. Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Küll-i Şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir. Ve o tılsım ise, sırr-ı îman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise,

يَا اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ اللّهْ اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ dur. Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’an ve îman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i  Cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân’a açılan bir kapıdır ve o vahşî arslanın dahi mûnis bir hizmetkâra dönmesi ve müsahhar bir at olması ise, işarettir ki: Mevt, ehl-i dalîlet için bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyevîsinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidâyet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinâna bir dâvettir. Hem Rahmân-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimatından bir paydostur.

Elhâsıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esâs maksad yapsa, zâhiren bir Cennet içinde olsa da mânen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet’in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder

X

 

 ALLAH (CC) ISIMLERI (ESMA-I HÜSNA)

 

Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı gibi, Allah’ın isimleri; Allah’ta bulunan sonsuz kabiliyet ve yeteneklerdir.  . Cenab-ı Hakta bulunan sonsuz isimlerden birkaç örnek sunalım:

 

 Hâlık (Yaratan)

Bütün eşya hâlık isminin ürünüdür. Örnek: Elimize elmayı alıp düşünelim. Onda önce Hâlık (yaratıcı) ismi tecelli eder, sonra musavvir (şekil verici) ismi elmaya yansımış, şekil almış sonra müzeyyin ismi (güzelleştirici) yansımış, güzel olmuş, sonra mülevvin ismi yansımış (renk veren) renklenmiş , sonra rezzak ismi yansımış (rızık veren) ve insana gıda halini gelmiş. Bu isimlerin ürünü olmasaydı, elma şekilsiz, çirkin, renksiz, tatsız ve faydasız bir mahluk olurdu. Hâlık ismi olmasaydı hiç olmazdı.

 

Rezzâk (Rızk veren)

Ne tür olursa olsun; bütün rızıkları temel itibariyle Allah cc yaratır. Oksijen, su ve tüm meyveler vs. Fakat verme şekilleri farklı farklıdır. Dünyada rızkı sebeplere bağlamıştır. Bu sebepleri yerine getiren rızık yiyecektir. Çalışma çabalama, her şeyi kuralına uygun yapma v.s.  Çocuk doğunca ummadığı yerden sütü gelir. Insanlar çalışmak suretiyle elde eder. Çöp balığı, bakterileri yiyerek beslenir. Aslan bulduğu avı açlıktan ölse bile önce yavrusuna yedirir. “Nice  canlı varlıklar varki rızıklarını taşıyamazlar. Ama onları da sizi de Allah besler. O herşeyi hakkıyla işitir. Mükemmel şekilde bilir.” Ankebut Suresi. Ayet  60  Bu ayet ne güzel örnek.

 

Rahmân: (Herkesi seven ve karşılıksız veren)

Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır. “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım ! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah dilerse bütün günahları siler. Çünkü o çok affedicidir. Merhamet ve ihsanı fazladır. ( Zümer 53 )

Dünyada ne kadar sevgi varsa ondandır. Annelerin yavrularına, eşlerin, kardeşlerin ve  toplum katmanlarının birbirlerine karşı olan sevgileri hep ondandır. Yaşamamız için gerekli olan organları bize verilmesi de Rahman isminden dolayıdır. Işte sonsuz olan bunlar ve buna benzeyen isimlerdir.

 

Allah’ın özelliklerinin genel özelliklerine birkaç örnek veriniz.

 

F     Allah’ın Sıfat ve Isimleri sonsuz olup hakkıyla bilinemez: Sonsuzluk zamansızlık anlamını taşır. Zaman çizgisinde yaşayan bizlerin, zamansızlığı kavramamız mümkün değildir. Bir bütün hakkında bilgi kavrama ile ilgilidir. Bütün kavrandıktan sonra hakkında bilgi verilir. Biz zamanın tümünü kavrayamadığımız için zamansızlık hakkında bilgi veremeyiz.  Allah cc. bu özelliklerine Kur’anda “isim” diye ad koymuştur. “En güzel isimler onundur” Haşr suresi Ayet 24. “En güzel isimler Allah’a aittir. Allah’a o isimlerle dua ediniz”. Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, Allah’ın yetenekleri ve kabiliyetleri demek pek uygun düşmüyor. Peygamberimiz, hepsi güzel olan bu isimlerden 99 tanesini bir hadislerinde sayarak, ESMA-I HÜSNA (en güzel isimler) diye bize bildirmiştir. Bunlardan Lafza-i Celal (ALLAH) bütün isimleri kuşatmıştır. Cenab-ı Hakkın zatının  ismidir. Bize Allah`ın sıfat ve isimlerinin sonsuz olduğu bildirilmiştir. Biz insanlar en-boy-yüksekliğe sıkışıp zaman-uzay dördüncü boyutunda yaşadığımızdan Allah`ın sonsuz olan sıfat ve isimlerini hakkıyla bilemeyiz. Bize ne kadar bildirmişse o kadar biliriz. Meleklerin  dört bin, insanların ise bin civarında bildikleri sanılır. Özellikler  Allah için kullanıldığında sonsuzluğu ifade eder. Allah, yaratılanlarla kıyas yapılamaz.

 

F     Sıfatlarda ve Isimlerde azalma ve çoğalma olmaz: Allah`ta bulunan özellikler zamana bağlı olarak olmamıştır. Zaman içinde ele alınmaz. Ezelden beri vardır ve ebedidir. Örnek olarak Allah`ın bilmesini verebiliriz. Güneşin yarıküreyi kavradığı gibi Allah’ ta zamanı yaratıp tümünü kavramıştır. “Allah dün az biliyordu bugün çok biliyor” denmez. Zaman çizgisinde devam eden olayların hepsini bir nokta gibi bilir. Allah için dün ve yarın yoktur her an şimdidir. Bilmeseydi özelliğini kaybederdi. Yani Allah olmazdı. Diri olma (Hayat) Allah`ın sıfatıdır. Doğmayan, doğurmayan  bir hayatı vardır. Ezelden beri diridir. Hayat sahibidir. Bizlere hayatı O vermiştir. Bizde bulunan bilgileri başkasına aktarınca bizde eksiklik olmadığı gibi  Allah`ın da bizlere kendinde bulunan özelliklerden; kendini tanımamız için sınırlı vermesi O`nda eksiklik meydana getirmez. Bizde bulunan bilme, görme, işitme gibi sınırlı sıfatlar örnek olarak gösterilebilir.

 

F     Allah ta bulunan Sıfat ve Isimler (özellikler) yanında az ile çok aynıdır: Matematikte sonsuz sanal sayılar yanında en büyük somut sayının değeri sıfırdır. “Bir ” sayısının değeri de sıfırdır. Demek ki sonsuzluğa göre az ve çok eşittir.  Eşyada büyüklük, küçüklük kendi aralarındadır. Yaratma noktasında Allah için, eşyanın en büyüğü ile en küçüğü arasında fark yoktur. Yirmi bin askeri emirle idare etme nasıl kolaysa, bütün özellikleriyle  sonsuz olan Rabbimiz için bütün evreni yaratıp idare etmekte o kadar kolaydır. Koca bir bahçeyi yaratması ile bir çiçeği yaratması arasında fark yoktur. Çünkü sonsuza göre bütün büyüklükler sıfır ve eşittir.

 

F     Allah ta bulunan Isim ve sıfatlar Kavrayıcı ve Kuşatıcıdır: Ressamda bulunan kabiliyetin,  yaptığı resmin her tarafını kuşattığı gibi, Allah’ta zamanın tümünü kavradığından dolayı isimleri (yetenekleri) ile bütün evreni kuşatmıştır. Şayet evrenin her noktasını isimleriyle (Bilme, Görme, v.s.) kuşatmasaydı evren olmazdı. Kuşattıklarının büyüklüğü ile küçüklüğü Allah’a zor gelmez. Güneş içinde bulunduğu yarı küreyi kuşattığı için her noktayı aydınlatır. sıtır, renkler oluşur. Ağrı dağı çok büyük, sinek çok küçük, güneş ısıtamam diyemez. Çünkü güneşe göre ikisini de kavradığından eşitlik söz konusudur. Allah evrenin her tarafını özellikleriyle bir nokta gibi kavramıştır. Kavramasaydı, her türün özelliklerini genetik kartlarına ayrı ayrı, yüzlerce cilt kitabı dolduracak bilgiyi nasıl kodlardı ?   Zaman noktadır. Allah’ ta bu noktayı kavramıştır. Allah için ileri geri yoktur. Her  an şimdidir.

 

Allah’ın Isimleri Iş Yapmak Istediği Zaman , Allah Emirle Iş Yapar:

 

Allah`ın (cc) Icraatları :

Bu konuyu kavramak için iş yapanın (icraatçı) işi yaparken takip edeceği metodun bilinmesi lazım. Bu da iki türlüdür.

 

  1. a) Maddi temasla icraat (iş yapma): Dokunarak yapılan icraat. Maddidir ve çok zordur. Bir Tugaydaki askerleri yatırıp kaldırmak için maddi ve temasla icraat yapmaya kalksak çok zorlanılır. Uzun zaman alır, düzen bozulur. Her birini ensesine dokunarak yatırıp, kolundan tutarak kaldırmak lazım gelir ki bu günleri alır. Bu icraat çok zordur belirli şartlan gerektirir.

 

  1. b) Nurani ve kanuni icraat: Bu icraatta temas yoktur, kanun vardır. Bir bakıma kanunun yapısında madde olmadığı için nurani diyoruz. Bu icraat çok kolaydır. Böyle bir icraatta birle, bin, hiç fark etmez. Bazı örneklerini verelim; ­

 

F     Ses : Bir tabur askere yat deyince yatar kalk deyince kalkar sanki bu hadise saniyeler içinde olur. Bu taburun 5 bin kişi olması ile 500 bin kişi olması arasında fark yoktur. Bakınız, iş nurani ve  kanuni icraat olunca ne kadar kolaylaşıyor. Hatta günümüzde ses dalgalarına duyarlı cihazlar sesle kumanda edilerek istenen işlevleri yerine getirebilirler. Örnek olarak sesle açılan kasa kapıları, bir şifreleme metodu olarak kullanılmaktadır. Yani açıl diyorsunuz ve sadece size açılıyor. Buradaki icraat emirle oluyor, kanunla oluyor.

 

F     Elektriğin icraatı: Elektrikte kanuni icraat yapar. Şartele dokununca milyonlarca lambada aynı anda yanar, dev fabrikaların çarklarını çevirir. Teyp ve telefonda ses, tv.’de görüntü olur.

 

F   Hava unsuru: Bir odada deney yapalım; yüzlerce alet koyalım ve çalıştıralım, hiç birinin frekansı öbürünü engellemez. Adeta iç içe icraat yapar. Bir ile bin fark etmez. Binlerce tv.’yi bir gösteri salonuna koyalım hepsi farklı kanalı gösterir. Karışma olmaz. Kolaylık olur.

 

F     Güneşin icraatı: Güneş de icraatını adeta kanuni ve nurani yapmaktadır. Gezegenleri dokunarak temasla döndürmez. Bir tane olduğu halde içinde bulunduğu yarı kürede icraatlarını nurani yapar, sıfatlarıyla (özellikleri) her tarafı kaplar, her yerde adeta bulunur. Birle bine, milyona, milyara hakim olması zor değildir. sısı ile milyarlarca mahluku ısıtır. şığı ile milyarlarca mahluku ışıtır, renk ayarlaması ile milyarlarca eşyayı kavrar. Bunu biz görüyoruz. Bu mesele hem ilmidir, hem de somuttur. Bunun nedeni güneş, yarı kürede bulunan eşyanın tümünü kavrıyor. 06 AB 140, 55 KL 160, 61 VR 165 plakalı arabalar Ankara, Samsun­ ve Trabzon’u temsil ediyorlar. Bunlar birbirlerine göre geri (mazi) ileri (istikbâl) gibi olabilirler. Ankara’daki şoföre telefon edip hemen Samsun`daki 55 KL 160 plakalı araçla ilgili bilgi istesem, araya zaman-mekan duvarı girdiğinden bilgi veremediğini söyler. Diğerleri de birbirleri için ayni mazereti söylerler. Ama bu telefonu faraza güneşe yöneltsek, daha cümlemiz bitmeden hemen üç araba hakkında en ince teferruatına kadar bilgiyi verir. Neden?, çünkü Güneş arabaların içinde bulunduğu zaman ve mekanın tümünü kavramıştır, onun için ileri ya da geri yoktur. Şimdi şöyle bir örnekle konumuzu toparlayalım. Güneş ısı, ışık, renk olayı ile içinde bulunduğu yarı küreyi kavrar mı? Kavrar. Bir’e yansıması ile milyar sayıda eşyaya yansımasında bir fark var mı? Ankara ya yüz milyon nüfus koysak veya nüfusu yüz bin’e indirsek güneşe zorluk veya kolaylık olur mu? Olmayacağı açıktır. Güneşle anlaşıp güneşin ısısına bilgi, ışığına görme, renklerine de işitme diyelim. Sonra güneş kavradığı her şeyi bilir mi? görür mü? Her sesi işitir mi? diye sorsak cevap evet-evet-evet olacaktır. Bu güneşin icraatının nurani ve kanuni olduğundandır.

 

F   Yerçekimi kanunu: Bunun icraatı da temasla değildir. Onun için katı olan dünyanın çekimi ve dengesinde kullanılır.

 

F   Ruh bir kanundur: Ceset maddedir ama ruh 60 trilyon hücreyi dokunmadan idare eder, zorluk yoktur.

 

F   Görme de kanunidir: Dağlar taşlar katıdır. “Şu dağ büyük göremiyorum” denmez. Dokunarak görülmez.

 

F   Psikokinezi (dokunmadan eşyayı kaldırma, kırma, bükme vs. ) de icraat temassızdır kanunidir.

 

F     Bütün büyümeler ve gelişmeler: Temasla olmaz, kanunidir. Biz fiziki büyümeyi görürüz.

 

F     Radyo, radar,  ve tv. ler : Temassız ve kanuni icraat yaparlar. Ses işaretini elektriksel işarete (elektron) bindirerek (modülasyon) kablolar vasıtasıyla çok uzak mesafelere göndeririz. Oraya gidince ses işareti ile elektriksel işaret ayrılır (demodülasyon). Kalan saf ses konuşmak istediğimiz kişiye ulaşır. Burada temas yoktur. Işleyiş kanunu var. Bu kanuna göre fert elektronları kullanmış oluyor.

 

F   Dünya kupasındaki penaltıyı ben nasıl aynı anda izledim? Buradaki işleyiş de aynıdır. Yani ışık fotonları kamerayla absorbe edilip özel aynalarda ana renkler filtre edilerek elektriksel işarete dönüştürülür. Bu işaret kablolar, elektromanyetik dalgalar, fiber optik kablolardaki laser ortam vasıtalarıyla alıcıya (tv. vs..) ulaştırılır. Alıcı sistem bu elektronları monitörde çok yüksek gerilim altında (3000 Volt gibi..) hızlandırarak fosfor ekrana çarptırır, oluşan parlamalar penaltı görüntüsünü oluşturur.

 

F     Aklın icraatı nuranidir: Kavradığı eşya maddidir. Dokunmadan eşyayı duyu organlarıyla kavrar.

 

F     Başka bir misal vermek gerekirse: Içinde bulunduğumuz bina bir mühendisin önce düşünce sonra tasarım sonra plan ve proje daha sonra da gerekli malzeme kullanarak yaptığı bir binadır. Bu binanın temelini atarken oraya yansıyan mühendislik yeteneği ile, demir bağlarken, duvar örerken, sıva yaparken, boya yaparken ve her farklı kabiliyet gerektiren bir sonucu yaparken  farklı yeteneklerini kullanmıştır. Bu anlatılanlar tamamen doğrudur hatta eksiktir. Mükemmel bir bina mühendisin yirmiye yakın yetenek ve kabiliyetinin  sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

 

F     Bütün bunları düşünürsek, dokunulmadan yapılan icraatın çok kolay olduğu anlaşılır. Işte rabbimiz olan Allah’ın (cc.) icraatları (iş yapması) kanunidir, nuranidir, emrîdir. Bizler evrendeki O’na ait olan malzemelerle dokunmadan icraat yapıyoruz ve kullandığımız malzemeler (atomlar, elektronlar, elektromanyetik dalgalar, fotonlar vs..) üzerindeki mutlak hâkimiyet Allah’a  (cc.) aittir. Bizim yaptığımız iş ise O’nun emrindeki algılayabildiklerimizi çok az kullanmaktan ibarettir. Allah (cc.)’de evren sarayını yaparken farklı isimlerini kullanarak yapmıştır. Isimler(yetenekler) birbiri peşine  güneş ışınlarının eşyaya yansıması gibi  devreye girerek sonuç olarak görünmek istiyorlar. Allah (cc)’ de sonucun oluşmasında kullandığı malzemelere emir vererek isimlerin sonuçlarını evrende yapmış oluyor.  Her isminden değişik ikramlar ve sevgiler gelir. Her bir ilahi isim varlık âleminin bir bölümünü aydınlatır. Şafi ismi olan Allah (şifa verici) hastanın imdadına koşarak iyileşmesini sağlar. Üzüntü ve ümitsizliği ortadan kaldırır.

 

 

F     Rabbimiz bütün eşyaya hakimdir. Bütün eşya ile onların dilleriyle konuşur. Ben bir taburu bir emirle yatırıp kaldırıyorum, güneş ateş yığını olduğu halde her tarafta icraat yapıyor. Bütün eşyanın temel taşı olan atomlar Allah’ın (cc.) ordularıdır. Benim askerim beni dinlediği gibi onun orduları onu hayda hayda dinler. Aciz olanın emirleri yerine getirilir de sonsuz gücü olanın getirilmez mi? Evet getirilir. Onun için Quantum fiziğine göre bütün eşyaya her an hareket verilmektedir. Bu da Allah’ın (cc.) “Kayyum” (bütün eşyanın kendisiyle ayakta kalması) isminin yansımasıdır. Isimlerin ürünlerini insanların ve cinlerin incelemesine ve faydasına sunmuştur. Yaratıcısının isminin ürünü olarak yokluk  karanlıklarından varlığa ayak basan her varlık kendisi, tasarımı yapılan vücuda kavuşturulmuştur. Varlığın yokluk karşısında ne kadar güzel bir şey olduğunu bilmeyenimiz yoktur.

Evren Tesadüfen Sebeplerin Bir Araya Gelmesiyle  Olmuştur

 

Önce tesadüf ve sebeplerden maksat nedir? Bu iki kavramı tarif edelim.

 

Tesadüf: Önceden düşünülmüş ve planlanmış bir planın ve kanunun yokluğunu ifade eder (Ibrahim Sıtkı, Cilt 2 Sayfa: 89 John Clover Monsma`dan tercüme).

Sebep: Iş görerek sonucu doğuran şeydir. Her sonuç için ayrı bir sebep ileri sürme. Evreni parçalara bölüp, her sonuca bir sebep takma anlayışı (Dr. Yamina Bouguenaya, Bilimin Marifet Boyutu, Sayfa: 81).

Kur`an da Allah (cc) sebeplerin hakiki fail olamayacağını vurgulamaktadır. “Göklerin ve yerin mülkü (ve idaresi) O`nundur. O`nun nesli yoktur; mülkünde ortağı yoktur. O herşeyi yaratır; ölçü, biçim ve düzen verir. Ancak bazıları O`nun yerine, hiçbirşey yaratmayan, kendileri de yaratılmış olan ve kendilerine bile zarar ve faydası dokunmayan, ne ölüme ne de yaşatmaya ne de yeniden diriltmeye gücü yeten birtakım ilahlara ibadet etmeyi tercih ettiler (Furkan Süresi, Ayet 2-3).  ”

 

Bu iddianın mantıki ve ilmi yönünün olup olmadığını inceleyelim.

Kendi Kendine Olmuştur

 

F     Kendi kendine olmak demek, mantıklı bir yaklaşım değildir. Olacak olan şey önce kendi olmalı sonra olacak şeyi yapmalıdır. Olmayan neyi yapacaktır. Eşya var, bu somut. Devamlı değişken, bir makine gibi parçalarını değiştirerek çalışıyor. Bir kanuna tabi.

 

F     Vücuttaki bir atomu ele alalım. Göze mi gidecek, beyne mi gidecek, kemiğe mi gidecek. Akıl yok, şuur yok, fikir yok, organlara münasebetlerini bilmiyor. Gözü bilmiyor, kulağı bilmiyor. Bu atomu birinin emrine vermezseniz, yanlış yapmaz mı? Bu güne kadar beyne gidecek atomun kemiğe gittiği görülmüş müdür. Üniversite mezunları bile hata yaparken atomun hata yapmaması için vücudun tümünü kavrayıcı bilgisi her tarafı kavrayıcı görmesi ve mükemmel aklın olması lazım. Atomda ise bu yok. O zaman kendi kendine hareketi mümkün değildir.

 

F     Vücut harika bir saraya benzer, saraylarda taşalar birbirlerine kenetlenip duruyor. Bir vücut ise saraylardan bin kat daha girift bin kat daha harikadır. Çünkü tazelenmektedir. Her dakikada 300 milyon hücre ölüyor ve yerine yenisi geliyor. Eğer bu atomlar bir emir altında hareket etmezlerse, vücut birbirine girer ayak altındaki atom beyne çıkmak ister. Böyle bir şey oluyor mu?

 

F     Elimizdeki kitaplar kendi kendine yazıldı denir mi? Kitaplardaki kelimeleri bir yazara vermezseniz kelimeler adedince yazarlar gerekmez mi? Bu mümkün mü?

 

F     Bilimsel olarak kendi kendine oluşu 22 Haziran 1864 te Pastör Fransız Ilimler Akademisinden bir heyet önünde  Mont Blanc tepesinde yaptığı deneyle çürüttü. Paris’te Pastör Enstitüsünde bu deney balonu halen bulunmaktadır. Içinde ne kendi kendine oluş vardır. Ne bir şey vardır.

 

Tabiat Yapmıştır

 

Tabiatın ne olduğu bellidir. Taş, toprak, ağaç, su vs. ye denir. Kendisi zaten yapılmıştır. Sanat eseridir. Canlı bir sanat eseridir. Sanat eserinin sanatçı olması mümkün değildir. Tabiat yazılmış bir mektuptur. Katip olamaz. Çizilmiş bir eseridir. Sanatçı olamaz. Bir eseri yapmak için lazım olan özelliğin hiçbiri onda yoktur. (Canlılık, akıl, irade, güç vs.) Bu sıfatları olmayan nasıl yapacak tabiatı. Halbuki sibernetik ilmine göre sanat eserleri bir üst sıfat taşıyan akıllı şuur sahibi hayat sahibi biri tarafından yapılır. Bilgisayar ne kadar mükemmel olursa olsun yapıcısından daha üstün olamaz.

     Allah Yapmıştır

 

Evreni incelediğimizde  3 tane prensip gözümüze çarpıyor.

 

a: Antropik Kozmoloji Dengesi: Evren bir gayeye yönelik yaratılmıştır prensibi. Evren adeta bir ağaç gibidir. Asırlarını insan meyvesini vermek için geçirmiş. Nitekim astrofizikçi Freeman Dyson hatıralarını anlattığı “The Disturbing Universi” nde: “Kainata baktığımızda ve bizim için, bizim faydamıza olacak şekilde çalışan fiziki ve astronomik hadiseleri incelediğimizde sanki kainat bizim gelişmemizden haberdarmış gibi geliyor.” (Yamina, 142). Kara delkilerin isim babası, kuantum fiziğinin yaşayan en büyük ismi olarak bilinen John Archibald Wheeler, güneş ve gezegenlerin ahengine dikkat çekmiş ve hayata imkan verecek şekilde mükemmel olarak yaratıldığını söylemiştir. (Yamina, 143). NASA`dan astronom John Keefe: “Eğer kainat en mükemmel incelikle yapılmasaydı, biz asla vücuda gelemeyecektik. Benim açımdan bu şartlar gösteriyor ki, kainat, içinde yaşayacak insanlar için yaratıldı.” R. Estling ise: “Genelde kainatın düzeni, bilhassa yeryüzü öyle hassas olarak insana göre ayarlanmıştır ki, verilecek hüküm kaçınılmaz olarak şudur: Kainatı ve yeryüzünü bu şekilde bizi de düşünerek yaratan, nasıl bir isim takarsanız takın, Allah`tır. Ben ısrar ediyorum ki, bütün bunları, izahı hiçbir surette mümkün olmayan şans yapıyor demek, düşünülmeyecek kadar tesadüflere, sayılamayacak kadar mucizelere ihtiyaç gösterir.” Bunu en güzel fizikçi Fikret Kortel söylemiştir: “Kainat, hayatı meyve  vermek için yaratılmıştır.”  der Kortel. (Yamina, 143). Yukarıdaki izahlardan da anlaşıldığı gibi evren  insan merkezli yaratılmıştır.

 

  1. Antropik Ekoloji Dengesi: Canlılar rızk piramidine uygun şekilde insana rızk yetiştirmek için koştuğu prensibi. Dünyayı incelediğimizde bu prensibin çok dakik olarak işlediğini görürüz.
  2. Sibernetik Prensibi: Sibernetiğin temel prensiplerine göre canlıyı programlayan, canlıdan daha akıllı ve daha güçlü bir varlık olmalıydı. En üst düzeydeki canlı insandı. Buna göre insandan da üstün bir varlık olmalıydı. (Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, 343). Durum böyle olunca evreni yapacak zatta bazı özelliklerin (sıfat ve isimler) bulunması zaruridir (Canlılık, Ilim, Görme, Işitme, Irade, Kudret, Gaye vs.). Bu özellikler mukaddes dinlerin bildirdiğine göre sadece ve sadece Allah (cc) vardır. Bundan dolayı diyoruz ki evreni Kur’an’da ki özelliklerle tanıdığımız Allah yaratmıştır. Yarattığı evereni atoma kadar altı evreden geçirmiş olup sonra sistemleri kurmuştur. Bu sıra dönemler halinde aşağıya çıkarılmıştır.

 

  1. Dönem: Sıcaklık yoğunluk çok yüksektir. Proton ve nötron ortada yok. Elektron ve Anti Elektron vardır. Kütlesi sıfır olan foton, nötrino ve antinötrino vardır.

 

  1. Dönem: Sıcaklık 30 milyar derece. Nötron ve proton belirmeye başlamıştır. Elektron, pozitron, nötrino, antinotrino fotonlar la birlikte karışım halindedir. Çekirdeği oluşturan parçacıklar yavaş yavaş yaratılıyor. (Kaark, Gluon)

 

  1. Dönem: Sıcaklık 10 milyar derecedir. Fakat nötronlar ve protonların bir araya gelerek çekirdekleri oluşturmaları mümkün görülmemektedir.

 

  1. Dönem: 13.8 saniye geçmiştir. Sıcaklık 3 milyar derecedir. Evren korkunç genişliyor. Elektronlarla Anti Elektronlar çarpışıyor. Fotonlar şeklinde enerji ortaya çıkıyor. Helyum çekirdekleri oluşuyor.

 

  1. Dönem: Sıcaklık 1 Milyar derece 3 dakika 2 saniye olmuştur. Fotonlar, nötronlar ve nötrinolar ve anti nötrinolar egemendir.

 

  1. Dönem: 34 dakika 40 saniyede olmuştur. Sıcaklık 300 milyon dereceye inmiştir. Atomlar oluşmaya başlamıştır. Daha sonra moleküllerin birleşmesinden çok sayıda madde oluşarak gökcisimleri oluşmaya başlamıştır. Sıcaklık 4 bin dereceye inmiştir. Gittikçe soğuma başlamış sıcaklık düşmüş gezegenler oluşmaya başlamıştır. Güneş sistemi oluşalı 4,5 Milyar yıl olmuştur. Fakat atomlar 15 Milyar yıl önce yaratılmıştır. Dolayısıyla biz 15 Milyar yıl önce yaratılmışızdır.

 

F     Dünya oluşunca üzerindeki türler sanatçının fırçasından çıkar gibi, tür özellikleriyle ayrı ayrı yaratıldı. Bunun en büyük delili canlıların DNA molekülüne kodlanmış milyarlarca kelimeden oluşmuş, binlerce sayfaya kayıtlı tür özellikleridir.

 

F     Varlığına en büyük delil kendi kelamıdır. Yani Kur’an’dır. Olmayan biri nasıl ben varım der.

 

F     Inkarı mümkün değildir. Böyle bir düşünceye daldığımız zaman yüz binlerce sanat eseri bizi susturmak için sıraya girecektir. Şöyle ki:

 

Imkan Delili: Evren olmayabilirdi, olabilirdi de; duvardaki resim yapılabilir veya yapılmayabilirdi. Bu tercihi kullanacak biri olmalı. Duvardaki resmin varlığına Ressam karar vermiş. Evrenin yapıldığına göre onun da varlığına Allah cc. karar vermiştir. Çünkü evreni yapabilecek özelliğe sadece Rabbimiz sahiptir.

 

Oluş Delili: Âlem daima değişme içindedir. Değişme sonradan olanların özelliğidir. Maddenin termodi­namik yasalara göre devamlı yokluğa gidişi; evrenin durmadan genişlemesi; güneşin sürekli tükenişe doğru yol alması gibi meseleler varlığın başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olanın yapıcısı vardır. o da Allah’tır cc.

 

Hayat Delili: Hayat çok şeffaf bir bilmecedir. Hayat vermek için çok uğraşıldı, ama başarı elde edilemedi. Fizik ve kimya bilgileri kullanılarak bir canlı varlığın yaratılması imkansız. Deneye dayalı ilimlerin sahası ancak hayatın açığa çıkmasından sonra başlar. Hayat tesadüflerle ortaya çıkmayacak kadar , kompleks düzenli ve dengelidir. Hayattaki bu kompleks ve düzenlilik ancak bilinçli ve tek olan bir zatın olmasıyla açıklanır. 1942-1962 yılları arasında Sovyetler Birliği yapay hücre yaptı ama ruh veremedi. Canlılara bu hayatı sürekli hayat sahibi veren birinin vermesi lazım; o da bu özelliği olan Allah cc.‘tır.

 

Intizam Delili: Her varlık kendi parçalarıyla bir ahenkle bütünlük içindedir. Evrende bir intizam ve düzen içindedir. (Sistemlerin mesafeleri-Kanunlar-Ay Dünya dengeleri- Dünyanın eğik oluşu vs.) Bitkiler hayvanların ve insanların soluduğu oksijeni yaparlar. Hayvanlar ve insanlar da bitkilerin yapı malzemesi olarak kullandıkları karbondioksitleri üretirler. Ne mükemmel hesap ve düzen. Bu durum bir düzenleyici ve planlayıcıyı gösterir. O da Allah’tır. Alemdeki nizam ve bu nizamda meydana gelen en ufak değişikliklerin ne kadar büyük neticeler getireceğini, bazı hayret verici gerçeklere göz gezdirdiğimizde anlayabiliriz.

 

Sanat Delili: Atomdan insana kadar bütün kainatta ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Bilim bu sanat harikalarını incelemekle meşgul. Bilim adamlarını hayrette bırakan bu sanat harikaları binlerce yıldır çözülemiyor.  Örnek olarak küçük dil olmasa akciğer dolup taşacak. Kaşlar olmasa akan ter gözlere girecek. Kirpikler olmasa toz toprak gözlere girecek. Canlılarda beslenecekleri gıdalara uygun uzuvlar bulunur. Horozun yemini  rahatlıkla toplayacağı gagaya, koyun otları rahat toplayabileceği dudaklara, fil koca gövdesiyle aşağı eğilemeyeceğinden, toplu iğneyi bile alacak hassas hortuma, deve, çöl dikenlerini ağzına zarar vermeden koparabileceği yarık dudaklara sahip kılınmıştır. Bunları yapacak gücün sonsuz olup, bütün türleri tanıyıp ona göre organ vermesi lazım ki; Allah’tan başka hiçbir güç bunları yapamaz. Bunlar kör tesadüfe, sağır tabiata verilemez. Bu sanatkar Allah’tır.

 

Gâye Delili: Her varlıkta bir gaye görünmektedir. Meyveler bizim için büyüyor. Dünya bizim için dönüyor. Güneş bizi ısıtıyor. Toprak bir gayeye hizmet ediyor. Tüm bunlarda akıl, şuur ve idrak yok ki bizi bilsin bize hizmet için koşsun. Bütün bunları bizim emrimize veren biri var ki eşyayı o gaye ve hedefe doğru sevk ediyor. O da Allah’tır.

 

Şefkat- Merhamet- Rızk Delili: Bütün yaratılmışların bilhassa insanın ihtiyacı sonsuzdur. Gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkça ispat ediyor ki bir şefkat eli bize cevap veriyor. Oksijen olmasa ne yapardık, su olmasa ne yapardık, doğduğumuz zaman süt terkibimiz annemizde hazır.Kangurular çoğunlukla tek yavru doğururlar. Bu hayvanın sütündeki bileşim yavrunun değişme safhalarına göre değişir. Başlangıçta berrak bir sıvı olan süt, sonraları koyulaşmaya başlar. Yavrusunu emzirirken ikinci yavruyu yapar. Yeni yavrusu ile eski yavrusunu aynı kesede barındırmaya başlar.  Ihtiyacımızı elde etmeye ne gücümüz yetiyor ne de paramız. Zayıf olmamızdaki kuvvetimiz evreni bize hizmetçi yaptı. Bu ise sonsuz bir merhamet sahibini bize gösteriyor ve tanıtıyor. O da bütün bu sıfatları taşıyan noksan sıfatı olmayan Allah’tır cc.

 

Yardımlaşma Delili: Bütün mahlukatta müthiş bir yardımlaşma var. Sanki bir bütünün parçaları gibi. Düşünelim bakteriler, solucanlar ve toprak aynı gaye etrafında toplanıp bitkilerin yardımına koşuyor ve bitkiler büyüyor. Akılsız şuursuz bu varlıkları böyle kullanan gücü herzeye yeter  o da Allah’tır.

 

Temizlik Delili: Insandan yer yüzüne oradan semanın derinliklerine kadar müthiş bir temizlik vardır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve yırtıcı kuşlar…rüzgar, yağmur ve kar. Denizlerde balıklar, atmosfer, kara delikler, vücudumuzda kanı temizleyen oksijen, ruhumuzu sıkıntılardan temizleyen manevi esintiler Hep Kuddüs (Temiz ve pak) isminin sahibinden haber vermektedir. O’da Allah cc. dir.

 

Simalar Delili: Bütün mahluk için geçerli ama insana bakalım. Bütün yüzler en ince ayrıntılarına kadar ne geçmişe ne geleceği benzememektedir. Parmak izlerine kadar ayrı. Bu zamanın tümünü kavrayamayanın yapacağı iş değildir. Bu sonsuz gücü olmayanın yapacağı iş değildir. Saydığımız sıfatlar sadece var olan Allah’a cc. aittir.

 

Sevk-i Ilâhi Delili: Yavru ördek, yumurtadan çıkınca yüzüyor, Arı, çok kısa zamanda sanat eseri olan peteği örüyor. Örümcek ipincecik ağını örüyor. Yılan balıklarını kilometrelerce uzağa bıraktıkları yumurtadan çıkan yavru, balıkları arayıp buluyorlar. Insana gelince her şeyi dünyada öğreniyor. Hayvanlardaki bu harika özellikleri onlara veren sadece ve sadece Allah’tır. Biz yüzme için hoca tutuyoruz plan yapmak için mühendislik okuyoruz. Allah’ın sevk-i ile hayvanlara bu bilgiler genetik kartlarına adeta işleniyor. Akıl yok, şuur yok. Bu delilde Allah’ın varlığına ait ne güzel delildir.

 

Ittifak Delili: On tane yalancı bize evimizin yandığını söylese inanırız. Yalan üzerinde birleşmeleri imkansız yüz binlerce peygamber, binlerce ilim adamı, milyonlarca insanların varlığından birleştikleri Allah’a niçin inanmayalım ki. Kaldı ki bu insanlar ayrı ayrı zamanlarda ve mekanlarda yaşamışlardır.

 

Kur’an ve Peygamber Delili: Kur’an`ın Allah kelamı olduğunu gösteren her delil onun varlığını gösterir. Peygamberin peygamberliğini gösteren her delil onun varlığını gösterir.

 

 

4- Vahdaniyyet

 

F     Alllah’ın (cc) bir ve tek olması demek. Evrende ki genel hükümranlığı vahdaniyeti gerektirir.  Yani eşya sonuçta ona dayanır. Doğmayan, doğurmayan ezeli ve ebedi olan, varlığı ezelden beri olan, mahluka benzemeyen birdir.

 

F     Evren ve içindekiler – sanat eseri sanatçının kabiliyet ürünü olduğu gibi- Allah’ın (cc) isimlerinin tecellileridir (ürünü).

 

F     Sanat eserinde, sanatkar tekliği  işi kolaylaştırır. Iki koyunun aynı kuzuyu doğurması zordur. Bir birinden habersiz on aşçının mükemmel bir yemek yapması zordur. Birbirinden habersiz on terzinin bir elbiseyi dikmesi zordur. Bir eri on komutanın idare etmesi zordur. Ama bunların tersi çok kolaydır.

 

F     Bir köyde bir muhtar bir kazada bir kaymakam bir vilayette bir vali ve bir devlette bir cumhurbaşkanı olur. Işler kolaylıkla yürür. Bunları iki ve daha fazla yaparsanız işler zorlaşır. Onun için Kur’anda ilah fazlalığının ortalığı karıştıracağı belirtilmiştir.

 

F     Allah (cc) hiçbir hususta kendisine ortak kabul etmez.

 

Birliğine birkaç örnek verelim:

a-     Kainat ağacının çekirdeği ve en mükemmel meyvesi, dünya sarayının güneşi, islam aleminin aydınlığı, bütün kainatı terbiye eden Cenab-ı Hakkın saltanat ve hükümranlığının açıklayıcısı, kainat kitabının bütün tılsımlarını çözen Peygamberimiz, peygamberlik kanalıyla kanadının altına aldığı 124 bin nebi ile, Islamiyet kanadının altına aldığı evliya, doğru sözlüler, yüzlerce ilim ehlini arkasına alıp, Allah`ın vahdaniyetini haykırıyor. Bu kadar tasdike şüphe karışır mı?

b-     Bütün eşyaya bakıldığında üzerlerindeki mühür taklit edilemiyor. Her sanat eserindeki mühür aynı zata ait. Çünkü O`nun özelliklerini taşımayan bir kuvvet, bir bilgi, bir irade o mührü vuramıyor. Ilmin geldiği bu günkü seviyede, ilim adamları bir elmanın üzerindeki, bir kuzunun üzerindeki, bir insanın üzerindeki mührü taklit edemiyorlar. Topyekün evreni tanımayan ve yapamayan bir zat bu mührü nasıl vursun? Mevsimlerde kudret kalemi ile yazdığı mektupları kim taklit edebilir? Kimdir ilkbahar, yaz, sonbahar, kış sayfalarını açan, o sayfalara binlerce mektup yazan? Bu mektupların taklidi mümkün mü? Yazdığı mektuplarda hata var mı?  Işte bütün bu icraatlar O`nun birliğine mükemmel delildir.

c-     Evreni “Big-Bang” ile yapmış, sonra sistemleri, “mega” galaksileri, galaksileri, galaksiler içinde güneşimizi, ona bağlı gezegenleri, ve son kademede dünyamızı, dünyamızdaki insanlık için lazım olanların depolanması, madenler, sular, petrol, elementler, bakteriler. Mevsimler, gece-gündüz, simaların farklılığı, dillerin farklı oluşuna kadar farklı icraatlar, ilk anla son an arasında cereyan eden duruma baktığımızda, “Big-Bang” ki yapamayan benim kaşımı da yapamaz. Kaşımı yapamayan da “Big-Bang” i yapamaz. Çünkü hepsi birbirine bağlı. Her sanat eseri mükemmel sanatlı, tezyinatlı, tesadüfü sebepleri, kendi kendine oluşu kabul etmeyecek kadar sanatlı oluşuyorlar. Sonsuz ilim, sonsuz irade, sonsuz güç sahibi olmayan bir Bir`in yapacağı işler değil bunlar. Bütün sıfat ve isimlerde Zatı ile sonsuz olan Rabbimiz, birliği ile başlangıç ve sonuca hakim olduğu için bu kadar mükemmel oluşumlarda zorluk olmuyor.

d-     Bütün insanların parmak izlerinin ayrı ayrı oluşu onları yapan sanatkarın birliğine örnektir. Çünkü geçmişi bilecek, geleceği bilecek yeni bir sanat eseri yapacak onun da parmak izi ayrı olacak.

e-     Dünyanın her tarafındaki türler aynıdır. Yani Afrika’daki tavşan ile Avustralya’daki tavşan aynıdır Bu, şunu gösterir, sanatkar aynı türü dünyanın her tarafında aynı yaratmış. Bu da birliğin ifadesidir.

f-       Her canlının  DNA molekülüne 20-25 bin sayfadan oluşan tür özelliklerini içeren bilgi kodlanmıştır. Bu bilim heyeti tarafından tespit edilmiştir. Binlerce defa büyültmek suretiyle  görülebilen bu bilgileri oraya yazacak zatın bütün canlıları bilmesi, tanıması lazım ki bilgileri DNA molekülüne şifrelesin. Bu da sadece ve sadece bir ve tek olan her şeye gücü yeten Rabbimizdir.

 

8- Tekvin

 

Yaratması demek. Her şeyi Allah cc. yaratmıştır. Evreni Big-Bang denen büyük patlama ile yaratmıştır. Devamlı genişletiyor (Hubble yasası). Kur’an bu durumu Zariyat süresi 47. ayette anlatmaktadır. Evren trilyonlarca derecede sıcaklıktaki toplu iğne başından milyonlarca defa küçük bir ak noktadan başlatmıştır. Onun yaratması iki türlüdür.

 

A-Itikat Dairesi (Inanç Dairesi): Biz inanırız ki Allah devreye hiçbir sebep (sonuca etki eden faktör) koymadan sonucu meydana getirir.

  1. a)    Sonucun oluşmasında bir sebep yoktur.
  2. b)    Sonucun oluşmasında geçen zaman sıfır veya sıfıra yakındır.
  3. c)    Isim tecellileri (yansımaları) sonuç üzerinde kademeli görünmez
  4. d)    Evren yaratıldıktan sonra mucize ve kerametin dışındaki yaratmaları sebeplere bağlıdır.
  5. e)    Ahirette sebepler kalktığından bu yaratma şekli devam edecektir.

 

 

FORMÜL :        Allah + Emir     = Sonuç

   UYGULAMA:   Allah + Ol             = Evren

Allah + Ol     = Hz. Adem

                                               Allah + Ol      =Tüm Peygamber Mucizeleri

 

B-Sebepler Dairesindeki Yaratması (Inşa):  Önce sebepleri ve kanunları izah edelim.:

 

Sebepler: Sonucun  oluşmasında kullanılan, görevlendirilen, oluş zincirinde sonuca en yakın ve bitişik olan, akılsız, şuursuz, güçsüz, merhametsiz, iradesiz, cahil cansız malzemelerdir (Güneş, Yer, Ay, hava, su, bitkiler, hayvanlar, hücreler, DNA, atomlar vs.).  Bunlar yaratıcının vasıflarını bize aktarıcı araçlardır. Yani Allah`ın isimlerini bize bildiren burçlardır.

 

Kanunlar: Birbirlerine bağlı iki yada daha çok olayın arasında bağ kurma demektir. Zaman ve mekanın değişmesi ile değişmeyen bağlardır. Yaratıcı, eşyayı bu bağlarla intizam altına almıştır denebilir. Allah`ın eşyayı yaratış biçiminin görüntüsüdür, belirleyicisi değildir. Yani eşya belli bir şekilde yaratıldığı için tabiat kanunları vardır. Tabiat kanunları olduğu için eşya belli bir biçimde oluyor değildir. Tabiat kanunları, eşyanın var oluşunun sebebi değil, sonucudur. Bilim dalları da tabiat kanunlarının sonucudur.

 

  1. a)     Sonuçlar sebeplere bitişik yaratılır.
  2. b)     Sebeplerin sonuçlar üzerinde etkisi yoktur.
  3. c)      Sonuçların sebeplere bitişik oluşu, sebeplerin sonuçları yaptığına kanıt değil Allah’ın evrendeki sebeplerle iş yaptığına kanıttır.
  4. d)     Sonuçların düzenli, mükemmel, bir gayeye yönelik oluşu sebepleri ortadan kaldırır.
  5. e)     Sonuçla sebep arasında ki zaman aralığı uzundur.
  6. f)        Bu zaman aralığındaki her burçta farklı isim tecellisi (ürünü, sonucu) görülür.
  7. g)     Dünyada her sonuç mutlaka bir sebebe bağlı olarak yaratılır.
  8. h)      Bir müslümanın sebeplere esbabperest gibi sarılması zorunludur.
  9. i)        Sebeplere en üst seviyede yapışmak fiili duadır. Aynı zamanda tevekküldür.
  10. j)        Dünyadaki galibiyet sebepleri yerine getirip, getirmenin arkasına takılıdır.
  11. k)      Bir müslüman en üst seviyede sarıldığı sebepleri hakiki fail kabul etmez.
  12. l)        Hayır ve şerden oluşan tüm sonuçların hakiki faili Allah’tır. Sebepler sonucun oluşmasında aracı kurumdur.
  13. m)   Sebep olarak gösterilen şey sonucu yapacak özellikte ve üstün özellik taşıması lazım. Yoksa bu sonucu bu sebebe veremeyiz.Örnek: Elma bir sonuçtur. Elmanın oluşmasına sebep olarak gösterdiğimiz şeyde bilgi, özgürlük, güç, maksat gibi özelliklerin olması lazımdır. Elma ağacına sorduğumuzda bu özelliklerin bulunmadığını görüyoruz. Elmayı yapacak zatın, elma bilgisi, elmayı yapacak özgürlüğü, onu yapacak gücü ve midemizle elmanın irtibatını belirleyip ona atomlarını koyması, rengini, tadını ayarlaması, elmayı yiyecek bütün canlıların sindirim sistemlerini bilmesi lazım. Bu özellikler sadece ve sadece Allah`ta vardır, elma ağacında yoktur. Allah dünyada sonuçları sebeplere bitişik yaptığından bize elma ağacı eliyle elmayı yediriyor. Bizi aldatan elma ağacı ile elmanın bitişik oluşu. Bitişik oluş onun yaptığına delil değildir. Telefonla konuşurken sesimi elektronların taşıması                                                               elektronları konuşuyor yapmaz. Konuşan benim, elektron eliyle iş yapıyorum. Allah`ta dileseydi elmayı elma ağacı olmadan da verirdi. Ama dünyadaki icraat şekli her sonucu mutlaka bir sebebe bağlı olarak yapmasıdır. Insanlar sebeplere yapışmadan, dünyada sonuçlara talip olurlarsa, mağlup olurlar. 65 milyon insan sabaha kadar göz yaşı dökse elma ver diye, elma alamayacaktır. Elma yemenin yolu, çalışıp elma ağacı dikmek, bir süre sonra ise elma yemektir. Müslümanlar Allah`ın dünyadaki yaratma şeklini iyi anlayamadıklarından yanlış bir tevekkül anlayışına girmişlerdir. Inanç dairesindeki yaratma şeklini beklemişleridir. Halbuki bu tavır, doğru değildir. Allah galip olmayı çalışmaya, evren yasalarını didik didik etmeye ve ilimde belirli seviyeye gelmeye bağlamıştır. Yatarak bu olmayacağından çok çalışılmalı, ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak hepimizin görevi olmalıdır. Kalbin imanla dolu olması evren kitabını okumak için yeterli değildir. Çok gayret sarf edip, projeler üretip, bilimde belirli yere gelme zorunluluğu vardır. Bunu iman dolu bir kalple yapmak daha güzeldir.   Uçaktan atlayan iki kişiden, paraşütü olan kurtulacaktır.  Müslüman hem paraşütlü hem imanlı olmalı.

 

 

 

 

 

 

Sayın Hayırlısı Neyse,

Önce saygı, sevgi…

İhtiyacım olduğunu görmüş, 70 sayfalık yazı döşenerek hidayete erdirmek istemişsin beni…

Bu gönderdiğiniz 70 sayfalık yazı yalnız benim için mi; yoksa, genel mi?

Sonra senin bir adın soyadın yok mu? Allah’a inanan bir kişinin adını gizlemesi olur mu?

Beni hidayete erdirmek istediğine göre, görmez misin Kuran’da yazıldığını şöyle:

“Biz dileseydik, herkese hidayet verirdik, fakat cehennemi tamamen cin ve insanlardan dolduracağıma dair (ezelde) benden söz çıkmıştır” (Secde/13).

Niçin sen karışırsın Allah’ın işine öyleyse…

Haydi bana söyle,  Allah’ın hidayet nasip etmediği bizleri sizler hidayete erdirirseniz kimler girecek cehenneme? Sizin gibiler bizleri hidayete erdirirse, Allah’ınız sözünü nasıl getirecek yerine….

Bana öyle geliyor ki Allah, sözünü yerine getireceğine göre; Allah’ın hidayete erdirmediği kişiyi hidayete erdirmekle, Allah’ın işine karışanlar girecek cehenneme…

70 sayfalık yazındaki sorularına tek tek yanıt verilecektir. Yanıt verildikçe bölüm bölüm Sitemize girecektir.

Önce sen şu adını soyadını söyle. Benim gibi arkasında kimse olmayan, çıpıldak birine,  kimliğini, kişiliğini ve bir de öğrenimini açıkla yiğitçe…

Arkasında Allah’ı olan; iki milyarlık mümini bulunan biri, benim gibi adı dinsize, kâfire, komünistte çıkmış birinden korkar mı?   Allah’a inanan bir kişi hidayete erdirmek istediği kişiden adını saklar mı?

Durup dururken tam adamanı çattın? Değil mi ki çattın sonuçlarına katlanacaksın.

Kim etti sana bu kârı sana teklif söylesene… Yukarda Allah’ınız dururken beni hidayete erdirmek size mi düştü söylesene…

Bakalım ne yanıt gelecek senden? Değil mi ki Allah’ın işine karışarak benim gibi birine bulaştın, çekeceğin var elimden…

Şimdi kal sağlıcakla,

Saygılar sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 26.5.2003

X

 

x

ozur dılerım bır oncekı maıl yanlıslıkla geldı..

 

sayın hayırlısı neyse,

bana  abdullah dıyebılırsınız.

 

önce saygı, sevgi…

sıze oncesınde,sonrasında, herzaman sevgı saygı esenlık emnıyet huzur, vıcdan rahatlıgı, kalp huzuru, ruh saglıgı, akıl zındelıgı dılerım …

ıhtiyacım olduğunu görmüş, 70 sayfalık yazı döşenerek hidayete erdirmek istemişsin beni…

estagfırullah..

 

ıhtıyacınız oldugunu dusundugumden gondermedım benımde sonradan okudugum bır yazı ıdı. sızın okumanızı ıstedım ve ayrıca okumasını arzu ettıklerınız olursa dıye de cok kısıye gonderdıgım gıbı sıze de gonderdım. cunku aktıf bırsısınız anladıgım kadarıyla.bende orada okudugum seylerın cogunu bılmıyordum acıkcası. ve bende hala bazı sorularımı arastıran bır ınsanım hala.

xxx

 

bu gönderdiğiniz 70 sayfalık yazı yalnız benim için mi; yoksa, genel mi?

sonra senin bir adın soyadın yok mu? allah’a inanan bir kişinin adını gizlemesi olur mu?

ıstedıgınız gıbı kullanabılırsınız.

beni hidayete erdirmek istediğine göre istediğine göre, görmez misin

o benım haddım degıl. ben kendımı hıdayette gormuyorum.

 

kuran’da yazıldığını şöyle:

“biz dileseydik, herkese hidayet verirdik, fakat cehennemi tamamen cin ve insanlardan dolduracağıma dair (ezelde) benden söz çıkmıştır” (secde/13).

 

kuran da cok sey yazıyor. neresıne ve nasıl baktıgımıza gore degısır efendım. afla alakalı yerler cok daha fazla.

 

niçin sen karışırsın allah’ın işine öyleyse…

haydi bana söyle,  allah’ın hidayet nasip etmediği bizleri sizler hidayete erdirirseniz kimler girecek cehenneme?

 

 

hıdayet hususunda bıldıgım sudur. kalbınde zerre kadar ıman olan cennete gırecektır, gunahları olsada keffaretını odeyıp cennete gırecektır.

 

hatta mahser de rabbın merhametı gadabını gececektır. seytan dahı acaba af olurmuyum dıye umıtlenecektır yanı bu kadar bagıslayıcı olacaktır rab. fakat seytan affolunmayacaktır.

mesela bu aytte kurandan ;

  1. de ki: ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! çünkü allah bütün günahları bağışlar. şüphesiz ki o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

zumer 53

 

 

efendım eger kurandakı af la alakalı yerlere bakılırsa gazapla alakalı ayetlerden ıkı kat daha fazla oldugu gorulecektır zaten. onemlı olan bakıs acımız . ıman da zaten bakısacısıdır. ınanıp ınanmama mevzuu tamamen bakısacısıyla alakalıdır.bız allaha nasıl bır bakıs acısıyla bakarsak o da bıze oyle muamele edecektır..

hadıs te dıyor kı

“kulum benı nasıl bılırse ben oyleyım“   yanı onun ındınde bızım ırademızın cok onemı var. o bızım ırademıze cok deger verıyor. bızı hur bırakmıs.

 

ama su da bır hakıkattır:

ayet ve hadıste

 

“gunahtan donen ıslememıs gıbıdır..“

 

ve “la ılahe ıllallah“ dıyen kurtulur..  demese de kalbınde zerre kadar ıman dahı olsa kurtulacaktır.

 

ımanın en kucuk belırtısı

hadıs

“yol da kı ınsanlara zarar veren bır tası kaldırma“  yı  ıstemek

 

en uc sevıyesı ıse o`nu (c.c.) dunya da dahı gormektır.. bu sevıyeye gelen ınsanlar vardır su an yeryuzunde..

sizin gibiler bizleri hidayete erdirirse, allah’ınız sözünü nasıl getirecek yerine….

bana öyle geliyor ki allah, sözünü yerine getireceğine göre; allah’ın hidayete erdirmediği kişiyi hidayete erdirmekle, allah’ın işine karışanlar girecek cehenneme…

70 sayfalık yazındaki sorularına tek tek yanıt verilecektir. yanıt verildikçe bölüm bölüm sitemize girecektir.

 

sıze orada sorulmus bır soru yoktu. neden boyle dusundunuz anlamadım.

 

önce sen şu adını soyadını söyle. benim gibi arkasında kimse olmayan, çıpıldak birine,  kimliğini, kişiliğini ve bir de öğrenimini açıkla yiğitçe…

arkasında allah’ı olan; iki milyarlık mümini bulunan biri, benim gibi adı dinsize, kâfire, komünistte çıkmış birinden korkar mı?   allah’a inanan bir kişi hidayete erdirmek istediği kişiden adını saklar mı?

 

ısmımı ısrarla ıstemenızı anlamadım. sızınle tanısabılırz de ıstersenız. ısmımı sıze soyleyecegım elbette.

dedıgım gıbı kendımı son nefese kadar emnıyet ıcerısınde gormuyorum. hıdayete vesıle olmak benım gıbvılerın hadıı olamaz.

 

durup dururken tam adamanı çattın? değil mi ki çattın sonuçlarına katlanacaksın.

 

sunu bılıyorum. hersey olması gerektıgı gıbı olur. mumın ıcın kaza da (olmus olaylarda) hayır vardır. bır ınanan zındanda dahı olsa rabbıne ınanıyorsa cenettedır. bır ınanamyan saraylarda dahı olsa vıcdanen ve kalben zındandadır. ben zındana dahı gırsem sabredebılırım belkı ama kendımı hala cennette  hıssedemedıgımden dolayı hakıkı ımanı elde edemedıgımın bır ısbatı bu olsa gerek .

kim etti sana bu kârı sana teklif söylesene… yukarda allah’ınız dururken beni hidayete erdirmek size mi düştü söylesene…

ıslamda :

 

kımın hıdayete erdıgı kımın ermedıgı kımın hıdayetını koruyacagı koruyamıyacagı dunyada bellı degıldır…

 

musluman kımseye kafır dıyemez. cunku karsısındakı ınsanın kalbınde zerre kadar ıman varsa cok buyuk bır mukellefıyet alır. hatasını farkedıp tevbe etmedıgı halde ımanı bıle tehlıkeye gırer.

 

 

bakalım ne yanıt gelecek senden? değil mi ki allah’ın işine karışarak benim gibi birine bulaştın, çekeceğin var elimden…  J

 

espırılerınız den samımı oldugunuzu anlamak zor degıl..

 

 

şimdi kal sağlıcakla,

saygılar sevgiler sana…

  1. hayri balta, 26.5.2003

 

 

bılmukabele  efendım . .

x

Sayın Abdullah Beyefendi,

Önce saygı, sevgi sundum her zaman olduğu gibi. Aldım nazik mektubunu, beğendim seni.

Şunu bilmeni isterim ki: Ben ne Allahsızın biriyim ne de dinsiz biri. Ne var ki Erbakan’ın, Şevki Yılmaz, Usame Bin Ladin, Molla Ömer gibi kişilerin; Hizbullah Milli Görüş gibi örgütlerin arkasına düşecek kadar meczup değilim.

Kendime özgü bir Tanrı ve din anlayış ve bilgim olduğu için. 37 yaşına kadar ilkokul mezunu olarak yaşadım. Dinsiz, komünist sanıldığım için 10’a yakın iş yerinden atıldım, memleketimden kovuldum, ne var ki ben Tanrı’ma dayandım. Tanrı’m ve din anlayışım sayesinde, emeğimden başka bir kuruş gelirim olmadğı halde,  hem çalışıp hem okuyarak hukuk fakültesini bitirip avukat oldum.

İnsan olmanın bir tek amacı var. Bunun da adını Tanrı ve din bilgisinde ilerlemiş olanlar Tanrı’ya ulaşmak (erişmek) koyar.

Necip Fazıl Kısakürek’ten aldığım şu kıta daha iyi anlatır beni sana:

“Anladım sanat, Allah’ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…” (1939)

Korkmayalım ne senin günahın benim defterime yazılır; ne de benim ki senin  defterine. İnsanın alnına ne yazılmış ise o yansır eylemine. Kendimizi kurtarmaya bakalım, düşmeyelim birbirimizin kaygısına, karışmayalım birbirimizin işine…

Dindar olmanın bir tek koşulu var. Ahlak ve edeptir. Ahlak ve edep sahibi olabilene kıyl-ı kal (dedikodu) ne gerektir?

Son olarak bir de Yunus Emre’den. Bilmem ki niçin kızarlar bana neden?

“Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/Sevelim sevilelim/Dünya kimseye kalmaz…

Bir gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil/Yetmiş iki millet dahi/Elin yüzün yumaz değil.

Sözüm el gün için değil/Sevenlere bir söz yeter/Sevdiğimi söylemezsem/Sevmek derdi beni boğar. Yunus emre.

İşte böyle Abdullah kardeşim, ben bir garip ademim. Ne olduğumu ben bile bilmemekteyim. Ne var ki yaratanın beni yarattığı gibi sözümü söylemekteyim.

Nefsine uymayarak, bana kızmayarak, mektup yazdığın için teşekkür ediyorum. Üzdümse seni, en başta söylediğim gibi özür diliyorum.

Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler yeniden sana.

Av. Hayri Balta, 27.5.2003

X

gonderdigim maille alakali bir yorum yapmadiniz  ?, 5.6.2003

X

Sayın Abdullah,

Her zaman olduğu gibi saygı, sevgi… Aldım altı kelimelik e-mailini.

Size en son olarak 27.5.2003 tarihinde bir mektup göndermiştim. Bu mektubumda:

“Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/Sevelim sevilelim/Dünya kimseye kalmaz…

Bir gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil/Yetmiş iki millet dahi/Elin yüzün yumaz değil.

Sözüm el gün için değil/Sevenlere bir söz yeter/Sevdiğimi söylemezsem/Sevmek derdi beni boğar. Yunus emre.” demiştim ve de nazik mektupların için teşekkür etmiştim.

Bütün bu sözlerime karşılık bana “yorum yapmadınız” diyorsunuz. Oysa 26.5.2003 tarihli mektubunuzda da:

 “ıhtıyacınız oldugunu dusundugumden gondermedım benımde sonradan okudugum bır yazı ıdı. sızın okumanızı ıstedım ve ayrıca okumasını arzu ettıklerınız olursa dıye de cok kısıye gonderdıgım gıbı sıze de gonderdım. cunku aktıf bırsısınız anladıgım kadarıyla.bende orada okudugum seylerın cogunu bılmıyordum acıkcası. ve bende hala bazı sorularımı arastıran bır ınsanım hala.” demiştiniz. Bu sözleriniz üzerine ben de sanmıştım ki artık yorum istemiyorsunuz…

Kaldı ki sizin sorularınızın bütün yanıtları www.hayribalta.cjb.net adresindeki sitemde verilmektedir. Size önerim öncelikle benim bu sitedeki yazılarıma eğilmenizdir. Bu yazılarımı okuyarak anlamadıklarınızı sorsanız daha iyi edersiniz.

Sayın Abdullah, benden korkma. Yoktur bende kimseye kötülük yapma. Önce şu adını bildirdiğin gibi soyadını da bildir. Sonra yaşını, öğrenim durumunu, mesleğini de bildir. Bildir ki senin durumuna göre idare-i kelam edeyim. Durup dururken seni üzmeyeyim.

Ben öyle sanıldığı gibi din ilminde ilerlemiş bir kişi değilim. Yani din ilminin iciğini ciciğini bilmem. Ben haddimi bilirim; Yaşar Nuri Öztürk’le, Süleyman Ateş’le yarışa girmem.

Ne var ki ben irfan sahibi biriyim. Ben doğuştan Tanrı ve Din bilgisi sahibim. Bu nedenle Yaşar Nüri Öztürk ile Süleyman Ateş’in bilgilerine de itibar edecek değilim. Çünkü benim bildiklerim:

“…akıllılardan ve bilginlerden gizlenmiştir.” (Bk. İn. Mat. 11/25)

ve yine derim ki onlar:

“Benim gördüklerimi görmemiştir ve benim duyduklarımı duymamıştır.” (İn. Mat. 13/17)

Ayrıca onlara: “Tanrı’nın egemenliğine ilişkin gizler onlara verilmemiştir.” (İn. Luka. 8/10)

Ve asıl önemlisi “Onlar bilmediklerine tapıyorlar; ben ise, bildiğime tapıyorum.” (İn. Yuh. 4/22)

Bütün bu bildiklerim Erbakan ve öğrencilerinden, zahiri şeyhlerden, imamlardan, Cumhuriyet üniversitelerinde okuyan ilahiyatçıların büyük  bir bölümünden gizlenmiştir.

İşte ben bu kafada olan biriyim. Bu nedenle senin kişilini-kimliğini bilmeliyim. Seni bilmeden ben sana Tanrı ve din bilgimden nasıl söz edeyim.

Sonra o nasıl mektup öyle? Ne giriş var ne sonuç. Ne başlık var, ne selam kelam. Hiç olmazsa mektubunun sonuna adını yazar adam. Acele işe şeytan karışır demiş atalarımız. Hiç acele ederek şeytanın oyununa gelir mi bir Müslüman?

Bekliyorum ne yanıt gelecek senden. İstediğim yanıtı ver bana acele etmeden.

Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 6.6.2003

X

Sayin  Hayri  Bey,

Ben  mailinizi almadim, simdiye kadar sadece bir (ilk mailiniz) mail aldim sizden, o nada cevap yazmistim fakat sonra yorum alamadim sizden. 26.05 tarihli ilk mailiniz.Saat farkindan dolayi buraya 27.05 de gelmistir. Bahsettiginiz o guzel siiri iceren mail gelmedi yani. Hayirlisi olsun, yorumlarinizi bu (asagidaki) mailde yapmissiniz zaten.

Sitenize goz gezdirmistim zaten. Siteniz hakkinda yorum yapmak icin mail ortami cok saglikli ve elverisli degil. Cok uzun diyaloglar icerebilecek bolumler var. Yani kisaca size soracagim hic birsey yok sitenizle alkali. Ama Islamla alakali yaptiginiz yorumlar ilk size ait degil, bu yorumlara Islam epeydir muhatap olmakta. Kaldi ki Islami savunmak benim haddim degil. Dinde zaten bir yorumdur. Siteniz sizin yorumunuzdur. Hersey `niyet` ve `bakisacisi`na gore sekillenir. Bir fikra anlatilir, Bektasinin birine sormuslar, niye namaz kilmiyorsun ? o da demis ki, Kuran`da namaza yaklasmayin ayeti var.Soranlar demisler ki ama ayetin evvelinde, ickiliyken namaza yaklasmayin deniyor. Oda demis ki ben orasini bilmiyorum, hafiz degilim. (Bildigimle amel ederim)

Ismim Abdullah Haker , Kuzey Amerikadayim, geleli epey oldu,  muhendisim, bekarim, master calismalarim var, dinlerle alakaliyim, ozellikle burada butun dinlerle irtibat halindeyim diyebilirim, ama elhamdulillah Muslumanim.1\2 yilda bir Turkiye ye giderim. Ilk firsatta sizinlede bizzat tanismak isterim. Yari Izmirliyim. Biraz bosnak sayilirim. Yasim 26.

Herkesimden ve hemen hemen 5-6 dinden cevrem var. Insan fitratlari, psikoloji, sosyoloji, felsefe ile de alakaliyim.Ozellikle psikoloji ve insan fitratlariyla alakali ciddi calismalarim var.

X

Sayın Abdullah Haker,

Önce saygı, sevgi, her zaman olduğu gibi…. Beğendim soyadın olan Haker’i.

Almadığını söylediğiniz 27.5.2003 tarihli mektubumu aşağıda gönderiyorum. Genç olmana, mühendis olmana, Amerika’da yaşamana imreniyorum. 5-6 din mensubu ile ilişkide olmana, mühendis olup mastır yapmana  seviniyorum. Ayrıca her türlü düşünce ve inanç sahibine saygılı olmanı da beğeniyorum…

“Elhamdülillah Müslüman’ım demişsin benim için fark etmez. Dinler bir giysi gibidir insana, artık bu çağda kimseyi ilgilendirmez.

Herkes nasıl bilirse öyle inanmalı ve inancı gereği yaşamalı. Ancak bütün Müslümanların yaptığı gibi kendi inancını “Hak din” diye kimseye dayatmamalı.

Asıl önemlisi de kendi inancını Devlete dayatmamalı. Ne demiş İsa bundan iki bin yıl önce: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin!” demiş… (İn. Mat. 22/21). İyi bir insan devletin yasalarına saygı duymalı.

Sitem’deki görüşlerim elbette bana özgüdür. Bu görüşlerim toplum tarafından beğenilmediği için memleketimden kovulmuş, işyerimden atılmış, yetiştiğim topluluktan kovulmuşumdur.

Ne var ki ben, görüşlerimin doğruluğuna yaşayarak tanık olmuşumdur. 37 yaşına değin ilkokul mezunu olarak yaşadığım halde, kendi inancım gereği doğru bildiğim yolda giderek, kimsenin yapamayacağı bir kerameti başararak avukat olmuşumdur.

Bu dile kolay arkadaş; adın dinsize çıkmış, komünistte çıkmış, kimse size iş vermemiş, memleketinden kovulmuş, emeğinden başka da geliri yokmuş, dört çocuğunu okutmuş, kiralık evlerde oturmuş, sağlam bir Tanrı inancı olduğu için Tanrı’sı kendisinin elinden tutup kaldırmış.

Ben bana yararı olmayan Tanrı’nın ardına düşemem. Usame Bin Ladin’in, Molla Ömer’in, Saddam’ın, El Kaide’nin, Hizbullah’ın, Erbakan’ın, Şevki Yılmaz’ın Allah’ının ardına düşemem.

Bunların inandıkları Allah sanaldır. Kendi yarattıkları bir hayaldır. Kendisi için Amerika’ya kafa tutanları Amerika’nın bombaları altına yatırır. Kendi kullarının darmadağın olmasına karışmaz seyirci kalır.

Ben böyle Allah’a tapamam. Tapıp da Amerikan esir kamplarında yaşayamam.

Allah dediğin yarattığına yararlı olmalı. İnsan oğlu bu yararı sanal Allah’ta değil yaratanın kendine verdiği akılda bulmalı…

İşte sana bana özgü bir yorum. Az söylüyorum, öz söylüyorum. Kabul edeceksin demiyorum. Tek dediğin inancını kendine sakla, bana dayatmaya kalkma diyorum.

Mektubuma burada son veriyorum. Şimdi sana sağlıcakla kal diyorum.

Av. Hayri Balta, 7.6.2003

X

Sayın Abdullah Beyefendi,

Önce saygı, sevgi sundum her zaman olduğu gibi. Aldım nazik mektubunu, beğendim seni.

Şunu bilmeni isterim ki: Ben ne Allahsızın biriyim ne de dinsizim. Ne var ki Erbakan’ın, Şevki Yılmaz, Usame Bin Ladin, Molla Ömer gibi kişilerin; Hizbullah, Milli Görüş gibi örgütlerin arkasına düşecek kadar meczup değilim…

Kendime özgü bir Tanrı ve din anlayış ve bilgim olduğu için. 37 yaşına kadar ilkokul mezunu olarak yaşadım. Dinsiz, komünist sanıldığım için 10’a yakın iş yerinden atıldım, memleketimden kovuldum, ne var ki ben Tanrı’ma dayandım. Tanrı’m ve din anlayışım sayesinde, emeğimden başka bir kuruş gelirim olmadğı halde,  hem çalışıp hem okuyarak hukuk fakültesini bitirip avukat oldum.

İnsan olmanın bir tek amacı var. Bunun da adını Tanrı ve din bilgisinde ilerlemiş olanlar Tanrı’ya ulaşmak (erişmek) koyar.

Necip Fazıl Kısakürek’ten aldığım şu kıta daha iyi anlatır beni sana:

“Anladım sanat, Allah’ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…” (1939)

Korkmayalım ne senin günahın benim defterime yazılır; ne de benim ki senin  defterine. İnsanın alnına ne yazılmış ise o yansır eylemine. Kendimizi kurtarmaya bakalım, düşmeyelim birbirimizin kaygısına, karışmayalım birbirimizin işine…

Dindar olmanın bir tek koşulu var. Ahlak ve edeptir. Ahlak ve edep sahibi olabilene kıyl-ı kal (dedikodu) ne gerektir?

Son olarak bir de Yunus Emre’den. Bilmem ki niçin kızarlar bana neden?

“Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/Sevelim sevilelim/Dünya kimseye kalmaz…

Bir gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil/Yetmiş iki millet dahi/Elin yüzün yumaz değil.

Sözüm el gün için değil/Sevenlere bir söz yeter/Sevdiğimi söylemezsem/Sevmek derdi beni boğar. Yunus emre.

İşte böyle Abdullah kardeşim, ben bir garip ademim. Ne olduğumu ben bile bilmemekteyim. Ne var ki yaratanın beni yarattığı gibi sözümü söylemekteyim.

Nefsine uymayarak, bana kızmayarak, mektup yazdığın için teşekkür ediyorum. Üzdümse seni, en başta söylediğim gibi özür diliyorum.

Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler yeniden sana.

Av. Hayri Balta, 27.5.2003

X

 

 

 

 

 

 

 

.