TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA

IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X

TABULARA, TALANA YALANA
BALTA

KURAN’DAN
21

İçindekiler:
Kaygılarım
İran’lı Fatma’yı Dinlemezseniz
İslam Köleliği Kaldırdı mı?
İslam’da Öldürme Yok Deyenlere
Kılıçlı Demokrasi
Kuran’da Çelişki Var mı Yok mu?
Cehennemin Dünyamıza Yansıması
Allah’ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler
Tanrı Nedir?
Tanrı Neredir?
Tanrı Madde Olarak Var mıdır?
Bilinmeyen Tanrı’dan Bilinen Tanrı’ya
Yalanınız Bata Sizin,
Cennete Gitme Hastalığına Yakalananlar
Tanrı Fikir Değiştirir mi?
Tanrı Beddua Eder mi?
Tanrı Çelişkiye Düşer mi?
Tanrı Yemin Eder mi?
Tanrı Söver mi?
+
Giriş:
Bu gün yurdumuzda, bırakın şeriatçı medyayı; Atatürkçü ve Cumhuriyet ilkelerine bağlı ve de ilerici olduklarını söyleyen medyamızda bile şeriat bütün gerçekliği ile halkımıza anlatılmamaktadır. Öyle ki devlet radyoları bile gerçekleri gizlemekte şeriatçı medya ile yarışmaktadır. Örnek verirsek TRT’nin Din ve Ahlak yayınları…
Aşağıda adı geçenlerin hepsi “KURAN MÜSLÜMANLIĞI” adı altında şeriat propagandası yapmaktadırlar. Bunlardan ilk akla gelenleri, alfabetik olarak, sıralıyorum: Dünden Bugüne Tercüman’da Prof. Bekir Karlıağa, Doç. Dr. Abdulaziz Hatip; Güneş gazetesinde Rıza Zelyut; Halka Tercüman’da Abdullah Sevinç; Star gazetesinde CHP Milletvekili Prof. Yaşar Nuri Öztürk; Takvim gazetesinde Prof. Zekeriya Beyaz; Vatan gazetesinde Prof. Süleyman ateş; Yarın gazetesinde Ahmet Yılmaz ve daha niceleri…
Diyanet İşleri Başkanlığı derseniz o da adı geçenlerden geri kalmamaktadır.
Bütün saydıklarım bu güne değin “İslam’da neyin olup neyin olmadığı konusunda” bir anlaşmaya varamamışlardır. Günümüz ahlak ve bilimine, hukuk ve toplum kurallarına ters düşen bir uygulama ile karşılaştıklarında hep bir ağızdan koro halinde “İslam’da bu yoktur!” demektedirler. Oysa yok dedikleri vardır…
Şimdi bir an düşünelim bunların istediği gibi Kuran Müslümanlığı yurdumuzda uygulanmaya başladı diyelim. Bunlar kendi kafalarına göre Müslümanlığı uygulayamazlar ki…
Bir kere şurası bilinmelidir ki “Kuran ve Sünnet’le belirlenmiş iman esaslarının, ilâhî emirlerin ve yasakların bütününe ve herhangi birine inanmayan kişi kâfir” sayılır. (Bk. İslam’da Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircan. Sözlük bölümü.)
Ali Rıza Demircan’ın dayanağı da şu âyetlerdir. “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” (K. 5/44,45)
”…Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (K. 2/85)
Yukarda adlarını sıraladıklarım ve diğerleri memlekete yeni bir buluşmuş gibi Kuran Müslümanlığını dayatmaktadırlar. Sanki İslam dünyasında 1500 yıldır uygulanan Kuran Müslümanlığı değilmiş gibi…
Bu kitapta, yukarıda adı geçenlerin gizlemeye çalıştıkları Kuran Hükümleri âyetler dile getirilmektedir. Bakalım dile getirmedikleri bu âyetleri dile getirmemi nasıl karşılayacaklardır.
Onların halkı aldatarak şeriata sürükleme hakkı var da; bizim halkımızı, Anayasa ve yasalarımız gereği yasak olan şeriat tehlikesinden korumak için gerçekleri dile getirerek doğruları söyleme hakkımız yok mudur?
Okuyacağınız bu satırlar www.bilgebalta.com adresindeki web sitemizin ekteki Ana Sayfanın 21. sırasında x iminde görüleceği gibi Kuran’dan başlığı altında yayınlanmıştır ve halen de yayınlanmaktadır.
Devletimizin Anayasasında her ne kadar “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti”dir deniyorsa da laik olmayan Cumhuriyetimiz irticaı Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse etmekte ve hatta korumaktadır.
Böylece İslam devlet dini olma niteliğini sürdürmektedir. Bu laiklik dışı davranış sürdüğü sürece irtica; tesettür, inanç ve öğrenim özgürlüğü adı altında devleti kademe kademe ele gecirmeye devam edecektir.
Abdurrahman Dilipak, 21.1.2000 tarihli Akit gazetesinde aynen şöyle demektedir: “Kuran zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.”
Amacım Kuran’ın zalimler elinde bir cinayet aletine dönüşmesini önlemektir. Bunun için de yapılması gereken: Devletimizin, her türlü düşünce ve inanç özgürlüğüne, hakaret ve şiddete başvurmama koşulu ile, özgürlük tanıması ve de aklı, ahlakı, bilimi, gerçeği, hümanizmi savunanları Kuran zalimlerinin saldırısından korumasıdır… Kaldı ki devletin aslî görevi de zaten budur.
Bir de İslamiyet de diğer din mensupları gibi kendi cemaatlerinin desteği ile yaşamaya bırakılarak Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse edilmesine son verilmelidir. Bu nedenle irticaı üreten Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir.
Sanılmasın ki ben; Allah’ı, Dini, Kuran’ı küçük düşürmeye çalışıyorum. Hayır ben şahsen Kuran’daki edep ve hikmete yönelten ayetlerin peşindeyim. Bu ayetler sayesinde tekamül ettim ve etmekteyim.
Kuran’ın ve diğer Kutsal Kitapların inanırlarını şiddete motive etmek yanında Ariflere hitaben eden yönleri de vardır. Bu öğretiye göre “Tanrı bizde tecelli etmeye her zaman hazırdır. Ne var ki ondan kaçan asıl bizleriz. Tanrı her zaman içimizde ve bizimle birlikte yaşar. Ama beşeri anlayışımız yüzünden O’nu hep kendi dışımıza çıkarır ve karşımıza koyarız ve bu anlayışı korumak için kendimizi bir hayli zorlarız. Akıl yürüterek, bu dünyayı bir yaratan var diyerek kendi yarattığımız sanal Allah’ın peşine düşeriz. Bu anlayıştan kurtulmadığımız sürece biz insanlara kurtuluş yoktur.”
Benim saçmaladığımı sananlar olabilir. Onlara şu gösterdiğim âyetlere bakmalarını öneririm: “Kuran’dan: 2/186, 8/24, 17/60, 20/46, 50/16, 51/21, 56/85, 58/7; İncil’den: Yuhanna, 14/8, 17/21; Korintoslular 6/16; Vahiy 21/3.” Bana öfkelenmek isteyenler, bana öfkelenmeden önce gösterdiğim bu âyetleri okumalıdırlar…
Bu kitabımda insanı içinde uyuyan Tanrı’yı uyarmaya ve uyandırdığı bu Tanrı’yı yaşatmaya çabalıyorum. (K. 15/99). İnsanları akılcı ve gerçekçi düşünmeye; yaşamını akıl, ahlak, bilim, sağduyu ve vicdan duyarlılığı ile yönlendirmesine çağırıyorum.
Başarabileceğimi sanmıyorum. Çünkü, benim çağırmamla olmaz bu, onun yaratılışı elverişli olmalıdır. Yaratılışın elverişli olması şu âyetlerle dile getirilir: (Bk. Kuran; 2/105, 142, 213, 269, 272; 3/13, 74; 6/35, 39, 83, 88, 111, 112, 137, 149; 7/28; 9/15, 27; 10/25, 99, 107; 11/118; 12/56, 76, 93, 110; 13/27, 31; 14/4,11; 16/9, 93; 21/9; 24/35, 46; 28/56; 32/13; 35/8, 22; 39/23; 42/8, 62/4; 73/19; 74/31; 56; 76/29, 30, 31; 78/39; 81/29, 110.
Av. Hayri BALTA, 1.8.2003
X
KAYGILARIM

Elinde kaleşnikof, belinde mermi dolu fişekliği,
Havaya kaldırmış kaleşnikof tutan sağ elini.
Başında türban,”Gelsin, diyor şeriat, şeriat Allah’ın emri!”
Ak-Zuhur Dergisi poz verdiği dergi…

Şeriatı getirmeye azmetmiş şeriatçı bacımız,
Şeriat ne getirir, bilir mi acaba bu kızımız?

Bilse de bilmese de okusun aşağıdaki yazımı,
Varsa göstersin yalanımı, yanlışımı…
Türban diyerek şeriatı getirmek isteyen kızlarımız,
Düşünüp duruyorum bu kızlarımız deli mi akıllı mı?

Akıllı bir kadın-kız aşağıdaki Kuran âyetlerine
Tanrı’nın emri der mi?

Kadını da erkeği de yaratan
Yüce Tanrı değil mi?
Tanrı böyle buyruk verir mi?
x
1. Bacılarım, bacılarım; sizler içindir, acılarım, kaygılarım…
2. Şeriatı getirirseniz; keleşle, mermi ile; dördünüzü verecekler bir erkeğe…
Kur. 4/3: “…hoşunuza giden başka kadınlarla; iki, üç, dörde kadar evlenebilirsiniz…”
3. Sonra sizleri kapatacaklar bir eve.
Bakınız ne yazıyor bir ayette?
Evinizden çıkamazsınız,
Süslenip gezemezsiniz,
Güzelliğinizi gösteremezsiniz…
Kur. 33/33: Evlerinizde oturun, eski cahiliyede olduğu gibi açılıp, saçılmayın…”
4. Sonra mirasta erkek kardeşiniz; İki pay alırken, siz bir alacaksınız…
Erkek kardeşiniz sizden çok alırken siz bakıp duracaksınız.
Kur. 4/11: “Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder…”
5. Tanıklık ederken iki erkek gerek.
Eğer bulunamazsa ikinci bir erkek,
İkiniz bir erkeğin yerine geçecek…
Kur. 2/282: “Erkeklerinizden iki şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda ona hatırlatacak iki kadın olabilir…”
6. İmam Hatibi, İlâhiyat Fakültesini bitirseniz de; vali, avukat, savcı, yargıç, vali, kaymakam, imam, olamazsınız…
Bir yakınınızın ölüm töreninde bile erkeklerin en az on metre gerisinde yer alırsınız.
Yedi kat yabancı sizin yakınınızın cenaze namazını kılarken siz gerilerden bakıp durursunuz.
Çünkü şeraite göre sizler “Alken ve Dinen eksik” sayılırsınız (Aşağıda 14. sıradaki Hadis’e bakınız…)
Kur. 4/5: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söyleyin.” (1)
7. Şeriat gelirse eğer; okumanız, yazmanız da gider elinizden, cahil kalırsınız…
Dahası; kemikleriniz bile sertleşmeden, 9-10 yaşlarında, sünnet diye, bir erkeğe mehir (Başlık parası, bedel…) karşılığında verilirsiniz…
Çünkü kadının yeri evinin dip köşesidir, mutfaktır,
Çocuk bakımıdır, yataktır, okumak ona ne lazımdır…
c. Sünnet: Peygamber 9 yaşındaki Ayşe ile gerdeğe girdi: Bu konuda bir HADİS: “Ayşe, o zaman altı yaşında idi (İstendiğinde…), Tanrı elçisi Medine’ye hicret ettikten sonra dokuz yaşında iken Ayşe ile zifaf oldu.”
(Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, V. Taberi. s. 836-840.
“Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi. 7. Baskı. Cilt. 10. s. 78. Hadis No: 1553)
8. Boşanmak isteseniz bile, boşanamazsınız.
Canı isterse boşar sizi kocalarınız.
Eğer üç kere boşarsa sizi kocanız,
Başka bir erkekle evlenerek Hulle (Kadının istemediği bir erkekle gecelemesi…) yapmak zorundasınız…
Kur. 2/229-230: “Boşanma iki defadır, ya iyilikle tutma, ya da iyilik yaparak bırakmadır. Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendine helal olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah’ın yasalarını koruyacaklarını sanırlarsa eski karı-kocanın birbirlerine dönmelerinde bir engel yoktur.”
9. İslam şeriatında kadınlarla ilgili bir kural daha vardır.
Bu kural bu gün İran’da uygulanmaktadır.
Bu kuralın adı Muta nikahıdır.
Muta nikahı; Ücrette anlaştıkları takdirde bir kadının; bir erkekle geçici bir nikah kaymasıdır.
Bu nikah bir saatliğine, bir geceliğine, bir haftalığına olabilir.
Alan razı veren razı kim ne karışabilir?..
Kur. 4/24: Onlardan faydalandığınıza mukâbil, kararlaştırılmış olan mehirlerini (Ücretini) verin.” (2)
10. Yine İslam şeriatına göre kadınlar mallar arasında sayılır.
Bir Müslüman; şu kadar karım, şu kadar cariyem, şu kadar altınım, şu kadar atım, eşeğim, devem ve ekinim var diye övünür.
Bir savaşta yenilen ülkenin kadınları, kızları cariye sayılarak mal gibi bölüştürülür.
Kur. 3/14: Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.”
11. Şeriata göre siz, kocanızın tarlası sayılırsınız…
Kocanız tarlasına, istediği şekilde girebilir, siz buna engel olamazsınız.
Engel olmaya kalkarsınız, “Dik başlılık etmiş” olursunuz.
Dik başlılık ettiğiniz takdirde dayağa layık görülürsünüz… (Aşağıda 12. maddeye bakınız…)
Kur. 4/34: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi girin.” (3)
12. Dik başlılık etmenizden kuşkulanırsa kocalarınız,
Kocanızın sizi bir güzel dövmesine katlanmalısınız…
Öyle ki eşim beni dövüyor diye dava bile açamazsınız.
Dayak yediğiniz halde boynunuzu büküp kocanızın gönlünü etmek zorundasınız.
Kur. 4/34: “Serkeşlik (dik başlılık) etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün.”
12. Yaşam boyunca, kocanızla siz birbirinize düşman sayılırsınız.
Eğer Kuran’ın bir âyetine “Bu nasıl olur?” derseniz kâfir olursunuz.
Kur. 2/36: “Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara “Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet yerleşip geçineceksiniz’ dedik.”
14.İslam şeriatına göre : Alken ve dinen eksik sayılırsınız….
Kadınları aşağılayan daha neler var, neler…
“Şeriat ve Kadın” adlı kitabı okursanız şaşırıp kalırsınız.
K. 4/5: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere (Başka çevirilerde: Akılsızlara, sefihlere…) vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. ” (4)
15. Şeraite göre erkeklerden aşağı sayılırsınız.
Aklınız mı yok! Neden, erkekten aşağı olmayı Allah’ın emri sanırsınız?
Kur. 4/34: “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler.”
16. Şeriat gelince “Hak dini hâkim kılmak için” kafire karşı savaş açılacaktır.
Kocalarınız ve erkek yakınlarınız, boşu boşuna cephelerde kırılacaktır..
Erkekler savaşta kırılacağından dul kalan kadınlar yanında kızlar erkeksiz kalacaktır.
Erkeksiz kalan kadınlar, kızlar; zorunluluk nedeniyle, birer, ikişer, üçer, dörder… sağ kalan erkeklerle nikahlanacaktır.
K. 9/29: “Kitap verilenlerden; Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”
18.İslam şeriatına göre; bir erkek kadınlar arsında eşitliği sağlayacağına inandığı takdirde 4 kadın alabilir.
Sorarım size aklı başında hangi kadın üzerine kuma (nöker) kabul edebilir?
Unutmayın halk arasında “Eşini kıskanmayana domuz!” denir.
K. 4/3: “… Hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar alabilirsiniz; şâyet aralarında haksızlık adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız…”
19. Tesettür Allah’ın değil, İslam’ın emridir.
Allah, hükmünü yerine getireceğine göre Dünyadaki bütün kadınlar örtünmelidir…
Dünyadaki bütün kadınlar örtünmediğine göre; demek ki bu emir, Allah’ın emri değildir.
K. 65/3: “Allah buyruğunu yerine getirendir!”
20. İslam içtihadına göre: “Kadının saçının bir teli ve de tırnağının ucu yabancı bir erkek tarafından görülmemelidir.”
Bu nedenledir ki İslam ülkelerinde kadınlara çarşaf, burka giydirilir, ellerine de eldiven geçirilir.
Demek istiyorum ki dinin emri Türban değil tesettürdür.
Eğer şeriat devleti kurulursa bilin ki sizlere türban değil çarşaf giydirilir…
Çünkü İslam şeriatı insanı kendine benzetir.
İslam’a göre bir kadın; elini, gözünü, yüzünü gözünü yabancı bir erkeğe göstermemelidir.
Türbanlı kızım; senin en alımlı, en tahrik edici yerin; elin, gözün yüzündür…
Sözde türban giymişsin ama en alımlı, en tahrik edici yerlerin görülür…
K. 24/31: ”…Örtülerini göğüslerinin üzerine kapasınlar. Vücutlarının alımlı yerlerini kimseye göstermesinler…”
K. 33/59: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle…”
Bacılarım, bacılarım, Sizler içindir; acılarım, kaygılarım…
Av. Hayri BALTA, 13.11.2003
+
Açıklamalar:
(1) (6. madde için.) Beyinsiz başka çevirilerde; akılsız ve sefih olarak gösterilmiştir. Akılsız, beyinsiz, sefih güzel sözden ve güzel giydirilmekten ne anlasın. İslam âlimleri bu konuda ikiye ayrılmıştır. Kimi beyinsizden murat: Farık ve mümeyyiz olmayan akıl hastalarıdır der. Kimi de buna kadınlar da dahil der. Bu nedenle de kadınlara kamu yönetiminde görev verilmez. İslam’da kadın, imam olamaz, müezzin olamaz, erkeklerle bir arada namaz bile kılamaz.
(2) (9. madde için.) Bu evlilik kimi İslam ülkelerinde uygulanmamakta ise de, bu gün bile İran’da uygulanmaktadır. Az sonra okuyacağınız “İranlı Fatma’yı Dinlemezseniz” adlı yazıda bu konuda daha ayrıntılı bilgi vardır.
(3) (11. madde için.) Her ne kadar “tarlaya girme” konusunu pozisyon değişikliğini olarak anlıyorsam da -İlhan Arsel de aynı görüşte-; bu konuda Humeyni’nin yorumu yakışıksızdır.
Humeyni’nin bu âyeti yorumunu öğrenmek isterseniz: Humeyni’nin aşağıda adlarını verdiğim kitaplarına bakabilirsiniz. Örneğin; “Tavzîh-ul Mesail’deki fetvası: Madde 453 ve Tahrîr-ul Vesile’deki fetvası: C.2, s. 241.”
Bu kitaplar bulamayabilirsiniz… O zaman kütüphanelere giderek; 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde “Ürperten Humeyni” başlıklı Uğur Dündar’ın Zekeriya Beyaz ile yaptığı röportaja ve yine 01-14 Ağustos 1991 tarihli Ak-Zuhur adlı derginin 4. Sayfasına bakabilirsiniz.
Ak-Zuhur adlı dergiyi de kütüphanelerde bulabilirsiniz. Eğer bu gazeteleri bulamazsanız Diyanet Müfettişliğinden emekli Arif Tekin tarafından yazılan ve kitapçılarda satılmakta olan “KUR’AN’IN KÖKENİ” adlı, Kaynak yayınlarınca yayınlanan kitabının “Ömer’in görüşleri doğrultusunda inen ayetler” bölümüne (68-71. sayfalara..) bakabilirsiniz.
Şeriatçılar bu kitapta yazılanları RDDİYE yazarak çürüteceklerine mahkemeye vererek toplatmak istemişlerse de kitap beraat etmiştir ve serbestçe satılmaktadır.
Gerek Arif Tekin’in ve gerekse Humeyni’nin söylediklerini burada açıklamaya dilim varmıyor… İnsanlar, Kuran’ı ana dilleri ile okuyup anlamaya başladıkları an bu tür söylemleri ne Allah’a ne de Peygamberine yakıştıracaklardır.
Bana öyle geliyor ki; şimdi Kuran’ın tek harfi değişmiştir diyenleri kâfir sayanlar; 50-100 yıl gibi kısa bir zamanda Kuran’ı değişmemiş olduğunu ileri sürenleri kâfir sayacaklardır.
Çünkü Kuran’da İnsan Hakları Evrensel Bildirileri ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve uygulanmakta olan hukukumuza ters düşen âyetler öylesine çoktur ki…
Ör. Zina edenlerin taşlanarak öldürülmesi “Recm…” Bu konu için Kuran’ın; 5/44, 45 ve 2/159 âyetlerine ve Hadis kitaplarına bakabilirsiniz. Hadis kitaplarında İslam Peygamberinin de bir kadına Recm cezası uyguladığını görürsünüz. Ne var ki bizimkiler İslam’da Recm yoktur diyorlar. Tarih boyunca uygulananları ve günümüzde şeraitle yönetilen ülkelerdeki uygulamaları görmezden gelerek. Bunlar “Recm yok da Kırbaçlama cezası vardır!” diyorlar. İnsaf, kırbaçlama cezası günümüz ceza hukuku ile ne oranda bağdaşır?
Kısasa kısas.
Hırsızın kolunun kesilmesi…
Mirasta kadına erkek kardeşinin yarısının verilmesi,
Bir erkek yerine, iki kadının tanıklık yapması,
Karısını üç kere boşayan ve yeniden almak isteyen erkeğin “Hulle”ye katlanması…
Bir adamın evlatlığının karısı ile evlenmesi, (Bk. 33/37)
Din değiştirenlerin (Mürtetlerin) öldürülmesi,
Müslüman olmayanların kafir, müşrik olarak aşağılanıp suçlanması ve bu türden yüzlerce âyetler…
Cumhur Başkanı Süleyman Demirel, 9. Cumhur Başkanı iken, “Türkiye Cumhuriyetince uygulanmayan kuralların 230-232 olduğunu…” açıklamıştır. (Hürriyet. 1 Kasım 1999)
Bir de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden şunu okuyunuz: “Madde 18: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak din yada inancını değiştirme özgürlüğünü ve din yada inancını, tek başına yada topluca ve açık yada özel olarak öğretme, uygulama ibadet ve gözetim yoluyla açıklama özgürlüğünü içerir.
Şimdi bir de Kuran’dan şu ayeti okuyalım. K. 9/29: “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhret gününe inanman, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar kadar savaşın.”
Biri insan sözü biri Allah sözü. Bilmem bu sözler bir parça düşündürür mü sizi?
(4) (14. madde için.) Kimi yorumcular akılsız, beyinsiz, sefih sözcüklerinin temyiz kudreti olmayan amaçlandığını ileri sürerlerse de (Turan Dursun da bu görüşte idi…) kimi yorumculara göre kadınlar kast edilmektedir, ki doğrusu da budur.
Çünkü; akılsıza, beyinsize, sefihe güzel söz söylemenin ne yararı olabilir ki…
Şu hadisler ikinci yorumcuların görüşlerini doğrulamaktadır.
HADİS: Sahih-i Buhari Tercemesi, C.1.s.222-225, H. No. 209: “Ebû Saîd (Sa’d b.Sinân)-i Hudrî radiya’llâhu anhümâ’dan: Şöyle demiştir: Bir kurban, ya Ramazan bayramında Resû’llah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, yanımıza namazgâha çıktı. Kadınların yanından geçti. Ve (onlara): “kadınlar, sadaka veriniz. Zirâ bana cehennem halkı gösterildi, çoğu sizler idiniz.” Buyurdu
Kadınlar: “Yâ Resûlâ’llâh, neden?” diye sordular. “Çünkü siz (ötekine, berikine) çokça lâ’net eder, zevclerinize karşı küfrân-ı ni’met gösterirsiniz. Ne acîptir ki kendini zapteden tam akıllı ve dîninde azimli kimsenin aklını sizin kadar eksik akıllı, eksi dinli hiç bir kimsenin çelebildiğini görmedim.” buyurdu.
“Aklımızın, dînimizin eksikliği nedir? Yâ Resûlâ’llâh.” dediler. “Kadının şahâdeti, erkeğin şahâdetinin yarısı değil midir?” diye sordu. “Evet.” dediler. İşte bu aklınızın eksikliğinden. Hayız gördüğü zaman da namaz kılmaz, oruç tutmaz değil mi?” buyurdular. “Evet.” dediler. İşte bu da dîninizin eksikliğinden.” Cevâbını verdi.”
Kadınlar hakkında çok daha şaşırtıcı hadisleri bir arada toplu olarak İlhan Arsel’in, ” Şeriat ve Kadın” adlı kitabında bulabilirsiniz.
X
İRAN’LI FATMAYI DİNLEMEZSENİZ
“ÇARŞAF BİR GÜNDE GİYİLİR AMA ÇIKARMAK İSTERSENİZ BİR ÖMÜR SAVAŞMANIZ GEREKİR” Bu sözler İranlı Fatma Gülmaney’e aittir.
Fatma hanımın söylediklerinden bir bölüm daha: “Bizler bir günde çarşafa girdik. 20 yıldır çıkartamıyoruz. Başlarımız gibi geleceğimiz de karardı. Şimdi çarşafla kaybettiğimiz o günleri arıyoruz. Türkiye’de bizim tam tersi savaş verenler; 20 yıllık bu rejimimize dikkatle baksın.” (SABAH, 19.07.1999).
Atalarımız: “Hekim hekim değil de başına gelen hekim!” demiştir. İranlı Fatma, İranlı kadınların başına gelenleri gördüğü için Türkiye’de şeriat isteyen kızlarımıza, kadınlarımıza gönderme yaparak onları uyarıyor. Çok önemli bir vurgulama yapıyor. “Biz, diyor, şeriat yerine demokrasi ve laiklik isterken; Türkiye’deki hemcinslerimiz, bizim tersimize, demokrasi ve laiklik yerine şeriat istiyorlar. ..” diyor.
Üniversitelerde, yüksek okullarda okuyan ve okumayan kadınlarımızın-kızlarımızın; günümüzde, türban kavgası verdikleri ve sayılarının her geçen gün arttığı bir gerçektir. Şu gerçeği açıklamak gereği duyuyorum. Halkımızın geleneksel başörtüsüne bir diyeceğimiz yoktur. Öyle ki bu başörtüsünü savunmak da benim gibilerin de birinci görevidir. Bizim anlayamadığımız: “Bir şerit-tarikat simgesi olan örtünmenin (tesettürün) Allah’ın emri diye dayatılması ve yeniden şeriata dönülmesi çabasıdır.”
Eğer dedikleri gibi şeriatı-tarikatı simgeleyen başörtüsü Allah’ın emri olsaydı hiçbir beşeri güç kadınların başını açmasını önleyemezdi. Tıpkı depremi önleyemedikleri, önleyemeyecekleri gibi… Gökyüzünde bulanan Güneş, ay ve yıldızların yörüngesini değiştiremeyecekleri gibi… Yaşlanmayı, ölümü önleyemeyecekleri gibi…
Acaba bu türban kavgası veren kadınlarımız-kızlarımız, şeriatın kendilerine tanığı hakları biliyorlar mı? Şeriat gelince kendilerine uygulanacak kuralları biliyorlar mı?
Bu konuya şeriatın temel kitabı Kuran’ı kaynak göstererek değinmek istiyorum. Hadis kitaplarında kadınlar hakkında çok daha ağır kurallar (hükümler) vardır. Ancak; Hadis kitaplarından alıntılar için hemen yanıtı yapıştırıyorlar. “Hadislerin içinde uydurma olanlar var!” diye…
Kuran’dan aktaracağım bu kurallara karşın “Biz yine de şeriat isteriz ve bunun içinde canımızla kanımızla savaşırız…” derlerse, söyledikleri bu sözlerin hiç de sağlıklı birine yakışmayacağını söyleyebilirim. Çünkü sağlıklı olanlar; sağlıklı düşünürler, sağlıklı yargılıma yaparlar…
Bu kafada da direnirlerse başlarına çok iş açarlar… Sağlıklı olanlar ve sağlıklı olarak düşünebilip yargılama yapanlar: “Kendilerini kulluğa, köleliğe mahkum edecek, olan şeriat kurallarına (hükümlerine) evet!” demezler…
Bir kere, şeriat için savaşım veren kadınlarımıza-kızlarımıza söylüyorum, özlediğiniz ve gelmesi için savaşım verdiğiniz şeriat rejimi gelirse eşlerinizin (kocalarınızın) dörde kadar evlenme hakkı vardır. Buna bir itirazınız olamaz. İtirazınız kocanıza karşı dik başlılık sayılır ve kocanıza karşı dik başlılık ettiğinizde de bir güzel dayak yersiniz.
Şimdi bu konudaki tümcelere (âyetlere) bakalım: “Eğer, velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz; şayet, aralarında adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur.” (K. 4/3).
Dörde kadar kadın almak söz konusu olunca; hangi erkek, adaletsizlik sağlayamayacağını ileri sürer? Bu tümcede “…sahip olduğunuz ile yetininiz” sözcüklerinin asıl karşılığı “sahip olduğunuz cariyelerle iktifa edininiz” olduğu halde; Diyanet, dine hizmet amacı ile, “cariyelik” kurumunu gözlerden saklamak için “cariye” yerine “sahip olduğunuzla yetininiz…” demek gereğini duymuştur. Kelimenin anlamını değiştirmek gereğini neden duymuşlar acaba? Kendilerine sormak gerek…
Sonra bu tümcede ilginç bir buyruk daha var. Erkeğe, velisi oldukları yetim kızlarla evlenme yetkisi veriliyor. Oysa Anadolu geleneğine göre baktığımız yetim bir kız bizim evladımız sayılır. Bu da bir kişinin evlatlığının karısı ile evlenme yetkisi veren tümce (âyet) (Bk. K.33/37: Muhammed’in evlatlığının karısı Zeynep’le boşandıktan sonra evlenmesi…) gibi günümüz anlayışı ile bağdaşmaz.
Çünkü velisi olduğumuz kız çocukları da, evlatlığımızın boşanmış karısı da, biz Türklere göre kızımız sayılır. Şurasını da belirteyim ki Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı FETVA kitabında, bir erkeğin evlatlığının boşadığı karısı ile evlenebileceğine ilişkin fetvasına Türk halkı büyük tepki gösterince DİB’lığı söz konusu FETVA kitabının satışını engelleyerek satıcılardan toplatmıştır.
Bilmeyenler için söylemek gereğini duyuyorum. İslam Peygamberi; yukarıdaki K.33/37 tümcesi (âyeti) gereğince, evlatlığı Zeyd’in boşadığı karısı Zeynep ile, nikah bile kıymadan, Allah’ın emri diyerek evlenmiştir. Öyle ki bu nikah kıymama sorun olduğunda Zeynep: “Bizim nikahımızı Allah kıydı…” demiştir…
Erkeğe, eşine dayak atma yetkisi veren tümce (âyete) gelince: “Allah’ın, kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah’ın korumasını emrettiği, kocasının bulunmadığı zaman da koruyanlardır. Serkeşlik (dik başlılık) etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın . Doğrusu Allah yücedir, Büyüktür.” (K.4/34)
Burada gelmiş geçmiş dünya hukukunun hiç birinde görülmemiş bir buyruk (emir) var. Kadının dik başlılık yapmış olması aranmıyor; erkeğin, karısının “serkeşlik (dik başlılık) yapabileceğinden kuşkulanmış olması” yetiyor.
Kuşku üzerine yaptırım uygulamak ise gelmiş geçmiş dünya hukukunun hiçbirinde olmayan bir kuraldır… Hukukun; usulüne ve esasına aykırıdır… Kuran’daki bu “…nihayet dövün…” buyruğunu kabul etmekte zorlanan ve dine yakıştıramayan günümüz İslam bilginleri, ki bunların başında Yaşar Nuri Öztürk gelmektedir, bu tümceyi yumuşatarak “hafifçe dövün” şekline ve daha sonra bunu da büsbütün ortadan kaldırarak “evden uzaklaştırın” sözleri ile değiştirmiştir…
Bu din bilginleri sonra da Kuran’ın bir harfi değişmemiştir diye ahkam kesiyorlar. Değil bir harfini, hafifçe olmadığı halde, “hafifçe” sözcüğünü ekliyorlar, sonra da büsbütün kaldırarak ve de “evden uzaklaştırın” kuralını eklediklerini unutarak bir harfi bile değişmemiştir diyorlar…
Sonra dövmenin hafifi mi olurmuş!.. Hiç mi karısını döven erkek görmedik. Karısını döverken yaratana sığınıp vuruyor adam… Hem hafifçe de olsa dayak atmakla kadın, aşağılanmış ve onuru zedelenmiş olmuyor mu?
Hele kadınların cinsel doyumdan yoksun kalınca yelkenleri indireceğini sanmak da bir başka yönden kadınları anlamamak ve aşağılamak anlamına gelmez mi?.. Bu günümüz anlayışı ile bağdaşır mı? Günümüz kadınları böylesine bir uygulamaya katlanabilir mi?
Erkeklerin üstünlüğüne kanıt olarak “erkeğin mallarından sarf etmeleri” örnek gösteriliyor. Günümüz de kadının geliri ile geçinen çok erkek var. Bu durumda kadınları erkeklerden üstün saymamız gerekmiyor mu?.. Bu durumda olan erkeklerin de kadınlara: “…gönülden boyun eğmeleri…” gerekmez mi?.. Gönülden boyun eğmek yerine, kadın ile erkek yaşamı birlikte göğüslemeleri gerekir dense daha iyi olmaz mı idi, daha güzel olmaz mı idi?… Böyle bir deyim dinsel söyleme daha çok yakışmaz mı idi?.. Daha güzel bir Tanrı sözü (Allah kelâmı) olmaz mı idi…
Bütün bu açıklamaların sonucuna göre: Diyelim, eşiniz (kocanız): “Ben eşlerim arasında adaleti sağlarım. Çok şükür gelirim de yerinde. Bu nedenle ben eşimin üstüne Allah’ın emrettiği kadar evleneceğim..” derse ve daha başka gerekçeler ileri sürerse ne olacak?
Erkeğe göre gerekçe mi yok… Örneğin; şu hasta, şu aybaşı, şu doğum yapmış, şu da babası evine gitmiş diyerek diretirse dört tane ile bile yetinmeyecek duruma gelmez mi?..
Nitekim Krallar ve Peygamberlerden kimileri çok kadınla yaşamayı bir peygamberlik belirtisi saymışlardır. Örneğin Süleyman Peygamberin 300 kadını (100’ü karısı, 200’ü de cariye) olmuştur.
İslam Peygamberinin kaç karısı olduğu konusunda da İslam bilgileri kesin bir sayı verememektedirler. Kimi 9, kimi 11, kimi 15 der…
MEB’nca yayınlanan Taberi’nin MİLLETLER VE HÜKÜMDARLAR TARİHİ adlı kitabının 5. Cildinin 834. sayfasında İslam Peygamberinin 26, 27 kadını olduğu yazılmaktadır. İnanmayan adını verdiğim bu kitaba bakabilirler. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler ise Arif Tekin’in “MUHAMMED ve KURMAYLARININ HANIMLARI” adlı kitaba bakabilirler. Bu kitap Kaynak yayınları arasında çıkmış olup kitapçılardı satılmaktadır…
Söz hakkınız olmayan bir başka konumunuz daha vardır. İnanamayacaksınız ama bu doğrudur. Önce tümceyi (ayeti) olduğu gibi buraya aktaralım: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin…” (K. 2/223)
Öncelikle belirtmekte yarar var: Çiftlerin cinsel ilişkiye girerken nasıl davranacakları Allah’ın, Peygamberlerin, dinlerin karışacağı bir iş mi?.. Hiçbir hayvana nasıl ilişkiye girecekleri konusunda; ne Allah, ne Peygamber gönderilmemiş ne de kitap indirilmemiş olduğu halde bu işi doğal olarak yapıyorlar. Hayvanların maşallahı var… Nasıl ilişkiye gireceklerini doğuştan biliyorlar. Hem müstehcenlik gibi bir koşullanmaları da yok… Çok rahat, çok da güzel başarıyorlar ve hem de Allah’ın (Doğanın) emrettiği yoldan giriyorlar. İnsanlar hayvanlardan aşağı mıdır ki nasıl cinsel ilişkiye girecekleri konusunda; Allah’a, Peygambere, kitaba, âyete gereksinim duysunlar…
Kuran’da: “Ey Muhammet! Sana kadınların aybaşı hâli hakkında da sorarlar, de ki: ‘O bir ezâdır.’ Aybaşı halinde iken kadınlardan el çekin, temizlerine kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size buyurduğu yoldan yaklaşın.” (K. 2/222) denilmektedir.
Dikkat edilirse bu tümce (âyet) “tarlanıza istediğiniz gibi giriniz!” demiyor “Allah’ın size buyurduğu yoldan giriniz…” diyor. Ne var ki bu tümce “tarlanıza istediğiniz gibi gelin” tümcesinden (âyetinden) öncedir.
Acaba diyorum bu tümce daha önce olduğu için; sonraki emir öncekini ortadan kaldırdığı (Nesh etti…) diye anlaşıldığı için mi Humeyni kadını erkeğin tarlası olarak görüp dilediğiniz gibi girebilirsiniz diyor. Yoksa bu tümce (âyet) , uygulama konusunda yenilik mi getirdi diye düşünüyorum.
Bu konuda Arif Tekin’in kitaplarında islamî kaynaklara dayanarak yapılan alıntılar beni düşündürmeye başladı… Ayetullah Humeyni’nin verdiği anlamı bir türlü veremiyorum. Çünkü Ayetullah Humeyni: (“Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi gelin.” K. 2/223) tümcesini, kadınlarımızın çok büyük çoğunluğunun kabul edemeyeceği şekilde yorumluyor…
Arif Tekin ise, adını verdiğim kitabında: Ömer’in ters ilişkiyi girerek üzülmesi üzerine kendisini teselli etmek üzere bu tümce (âyet) söylendi diyerek yadsınamayacak (inkar edilemeyecek) olayları anlatıyor. Hem de İslam kaynaklarına dayanarak…
Humeyni’nin bu âyeti yorumunu merak ediyorsanız Humeyni’nin aşağıda adlarını verdiğim kitaplarına bakabilirsiniz. Örneğin; “Tavzîh-ul Mesail’deki fetvası. Madde 453 ve Tahrîr-ul Vesile. C.2, s. 241.” Bu kitaplar bulamayabilirsiniz.
Yok, olacak gibi değil diyorsanız; o zaman kütüphanelerine giderek 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde “Ürperten Humeyni” başlıklı Uğur Dündar’ın Zekeriya Beyaz ile yaptığı röportaja ve yine 01-14 Ağustos 1991 tarihli Ak-Zuhur adlı derginin 4. Sayfasına bakabilirsiniz. Ak-Zuhur dergisini kütüphanelerde bulabilirsiniz.
Eğer bu gazeteleri bulamazsanız Diyanet Müfettişliğinden emekli Arif Tekin tarafından yazılan ve kitapçılarda satılmakta olan “KUR’AN’IN KÖKENİ” adlı, Kaynak yayınlarınca yayınlanan kitabının “Ömer’in görüşleri doğrultusunda inen ayetler” bölümüne (68-71. sayfalar..) bakabilirsiniz.
Gerek Arif Tekin’in ve gerekse Humeyni’nin söylediklerini burada açıklamaya dilim varmıyor… Bu konuya Arif Tekin ve Ayetullah Humeyni gözü ile bakamıyorum. Sayın Öğreticim Prof. İlhan Arsel de, telefonla sormam üzerine, Ayetullah Humeyni gibi bakmadığını bana özel olarak bildirmişti.
Ne var ki meslek yaşamımda bu tür olaylar nedeniyle boşanma davalarına girip çıktım… Özel soruşturma ve araştırmama göre “tarlasına dilediği gibi girenlerle” çok karşılaştım… Ne var ki, Hukukumuza göre, bu tür yaklaşımlar kötü muamele sayıldığından, boşanma nedenidir.
Ben kendimi bu konuda yorum yapacak denli yetkili göremiyorum. Ama Ayetullah Humeyni’nin yorumlayacağı şekilde olacağını da kabul edemiyorum. Benim anladığım bu tümcede belirtilmek istenen “pozisyon değişikliğidir”. Pozisyon değişikliği de olsa burada kadına tercih hakkı, söz hakkı verilmemesi, şeriatın kadına nasıl baktığının bir göstergesidir…
Yine diyelim ki siz,bir kadın olarak, eşinizin dayatmalarından bıkarak boşanmak isteseniz bile şeriat hukukuna göre boşanamazsınız… Şeriat hukukuna göre Mahkemeye giderek Kadıdan boşanma karar alabilmeniz için bazı koşulların oluşması gerek.
Şeriata göre: Kadı da, kolay kolay karar veremez; çünkü, şeriat kuralları Kadı’nın elini kolunu bağlamıştır. Kadı sizden iki kanıt ister: Bunlardan biri “kocanızın cinsel bakımdan iktidarsız olduğunu” ve ikincisi de, “kocanızın deli olduğunu” kanıtlamak…
Diyelim, kocanızın “iktidarsız” ya da “deli” olduğunu kanıtladınız. Kadı yine sizin boşanmanıza karar veremez. Ya, nasıl karar verecektir? Kadı’nın vereceği karar: “Sizin bir yıl beklemenizdir.” Bu verilen bir yıllık süre içinde kocanızın iktidarı yerine gelirse veya akıllanırsa açtığınız boşanma dâvası düşer. Artık kocanızın sizin üstünüze “kuma” getirmesine, Gaziantep deyimi ile “nöker” almasına katlanmak zorundasınız. Kocanızın bu davranışı size zor geldiği için mızıkçılık yaparsanız “serkeşlik (dik başlılık) etmiş sayılacağınızdan “Hafifçe” de olsa bir güzel dayak yersiniz.
Bütün bunlara karşılık şeriat hukukuna göre, kocanızın sizi boşaması için mahkemeye, Kadıya gitmesine gerek yok. Kocanızın ağzından çıkacak bir sözcükle kocanızdan boşanmış olursunuz. Sizi boşamak isteyen kocanızın size “BOŞ OL!” demesi yeter… (Bakınız: Cumhuriyet, 7 Haziran 2001: Öğretmenlik yapan Şenay Öztürk, avukat olan kocası Hanefi Öztürk tarafından; “Boş ol, boş ol, boş ol! kelimeleriyle terk edildi… Şenay Öğretmen suçu: Kocasının, Ukraynalı bir kadınla yaşamasına tepki göstermesi…”)
Görüldüğü gibi kadının boşanması için erkeğin “Boş ol!” demesi yetiyor. Her “Boş ol!” dedikten sonra erkeğin nikah yenilemesi (tazelemesi) bir zorunluluktur. Bu durumda da kadınlar aleyhinde ağır bir yaptırım vardır. Bunun adına da “Hulle!” denir ki kaynağı Kuran’dadır. Okuyalım: “Boşanma iki defadır…” (K. 2/229) “Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah’ın yasalarını koruyacaklarını sanırlarsa, eski karı kocanın birbirlerine dönmelerine bir engel yoktur. Bunlar bilen kimseler için Allah’ın açıkladığı yasalardır.” (K. 2/230).
Diyelim öfkeli bir adamla evlendiniz. Adam öfkelendikçe “Boş ol!” demekten kendisini alamıyor. Diyelim; sizi üç kere boşadıktan sonra öfkesi geçti ve pişman olarak yeniden nikah yenilemek istedi. Yukarıdaki tümcelere (âyetlere) göre “Boşanma iki keredir… Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe…” yeniden eski kocasına dönemez. Bunun adına şeriatta “Hulle!” denir ki uygulaması eskiden çok görülmüştür.
Yaşamda çok görülmüştür. Öfkelenen erkek karısını üç kere arka arkaya: “Boş ol! Boş ol! Boş ol!” diyerek boşamıştır. Şeriatta bunun adı Talak-ı selâsedir ve böylece kadın kocası tarafından boşanmış sayılır. Eğer böyle bir durumla karşılaşırsanız “Hulle” yapılmadan; yani, ikinci bir erkekle evlenip boşanmadan kocanızla bir araya gelemezsiniz… Nikah tazeleyemezsiniz..
Bu kural da kadınlar aleyhine olan bir şeriat kuralıdır. Burada kadının hiç mi hiç söz hakkı yoktur. Kadın: “Ne hakla beni istemediğim bir erkeğin koynuna veriyorsunuz?” diyemez. Dahası var. Eğer “Hulle” gereği evlendiği ikinci kocası, “Ben karımdan memnunum. Niçin boşayayım…” derse kadın eski kocasına dönemez. Çünkü dedeğim gibi kadının hiç mi hiç söz hakkı yoktur.
Sözün burasına gelmişken Almanya’da bulunan sözde Federe İslam Devletinin Halifesi, ki şimdi cinayete azmettirmekten Alman hapishanelerinde yatmaktadır, Metin Kaplan, Show TV’de Reha Muhtar’la yaptığı bir röportajda: “İslam hukukuna göre kadın maldır. Hiçbir söz hakkı olamaz!” diyordu. Bu sözlerinin dayanağı Kuran’daki şu tümce (ayet) olsa gerektir: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.” (K. 3/14).
Görülüyor ki kadınlar; erkekler için, altın, gümüş, at, deve gibi dünya hayatının nimetleri sayılmaktadır… İşte türban giyerek şeriat militanlığına soyunan kadınları bekleyen sonuç budur… Bütün Arap-Acep âlemine baksınlar, kadınların toplumdaki konumlarını incelesinler… İncelesinler de ondan sonra şeriatı getirmek için savaşıma girişsinler…
Gözden kaçırılmak istenen önemli bir olgu daha var. Şeriata göre erkek için kadın boşamanın sınırı yoktur. Dördü aşmamak üzere elindekileri boşayıp boşayıp dörde tamamlayabilir. Böylece yüzlerce kadınla evlenme mutluluğuna erebilir.
İnandırıcı gelmedi değil mi?.. Bir örnek verelim öyle ise : Dördüncü İslam Halifesi Ali’nin büyük oğlu İmam Hasan, bu şekilde boşayıp boşayıp dörde tamamlamak üzere tam 110 kadınla evlenmiştir. Bu nedenle adı tarih kitaplarına “MUTAALLAKA-(BOŞAYAN ) Hasan” olarak geçmiştir. (Bk. İhyayu Ulumid-Din. Boşanma Konusu (Talak Bahsi). İmam Gazali…)
Bu arada kocanızın parası varsa; dört karısı ve malik olduğu cariyeler yanında istediği kadar yeni cariye de alabilir… Öyle ki kocanız; dört karısının, sayısız cariyesinin dışında olabildiğince SİGA’sı; yani, geçici karısı da olabilir.
Aşağıdaki satırları Cumhuriyet gazetesinden aktarıyorum: “SİGA, İran’da özellikle dinin ağır bastığı: Kum, Moşhed gibi illerde oldukça yaygın bir kurumdur. Birbirleriyle cinsel ilişkide bulunmak isteyen karşı cinsler, Arapça söyleyebileceği bir iki tümceden sonra birbirinin helâli olurlar.
Anlaşma parayla sağlanır. SİGA’ ile kurulan ilişki sonucunda erkeğe hiçbir sorumluluk yüklenemez. Yani bu ilişki sonunda kadın çocuğa kalırsa erkeğin çocuğuna karşı hiçbir sorumluluğu yoktur…
Şeriatçılar bu eylemleri nasıl savunuyorlar görelim: ‘Teokratik düzenin ideologları, çok karılığı ve SİGA’yı; görsel, işitsel, ve yazılı basında sürekli önerip haklı nedenlerini açıklıyorlar. Örneğin Ayetullah Gomi: “Avrupalıların çoğunun metresi var… Biz neden insanî gereklerimize gem vuralım? Bir horoz, kümes dolusu tavuğu doyuma ulaştırır. At deseniz o da bir sürü aygırı…(Tümcenin doğrusu: Aygır deseniz o da bir sürü atı… olacaktır.) der.
Rafsancani ise, gençlerin (erkek delikanlıların demek istiyor) sorunları için çözümün “SİGA” olduğuna inanır…” Bizde erkek delikanlıların sorunlarının da Genelevler yoluyla giderildiğini de unutmayalım. Bu yazdıklarıma inanmayan türban mücahidi kadınlarımız-kızlarımız: Şeriat Düzeninde İranlı Kadın. Dr. İldeniz Kurtulan’ın Cumhuriyet gazetesinin 200 Ocak 1996 tarihli nüshasının sayfa: 12. sayfasına bakabilir…
Bu konuda bir başka kaynağa daha göz atalım: “Hırs sınır tanımıyor. Kadınlar, çocukları kucaklarında cadde kenarlarında fuhuş için beklerken, Tahran etrafında dev binalar peş peşe yükselmektedir. Caddelerde de çocuk yaşta genç kızları, geceleri Hacı Beyzadelerin 60 milyon tümanlık (Para birimi olsa gerek…) mercedesleri göz kamaştırmaktadır. Caddelerdeki bu avlanmanın adı da SİGA’dır ve Mollalar onun artmasında ısrar ediyorlar.
Bu yazdıklarıma inanmayan türban mücahidi kadınlarımız-kızlarımız EVRENSEL gazetesinin 2 Temmuz 1999 tarihli nüshasının 11. sayfasına bakabilirler…” İranlılar SİGA denilen bu geçici evliliği neye göre yapıyorlar denebilir. Bu davranışlarını Kuran’ın 4/24 tümcesine dayandırmaktadırlar. Asr-ı saadet denilen zamanda bu kural daha çok savaş sırasında kullanılmış ise de günümüz Arap İslam dünyasında uygulanmamaktadır.
Ne var ki İran’da uygulanma olduğunu gazete ve dergilerden öğrenmekteyiz… İran’da “SİGA” adı ile yapılan bu uygulamaya Arapça’da “Muta nikâhı” denir… Türkçe’si ise “Geçici evliliktir”. Şimdi Kuran’daki tümceyi (ayeti) okuyabiliriz: “… kendilerinden istifade ettiğiniz kadınların takdir olunan ücretlerini veriniz…” (K. 4/24. Kuran-ı Kerim Meâli. Hazırlayanlar: Ziya Kazıcı, Necip Taylan. Diyanet ve Diyanet Vakfı, kendi çevirilerinde bu tümceyi anlaşılmaz duruma getirmişlerdir…)
Elbette kişilikli ve onurlu bir kadın şeriatın erkeğe tanıdığı bu hakları kabul etmeyecektir. Kocasının kendisinden başka kadınlarla inip kalkmasına (Kumasını, cariyesini, Siga’sını…) kıskanarak kocasına karşı dik başlılık edecektir. Çünkü erkek nasıl eşini kıskanırsa; kadın da erkeğini kıskanır doğal olarak. İslam söylemine göre bu kıskançlık durumu şöyle dile getirilir. “Eşini kıskanmayan kişi Domuzdan aşağıdır.” Doğru mu, yanış mı bilmiyorum ama domuza eşini kıskanmayan hayvan derler…
Kocasının bu davranışlarını ahlaksızca bularak kıskanan kadınları, kocasının bir güzel dövme hakkı vardır. Bu dövme hakkı erkeğe şeriat kuralı gereği “Allah’ın emri.!” olarak dayatılır… Sizin yediğiniz bu dayak üzerine dava açma hakkınız yoktur. Çünkü kadının dava açma hakkı yukarda belirttiğim iki nedenle sınırlanmıştır. Kocasının deli olması ya da iktidarsız olması… Oysa yürürlükte olan yasamıza göre dayak yiyen kadının dava açma hakkı vardır. Dayak, kötü işlem (muamele) sayılır ve boşanma nedenidir…
Şeriatçılar bu dayak konusunu günümüz anlayışı ile bağdaştıramadığı için “dövme” kuralına “Hafifçe” yi eklediler. Yaşar Nuri Öztürk daha da ileri giderek önceki çevirilerinde “Hafifçe” dediği halde sonra çevirilerinde bunun yerine “evden uzaklaştırın”ı eklemiştir ve televizyonda da bu görüşünü savunmuştur. Oysa eski çevirilerin hiçbirinde bu “Hafifçe” olmadığı gibi “evden uzaklaştırın” da yok. Şeriatı şirin göstermek için ne yapacaklarını şaşırdılar… Kendilerini de reformcu din adamları olarak lanse ettiler…
Türban takarak şeriat için savaşan bacılarım, işte size hem de Kuran’dan kaynaklar göstererek yaptığım açıklamalar. Hadislerde bundan daha çok ağır olarak ve aşağılayıcı uygulamalar, yargılar vardır… Ama ben bunlara değinmedim. Nedeni de “Bu hadisler uydurmadır” denebilir diye… Bu nedenle alıntılarım Allah’ın kelâmı diye dayatılan ve bir harfinin bile değiştirilmediğine inanılan Kuran’dandır.
Yaratılışın açıklayamadığımız gizi ki. çözemediğimiz bu gizi açıklamak için Allah deriz… Oysa Allah, sanıldığı gibi gökte değildir. Peygamber göndermiş, Kitap indirmiş değildir. Bunlar din edebiyatında ve felsefesinde mecaz ve simgesel anlatımlardır. Allah: Bizim üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa ve toplum kuralları yanında; aklın ve kültürel birikimimizin oluşturduğu vicdanımız ve sağduyumuzla yansıyan iyi duygularımızdır. (Ruhül Kudüs. Kutsal ruh, Cebrail…)
Dikkat edilirse Allah yok! demiyorum. Öldürseler, demem de.. ama bu kavram yanlış anlaşılıyor; doğrusu az yukarda anlattığım gibidir. Eğer şeriatçıların dayattığı şekilde bizim dışımızda bir Allah anlayışını kabul edersek insanlığa hiçbir yararı olamaz. Allah’ı, içimizde ve bizleri doğru, dürüst, iyi ve erdemli olmayan sürükleyen duygu olarak (sağduyu) kabul edersek kötü iş yapmaktan (Günah işlemekten) kurtuluruz. İşlersek de cezasını görürüz ve hiç olmazsa ben ettim ben de buldum diyerek sorumluluğu yükleniriz. Bu nedenle böyle anlaşılmalıdır diyorum. Böyle anlaşıldığı takdirde insanlığa yararlı olur diyorum. Aksi takdirde; geri kalmış şeriatla yönetilen ülkelerle Taliban gibi olursunuz diyorum…
Biliyorum anlattıklarım sizlere inandırıcı gelmeyecektir. Çünkü bu güne değin sizlere bu anlattıklarım söylenmemiştir.
Hem sizin Diyanet İşleri Başkanınız vardır. Müftüleriniz vardır. Hocalarınız, Şeyhleriniz vardır. Bir de çok meşhur Süleyman Ateş’iniz, Yaşar Nuri Öztürk’ünüz ve Zekeriya Beyaz’ınız vardır. Sorun bakalım bir kere onlara “Hayri Balta, şeriatın kadına bakışı hakkında böyle böyle diyor. Bu adam yalan söylüyorsa doğrusu nedir?” diye..
Bunun yanında bana hücuma kalkmadan önce gösterdiğim kaynaklara bir bakın eğer orada da bulamazsanız bana sorun “Sen bunları nereden aktardın?” diye.. Doğrusunu ya onlar, ya da siz bildirin. Bildirin ki, ben de hidâyete ereyim.
Ya şu tümceye (âyete) ne dersiniz? Kuran: Allah sözü ise ya da Peygamber sözü ise; Bir Allah’a ya da Peygamber’e, kulları arasına kıyamete kadar kin ve düşmanlık salar mı? İnanmadınız değil mi, okuyalım öyle ise: “Biz hıristiyanız” diyenlerden de söz almıştık; onlar kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular. Bu yüzden aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Allah yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.” (K. 5/14. Diy. Çev.)
Ceviz Kabuğu programında, Hulki Cevizoğlu: “Bu nasıl olur?” diye Zekeriya Beyaz’a sorunca; Zekeriya Beyaz, işin içinden çıkamadı. İşin içinden çıkamayınca da, “Yanlış, burada bir matbaa hatası vardır..” diye kıvırmak zorunda kaldı.
Baskı hatası falan yok. 1. Abdullah Aydın, 2. Ahmet Ağır Akça-Beşir Eryarsoy, 3. Ahmet Davudoğlu, 4. Ali Bulaç, 5. Doç. Dr. Bedri Noyan, 6. Diyanet Vakfı çevirisi, 7. Feyzu’l-Kur’ân-, 8. Hasan Basri Çantay, 9. Hasan Tahsin Feyizli, 10. Elmalılı Hamdi Yazır- İzahlı Meali de aynı, 11. Muhammed Esed. Üç ciltlik meal tefsiri de aynı, 12. Doç. Dr. Necip Taylan, 13. Okat Yayınlarınca basılan Kur’an, 14. Rıza Çiloğlu, 15. Suudi ArabistanKrallığı. Medine, 16. Prof. Dr. Süleyman Ateş, 17. Yaşar Nuri Öztürk, 18. Doç. Dr. Ziya Kazıcı gibi tam 20 Kuran çevirisini gözden geçirmiş oluyorum. Hayret! Hepsinde de baskı hatası var… Olur mu? Diyanet Çevirisi ile Birlikte 21 kitabın da hepsin de baskı hatası olur mu? Olur diyemeyeceklerine göre; değiştirilmiştir diye İslamı ve Kuran’ı kurtarmaya çalışacaklardır. Çevrilmiştir demeyenleri de kâfir ilan edeceklerdir…
Yazık değil mi sizlere… Tesettür Allah’ın emri de yukarda Kuran’da yerini belirttiğim tümceler (âyetler) Allah’ın emri değil midir?.. Ama yine de tercih sizin. Siz şeriatınızı kendiniz yaşayın; fakat bizlere dayatmayın…
Biz sizlere karışmıyoruz, ne olur siz de bize karışmayın… İslam kurallarını Allah’ın emri diye bize dayatmayın… Bu yaşam yöntemini Türk halkına Allah’ın emri diye dayatamazsınız artık… Dayatırsanız karşınıza en başta Türk ordusu ve Cumhuriyetin zinde güçleri çıkar. Erbakan ve Partisi gibi bozum olursunuz…
Benden söylemesi… Ne de olsa aynı ülkenin çocuklarıyız… Düşüncelerimi açıklamakla ben halkımıza karşı sorumluluğumu yerine getiriyorum. Bu tür yazılarla Tanrı bilgisinden habersiz olanları uyarıyorum… Son olarak kadınlarımıza-kızlarımıza yine sesleniyorum: İranlı Fatma’yı dinlemezseniz başınıza gelecekler budur… Ama o zaman iş işten geçmiş olacaktır…
Av. Hayri Balta
+
(ADD Genel Merkezince çıkarılan ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE dergisinin Ekim 1999 tarihli sayısında çıkan bu yazım; Sitem için hazırlanırken güncelleştirilmiştir.)
X

İSLAM KÖLELİĞİ KALDIRDI MI?
Dikkat edilirse yazılarımın köşe başlığı. “TABULARA, TALANA,YALANA BALTA”dır…
Tabuları, talanı, yalanı görünce tepki göstermeden duramıyorum. Alın size tabulaştırılmış bir yalan daha… Önce Akit gazetesinde çıkan şu yazıyı gelin hep birlikte okuyalım: “…Biz biliyoruz ki, kölelik İslamiyetten önce varmış. İslâm dini gelince kölelik kalkmış. İlk kaldıran da Hz. Muhammed (sav.) Efendimiz olmuştur. Kendi kölesini serbest bırakmıştır. Durum buyken, Kur’an’ın hangi ayetinde ve hadisi şerifte, kölelik teşvik ediliyormuş? Bu zavallı adamlar ne yapmak istiyor?…” (Akit. 17 Şubat 2001. Mehmet Nar/Yalova. Sizin Sesiniz köşesi. S. 18).
26 Kasım 2001 Pazartesi günü de Star TV’de Sabahattin Önkibar’ın sunduğu “Alternatif” programında “Din ve Laiklik” konusunda bir tartışma yapıldı. Tartışmaya: Doğu Perinçek, Nazı Ilıcak ve İsmail Nacar katıldı. Tartışmanın konusu kölelikti… Doğu Perinçek: “İslam’da kölelik var ve kaldırılmamıştır” deyince İsmail Nacar atılarak: “Yalan söylüyorsun. İslam’da kölelik yoktur. Tersine İslam köleliği kaldırmıştır…” deyince tartışma kızıştı. Doğu Perinçek:”Kuran’da var. İşte Kuran, okuyacağım…” deyince İsmail Nacar: “Oku bakalım. Yalan söylüyorsunuz. Milletin kutsal dini ile uğraşmaktan usanmadınız. Bu millete ve dinine hakaret etmeyi bir marifet sanıyorsunuz…” gibisinden sözler söyledi.
İşte bu tartışmalar üzerine “İslam Köleliği Kaldırdı mı?” konusuna değinmek gereğini duydum. Bildiğim kadarıyla İslam köleliği kaldırmamış, tersine onaylamış ve yasallaştırmıştır… Ancak şu gerçeği de belirtmemek hak’ka saygısızlık olur. O da İslamiyet kölelere iyi davranılması koşulunu da getirmiştir.
Önce: 2. Halife Ömer’in Kudüs’e girişini inceleyelim. Halk arasında çok anlatılan bu fıkra şöyle. “Kudüs İslam ordularınca fethedilmiş. Ömer ordularının başında, atının üzerinde Kudüs’e giriyor. Yerli halk Ömer’i karşılamak için sokaklara dökülüyor. Atın üzerindeki Ömer’i alkışlayarak kutluyorlar. Bunun üzerine komutanlar açıklama yapıyor: “Ömer, atın üzerindeki değildir. Ömer, atın yanında yürüyendir. Atın üzerindeki Ömer’in kölesidir…” deyince Kudüs halkı İslam’ın ve dolayısıyla Ömer’in adaletine ve İslam’daki eşitliğe hayran oluyor…
Ömer’in adaletine ve İslam’ın eşitliğine örnek olarak sunulan bu öyküye göre; Ömer kendisinin at üzerinde, kölenin de yaya olarak yürümesini İslam adaletine aykırı bulduğu için nöbetleşe ata binmişler ve biniş sırası Kudüs’e girerken köleye geldiği için Kudüs’e böyle girilmiş…
Görüldüğü gibi İslam’ın ve Ömer’in adaletini açıklayalım derken İslam’da kölelik kurumunun var olduğunu açıkladıklarının ayrımında değiller… Bu öykü; belki uydurmadır, belki gerçektir. Ama ne olursa olsun bu olay 2. Halife Ömer zamanında köleliğin varlığına ve köleliğin kaldırılmadığına güzel bir örnektir.
Şimdi İslamcılar bu fıkra halk tarafından uydurulmuştur, aslı yoktur, diyebilir. Çünkü onlar İslam’ın hiçbir şekilde eleştirilmesini kabul edemiyorlar. Onlara göre: Kuran-da yok yok!.. Bilimsel buluşlar, keşifler, yerçekimi yasası, suyun kaldırma kuvvetinden ceninin ana karnında geçirdiği aşamalar, televizyondan radyoya, trenden uçağa, bilgisayardan uzay teknolojine değin ne varsa hepsi Kuran’da var. Oysa böyle bir şey yok. Kuran ne bir fizik kitabıdır ne de bir kimya…Kuran bir ahlak ve edep kitabıdır ve insanın nefsini terbiye etmesinin önemine değinir. Nefsine hakim olanın Allah’a ulaşacağını anlatmaya çalışır.
Bu yanılgının nedeni de İslam’da eleştiri olmamasıdır. Oysa eleştiri olmadan gerçek bulunmaz. Bu konuda yapılan eleştiriyi öğrenmek isterseniz bu ay yayınlanan Bilim ve Ütopya adlı dergiyi (2001 Kasım) muhakkak alınız. Dergi piyasada satılmaktadır ve “Din tele voleleri, ‘Bilinçli Tasarı’cılar vs. POSTMODERN İSLAMCILIK” adlı çok güzel ve bilimsel yazıyı okuyunuz…
Şimdi sözü uzatmadan İslam kaynaklarına bakalım. Ancak yazıyı uzatmamak için her kaynaktan birer örnek sunuyorum:
I-“Mâlik olduğunuz köle câriyeleriniz hakkında Allah’tan korkun. Onlara yediğinizden yedirin. Güçlerinin yetmeyeceği işleri onlara teklif etmeyin. Sevdiğinizi saklayın, hoşunuza gitmeyenleri satın. Allah’ın yarattıklarına eziyet etmeyin. Allahü Teâlâ’nın sizi onlara malik kıldığını unutmayın. Allah dileseydi, onları size mâlik kılardı.”
Dipnot, (789): “Bu hâdis, birkaç hadisten toplanmıştır. Ebû Davud; bir kısmını Buhari ile Müslim Ebû Zer’den, diğer kısmını sahih sened ile rivayet etmişlerdir.” (1).
Hadisteki şu iki tümceye dikkatinizi çekerim: “Sevdiğinizi saklayın, hoşunuza gitmeyeni satın.” Demek ki İslam Peygamberi köle alış-verişine (ticaretine) izin veriyor. Müminler köle, cariye alıp satabiliyor…
“Allahü Teâlâ’nın sizi onlara malik kıldığını unutmayın. Allah dileseydi, onları size mâlik kılardı.” dendiğine göre de kölelik kurumu Allah’ın bir takdiri olarak kabul ediliyor ve bu nedenle yasallaştırılıyor?.. Bu Hadis’te olumlu olarak kölelere iyi davranılması ve kaldıramayacağı yükü yüklememeli sözcüğüdür. Ama unutmayalım bir köy muhtarı bile eşeğinden verim alabilmek için onu beslemek ve kaldıramayacağı yükü yüklememek zorundadır…
II- “Köle satın alın, onlara rızıklarında ortak olun. Sakın zenci köle almayın, çünkü onların ömürleri kısa, rızıkları ise az olur.” (Taberânî, Mu’cemu’l Kebir ve’l-Evsaf’ta zayıf bir senedle.) (2).
Yukarıdaki hadis sahih; bu ise zayıf… Hangisine inanalım… Aslında bu da sahihtir. Ama; kölelerin rızklarına ortak olmayı, zenci kölelerinin ömürlerinin kısa ve rızklarının az olmasını İslam’a yakıştıramadıklarından olsa gerek kabul etmeye yanaşmamaktadırlar…
Ne var ki bütün dünyada kölelik kurumu en son İslam ülkelerinde, o da kâfirlerin baskısı sonucu ve ancak elli yıl önce kaldırılabilmiştir. Bu gün bile Afrika’nın kimi Müslüman ülkelerinde kölelik uygulaması vardır… (Bakınız: Meydan Larousse Ansiklopedisi).
Ne ise konuyu dağıtmadan asıl konumuza dönelim. İslamcıların sık sık başvurdukları bir savunma daha var. İslam’la köleyi azat etme geleneği geliştirmiştir, derler. Oysa köleliği azat etme kurumu çok eskilerden beri vardır. Yunan ve Roma tarihlerine bakılırsa köle azat edenlerin çok olduğu görülür. Onlarda köle azat edilince gerçekten özgür (hür) olur. Ne var ki İslam’da kölenin azat edilmekle sahibinin (kendisini azat edenin) velayetinden kurtulamadığını görürüz. Okuyalım: “Kim kendisini âzât edenlerin veliliğinden başkasının velâyetini tanırsa Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah ondan ne farz, ne de nâfile ibadet kabul etmez” (3).
Yanlış anlamıyorsam köle aza edilmekle kurtulmuyor; azat edildiği halde velâyet altında. Yani bir çocuk gibi… Kaldı ki İslam’da köle azat etmek “Kıyamet alameti” olarak görülür. (Bakınız: Şeriat ve Kölelik, İlhan Arsel. s. 71).)
Şimdi de İslam Peygamberinin ne kadar kölesi olduğuna bakalım: “Resûl-i Ekrem’in altmış kadar kölesi ve yirmi kadar câriyesi olduğu halde irtihâl-i Peygamberî (ölümü) sırasında hiç birinin bulunmaması, bunlardan bir kısmının Resûl-i Ekrem’den önce vefât etmiş, bir kısmını da âzât edilmiş olmasındandır.” (4).
20 kadın köle (cariye), 60 erkek köle. Tam 80 tane köle… İnanılacak gibi değil. Ama gerçektir. “Tanrı elçisinin eşlerine, kendisinden sonra da yaşayan ve kendisi sağken ölenlere, boşadığı kadınlara ve boşamasının sebebine dair haberler, bölümünde 27-28 kadar kadını olduğu anlatılmaktadır. (5).
Her birinin hizmetine bir cariye verilse bile, 20 cariye yetmez bile. Bilindiği gibi İslam Peygamberinin Fedek Hurmalığı, Hayber ve Kurayza arazileri, Ureyne köyleri ki bu taşınmazların çok, çok büyük olduğu söylenir. (6)
Bu arazilerde kimler çalışacak? 60 köle az bile… Hadislerden alıntıyı bitirmeden önce son bir gerçeğe daha değinelim. Her ne kadar İslam’ın köleleri azat ettiği ileri sürülürse de; İslam’iyet köle azatlamayı olumsuz bir davranış olarak niteler:
“A) Muhammed, Meymune’nin Köle Azatlamasını Olumsuz Bir Davranış Olarak Tanımlar: ‘Azâd Edecek Yerde Dayılarına Hediye Etseydin Ecrin (Ahiret Mükâfatın) Daha Büyük Olurdu’ der.” (7).
Bütün bu saydıklarıma aklını imana kurban etmiş İslamcılar: “Bunlar hadistir. Uydurma olabilir…” diyebilir. Öyle ise bir örnek de Kuran-dan verelim: “Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kimseyi misâl gösterir :Hiç bunlar eşit olur mu? Övülmeğe lâyık olan Allah’tır, fakat çoğu bilmezler.” (K.16/75. Diyanetin…).
Tümcelerin (âyetlerin) söyleniş nedeni (Nüzul Sebepleri) açıklayan kitaplara göre, şöyle: İslam peygamberi, müşriklere sesleniyor: “Putları Allah’a ortak koşarak; onları Allah’la aynı düzeyde (seviyede) görüyorsunuz. Oysa sizler kölenizle kendinizi eşit görüyor musunuz. Nasıl kölelerle sizler eşit değilseniz; putlarla Allah da eşit olamaz. İyisi mi aklınızı başınıza toplayın…”
Tümceden açıkça görüleceği gibi köle ile özgür kişi bir tutulmuyor. Burada da kölelik takdir-i ilâhi olarak gösteriliyor ve yasallaştırılıyor (meşrulaştırılıyor)…
Kuran-da kölelik hakkındaki şu tümcelere (âyetlere) bakınız: 2/177,221; 3/35; 4/24, 25, 39, 69, 92; 5/89; 9/60; l6/70,71, 75, 76; 30/28.
Şimdi Kuran- da uydurma diyemezsiniz ya!.. Bir dünya görüşünün temel kuralı gerçeklere saygılı olmak ve gerçekleri dile getirmektir. Müslümanlığın aslı (esası) gerçeğe teslim olmak olduğuna göre İslam’da kölelik yoktur demek doğru değildir.
Aldatmaya, dayatmaya, yalana dayanan hiçbir görüş yaşayamaz… Gerçeği yadsımak (inkâr) ise gerçeği (Allah’ı) tepelemek demektir. Biz bu konuya niçin değindik: Yalana karşı olduğumuz için. Yoksa inanca karıştığımız yok. Ama milletin gözünün içine baka baka yalan söylenir; İslam’da kölelik vardır, diyenler millete ihanetle, dine saldırmakla suçlanırsa gerçekleri açıklamak bir aydının birincil görevidir…
İslam’daki kölelik konusunu çok geniş olarak ve ayrıntıları ile öğrenmek isterseniz. “İlhan Arsel’in Şeriat ve Kölelik” adlı kitabına bakınız. Kaynak yayınları arasında satılmakta olup 96 sayfalık küçük ve ucuz bir kitaptır. Bir okuyuşta okunur.
Siz, “araştırmacı” olarak ortaya çıkarak: islamda kölelik vardır. İslam köleliği kaldırmamıştır…” diyenleri: “Din düşmanı, Milet düşmanı…” diye suçlamaya kalkarsanız; karşınıza işte böyle Kuran-la, Hadisle ve diğer kaynaklarla İslam’da kölelik de cariyelik de vardır diye karşı çıkarlar…
İslam’a kötülük yapanlar asıl bu bilgisizlerdir (cahillerdir)… Şeriatçılar, eğer bizlere kızıyorlarsa; İslam kaynaklarından alıntı yapan bizlere değil; İslam Kaynaklarını yüzlerce yıl önce yazanlara kızsınlar… Şimdi ben bu şeriatçılara sorayım: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”…
Av. Hayri Balta, 12.12.2001
Kaynaklar:
1/Hüccetül-İslâm. İhyâu ‘Ulûmid’d-Dîn. Cilt. Bedir Yayınevi. Tercüme eden: Ahmed Serdaroğlu (Diyânet İşleri Başkanlığı Müfettişi). 1985. Cilt. 2. s. 556.
2/Büyük Hadis Külliyatı. Cem’ul-fevâid. RÛDÂNÎ. 2 Kaynak yayını. Cilt: 2. s. 385.
3/El’LÜ’LÜÜ VEL MERCÂN ÎMÂM-Î BUHÂRİ ve MÜSLİM’İN İTTİFAK ETTİKLERİ HADİSLER. Muhammed Fuâd Abdül Bâki.Sebat. 1984. Cilt: 2. s. 194.
4/SAHÎH-İ BUHARÎ MUHTASARI TECRÎD-Î SARÎH TERCEMESİ VE ŞERHİ. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. 8. Cilt. 8. baskı. 1987. s. 206
5/Milletler ve Hükümdarlar Tarihi. Taberî. MEB Şark-İslâm Klasikleri. İ992. Cilt. V. S. 834-849.
6/Şeriat ve Kölelik. İlhan Arsel. Kaynak yayınları. 1. Baskı. 1997. s. 30.
X
İSLAMDA ÖLDÜRME YOKTUR DİYENLERE…
Hizbullah’ın vahşetini her gün televizyonlardan görüp duyuyoruz. Gazetelerden okuyoruz. Bu güne kadar 54 ceset çıktı ölüm evlerinden. Gazetelerin yazdığına göre kaybolanların sayısı bine yaklaşıyor… Daha da çıkacağı anlaşılıyor…
İnsanın aklına ister istemez bu katliamlar neye dayanılarak yapılıyor sorusu geliyor. Şeriatçı militanları yalnızca Hizbullah’la sınırlayanlar büyük yanılgı içindedirler.
Bugün yurdumuzda “hak nizamını” kabul ettirmek ve hatta “dünyaya nizam vermek” amacıyla kurulan partiler, ocaklar, dernekler vardır.
Bunlar, “Kanımız aksa da zafer İslam”ın diyerek Malatya’da, Çorum’da, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta şeriat adına yüzlerce insanımıza kıymışlardır ve kıyım sırasında : “Şeriat gelecek, laiklik gidecek” sloganı yanında “Muhammed’in ordusu, laiklerin korkusu” biçiminde amaçlarını açıklayan sloganlar atmışlardır.
Bunların temsilcileri TBMM’de çoğunluğu sağlamaktadır ve asıl önemlisi irticaya karşı alınması gereken önlemler MGK kararına karşın bugüne değin alınmamıştır… En liberal olanı bile: “Şeriata karşın yürünmez, şeriata ancak saygı duyulur.” (Mesut Yılmaz) demiştir.
Bu girişten sonra şimdi gelelim Hizbullahçıların gerekçelerine… Gerekçelerin başında görüyoruz ki bunlar; kendilerini, Allah’ın memuru sayıyorlar. Hizbullah’ın menzil kanadının liderlerinden Mansur Güzelsoy’un 4 Kasım 1996 tarihli vasiyetnamesinden bir bölüm aktaralım: “…Siz İslamın davasına sahip çıktığınız zaman, ciddi ve samimi olarak sahip çıkınız. Kendinizi Allah’ın memuru olarak telakki ediniz.”
Öyle anlaşılıyor ki bunlar kendilerini şu ayet ve hadise göre Allah’ın memuru olarak cihatla yükümlü sayıyorlar. Önce âyeti görelim: “… eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik.” (K.Nisa, 4/91)
Şimdi de Hadisi: “İnsanlar ‘Lailahe illallah’ deyinceye kadar onlarla cihada memur oldum, şimdi her kim ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derse canını ve malını benden korumuş olur.” (Bkz. Sahih-i Müslüm. İst.1401.C.1.s 51-52, Had. no. 32 ve İmam Suyuti, mütevatir hadisler, Ank. 1992, s.30-31, Had. No.4. Yine: Bk. K.Tevbe, 9/29. Bu ayetin tamamı bundan sonraki 2. paragraftadır…)
Bu Hizbullah lideri vasiyetnamesinde şöyle diyor. (Bkz. 22.1.2000 Cumhuriyet): “….ya islamın tamamını alınız ya da tamamını bırakınız.” Bu buyruğun kaynağı da şu ayet olsa gerektir: “Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?” (k. Bakara,2/85).
Kitabın tamamını uygulayamazsanız dinden çıkmış sayılırsınız. Öyle Cumhurbaşkanı Demirel gibi : “Cumhuriyet’le benimsenen hukuk, Kuran’ın getirdiği 230-232 ayetin yerine başka kurallar koyuyor.” diyemezsiniz. İslam’a göre bu küfürdür. Bunu söyleyen devlet başkanının yönettiği ülke, Darül Harp sayılır: yani savaşılması gereken ülke, düşman ülke olur…
İşte Hizbullah ayaklanmasının bir kaynağı da budur. Çünkü bu konuda emir vardır: “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirdir.” (K.Maide, 5/45) Yine: “Kitap verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşsın.” (K.Tevbe, 9/29)
Bunlara göre Atatürkçüler, laik düşüncede olanlar kafirdir. Okuyalım: “Kafir: Kuran ve sünnetle belirlenmiş iman esaslarının, ilahi emirler ve yasaklarının bütününe veya herhangi birine inanmayan kişi, laik insan…” (İslam’a göre Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircan, İstanbul Piyale Camisi imamı. Sözlük bölümü… RTÜK Yön. Kurulu üyesi Mehmet Doğan da sözlüğünde aynı kanıdadır…)
Her ikisi de laik devletten; yani kendi ifadeleri ile Kafir dedikleri Devletten maaş alır ve bundan zerre kadar rahatsız olmazlar. “Bu nasıl olur? Yakışır mı bir din adamına?” derseniz; dinleri, buna da çıkış yolu bulmuştur. Bu samimiyetsizliğin adı: “Takiye’dir!” Anlamı: Kâfire yalan söylenir, kafir olanlar için her türlü desise haktır… Oysa gerçek bir Müslüman takiyeye; yalnızca, ölüm tehlikesi söz konusunda olduğunda başvurabilir… Bunda da yadırganacak bir yan yoktur.
Ama bunların yaptıkları yadırganır… Bunların sözlüklerine göre Atatürkçü laik insan kâfir sayılır. Hele ilericiler, materyalistler, solcular şeksiz-şüphesiz kâfirler mağulesindendir… Bunların katli vaciptir… Kahramanmaraş’ta, Sivasta, Çorum’da, Sivas Madımak’ta tekbir getirilerek karnı deşilerek öldürülenler, cayır cayır yakılanlar bu inanış gereğince öldürülmüştür.
Laik devletimiz yine de bunlara Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasiyle birçok Bakanlıktan çok para aktarır ve böylece karşı devrimcilerini besler sonra da irtica geliyor diye feryat! eder… Hem okullarında sünniliği öğretir, hem de öğrettiği sünnilik gereği başörtüsü-türban giymek isteyenleri okullara almaz…
Şimdi de kafirler hakkında verilen emirlere bakalım: Önce 22.1.2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinden şu haberi okuyalım: “Hizbullah militanları son yıllarda satırlı saldırılarını yoğunlaştırdı. militanlar hedefe yaklaştıklarında satırı çekerek boyun ve kafa kısmına vuruyor.”
Acaba neden başka yerlerine vurmuyorlar da boyunlarına vuruyorlar… Sakın bunun da kaynağını kitaplarında bulmuş olmasınlar.. Kitaplarında yazmasa böyle yapmazlar. Kendilerini günahkâr sayarlar… Hele bir bakalım: “Kafirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun” (K. Muhammed. 47/4 ve yine Enfal. 8/12)
Bir de şu ayete bakalım, biz Atatürkçü aydınların, ilericilerin, laiklerin, solcuların karşı karşıya olduğu tehlikeyi görelim: “Kafirleri öldürmek müminlerin kalplerine serinlik verir.” (K. Tevbe, 9/14).
Ya şu ayete ne dersiniz “İslam’da öldürme yoktur” diyenler? “Kafirleri öldürmek, müminlerin yüreklerindeki öfkeyi giderir.” (K.Tevbe, 9/15). (Son üç ayet için Dr. Abdülvehhap Öztürk’ün Kur’an-ı Kerim fihristi kafirler bölümüne bakınız.)
Görülüyor ki Hizbullahçılar kendileri gibi inanmayanların boyunlarına vururken ve onları iple boğarken, zincire vurarak öldürüp öldürüp ölüm evlerine gömerken “kalplerine serinlik geliyor” ve de “Yüreklerindeki öfkeyi gideriyorlar”…
Şimdi kimi aklı evveller : “Onlar kafirler hakkında inen ayetler!”dir diyerek İslam’ın emirlerini savunmaya kalkarlar. Tam: “Merd-i kıptı şecaat arz ederken sirkatin söyler” gereğince ne kadar ilkel görüş ve inanışta olduklarını gösterir şekilde kendilerini ele verirler. İnsaf yahu! Kafirler insan değil mi?… Nerede Anayasa kuralları, nerede uluslararası sözleşmeler? Nerede İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi?…
Şimdi de 20.01.2000 tarihli Sabah gazetesindeki şu fotoğraflı haberi okuyorum. Fotoğrafı buraya aldığım takdirde yer kalmayacağı düşüncesi ile yalnızca fotoğrafın altında yazılı olanları alıyorum: “1. Boyundan ip geçirilip sıkılarak kurban öldürülür. 2. Boyundan sarkan ip bacakların arasından arkaya geçirilerek eller bağlanır. 3. Aynı ip ayak bileklerine dolanıp bacaklara sarılıyor. 4. İp bütün vücuda dolanıp ceset soğumadan önce iyice sıkıştırılıyor.” (Adı geçen fotoğrafı görmek için Sitemizin 7. sırasında “FOTOĞRAFLI YAZILAR” bölümüne bakabilirsiniz).
Böylece: ellerinde , ayaklarında, boynunda ip olduğu halde doğru çukura… Şimdi ben, acaba diyorum bunlar bu işlemi yaparken de mi Kuran’a bakıyorlar? Çünkü bunlar kitaplarına aykırı iş yaparlarsa kendilerini günahkar sayarlar da… Öyleyse bir bakalım bu konuda da hüküm var mı Kuran’da, araştıralım. Hayret, bu konuda da ayet var. Maşallah hiçbir şey unutulmamış. Hem “Kitapta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık!” ( K. En’am. 6/38) diye yazmıyor mu? Var, işte: “Boynunda hurma lifinden ip olduğu halde cehenneme girecek.” (K. Ebu leheb,111/3,4,5).
Bir de şu uygulamaya bakalım. DGM savcısı Nuh Mete Yüksel anlatıyor (Bk. 22.1.2000 tarihli bütün gazeteler) “Cesetleri zincirlemişler: Ellerinden, ayaklarından bağlamışlar ve kilitlemişler. Zincirleri kaynak makinesi ile kestik. ”
Acaba bunun da mı kaynağı Kuran’da var? diyorum. Araştırıp buluyorum. Dedik ya, bunlar Kuran’a aykırı bir iş yaparlarsa kendilerini günah işlemiş sayarlar ya. “Biz de kafirlerin boyunlarına zincirleri takarız.” (K:Fatır. 34/33).
Bir de şuna bakalım: “Biz onların boyunlarına çenelerine kadar zincirler taktık.” (K. Yasin, 36/8). Bir tane daha var zincir konusunda : “O vakit boyunlarında zincirler takılı olduğu halde sürüklenecekler” (K. Mümin, 40/71).
Kim bilir Hizbullahçılar, boyunlarına zincirler taktıkları kurbanlarını, bu durumda, ne denli sürüklenmişlerdir? Çünkü yazılmıştır: “Allah şöyle buyurur: ‘O’nu alın bağlayın. Sonra cehenneme yaslayın’. Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun. Çünkü O yüce Allah’a inanmazdı…” (K.Hakka,69/30-33).
Hani İslam’da inanç özgürlüğü vardı? Ne inanç özgürlüğü? Bu nasıl inanç özgürlüğü?.. Allahsızlara, dinini değiştirenlere ve de İslam’ı eleştirenlere ölüm var ölüm!..
Bunları okuduğu halde yine de “İslam’da inanç özgürlüğü var!Barış var, hoşgörü var, sevgi var!” diyenlerle karşılaşacaksınız. Ne yazık ki buna inanan Atatürkçülerimiz, aydınlarımız, ilericilerimiz de var ve ayrıca bizlerin bu açıklamaları İslam düşmanı olduğumuz için yaptığımızı sananlar var.
Anlaşılan bunların kafasına soğuk geçmiş… Bu yazıyı yazarken Hürriyet gazetesi (23.1.2000) geldi. 1.sayfada şu haberi okudum: “fitne yapıyor gibi nedenlerle ölüm emri istendiği saptandı.” Hemen aklıma FİTNE ayeti geldi. “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K. Bakara, 2/193). Benzeri bir tümce (ayet) K. Enfal, 8/39’da da var… Yine bu konuda daha başka ayetler de var. Bunların adı İslam literatüründe ŞİDDET AYETLERİ diye geçer. (Bakınız: K.2/191, 193, 4/89, 91.5/33. 8/12, 39, 9/5,15,29,111,123. 32/22. 34/33. 40/71. 66/9.)
Burada şu önemli noktaya dikkatinizi çekerim: Şiddet âyetlerinin ki bunlar Cihat ve Kılıç âyetleri olup Kuran’da diğer Barış âyetlerini kaldırdığı (neshettiği) söylenir…
İslam’da öldürme yokmuş da Kuran’da ki bu ayetlere ne diyeceğiz? Onların “İslam’da öldürme yoktur?” diyerek halkımızı aldatma hakkı var da; bizim, “Hayır, yalan söylüyorlar, doğrusu budur!” deme hakkımız yok mu?.. Bunları yazarsak, söylersek; kâfir, dinsiz, islam düşmanı mı oluruz.
Hani İslam’da: “Sizin en hayırlınız Kuran’ı okuyup anlatandır!” diyordu?… Eğer yalansa bu yazdıklarım, söylediklerim yalansa o zaman bana kızın. Aksi takdirde bana kızacağınıza “Biz ayetleri bunları yüz kere okuduğumuz halde niçin görememişiz!” diyerek kendinize kızın…
İslam’da öldürme yokmuş da bir harfinin değişmediği ileri sürülen Kuran’da bu öldürme, zincire vurma, boynunu vurma tümceleri ne oluyor? İslam’da öldürme yokmuş da bu tümceler niçin konmuş? Bu “Katl-i vacipler” nereden çıkmış…
Ya islam tarihindeki ve de şeriatla yönetilen ülkelerdeki katliamlara ne diyeceksiniz? Ya Almanya’daki Metin Kaplan’a, ya “Tatlı mı kanlı mı olacak” diyen Erbakan’a… Ya Fethullah Gülen?… Ya Müslüm Gündüz, ya İBDA-C, Ya “Kanımız aksa da zafer islamın!” dır diyen ülkücüler… Ya Cüppeli Ahmet’e ne derler?..
Sitemin Konuk Defterine girerek bana: “Şerefsiz, Allah belanızı verecek!” diyenler, ya Erman Kutlu gibi bana “Haşlanmış beyinli, kafadan bacaklı. Avukat olmuşsun ama adam olmamışsın!” diye e-mail çekenler…
Yani ben bunları dile getirmemiş olsaydım, hem adam hem de avukat mı olmuş olacaktım.. Olmaz olsun, öyle avukatlık, öyle adamlık… Şerefli mi olacaktım.. Aman Allahım bu nasıl mantık, bu nasıl düşünce, bu nasıl inanış!..
Kuran’da şu tür ayetler de vardır.. “Ey Muhammed! Rab’bin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Diy. Çev.,K.Yunus/ 10/99)
Yine : “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış.” (K.Nahl,16/125).
Bunlar gibi barış ayetlerinden de daha çok var. Örneğin: Bk. K.2/272, 3/20, 13/40, 88/21,22,26, 109/1-6. Ne var ki İslam tarihinde bu tür ayetlere uyan bir kişi bile çıkmamıştır.
Eğer bu Barış ayetlerine uyulsaydı: Allah, Muhammed, Kuran ve din adına bu kadar kan dökülmezdi, cinayet işlenmezdi… Ama bu ayetlere uymak işlerine gelmez. Çünkü talan gerek… Çapul gerek…ganimet gerek, servet gerek, cariye gerek, köle gerek, yağma gerek.
Bu âyetlere uyulmamasını nedeni az yukarda belirttiğim gibi Cihat-Kılıç-Şiddet âyetlerinin Barış âyetlerini kaldırdığı (neshettiği) anlayışıdır… 27 Ocak 2000, ATV 19.00 ana haberlerinde gördüm, Metris cezaevinde yatan şeriatçı militanlar tabanca kurşunları yapmışlar. Güvenlik güçleri kurşunların üzerinde Arapça yazılar görmüş. Bir bilene okutmuşlar. Her kurşunun üzerinde Arapça olarak : “Bu kurşunu siz atmadınız, Allah attı.” Bu sözleri Kurandaki şu ayete dayanarak yazmışlardır. Okuyalım: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın fakat Allah atmıştı.” (K.Enfal, 8/17)
Bu ayet Bedir savaşında ok atarak savaşan Müslümanlara okunmuştur. İşte görüyorsunuz Kuran’ı nasıl da kötü amaçlarına alet ediyorlar. Abdurrahman Dilipak’ın da dediği gibi: “Kuran zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.” (Akit, 21.1.2000).
Bunları açıklamaktan amacım: Kuran’ın zalimler elinde cinayet aletine dönüşmekte olduğunu belirterek bunları önlemeye çalışmaktır. Bu çabalarım niçin dine hakaret olsun? Kuran’ın bu zalimler elinde cinayet aletine dönüşmesi nasıl önlenecektir?.. Bunun yolu demokrasi ve laiklik ilkesine dört elle sarılarak bütün dinleri eleştirenler aydınlara özgürlük, güvence sağlamakla olacaktır.
Ne var ki bu cinayetleri önlemek için çalıp-çabalayanların kimi öldürülüyor, kimi yurt dışına kaçırılıyor… Yakın tarihimiz bu öldürmelerle doludur. Halen yurt dışında bu tür düşüncelerini açıkladıkları için üç-dört kişi bulunmaktadır.
Biliyorum, İslam dünyasında bu tür yazılar yazmak, ÖLÜME DAVETİYE ÇIKARTMAKTIR. Ama ben sorumluluk duygum gereği gerçekleri açıklamayı görev biliyorum… Benim korkum gerçekleri söylememektir ki din de gerçekleri gizleyenlere Kâfir denir. İsterseniz İslamsal sözlüklere bakınız.
Ben gerçekleri gizlemekten korkarım… Ben de insanım, niçin korkusuz olayım.. Korkmayan bir canlı mı var… Bitkiler, hayvanlar bile korkar… Ama kötülük yapacaklar diye gerçekleri söylemeyelim mi? Aynı ağlayarak gelin giden kız gibi? Nasıl gelin giden kız, hem ağlar hem de gider… Biz de hem korkar hem de söyleriz…
Eşşek değiliz ya gözümüzün önünde bu kadar düşünceleri nedeniyle katledilmiş Atatürkçü laik aydınlar var… Örneğin: Muammer Aksoylar, Bahriye Üçoklar, Turan Dursunlar, Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar… Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için yurt dışında yaşayanlar: Prof. Dr. İlhan Arsel, Arif Tekin, Abdullah Rıza Ergüven…
Biliyoruz bunların sıfatı galebeleri yani üstün nitelikleri öldürmek. Bunlar öylesine bağnaz insanlardır ki öldürdükleri takdirde “Allah’a hizmet arz ettiklerini ve de ödül olarak cennete gideceklerini” sanırlar…
Bunların kurda varanlarından olan 1960’larda “Katlimizin vacip olduğuna ve de namazımızın kılınmamasına karar vermişlerdir!” Bu konuda Ülkücüye Notlar’ın yazarı Necdet Sevinç ile O’nun mürşidi Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın geniş bilgileri vardır. İsteyenler beni bu bitirim ikiliden sorabilirler… Her ikisi de Gaziantep Emniyetine ajanlık ve muhbirlik yapmış kişilerdir ve benim 72 yıllık yaşamımı burnumdan getirmişler ve yaşamı bana zehir etmişlerdir…
Şunu da haber vereyim ki taa Almanyalardan faksla ölüm tehdidi almaktayım… Bana yapılan tehdit Kuran’daki şu tümceye dayandırılmaktadır: “Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayaklarının kesilmesi ya da yerinden sürüklenmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azap vardır.” (K. Maide, 5/33)
Bana yapılan bu tehditle ilgili kovuşturma ve soruşturma Ank. DGM Savcılığınca yapılmaktadır… (Dosya No: Hz. 1997/465) İslam’da öldürme yokmuş ta bana bu tehdit niçin yapılmış? Kahramanmaraş, Çorum, Malatya katliamını kimler niçin yapmıştır? Madımak otelini kimler yakmıştır? Tekbir getirerek bu katliamları yapanlara “Onlar Müslüman değildir!” diyebilir misiniz? Onlar Müslüman değilse dönemin Adalet Bakanı onları cezaevinde niçin ziyarete gitmiştir? Bütün bu yazdıklarıma karşın yine de “İslam’da öldürme yoktur!” diyebilecek misiniz?..
Deve kuşu gibi başımızı kuma gömmeyelim. Gerçeği görelim. Önlemini alalım, politikacılara, özellikle meclisteki politikacıların oyalama taktiklerine aldanmayalım. “YAŞANAN BİRİNCİ ve YAKIN TEHLİKEYİ” (Gnel Kurmay Bildirisinden…) görelim. Oysa Hizbullahçılar, İBDA-C’ler, diğer irticai örgütler yukarıda belirttiğim ayet ve hadisler gereğince “İslamda öldürme vardır” diyerek öldürmeye devam etmektedirler ve edeceklerdir!… Öyle ki Hizbullah gibi şeriat örgütü İbda-C’nin yayın organı olan haftalık dergilerde: “İslam’da öldürme yoktur!” diyenleri “kafir” ilan ediliyor. İsterseniz yayın organlarına bakabilirsiniz.
Bu nedenlerle şunu da önemle belirteyim ki Şeriat devletini kurunca da ilkin siz “islamda öldürme yoktur” diyenleri öldüreceklerdir. Asıl önemlisi Hizbullahçılar şimdi Çeçenistan’dadır. Çeçenistan’dan sonra sıra bize gelecektir….
Ey “İSLAMDA ÖLDÜRME YOKTUR!” diyenler hala ve hala İSLAMDA ÖLDÜRME YOKTUR diyebilecek misiniz?
+
Not: Bu yazı 2 Şubat 2000 tarihinde yazılmıştır. Daha ortalıkta ne Afganistan, ne Taliban ve ne de Usame Bin Ladin olayları vardır. O gönlerde yazılan bu yazı Sitemiz için yazılırken çok az değişiklik yapılarak güncelleştirilmiştir.
Av. Hayri BALTA. 2 Şubat 2000
X
K I L I ÇLI DEMOKRASİ
Bu yazı Karikatürist Nuri Kurtcebe’nin 18.1.2002 tarihli Cumhuriyet’te çıkan bir karikatürünün altına yazılmıştır (Adı geçen karikatürü görmek için Sitemizin 7. Sırasındaki “FOTOĞRAFLI YAZILAR” bölümüne bakabilirsiniz).
Karikatürdeki iki bayanın ve üç kafadarın üzerindeki yazı, dikkat edilince, rahatça okunuyor. Ancak ben zorluk çekebilecekler için Arap harflerine benzetilerek yazılan yazıyı belirtiyorum: “DEMOKRASİ”.
Dikkat edilirse, “Demokrasi” sözcüğünün içinde iki tane kılıç var. D harfi ile K harfi… İkisi de kılıca benzetilmiş. İlk bakışta Karikatüristtin, İslam demokrasisini kılıçla özdeşleştirmesi yadırganabilir. Ama aşağıdaki alıntılarımı okuyunca; İslam denince akla, ilk önce kılıcın geleceğini ve de İslam Demokrasisinin ancak kılıçla gerçekleştirilebileceğini görürüz.
Şimdi şu alıntılara dikkat edelim. Buna Allah kelamı diyorlar. “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın..!” (K. 9/29 )
Bu da Hadis dedikleri Peygamber sözü: “İnsanlar ‘la ilahe illallah’ deyinceye kadar onlarla cihada memur oldum. Şimdi her kim ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derse canını ve malını benden korumuş olur.” (Bk. Sahih-i Müslüm. İst. 1401. C.1. s. 51-52. Had. no. 32 ve İmam Suyuti, mütevatir hadisler. Ank. 1992. s. 30-31. Had. No. 4 ve bu Hadis Veda Hutbesinde de var. Yine: (Bk.K.Tevbe, 9/29)
Bu Hadis’in dayanağı tümcenin (ayetin) bir önceki paragraftadır… Bu tür tümceler daha çoktur ve İslam Literatüründe bu tür tümcelere (âyetlere) Cihat, Kılıç ve Şiddet ayetleri denir…
Bu da iki Müslüman’ın sözü: Biri Muhammet İkbal; diğeri ise, Vakit gazetesi yazarı Abdullah Büyük… “Yazımızı Muhammed İkbal’in bir sözü ile bitirmek istiyorum: Benden selam olsun mollaya, hocaya… Onlar bize İslâm’ı öğrettiler. Gel gör ki; öyle bir yorum yaptılar ki, Allah’ı, Cebrail’i ve Peygamber’i hayrete düşürdüler. Allah (cc), “Ben böyle bir din göndermedim!” derken,; Cebrail, “Ben böyle bir dini getirmedim” derken; Peygamber de, “Ben böyle bir din etmedim” diyor. (VAKİT GAZETESİ. 18.1.2002. Abdullah Büyük. s. 2)
Şimdi de ikisine birden bir soru: Peki, Allah, “Ben böyle bir din göndermedim…”; Cebrail, “Ben böyle bir din getirmedim!”; Peygamber, “Ben böyle bir din etmedim (Böyle bir söz söylemedim)!” demişse; yukarıdaki tümceleri (âyetleri) Kuran’a kim koymuş? Hadis’i kim söylemiş?..
Ya şu kit’al (Muhammed) bölümündeki (suresindeki) tümceye (âyete) ne demeli? “Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin. Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü de öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah, kendi yolunda öldürenlerin işlerini boşa çıkarmaz…” (K. Muhammed-Ki’tal. 47/4)
Görüldüğü gibi Muhammet suresinin bir adı da Ki’tal’dır. … Ki’tal: Cihat, savaş, kılıç, öldürmek… anlamlarına gelir (Bk. Türkçe Sözlük. TDK) ve bu nitelikteki âyetlere Kılıç âyetleri denerek Barış tümcelerini (âyetlerini) kaldırdığı (neshettiği) söylenir…
Bunun yanında şeriat ülkelerinin; örneğin; İran’ın, Suudi Arabistan’ın bayraklarında kılıç görülür. Yine Ali’nin meşhur Zülfikar’ı ki, iki çataldır… Her çatalından da kan damlar.
Hani İslam barış dini idi. Hani İslam’da düşünce ve inanç özgürlüğü vardı?.. Hani İslam’da öldürme yoktu! Hâlâ akıl edemeyecek misiniz? Hâlâ körü körüne inanacak mısınız bu Allah adına, din adına imana davet edin, kabul etmezse öldürün sözlerine…
Bu da beğenmediğiniz, kâfir dediğiniz gayri-müslimlerin; yani insan sözü: “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır. Bu hak, fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları söz konusu olmaksızın malûmat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek ve yaymak hakkını gerektirir.” (İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ. MADDE. 18).
Şimdi burada bir saptama yapalım: Yukarıdaki sözlerden hangisi daha çok Allah’a yakışan bir sözdür? Kuşkusuz; İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde geçen sözler Allah’ın isteğine daha uygundur, daha akla uygundur, daha barışçıdır ve daha insancıldır, daha yücedir… Çünkü bu sözlerde insan haklarına, insanın düşünce ve inançlarına saygı vardır… Allah’a ve Peygamberine de bu güzellikte sözler yakışır…
Kafirlere; boyunlarını eğerek cizye vermeyi kabul etmeyenlere yaşam hakkı vermeyen (K. 9/29) bir emri Allah’ın emri, Peygamberin sözü olarak kabul ediyorsanız; ey Süleyman Ateş, ey Yaşar Nuri Öztürk, Ey Zekeriya Beyaz ve ey İmam Hatipliler, Yüksek İslam enstitüsü bitirmişler, ey ilahiyatçılar ve ilahiyat fakültesi bitirmişler!.. Siz inanın; kabul da… Bu güzelim Türk insanından, bizlerden ne istiyorsunuz… Servetinizi bizimle bölüşür müsünüz? Peki, inancınızı niçin bizimle bölüşmeye kalkıyorsunuz… Niçin “Kanlı mı olacak kansız mı!” olacak diyorsunuz? Niçin “Laiklik gidecek, şeriat gelecek. Kan akacak fıstık gibi olacak!” diyerek inancınızı bize dayatıyorsunuz?
İslam’ın saygın kitaplarında yukarıda aktardığım tümceler (âyetler), Hadisler gibi daha yüzlercesi yazılıp dururken ve de bu inanç gereği Amerika’daki İkiz Kuleler yerle bir edilerek üç dakikada üç bin kişi öldürülürken Müslüman olmayanlar kendilerini korumak için önlem almak zorunda kalırlarsa haksızlar mı?..
Dünya ile ters düşmemek için İslam dinini; akla, bilime, günümüz gerçeklerine ve hukukuna koşut durumuna getirmeliyiz… Aksi takdirde Afganistan, Taliban ve diğer şeriat ülkeleri gibi bilgisiz, geri, yoksul, miskin kalarak karanlıklara gömüleceğimiz gibi dünyadan da dışlanırız.
Bu yazılar en yakın ve birinci tehlike olan irticaya (Devleti ve toplumu şeriat kurallarına göre yönetmek…) karşı bir savunmadır… Savunma hakkı en saygın (kutsal) haklardandır… Bu memleketin aydınları olarak bizler; gerçekler üzerine eğilerek, düşüncelerimizi şimdi açıklamayalım da ne zaman açıklayalım? Bizler açıklamasın da kimler açıklasın?..
Bu savunmaları; düşüncelerini, kalemini dolarlarla satanlardan beklerseniz daha çook beklersiniz… “Elhamdülillah ben de Müslümanım. Benim de anam başörtüsü giyerdi!” diyen Atatürkçülerin, aydınların, solcuların ve de “Sevgili Peygamberimiz!” diyen Çetin Altanların arkasına düşerseniz bir de bakmışsınız ki karikatürdekilerin partileri seçimleri kazanmış ve koalisyon kurarak iktidara gelmiş!.. (Bu sözüm şimdi gerçekleşmiştir. Çünkü üç kere kapatılan bir partinin en hızlıları şimdi iktidardadır: AKP)
Devlet yetkilileri; herhangi bir savaşta düşmana karşı potansiyel güç olarak şeriatçıları cepheye sürme düşüncesi ile Sünniliğe prim vermekten kaçınmalıdır. Gelişen bilim ve teknik karşısında şeriatçı savaşçıları cepheye sürmek çözüm yolu değildir.
Taliban zihniyetindekilerin direncini Afganistan olaylarında gördük… Bu nedenle Laik devletimiz, laiklik gereği, Sünniliği de diğer inanç mensupları gibi aynı kategoride değerlendirmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla şeriatçı zihniyet örgütüne birçok bakanlıktan daha çok para aktarılarak onların gelişmesine ve güçlenip şımarmalarına ortam hazırlanmamalıdır.
Devlet, diğer inanç sahiplerini nasıl kendi cemaatlerinin desteğine bırakmışsa Müslümanları da kendi cemaatlerinin desteği ile yaşamaya zorunlu kılmalıdır. Laikliğin en başat koşulu budur.
Bilinmelidir ki yurdumuza saldıran düşmana karşı ancak bilinçlenmiş insanlar direnebilir…
Av. Hayri BALTA. 21.1.2001
X
KURAN’DA ÇELİŞKİ VAR MI, YOK MU?
Yaşar Nuri Öztürk: “Kur’an daha ikinci sayfasında kendisini, ‘çelişme, tutarsızlık ve kuşkudan arınmış kitap’ olarak anmaktadır.”diyor Star gazetesinde ve şu ayeti sunuyor: “Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren Kitaptır.” (K. 2/2)
Kuran da şöyle diyor kendisi hakkında: “Kuran’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (K.2/82) ve yine
“Allah…kulu Muhammed’e kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru kitabı indirdi.” (K. 18/4 TDV çevirisi)…
“Durup düşünelim”, Kuran’ı inceleyelim: Kuran’da hiçbir tezat (çelişki) var mı,
yok mu diye…Elbette bunu inceleyebilmek için aklını dine- imana kurban etmemiş olmak gerek… Aklını Allah’a, Peygambere, dine, imana kurban etmiş kişiyi gerçekler
etkilemez.
Bu nedenle yazımız aklını imana kurban etmeyen gerçek aydınlaradır…
+
Yaşar Nuri Öztürk, 25.1.2002 tarihli Star gazetesinde “KUR’ANSIZ İSLAM”
ARAYIŞLARI başlıklı yazısında yine Hadissiz, Kıyası Fukahasız, İcmai ümmetsiz İslam Olmaz deyenlere çatıyor.
Bilmeyenler için söylüyorum: Yaşar Nuri Öztürk İslamiyeti yalnız Kuran’a dayandırmak istiyor. Karşıtları ise “Hayır, diyor. Yalnız Kuran yetmez, Hadis de gerek, Kıyası Fukaha da gerek, İcmai ümmet de gerek.” Diyor…
Kim haklı, kim haksız deme konumunda değilim. Ancak Yaşar Nuri Öztürk’ün belirttiğim yazısında şöyle bir tümce kullanıyor: “Kur’an daha ikinci sayfasında kendisini, ‘çelişme, tutarsızlık ve kuşkudan arınmış kitap’ olarak anmaktadır.” (K. 2/2).
Öyle bir laik ülkede yaşıyoruz ki dinleri övmek alabildiğine serbest ve yasaksız; ama dinleri eleştirmek TCK m. 175’e tabi… Örnek verirsek; Devlet ve Hükümet büyüklerimiz gibi “İslam; en akılcı, en mükemmel ve en son dindir!” dersek ses yok; ama, “En akılcı din, en mükemmel din, en son din böyle kural kor mu?” demeye kalkınca ölümlerden ölüm beğenmek zorundasın ve de kendini TCK m. 175’ten mahkeme kapısında bulursun.
Yine gazetelerden sık sık okuyoruz; falan bilgin yada kişi, islamiyeti seçmiş ve islamiyeti seçerken de şöyle şöyle demiş diye onların övgülerini sergilersek bir şey yok. Buna karşılık “Arkadaş islamı bırakıp başka dini seçenler de var. Bu da dinini değiştirirken islamiyet hakkında şöyle şöyle” demiş dersen kıyamet kopar…
Bir örnek daha Müslüman Zekeriya Beyaz’ın, kendi dinini övme hakkı var; ama, karşısındaki Hıristiyan’nın, Yahudi’nin ise kendi dinini övme hakkı yok. Sanki onlar islamiyeti seçmiş olmadıkları için suç işlemişler gibi sus-pus olmak zorunda kalıyorlar… Hani Anayasamız, herkes düşünce ve kanatlarını serbestçe açıklar, diyordu, Hani devletimiz laiklikti ve herkesin inancını sergilemesini güvence altına almıştı…
Şimdi de Yaşar Nuri Öztürk, Kuran için: “Çelişme, tutarsızlık ve kuşkudan arınmış kitap!” diyor. Su tümcelerden Kuran’da iki tane daha var. Bunlara da bir göz atalım: “Kuran’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (K.2/82) ve yine “Allah…kulu Muhammed’e kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru kitabı indirdi.” (K. 18/4 TDV çevirisi; diğerleri, TDİB çevirisi…) Kuran ve Yaşar Nuri Öztürk, Kuran’da çelişme ve tutarsızlık yok deyince; düşünen bir insanın acaba gerçekten böyle mi? Gerçekten Kuranda, “çelişki, tutarsızlık, uyumsuzluk var mı, yok mu?” diye düşünerek araştırma gereğini duymaz mı?
Kuran, kendi kendini övünce ve Yaşar Nuri Öztürk de övüyor diye hemen inanmalı mıyız? Doğa bize bu aklı niye vermiş öyleyse?… Hem Yaşar Nuri Öztürk, sık sık, hem de Kuran’a dayanarak: “Aklını kullanmayanlar azaba uğrar!” (K. 10/100) demiyor mu, ki bence çok doğru bir tümce. Çünkü İslam dünyasının geri kalmış olmasının tek nedeni aklını kullanmamış olmasıdır… Bir de şöyle bir tümce yok mu Kuran’da: “Aklını kullanmayanlar gerçeği işitemezler!” ( 10/42) diye…
Şimdi gerçeği işitmek ve işittirmek için, hem kendim hem de okuyucularımı azaba uğratmamak için birlikte düşünmeyi öneriyorum… Kuran da bulunan Barış ve Selamet, Düşmanlık ve Şiddet tümcelerini alt alta sıralıyorum. Önce Barış ve Selamet tümcelerini; sonra da Düşmanlık ve Şiddet tümcelerini yazıyorum. Şimdi yan yana sıraladığım bu tümcelerini gerçek saygımız gereği (Dinde buna Allah için denir) dikkatle okuyalım:
BARIŞ ve SELAMET – DÜŞMANLIK ve ŞİDDET TÜMCELERİ:
(+) Artı işaretli sayılar Barış âyetlerini; (-) eksi işaretli sayılar Barış âyetlerini gösterir. Her bölüm (X) işareti ile ayrılmıştır.
1+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Ey inananlar! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. K. 2/208″
b.”Dinde zorlama yoktur. K.2/256″
c.”Ey Muhammet! Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez; fakat, Allah dilediğini doğru yola iletir… K. 2/272″
1-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.”…kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. K. 2/85″
b.”Onları bulduğunu yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları
çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’ın yanında
onlar savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa onları
bulduğunuz yerde öldürün. K. 2/191″
c.”Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse savaşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. K. 2/193″
x
2+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Ey Muhammet! Eğer seninle tartışmaya girişirlerse, ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah’a verdim.’ de. Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsızlara: ‘Siz de islam oldunuz mu?’ de. Şayet islam olurlarsa doğru yola girmişlerdir, yüz çevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kullarını görür. K.3/20″
2-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.”Müminler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hâli müstesnadır. Allah sizi kendisiyle korkutur. Dönüş Allah’adır.” K. 3/28″
b.”Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse onunki kabul edilmeyecektir. O, ahirette de kaybedenlerdendir. İnandıktan, peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimleri doğru yola eriştirmez. K. 3/85-86″
c.”Allah yolunda öldürülür veyâ ölürseniz, size Allah’tan onların topladıklarından hayırlı bir mağfiret ve rahmet vardır. K. 3/117″
d.”Ey inananlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size âyetleri açıkladık. K. 3/118″
e.”İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz mühletin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak, günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Küçültücü azab onlaradır. K. 3/178″
f.”İnkâr edenlerin diyâr diyâr gezip refah içinde dolaşması sakın ey Muhammed, seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır. K. 3/196-197″
g.”Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik. K. 4/80″
h.”Doğrusu, âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında azâbı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. K. 4/56.”
ı.”O halde, dünya hayatı yerine ahreti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar: Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir vereceğiz. K. 4/74″
i. “Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyen.” (K. 4/89)
k.”… eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik. K. 4/9l”
l.”Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir! K. 4/115″
m.”O, size Kitapta ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını
işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır. K. 4/140″
n.”Ey İnananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz? K. 4/144″
o.”Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen ‘Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azâp hazırlamışızdır. K. 4/150-151″
ö.”…Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler,işte onlar kâfirlerdir. K. 5/44″
p.”Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve günahlarına kefâret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir. K. 5/45″
x
3+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Ey müminler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyete ererseniz, delâlete düşen size zarar vermez. K. 5/105″
3-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a. “İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehennemliklerdir. K.5/10″
b.”Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa
uğraşanların cezâsı öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhirette büyük azâb vardır. K. 5/33″
c.Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyen, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez. K. 5/51″
d.”İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehennemliktir. K. 5/86″
x
4+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin bekçiniz değilim. K. 6/104″
b.”Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O şüphesiz işitir ve bilir. K. 8/61″
4-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.”Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar
cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır. K. 7/36″
b.”Allah’ın doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolda olur. Saptırdığı kimiseler
ise, işte onlar mahvolanlardır. K. 7/178
c.”Rabbin meleklere ben sizinleyim. ‘İnananları destekleyin” diye vahyetti. ‘Ben, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi. K. 8/12″
d.”Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Alla, bunu inananları güzel bir imtihana tabi tutmak için yapmıştı. Doğrusu, o işitir ve bilir. K. 8/17″
e.”Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. K. 8/39″
f.”Ey Peygamber! Mü’minleri savaş için coştur. İzin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bir kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırla yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bir kişiniz, Allah’ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir. K. 8/65-66″
g.”Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. K. 9/5″
h.”Eğer, andlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dîninize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, -çünkü onların yeminleri sayılmaz-belki vazgeçerler. K. 9/11″
ı.”Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakimdir. 9/14-15″
i.”Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi-küfrü imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olurlar. K. 9//23″
k.”Kitap verilenlerden, Allah’a, âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın. K. 9/29″
L. “Ey inananlar! Size ne olduğu ki, ‘Allah yolunda, savaşa çıkın’ dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhireti bırakıp dünya hâyatına mı razı olduğunuz? Oysa dünya hayatının geçimi âhirete göre pek az bir şeydir. Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azabla azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. O’na bir şey yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir. K. 9/38-39″
m.””İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın, Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâd edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır. K. 9/41″
n.”Ey Peygamber! İnkârcılarla, ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür. K. 9/73″
o.”Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır. K. 9/111″
ö.”Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla berâberdir. K 9/123″
x
5+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? K. 10/99″
b.”Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâb verir. K. 10/100″
c.”De ki: ‘Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmıştır. K. 10/108″
d.”Ey Muhammed! Sana vahyedilene uy; Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en iyisidir. K. 10/109″
e.”Ey Muhammed! Onlara vâdettiğimiz azâbın bir kısmını sana göstersek de senin canını alsak da, vazifen sadece tebliği etmektir. Hesap görmek bize düşer. K. 13/40″
f.”Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğri olanı vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. K. 16/9″
g.”Ey Muhammed! Onların doğru yolda olmalarına ne kadar özensen, yine de Allah, saptırdığını doğru yola iletmez. Onların yardımcıları da olmaz. K. 16/37″
h.”Ey Muhammed! Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış, doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir. K. 16/125″
5-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.”…İnkârcılara, inkârlarından ötürü kızgın bir içecek ve can yakıcı âzâb vardır. K. 10/4″
b.”Doğrusu bu Kuran en doğru yola götürür ve yararlı iş yapan mü’minlere büyük ecir olduğunu, âhirete inanmayanlara can yakıcı bir âzâb hazırladığımızı müjdeler. K. 17/9-10″
c.”Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimleri de saptırırsa, artık onlar için Allah’dan başka dostlar bulamazsın. Bin onları kıyâmet günü yüzükoyun körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşr ederiz. Varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırız. K. 17/97″
x
6+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”De ki: ‘Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin…’ K. 18/29″
6-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a. “…Şüphesiz zalimler için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışız. Onlar yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır! K. 18/29″
b.”İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O’nu inkâr edenlere, ateşten elbiseler kesilmiştir, başlarına da kaynar su dökülür de bununla karındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar onlar içindir. Orada, uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler her defâsında oraya geri çevrilirler: ‘Yakıcı azabı tadın’ denir. K. 22/19-22″
x
7+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”De ki: ‘Ben, yalnız her şeyin sahibi olan ve bu kutlu kılınmış şehrin Rabbine
kulluk etmekle emrolundum. Müslümanlardan olmakla ve Kuran okumakla emrolundum’
Kim doğru yolu bulmuşsa, yalnız kendisi için bulmuş olur, kim sapıtmışsa kendine
etmiş olur. De ki: ‘Ben sadece, uyaranlardan biriyim.’ K.27/91-92″
b.”Ey Muhammed! Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah dilediğini doğru eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir. K. 28/56″
c.”Sen sadece bir uyarıcısın. K. 35/23″
d.”Ey Muhammed! Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkla olanları doğru yola sen mi eriştireceksin? K. 43/40″
7-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.”Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öç alacağız. K. 32/22″
b.”…Azâbı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezâsını çekerler? K. 34/33″
c.”Boyunlarına, çenelerine kadar varan demir halkalar geçirmişizdir, bunun için başları yukarı kalkıktır. K. 36/8″
d”…Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline! K. 38/27″
e.”Kitabı ve peygamberlerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette bileceklerdir. Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar. Sonra onlara: ‘Allah’ı bırakıp da koştuğunuz ortaklar nerededir?’ denir… K. 40/70-74″
f.”Doğrusu, günahkarların yiyeceği zakkum ağacıdır; karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan, erişi maden gibidir. ‘Suçluyu yakalayın, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına-azâb olarak-kaynar su dökün’ denir, sonra ona: ‘Tad bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu şüphelenip durduğunuz şeydir’ denir. K.44/46-50″
g.”Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin; Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü de öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz. K. 47/4″
h.”Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeyecektir. K. 47/35″
ı.”Ey Muhammed! Bedeviilerden geri kalmış olanlara de ki: ‘Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız; eğer itâat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi can yakan bir azaba uğratır. K.48/16″
i.”Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara! İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde. Serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar. Çünkü onlar, bundan önce, dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı. K. 56/4l-46″
k.”Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar… Eğer sizler Benim yolumdan savaşmak ve rızamı kazanmak için yola çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz. Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır. K.60/1″
L.”Ey Peygamber! İnkârcılarla ve ikiyüzlülerle savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür!. K. 66/9″
m.”İlgililere şöyle buyrulur: ‘O’nu alın bağlayanı. Sonra cehenneme yaslayın. Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun. Çünkü o, yüce Allah’a inanmazdı.Yoksulun yiyeceği ile ilgilenmezdi. ” Bu sebeple burada bu gün onun bir acıyanı yoktur. Günahkârların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur. K. 69/30-37″
x
8+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Benim yaptığım yalnız, Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir. K. 72/23″”
8-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.”Allah’a ve peygamberine kim karşı gelirce ona, içinde sonsuz ve temelli kalınacak cehennem ateşi vardır. K. 72/23″
x
9+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Şüphesiz ona (insana) yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük.
K. 76/3″
9-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.Doğrusu, inkârcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık. K. 76/4″
x
10+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Ey Muhammed! Sen öğüt ver! Esâsen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin. K. 88/21-22″
10- Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a.-“Ama kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azâba uğratır. Doğrusu onların dönüşü bizedir. Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de bize düşmektedir.
K. 88/23-26″
b.”Kitap ehlinden ve puta tapanlardan inkâr edenler, şüphesiz içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar, yaratıkların en kötüsüdürler. K. 98/6″
x
11+Barış ve Selamet Tümceleri:
a.”Ey Muhammed! De ki: ‘Ey inkârcılar!Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim
taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim
taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır. K.
109/1-6″
11-Düşmanlık ve Şiddet Tümceleri:
a. “Ebû Leheb’in elleri kurusun; kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda
vermedi. Alevli aşete yaslanacaktır. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır. K. 111/1-5″
+
Her ne değin gerek Kuran’ın kendisi ve gerekse yurdumuzda Kuran Müslümanlığını uygulamak isteyen Yaşar Nuri Öztürk; Kuran’da; çelişki (tezad), tutarsızlık ve uyumsuzluk- (ahenksizlik) yok diyorlarsa da, yukarıda okuduklarımız içinde birbirine karşıt birçok tümcelerle karşılaşmaktayız. “Allah’ın izni olmadıkça kimse inanamaz!” (K. 120/100) ve “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin… K. 18/29″ derken diğer yandan “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. K.8/39″ deniyor.
Bir yandan “Ey Muhammed! Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah dilediğini doğru eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir. K. 28/56″ denirken hemen yanına “Doğrusu, inkârcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık. K. 76/4″ ve “Boyunlarına, çenelerine kadar varan demir halkalar geçirmişizdir, bunun için başları yukarı kalkıktır. K. 36/8″ deniyor… Bunun gibi daha yüzlerce, binlerce örnek gösterilebilirken Kuran’da nasıl çelişki, tutarsızlık, uyumsuzluk yok diyebiliriz.
Sonra: .”Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun” tümceleri varken Müslümanlık savaş dini değil barış dini denebilir mi? Bu boyun vurarak öldürmek günümüz anlayışı ile ne oranda bağdaşır?.. Şeriatla yönetilen ülkelerde idam cezaları hükümlünün boynu vurularak yerine getirilrken dehşete kapılmayan aklı başında bir insan gösterilebilir mi? Bu nedenle yurdumuzda uygulanan idam cezaları kapalı yerlerde yapılırken 1984’ten bu yana, kapılı yerde bile, idam cezaları uygulanamamaktadır.
Yine yukarıda gördük ki “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen ‘Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azâp hazırlamışızdır. K. 4/150-151″ deniyor.
Kuran’daki bu sözler Allah’ın emri olarak kabul edilirken Yaşar Nuri Öztürk ile Zekeriya Beyaz Kuran Müslümanlığını kendi kafalarına göre uygulayabilirler mi? Eğer bir kere Kuran Müslümanlığı uygulanmaya başlanırsa bu da Allah’ın emri diye Kuran harfi harfine uygulanmayacak mı?
Gerçeği bilmek insanı Hak’ka (Doğruya, gerçeğe…) eriştirir ve gerçek insanı güçlü yapar. Gerçek saygımız gereği (dinde buna Allah korkusu denir) doğruları söyleyelim. Eğer yukarıdaki o dehşet sahnelerini Allah’a (Allah: Burada olması gerekeni simgeler…) yakıştırırsak Allah’a (Sosyal gerçeklere, çağımız anlayışına, akıl, bilim ve insandaki acıma ve vicdan duygusu…) saygısızlık ve hatta hakaret etmiş oluruz…
Şimdi biz aydınlar bu gerçekleri insanlara açıklamazsak kendi kendimize yadsımış olmaz mıyız. Gerçeği tepelemiş olmaz mıyız… Bir aydın inandığı ve doğru bulduğu gerçekleri yaşarken söylemezse ne zaman söyleyecek… Bir aydın halkına gerçekleri anlatmazsa kim anlatacak?…
Çünkü söylenmiştir: “Cümle halkın vebali evliyanın boynunadır.” Bu güzel sözü günümüz Türkçesine çevirirsek: “Bütün halkı aydınlatma sorumluluğu aydınların boynundadır.”
Av. Hayri BALTA, 8.3.2002
X
CEHENNEMİN DÜNYAMIZA YANSIMASI
Bilindiği gibi cehennem, zahiri anlamda, büyük günah işleyenlerle hak din İslam’ı kabul etmeyenler için öldükten sonra gidecekleri yerde verilecek cezayı hatırlatır.
Sözü uzatmadan kısaca cehennemde verilecek cezaları İslam’ın temel kitabı Kuran’dan birkaç tane olmak üzere aktaralım:
“Allah ve Peygamberleriyle savaşanların ve cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayaklarını kesmek yada yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünya a rezilliktir. Onlara ahrette büyük azap vardır. (K. 5/33).
“…Şüphesiz zalimler için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!” ( K. 18/29)
“İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O’nu inkar edenlere, ateşten elbiseler kesilmiştir, başlarına da kaynar su dökülür ve bununla karındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar onlar içindir.. (K. 22/19-22).
“… İnkar edenlerin boyunlarına demir halkalar vurunuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler.” (K. 34/33)
“Doğrusu günahkarların yiyeceği Zakkum ağacıdır: karınlarda suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir. ‘Suçluyu yakalayın, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra ona: ‘Tadın bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir’ denir. (K. 44/43-50).
“Doğrusu, inkarcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık.” (K. 76/4)
Görüldüğü gibi Müslüman olmayanlara ve de Müslüman olup da büyük günah işlemiş olanlara ahrette büyük azap vardır. Bunlara ateş hazırlanmıştır, başlarına demir topuzlar geçirilecektir, demir halkalar içinde cehennemin ortasına doğru sürüklenecektir…
Aydın ve ilerici niteliği olan şeriatçılar kitaplarında yukarıdaki cehennem tümceleri genellikle gözlerden saklamaya çalışırlar. Örneğin bakınız: Kuran’daki Buyruk ve Yasaklar, Erdoğan Bakkalbaşı, Hukukçu, CHP Senatörü,TESAV Yayınları. Emre Basımevi, 1995, s. 46.
Senatörümüz, Kuran’daki; 19/70, 71; 20/74, 21/98 cehennemle ilgili tümceleri almış da; yukarıdaki K. 22/19-22; 34/33, 44/43-50; 76/4 tümcelerini almamış kitabına…. Neden acaba diye sorulmamalı mı?
Bu sorunun yanıtını verelim: Çünkü gözden kaçırdığı tümceleri okuyan aklı başında bir okuyucu; “Olmaz, şefkat ve merhamet timsali Tanrı bu kadar acımasız olamaz! Tanrı, böyle işkence yaptırmaz, yapmaz!” deyeceklerdir…
Ne var ki aklını kullanarak yargılama ve düşünme aşamasına gelmemiş şeriat kuralları ile yönetilen ülkelerdeki şeriatçılar cehennemde olacakları dünyada uygulama yoluna gitmişlerdir ve bundan da büyük bir zevk duymuşlardır. Cehennemi dünyamıza yansıtarak Müslümanların Tanrısı ve Peygamberleri ile uğraşanları ve de Müslümanlığa karşı savaş açanlara karşı cehennemdeki uygulamaları uygulamaktan çekinmemişlerdir. Daha geçen haftalarda Suudi Arabistan’da şeriat buyruğu gereğince iki hırsızın elleri kesilmiş; cinayet işlediği gerekçesiyle bir Mısırlının boynu vurulmuştur (GÖZCÜ, 15.8.2002).
Öyle ya Tanrı cehennemde günah işlemiş olanlara yukarıdaki cezaları verir de dünyadaki kulları büyük günah işlemiş bir insana ceza vermekte Tanrı’dan geri kalırlar mı?
Şimdi Tuncay Özkan’ın 4 Mart. 2002 tarihli Milliyet’te çıkan Başsız Cesetlerin Çırpışı adlı aşağıdaki yazısını okuyalım:
BAŞSIZ CESETLERİN ÇIRPINIŞI
Önce yakalanarak esir alınan kişinin yanında bir ateş yakılıyor. Sonra o ateşte geniş ağızlı bir demir levha kor oluncaya kadar kızdırılıyor. İzleyenler, olayın sonrasında neler olacağını bildikleri için sessiz bir heyecan içindeler. Tıpkı çok merak edilen bir filmi izleyecek olmanın sabırsızlığı var üzerlerinden. Birazdan sahnelenecek gösteri, onları için sıkça tekrarlanan ama seyrine doyum olmayan bir olay! O, başına neler geleceğinin farkında bile değil. Şaşkın… Korkak.. Çaresiz…
Onun yanında duran eli satırlı adam demir levha kızgınlaşınca, birden sanki bir karpuza vururcasına, sanki her gün yaptığı bir işi yapıyormuşçasına, öyle acımasız indiriyor satırını esirin boynuna.. Onu öldürüyor sanıyorsanız, kalabalığın da bu vahşet anını izlemeye geldiğini düşündüyseniz büyük yanılgı içindesinin. Çünkü bu vahşet gösterisi bitmiyor, daha yeni başlıyor.
KIZDIRILMIŞ DEMİR LEVHA
Satırla boynu bir darbede koparılıyor esirin. Herkes bu anı izliyor. Tıpkı Arenada aslanların yediği insanları on binlerin izlemesi gibi. Esir insanın başı yere düşüyor. Elinde kızdırılmış demir levhayı taşıyan adam devreye giriyor o anda. Hemen gelip, inanılmaz bir süratle, başın koptuğu boyna, daha kan çıkmadan yapıştırıyor elindeki kızgın demiri. Bir nevi kaynak yapıyor kesik damarlara. Kan dışarı çıkamıyor. Kesilen baş gövdenin yanında. Gövde hiç kan kaybetmeden neredeyse çırpınarak başsız, etrafta dolaşmaya başlıyor.
İzleyenlerin en büyük eğlencesi de bu an… Kahkahalar, çığlıklar, alkışlar çınlıyor ortalıkta. Gövde çırpındıkça, eller, kollar, ayaklar o şuursuz şiddetin darbesiyle savruldukça izleyenlerin heyecanı artıyor. Çığlıklar büyüyor.
Hele o gövde üstlerine doğru ilerledikçe daha da bir eğleniyorlar. Korku, vahşet, dehşet, insan uygarlığının bütün tanımları, hastalıkları orada bulunuyor.
Buraya kadar anlattıklarımın hiçbiri bir eski çağ tarihinden alıntı değil. Bunların hepsi bu çağda, bu anda, yanı başımızda yaşanıyor.
BAŞI KOPAN İNSAN
Bu yüzyılda yapılan araştırmalar başı kopartılan insanların gözlerinin o dehşet anı şiddeti nedeniyle daha açıldığını ve beynin algısının saniyelerle de olsa sürdüğünü gösteriyor. Gövde ise kan kaybı nedeniyle çoklukla hareketsiz kısa zamanda ölüyor. Ama ya kanın çıkması engellendiğinde?
Başsız kalan gövde, yerde öylece durmakta olan ve yapılanları algılayan gözlerin yanı başında öylece savruluyor, savruluyor, savruluyor…
Bu olay Afganistan’da yaşandı. Olaya bir Türk tanık oldu. Ankara’ya aktardı. Avrupa basınında da bu işkencelerle ilgili haberler sıkça yer alıyor. Bu işkencelerle ilgili haberler sıkça yer alıyor. Afganistan’a medeniyet götüreceği iddia edilen savaşın, oradaki insanları getirdiği nokta. Sizce bu çılgınlığın ulaştığı boyutu, hastalığın derinliğini yaşayanlara ve yaşatanlara insan denilebilir mi?
Modern dünyanın kapitalistleri bununla mücadele ederler mi? Hayır.. Onlar bununla mücadele etmemek için şimdi Afganistan’dan kaçıyorlar. Çıldırmış insanların, vahşet makinelerine dönüşmüş yaşamlarının kendilerine dönecek öfkesini gördükleri için o bataklığı terk ediyorlar. Çünkü gördükleri bu sahneler, onların değerli evlatlarının altında kalkamayacağı kadar büyük…
AFGAN GERÇEĞİ
Bunu göremeyenlerin gördüğü sıradan bir başka Afganistan gerçeği ise esir alınan kişilerin üzerine sürülen tanklar gerçeği. Tank paletlerinin altında can veriyor esirler. Bunu tıpkı bir araba yarışını izler gibi izliyor Afganistan. Alkışlar, çığlıklar, kahkahalar içinde.
Bu denli derin bir şok anlatılabilir mi bu sürede? Afganistan bir daha kendine gelebilir mi? Sistemli ve düzenli bir kararlılıkla evet. Milyarlarca dolarla evet. Ama bunları oraya bomba yağdıranlar yapabilecek mi? Hayır. Onlar istediklerini aldılar. Orada kendi güdümlerinde hükümet kurdular. Düşman diye tanımladıklarını kovdular. Şimdi oralarda sembol olarak tutacakları birlikleri olacak. Ama kendileri adına Afganistan’da bu vahşete direnecek güç istiyorlar. Türkiye’den, Afganistan’da askeri varlığıyla devralmasını istedikleri şey budur.
Türk askeri başsız gövdelerin çırpınışına dur diyecek! İyi de hangi parayla, hangi olanakla, hangi yardımlarla…
BATAKLIK PATLAMAK ÜZERE
Sonra orada savaş yeni başlıyor. Türk Genelkurmayı’nın yaptığı tahlil doğru çıktı. Afganistan kan ve bütün pisliklerle dolu bir bataklık oldu. Bu bataklıkta biten bir şey yok. Herkes vahşetin silahlarının namlusuna sürmüş, barbar eller tetikte, hasta gözler hedefte, öldürecekleri anın kan kokusunu soluyor. Türk askeri Afganistan’da bu vahşetle savaşmaya gidecek. Türk askeri Afganistan’da bu barbarlığa karşı duracak. Kaç Mehmet şehit olacak? Kaçı bu denli işkenceye maruz kalacak? Kaç Amerikalı bunları göze alabilir? Kaç İngiliz, Alman…
Neden Türk askerinin Afganistan konusunda bu denli yavaş davranıp planlar yaptığını, oradaki yapılanmayı, askeri varlığı devralmak noktasında ağır durduğunu şimdi daha iyi anladım.
Modern dünyanın gözleri önünde insanlık tarihinin hiçbir döneminde tanıklık edilmeyen olaylar yaşanıyor. Başsız gövdelerin dansı orada olanlar. Çırpınan gövdeler ve kesik başların dehşeti.
TUNCAY ÖZKAN, 4 Mart 2002 MİLLİYET, perde arkası.
+
Anlaşılan o ki yakalanan Taliban veya El Kaide üyelerine, Taliban ve El Kaide üyesi olmayan Afganlılar bu işkenceleri uyguluyor…
Tuncay Özkan uyarıyor; diyor ki: “Böyle bir cehenneme niçin Türk askerleri sürülüyor? Yarın, Taliban ve El Kaide üyelerinin eline bir Türk askeri geçerse onların da verecekleri ceza böyle bir cezadır.”
Bu cehennem uygulamasına nasıl seyirci kalınabilir… Amerikan, İngiliz, Alman ve diğerleri kaçıyorlar ve Türk askerini Afgan’ın şeriat nedeniyle geri kalmış bu işkenceci insanlarının önüne sürüyorlar.
Tanrı, cehenneminde günahkar insanlara demir topuzlar, demir halkalarla işkence uygularsa; onun kulları olan Afganlılar Tanrı’yı öykünürlerse çok mu?
Gerek Talibanlar, gerek Taliban olmayan Afganlılar ellerine geçirdiklerine bu işkenceleri uygularken nereden esinleniyorlar acaba?
Bu yazı Milliyet’te yayınlandıktan sona 5 ay geçti. Ne şeriatçı medyada ne de şeriatçı olmayan medyada bu konu ile ilgilenen bir kişi çıkmadı… Bu duyarsızlık da şark toplumlarına özgü bir nitelik olsa gerektir…
Av. Hayri Balta, 18.8.2002
X
ALLAH’IN İNDİRDİĞİ İLE HÜKMETMEYENLER
Bizim tanınmış ilâhiyatçılar; başta Süleyman ateş, Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri İslam’da Recm yok diyorlar. Hadislerde yazılı olanları kabul etmiyorlar. Kuran’da Recm diye bir kelime yok diyorlar. Evet Kuran’da Recm adlı bir kelime yok ama Recm’e gönderme var.
Örneğin Kurandaki Maide süresinin 44 ve 45. tümceleri ile Tevrat’a gönderme yapılarak zina yapanları taşlayarak öldürün (Recm) deniyor. Öyle ki bu şekilde davranmayanlar “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir, zalimlerdir…” denerek suçlanıyor… (K. 5/45,45)
Anlaşılan Müslümanlar zina edenleri taşlayarak öldürme cezasını bu tümcelere dayanarak veriyorlar. İslam İnançları Ansiklopedisi’nin (Meydan gazetesinin okurlarına armağanı) Recm bölümünde şöyle deniyor: “Sözlükte taşlamak anlamına gelen recm, İslamiyet’te zina suçu işleyen erkek ve kadınlara İslam Şeriatınca verilen taşlanarak öldürme…
Bu sözcük bütün taşlamalar için kullanılır. Şeytan taşlamaya da şeytanül recm denir. Zina suçunu işleyenlerin taşlanarak öldürülmesini Allah emretmemiştir. Kuran’da yoktur. Kuran’da buyrulan ceza sadece zina edenlerin her ikisine de yüzer değnek vurmaktan ibarettir.”
Anlaşılan Ansiklopedi yazanlar Kuran’daki Maide 5/44 ve 45. sürelerini dikkatle incelememişlerdir. “Eğer islamiyette zina yapanlara taşlanarak öldürme cezası veriliyorsa” bunun bir dayanağı ve kaynağı olmalı değil midir?
Bunun için de tümcelerin söyleniş nedenleri yazan kitaplara bakmak zorunluluğu vardır. Bu kaynaklarda tümcelerin iniş nedeni şöyle gösteriliyor: “ Ömer’in bir hutbesinde şöyle dediği rivayet olunmuştur. Ömer’den rivayet edilen hadis şudur: “Bir hakikattir ki, Allah Muhammed Salla’llahu Aleyhi ve Sellem’i Hak Peygamber gönderdi ve ona kitap indirdi. Ona indirdiği ayetler içinde Recm ayeti de vardı.” (Bakınız Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Sahih-Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, C. 12, s. 409. Hadis No. 2176)
Bu Hadisin hemen altında şöyle bir açıklama var: “Recm ayeti şudur: Evli bir erkek ve kadın zina ederlerse (zina da; beyine ile veya gebelik veya ikrar ile) sabit olursa (aile namusunu kirleten) bunları ‘taşlayınız’ Bu ayetin okunması nesholunmuş (kaldırılmış) hükmü ise ibka olunmuştur (baki kılınmıştır).
Diyanetin yayınladığı bu Hadis kitabında Recm ayetinin varlığı açıklanıyor ve hemen altında da dipnot olarak: “Bu ayetin okunması nesholunmuş (kaldırılmış) hükmü ise ibka olunmuştur (baki kılınmıştır). deniyor.
Yine bu Hadis’in devamında yapılan açıklamada (izahatta) Ömer şöyle diyor: “O’na indirdiği Kitabın içinde Recm ayeti de vardır. Bu ayeti okuduğumuz ve hükmünü tatbik ettiğimiz halde bir takım müfsidler çıkıp; bu ayet Kuran’da yoktur!” diyeceklerdir…
Bilindiği gibi Ömer, Ebubekir’den sonraki halifedir. Bu halife Recm ayeti Kuran’da vardır diyerek hükmünü uyguladığı halde kimi fesatçıların gelecekte “Kuran’da böyle bir ayet yoktur!” diyerek ortalığı karıştıracaklarından korkuyor… Dediği gibi de oluyor. Demek ki bu karışıklıklar üzerine bir tek Kuran tertipleniyor. Sonra da bir harfi bile değiştirilmemiştir deniyor ve tersini söyleyenlerin de kafası uçuruluyor…
Biz yine Kuran’a dönelim. Nur suresinin 2. ayetini okuyalım. Bu ayette: “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun.” deniyor. Ama meraklı bir insan olarak üç peygamberin kitaplarına baktığımızda değişik hükümler görüyoruz.
Dört kitabın dördü de Allah’tan geldiğine göre(!) bu insanlar hangisine inansınlar? “Taşlayarak öldürün diyenlere mi?” (Tevrat. Levililer. 20/10; Tesniye.22/22); yoksa, “Yüz değnek vurarak dövünüz..” (K. 24/2) diyene mi inansınlar. Yoksa, yine Kuran’da yazıldığına göre zina suçunu işleyenleri “Eziyet etmeden evlerinde mi tutsunlar..” (K. 4/15) ya da “eve kapatıp tevbe edinceye kadar eziyet mi etsinler…” Ya da Hıristiyanların yaptığı gibi “Zina edenleri kendi eylemleri ile baş başa mı bıraksınlar?” (İn. Yuh. 8/7).
Kuran’da En’am suresinin 34. ayetinde: “… Allah’ın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur…” (K. 6/34) diye yazmaktadır. Bizimkiler ise, Tevrat, Zebur İncil için tahrif edilmiştir diyor? Peki, Allah’ın, “sözlerimi değiştirebilecek kimse yoktur” sözlerini nasıl görmezden geleceğiz? Dördü de Hak denilen bu kutsal kitaplar niçin birbirleri ile çelişiyor? Neden Kuran’da bile zina edenler için üç-dört türlü ceza şekli var?
Efendim, son ayetle (K. 24/2) ilk iki ayet nesholunmuştur. Nasıl olur? Geçmişi ve geleceği bilen Tanrı, sonradan kaldıracağı sözleri söyler mi? Sonra, Tevrat’taki hüküm için; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirdir, zalimdir!” dememiş mi idi?
Eğer Tevrat ve İncil İslam peygamberinden önce değiştirilmiş olsa idi Allah’tan geldiği ve uyulması gerektiği söylenmezdi. Hem Tevrat-İncil elde bir tane değil ki… Din adamları tarafından çoğaltılıp çoğaltılıp; değil ülkelere, illere ve illerdeki topluluklara (Havra-Kilise) bile dağıtılıyor. Bunların hangi birini bir araya getirip de değiştireceksiniz. Eğer İslam Peygamberinden sonra değiştirildi ise Allah bilmiyor mu idi sonradan bu sözlerini değiştireceğini. Haydi çık çıkabilirsen işin içinden… Bu nedenledir ki; bizimkiler, dinde akıl ile mesafe alınmaz. Dinde esas olan inanmaktır. Ancak inananlar huzura ererler; yani, kelleyi kurtarır, derler.
Eğer Allah’ın indirdiği ile hükmetmek gerekiyorsa neden Tevrat’ın yukarda açıkladığımız hükmünde ısrar edilmemiştir ve “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler” kâfir ve zalim olacağına göre kimlerdir bu “Allah’ın hükmettiği ile hükmetmeyenler?”
Yukarıda Kuran’daki Maide (5) 44 ve 45. tümcelerinden söz etmiştik; ancak, tümceleri yazımıza aktarmamıştık. Bu yazımızda her iki tümceyi de aktararak üzerinde düşüneceğiz… Önce K. 5/44. tümceyi alıp inceleyelim:
“Doğrusu Biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler, Yahûdi olanlara onunla ve Rabb’e kul olanlar, bilginler da Allah’ın Kitâbından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrât’a şâhittiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.”
Bu tümcede üzerinde durmamız gereken hükümler vardır. Önce birincisi üzerinde duralım. Ancak burada bir duruma dikkat çekmek istiyorum. Bu tümce Allah’ın ağzından söyleniyor. Bu tümcede Allah; önce, “Biz” diyor, sonra da “Ben” diyor…
Bize öğretilen, kitaplarda yazılan, Allah’ın tek olduğudur. Tek olan Allah, niçin “Biz” diye çoğul kullanıyor? Çoğul kullandıktan sonra da niçin “Ben” diye tekil kullanıyor? Bu zamir farklılıkları düşünerek okuyan bir kişinin dikkatini çekmez mi, çekmemeli mi? Bilmem bu konuda açıklama getiren oluyor mu?
Şimdi gelelim.birinci hükme ki şudur: “Allah’ın Kitâbından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi.” Demek ki Allah da biliyor Tevrat’ın kimi bölümleri kaybolmuş.. Öyleyse: “Siz elde kalanları ile hükmedin!” diyor…
Buradan anlıyoruz ki; Allah, kendi kitabının değil değiştirildiğini, bazı bölümlerinin kaybolduğunu biliyor ve söylüyor… Bu durumda nasıl olur da: “… Allah’ın sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur…” (K. 6/34) diyebiliyor.
Değil değiştirmek, ortadan kaldırıldığını bile söylüyor… Allah kendi kitabının kaybolmasına, kimi tümcelerinin ortadan kaldırılmasına kayıtsız kalabilir? Bir köy muhtarı bile köy meydanına astığı duyuruları uygulamayanlar hakkında işlem yapmaktan kendini alamaz…
Elbette bu görülere karşı bizimkiler de yanıt hazır: “Allah çok sabırlıdır, hesabını ahrette görür!” Eh, ne diyelim, artık böyle denince söylenecek söz bitmiyor ki: “Şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur!” (K. 3/29), “O hesap görenlerin en süratlisidir.” (K. 6/62), “…O hesabı çabuk görür!” ‘6/62), “… Doğrusu Allah hesâbı çabuk görendir. (K. 40/17).
Bizimkilerin buna da yanıtı hazırdır: “Allah dokunulmazdır. Kendisine sorulmaz… Oysa benim amacım, bu tür sorularla insanın düşünmesini sağlamaktır. Unutmayalım ki bir toplum, tabuları eleştirmediği sürece kendisi için kurtuluş yoktur…
Şimdi de gelelim hemen devamı olan K. 5/45’ e: “Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarına kefâret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.”
Yine: “Ey akıl sahipleri sâhipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Artık Artık Allah’a karşı kalmaktan sakınırsınız.” (K. 2/179) denerek kısas emri vurgulanmaktadır… Kuran’a da geçen “kısasa kısas” cezasının dayanağı: Tevrat’ta ki şu tümce olup hemen hemen olduğu gibi aktarılmıştır.
Bakalım:“Göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yarık, yara yerine yara, bere yerine bere bere vereceksin.”(Tevrat, Çıkış, 21/24, aynı konu; Çıkış, 21/25, Levililer, 24/20Tesniye, 19/21’de de işlenmektedir.)
Burada akla bir soru gelmektedir. Tevrat’taki “Kısasa kısas” emrini olduğu gibi Kuran’da gördüğümüze göre “Benim indirdiğim ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” (K. 5/44) dediği Tevrat’taki emri Recm cezasını Kuran’da niçin görememekteyiz?
Taliban ve diğer şeriatçılar böyle dediği halde bizdeki “Elhamdülillah bizde Müslüman’ız!” diyerek şeriata sahip çıkan kimi Atatürkçüler, kimi liberaller, kimi aydınlar “Dinde böyle şey olmaz!” diyerek kendi kafalarındaki din anlayışına sarılmışlardır.
Oysa özlenen din değil de, uygulanan dinde bu vardır. Öyle ki Taliban’ı ayıplayan Amerikalı ve Avrupalı Yahudilerle Hıristiyanların kitaplarında da var. Ama onlar put yasağı olduğu halde tapınaklarını resimlerle donatıyorlar, sokaklarını, caddelerini, meydanlarını heykellerle donatıyorlar.
Bizimkiler ise, Kutsal kitapların yasakladığını yakıp-yıkarak ortadan kaldırıyor ve Allah’a hizmet ettiklerini sanıyorlar. Kimileri de: “Bütün kutsal kitaplar, Peygamber sözleridir!” demekle kutsal kitapları önemsemediklerini göstererek yıkımı ayıplıyorlar.
Burada şöyle bir soruyu akla geliyor: Şimdi kutsal kitaplar Peygamberlerin değil de gerçekten Tanrının sözleri olsaydı bu yıkımı hoş mu görecektik?..
Hayır, Allah da olsa; akla, ahlaka, bilime, güzel sanatlara, kültürel varlıklara aykırı buyruklar veremez. Bir an için somut bir Allah var da böyle bir emir verdi diyelim; yine de yerine getirilemez.
Öyle ki Allah karşıma çıksa: “Bu benim buyruğumdur, yerine getirmelisin!” dese kendisine: “Akla, ahlâka, bilime, güzel sanatlara aykırı ve de kültürel varlıklara düşman eden bu buyruklarınızı kabul edip uygulama gibi bir haksızlığa, bilgisizliğe, anlayışsızlığa, hoşgörüsüzlüğe neden olamam! Ve bu sorumluluğun altına giremem!” demekten zerrece çekinmem…
Yine kendisine: “Hem bana yaratma yeteneği veriyorsun. Hem de bu yeteneğimi yerine getirerek: Heykel, resim yapmama, çalıp, söyleyip oynamama izin vermiyorsun. Bu nasıl çelişki.
Bu nasıl olur? Bu yaptığın senin Allahlığına yakışır mı? Bu yaptığın şuna benzer: Hem güzel yaratıyorsun; hem de bana, güzele bakmakla göz zinası yapacağımı söylüyorsun. Olur mu bu!” demekten de çekinmem…
Ömer Hayyam bu çelişkiyi binlerce yıl önce şöyle dile getirmekten çekinmemiştir.
“Yapma diyorsun; yapmamak elimde mi?
Sen al demişsin, nasıl çekerim elimi?
Hem yap, hem yapma demek senin ki bana
İnsaf: Kadeh devrilir de dolu kalır mı?”
Elhamdülillah ben de Müslüman’ım!” diyen Atatürkçüler ve solcularla birlikte şeriatı şirin göstermeye çalışan yeni yetme profesörler de “Dinde böyle bir şey yok!” demekten çekinmiyorlar. Allahlarının böyle bir buyruk vereceğini bir türlü kabullenemiyorlar… Var mı, yok mu? Gösterdiğim kaynaklara bakıp da öyle çıksınlar halkın karşısına…
Bir de put ve heykelle ilgi tümcelerin (ayetlerin) hangi kutsal kitaplarda dile getirildiğini öğrenmek isteyen arayış içindekiler var. Hem: “Elhamdülillahçı Müslümancılara”, hem “Dinde böyle bir şey yok!” diyenlerle arayış içindeki gençlere din kitaplarında yerlerini göstermek için aşağıdaki bilgileri veriyorum.
Put ve Heykel düşmanlığı Yahudilikten: Hıristiyanlığa da geçmiş Müslümanlığı da. Kutsal kitaplarında yazılmasına karşın; heykele, resme, müziğe yer verenler yalnızca Hıristiyanlar olmuştur. Çünkü yalnızca bunlar güzel sanatların insan ruhunu ve yaratıcılık yeteneğini geliştirdiğinin ayrımına varmışlardır.
Müslümanlıkta ise güzel sanatlar mimarlıkta, hat ve minyatür sanatında kendini göstermiştir. Yahudiler de bu bile yoktur… Varsa bile çok azdır…
Eğer güzel sanatların yasaklanmasına tümce (ayet) ve hadislere ilişkin kaynaklara ulaşmak isteyen varsa ve gerçekleri öğrenmek isteyenler İlhan Arsel’in “Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları DİN ADAMLARI İstanbul 1995 baskısının 111-132 sayfalarında” geniş bilgiler bulabilirler. Bu sayfalardaki: Heykelle, müzikle, resimle ile ilgili ilginç yasakları görebilirler.
Aşağıda, yalnızca kutsal kitaplarda, put ve heykel konusunda, yazılanlara birer örnek vererek yerlerini göstereceğim:
TEVRAT’TAN:
“Fakat onlara şöyle yapacaksınız; mezbahalarını yıkacaksınız, ve dikili taşlarını parçalayacaksınız, ve onların sunularını balta ile keseceksiniz, ve onların oyma putlarını ateşte yakacaksınız.”(Levililer, 7/5 ve diğerleri: Levililer, 19/4; Tesniye: 29/17, 34/51. Tevrat ve İncil’le ilgili geniş kaynaklara ulaşmak isteyenler, “The New Combined Bible Dictionary and Condance” adlı kitaba bakabilirler. Bu kitap Beyoğlu’ndaki Hıristiyanlıkla ilgi kitaplar satan kitapçıda bulunmaktadır )
İNCİL’DEN:
“İmdi putlara kurban edilen şeylerin yenmesine gelince, biliriz ki put dünyada bir şey değildir… Lâkin bazıları şimdiye kadar puta alışkanlıkla; puta kurban edilmiş bir şey diye yiyorlar, ve onların vicdanı zayıf olduğu için lekeleniyor… Fakat yiyecek bizi Allah’a makbul kılmaz; yemezsek, eksikliğimiz olmaz; yersek de, fazlalığımız olmaz.” (Korintoslulara 1.Mektup: 8/4 ve diğerleri: Resullerin Diğerleri: 10/14, 15/29, 17/29; Yuhanna’nın 1.Mektubu: 5/21. Bu konuda yazılmış diğerlerini öğrenmek isteyenler YENİ YAŞAM YAYINLARI’ ndan ABC DİZİNİ ALI KİTABA BAKABİLİRLER. Kitap, “Pavlonya Sokak. Kanberoğlu İş hanı, No. 2/24, Kadıköy?İst. adresinden alınabilir. )
KURAN’DAN: “Allah’tan başka; sana ne fayda ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o taktirde sen muhakkak zalimlerden olursun.” (10/106. Kurdan-da bun anlamda daha yüzlerce tümce (ayet) vardır. Bu tümcelerin (ayetlerin) yerlerini kolayca bulmak isteyenler Recep Aykan’ın Kelime ve Konulara Göre Alfabetik KUR’AN FİHRİSTİ’ne bakabilirler.)
Görüldüğü gibi: Putları: “Kesin, parçalayın, yakın, yıkın” buyruğu yalnızca Tevrat’ta var. İslam Peygamberi Mekke’yi ele geçirdiğinde, Tevrat’taki bu buyruğa dayanarak, Kabe’deki putları eliyle kırmıştır…
İşte İslam dünyasında: Put ve heykel düşmanlığının dayanağı ve kaynağı budur… Talibanlar da Peygamberlerinin yolundan giderek Buda heykellerini topa tutup; yakıp yıkıp yerle bir etti. Bu yaptığı ile de övündü ve “Allah’ın emri, Peygamberin eylemi ve kavli (sözü)” diyerek işin içinden çıktı.
Ama Afganistan’da milyonlarca kişi açlık sınırının altında yaşıyormuş ne gam… Bu Allah’ın takdiridir. Allah onların dirençlerini sınıyor (imtihan ediyor). Bu dünyada çektikleri açlığın karşılığını (mükâfatını) öbür dünyada göreceklerdir… Ama kutsal kitapları, insanı mest ederek kendinden geçiren içecekleri, uyuşturucuları yasaklamış…
Peygamberleri de yasaklamış. Örneğin şöyle demiş: “Resullah, müskir ve müftir her şeyi yasaklamıştır.” (Hadis). Bu yasaklamayı görmezden gelirler… Batı dünyasına uyuşturucu sevkıyatında başı çekerler…
Bütün bu çelişkilerden kurtulmanın yolu: Aklı, etik ahlakı, bilimsel verileri kendimize yol gösterici olarak almaktır.
Atatürk bu yolu şöyle göstermiştir: “Yaşamda gerçek yol gösterici (mürşit) müspet bilimdir.”
Av. Hayri BALTA
X
TANRI NEDİR
Sağdaki HAKTAN (Altta…) bölümünde TANRI’NIN NEREDE olduğu açıklanmaktadır. Hepsi de Tanrı’nın kaynağı olarak insanı göstermektedirler ki; bunlar hayatlarını dinsel araştırmaya adamış din bilginleridir.
İnsanoğlu yararını gördüğü eylemleri iyi diye kutsallaştırarak Tanrı kavramı içinde bir araya getirmiştir. Elbette iyi olanlar yanında kötü olanların ayrımına vararak bunları da lanetleyerek Şeytan kavramında birleştirmiştir.
Yaşamda iyi ile kötüden birini seçmesi insanın kendi iradesine bırakılmıştır. Genelde kendini bilen ve aklını kullanan insan iyiyi sahiplenmiş kötü ile mücadele etmiştir. Din ilminde buna insanın nefsine (Şeytana) karşı direnmesi denir. Kendini bilen insan ise Rabbini (İyi olanı, doğru olanı, güzel olanı) bilir.
Kendini bilen insan kendisini huzursuz edecek olan kötü davranıştan uzak durup iyi olanı yapar ki; bu durum “Ben Rabbime sığınırım” kavramı ile ifade edilir. Yani, ben doğru olanı, iyi olanı, güzel olanı yaparım demektir ki bu da vuslata ermekle ifade edilir.
İnsan yaşamı boyunca doğruluğun karşısında eğrilik; iyiliğin karşısında kötülük; güzelliğin karşısında çirkinlik; dürüstlüğün karşısında iki yüzlülükle karşılaşmıştır.
Bu kavramları çoğaltabiliriz. Sevginin karşısında nefret, neşe’nin karşısında hüzün; barışın karşısında savaş, sabrın karşısında acelecilik; hoşgörünün karşısında tahammülsüzlük; saflığın karşısında kurnazlık; iffetin karşısında iffetsizlik… Bu iyi ve kötü kavramlar istenildiği kadar çoğaltılabilir…
Kötü ile iyi arasında bir seçme durumu ile karşı karşıya kaldığımızda içimizde birbirine zıt iki duygu oluşur. Bir duygu kötü olanı yapmamız için haklı gerekçeler ileri sürer ki buna Ruhul kûbuh; yani, kabahate sürükleyen ruh (Şeytan) denir. Bir de kötü olanı yaptığımızda karşılaşacağımız sonuçları hatırlatan uyarıcı bir duygu kendini gösterir ki buna da Kutsal ruh; yani, saygı gösterilmesi, uyulması gereken düşünce ve duygudur ki bunu da Tanrı kavramı ile ifade ederiz.
İnsanın kötü olanı yaptığında, eğer dirilerden ise, duyacağı tedirginlik ve huzursuzluk cehennem azabı ile ifade edilir. İnsanın iyi düşünce ve davranışları sonunda karşılaşacağı refahı, huzuru da Cennet kavramı ile ifade edilir.
Denebilir ki bu kadar kötüler var. Örneğin hortumcular, komisyoncular, rüşvetçiler, kapkaççılar, diktatörler, yargısız infazcılar, işkenceciler, katiller… Bunların çoğu yatığı suça karşılık ceza görmüyor, refah içinde yaşayıp gidiyor. Bu işlediği suçun cezasını görmeyenler cezasını kim verecek.
Şeriat zihniyeti yakalanmayan kötünün cezasını öbür dünyaya havale ederek soruyu yanıtladığını sanır. Oysa Allah dirilerin Allah’ıdır. Ölülerin Allah’ı olmaz. Cennet, Cehennem, ceza-mükafât kavramları yaşayanlar içindir. Ölen için her şey bitmiştir.
Arifler ölü ile ilgilenmez. Ariflerin nazarında ölülerin esamisi okunmaz. Bütün dinsel kavramlar yaşayanlar ve de sorumluluğunu bilenler içindir. Sorumluluğunu bilmeyen insanlara yaşasa bile “ÖLÜ” denir. Dinsel düşünce, tasavvufî anlamda, değil fiziken ölülerle, kalben ölülerle bile ilgilenmez. Bunlar din alanına adım atmamış olduğundan “Âlem-i şuhut”; yani, Tanrı’nın varlığına bir kanıt, şahit sayılır. Bunların Tanrı ile ilgileri yoktur.
Din ilmi Diriler içindir; ölüler, yani, sorumsuzlar, kötüler, benciller, gelişmemişler, ham kalmış kişiler için değildir. Din ilminde onların çetelesi tutulmaz. Onlar ölü sayılırlar. Bizim onlara sözümüz yoktur ve onlar bizim nazarımızda yok sayılırlar. Bizim sözümüz “Diri”leredir. Yani topluma karşı, kendine karşı sorumluluğu bilen sağduyu ve vicdan sahibi insanlaradır.
Bu durumda Tanrı’yı da Şeytanı da yaratan insandır. Cennet de cehennem de sorumluluk bilincindeki insanın ruhsal dünyasındadır. İnsanın olmadığı yerde ne Tanrı vardır ne de Şeytan… Sorun bu kadar basittir.
İslam’ın 4. Halifesi Ali: “İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı.” demiştir. Biline ki o bir noktayı çoğaltanlar ilâhiyatçılardır… Onların cehaletinden Tanrı’ya (Bilimsel olana, makul olana, sağduyuya…) sığınırım.
Elbette bu anlattıklarım aklı vahiyden üstün tutanlar için söz konusudur. Biz aklı vahiyden üstün tutanlar onların nazarında zaten zındık sayılırız. Ne gam…HB 21.9.2003
NOT: GENİŞ VE AYRINTILI BİLGİ İÇİN SOL SÜTUNDAKİ “4. AYDINLANMAYA KATKI”YI TIKLAYINIZ..
X
TANRI NEREDEDİR?
Ete kemiğe büründüm,
Yunus diye göründüm.

Bir ben var benden içeri.
+
Baştan ayağa değin
Hakk’tır seni tutmuş
Hakk’tan gayrı ne vardır
Kalma güman içinde

YUNUS EMRE’DEN
X
Sen sende ara Hakk’ı,
Hemen gezme yabanda
Kendinde iken sen O’nu
Gayrıda arama.
KUDDUSİ BABA’DAN Veliler Bahçesi, Bedri Özbey, s.41
x
Gözle seni sen, sen’de
Düşme diğer sevdaya
Sen’de seni buldunsa
Edersin vuslat yâra…
ŞEMSENDİN-İ SİVASî
Veliler Bahçesi. Bedri Özbey,s. 16
x
Tanrı bize bizden yakın
Gitme uzaklara sakın
Onu görmek mi merakın
Aç gözünü bak insana
MELULî
X
Ben taşrada arar idim
Gördüm can içinde can imiş…
BİR İLâHİDEN
X
Zahit nefsi iledir; arif Rabbi iledir.
Zahit nefis ve hevasının, arif ise Allah’ın kuludur.
Zahit Hakk’ı dili ile; arif, can-ı gönülden anar.
Zahidin kalbi sebeplere bağlıdır; arifin canı Rabb’i iledir.
Mümin Allah’ın nuru ile; arif Allah ile bakar.
Mümin Allah’ın ipine yapışır, arif Allah’a bağlıdır.
İBRAHİM HAKKI ERZURUMLU Marifetname s.30
X
Görüldüğü gibi Tanrı insanda imiş… Bunu ben değil Arifler söylüyor.Ben de HALKTAN (SOLDA) bölümünde TANRI’NIN NE OLDUĞUNU açıklamaya çalışacağım…
X
TANRI MADDE OLARAK VAR MIDIR?

Sağdaki OKUR’DAN bölümünde Ebu Ubeyde Bin Nihat adlı bir okurumuz bana “Siz kalkıp hangi rütbenizle Rahman ve Rahim olan Allah’tan hesap sormayı düşünebilirsiniz? Yoksa Hayri Balta artık ilahlık peşinde midir?” demektedir. Anlaşılan o ki bu okurumuz benim yazdıklarımı anlamamış.
Bir kere ben, insanın dışında bir Tanrının varlığına inanmıyorum ki gidip ondan hesap sorayım…
Tanrı, nefsini (kendini) bilen insanın ruhsal dünyasında vardır. Bu yüzden “Nefsini bilen Rabbini bilir!” denmiştir. Sen kendini bilmediğin sürece Tanrı’yı bilemezsin ki? Bu gerçeği Şemseddin-i Sivasî şu sözlerle dile getirmiştir. Anlayan varsa beri gelsin: “Gözle seni sen sende/Düşme diğer sevdaya/Sende seni buldunsa/Edersin vuslat yâr’a…” (Bedri Özbey, Veliler Bahçesi. S.16)
Bu konuda İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun aşağıdaki sözleri dikkatle okunmaya değer: “Halk ile meşgul olmak bir perdedir. O perde insanı Allah’ın kapısından içeri koymaz. Bina aleyh halkı terk eden nefsinden haberdar olur ve nefsini terk eden Arif-i Billah (Allah’ı bilmek) olur.” (Marifet name. s. 30).
Tanrı’yı bilmek ve bulmak için öncelikle halkın değil ariflerin, ermişlerin, sözleri üzerinde düşünmek gerekir.
Burada İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun halk dediği halkın nakle ve taklide dayanan Tanrı ve Din anlayışıdır. Halka gerçek Tanrı ve din bilgisi vermeyenler ise her gece televizyona çıkarak yalanda yarışan, uydurmada uyuşan ilahiyatçılardır. Ne acı ki bunlar bilmeyerek halkımızı Tanrı’dan uzaklaştırmaktadırlar.
Ariflerin sözlerini değerlendirerek yaptığım şu Tanrı tanımına dikkatinizi çekerim: “Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Maddî bir varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Tanrı ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Yine tanrı zat (kişi) olarak oktur, sıfat (nitelik) olarak vardır…”
Hiçbir ilâhiyatçının Tanrı madde olarak vardır deyeceğini sanmıyorum. Çünkü kendi ifadelerine göre “Tanrı zamandan ve mekandan münezzehtir” ve “Tanrı, İnanan insanın kalbinden başka bir yerde de değildir” ve yine Kuran’a göre: “Allah Kişinin kalbi ile kendisi arasına girer.” (K. 8/24)
Tanrı’nın; kişinin kalbi ile kendisi arasına girmesi demek; insanın, olumlu ve yüce kavramlar yanında; genel doğruların, üstün değerlerin, insanlıkça kabul edilmiş etik ahlakın varlığını her zaman kalbinde (sağduyusunda, vicdanında) duyması demektir…
İnsan, bu olumlu kavramlara, genel doğrulara, üstün değerlere yer verip yaşamına uyguladığı sürece huzur ve mutluluk içinde olur ki insanın bu ruh hali cennet ile ifade edilir. Bu genel doğruların tersi olan olumsuz kavramları yaşamına uygularsa huzur ve mutluluğu yitirir ki bu da cehennem ile ifade edilir.
Bu açıklamalarım Adem ile Havva’nın cennetten kovulması ayetlerinde çok güzel ifade edilmiştir. Orada Tanrı (İnsanın aklı, sağduyusu, mantığı…); insana, şöyle seslenmektedir: “Her şeyi yap, ama şu ağacın meyvesini yeme!” (K. 2/35) demiştir. O ağaç kötülüğün simgesidir ve kötülüğün çeşidi yoktur. O meyveden yeyen huzur ve mutluluğunu yitirir. Yani cennetten uzak düşer…
Biline ki cennet de, cehennem de insan yaşarken söz konusudur. Öldükten sonra gidilecek ve hesap verilecek bir yer yoktur. Yine biline ki “Tanrı, ölülerin değil; dirilerin Tanrı’sıdır.” (İn. Matta. 22/32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)
Değil fiziksel olarak ölmüş insanın; kalp gözü kapalı bir insanın bile Tanrı ile ilgisi yoktur. Bu nedenle derim ki; olgun insanın olmadığı yerde Tanrı da yoktur…
Bu duruma göre peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bu kavramların din edebiyat ve felsefesinde başka anlamları vardır. Tanrı kelâmının anlamı başkadır. Tanrı kelâmı demek bilge kişilerin ahlak, edep, insanlık, hikmet içeren sözlerle insanı tekamüle sürüklemesidir…
Eğer kutsal kitaplar Tanrı tarafından indirilmiş olsaydı; Tanrı, sıradan bir insan olan insanı cezalandırmak için: “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) diyerek başka bir Allah’a havale etmezdi.
Yine davranışını beğenmediği bir insanı “…çok yemin eden alçak zorbaya!” (K. 68/14) diye aşağılamazdı. Öfkelenmek, aşağılamak gibi insana özgü özellikler Tanrı’nın yüceliği ile ne oranda bağdaşır? Takdirini size bırakıyorum.
Vahiy demek; ezoterik bilgi sahiplerinin olaylar, sorunlar ve sorular karşısında içine doğan duygu ve düşüncelerdir. Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî, insanî olanına ve insana tekâmül yollarını gösterenine dinsel bir terimle vahiy denilmiştir.
Bu duygu ve düşüncelerin ahlakî, edebî olmayanına ise ilham denir. Vahyin de, ilham’ın da hepsine Türkçe’de “İçe Doğuş” ya da “esin” denir. Bütün esinlerin (Vahiy, ilham, içe doğuş…) kaynağı insanın gelişmiş aklıdır. Gelişmiş aklı olmayanlara ne vahiy gelir ne de ilham…
Artık doğa olaylarını, toplum olaylarını, tıbbî olayları, uzay olaylarını ilâhir Tanrı kavramı ile karıştırmamalıyız. Tanrısal olaylar yaşam deneyleri ile ortaya çıkar. Uygulandığında insanın yüzünü kızartmayan, başını ağrıtmayan, kendisini utanca boğmayan ve her zaman başını dik tutan yaşam yöntemidir.
Böyle bir yola gitmeyi öğütlemek kolay ama uygulamak zordur. Bunun içindir ki insanın başını tapınmaya bağlamışlardır.
Kendini bilmeyen insan Tanrı’yı bilemez. Önce insanın kendisini bilmesi; yani eleştirmesi, yargılaması sonundaki eksiklerini görerek gidermesi gerektir. Aksi takdirde ham gelir ham gider.
HB. 15.10. 2003
X
BİLİNMEYEN TANRI’DAN BİLİNEN TANRI’YA
Bütün İslâm İlmihâl’lerinde, Laik Cumhuriyet Türkiye’sinin okullarında ders kitabı olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitaplarında, Kuran Kurslarında ve İmam Hatip Okullarında ve Televizyonlarda konuşan bütün ilahiyatçılarda ve diğer tek Tanrılı dinlerde Tanrı’ya inanmak aşağıdaki gibi açıklanmaktadır:
“Allah’a İman Ne demektir: Allah’a iman, Allah’ın varlığına, birliğine, ezeli ve ebedi olduğuna; yani, varlığının bir başlangıcı ve sonunun bulunmadığını, eşinin benzerinin, ortağının, oğlunun, kızının olmadığına varlığı kendinden olup varlığı için bir başka şeye muhtaç olmadığına, yaratılmış olan şeylerden hiç birine benzemediğine dolayısıyla düşündüklerimizden ve hayalimize gelen şeylerin hepsinden başka olduğuna, her şeyi bildiğine her şeyi gördüğüne, her şeyi işittiğine, duyduğuna, her şeye gücünün yettiğine, her şeyi yaratanın O olduğuna… Kısacası, her türlü eksiklikten uzak olduğuna yürekten, tereddütsüz bir şekilde inanmaktadır. Ergenlik çağına ulaşmış her akıl sahibinin, Allah’a bu şekilde inanması farzdır.” (Bk. Vatan, 1.11.2003 tarihli Ramazan Eki.)
Görüldüğü soyut bir Tanrı kavramı tanımı yapılmakta ve insanın tereddüt etmeden buna inanması istenmektedir. Tam Bektaşi fıkrası gibi: “Yok diyecek ama dili varmıyor.” Öyle ya, adı var ama cismi yok. Yeri yok, yurdu yok. Eni yok, boyu yok. Ne zamana sığıyor, ne mekana sığıyor. Evren’e, Doğa’ya bakmışız, önce Yıldızlara Tanrı demişiz. Sonra Aya, sonra Güneşe Tanrı demişiz. Asırlar sonra bunların dönüp durduğunun ayrımına varmışız; öyle ise bunu yapan bir güç var demişiz. Ondan sonra O’na en güzel sıfatları (Esma-i Hünsa) yakıştırmışız. Bütün Doğa olaylarını da O’ndan bilmişiz. Bu yargımızı da insanlığa dayatmaya kalkmışız…
Bu ise insan doğasına aykırıdır. Çünkü tahmine, kıyaslamaya dayanarak bir yargıya varmak; insanın aklına da aykırıdır, mantığına da, doğasına da aykırıdır. Asıl önemlisi bu dayatmada insan aklına ve iradesine hiç yer verilmemiştir; yalnızca inanacaksın denmiştir. Bu şekilde bir inanç aklı dışlamakta ve insanı doyurmamaktadır.
Aklı başında bir insan inandığı şeyin ne olduğunu bilmek zorundadır. Bir kere şu bilinmelidir ki insanın dışında bir Tanrı yoktur. Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bütün bunlar din literatüründe simgesel anlatımlardır.
Eğer biz biz olursak, kendimizi bilirsek, farık ve mümeyyiz olursak Tanrı’yı bilebiliriz ama göremeyiz ve bu biliş, bizim tekamül yolunda önümüzü açacaktır.
Gerçi Tanrı’yı gördüğünü ve öyle ki Tanrı ile güreştiğini söyleyen akıldaneler çıkmıştır. Bakınız: Tevrat, Yaratılış. 32/28. Hoşea 12/3-4. Yaratılış, 32/32/30. Çıkış 24/90-11 Hakimler13/22. Yeşeya. 6/1-3, 5.
Tanrı; Yüce kavramlar yanında genel doğrular, üstün değerler, olumlu duygular, güzel nitelikler, insanlıkça kabul edilmiş genel ahlâktır… Saydığım bu kavramları biraz daha açarsak şöyle sıralayabiliriz: Tanrı (Yüce olan, üstün olan, iyi olan, doğru olan, güzel olan…); Savaş değil barıştır. Nefret değil sevgidir. Düşmanlık değil dostluktur. Yalancılık değil doğruluktur. Çirkinlik değil güzelliktir. Kötülük değil iyiliktir. Cimrilik değil cömertliktir. Acelecilik değil sabırdır. Öfke değil şefkattir. Kendini beğenmek değil alçak gönüllülüktür. Bencillik değil paylaşmaktır. Tembellik değil çalışkanlıktır. Ahlaktır ahlaksızlık değildir. Aşırılık değil itidaldir. Aşağılamak değil yüceltmektir. Suçlamak değil suçun nedenini araştırmaktır. Bütün bu olumlu ve olumsuz kavramları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Bu kavramlardan olumlu olanlara uyarsak Rahmani yolda; olumsuz kavramlara uyarsak şeytani yolda sayılırız. Böylece her zaman karşılaşabileceğimiz Tanrı kavramı ile baş başa kalırız… Saydığım bu kavramlar içinde olumlu olanları yaşamımıza uygularsak bilinmeyen Tanrı’dan bilinen Tanrı’ya ulaşmış oluruz.
Anlamadan, bilmeden Tanrı ile insanın arasına giren kişilere inanacağımıza; aklımızın, kültür birikimi ile oluşan öngörümüzün, sağduyumuzun, vicdanımızın gösterdiği doğru olan, güzel olan, iyi olan yolda gitmiş oluruz ki böyle bir yaşamda kimseden korkmayız, yaptığımız bu doğru, güzel, iyi davranışlarımızdan dolayı kimse bizden hesap soramayacağım gibi herhangi bir kişi karşısında da yüzümüz kızarmaz. Bu şekilde Tanrı ile aramıza başkalarının girmesini önlemiş oluruz. Din ilminde bu oluşum “Tanrı ile insan arasına kimse giremez” diye söylenir.
Ne var ki Tanrı (Yukarıda saydığım olumlu kavramlar toplamı) aramıza Peygamberler, kutsal kitaplar başta olmak üzere ilahiyatçılar yanında şeyhler, cemaat liderleri, hacılar, hocalar, hahamlar, papazlar girmekte ve bütün bunlar insanı Tanrı’dan (Bütün Doğruluklardan, güzelliklerden, iyiliklerden…) uzaklaştırmaktadırlar…
Kanıt mı istersiniz. Kutsal sayılan kitaplara bakınız. Tevrat, Yahudileri Filistinli Müslümanları öldürmeye, İncil, Mesih’e inanmayanları (Haçlı Savaşları, Avrupa’daki din savaşları ve katliamlar…) Kuran, Hak din dediği Müslümanlığı kabul etmeyenleri öldürmeye motive etmektedir. Bu gerçek Sitemizin Tevrat’tan İncil’den, Kuran’dan bölümleri yanında kimi bölümlerinde de açıklanmaktadır. Bunun yanında günümüz ahlakına, anlayışına ve hukukuna uymayan yüzlerce âyetler bulunmaktadır.
Bütün bunlar bilinmeyen bir Tanrı’nın ardına düşmektendir. Tanrı ile aramıza girenlerin kışkırtmaları yüzündendir. Bilinmeyen bir Tanrı’nın arkasına düştüğümüz sürece bu öldürüşme (kâtliam) sürüp gidecektir. Bu nedenle diyorum ki: Bilinmeyen Tanrı’dan, bilinen Tanrı’ya yönelelim… H.B. 4.11.2003
X
YALANINIZ BATA SİZİN
15 Kasım 2003 günü Ülkemiz için kara bir gündü. El Kaide’ye özenen Hizbullah adlı İslam savaşçısı bir örgüt İstanbul’da iki yerde 25 yurttaşımızı, ki bunun 19’zu Müslüman (İkisi Müslüman canlı bomba); 6’sı Musevi idi, paramparça edip kara toprağa gömdü.
Bu korkunç terör olayı ertesinde bizim İslâmcı allameler televizyonlarda göründü. Ağızlarından bal kaymak döküldü. Neymiş de: “İslâm barış, huzur, mutluluk dini imiş” (Zekeriya Beyaz, ATV, A takımı, 16.11.2003). Kuran 4/93 âyetinde diyormuş ki “Kim bir insanı haksız yere öldürürse Allah onu en büyük ceza ile cezalandırırmış.”
Benim bildiğime göre bu âyette bir müminin bir mümini öldürmesi yasaklanmıştır. Öyle ileri sürdükleri gibi inancı ne olursa olsun bir insanı demiyor.
Okuyalım: “Kim de bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazâbetmiş, onu lânetlemiştir.” (Açıklaması: Kasten bir mümini öldürmenin dünyadaki cezası kısas, yani idamdır. Afetme yetkisi veya diyet alma yalnız maktulün ailesine aittir. Bkz.2/178-179, 5/53) (Feyz’l Furkan Kur’ân Meâli. Hasan Tahsin Feyizli. Akit Yayınları.) Bu arada 4/92 ve 49/10. âyetlerinin okunması halinde konu daha iyi anlaşılır.
Terör saldırısında ölen Müslüman yurttaşlarımızın ölüm törenine katılan İmam da bu ayeti okuyarak “Bir insan bir insanı öldüremez. Allah’ın verdiği canı Allah alır!” diyordu. Oysa görüldüğü gibi Allah’ın verdiği canı Allah almıyor; tineri alıyor, gaspcı alıyor, İslâm nizamını bütün dünyada hakim kılmak isteyen El Kaide adlı terör örgütünün Türkiye’deki uzantıları alıyor.
İslâm nizamını hakim kılmak isteyen örgüt yalnız El-Kaide değil. El kaidenin yanında daha birçok islâmi terör örgütü var. Ör. Millî Görüş, İBDA C, Hizbullah, Anadolu Federe İslam Devleti, İslâm’i Hareket örgütü ve ayrıca Kuran Nizamını hakim kılmak için terörü seçen bu örgütlere destek verenler de var.
Bunların dışında bir de tebliğciler var. Ör. Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman ateş, M. Nuri Yılmaz, Zekeriya Beyaz ve daha binlerce ilahiyatçı ve ilahiyatçı olmayan profesör… Bunlar her gün medyada Kuran Müslümanlığının yurdumuzda hakim olması halinde hemen kalkınacağımızı ileri sürüyorlar…
Hele Ramazan ayında olmamız nedeniyle atış serbest. Karşılarına bir aydın çıkıp da “Hayır, efendim pek öyle dediğiniz gibi değil! İşte Alev Erkilet’in sözleri: ‘Radikal İslâm’i hareketleri ortaya çıkaran İslâm’i hükümlerin kendisidir.’ demektedir.” diyemiyor (Yardımcı Doç. Alev Erkilet, bu sözleri içeren bir kitap yazdığı için Kırıkkale Üniversitesinden kovulmuş olup şu an Başbakanlıkta Danışman olarak çalışmaktadır…).
Alev Erkilet’in bu sözlerinde gerçeklik payı çoktur. Çünkü İslamiyet’e göre Müslüman olmayan ülkeler Savaşılacak Ülke (Darül Harb) sayılır. Nedeni de, kendi anlayışlarına göre, Allah; kendilerini, Müslüman olmayanları “Hak dine davet etmekle” görevlendirmiştir. Bu amaçla mallarıyla-canlarıyla mücadele ettikleri takdirde cenneti garantileyeceklerini sanıyorlar. İşte birkaç örnek:
1. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. K. 2/191, 193″
2. “Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hâli müstesnadır. Allah sizi kendisiyle korkutur. Dönüş Allah’adır.” K. 3/28″

3. “O halde, dünya hayatı yerine ahreti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar: Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir vereceğiz. K. 4/74″
4. “Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa
uğraşanların cezâsı öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhrette büyük azâp vardır. K. 5/33″
5. “Ey İnananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz? K. 4/144″
“Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyen, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez. K. 5/51″2.
6. “Rabbin meleklere ben sizinleyim. ‘İnananları destekleyin” diye vahyetti. ‘Ben, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi. K. 8/12″
7. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. K. 8/39″
8. “Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, Hakimdir. 9/14-15″ (Anlaşılan Allah, El-Kaide örgütü eliyle kâfirleri cezalandırdığında kimi müminlerin de gönülleri ferahlanıyor… Arap ülkelerinde terör örgütlerinin eylemlerinden sonra sokaklarda Allah-u Ekber diye gösteri yapanları hatırlayınız… Peki yaşamını parçalanarak yitiren 19 Müslüman’a ne diyeceğiz?)
9. “Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi-küfrü imana tercih ediyorlarsa – dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olurlar. K. 9//23″ (Hani Babaya-anaya saygı sevgi vardı. İnancı başka diye babayla ana dostluktan çıkarılır mı?)
10. “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın. K. 9/29″
11. “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır. K. 9/111″
13. “Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla berâberdir. K 9/123″
14. “Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeyecektir. K. 47/35″
Daha bunun gibi yüzlerce âyet var. Şimdi soruyorum Yaşar Nuri Öztürk’e, Süleyman Ateş’e, M. Nuri Yılmaz’a, Zekeriya Beyaz ve diğer Kuran Müslümanlığı için tebliğ yapanlara. Bu radikal örgütler İslam hükümlerine aykırı mı hareket ediyorlar. Bunlar İslam hükümlerine göre Kuran nizamını hakim kılmak için ölüp öldürmüyorlar mı?
Şimdi diyelim sizler Kuran Müslümanlığını yurdumuzda hakim kıldınız. Yukarda âyetleri uygulamamazlık edebilir misiniz? Ör. “Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimseyebilir misiniz?”
Özetlersek: Kuran’ın bir kısmına inanıp da bir kısmına inanmamazlık edebilir misiniz? Bu şiddet âyetlerini hükümden kaldırabilir misiniz? Bu takdirde gerçek Müslümanlar sizleri kâfir oldular diye öldürmez mi?
Kuran’daki şu hükmü nasıl görmezden gelebilirsiniz? “…kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. K. 2/85″
Yine “…Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir. K. 5/44, 45″
Gelin Alev Erkilet, Abdurrahman Dilipak ve aşağıda İslam Mücahitlerinin belirttikleri kadar olsun gerçeği açıklamaktan korkmayın. Ne diyor Abdurrahman Dilipak: “Kuran, zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.” (Akit, 21.1.2000) Şimdi düşünelim Kuran zalimlerin elinde niçin cinayet âletine dönüşüyor? Bunun nedeni: Cihat içeren, fetih içeren, gayri Müslimlere karşı yönelik şiddet âyetleri değil mi?
Şimdi Kuran Nizamını hakim kılmak için öldürüp ölenleri kınayabilir miyiz? Bunlar kendi inanışlarına göre “Allah yolunda canları ve malları ile savaşarak, kafirleri hak dine davet etmek için ölüp öldürürlerse cenneti satın almış olmuyorlar mı?”
Samimi bir Müslüman olarak: “İnancımız bizlere kâfirlerle mücadeleyi öneriyor.” demek dururken, “İslam; barış, huzur, mutluluk dinidir; İslam’da; hoşgörü, sevgi, şefkât ve barış vardır! Bu tür terör olayları İslam’da yoktur!” derseniz Allah’a karşı yalan söylemiş olmaz mısınız? Çünkü Kuran’da Allah şöyle demektedir: “Düşmana karşı zaaf göstermeyin. Siz daha galip durumda iken sulha talip olmayın.” ( K. 47/35) Hani İslam Barış ve hoşgörü dini idi?
Ne var ki bizimkiler “İnancımız bize kâfirlerle mücadeleyi emrediyor!” demeye yanaşmıyorlar ama bu gerçekleri dile getirmekten çekinmeyen Müslümanlar da var. Birkaç örnek:
A. 1999 yılında Türkiye’yi mezar evlere çevirerek 500 kişiyi öldürdüğü tahmin edilen Hizbullah militanları, ki bunların öldürüp mezar evlere gömdüklerinin hepsi de Müslüman’dı: “Öldürme yetkisini Kuran’dan aldıklarını savunan Hizbullahçılar buna kanıt olarak şu ayetleri sıralamışlardır:
1. “Bilinmeli ki Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.” (K. 3/4)
2. “Allah daima galiptir, öç alandır.” (K. 5/95)
3. “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığından satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda öldürürler, ölürler.” (K. 9/111)
4. “Çünkü Allah mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanına bırakmaz.” (K. 14/47)
5. “Kendilerine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra yüz çevirenden daha zalim kim olabilir. Muhakkak biz, günahkârlara, lâyık oldukları cezayı veririz.” (K. 32/22)
6. “Allah kime hidayet ederse, artık onu saptıracak kimse yoktur. Allah, mutlak güç sahibi ve intikam alıcı değil midir?” (K. 39/37)
7. “Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan intikam alırız.” (K. 43/41)
8. “Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız, kesinlikle intikamımızı alırız.” (K. 44/16)
9. Allah elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır.Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.” (K. 58/21) (Bk. Cumhuriyet, 4.7.1999)
B. Ankara Keçiören İmam-Hatip Lisesinden “izinsiz gösteri yaptıkları” gerekçesiyle okuldan atılan 1’i kız 3 öğrenci ifadelerinde şöyle demişlerdir: “Şeriat devleti istiyoruz. Dinimizin kurallarına göre yaşamak istiyoruz, siz bizi engellemek istiyorsunuz. Devleti yaratan Allah’tır. O nedenle Allah’ın emirlerine göre yaşayacağız. Gerekirse bu yolda şehit oluruz. Allah bize elçilik görevi vermiştir. Çevremizi uyarmak bizim görevimizdir.” (Cumhuriyet, 19.6.2001)
C. El-Kaide örgütü Amerika’daki İkiz Kuleleri yerle bir edip 3 bin masum insanı öldürdüğünde İngiltere’de yaşayan Müslüman bir cemaat lideri: “Kafirlerle mücadele bize dinimizin emridir!” demiştir.
Filistin asıllı ilahiyatçı Dr. Abdullah Azam masum insanların öldürülmesini şöyle meşrulaştırıyor: “Çok açık ve net konuşacağım. Bizler Müslümanlara karşı çok yumuşak ve zelil, Allah’ın düşmanlarına karşı teröristiz.” (Vatan. 18.11.2003)
Ç. Yine İtalya’da Torino’nun Carmagnola İlçesi’nde oturan Abdülkadir Mamur adlı Senegal vatandaşı bir imam; vaazlarında sık sık cihat ilan edip kanlı saldırılar ve ölümlerden söze ederek İtalya’nın 19 askerinin öldüğü bir dönemde “Cihat uğruna canlı bomba olacağını” söylediği için İtalya’dan sınır dışı edilmesine karar verilmiştir (Hürriyet, 19.11.2003).
Şimdi, İslam’ı olduğundan başka gösteren bizim sağlıklı düşünme yeteneğini yitirmiş ilâhiyatçı olan ve olmayan profesörlerimiz, aydınlarımız; bu kadar okuyorlar, yazıyorlar da Alemlerin Rabbi olan bir Tanrı’nın nasıl olup da Müslümanlara “Kâfirleri bulduğunuz yerde öldürün!” der diyemiyor. (K. 9/5)
Ne var ki sağduyusunu yitiren bizimkiler diyecekler ki “Bütün bu öldürme ayetleri düşmanlar için ve savaşta söz konusudur!” Öyle ama İslam dünyasında daha doğar doğmaz bir Müslüman çocuğunun kulağına kâfirlerin düşman olduğu fısıldanmıyor mu? Ama kabul edemedikleri bir olgu var. İslam’da din uğruna cihat ve fetih akidesi var. Okula başlar başlamaz kâfirlere karşı düşmanlık, kin ve nefret öğretisi dayatılmıyor mu? Bütün okullarda, kurslarda ve camilerde yedisinden yetmişine kâfir denilen Hıristiyan ve Musevi dünyasına düşmanlıkla eğitilmiyor mu?
Şimdi İspanyollar, Bizanslılar, İranlılar, Türkler Müslümanlara savaş mı açtılar. Hayır onlar durup dururken, Müslümanlar onlara, “İmana geleceksiniz!” diye saldırdılar. Mallarını yağmaladılar. Eli silah tutanları tutsak aldılar, kadınlarını cariye, erkeklerini köle yaptılar.
Bu iş Mekkeli müşriklerin, Bedir’de, kervanlarını yağmalamakla başladı. Bir Müslüman için düşman yaratmak için neden mi yok…
Tarihi dikkatle incelersek İslam’ın ilk yayıldığı yıllarda Müslümanlara bir tek saldırı olmuştur. O da Bedir’de malları yağmalanan Mekkeli Müşriklerin oluşturdukları kalabalıkla Uhud’da Müslümanlara saldırmasıdır. Taa ki Haçlı savaşlarına kadar Müslümanlar savaşı, genellikle, bir geçim yolu olarak kabul etmişlerdir.
Evet İslam’da barış, hoşgörü, huzur, mutluluk, sevgi, şefkât vardır. Ama bu yalnız müminler içindir… İslam’da Müslüman olmayanlara dostluk yoktur. İşe kanıtı: “Yahûdî ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (K. 5/51)
İslâmiyet’ten altıyüzyirmi yıl önce gelen İsa’ya “Düşmanlarınızı sevin!” diye vah yeden bir Tanrı sonradan fikrini değiştirir mi?
Gerçek saygısı denen bir şey var yahu! Bu allâmeler de hiç mi gerçek saygısı yok! Niçin bu masum halkımıza gerçekleri söylemiyorlar da olmayanı var gösteriyorlar. Müslümanlara göre gayr-i Müslimlerin ülkeleri “Darül Harb” değil mi? Türkiye Cumhuriyeti bile Laiklik ilkesi gereği dinsel hükümleri devlet ve toplum yönetiminde uygulamadığı için radikal İslamcılar tarafından “Darül Nifak” ve hatta “Darül Harb” olarak kabul edilmiyor mu?
Evet, bu İslam terörünün ayyuka çıkmasında; başta Amerika, İsrail olmak üzere Hıristiyan ülkelerin İslam’ı aşağılaması (Hor görmesi) petrollerine ve diğer doğal kaynaklarına göz koymasının da önemli rolü vardır.
Yurdumuzdaki terör olayları ile Hükümetimize de mesaj verilmektedir. Bu mesaj: ABD ve İsrail ile işbirliğine girersen, AB girmek istersen, verdiğin sözü tutarak türbanı ve çarşafı kamu alanından dışlarsan, İmam Hatip Liselerinin önünü açmazsan olacağı budur…
Ne var ki işlediğimiz konu bu değildir. Konumuz İslam’ı şirin göstermek amacı ile gerçekleri saptıranlara gerçekleri göstermektir. Ama şu konuya açıklık getirmekte yarar varır: Dünya çapında oluşan bu İslam’i terörün amacı: İslâm’a karışan öldürülecektir. (Bk. K. 5/33)
İslam uğruna sağlıklı düşünme yeteneğini yitirmiş allâmelerin yukarıda örneklediğim âyetleri bu güne değin dile getirdiklerini gördünüz mü? Şimdi ben bu allamelere “Yalanınız bata sizin!” dersem haksız mıyım?
Av. Hayri Balta, 19.11.2003
X
CENNETE GİTME HASTALIĞINA YAKALANANLAR
Geçen haftaki giriş sayfamızda Serdar adlı bir okurumuz Kuran için: “1400 yıl inmiş kitapta bilimin şu an bulduğu bir çok teknolojik yenilik o zamandan bahsedilmiştir.” demekte idi.
9.11.2003 tarihli Vatan gazetesinde ise Süleyman Ateş: “Kuran, gerçekleri 1400 yıl önce haber vermiş” diyerek birkaç örnek gösteriyordu.
Ömer Çelakıl adında biri yayınladığı: “Kuran’ı Kerim’in Sırları” ve “Kuran’ı Kerim’in Şifresi” adlı kitaplarında: “Ay’a çıkış tarihinin, uçağın, telefonun, teleskopun, helikopterin, telgrafın, telefonun, otomobilin, Edison’un ampulü buluşunun, ilk uzay araçlarının, bilimsel buluşların, ulaşım araçlarının, iletişim teknolojisinin…” Kuran’da bildirildiğini ileri sürerek bizim aklımızı çelmeye çalışıyordu.
Cevat Babuna adlı bir doktor ise Vatan gazetesinin 2003 Ramazan sayfasında bir ay boyunca Din ile Bilimin çatışmadığına ilişkin görüşler ileri sürdü durdu…
Bu yazılar yazarlarının cehaletlerini sergiliyordu. Kuran’ı; bir bilim, teknoloji kitabı olarak tanıtmakla onu yücelttiklerini sanıyorlardı. Oysa Kuran’ın ne bilimle ne teknoloji ile ilgisi vardı.
Kuran; çağının toplumsal kültürünü ve bilgi birikimini yansıtan, mitolojik söylentileri aktaran, tarihsel bilgiler veren, günün olaylarına çözüm getiren, insanın kendini eğiterek olgun bir insan olması için nefsi ile mücadele etmesi gerektiğini ileri süren bir kitaptır. Bunun yanında siyaset gereği Hak dini kabul ettirmek için Müslümanları kafirlerle cihada ve savaşa motife etmiştir.
Gerçeği öğrenmek isteyenlere Kaynak yayınlarınca yayınlanan Prof. Dr. İlhan Arsel tarafından yazılan “Kuran’ın Eleştirisi” 1, 2, 3 ciltlik kitapla birlikte Cumhuriyet Kitapları serisinde yayınlanan ve Erdoğan Aydın’ın “İSLAMİYET ve BİLİM-İslâmiyet Gerçeği” adlı kitabı okumalarını öneririm. Adını verdiğim bu kitapları okuyanlar yukarda adı geçenlerin nasıl desteksiz attıklarını göreceklerdir.
1400 yıl önce kültürel birikime göre insanlar; insanın biyolojik yapısı hakkında bile yeterli bilgiye sahip değildi. Örneğin erlik suyunun (Meni, sperm, atmık…) hakkında Kuran’da şöyle yazmaktadır: “Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atıla gelen bir sudan yaratılmıştır.” (K. 86/5-7 DİB)
Oysa ansiklopedilerde ve cinsellikle ilgili bütün kitaplarda, erlik suyunun erkeğin yumurtalıklarında oluşarak kasıklara yakın bir yerde depo edildiğini, zamanı gelince sperm kanalından atıldığını bildirmektedir. Kuran Allah tarafından gönderilmiş olsaydı Allah; kendi yarattığı varlığın erlik suyunun nerede oluştuğunu bilmez mi idi?
Daha ilkokulda bile, mehtapsız gecelerde daha sık gördüğümüz yıldız kaymasının, gök taşlarının atmosfere girince sürtünmesinden dolayı yandığı için ışık saçtığı öğretilirdi. Ama bu konuda Kuran şu açıklamayı yapmaktadır: “Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa parlak bir ateş onu kovalar.” (K. 15/18 DİB)
Yorumcular bu ayeti: “Allah’ın meclisinde konuşulanları dinlemek için kulak kabartan şeytana Allah tarafından atılan ateş parçası” olarak yorumlar. Bu konuda bir başka ayette de şöyle denilmektedir: “And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.” (K. 67/5. DİB). Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler Sahih-i Buhari Muhtasarı. DİBY 8. Baskı. 1985 2. Cilt. S. 763’e bakabilirler.
Eğer dedikleri gibi Kuran Allah tarafından gönderilmiş bir bilim ve teknoloji kitabı olmuş olsaydı Allah göktaşlarının nasıl oluştuğunu böyle mi açıklardı?
Bilindiği gibi Asr-ı Saadet döneminde bile müminlerin evinde ayakyolu (Abdesthane, hela, tuvalet, yüznumara…) yoktu. Peygamber ve Ehl-i Beyti de dahil bütün müminler ihtiyaçlarını görmek için evden biraz uzaklaşarak bir çalılığın, bir tümseğin arkasına çömelerek ihtiyaçlarını görürlerdi. Temizliklerini taşlarla, kemiklerde ve başka sert maddelerle yaparlardı.
Allah; “Ay’a çıkış tarihi, uçağın, telefonun, teleskopun, helikopterin, telgrafın, telefonun, otomobilin, elektriğin, ilk uzay araçlarının, bilimsel buluşlar, ulaşım araçları, iletişim teknolojisi…” hakkında bilgiler vereceğine, Nuh peygambere gemi yapmayı örettiği gibi, zaruri bir gereksinim olan helâ yapımı da müminlere öğretemez mi idi?
İnsanlara gerçekleri anlatmadan onları nasıl bilinçlendireceksiniz? İnsanları yalan yanlış bilgilerle gaza getirirsen; oda işte böyle, biran önce cennete gidip hurilerle-gılmanlarla yaşama sevdasına düşerek canlı bomba olur….
Bir toplumda birkaç kişi yeni bir hastalığa yakalanırsa doktorların ilk yapacağı hastalığın nedenini araştırmaktır. Doktorlar bilirler ki hastayı iyi etmenin yolu hastalığı oluşturan etkeni bulmaktan geçer.
Şimdi yetmiş milyonluk yurdumuzda yedi-sekiz bin kişi cennete gitme hastalığına tutulmuşsa bu hastalığın nereden kaynaklandığını bulmak siyaset doktorlarına düşer. Ne var ki siyaset doktorlarımız da cennete gitme hastası. Bu nedenle siyasetin baştabibi ” minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerimiz,!” demedi mi? İşte şimdi mümin askerler cihada geçti…
Dinin toplumsal bir olay olduğunu ve din eğitimini akılcı, bilime uygun, gerçekçi açıdan anlatmadan bu cennete gitme hastalığına tutulmuşların elinden kurtulamazsınız. Dinci terörü önlemenin yolu halkımıza geçekleri saptırmadan anlatmaktan geçer. Aksi takdirde biran önce cennete gitme hurilerle-gılmanlarla yaşama hastalığına tutulmuş olanlar Müslüman olmayanları imana getirmek için dünyamızı cehenneme çevireceklerdir.
Bilinmelidir ki Müslüman olmayanlara Hak dini kabul ettirmek için ölmek ve öldürmek cennete gitmenin en garantili ve en kestirme yoludur. H.B. 3.12.2003
X
TANRI FİKİR DEĞİŞTİRİR Mİ?

Evrenin yazgısını belirleyen, geçmişi geleceği bilen, dilediğini yapan ve dilediği dışında hiçbir şey olmayan Tanrı fikir değiştirir mi?
Kutsal kitapları incelediğimiz zaman Tanrı’nın sık sık fikir değiştirdiğini görüyoruz… Tanrı’nın sık fikir değiştirmesini onun Tanrısal niteliği ile nasıl bağdaştırabiliriz?
Örneğin Tanrı; Muhammet’ten 620 yıl önce gelen Peygamberi İsa’ya şöyle vahyediyor:
1. “ ‘Göze göz, dişe diş’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Size karşı davacı olup gömleğinizi almak isteyene ceketinizi de verin. Sizinle bir adım gitmek isteyenle bin adım gidin. Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin.” (İncil. Matta. 5/39-42)
2. “ ‘Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanınızı sevin, size zulmedenler için dua edin… Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur?” (İncil. Matta. 5/44-46)
Dikkat edilirse yukarıda verilen örneklerde altı çizili ayetler Tanrı tarafından Musa Peygambere vahyedilmiş ayetler olup Tevrat’ta geçer. İsa’dan önce gelen Musa’ya “Göze göz, dişe diş” deme yanında “Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin” diyen Tanrı; bu sözleri söyledikten sonra gönderdiği Peygamberi İsa’ya “Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin” ve yine “Düşmanınızı sevin, size zulmedenler için dua edin…” diyor…
İşin en ilginçi İsa’dan 620 yıl sonra gelen bir başka Peygamberine de, bir kez daha fikrini değiştirerek:
1. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse savaşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (K. 2/193. 8/39)
2. “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin, her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” (K. 9/5)
3. “Kitap verilenlerden Allah’a, ahrete inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram saydığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (K. 9/29) diyor.
İslam söylemine göre bizim için bin yıl olan zaman Tanrı’ya göre bir gün gibidir. Görüldüğü gibi Tanrı; kendi zaman ölçüsüne göre, bir gün içinde üç kere fikir değiştiriyor. Musa’ya “Göze göz, dişe diş” ve “Düşmanından nefret edeceksin” dedikten sonra İsa’ya: “Kötüye karşı direnmeyin. düşmanınızı sevin” diyor ve arkasından Muhammed’e: “Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün ve cizye verene kadar onlarla savaşın” diyor.
Peygamberlerin ağzına bakarsak Tanrı; ağzından çıkanı kulağı duymayan, bir dediği birbirini tutmayan tutarsız bir varlık gibi görünüyor.
Biliyorum; Allahlarına, peygamberlerine toz kondurmamak için bin dereden bin kova getirmekte çok usta olan din savunucuları düşünmeden hemen “Efendim, gerek Tevrat ve gerekse İncil tahrifata uğradığı için Kuran’a ters düşmektedir!” diyeceklerdir.
Bir kere eğer İsevi’ler Tevrat’taki “düşmanından nefret edeceksin” sözlerini değiştirip yerine “Kötüye karşı direnmeyin, size zulmedenler için dua edin, düşmanınızı sevin” diye değiştirmişlerse Tanrı’ya yakışır biz iş yapmışlardır. Çünkü Tanrı kendi yarattığı insanları birbirine öldürtmez.Tanrı’nın yüceliğine barış, kardeşlik, ve sevgi yakışır.
Hadi Müslümanların tahrifat savını kabul edelim. Ama Kuran’da bile Tanrı’nın sık sık fikir değiştirdiğini görürüz. Bunlara örnek göstermek gerekirse: İçki konusu, kıble konusu gibi… Hele aşağıdaki şu ayetlerin savunulacak yanı yoktur…
1. “Ey Muhammet! Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez; fakat, Allah dilediğini doğru yola iletir… “ (K. 2/272)
2. “Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (K. 10/99) diyen Tanrı nasıl olur da aynı kitabında böylesine güzel ve barışçı sözlerinden vazgeçerek
1. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın.” (K. 2/193; 8/39) ve yine:
2. “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün” (K. 9/5) der.
Hala aklınızı kullanmayacak mısınız? Hala Tanrı’ya tutarsızlığı yakıştıracak mısınız. Böyle yapmakta direnirseniz Tanrı’dan uzak düşersiniz ve Tanrı’yı ne dediğini bilmeyen tutarsız bir varlık konumuna düşürürsünüz….
Bilin ki Peygamberlerin getirdiği dinler Tanrı’dan değildir, Kendi dünya görüşlerindendir. İnandırıcılık sağlamak ve otorite kurmak için kendi sözlerini Tanrı’ya mal etmişlerdir. Bunun içindir ki çoğu zaman din mensuplarına; Musevi, İsevi, Muhammed’i denmiştir. Doğrusu da budur.
Nasıl ki Mustafa Kemal’i sevip arkasına düşünlere Atatürkçü, Karl Marks’ı sevip arkasına düşenlere Marksist deniyorsa; Musa’nın arkasına düşenlere Musevi, İsa’nın arkasına düşenlere İsevi, Muhammed’in arkasına düşenlere de Muhammed’i denmiştir ve doğrusu da doğrudur… Çünkü, Tanrı’nın dininde insanların birbirlerini öldürmesi yoktur; sevmesi vardır. O, Rabbi lalemindir. Gelin Peygamberlerin arkasına düşerek Tanrı’yı sık sık fikir değiştiren bir varlık yerine koymaktan vaz gecelim. Tanrı’ya saygısızlık etmeyelim.
Tanrı’yı; kendi dünya görüşünü kabul ettirmek için, birbirlerini öldürenlerin ve öldürtenlerin elinden kurtaralım. Tanrı olarak: Aklı, bilgiyi, erdemi, sağduyuyu, vicdanı doğruluğu, dürüstlüğü, güzelliği, sevgiyi kabul etme yanında; üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa’nın ve Evren’in yasaları ile toplumun iyiliği için konan toplum kurallarını kabul edelim. Çünkü yüce olan bu anlayış, duygu ve düşüncelerdir. Bu kavramlar ve kurallar yüce olduğu için Tanrı kavramı ile ifade edilir.
Gelin yüce kavramların arkasına düşelim. Din adına birbirimize düşmanlık beslemeyelim. Öldükten sonra gideceğimiz, hesap vereceğimiz bir yer yoktur. Bu nedenle suçluğu olduğuna kesin hüküm verilenlerin cezasını bu dünyada verelim. Cennet hayali ile yaşayacağımıza bu dünyamızı cennete dönüştürelim. Daha ben sizlere ne diyeyim?
H. B. 10.3.2003
X
TANRI BEDDUA EDER Mİ?

Tanrı beddua eder mi sorusu elbette yakışıksız bir soru? Yüce bir kavram olan Tanrı’ya elbette beddua etmek yakışmaz… Ne var ki Kuran’da; Tanrı’nın, birçok ayette beddua ettiğini görüyoruz..
Beddua sözcüğü bileşik bir sözcüktür. Bed, Farsça kökenli olup; çirkin, kötü, fena anlamına gelir. Dua ise yüce bir varlığa yalvarışı, yakarışı ifade eder.
Beddua aynı zamanda bir aczin ifadesidir. Umarsız kalan kişi kendisine kötülük eden kişi karşısında aciz kalınca “Seni Tanrı’ya havale ediyorum!” diyerek çaresizliğini dile getirir.
“Allah, dilediğini mutlaka yapan” (K. 85/16) olduğuna göre niçin çaresiz kalan kişiler gibi kendisini kızdıran bir kişiyi kendisinden daha güçlü bir varlığa havale etsin. Tanrı’dan daha yüce olan var mı ki?
“Allah dilediğini mutlaka yapan” (K. 85/16) dendiğine göre; niçin, bu ayetin beş-on ayet altında şöyle deniyor: “Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın!” (K. 85/7)
Bu ayetten anlaşılıyor ki müşriklerden kimileri; atalarının dinini bırakarak Müslüman olan birini yakalayarak eski dinine dönmesi için işkence yapıyorlar. Tanrı da yapılan bu işkenceye bakıp duruyor. Onların cezasını hemen vereceğine, sanki kendisinden daha güçlü bir varlık varmış gibi ceza vermeyi ona havale ediyor. “Canınız çıkar inşallah!” diye beddua ediyor: Oysa aynı kitapta şöyle bir ayet de var: “Rabbin cezası pek çabuk olandır!” (K. 6/165) Denilmek isteniyor ki: Tanrı, suç işleyenin cezasını hemen verir…
“Cezası pek çabuk olan” Tanrı, kendisine inanan mümine işkence yapanların cezasını hemen vereceğine; zalime gücü yetmeyen zavallı bir insan gibi “Canınız çıkar inşallah!” der mi?.
“Ol deyince istediği şey hemen oluveren”( K. 2/117. 3/47, 59. 16/40. 19/35. 36/82. 40/68. 50/54…) bir Tanrı nasıl olur da çaresiz kalan bir insan gibi beddua ederek zalimin cezasını kendisinden daha güçlü bir varlık varmış gibi ona havale eder?
Kuran’ın birçok ayetinde Tanrı’nın beddua ettiğini görüyoruz. Bunlara bir örnek daha vermek gerekirse:
“Allah onları yok etsin!” (K. 9/30). Kuran’a, Tanrı sözü (Allah kelamı) dendiğine göre Tanrı’nın üstünde bir Tanrı mı var ki; Tanrı, ceza vermeyi kendi Tanrı’sına havale ederek: “Allah onları yok etsin!” (K. 9/30) diyor…
Bu sorulara aklını Allah’a ve imana kurban etmiş Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman ateş, Bayraktar Bayraklı ve benzerleri ne der bilmem. Muhakkak akla-hayale gelmedik şekilde kıvırtacaklardır. Onlar ne söylerlerse söylesinler ben gerçekleri, giderayak, açıklamayı bir görev biliyorum.
İşkence yapanlarla, işkence yapanları seyredenlere “Canınız çıksın!” sözünü İslam Peygamberine yakıştırabiliriz ama Tanrı’ya asla…Çünkü Peygamber de bir beşerdir aciz kaldığı zamanlar olmuştur; ama Tanrı’yı aciz konumuna düşürmek, ona beddua etmeyi yakıştırmak Tanrı’yı bilmemek yanında O’na saygısızlıktır.
Ezoterik bilgi sahibi olan kişiler (Batını din bilgileri, İlm-ü ledün, gizli din ilmini bilenler..) Tanrı ve din konusunda sıradan halkın düşündüğünden başka düşünürler. Bu düşündüklerini ise sıradan kişiler değil seçkin kişiler (hassu’l havas olanlar) anlar.
Bu anlayışa göre ezoterik ilim sahibi kişiler; anlayışta, kavrayışta, bilgide, bilgelikte, erdemde, dürüstlükte üstün oldukları için Tanrı sıfatı ile nitelendirirler… Böyle nitelendirilen kişilerin söyledikleri sözlere de Tanrı sözü (Allah kelamı) denir. Yoksa öyle sanıldığı gibi insanın dışında, maddenin dışında; peygamber gönderen, kitap indiren bir varlık yoktur…
İslam peygamberine gelinceye değin Tanrı ve Tanrı sözü deyimleri bu şekilde anlaşılırdı. Örneğin Kuran’da İsa için Rûhullah (Allah’ın ruhu) deyimi kullanılır. (Bakınız: 5/110. 21/91) Ayrıca Kuran’da İsa için: Kelimetullah da (Allah’ın sözü…) denir (K. 3/45)
Burada sırası gelmişken bir gerçeği daha açıklamak gereği duyuyorum. Kuran, İslam peygamberini “Resulullah” (Allah’ın elçisi) olarak nitelerken; İsa’yı, Rûhullah” (Tanrı’nın ruhu); “Kelimetullah” (Tanrı’nın sözü) olarak niteliyor. Bizim kafası çalışmayan ilahiyatçılarımız ise bu vurguya dikkat etmiyor.
Din edebiyat ve felsefesinde: olgunlaşmış erdemli insanlara Tanrı; sözlerine de Tanrı sözü denmesi 12 bin yıllık bir ezoterik bilgi birikimi gereğidir. Örneğin; Buda’ya kurtarıcı anlamında Tanrı denir. Hindistan’da Hintlilerin bir kesimi Krişna için “Yüce Tanrı’nın kişiliğidir” der ve öyle ki ona “Rab” olarak dua ederler.
Bu gün Hindistan’da yaşayan Satya Sai Baba da ezoterik anlayışa sahip bir kişi “Ben Tanrıyım!” demekte ve her ay düzenlediği ayinlerde kendisine inananların başına, eli ile hiç yoktan küller yağdırmakta ve kimilerinin boynuna da hiç yoktan madeni kolyeler takmaktadır.
Bu olağanüstü gösterileri gidip gelenlerden duyduğum gibi getirdikleri filmleri de izleyerek gördüm. Ulusal basınımızda da Satya Sai Baba hakkında yapılmış birkaç röportaj vardır. Parası çok olanlar, geziyi sevenler, Hindistan’a giderek Satya Sai Baba’yı ve yaptığı mucizeleri bizzat görebilirler.
Ezoterik ilim gereği “Ben Tanrı’yım!” deyenlerin başında da İsa gelir. Gerek İsa’nın ve gerekse diğer ezoterik bilgi sahibi kişilerin; örneğin Hallac-ı Mansur, Nesimi gibilerinin ve daha başkalarının “Enel Hak!”, “Ben Tanrı’yım demeleri de ezoterik bilgi yoğunluğundandır. Mevlana’nın öğrencilerinden Süryanus da Mevlana için: “Tanrıları yaratan Tanrı!” demiştir. (Bk. ÂRİFLERİN MENKIBELERİ. 1. Cilt. Ahmet Eflâkî. S. 300-304)
Bu din bilginlerinin “Ben Tanrı’yım!” demekle neyi amaçladıklarını anlamak isteyenler şu kitabı da okuyabilirler: “Mesih İsa’nın Tanrılığı. Kutsal Kitaba Dayalı Bir Savunma. Josh Mc Dowell&Bart Larson. Çev. Fikret Böcek Zirve Yayınları.” Bu yazımı tamamlayıcı olarak sağdaki ve soldaki yazılara da bir göz atmanızda yarar var.
Gelin şu cahil ilahiyatçıların sözlerine itibar etmeyelim. Çünkü onların sözüne itibar ettikçe emperyalist ve kapitalist dediğimiz insanlardan geri kalarak onlara el açmaktayız ve verdikleri ev ödevlerini yapmaktayız.
Bilin ki, Allah billah deyerek; ne mana âleminde ne de madde âleminde kurtuluşa eremezsiniz. Erseydi Molla Ömer, Usame Bin Ladin, Saddam Hüseyin ererdi.
Kurtuluşa ermenin yolu: Dinsel düşünceyi asar-ı atika olarak incelemek ve dinleri insanların vicdanına özgülemek, din adamlarının toplum, devlet yönetiminde ve insanların yaşamında söz sahibi olmasını önleyerek akla sarılmaktır.
H.B. 17.12.2003
X
TANRI ÇELİŞKİYE DÜŞER Mİ?
Böyle bir soru sorulur mu? Tanrı’nın kitabında çelişki olur mu?
Hem imam, hem ilahiyatçı profesör, hem hukukçu ve hem de CHP Milletvekili olan Yaşar Nuri Öztürk; “Kuran, Tanrı sözü olup içinde hiçbir çelişki yoktur!” der. Kendisi gibi profesör olan diğer ilahiyatçılar da böyle der.
Y. N. Ö.’nün 25.1.2002 tarihli Star gazetesinde şöyle yazar: “Kuran, daha ikinci sayfasında; kendisini, çelişme, tutarsızlık ve kuşkudan arınmış kitap olarak sunuyor” dedikten sonra şu âyeti örnek gösterir: “Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitaptır.” (K. 2/2)
Y.N.Ö. şu ayeti örnek gösterseydi daha kanıtlayıcı olurdu: “Kuran’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (K. 4/82)
Şimdi Kuran’ın Tanrı sözü olup olmadığını ve içinde çelişki bulunup bulunmadığını inceleyelim:
“K. 4/78: Onlara bir iyilik gelirse: ‘Bu Allah’tandır’ derler, bir kötülüğe uğrarlarsa “Bu senin tarafındandır!” derler. Ey Muhammed de ki: “Hepsi Allah’tandır.”
“K. 4/79: Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana isabet eden her kötülük kendindendir.”
Birinci ayette “Sana gelen iyiliğin de, kötülüğün de hepsi Allah’tandır.” denirken; hemen arkasından gelen ikinci ayette “Sana gelen iyilik Allah’tan; sana gelen kötülük kendindendir” deniyor.
Bir de arka arkaya gelen şu iki ayete bakalım
“K. 76/29: Bu sadece bir öğüttür; dileyen Rabbine giden yolu tutar.”
“K. 76/30: Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”
Bu ayetlere göre de “Dileyen Rabbine gider denirken” hemen arkadan gelen ayette “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” deniyor.
Hadi diyelim Tanrı dilediği için İslam peygamberi “Kafirlerin boynunu vuruyor, parmaklarını doğruyor.” (K. 8/12). Peki şimdi de Tanı dilediği için mi Bush, İslam ülkelerini bombalıyor, yakıp, yıkıyor. Yapmayın yahu, Tanrı böyle iş yapar mı, kafayı mı oynattınız siz, bunadınız mı?
Tanrı dilemezse insan dilekte bile bulunamıyor. Tanrı, kendisinden beklenilmeyecek şekilde insan aklına (iradesine) posta koyuyor. İnsan denen yüce varlığın iradesi yok sayılıyor. Tanrı, insanı kendisinin bir robotu gibi görüyor.
Tanrı insan aklına hem posta koyuyor; hem de “benim iznim olmadan sen aklını kullansan bile Rabbine giden yolu bulamazsın” diyor. Sonra da kendisi dilemediği için doğru yolu bulamayan insanı; “Günah işledin gel bakalım” diyerek, kulağından tutup cehenneme sokuyor.
Hele şu ayete bir göz atın ondan sonra istihareye yatın. Neymiş de Tanrı, cehenneme söz vermişmiş de sözünü yerine getiriyormuş. “Biz dilesek herkese hidayet verirdik; fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağıma dair benden söz çıkmıştır.” (K. 32/13)
Her şeyi bilen gören Tanrı; cehennemin dolu mu, boş mu olduğunu bilemez mi de iki de bir Cehennem’e sorar: “O gün cehenneme: ‘Doldun mu?’ deriz. O: ‘Daha var mı?’ der.” (K. 50/30)
Görüldü gibi koskoca Tanrı, hem bize hidayet nasip etmiyor; hem de, günahkarlar mekanı Cehenneme verdiği sözü yerine getirmek için Hayri Balta’yı ve Hayri Balta gibileri kulağından tutup cehenneme tıkıyor.
Yukarıda örneklediğimiz ayetlerde kuşkuya yer kalmayacak şekilde bir çelişki (Tezat-tutarsızlık) yok mudur? Bakalım kendini allame sananlar, bu çelişkileri nasıl açıklayacaklardır.
İnanınız ki eğer Tanrı’nın madde olarak, varlık olarak, zat (kişi) olarak var olduğuna zerrece inansam bir an duraklamadan kendisine sorardım: “Hem bize hidayet nasip etmiyorsun; hem de bizi cehenneme atıyorsun! Bu senin adaletine sığar mı?” derdim…
İslam’da takdiri ilahi diye bir kavram vardır. inandım anlamına gelen islamın amentüsünde de şöyle denir: “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanırım.”
İslamın bu amentüsünde kaza ve kader, hayır ve şerr Allah’tandır denirken nasıl olur da “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana isabet eden her kötülük kendindendir.” (4/79) denebilir… En aşağıdaki olan ve olacak her olayın Tanrı’nın takdiri ile olduğunu gösteren ve İnsan iradesini yok sayan ayetlere bakınız:1
Bütün bu tutarsızlıkların nedeni: Tanrı, Tanrı sözü (Allah kelamı) kavramının hangi anlamda kullanıldığının bilinmemesindendir. Bu konuda Şeyh Bedrettin Simavi şöyle demektedir: “Kuran, Muhammed’in sözüdür. Ama Tanrı sözü demeyen kafir olur.” (Varidat) Tanrı ve Tanrı sözü ile neyin amaçlandığını öğrenmek isterseniz “ÂRİFLERİN MENKIBELERİ. Ahmet Eflâki. MEB yayını. 1. Cilt. S. 300-304’e bakmanızı öneririm…”
Eğer bizim ilahiyatçı allameler Abbasiler döneminde kalkıp Kuran Allah’ın kelamı demiş olsalardı zindana atılırlardı, bir güzel dayak yerlerdi, belki de kelleyi verirlerdi. Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler “Osman Keskioğlu’nun Nebioğlu Yayınevi’nce yayınlanan “KURAN TARİHİ” adlı kitabının. Birinci basım. 231-244 sayfalarına bakabilirler. Bu eser Diyanet İşleri İnceleme Kurulunca tetkik dilerek değerli ve faydalı bulunmuştur. Ayrıca Diyanet İşleri Müşavere Heyetinden takdir kazanmış ve tavsiye edilmiştir.
İnsan dışında bir Tanrı yoktur ki peygamber göndere, kitap indire. Tanrı da, şeytan da, cennet de, cehennem de bunların anladıklarından başka anlamlar içerir.
Bunlar hep simgesel anlatımlardır. Bu kavramların hepsi de insan ruhunun niteliği ile ilgilidir. Bu kavramların hangi anlamda kullanıldığını araştırmak yerine, işin kolayına kaçarak Tanrı’yı kendi dışlarında arıyorlar. Böylesine bir cehalet ilimle bile tahsil edilemez.
Önemle belirteyim ki Tanrı için, din için kendini aydın sanan ilahiyatçıların, dincilerin diyanetçilerin arkasına düşenler gerçeği göremez. İşte bunların en ileri gelenleri sahtekarlıktan hüküm giydi. Çömezleri de yargıdan kaçarak milletvekilliği dokunulmazlığının arkasına sığındı.
H.B. 23.12.2003
+
1İnsan iradesini yok sayan ayetler: 6/2,35,38,59_ 7/34_ 9/51_ 10/19,33,49_11/6_12/67_13/31,38_15/4,5,24_16/61_17/58_19/21_22/70_25/2_27/75_29/5,53_32/3_34/3,30_35/11_36/12_40/6_54/49,52,53_56/50,60_57/22,23_59/3_63/11_64/11_65/3_71/4_72/25, 28_78/17
x
TANRI YEMİN EDER Mİ?

Yemin, yemin eden varlığın, kendisinden daha güçlü bir varlığı kefil göstererek taahhüt altına girmesidir.
Sözcükler, “yemin” için şöyle der: “Bir iddiayı kuvvetlendirmek için Allah adını anma. Allah’ı şâhit tutma…”(Büyük Türkçe Sözlük. D. Mehmet Doğan. Vadi Yayınları.)
“Sözü Tanrı adı ile kuvvetlendirme.” (Osmanlıca-Türkçe Sözlük. Mustafa Nihat Özön)
Atalarımız da şöyle der: “Doru söz, yemin istemez.”
İncil’de de şöyle söylenir: “Ve yine, eski zaman adamlarına: ‘Yalan yere yemin etmeyeceksin, fakat yeminlerini Rabbe ödeyeceksin.’ denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Asla yemin etmeyin! Ne göke, zira o Tanrı’nın tahtıdır; ne yere, çünkü onun ayaklarına basamaktır. Ne de Yeruşalim’e, zira o büyük Melikin şehridir. Başına da yemin etmeyeceksin; çünkü sen bir tek saçı ak yahut kara yapamazsın. Fakat sözünüz: Evet, evet! Hayır, hayır! olsun; bunlardan ziyadesi şerirdendir” (İncil. Matta. 5/32-37)
Bu ayetten anlaşılıyor ki Tevrat’ta da, İncil’de de “insanın yemin etmemesi” emrediliyor. … Ama ne görüyoruz: Tevrat da, İncil de yemin etmeyi yasaklayan Tanrı; bizzat kendisi, Kuran’da, yeminle söze başlıyor. Bir kaç örnek vermek gerekirse:
“Ey insanlar! Sıra sıra duran ve önlerindeki sürdükçe süren ve Allah’ı andıkça anan meleklere and olsun ki…” (K. 37/1-3)
”Sâd; öğüt veren Kurân’a and olsun ki, inkâr edenler gurur ve ayrılık içindedirler.” (K. 38/1-2)
“Tur’a, ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb’a ma’mur bir ev olan Kâbe’ye, yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize and olsun ki…” (K. 52/1-8)
“Batmakta olan yıldıza and olsun ki…”(K. 53/1)
Tanrı, Kuran’da daha birçok sureye yemin ederek başlar. Oysa bir Tanrı’ya yemin yakışmaz. Çünkü yemin; zayıf durumda olan, sözlerine güvenilmeyen bir kişinin sözlerine inandırıcılık sağlamak amacı ile Tanrı adı ile güçlendirdiği bir inandırmaya çalışma yoludur. Özellikler cahil kişiler iki sözün birinde “Allahım’a, kitabıma yemin ederim ki!” diye söze başlar.
Tanrı’nın sözlerinde değişme olmayacağına ve bulamayacağımıza göre (K. 6/115. 17/77) Tanrı; Tevrat’ta, İncil’de bütün insanlara “Yemin etmeyiniz, sözünüz evet, evet! Hayır, hayır olsun!” dediğine göre nasıl olur da Kuran’da bizzat kendisi sözlerine yemin ile başlar…
Halkımız şöyle bir kanıya varmıştır. “Yemini bol olanın yalanı çok olur!”
Tanrı zayıf durumda olmayıp çok güçlü, istediğini istediği an yapabilecek bir konumda olduğu ve de yalan söylemeyeceği için yemine başvurmaz. Bu sonuca göre Tanrı’dan daha büyük güçlü bir varlık mı var ki Tanrı “Eğer yalan söylüyorsam o cezamı versin!” anlamına gelecek şekilde yemin ediyor.
Geçtiğimiz Ramazan ayı içinde 27.10.2003 tarihli Dünden Bugüne Tercüman gazetesinde “ALLAH’A YAKIN KİŞİLERİN HASLETİ” başlığı altında şöyle yazıyordu: “Ne yalan ne de gerçek yere and içmemek!”
Tercümanı’nın Ramazan sayfasını muhakkak din konusunda uzman bir kişi hazırlamıştır. Bu kişinin Kuran’ı okumamış olduğu varsayılamaz. Okumuştur, ama düşünerek değil kendi görüşüne destek sağlayacak ayetleri bulmak amacı ile okuduğu için akla, mantığa aykırı ayetler dikkatini çekmemiştir.
Tercüman’a göre “Ne yalan ne de gerçek yere and içmeyenler” Tanrı’ya daha yakın kişiler olacağına göre; acaba yemin eden Tanrı’nın konumu ne olacaktır? Tanrı, yemin ettiğine göre bizzat kendisi “Tanrı’nın Özelliklerinden” uzak mıdır?
Hala akıl edilmeyecek mi? “Tanrı yemin eder mi?” diye düşünülmeyecek mi
+
Görüldüğü gibi olayı eşeledikçe içinden çıkılamaz duruma geliyoruz. Kuran, insanın bu duruma düşmemesi için düşünmeyi yasaklamıştır. Okuyalım:
“Onların çoğu, ancak zanna tabi olurlar. Zan ise haktan bir şey ifade etmez.” (K.10/36)
”Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi bundan mesuldür.” (K. 17/36)
Dinler insanların düşünmesini istemez, yalnızca inanmasını ister. Demokrasi ve laiklikte dinler insanın vicdanında kalmaya mahkumdur. Çünkü demokrasi ve laiklikte araştırma, düşünme, eleştiri vardır. Dinler ise buna gelemez.
Dinlerin yaşaması için padişahlık, sultanlık, krallık ve halifelik şarttır. İnanmayı, itaati sağlamak için de kılıç gerektir. Bunun için “Cennet kılıçların gölgesi altındadır!” denmiştir. Cihatçı-savaşçı fanatik İslam mücahitleri bu gerçeği gördükleri için dünyaya karşı savaş açmıştır…
HB 31.12.2003
X

TANRI SÖVER Mİ?

Biliyorum, yazılarımda İslam anlayışına ters düşen yazılar yazıyorum. Ama bilinmelidir ki amacım kimseye hakaret olmadığı gibi kimsenin inançları ile alay etmek de değildir.
Bizi yaratan hiçbir canlıya vermediği kadar bize akıl vermiştir. Akıl sayesinde gerçeği görmeyi, geleceğimizi biçimlendirmeyi amaçlamıştır.
Maddeci görüşe sahip olan; yaratan madde desin; ruhçu görüşe sahip olan; yaratan Tanrı desin; nasıl bilirse öyle bilsin, amaç: Akla göre hareket etmektir.
Bu gerçeği İslam inancı bile kabul etmiştir. Öyle ki: “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâb verir.” (K. 10/100) demiştir.
Buna göre insanoğlu şiddetli bir cezaya, eziyetlere, büyük sıkıntılara uğramamak için aklını kullanmak zorundadır.
Şimdi asıl konumuza girebiliriz. Aslında yazımızın başlığı “Tanrı Küfür Eder mi” olmalıydı… Çünkü sövmenin Arapça karşılığı “Küfretmek”tir.
Sözlüklerde sövmenin karşılığı ise: “Bir kimsenin namus, onur ve kişiliğine yapılan her türlü saldırı. Onur kırıcı ve çoğu; ayıp, kaba, çirkin, basma kalıp sözler söylemek”tir.
Halkımız sövmeyi iyi karşılamaz. Söven bir kimseyi küfürbaz olarak adlandırır. Ayrıca psikoloji kitapları söven (küfreden) kimsenin sövme yoluna acizlikten, çaresizlikten, güçsüzlükten başvurduğunu ileri sürerek sövmeyi ruhsal bir rahatsızlığın belirtisi olarak görür.
Aklı başında hiç kimse böyle bir olumsuzluğu ne Tanrı’ya ne de Peygamberine yakıştırabilir. Bir kimsenin herhangi bir kişiye; “beyinsiz, dilini sarkıtıp soluyan köpek, sapıklar, eşşek, dört ayaklı hayvan, yaban eşeği, alçak zorba, soysuz…” demesi küfür, yani sövme kapsamına girer.
Böyle sözleri hasmına bile söylemek “Şüphesiz sen büyü bir ahlaka sahipsindir.” (K. 68/4) denilen Peygambere yakışmayacağı gibi Tanrı ya da yakışmaz. Ne var ki bu ifadelere İslam’ın temel kitabı ve de Tanrı Kelamı denilen Kuran’da rastlıyoruz. İnanılacak gibi değil, değil mi? Ama ne denli üzülseniz de, ne denli bana kızsanız da gerçek böyle… Şimdi Diyanet Kuran’ından okuyalım öyleyse:
“2/142: İnsanların beyinsizleri…”
“7/176: …fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.”
“25/24: Onlar şüphesiz davarlar gibidir. Belki daha sapık yolludurlar” (Davar: Dört ayaklı hayvan…)
“56/51: Sonra siz ey sapıklar, yalanlayanlar”
“62/5: … onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin duru gibidir.” (Merkep: Eşek…)
“68/14: Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.”
“74/50-5l: Arslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler.”
Bu sözleri Tanrı’ya mal etmek Tanrı’yı bilmemek yanında Tanrı’ya saygısızlık olduğu gibi onu aşağılamak anlamına da gelir. Aklı başında bir kişi Tanrı’nın böylesine acizlik göstereceğine, kendi yarattığı insana küfür ederek onu aşağılayacağına olanak vermez. Kaldı ki ben bu sözleri ahlak ve edep timsali (K.68/4) olarak gösterilen peygambere bile yatıştıramıyorum.
İşe, Kuran’ın Türkçeleştirilmesine karşı çıkanların amaçları bu tür sözlerin halk tarafından bilinmemesi isteğidir. Çünkü Kuran’ın Türkçe çevirilerini okuyan sıradan bir insan kendi kendine sormadan edemeyecektir. “Tanrı veya güzel ahlak sahibi peygamber nasıl olur da böyle söver?” diyecektir.
Bu durumu Atatürk de görmüştür. Kuran’ın türkçeleştirilmesine karşı çıkan Kazım Karabekir paşaya şöyle demiştir. “Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..” (Atatürk Kazım Karabekir-Paşaların Kavgası s.159 ve Kazım Karabekir Anlatıyor. Yayına hazırlayan Uğur Mumcu. 1. Baskı 1990. s. 94)
Eğer çağdaş uygarlığı yakalayacaksak, gavura el açmak istemiyorsak, AB’ye biz al diye yalvarmak istemiyorsak, IMF’nin verdiği ev ödevlerini yapmak istemiyorsak; yaşamımıza akla göre dizayn etmek zorundayız. Artık vahiy yoluna değil akıl yoluna sarılmalıyız. Geri kalmışlıktan kurtulmamızın tek yolu akılcı eğitimdir.
Sahi Türk ulusuna Kuran Müslümanlığı dayatmaya kalkan; Demokrasi ve laikliği İslam dünya görüşü ile bağdaştırmaya çalışan Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri onlarca kitabında bir kere olsun bu ayetlere değinmemiştir. Hele görürseniz sorun kendilerine…
Bilinmelidir ki Muhammed Arapların önderidir. Mustafa Kemal Atatürk ise Türklerin… İnsan aynı zamanda iki önderi kendine örnek alamaz. İkisinden birini diğerine yeğlemelidir. Kaldı ki bu iki önderin dünya görüşleri birbirine tamamen terstir..
Babaannemin bir sözü vardı, sık sık söylerdi: “Uluların sözünü dinlemeyen uluyu uluyu gider…” Uluyu uluyu gitmek istemiyorsanız Atatürk’ün akılcı yoluna sarılmaktan başka çıkış yolu yoktur. H.B. 6.1.2004
X
TABULARI YIKANLAR

Genetik mühendisi olmak isteyen gençler, ÖSS sınavından önce yatıra gidiyorsa…
Evde kalmış kızlar, kısmeti Telli Baba’dan istiyorsa…
Susuz Dede’ye “emlakçı”, Zuhuratbaba’ya “İşçi Bulma Kurumu” muamelesi yapılıyorsa…
“İmam vermezse papaz verir” diyenler Ayın 1’i Kilisesi’nde kuyruk oluyorsa…
Maç kazanmak için stadın çimlerine muska gömülüyorsa…
Şifa bulmak için üfürükçülerin etekleri öpülüyorsa… Karşılığında üfürükçüler gariban kızları göbeğinden öpüyorsa…
Oruç tutarken kalp nakli yaptırabilir miyim, iftarda sevişebilir miyim falan diye merak ediliyorsa…
Rüyasında evliya gören profesörün mektubu, Başbakanlık’ta Milli Eğitim Bakanlığı’nda “resmi evrak” oluyorsa…
Brandaya benzer haşemayla denize giriliyor, mayo reklamları brandayla örtülüyorsa…
Bebeleri intihar komandosu olmaya özendiren cihad çizgi filmleri şakır şakır satılıyorsa…
Ekmekten fare çıkarken, Helal Gıda Standardı çıkarılıyorsa…
800 nüfuslu köye 1.300 kişilik cami yaptırılıyorsa… “Bize oy veren cennete gider” diyenler iktidara geliyorsa…
Başbakan’ın “türbana mahkemeler karar veremez, söz söyleme hakkı ulemanındır” demesinin neresi acayip
Bence hukuk fakültelerini kapatalım artık. Kadılar baksın davalara…
Ayhan Önay, 18.11.2005
X
KUR’ÂN-I KERİM ASTRONOMİ KİTABI DEĞİL…

Yazımın başlığı bana değil Prof. Dr. Süleyman Ateş’ e ait onun bir okuyucusunun sorusu üzerine verdiği pek haklı cevabındaki başlık. ..
9 Kasım 2005’te okuyucu soruyor sayın Ateş’ e “Kur’ân’ ın mealini okuyorum ama bir türlü uzayla ilgili kavramlara ulaşmadım. Mantığım sayısız yıldızın olma sebebini çözemiyor. Neden bu sonsuzluk ve evren?”
Bu başlığı konu etmemim nedeni çok sıradan gibi görülebilir ama olay hiç de sadece bir din adamı vatandaş diyalogu değil bu küçük örnek buzdağının görünen yüzünden…
Sayın Ateş ilahiyatçı kimliği ile fakat gökbilimsel yanlışlar içeren ve okuyucunun sorduğu sorunun hiç de cevabı olmayan (ki bu çok normal yazıda ona değinmeyeceğim) bir kaç cümlelik bir cevap veriyor ancak en doğru sözü ilk cümlesinde saklı “Kur’ân astronomi kitabı değil” diyor fakat mutlaka bir cevap verme gereğini hissediyor “bu benim konum değil bunu gökbilimcilere sorun” demiyor…
Zaten medyada boy gösteren hiç bir din adamı dikkat ederseniz kendine dinle ilgisi olmayan sorular sorulduğunda dahi “bu soru bilgim dışındadır” demiyor mutlaka bir cevap vermek mecburiyetinde…
Peki neden böyle yapılıyor? Özünde insanların her türlü bilgiye gitme yollarında giderek dini referans almayı ihtiyaç hissetmeleri yatmakta; ilahiyatçılar bu durumun çok farkındalar…
Tartışılan konuları bir düşünün; köpek besleyen eve melek girer mi ? oruç cinsel ilişkiyle bozulur mu? sigara içmek, dine aykırı mıdır ? Helal ürünler nelerdir ? rüyasında şeyhinden aldığı emirleri Başbakan’ a yazan bir profesörün mektubu resmiyet taşır mı?…
Alo fetva hattı yetersiz kalıyor demek ki her yerde sadece dine ve din yorumlarına dayalı bir sürü konu, ülkenin başka meselesi yok…
Eğer siz yıllardan beri insanların inanç duygularının meta haline getirilip sömürü aracı olarak kullanılmasına seyirci kalırsanız, bunu kazanç kapısı yapanlara alkış tutar, desteklerseniz, bu ürün meyvelerini daha da bol verecek demektir, doldurun ceplerinizi…
Kısacası sürdürülen bu sömürü ticareti artık ayıp olmaktan çıkmış yapana da yaptırana da itibar kazandıran bir kampanya haline dönüşmüştür…
Aslında bu gizliden ya da fazlaca göze batmayan bir şekilde içten içe sürdürülen bilim ve din kutuplaşmasının kendini iyice hissettirmeye başlamasıyla ortaya çıkan medyadaki yansımalarıdır…
Hayatın her alanında bilimsel eğitim ve disiplin olmalı denildiğinde kimsenin itiraz etmediğini hem fikir olduğunu görmemize karşın neden bu durumları yaşıyoruz?
Bilimsel ve çağdaş eğitim dendiğinde bunu sürekli olarak imam hatip ve türban kavgaları ile karıştıran Milli Eğitim Bakanı’nda mı suç, yoksa “Cumhuriyet’in temel değerlerinin yerlerini İslâmi bir yapıya bırakması zamanının geldiğini” söyleyenlerde mi? Yoksa hepimizde mi?
Peki; ilköğretim 1. sınıf öğrencilerinin okuma-yazmayı sökme oranı yüzde 90’dan 1’e düşmesi, ÖSS sınavında sıfır çekenlerin sayısının her geçen yıl çığ gibi artması tesadüf mü? Bunlar Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorunları arasında yer almıyor mu?
20. yüzyılın en büyük filozoflarından Bertrand Russell neredeyse yarım yüzyıl önce yazdığı “bilim ve din” adlı eserinde bakınız neler diyor…
“Aydınca düşünme özgürlüğüne yönelmiş tehditler, bugün, 1660’dan bu yana görülen tehditlerin kat kat üstündedir; ama bu tehdit bugün bize Hristiyan kiliselerinden gelmemektedir. Çağdaş başıboşluk ve kaos tehlikesi dolayısıyla hükümetler, bugün eskiden kilise makamlarının büründüğü kutsal dokunulmazlık kimliğine bürünmüşlerdir ve aydınca düşünme özgürlüğüne yönelmiş tehditler hükümetlerden gelmektedir. Bilim adamlarının ve bilimsel bilgiye değer veren herkesin açıkça üstüne düşen ödev, eski biçim zorbalıkların yok olup gittiğine bakarak, umursamazca, birbirlerini kutlamak değil, ama zorbalığın yeni biçimlerine yiğitçe başkaldırmaktır.”
Bu tespitlerin üstüne daha ne eklenebilir ki?
Akademisyenler, eğitmenler, bilim adamları, koca koca unvanlı beyler, kimselerin anlamadığı dilden konuşmayı bırakmalı, çıkmalı artık sırça köşklerinden ki bilim ile toplumu nasıl ‘buluşturabiliriz’in yolunu tartışalım, arayalım…
Oysa çağımızda kişilerin dindar mı laik mi, başı açık mı kapalı mı olmasından daha önemlisi bilimsel düşünceye ve anlayışa nasıl sahip olabileceklerini öğrenmelerinin önünü açmaktır. Çünkü Asıl din, güzel ahlaklı olmaktır…18.11.2005
Dr. Levent ALTAŞ
leventaltas@aktifhaber.com
x
Sayın avukat bey,
Tağut nedir bunu bir öğren.
Senin o sahip çıktığın değerler acaba ne ile kazanıldı. O ölen şehitlerimiz neye inanırlardı? Ne için ölüme hiç korkmadan koşa koşa gittiler.
Bana kalırsa sen bir okul daha bittirmen lazım…
Seni eyitmek lazım.
İnşallah Allah seni ıslah eder…
Fadıl Soydan, 28.2.2008
+
TAĞUT
Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz. Allah’ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça “Teğa” kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan “Tuğyan” Allah Teâlâ’ya isyan etmek anlamına gelmektedir.
Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tağuttur.
Tağut, Allah (c.c)’a karşı isyan etmekle beraber O’nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider veyahut da kral olabilir. Bu sebepten bir insanın hakiki mümin olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir.
Tağut kelimesi aslında çoğul manâsı taşımaktadır. Çünkü Allah (c.c)’ı inkâr eden, bir yerine birçok tağutun kulu olur. Bunlardan bir tanesi insanı çeşitli günahlara yönelten şeytandır. Diğeri, insanı ihtiras ve arzularının esiri kılan kendi nefsidir. Kezâ karısı, çocukları, hısım ve akrabaları, ailesi, arkadaşları ve milleti ile siyasî ve dinî liderleri ve hükümetleri gibi diğerleri de bulunmaktadır. Bütün bunlar o kimse için birer tağut olur ve o kişiyi kendi arzu ve ihtiraslarına esir etmek isterler. Bu pek çok efendilerin kulu olan kimse, tatminine bir türlü imkân olmayan bu tağutlardan her birini ayrı ayrı memnun etmek hayaliyle ömrünü boşa tüketir (Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, Terc. Heyet, İstanbul 1986, I, 176).
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de: “Andolsun ki biz her kavme “Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının ” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir” (en-Nahl, 16/36),
“İman edenler Allah yolunda cihad ederler, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar” (en-Nisa, 4/76) ayetleriyle müminlere tağut hakkında bilgi vermekte ve tağuta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır. Alimler de tağut hakkında, ayet ve hadislerden çıkardıkları deliller çerçevesinde yaptıkları yorumlarla bu kavramı tefsir etmektedirler.
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah (c.c)’ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O halde bu rejimlerin hepsi “tağut” olarak isimlenir. Hatta kitlelere “en cazip ve hüsn-ü kabul gören bir rejim” olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de tağut hükmündedir.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah (c.c)’ın hükümlerine muhalefet eden hükümler “tağut” olarak isimlendirilirler.
Allah Teâlâ (c.c) Kur’an-ı Kerîm’de; “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister” (en-Nisa, 4/60) buyurmaktadır.
Allah (c.c)’a, peygamberlere, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve inanmakla mükellef olduğu bütün hususlara inandığını açıklasa, fakat demokratik, lâik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat eden bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah Teâlâ’dan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah Teâlâ katında üstünlük, sadece takva iledir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ; “Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır” (el-Hucurat, 49/13) buyurmaktadır.
Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah Teâlâ’nın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda “ilahlık” iddiası içindedirler. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkıp kâfir olurlar. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, fasıklardır” (el-Maide, 5/45) buyurmaktadır.
Tağutların hükümlerine göre yönetilen beldeler “Dâr’ul-Harp” durumundadırlar. Tağutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün müminlerin, din Allah’ın oluncaya, Allah’ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar cihad etmeleri farzdır. Bu cihaddan kaçıp, tağutun hükmüne razı olanlar ise, ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın, kâfir olma durumundadırlar. Allah Teâlâ (c.c) bu hususta; “İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar” (en-Nisa, 4/76) buyurmakta ve müminin tağut karşısındaki yerini belirlemektedir.
Allah Teâlâ, Âdem (a.s)’dan, Resulullah’a (s.a.s) kadar bütün peygamberleri, insanları Tevhid’e, yani Allah’ın varlığına ve birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O’nun koyduğu hükümleri kabullenmeyerek kendi heva ve heveslerine göre hüküm koyma isteğinde olan “tağut”a karşı savaşmaya ve tağut kapsamına giren her şeye kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu hususta; Andolsun ki biz her kavme, “Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının ” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir” (en-Nahl, 16/36) buyurmaktadır.
Bu tağutlar İbrahim (a.s) döneminde Nemrut, Mûsa (a.s) döneminde Firavun, Resulullah (s.a.s) döneminde de Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi Daru’n-Nedve’nin ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleri olduğu gibi, diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdiği tevhid akidesini inkâr edip, atalarından kalan inançları devam ettirme inatçılığı gösteren puta tapan kavimler olmuşlardır.
Gelen peygamberler, gönderildikleri kavimleri tevhid’e çağırdılar. Tapmaya devam ede geldikleri putlarının kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceklerini açıkladılar. Ancak pek azı müstesna olmak üzere, çoğunluğu peygamberleri yalanladılar, hatta öldürdüler. Allah Teâlâ’ya yönelecekleri yerde, atalarından devraldıklarını ileri sürdükleri tağuta yöneldiler. Allah Teâlâ bu inkârcı kavimler hakkında; Onlara; “Allah’ın indirdiğine ve o peygambere geliniz” denildiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” dediler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler” (el-Maide, 5/72) buyurmakta ve nasıl bir çıkmazda olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Tağutların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tağutlar varlıklarını korumuşlardır. Tağut, sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan bir güç değildir. Tağut, bugün de Müslüman’ın en büyük düşmanıdır. Tağut, devlet sistemlerini, ahlâki değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana hayat hakkı tanımamaktadır.
Müslüman Allah’ın hükümleri doğrultusunda yaşamak, O’nun koyduğu hükümler dışında konulan bütün hükümleri reddetmek, İlâhlık taslayan bütün güçleri yok etmek için çalışmakla mükelleftir. Şu bir gerçektir ki, Allah(c.c)’a iman edenler, O’nun yolunda tağutla savaşmak zorundadırlar. Çünkü tağut bir mümin için her şey demek olan imanını çiğnemek, ona hayat hakkı vermemek ve Allah’ın hükümlerini iptal edip, kendi heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koymak amacındadır. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de; “İman edenler Allah yolunda cihat ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar” (en-Nisa, 4/76).
Resulullah (s.a.s) de tağut hakkında bir hadis-i şerifinde; “Her kim (tağuta karşı) cihat etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakk’ı hakim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse, nifaktan bir şube üzerinde ölür” buyurmaktadırlar” (Muhtasar Sahih-i Müslim, Hafız Münzirî, Hd. No: 103).
Bu ayet ve hadis, bir müminin tağuta karşı takınması gereken tavrı en anlaşılır şekilde ortaya koymaktadır.
Bir mümin; camilerinin ibadete açık olmasına izin veren, insanları dini inançlarında özgür bıraktığını iddia eden rejimlere karşı çok dikkatli olmak zorundadır. Bugün bu rejimler, İslâm dünyası için büyük bir tehlike arzetmektedirler. Bu rejimlerin hepsi tağuttur. Çünkü apaçık ortadadır ki Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemektedirler. İnsanları kendi heva ve hevesleri doğrultusunda çıkarmış oldukları hükümlerle idare etmektedirler. Allah’ın hükümlerini, ortaçağ insanına hitab edebilen, sınırlı, bugünün gelişen ve düşünen insanının gerisinde kalmış hükümler olarak kabul etmektedirler.
Bir mü’min, tağutu, yani Allah Teâlâ’nın emirleri ve yasakları ile çatışan nefsini, diğer şahısları, önderleri, rejimleri ve ilkeleri red etmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun düzeni olan İslâm nizamına ait olduğunu kabullenmedikçe imanın sembolü olan tevhid kulpuna yapışamaz. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp da Allah’a (O’nun kanunlarına) iman ederse, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işiten ve bilendir” (Bakara, 2/256).
Dolayısıyla insanlar için iki yol vardır. Birincisi: Allahu Teâlâ (c.c)’ya iman etmek ve her türlü ilişkileri (hayatını) İslâm’ın hükümlerine göre değerlendirmek; ikincisi, tağuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamak!.. Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir. İnsanlar kendi iradeleri ile, bu iki yoldan birisini tercih etmekte serbesttirler. Buna “Kesb” (kendi kazancı) denilir. İmam Taftazânî, “İnsanların sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır” (Taftazanî, Şerhu’l Ahaid, İstanbul 1980, s. 196) diyerek, bu konuda herhangi bir zorlamanın olmayacağına işaret etmiştir.
Allahü Teâlâ’nın hükümlerini bir kenara bırakarak, Tağut’un huzurunda muhakeme olmak ve onun hükümlerine boyun eğmek, küfrü tercih etmek demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye, boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar Tagut’un huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki Tağut’u inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı” (en-Nisa 4/60) buyurulmuştur. Bu ayette Tağut’un hükümlerine boyun eğen ve kalben razı olanların, iman iddialarının boş olduğu ifade edilmektedir. İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde “Allahü Teâlâ Tağut’un hükümlerine kalben teslim olanların iman iddialarını red etmektedir” diyerek, meselenin özüne işaret eder (İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1969, I, 519). Tağutî güçler; Allahu Teâlâ’nın arzında, O’nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır. Bununla ilgili olarak, “İman edenler; Allah Teâlâ’nın yolunda cihat ederler. Küfredenler ise, Tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise; şeytanın dostlarıyla (Tagut güçlerle) savaşınız. Şüphesiz ki, şeytanın hilekârlığı zayıftır” (en-Nisa, 4/76) buyurulmuştur. Bir mümin Tağutî güçlerle savaşmanın farz olan bir ibadet olduğunu bilmek mecburiyetindedir. Bu Kelime-i Tevhid’in tabii bir sonucudur.
Allahû Teâlâ’nın hükümlerine karşı tuğyan eden siyasi otoriteler insanları, dalaletin karanlığına doğru çekerler. Hem bu dünyada, hem Ahirette işkenceye ve azaba uğramalarını sağlarlar. İslâm dininin hükümlerini inkâr eden bütün ideolojiler Tağut hükmündedir. Kur’an-ı Kerim’de; “Allah, iman edenlerin velisidir (yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise Tağut’tur. O da kendilerini nurdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar (Tağut ve ona tabi olanlar) Cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar” (el-Bakara, 2/257) buyurulmuştur.
Günümüzde Allahü Teâlâ’nın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “Hakimiyet kayıtsız ve şaftsız insanındır” sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasi otoritelerin Tağut hükmünde olduğu asla unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler “Tağuti” özellikleri taşırlar. Kelime-i Şehadet getiren ve günde beş vakit ezânı dinleyen her mükellef bu mahiyeti asla unutmamalıdır. İnsanları Tağutî güçlere karşı cihada teşvik etmeyen ve bu uğurda gayret sarfetmeyen kimseler ne kadar ilim sahibi olursa olsunlar, kat’iyyen âdil değildirler. Dolayısıyla onların fetvaları ile amel edilemez.
Xx
Tağutların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tağutlar varlıklarını korumuşlardır. Tağut, sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan bir güç değildir. Tağut, bugün de müslümanın en büyük düşmanıdır. Tağut, devlet sistemlerini, ahlâki değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana hayat hakkı tanımamaktadır, evet ne yazıkki Allah (c.c) razı olsun.
İNKARCILARI REHBERİ ; TAĞUT
Tağut, yol gösterici olarak kabul edilen, peşinden gidilen, hak dinin karşısındaki her türlü batıl şeyin ortak adıdır. Bu adın içine gerek taş, tahta veya metalden bir şeye şekil vermek suretiyle yapılan putları, gerek bir ilah gibi kabul edilip Allah’a ortak koşulan bir kişiyi veya rehber olarak görülen bir ideolojiyi, bir felsefeyi ya da bunların mucidi olan felsefeci ya da ideologları ve öncelikle de şeytan’ı koyabiliriz. Tağut’un en önemli özelliği ise insanları Allah’ın çağırdığı “nur”dan “karanlıklara” çıkarması, ateşe sürüklemesidir. Bu yönü Kuran’da şöyle haber verilmiştir:
Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 257)
“Tağut”a yani batıla inanan, onun yolunda mücadele eden ve ona bağlılık gösterenlerin ortak yönü ise, Allah’ın yolundan ayrı yol tutmaları, hadlerini bilmeyip Allah’a karşı büyüklenmeleri, peygamberlere, müminlere, hatta her türlü ilahi kavrama düşmanlık göstermeleri olmuştur. Her zaman kendilerinin en doğru yolda olduğunu iddia ederek büyüklük taslayan bu kişiler tıpkı şeytan’ın Hz. Adem’in üstünlüğünü anlayamaması gibi, dinin, peygamberlerin ve inananların üstünlüğünü kavrayamamışlardır. Kendileri sapkın bir yola tabi oldukları gibi, başkalarını da etkileyerek, onların haktan uzaklaşmalarına neden olmuşlardır. Bu yönleriyle de aslında şeytanı dost edinmişlerdir. Çünkü şeytan da aynı şekilde Allah’a başkaldırmış ve insanları Allah’ın yolundan saptırmayı amaç edinmiştir. Kuran’da şeytanın insanlara sağından, solundan, önünden ve ardından yanaşarak onları saptırmaya çalıştığı haber verilir.
Kuran’da tağutun yolundan giden ve kendilerini yaratan Allah’ı unutup şeytan’ı dost edinen kişilerden şu şekilde bahsedilmektedir:
…Onlar, tağuta ve cibt’e inanıyorlar ve diğer inkar edenler için: “Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerini lanetlediğidir. Allah’ın kendisini lanetlediğine hiçbir yardımcı bulamazsın. (Nisa Suresi, 51-52)
İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkar edenler ise tağut yolunda savaşırlar öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır. (Nisa Suresi, 76)
Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı gibi, şeytanın etkisi altında kalarak, aynı onun gibi büyüklük hissine kapılan inkarcılar, onun yolundan ilerleyerek, onu dost edinerek hayatlarını sürdürmüşlerdir. Şeytan’ı dost edinen bu insanlar Allah’ın gücünü ve azabını tam kavrayamadıkları için bu cahilliklerinin ve tüm benliklerini kaplayan kibirlerinin etkisiyle her türlü kötülüğün peşinden gitmişlerdir. İleri gelen inkarcılar, şeytanların Allah’a karşı isyan, iman edenlere karşı da düşmanlık ve zorbalık fısıldayan gizli çağrılarına kulak vererek zalimliğe ve sapıklığa sürüklenmişlerdir. Tıpkı şeytan gibi onlar da Allah’a karşı başkaldırmışlar ve diğer insanları Allah’tan ve dinden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapmışlardır.
Kuran’da bu insanların şeytan’la olan ilişkileri, kötülüklere ve sapkınlıklara nasıl yöneldikleri pek çok ayetle haber verilmiştir. Bu ayetlerden bir kısmı şöyledir:
Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Mücadele Suresi, 19)
Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar, ‘gerçeği ters yüz eden,’ günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler… (Şuara Suresi, 221-226)
Tüm bu ayetlerde açıkça görüldüğü gibi şeytanla, Allah’a karşı başkaldırma konusunda insanlara önderlik yapan bu kişiler arasında son derece yakın bir bağlantı vardır. Onların yaptığı da şeytanların yaptığından pek farklı değildir. Hepsinin amacı insanları Allah’ın yolundan saptırmaktır. Kuran’da şeytanların bunu başarabilmek için insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaştıkları bildirilmektedir. (Araf Suresi, 117) Aynı şekilde bu kibirli insanlar da insanları doğru yoldan alıkoymak için çok çeşitli sebepler öne sürmüşler ve çok çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Şeytanla bu kişiler arasındaki bağlantı Kuran’da dostluk olarak nitelendirilmiştir:
…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz. (Enam Suresi, 121)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi şeytan’ın şiddetli etkisinde olan inkarcıların önde gelenleri din yoluyla kendilerine sürekli uyarı geldiği halde ya da Allah’ın elçileri ve salih müminler tarafından Allah’ın hak yoluna davet edilmelerine rağmen tüm bunlara kulaklarını tıkamışlar, hem kendilerini hem de kendilerine uyan insanları dünyada ve ahirette sapıklığa yöneltmişlerdir.
Ancak bilinmelidir ki, şeytan’ın tahriki sonucunda hak dinlerle tarih boyunca mücadele etmiş bu insanlar Allah’ın lanetini üzerlerine almışlardır. Kuran’da belirtildiğine göre şeytanla olan yakın ilişkilerinin ahirette hesabını verecek olan bu azgın kişilerin oradaki derin pişmanlıkları bir fayda sağlamayacaktır. Dünyadayken birbirlerini destekleyen, koruyan inkarcılar orada, Allah’ın huzurunda, yapayalnız olduklarını anlayacaklardır:
Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen… Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 93-94)
Xxx
TAĞUT: Hak ve Hukuk gözetmeyen, hakkı çiğneyen, hakkı gaspedip haddi aşan, yeryüzünde Allah’ın hükümlerini tanımayarak kendisi hüküm koyan ve insanları bu hükümlere boyun eğmeye zorlayan, insanlara bu konuda baskı yapan, insanların hür iradelerine müdahale eden, insanları Allah’a kulluktan ve ibadetten men ederek alıkoyan ve çeviren, insanları şeytani, nefsani ve şehevi yollara sevkeden, teşvik eden herkes ve herşey.
1- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim Tağut’u inkar edip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işiten ve bilendir. [ Bakara-256 ] 2- Allah inananların dostudur. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostları ise Tağut tur. O da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalıcıdırlar. [ Bakara-257 ] 3- Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar cipt ve Tağut’a inanıyorlar ve inkar edenlere: “Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır.” diyorlar. [ Nisa-51 ] 4-Şunları görmüyormusun ki, kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlarda hakem olarak Tağut’a başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu (Tağutu) inkar etmeleri emredilmişti. Şeytanda onları iyice saptırmak istiyor. [Nisa-60] 5-İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfredenler ise Tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır. [ Nisa- 76 ] 6-De ki; Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi ? Allah kimlere lanet etmiş ve gazap etmiş, kimlerden maymunlar, ve domuzlar ve Tağut’a ibadet edenler yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır. [ Maide 60 ] 7-Andolsun biz her kavme : Allah’a kulluk edin, Tağut(a tapmak)tan kaçının diye (tebligat yapması için) elçi göndermişizdir. Onlardan kimine Allah hidayet etti ve kimine de sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezininde bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş. [ Nahl- 36 ] 8-Tağut’a kulluk etmekten sakınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı: Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir. [ Zümer-17,18 ] xxxx
TAĞUT: Hak ve Hukuk gözetmeyen, hakkı çiğneyen, hakkı gaspedip haddi aşan, yeryüzünde Allah’ın hükümlerini tanımayarak kendisi hüküm koyan ve insanları bu hükümlere boyun eğmeye zorlayan, insanlara bu konuda baskı yapan, insanların hür iradelerine müdahale eden, insanları Allah’a kulluktan ve ibadetten men ederek alıkoyan ve çeviren, insanları şeytani, nefsani ve şehevi yollara sevkeden, teşvik eden herkes ve herşey.
1- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim Tağut’u inkar edip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işiten ve bilendir. [ Bakara-256 ] 2- Allah inananların dostudur. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostları ise Tağut tur. O da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalıcıdırlar. [ Bakara-257 ] 3- Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi ? Onlar cipt ve Tağut’a inanıyorlar ve inkar edenlere : “Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır.” diyorlar. [ Nisa-51 ] 4-Şunları görmüyormusun ki, kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlarda hakem olarak Tağut’a başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu(Tağutu) inkar etmeleri emredilmişti. Şeytanda onları iyice saptırmak istiyor. [ Nisa-60 ] 5-İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfredenler ise Tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır. [ Nisa- 76 ] 6-De ki; Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi ? Allah kimlere lanet etmiş ve gazap etmiş, kimlerden maymunlar, ve domuzlar ve Tağut’a ibadet edenler yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır. [ Maide 60 ] 7-Andolsun biz her kavme : Allah’a kulluk edin, Tağut(a tapmak)tan kaçının diye (tebligat yapması için) elçi göndermişizdir. Onlardan kimine Allah hidayet etti ve kiminede sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezininde bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş. [ Nahl- 36 ] 8-Tağut’a kulluk etmekten sakınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı : Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir. [ Zümer-17,18 ] x
Sayın avukat bey,
Tağut nedir bunu bir öğren.
Senin o sahip çıktığın değerler acaba ne ile kazanıldı. O ölen şehitlerimiz neye inanırlardı? Ne için ölüme hiç korkmadan koşa koşa gittiler.
Bana kalırsa sen bir okul daha bittirmen lazım…
Seni eyitmek lazım.
İnşallah Allah seni ıslah eder…
Fadıl Soydan, 28.2.2008
+

Sayın Fadıl Soydan,
Önce sana,
Saygı, sevgi buradan…

Beni eğitmek isteğin için teşekkür ederim.
Allah beni eğitmezse; ben, nasıl eğitilirim.

İşte sana örnek ayetlerim:
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasip ederiz.” (K.Yusuf/56)
“Biz kimi dilersek onu nice derecelere yükseltiriz.” (K.Yusuf/76)

“Biz kimi delirsek o, kurtuluşa erdirilmiştir.” (K.Yusuf/110)
Daha çok ama al bir tane daha:
“O, kimi dilerse onu doğru iletir.” (K.Bakara/142)
Peki, Allah’ın dilemediğini Fadıl Soydan nasıl hidayete erdirir…

“O ölen şehitlerimiz neye inanırlardı?
Ne için ölüme hiç korkmadan koşa koşa gittiler.” demişsin bir de…
O şehitler ki vatan ve de ortak değerler için gittiler ölme…
Hem de seve seve
Şehitlik mertebesiyle…

“Tağut nedir bunu bir öğren.” demişsin bir de…
Tağut’un ne demek olduğunu öğrenmişim taaa 1957’de
Demek ki aradan geçmiş 41 sene…

Siz kaynağını göstermemişseniz de:
Tağutla ilgili bilgi verilir “İslamî Terimler Sözlüğü. Dr. Hasan Akay’ın kitabının
TAĞUT başlıklı bölümünde”:
“TAĞUT: Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz. Allah’ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça “Teğa” kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan “Tuğyan” Allah Teâlâ’ya isyan etmek anlamına gelmektedir.
Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tağuttur.
Tağut, Allah (c.c)’a karşı isyan etmekle beraber O’nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider veyahut da kral olabilir. Bu sebepten bir insanın hakiki mümin olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir.( Genişletilmiş 2. Baskı. s. 453)

Şimdi yaşım 77’ye girmek üzere…
Demek ki hidayete ermişiz 25’inde…

O günden bu yana Allah’a karşı gelmemişim bile bile.
Bu süre içinde de; ne namaza gitmişim, ne oruç tutmuşum bir kere…
Çünkü Kuran’daki 22. süre 37. ayette:
“Fakat onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır.
Lâkin O’na ulaşan tek şey , kalplerinizde beslediğiniz tek şey tâkvadır.” (K. 22/37) denmiştir bize.

Bil ve bildir:
“Allah’a ulaşacak olan bizim salih amellerimizdir…”

Bu günlük bu kadar yeter size
Sevgilerimle,
Eren Bilge, 28.2.2008
x
Bak avukat bey
senin gibileri hep ayni ayetlerle kendilerini savunur ve sannederlerki Allahu tahla. C.C. beni cennetine alacak.
Sizin gibiler. TAĞUTLULAR Kendilerini aydin sannedenler her şeyi bildiklerini san edenler.
Bence sen şu tağut ve sen ne diyorsan onu bir iyiçe araştir. kendi kendini de bu kötülüğu yapma.
SENİ imana devet ediyorum seni Allah’ın evine davet ediyorum. Seni beygamber evendimizin yoluna davet ediyorum. Seni ilme davet ediyorum ve senin bu yazmış olduğun ayetleri birde şöyle araştır. Acaba bu ayetler Kuran-ı Kerim’e neden yazıldı, sebebi neydi ne oldu da bu ayetler indi. Ve bu ayetler Hakkında
peygamber efendimiz ne dedi ve bu emirleri sahabeler nasıl uyguladı.
Ha bi de Kura-ı Kerim hakkında mantık yürütemezsin.
Sen onun mantiğina uyuçaksin.
Bence senin daha cok eyitime itiyaçin var.
77 yaş, daha ne kadar yaşayacaksın? Bir 77 yıl daha mı? İnşallah yaşarsın.
Sana BİR DOSYA GÖNDERİYORUM LÜTFEN OKU SAYİN AVUKAT BEY… DERS İKİ. 29.2.2008
+
Tuğyan Tağut
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması
Tâğut Kimdir?
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah’tan Almıyorsa Tâğuttur
‘Allah onlarla istihzâ (alay) eder, tuğyânlarında (azgınlıklarında) onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.’ (2/Bakara, 15)
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyanla ifade edilmiştir. ‘Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi) de taşıdık.’ (69/Haakka, 11) Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah’ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması caiz değildir. İnsanın değeri, Allah’a kul olması itibariyledir; onun için Rabbına itaatı ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah’ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah’a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8’i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır.
Tuğyan, istikametten bir sapmadır (11/Hûd, 112) . Tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur’an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları ‘tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller’ olarak tanıtır. (Bkz. 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186)
İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah’ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini O’nun yerine geçirip heva ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir. Bu tür insanlar da Kur’an diliyle tâğîdir.
Kur’an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana kalkışanların vasıflarından sayar. (Bkz. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü’minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü’min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19)
Ayetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah’ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O’na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.
Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyan olarak belirtilir. (79/Nâziât, 17, 21-24) Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. ‘Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.’ (11/Hûd, 112)
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: ‘Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur.’ (20/Tâhâ, 80-82)
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır. ‘Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.’ (55/Rahmân, 8-9) Buradaki ölçü ve tartıya riayet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.
Kur’an; Firavun’un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah’ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih (a.s.) ‘ın uyarmalarına kulak tıkayarak Allah’ın ayetlerine yüz çevirip O’na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mucize olan deveyi boğazlamakla (26/Şuarâ, 146, 157) tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedi hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd (a.s.) ‘ın çağrısına uymayarak Allah’a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine batmışlardı (26/Şuarâ, 128-130) .
En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh’un kavmi (53/Necm, 52) kendilerini üstün görüşlü ve mü’minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh’u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla (11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23) şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı. (89/Fecr, 11-12) Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ’nın çağrısına sağır kesilip Allah’a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.
Kur’an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zalimlerini Kur’an, ‘zulme sapan, tuğyan edip azan’ bir kavim olarak anmaktadır. ‘Ceza, amel cinsindendir’ prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran sünnetullaha bu ayetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka suresi 5. ayette, Semud kavmi azgınlarının ‘tâğıye’ ile helak edildikleri belirtilmektedir. Bu ‘tâğıye’ de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup, tuğyan eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu ayette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helakine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: ‘Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.’ (69/Haakka, 5)
Esas ceza ahirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana, Allah’ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen ‘Allah’ın askerleri’ (48/Fetih, 7) olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.
İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
Tuğyan, insanın tabiatında vardır: ‘İnsan gerçekten azar.’ (96/Alak, 6) Ayetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması. (bkz. 96/Alak, 7 ve 1-5) . İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.
Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: ‘Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir.’ (42/Şûrâ, 27) ‘İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan’ (12/Yûsuf, 5) ve ‘kötülüğü çok emreden nefis’ (12/Yûsuf, 53) insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur’an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah’ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır (75/Kıyâme(t) , 36) . Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.
Tuğyan, insan egosunun, kendini ilahlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur’an’a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun’dur. (Bkz. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17) Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu. (2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6) . Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: ‘Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? (43/Zuhruf, 51) Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: ‘Görmedin mi Rabbin ne yaptı? O sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.’ (89/Fecr, 11-13)
Sünnetullah gereklerinden birini Kur’an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının çok güçlü bir belirişidir.
Tuğyancı zalimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza yoludur. (Bkz. 79/Nâziât, 39) Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyana sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir. (78/Nebe’, 21-22) Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: ‘seni tuğyana ben itmedim’ şeklinde konuşacaklar; ‘tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, haydi görün sonunuzu! ‘ hitabını duyacaklardır. (50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56)
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah’ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan insanı rububiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun’un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık iddia etmekle olur. ‘(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi.’ (79/Nâziât, 23-24)
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun’un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rububiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb’e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok ayetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun’un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. ‘Musa’nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi’de Tuvâ’da seslenmişti: ‘Firavun’a git, çünkü o tuğyan etti (azdı) .’ (79/Nâziât, 15-17) Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı’ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı’ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rububiyet (rab’lık) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî’nin yorumuna göre Firavun, rablık iddiasıyla şunları diyordu: ‘Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim! ‘
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
‘Görmedin mi Rabbın ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem’e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd’a? Ve kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbın onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbın her an gözetlemededir.’ (89/Fecr, 6-14) Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Ayetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah’a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyanın temelinde ‘kibir’ ve ‘benlik’ yatar. Tağutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. ‘Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.’ (31/Lokman, 13) Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun’un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez. (5/Mâide, 45) Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tağutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibadetlerdendir. ‘Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.’ (İbn Mâce, Fiten 20)
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as
ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac’ın tuğyanına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine’nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin’in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik’e biatı reddeden Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)
Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur’dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr…
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm) , ister mü’min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslamî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. ‘Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.’ (5/Mâide, 45)
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını
Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması
Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah’ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tağut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tağut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar (2/Bakara, 257) . Böylece, tağutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibadet etmiş (5/Mâide, 60) olurlar. Allah’a imandan önce ‘lâ/hayır’ silahıyla tağuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tağuta iman etmiş olurlar (4/Nisâ, 60) . Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an ayetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır (5/Mâide, 64) . Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tağut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tağuta ibadet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer. (1)
Tâğut Kimdir?
Tağut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah’a isyan eden anlamında kullanılır. Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tağuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’an-ı Kerim’de: ‘Andolsun ki, biz her kavme; ‘Allah’a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.’ (16/Nahl, 36) İnsanlar, sadece Allah’a kul olma, yalnız O’na ibadet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. ‘İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar.’ (4/Nisâ, 76) Yani insanlar ya Allah’a ibadet edecekler veya tağuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’an-ı Kerim’de: ‘Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.’ (4/Nisâ, 60) buyrulmaktadır. Kur’an’daki bütün bu ayetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tağutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: ‘Bu ayet-i kerimede (4/Nisâ, 60) Hz. Muhammed (s.a.s.) ‘e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah’ın kitabından ve Peygamber’in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.’ (İbn Kesir, 1/519)
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah’ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada ‘tâğutî’ özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslam’ın dışındaki bütün sistemler tağutîdir. Tağutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tağutun hükümlerine ‘evet’ diyenler, Allah’ın dinine ‘hayır ‘ demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; ‘Allah’a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının’ diye tebliğat yaptıkları ayetlerle sabittir. Tağutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tağutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, ‘müsteşrik’ çizgisini asla geçemez. (2)
Tağut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tağut denmiştir. Tağut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan herşeyi ifade eder. Tağut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a iman edip bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur. (2/Bakara, 256) Tağutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tağut, Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı, Allah ve Rasülü’ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Mevdudi’ye göre tağut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağutu reddetmedikçe Allah’a inanmış sayılamaz. Tağutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tağutun kölesi olur. (3) Tağut, ilahî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tağut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim / egemen ve Rasülü’nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. (4)
Seyyid Kutub da tağutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah’ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tağuttur. Tağut, Allah’ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. (5)
Yusuf el-Kardavi’ye göre, Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur. Tağut, kulun haddi tecavüz ederek, ibadet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tağutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibadet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah’a ibadet ve itaatten yüz çevirmiş, tağutlara ibadet ve itaat eder halde görürüz. (6)
Nisa, 76. Ayetine göre tağut, Allah’a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tağut, itaatte Allah’a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah’tır. O’nun dışındakilere O’ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah’tan alırlar. Kur’an, Allah’tan başkasına itaati, tağuta itaat ve ibadet olarak nitelemektedir (16/Nahl, 36) . İtaat edilen şey, Allah’ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tağuta itaatin ta kendisi olmaktadır (4/Nisâ, 60) .
Tağut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tağut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tağut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tağut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tağut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. (7)
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tağut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tağut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tağut bulunur. Tağutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tağutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur’an, bu noktada evliyâu’t-tâğut (tağutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor (2/Bakara, 257) . (8)
Bir kimse, Allah’a, meleklerine… inandığını ikrar etse, buna mukabil, tağutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah’tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse ‘ilahlık’ iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilahlara iman etmiş, kâfirler zümresine dahil olmuş demektir. Bu açıdan ‘çağdaş devlet modelleri’ iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tağut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. (9)
Hz. Adem’den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tağut… Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah’ı kendisi için yegâne ilah edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur’an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tağut demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah’a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslam’ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tağutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslam’a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. ‘Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.’ (2/Bakara, 85)
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü’min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslam ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü’minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tağutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah’a değil; tağutlara ibadet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur’an’ı öğrenmek, manasının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tağut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tağutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah’tan Almıyorsa Tâğuttur
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah’ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi ‘tağut’ olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah’a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah’tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takva iledir. (49/Hucurât, 13) Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda ‘ilâhlık’ iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tağutî güçler, Allah’ın arzında, O’nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır (4/Nisâ, 76) .
Günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, ‘hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır’ sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tağut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslam nizamının dışındaki bütün sistemler ‘tağutî’ özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilahları ve tağutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: ‘Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) . Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.’ (11/Hûd, 113)
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: ‘Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.’ (28/Kasas, 8) Allah, Firavun’u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: ‘Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.’ (20/Tâhâ, 78) ‘Biz de onu (Firavun’u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu! ‘ (28/Kasas, 40)
Tağut tanımına girenler şunlardır:
a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tağuttur.
b- Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslam nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tağuttur.
c- Allah’tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur.
d- Şeytan tağuttur.
e- Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tağuttur. (10)
Tağutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah’a ibadet ve kulluktan vazgeçip tağutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun nizamı İslam nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz. (Bkz. 2/Bakara, 256) Müslüman olmak için şart olan tağutun şiddetle reddedil-mesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tağutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:
a- Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tağut olan nefisle savaşmak,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah’a döndürmemize engel olan ve tağut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.
İslam’da emrolunan cihad, işte bu tağutlara karşı verilmesi gerekli olan mücadeledir. Tağutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü’minler, tağutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü’minleri tağuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor (4/Nisâ, 76) . Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü’min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz: ‘Her kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür.’ (Sahih-i Müslim; Riyâzü’s- Sâlihin, II, no: 1346) buyurmuşlardır. Tağutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tağut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Halbuki Allah, tağuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. (Bkz. 2/Bakara, 257)
Müslümanlar, bugün Allah ve tağut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu… kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslam’ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tağut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslam insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tağut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah’ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tağut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tağut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tağuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür. (Bkz. 4/Nisâ, 60)
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tağutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslam nizamına; diğer yollar tağuta gidiyor: Abdullah bin Mes’ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, ‘bu Allah’ın yoludur’ dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve ‘bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tağut vardır.’ buyurdu ve şu ayeti okudu: ‘Şüphesiz ki bu (İslam) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tağuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O’nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tağutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti.’ (6/En’âm, 153) (11)
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tağuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tağuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tağutları reddedip Allah’a dostluk; hayatını İslam’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: ‘Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.’ (39/Zümer, 17-18) Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76) 9; 9;
x
Benden kaynak istiyorsun benim kaynağım Kuran-ı Kerim ve peygamber efendimin sünneti ve yaşantısıdır.
“Fakat onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır.
“Lâkin O’na ulaşan tek şey , kalplerinizde beslediğiniz tek şey tâkvadır.” (K. 22/37) denmiştir bize.
Lütfen yukarıdaki ayetlere yorum ekleme. Sana tavsiyem baştan sondan kırpıp ayetleri bu şekilde yorumlama iyice araştır. DERS ÜÇ
X
Değerli büyüğüm
İletinize çok teşekkür ederim.
Halkın % 80’i Fadıl Soydan gibi…
İşimiz çok zor…
Saygı ve sevgiler
Sizi seven birisi… 29.1.2008
X
Bak avukat bey
Senin gibileri hep ayni ayetlerle kendilerini savunur ve zannederler ki “Allah-u teala. C.C. beni cennetine alacak.”
Sizin gibiler. TAĞUTLULAR Kendilerini aydın zannedenler her şeyi bildiklerini zannederler.
Bence sen şu tağut ve sen ne diyorsan onu bir iyice araştır. kendi kendini de bu kötülüğü yapma.
Seni imana davet ediyorum seni Allah’ın evine davet ediyorum. Seni Peygamber efendimizin yoluna davet ediyorum. Seni ilme davet ediyorum ve senin bu yazmış olduğun ayetleri birde şöyle araştır. Acaba bu ayetler Kuran-ı Kerim’e neden yazıldı, sebebi neydi ne oldu da bu ayetler indi. Ve bu ayetler Hakkında peygamber efendimiz ne dedi ve bu emirleri sahabeler nasıl uyguladı.
Ha bi’de Kuran-ı Kerim hakkında mantık yürütemezsin.
Sen onun mantığına uyacaksın.
Bence senin daha çok eğitime ihtiyacın var.
77 yaş, daha ne kadar yaşayacaksın? Bir 77 yıl daha mı? İnşallah yaşarsın.
Sana BİR DOSYA GÖNDERİYORUM LÜTFEN OKU SAYİN AVUKAT BEY… DERS İKİ. 29.2.2008
+
Benden kaynak istiyorsun benim kaynağım Kuran-ı Kerim ve peygamber efendimin sünneti ve yaşantısıdır.
“Fakat onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır.
“Lâkin O’na ulaşan tek şey , kalplerinizde beslediğiniz tek şey tâkvadır.” (K. 22/37) denmiştir bize.
Lütfen yukarıdaki ayetlere yorum ekleme. Sana tavsiyem baştan sondan kırpıp ayetleri bu şekilde yorumlama iyice araştır. DERS ÜÇ
X
Sayın Fadıl Soydan,
Önce saygı, sevgi sana,
Buradan…

Bana bir ödev vermişsin:
“Seni ilme davet ediyorum ve senin bu yazmış olduğun ayetleri bir de şöyle araştır. Acaba bu ayetler Kuran-ı Kerim’e neden yazıldı, sebebi neydi ne oldu da bu ayetler indi. Ve bu ayetler Hakkında peygamber efendimiz ne dedi ve bu emirleri sahabeler nasıl uyguladı?”
demişsin.

Ödevimi yerine getirdim.
Araştırmalarımın sonucunu aşağıya dizdim…
Ben yeni bir şey bulamadım.
Eğer siz, yeni bir şey bulursanız; bildirin bana, memnun olurum…
+
1. “O, kimi dilerse onu doğru iletir.” (K.Bakara/142)
(Nüzul Sebebi: Burada kıble’nin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan, Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmesi kastediliyor. Önceleri Hz. Peygamber (s.a) namazda yüzünü Kudüs’e doğru çevirirdi; fakat, hicret’in ikinci yılının ortalarında yüzünü Kâbe’ye (Mekke) döndürmesi emredildi. Kıble’nin değiştirilmesi ve bunun anlamı hakkında ileriki ayetlerde ayrıntılı açıklama yapılacaktır.)
+
2. “Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasip ederiz.” (K.Yusuf/56)
(Bu ayetin iniş nedeni, tefsiri, hadiste açıklaması yok…)
+
3. “Biz kimi dilersek onu nice derecelere yükseltiriz.” (K.Yusuf/76)
Musa Aleyhisselam ve Firavun kıssası aynı zamanda, Hz. Muhammed’e (s.a) Firavun’un Hz. Musa’ya (a.s) davrandığı gibi davranan Kureyş’e bir ders olsun diye zikredilmiştir. Çünkü Kureyş’in ilahi vahye karşı gösterdiği mukabele, Firavun kavminin benzeriydi.
Bu bağlamda zikre şayan bir şey daha vardır; Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun’un (a.s) görevi bazı kimselerin sandığı gibi, yalnızca İsrail oğulları’nı Firavun’un kölesi olmaktan kurtarmak değildi. Kıssanın bağlamına dikkat ettiğimizde açıkça görülecektir ki, onlar da Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e (s.a) kadar tüm rasullere verilmiş görevin aynısını yerine getirmek üzere tayin edilmişlerdi. Bu surenin teması başlangıcında şöyledir: “Rabb ve ilah olarak yalnızca Allah’ı bilin, zira O, tüm kainatın Rabbıdır. Allah’ın huzuruna getirilip, bu dünyada yaptıklarınızın hasabını vereceğiniz ahirete yakinen inanın”.
Dahası bu sure mesajı reddedenlere şunu açık şekilde göstermektedir ki, tarih bu mesajı kabul eden insanlığın, hemen sonra büyük başarılar kaydettiğine tanıklık etmektedir. Bu yüzden onlara şunu tavsiye eder: “Rasuller tarafından kesintisiz olarak vazedilmiş bulunan mesajı sizler de kabul etmelisiniz. Ve hayatınızı bütünüyle bu itikad esaslarına göre düzenlemelisiniz. Zira mesajı reddedenler sonunda hüsrana uğradılar.”
Kıssalarının vukubulduğu bağlamdan çıkan sonuç, Hz. Musa ve Hz. Harun’un (a.s) yerine getirdiği görevin temel tezinin diğer rasullerinkiyle aynı olduğuna delalet etmektedir. Bu iki elçinin görevleri arasında (müslüman bir cemaat olan) İsrail oğulları’nı inançsızlığında inad eden kafir bir topluluğun egemenliğinden kurtarmak da vardı, fakat bu hedef onların görevlerine tali bir yer tutmaktaydı, merkezi bir yer değil… Gerçek hedef Naziat suresinin 17-19. ayetlerinde açıkça belirlenmekteydi. Bu ayetlerde Rabbi Hz. Mus’ya (a.s) Firavun’a gitmesini, çünkü onun azmış bir kimse olduğunu ve ona şöyle demesini emretti: “Seni Rabbine yöneltmem halinde nefsini ıslaha ve Rabbinden korkmaya yanaşır mısın?”
Bu iki elçinin, İsrailoğluları’nı Firavun’un köleci idaresinden kurtarmak suretiyle oynadığı rol, tarihte çok önemli olmuştu. Zira Firavun ve bağlıları mesajı reddedince bu iki elçi, kavimlerini onların egemenliğinden kurtarmak zorunda kalmışlardı. Bu yüzden Kur’an’da tarihin vurgulamadan geçemediği bu olaya aynı önemi atfetmiştir. Eğer bir kimse Kur’an’ın ayrıntı bölümlerini onun temel ilkelerinden yalıtmaz da, onları bu ilkelerin ışığında incelemeye tabi tutarsa, bir elçinin risaletine ait asıl hedefin yalnızca cemaati özgürlüğe kavuşturmak olduğu ve yalnızca tali bir hedef olarak görüldüğü şeklinde bir yanlış anlamaya düşmeyecektir. (Daha fazla açıklama için, bkz. Taha: 44-52, Zuhruf: 55-56, Müzemmil: 15-16).
4. “Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” 4. “Biz kimi delirsek o, kurtuluşa erdirilmiştir.” (K.Yusuf 12/76)
5. “Lâkin O’na ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz tek şey tâkvadır.” (K. 22/37)
(Bu, Allah’a ibadet için kesilen kurbanın önemli bir şartını belirtmektedir. Bir kurban, ancak samimiyet ve takva ile kesilmişse Allah tarafından kabul edilir. Nitekim burada onun ancak takva ile kesilirse kabul edileceği belirtilmektedir: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz, fakat sizin takvanız O’na ulaşır.” Bu ayetle aynı zamanda, cahiliye günlerinde Arapların kurban etlerini Kabe’ye götürüp kanlarını Kabe duvarlarına bulaştırarak uyguladıkları bir âdeti de yasaklamış olmaktadır.)
+
Bu beş ayet için Hadis, Nüzul Sebepleri, Tefsir, Hadis Kitaplarına baktım. Yukarıdakinden başka açıklama bulamadım.
Eğer sizin bilgi dağarcığında varsa açıklama, bildir bana teşekkür edeyim sana.
Örnek gösterdiğim ayetlerde belirtilmek istenen: “Allah dilemezse, siz bir şey dileyemezsinizdir…”
İşte bir ayet daha: “Gerçi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir.” (K. 76/30)
Bu durumda sizin; beni, “Seni imana davet ediyorum, seni Allah’ın evine davet ediyorum. Seni Peygamber efendimizin yoluna davet ediyorum.” davetiniz cehalettendir.
Bu konuda bir ayet daha sunuyorum. Seni düşünmeye davet ediyorum:
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi top yekun iman ederlerdi. O halde insanların hepsi mümin olsunlar diye sen mi zorlayacaksın. (K. 10/99)
Peygamberini böyle azarlayan Allah; kim bilir, yevmül mahşer de sana ne deyecektir?..
İşte budur düşüncelerim. Değil mi ki beni eğitmeye karar verdin. Söyle bana nedir düşüncelerin?
Sevgilerle,
Eren Bilge, 4.3.2008
X
KUR’AN- Kader/Alın yazısı(?!)- Öldürülen kadınlar?
“Grup Yönetici ” <erzincanli.0024@gmail.com>: Dec 29 02:05PM +0200

———- Yönlendirilmiş ileti ———-
Gönderen: yasemin <yasemincin@hotmail.com>
Tarih: 29 Aralık 2014 09:35
Konu: KUR’AN- Kader/Alın yazısı(?!)- Öldürülen kadınlar?
Alıcı: “erzincanli.0024@gmail.com” <erzincanli.0024@gmail.com>

*KUR’AN- Kader/Alın yazısı(?!)- Öldürülen kadınlar?*

*(İsrâ,13)*:”Biz her insanın kaderini kendi özgür seçimine bırakmışızdır.
Ancak dünyada işlediği her şeyi de bir kayda alırız. Kıyamet gününde, bu
kaydı çıkarıp yayınlarız.”

*(Âli-İmran,195)*:”Şüphesiz Ben, sizden hiçbir çalışanın emeğini ödülsüz
bırakmam/ürettiğini boşa çıkarmayacağım, ister erkek olsun, ister kadın
olsun; hepiniz birsiniz/aynısınızdır/hep birbirinizdensiniz.”

Bu iki ayeti birlikte değerlendirdiğimizde; Yüce Yaratıcımız, kader/alın
yazısının, insanın kendi bireysel özgür seçimlerinden oluştuğunu ve
çalışan, üreten herkesin, erkek-kadın ayırmadan çalışıp, üretmelerinin,
çabalarının karşılığını alacağını söylüyor.

Seçimlerin özgürce yapılması, beraberinde sorumlulukları da getirmektedir.
Erkek-kadın hepimiz, bu yaşamda eylemlerimizden, yaptıklarımızdan
sorumluyuz. Yani herkesin kendince, özgürce seçme hakkı var ve herkes
kendinden sorumlu!

Yüce Yaratıcı, Kur’an’da, erkek-kadın ayrımı olmadan herkesin, yaşam
seçimlerinde özgür olduğunu söylerken; kadınları değersizleştiren, yok
sayan, insan yerine koymayan, özgürce seçme hakkı vermeyen erkek egemen
dinî yalan-yanlış anlatımlar; televizyonlarda, radyolarda, basında,
kitaplarda, dergilerde, sohbet(?!) toplantılarında, cemaatlerde,
tarikatlarda -her nerede yer bulurlarsa- orada, zihin bulandırmaya devam
ediyor. Kadınların insan olduğunu unutan, cinsel amaçlı kullanılacak bir
nesne gibi düşünen, erkeklerin kendi nefislerine hakim olabilmeleri
için(?!)üstü, saçı-başı sımsıkı örtüldükten sonra sokağa çıkmalarına izin
verilen yaratıklar haline getirilen kadınlar, bu yalan-yanlış din söylemler
yüzünden değersizleştiriliyorlar, yok hükmünde sayılıyorlar. Bu yüzden de
kolayca öldürülebiliyorlar! Artık neredeyse her gün bir kadın, kocası,
ayrıldığı eşi, babası, abisi, erkek kardeşi yani “namus” bekçileri(?!)
tarafından hunharca/acımasızca katlediliyor/öldürülüyor/yaşama hakları
ellerinden alınıyorlar. Bu zalimler, “namus” kavramını, kadının iki bacağı
arasına sıkışmış zannedenler! Ortalık, yalan-yanlış din anlatan hocadan
geçilmiyor! Bu kontrolsüzlüğe kim dur! diyecek? Hikaye/rivayet/sünnet/hadisleri
“din” diyerek yalan-yanlış anlatan, yazanlar ve bu anlatımlara izin veren,
takip etmeyen, cezalandırmayan, engellemeyen, düzeltmeyen “din” konusunda
otorite olduğunu iddia eden kurumlar bu konuda sorumluluk altındadır.

Yüce Yaratıcı’nın dinin de var mı böyle bir zulüm?

“Allah kullarına asla zulmetmez.”*(Yunus,44-Kehf,49) *

“Sözüne, Allah’tan daha sadık kim var?”*(Nisa,87-122)*

Kullarına, erkek-kadın asla zulmetmeyeceğini söyleyen Yüce Yaratıcı’nın bu
sözünün doğruluğunun bilincinde; zalimlerin, tüm zulümlerinin faturasını
Allah’a havale ederek -Allah böyle istiyor?! yalanı- Allah’a iftira
etmelerinin önüne geçmek lâzım!!!

*(Nahl,116)*:”Yalan düzerek Allah’a iftira etmek için, dillerinizin uydurma
nitelendirmeleriyle/kendi kendinize uydurduğunuz yalanlara dayanarak “şu
helâldir, şu da haramdır” demeyin. Çünkü Allah adına yalan uydurmuş
oluyorsunuz.” Yalan düzerek Allah’a iftira edenler kurtulamazlar.”