BEKLEME

BEKLEME
10.2.1982
SİYASİ POLİS EVİME GELİYOR

GÖNDERİLEN YERLER:
1. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine,
2. İçişleri Bakanlığına,
3. Adalet Bakanlığına
4. Ankara Barosuna.
(NOT: Bunların hiçbirinden bu güne değin yanıt gelmemiştir.)
+
Bu gün evimizin kapısını çalan uzunu boylu, iri kıyım, esmer bir kişi; kapıyı açan kızıma, polis kimliğini göstererek, aşağıdaki soruları sormuştur:
“Hayri Balta burada mı oturuyor?”
“Adres değişikliği olmuş mudur?”
“Yazıhanesi nerededir?”
“Şehir dışına çıkıyor mu?”
x
Suçum: “ATATÜRKÇÜ ve AYDIN BİR KİMSE” olmaktır.
1962 yılında Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışırken, kışkırtıcı bir ajan olduğu gerekçesi ile MHP’den kovulan ve hâlâ da askerliğini yapmamış olan Bizim Anadolu ve Hergün gazeteleri yazarlarından Necdet Sevinç’in (aynı zamanda teyzem oğlu olur) muhbirliği ve tertibi sonucu yargılandım ve yargılama sonucunda “Sanık Hayri Balta, Atatürkçü ve Aydın bir kimse olduğum” gerekçesiyle beraat ettim(¹)
Ne var ki beraat etmem hiçbir işe yaramadı. Her yeni taşındığım mahalledeki evime ve her yeni girdiğim iş yerine birkaç gün sonra gelen polislerin yaptığı soruşturma sonucu kişiliğim hakkında kuşku yaratılmış ve kimi zaman da işten atılmama neden olunmuştur.
Baktım olmayacak, 33 yaşından sonra, hem de emeğimden başka gelirim olmamasına karşın gündüzleri çalışarak akşamları akşam Ortaokulu’na gidip geldim. 4 yıl. 4 yıl da Akşam Lisesinde okudum. Ardından da yine hem çalışıp hem okuyarak Hukuk Fakültesini bitirdim. 5 yıl.
Şimdi yukarıdaki adreste avukatlık yapmaktayım. Ama devletin sivil polisleri evime gelerek çocuklarıma, “Geçmişte bir suçum olduğunu ve hakkımda her altı ayda bir rapor düzenlenmesi gereken bir kişi olduğumu” söyleyerek hukuka aykırı davranmaktadır. Aynı işi işyerime gelerek de yapmaktadır.
“Atatürkçü ve aydın bir kimse” olarak yurttaşlık görevimi yerine getirmekten başka hiçbir eylemim olmadı. Öyle milliyetçilik savında bulunup da askerlik görevimi yerine getirmekten kaçmadım. Yaşamımın her saniyesi için hesap vermeye hazırım. Yargılandığım Mahkemenin hükmüne itibar edilmiyorsa (ki itibar edilmemekte olduğu anlaşılmaktadır) yargısına itibar edeceğiniz bir mahkemede yargılanmaya hazırım.
Bir devletin kendi yurttaşlarına karşı böyle acımasızcasına davranması ne ile yorumlanabilir? Yargılanıp beraat etmek suçsuzluk için yeterli olmuyorsa bu mahkemeler niçin kurulmuştur.
1977 yılının 27 Mart’ında evimin önünde iki kişi tarafından kurşunlandım. 30 cm.den göğsüme sıkılan kurşunlar ciğerimi delik deşik etti. Beni öldürmek amacı ile vurup kaçanların bulunması amacı ile, resmî mercilere, 200 sayfaya yakın dilekçeler verdiğim halde hâlâ ve hâlâ bu güne kadar yakalanamamışlardır. Devlet görevlileri; beni izleyeceklerine beni vuranları araştırıp bularak yargıya teslim etmelidir. Benimle bu kadar uğraşması anlamsızdır (¹).
Devletin görevlileri; beni vuranları yakalayıp adalete teslim edeceğine “Atatürkçü ve Aydın bir kimse olduğum için” benim peşime düşmekte mahallem ve aile bireylerimi kuşkuyu düşürerek benden koparmaya çalışmaktadır. Bana yapılan bu uygulamalar hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. El insaf…
Hiç olmazsa 12 eylül’den sonra bu tür uygulamalara bir son verilmesi isteğimdir.
Saygılarımla,
Av. Hayri Balta, 10.2.1982

(¹) Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 1962/25. K. 1962/104
(²) a. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Md.lüğü. 20.2.1978/11462
b.İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Md. 20.2.1978/35450
c. Gaziantep Cumhuriyet Savcılığı 1978/2733
d. Gaziantep Sorgu Hakimliği 1981/53

DAĞITIM:
Gereği İçin:
1. Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğine/Ankara
2. İçişleri Bakanlığına/Ankara
3. Adalet Bakanlığına/Ankara
Bilgi için:
1. Ankara Barosu Başkanlığına,
2. Çocuklarıma
X
MGK, dünkü toplantısında Milli Güvenlik Siyaseti Belgesini kabul etti. “İrticanın öncelikli iç tehdit olmaya devam ettiğini” kabul etti. Diğer tehditler: “terörizm” ve aşırı uç yapılanmalar” olarak belirledi. (Vatan, 25 Ekim 2005)
X
Ayet:
“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” * (K. 8/24) Diyanet Vakfı Meali
Açıklaması:
* “İnsanlara hayat verecek şey Allah ve Resulünün emir ve yasaklarıdır. Şüphesiz ki O’nun her emrinde bir hikmet ve hayat vardır. Onun için O’ndan gelen her emri kabullenmek ve yerine getirmek gerekir.
Ayette “Allah kişi ile kalbi arasına girer” buyruluyor. Bu durumu tasvirden aciziz. Ancak başka bir ayette “Biz insana şah damarından daha yakınız” buyrulmuştur.
Allah insanın kabiliyetine göre kalbini dilediği tarafa çevirir.
Peygamberimiz şöyle dua ederdi: “Ey kalpleri çeviren Allah! Benim kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl!”
Tefsir:
24’ncü âyette yüce Allah, müminlere, Elçisinin sözlerini dinlemelerini, Elçisi kendilerine hayat verecek önemli şeylere çağırdığı zaman onun çağrısına uymalarını emrediyor.
Allah’ın, insanın kalbine, bütün düşüncelerine vakıf olduğunu, insanların O’nun huzuruna çıkacaklarını, yani içlerinde taşıdıkları kötü niyet ve düşüncelerin, Allah’ın huzurunda açığa çıkacağını hatırlatıyor.
“Biliniz ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” cümlesini bazı müfessirler şöyle manalandırıyorlar: Allah sizi birden bire öldürüverir, artık Allah’a ve Elçisine uyma fırsatını kaçırırsınız. Bu ifade, insanları derhal söze uymağa teşvik etmektedir.
Bazı müfessirlere göre e bu ifade: “Biz ona, şah damarından daha yakınız”‘ ifadesi gibidir. Allah, kişiye, yapacağı işten daha yakındır. İnsanın düşüncesiyle yapacağı işler arasına girer, onu şaşkınlık içinde bırakır. Her iki takdirde de Allah ve Elçisinin emirlerine sürâtle uymağa teşvik vardır.
Av. Eren Bilge Balta Yorumu:
Öncelikle ayetteki şu tümceye dikkatinizi çekerim. İşte o cümle: “Allah ve Resulüne uyun.”
Burada Allah ve Peygamber özdeşliği görüyoruz. Çünkü Allah başka, Peygamber başka sözler söylemiyor ki…
Kaldı ki ayette “Allah kişi ile onun kalbi arasına girer” deniyor…
Bu ayette ne denmek isteniyor önce bu konu üzerinde düşünmekte yarar var.
Ne demek oluyor bu “Allah’ın kişi ile onun kalbi arasına girmesi?”
Kişi ile onun kalbi arasına giren Allah; kişinin aklı, önsezisi, sağduyusu, sevgi, şefkat gibi insanî özellikler, uzgörürü (gerçeği önceden görebilmek yetisi), vicdanı gibi üstün değerlerdir. Saydığım bu kavramların işlevine Hıristiyanlıkta Ruhül Kudüs; İslamiyet’te ise Cebrail adı verilir. Bütün bunlar din dili kapsamına girer ve simgesel anlatımlardır. Öyle sanıldığı gibi ne getiren vardır, ne götüren vardır. Hepsi senden sanadır…
Yaratan yaratılan ayrılığı yoktur. İslam ulularının vahdet-i vücut (varlık birliği) dediği de budur.
Yunus emre bu gerçeği aşağıdaki biçimde dile getirmiştir:
“Bir ben vardır benden içeri…”
Ayetteki “Hayat verecek şey!” terimi dinsel bir terimdir ve çok önemlidir.
İnsana “Hayat verecek şey!” İnsanın dünya görüşünü değiştirecek akılcı, bilimsel, sağduyuya uygun, mantıksal yeni görüşlerdir. İnsanın daha önce duymadığı Hak sözlerdir. VE madde âleminden mana alemine geçmesidir…
Bu sözleri İslam Peygamberi çağırdığı bir mümin için söylüyor. Bir adam aracılığı ile çağırdığı mümin: “Şu namazımı bitireyim de öyle gideyim!” diyor.
Bunun Üzerine İslam peygamberi kendisinin söyleyeceği sözleri; müminin kılacağı namazdan daha önemli görüyor “Benim sözlerim kılacağın namazdan daha önemlidir. Çünkü söylediğim sözler sana hayat verecektir. Seni diriltecektir.”
Yunus Emre kendisine hayat veren sözleri duyduğunda:
“Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun!” demiştir…
Yine Yunus Emre böyle kendisine hayat veren sözleri duyduğunda duygularını şu biçimde dile getirmiştir:
Ayrıkçı nesne görmüşüm; bildiklerimi unutmuşum…
Av. Eren Bilge Balta, 22.7.2010
X
BAKARA SURESİ: 191 Onları yakaladığınız yerde öldürün; onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne/baskı ve bozgunculuk, öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da, onlar sizinle çarpışmaya girinceye kadar siz de onlarla çarpışmaya girmeyin. Eğer sizinle çarpışmaya girerlerse siz de onları öldürün. İşte böyle verilir küfre sapanların cezası!
NİSA SURESİ : 66 Eğer onlar üzerine, “Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın!” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama onlar kendilerine öğütleneni yapsalardı, onlar için hem daha hayırlı olurdu hem de ömürlü olmaları bakımından daha yarayışlı.
NİSA SURESİ : 89 Onlarla eşitlenesiniz diye kendilerinin küfre saptığı gibi küfre sapmanızı istediler. O halde, Allah yolunda göç edecekleri vakte kadar onlardan dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Bir daha da onlardan ne dost edinin ne de yardımcı.
NİSA SURESİ : 91 Diğer bazılarını da bulacaksınız ki, hem sizden emin olmak hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama fitneyle yüz yüze getirildiklerinde başaşağı içine dalarlar. Bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barışa gitmezler ve ellerini sizden çekmezlerse onları yakalayın, tuttuğunuz yerde öldürün. İşte böylelerinin üstüne gitmeniz için size açık bir izin ve kuvvet verilmiştir.
TEVBE SURESİ : 5 O haram aylar çıktığında artık müşrikleri, kendilerini bulduğunuz yerde öldürün. Yakalayın onları, kuşatın onları, tüm geçit noktalarını tıkayın onların. Bunun ardından tövbe eder, namazı/duayı yerine getirir, zekâtı verirlerse, yollarını açın onların. Kesin olan şu ki, Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.
TEVBE SURESİ : 12 Eğer verdikleri ahitten sonra yeminlerini bozar, dininize saldırırlarsa, o zaman küfrün elebaşlarını öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Böyle yaparsanız hal ve gidişlerine son verebilirler.
YÛSUF SURESI: 9 “Yûsuf’u öldürün yahut bir yere götürüp atın ki, babanızın ilgisi yalnız size yönelsin ve bunun ardından barışcıl ve hayırsever bir topluluk haline gelesiniz.”
ANKEBUT SURESİ : 24 Toplumunun İbrahim’e cevabı sadece şunu söylemeleri oldu: “Bunu öldürün, yahut yakın!” Ama Allah onu ateşten kurtardı. İnanan bir toplum için bunda elbette ibretler vardır.
MÜMİN SURESİ : 25 Mûsa, katımızdan hakkı onlara getirince, şöyle dediler: “Onunla beraber iman edenlerin erkek çocuklarını öldürün, kadınlarını hayata salın/kadınlarına uygunsuzca davranın/kadınlarının rahimlerini yoklayın!” Ama inkârcıların tuzağı hep boşa çıkmıştır.
BAKARA SURESİ: 54 Hani, Mûsa, toplumuna demişti ki: “Ey toplumum, buzağıyı tanrı edinmenizle öz benliklerinize zulmettiniz. Hadi, yaratıcınıza, Bâri’inize tövbe edin; egolarınızı öldürün. Böyle yapmanız yaratıcınız katında sizin için daha iyidir; O sizin tövbelerinizi kabul eder. Hiç kuşkusuz O, evet O, tövbeleri çok kabul edendir, rahmeti sonsuz olandır.”
ELÇİLERİN İŞLERİ: Elç.21: 36 Kalabalık, “Öldürün onu!” diye bağırarak onları izliyordu.
Pavlus’tan KOLOSELİLER’E MEKTUP: Kol.3: 5 Bu nedenle bedenin dünyasal eğilimlerini fuhşu, pisliği, şehveti, kötü arzuları ve putperestlikle eş olan açgözlülüğü öldürün
MISIRDAN ÇIKIŞ : Çık.1: 16 “İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.”
ÇÖLDE SAYIM : Say.25: 5 Bunun üzerine Musa İsrail yargıçlarına, “Her biriniz kendi adamlarınız arasında Baal-Peor’a bağlanmış olanları öldürün” dedi.
ÇÖLDE SAYIM : Say.31: 17 Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün.
YASANIN TEKRARI : Yas.13: 10 Taşlayarak öldürün onu. Çünkü Mısır’dan, köle olduğunuz ülkeden sizi çıkaran Tanrınız RAB’den sizi saptırmaya çalıştı.
YASANIN TEKRARI : Yas.17: 5 bu kötülüğü yapan erkeği ya da kadını kentinizin kapısına çıkarın ve taşa tutarak öldürün.
1.SAMUEL : 1.Sa.22: 17 Sonra yanında duran nöbetçi askerlere, “Gidin ve Davut’u destekleyen RAB’bin kâhinlerini öldürün!” dedi, “Çünkü onun kaçtığını bildikleri halde bana haber vermediler.” Ne var ki, kralın görevlileri el kaldırıp RAB’bin kâhinlerini öldürmek istemediler.
2. SAMUEL : 2.Sa.13: 28 Avşalom hizmetkârlarına şöyle buyurdu: “Dinleyin! Amnon’unşaraptan iyice keyiflendiği anı bekleyin. Size ‘Amnon’u vurun dediğim an onu öldürün. Korkmayın! Size buyruğu ben veriyorum. Güçlü ve yürekli olun!”
1. KRALLAR: 1.Kr.21: 10 Karşısına da, ‘Navot Tanrı’ya ve krala sövdü diyen iki yalancı tanık koyun. Sonra onu dışarı çıkarıp taşlayarak öldürün.”
2. KRALLAR : 2.Kr.9: 27 Yahuda Kralı Ahazya olanları görünce Beythaggan’a doğrukaçmaya başladı. Yehu ardına takılıp, “Onu da öldürün!” diyebağırdı. Ahazya’yı Yivleam yakınlarında, Gur yolunda, arabasınıniçinde vurdular. Yaralı olarak Megiddo’ya kadar kaçıp orada öldü.
2. KRALLAR : 2.Kr.10: 25 Yakmalık sununun sunulması biter bitmez, Yehu muhafızlarlakomutanlara, “İçeriye girin, hepsini öldürün, hiçbiri kaçmasın!”diye buyruk verdi. Muhafızlarla komutanlar hepsini kılıçtangeçirip ölülerini dışarı attılar. Sonra Baal’ın tapınağının iç bölümüne girdiler.
2. KRALLAR : 2.Kr.11: 8 Herkes yalın kılıç kralın çevresini sarsın, yaklaşan olursa öldürün. Kral nereye giderse, ona eşlik edin.”
1. TARİHLERAdem’in Soyu(Yar.10:2-31; 11:10-26) : 1.Ta.20: 4 Bir süre sonra Filistliler’le Gezer’de savaş çıktı. Bu savaş sırasında Huşalı Sibbekay, Rafa soyundan Sippay’ı öldürünce, Filistliler boyun eğdiler.
2. TARİHLER : 2.Ta.23: 7 Levililer yalın kılıç kralın çevresini saracaklar. Tapınağa yaklaşan olursa öldürün. Kral nereye giderse, ona eşlik edin.”
YEREMYA : Yer.50: 27 Genç boğalarını öldürün, Kesime gitsinler! Vay başlarına! Çünkü onların günü, Cezalandırılma zamanı geldi.
HEZEKİEL : Hez.9: 5 Öbürlerine, “Kent boyunca onu izleyin ve kimseye acımadan, kimseyi esirgemeden öldürün” dediğini duydum.
HEZEKİEL : Hez.9: 6 “Yaşlıyı, genci, genç kızı, kadını, çocukları öldürün. Yalnız alınlarında işaret olanlara dokunmayın. İşe tapınağımdan başlayın.” Onlar da tapınağın önünde duran İsrail ileri gelenlerinden işe başladılar.
Her yaş güzeldir.Değerini geç anlasak ta…/2010 – Kur’an da ölmek, öldürmek-1
Kategori: ARŞİV paylasmak
Kur’an da ölmek,öldürmek-2
BAKARA SURESİ: 28 Allah’a nasıl nankörlük ediyorsunuz/Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz?! Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na döndürüleceksiniz.
BAKARA SURESİ: 54 Hani, Mûsa, toplumuna demişti ki: “Ey toplumum, buzağıyı tanrı edinmenizle öz benliklerinize zulmettiniz. Hadi, yaratıcınıza, Bâri’inize tövbe edin; egolarınızı öldürün. Böyle yapmanız yaratıcınız katında sizin için daha iyidir; O sizin tövbelerinizi kabul eder. Hiç kuşkusuz O, evet O, tövbeleri çok kabul edendir, rahmeti sonsuz olandır.”
BAKARA SURESİ: 61 Siz şöyle demiştiniz: “Ey Mûsa, biz bir tek yemeğe asla dayanamayız; bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, baklasından, acurundan, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıversin.” Musa şöyle demişti: “Siz daha aşağı bir nimete daha üstün bir nimeti mi değişmek istiyorsunuz? İnin bir kasabaya; istediğiniz sizin olacaktır.” Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah’tan bir gazaba çarpıldılar. Bu böyle oldu, çünkü onlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. İsyan ettikleri için böyle oldu. Sınır tanımıyor, azgınlık yapıyorlardı.
BAKARA SURESİ: 72 Siz bir adam öldürmüştünüz de onunla ilgili olarak çekişip duruyordunuz. Oysaki Allah, sizin sakladıklarınızı ortaya çıkaracaktı.
BAKARA SURESİ: 73 Şöyle dedik: “Kesilen ineğin bir parçasıyla öldürülen adama vurun.” İşte böyle diriltir Allah ölüleri. Size ayetlerini gösteriyor ki, aklınızı işletebilesiniz.
BAKARA SURESİ: 85 Bütün bunlardan sonra siz şu insanlarsınız: Birbirinizi öldürüyorsunuz. İçinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onlar aleyhine kötülük ve düşmanlık hususunda dayanışmaya giriyorsunuz. Esasında onları yurtlarından çıkarmak size haram edildiği halde, esir olarak size geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. Şimdi siz Kitap’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezillikten başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise böyleleri azabın en şiddetlisine itilir. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.
BAKARA SURESİ: 87 Yemin olsun ki, Mûsa’ya Kitap’ı verdik. Ve arkasından da resuller gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık-seçik deliller verdik ve kendisini Ruhulkudüs’le güçlendirdik. Bir resulün size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük taslanmadınız mı? Bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.
BAKARA SURESİ: 91 Onlara, “Allah’ın indirmiş olduğuna inanın!” denildiğinde şöyle konuşurlar: “Biz, bize indirilene inanırız.” Ve ondan ötesini inkâr ederler. Oysaki o, kendilerinin yanındakini doğrulayıcı bir gerçektir. Söyle onlara: “Madem iman sahibiydiniz, daha önce Allah’ın peygamberlerini niye öldürüyordunuz?”
BAKARA SURESİ: 154 Allah yolunda öldürülenler için “ölüler” demeyin. Tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olmazsınız.
BAKARA SURESİ: 178 Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazılmıştır. Hür kişiye karşılık hür, köleye karşılık köle, dişiye karşılık dişi… Kim kardeşi tarafından herhangi bir şekilde affa uğrarsa, bu durumda örfü izlemek ve affedene en güzel biçimde bir ödeme yapmak gerekir. İşte bu, Rabbinizden size bir hafifletme ve bir rahmettir. Kim bundan sonra azgınlık ve düşmanlık ederse onun için korkunç bir azap vardır.
BAKARA SURESİ: 191 Onları yakaladığınız yerde öldürün; onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne/baskı ve bozgunculuk, öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da, onlar sizinle çarpışmaya girinceye kadar siz de onlarla çarpışmaya girmeyin. Eğer sizinle çarpışmaya girerlerse siz de onları öldürün. İşte böyle verilir küfre sapanların cezası!
BAKARA SURESİ: 251 Nihayet Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Ve Dâvud Câlût’u öldürdü. Ve Allah, Dâvud’da mülk/saltanat ve hikmet verdi. Ve ona dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allah’ın, bazı insanları diğer bazılarıyla savması olmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Ama Allah âlemlere karşı çok lütufkârdır.
BAKARA SURESİ: 253 İşte resuller! Biz onların bazısını bazısına üstün kılmışızdır. Allah, onlardan bazısıyla konuşmuştur. Bazılarını da derecelerle yüceltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık ayetler verdik ve onu Ruhulkudüs’le güçlendirdik. Allah dileseydi, onların ardından gelenler, açık-seçik mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak tartışmaya girdiler de içlerinden bazısı iman etti, bazısı küfre saptı. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ne var ki, Allah dilediğini yapıyor
BAKARA SURESİ: 258 Allah’ın kendisine mülk ve saltanat verdiğini iddia ederek/Allah kendisine mülk- saltanat verdiği için, Rabbi hakkında İbrahim’le çekişeni görmedin mi? İbrahim şöyle demişti: “Benim Rabbim odur ki, hayat verir ve öldürür.” O da şöyle demişti: “Ben de hayat veririm, ben de öldürürüm.” İbrahim, “Allah, Güneş’i doğudan getiriyor, hadi sen onu batıdan getir!” deyince, küfre sapan o adam apışıp kalmıştı. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.
BAKARA SURESİ: 259 Ya şu kişi gibisini görmedin mi? Çatıları çökmüş, duvarları-damları yere inmiş bir kente uğramıştı da şöyle demişti: “Allah şurayı ölümünden sonra nasıl hayata kavuşturacak?” Bunun üzerine Allah, o kişiyi yüz yıllık bir süre için öldürmüş, sonra diriltmişti. “Ne kadar bekledin?” demişti. “Bir gün veya günün bir kısmı kadar bekledim.” dedi. “Hayır, dedi, aksine sen, yüz yıl kaldın. Yiyeceğine, içeceğine bak! Henüz bozulmamış. Eşeğine bak! Seni insanlara bir ibret yapalım diyedir bu. Kemiklere bak, nasıl yerli yerince düzenliyoruz onları ve sonra et giydiriyoruz onlara.” İş kendisi için açıklık kazanınca şöyle dedi o: “Allah’ın her şeye kadir olduğunu biliyorum.”
ALİ İMRAN SURESİ : 21 Allah’ın ayetlerini inkâr edip haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlar içinden adaletle emredenlerin canına kıyanlar var ya, işte onlara korkunç bir azabı muştula.
ALİ İMRAN SURESİ : 112 Allah’tan bir ipe ve insanlardan bir ipe tutunmaları dışında, nerede bulunsalar üzerlerine zillet damgası vurulur. Allah’ın hışmına uğramışlardır. Üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur. Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ın ayetlerine küfrediyor, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı; isyan etmişlerdi, zulüm ve azgınlık sergiliyorlardı.
ALİ İMRAN SURESİ : 144 Muhammed bir resulden başkası değildir. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölse yahut öldürülse ökçeleriniz üzerine gerisin geri mi döneceksiniz! İki ökçesi üzerine geri dönen, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah, şükredenleri ödüllendirecektir.
ALİ İMRAN SURESİ : 152 Yemin olsun ki, siz onları Allah’ın izniyle öldürmekteyken, Allah size vaadini doğrulamıştı. Nihayet,siz korkuya kapıldınız, yapılacak iş hususunda çekiştiniz. Ve Allah, sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz. İçinizden bir kısmı dünyayı istiyordu, bir kısmınız ise âhireti istiyordu. Sonra sizi imtihan etmek için onlardan uzaklaştırdı. Yemin olsun, sizi affetmişti. Allah, müminlere karşı lütuf sahibidir.
ALİ İMRAN SURESİ : 154 Sonra bu kederin ardından üzerinize, içinizden bir grubu sarıp kuşatan, güven verici bir uyku indirdi. Bir grup da -gerçekten onlar kendi canlarının derdine düşmüştü- Allah hakkında gerçek dışı sanılara, cahiliye düşüncelerine kapılıyordu. “Şu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. De ki: “Emir/iş ve oluş tümüyle Allah’ındır.” Öz benliklerinde, sana açıklamaz oldukları şeyler saklıyorlar. Diyorlar ki: “Bu işten bizim lehimize bir şey olsaydı, şuracıkta öldürülmezdik.” Söyle onlara: “Evlerinizde kalsaydınız bile, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, uzanacakları yerleri muhakkak boylayacaklardı.” Bu, Allah, göğüslerinizdekini denesin, kalplerinizdekini ortaya çıkarsın diyedir. Allah, göğüslerin özünü çok iyi bilir.
ALİ İMRAN SURESİ : 156 Ey iman sahipleri! Yeryüzünde dolaşan yahut gazaya çıkan kardeşleri için şöyle diyen inkârcılar gibi olmayın: “Yanımızda olsaydılar ölmezlerdi, öldürülmezlerdi.” Allah bunu onların kalplerinde bir özlem yapacaktır. Allah, diriltir de öldürür de. Allah, yapıp ettiklerinizi en iyi şekilde görmektedir.
ALİ İMRAN SURESİ : 157 Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz, Allah’tan bir bağışlanma ve bir merhamet/bir sevgi onların derleyip topladıklarından çok daha iyidir.
ALİ İMRAN SURESİ : 158 Ölür yahut öldürülürseniz elbette ki Allah’a götürüleceksiniz.
ALİ İMRAN SURESİ : 168 Yerlerinde oturup da kardeşleri için, “Bizi dinlemiş olsalardı öldürülmeyeceklerdi.” diyenlere şöyle söyle: “Eğer doğru sözlüler iseniz, kendi benliklerinizden uzaklaştırın ölümü!”
ALİ İMRAN SURESİ : 169 Allah yolunda öldürülmüş olanları ölüler sanma sakın. Hayır! Onlar diridirler. Rablerinin katında mızıklandırılıyorlar.
ALİ İMRAN SURESİ : 181 Yemin olsun ki, Allah, “Allah yoksuldur, bizler zenginleriz!” diyenlerin sözünü işitti. Dediklerini de yazacağız, haksız yere peygamberleri öldürmelerini de. Ve şöyle diyeceğiz: “Tadın, yakıp pişiren azabı!”
ALİ İMRAN SURESİ : 195 Rableri onlara cevap verdi: “Ben sizden, erkek-kadın hiçbir çalışanın ürettiğini boşa çıkarmayacağım. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkenceye uğratılanlar, çarpışıp da öldürülenler var ya, onların kötülüklerini yemin olsun örteceğim. Ve yemin olsun ki onları, Allah katından bir karşılık olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.” Allah katındandır karşılıkların en güzeli.
NİSA SURESİ : 66 Eğer onlar üzerine, “Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın!” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama onlar kendilerine öğütleneni yapsalardı, onlar için hem daha hayırlı olurdu hem de ömürlü olmaları bakımından daha yarayışlı.
NİSA SURESİ : 74 İğreti hayatı âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda çarpışsınlar. Allah yolunda çarpışıp da öldürülen yahut galip gelene biz, yakında, büyük bir ödül vereceğiz.
NİSA SURESİ : 89 Onlarla eşitlenesiniz diye kendilerinin küfre saptığı gibi küfre sapmanızı istediler. O halde, Allah yolunda göç edecekleri vakte kadar onlardan dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Bir daha da onlardan ne dost edinin ne de yardımcı.
NİSA SURESİ : 91 Diğer bazılarını da bulacaksınız ki, hem sizden emin olmak hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama fitneyle yüz yüze getirildiklerinde başaşağı içine dalarlar. Bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barışa gitmezler ve ellerini sizden çekmezlerse onları yakalayın, tuttuğunuz yerde öldürün. İşte böylelerinin üstüne gitmeniz için size açık bir izin ve kuvvet verilmiştir.
NİSA SURESİ : 92 Yanlışlık hali müstesna, bir müminin bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. Yanlışlıkla bir mümini öldürenin, özgürlüğü elinden alınmış bir mümini özgürlüğüne kavuşturması, ölenin ailesine de üzerinde anlaşmaya varılacak tatmin edici bir diyet vermesi gerekir. Vârislerin, diyeti bağışlaması hali müstesna. Eğer öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman bir topluluktan ise o zaman öldürenin, özgürlüğünden yoksun bir mümini özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Öldürülen, sizinle aralarında antlaşma bulunan bir toplumdan ise o durumda, öldürülenin ailesine tatmin edici bir diyet verme yanında, hürriyetinden yoksun bir mümini hürriyetine kavuşturmak da gerekli olur. Bunlara imkân bulamayan, Allah’a tövbe olarak iki ay kesiksiz oruç tutar. Allah, gereğince bilendir, hikmeti sonsuzdur.
NİSA SURESİ : 93 Bir mümini kasten öldürene gelince, onun cezası,içinde uzun süre kalmak üzere cehennemdir. Allah gazap etmiştir böylesine, lanetlemiştir onu; çok büyük bir azap hazırlamıştır ona.
NİSA SURESİ : 155 Başlarına gelenler; ahitlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflıdır” demeleri,daha doğrusu,küfürleri yüzünden Allah, kalpleri üzerine mühür basmıştır da pek azı müstesna, iman etmezler.
NİSA SURESİ : 157 “Biz, Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleri yüzünden. Oysaki onu öldürmediler, onu asmadılar da; sadece o onlara benzer gösterildi. Onun hakkında tartışmaya girenler, onunla ilgili olarak tam bir kuşku içindedirler. Onların, ona ilişkin bir bilgileri yoktur; sadece sanıya uymaktalar. Onu kesinlikle öldürmediler.
MAİDE SURESİ : 27 Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini de gerçek olarak oku. Hani, ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmişti, ötekinden kabul edilmemişti. “Seni mutlaka öldüreceğim.” dedi. Öteki: “Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder.” dedi.
MAİDE SURESİ : 28 Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Şu bir gerçek ki, ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.”
MAİDE SURESİ : 30 Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye ısındırdı, o da onu öldürdü. Böylece hüsrana uğramışlardan oldu.
MAİDE SURESİ : 32 İşte bu yüzden biz, İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. Ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir. Andolsun, resullerimiz onlara açık-seçik kanıtlar getirmişlerdir. Ama onlardan birçoğu bunun ardından da yeryüzünde zulüm ve azgınlığa sapmaktadır.
MAİDE SURESİ : 33 Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler yahut asılırlar yahut elleriyle ayakları çaprazlamasına kesilir yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onlar için dünyada bir rezilliktir. Ahrette de onlara büyük bir azap vardır.
MAİDE SURESİ : 70 Yemin olsun ki biz, İsrail oğullarının kesin sözlerini almış da onlara resuller göndermiştik. Ne zaman bir resul onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyi getirdiyse bir kısmını yalanladılar; bir kısmını da öldürüyorlardı.
MAİDE SURESİ: 95 Ey iman sahipleri! İhramda olduğunuz zaman av öldürmeyin. Sizden kim kasten onu öldürürse cezası şudur: Öldürdüğü hayvana denk deve-sığır, davar cinsinden, Kâbe’ye varacak kurbanlık bir hediye ki, içinizden adalet sahibi iki kişi belirleyecektir. Yahut yoksullara yedirme şeklinde bir keffâret, yahut buna denk oruç. Ta ki yaptığının vebalini tatsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim bir daha yaparsa, Allah ondan öc alacaktır. Allah çok güçlüdür, öc alıcıdır.
EN’AM SURESI : 60 O, odur ki, geceleyin sizi öldürür. Gün boyunca neler yapıp neler kazandığınızı bilir. Sonra, belirlenmiş süre işletilip tamamlansın diye, gün içinde sizi diriltir. Nihayet O’nadır dönüşünüz. Sonra, yapıp ettiklerinizi size haber verecektir.
EN’AM SURESI : 137 Aynen bunun gibi, müşriklerden birçoğuna, Allah’a ortak koştukları kişiler, öz evlatlarını öldürmeyi güzel göstermiştir ki, hem onları yok etsinler hem de dinlerini onlar aleyhine karmakarışık hale getirsinler. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, düzdükleri iftiralarla baş başa bırak.
EN’AM SURESI : 151 De ki onlara: “Hadi gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını yüzünüze karşı okuyayım: Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın. Ana-babaya çok iyi davranın. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; biz sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin görünenine de gizli kalanına da
HİCR SURESI : 23 Biz, elbette biz,hayat veriyoruz; biz öldürüyoruz. Ve biziz Vâris olanlar/mirasçı kalanlar.
İSRA SURESI : 31 Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırıyoruz. Kuşkusuz, onları öldürmek büyük bir günahtır
İSRA SURESI : 33 Allah’ın saygıya layık kıldığı cana haklı bir sebep yokken kıymayın. Kim haksızlıkla öldürülürse, onun velisine yetki/söz hakkı vermişizdir. Ama o da öldürmede sınır tanımazlık etmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiştir.

X
6/6/2010 – Kutsal metinlerde öldürmek
Kategori: ARSIVpaylasmak
MATTA: Mat.5: 21 “Atalarımıza, ‘Adam öldürmeyeceksin. Öldüren yargılanacak’ dendiğini duydunuz.
MATTA: Mat.19: 18-19 “Hangi buyrukları?” diye sordu adam. İsa şu karşılığı verdi: “‘Adam öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, annene babana saygı göstereceksin’ ve ‘Komşunu kendin gibi seveceksin.'”
MARKOS: Mar.10: 19 O’nun buyruklarını biliyorsun: ‘Adam öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, kimsenin hakkını yemeyeceksin, annene babana saygı göstereceksin.'”
LUKA: Luk.18: 20 O’nun buyruklarını biliyorsun: ‘Zina etmeyeceksin, adam öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, annene babana saygı göstereceksin.'”
Pavlus’tan ROMALILAR’A MEKTUP: Rom.13: 9 “Zina etmeyeceksin, adam öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, başkasının malına göz dikmeyeceksin” buyrukları ve bundan başka ne buyruk varsa, şu sözde özetlenmiştir: “Komşunu kendin gibi seveceksin.”
YAKUP’UN MEKTUBU: Yak.2: 11 Nitekim “Zina etmeyeceksin” diyen, aynı zamanda “Adam öldürmeyeceksin” demiştir. Zina etmez, ama adam öldürürsen, Yasa’yı yine de çiğnemiş olursun.
yaklaşmayın. Allah’ın saygın ve aziz kıldığı cana, bir hakkı savunmak dışında kıymayın. Allah size bunları önerdi ki, aklınızı işletebilesiniz.”
A’RAF SURESI: 127 Firavun kavminin kodamanları dediler ki: “Mûsa’yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi bırakıyorsun?” Dedi ki Firavun: “Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını diri bırakacağız/kadınlarının rahimlerini yoklayıp çocuk alacağız/kadınlarına utanç duyulacak şeyler yapacağız. Üstlerine sürekli kahır yağdıracağız.”
A’RAF SURESI: 158 De ki: “Ey insanlar! Ben sizin tümünüze Allah’ın resulüyüm! Göklerin ve yerin mülkü o Allah’ındır! İlah yoktur O’ndan başka! O diriltir, O öldürür. O halde Allah’a ve resulüne iman edin; Allah’a ve onun sözlerine inanan o ümmî peygambere iman edip uyun ki, doğruya ve güzele ulaşabilesiniz.”
ENFAL SURESİ : 17 Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü onları. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı. İnananları kendisinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı bunu. Allah; işitendir, bilendir.
ENFAL SURESİ : 30 Küfre sapanlar, seni tutup bağlamaları yahut öldürmeleri ya da yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar, Allah da tuzak kurar. Ama Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.
TEVBE SURESİ : 5 O haram aylar çıktığında artık müşrikleri, kendilerini bulduğunuz yerde öldürün. Yakalayın onları, kuşatın onları, tüm geçit noktalarını tıkayın onların. Bunun ardından tövbe eder, namazı/duayı yerine getirir, zekâtı verirlerse, yollarını açın onların. Kesin olan şu ki, Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.
TEVBE SURESİ : 12 Eğer verdikleri ahitten sonra yeminlerini bozar, dininize saldırırlarsa, o zaman küfrün elebaşlarını öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Böyle yaparsanız hal ve gidişlerine son verebilirler.
TEVBE SURESİ : 111 Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar da öldürürler, öldürülürler. Allah’ın; Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kendi üzerine hak olarak yazdığı bir vaattır bu. Ahdine, Allah’tan daha vefalı kim var? Perçinlediğiniz bu antlaşmanızdan ötürü müjdeler olsun size. İşte budur o büyük başarının ta kendisi.
TEVBE SURESİ : 116 Göklerin de yerin de mülk ve yönetimi Allah’ındır. Diriltir de öldürür de. Sizin için Allah dışında ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.
YÛNUS SURESİ: 56 O hayat verir, O öldürür. O’na döndürüleceksiniz.!
YÛSUF SURESI: 9 “Yusuf’u öldürün yahut bir yere götürüp atın ki, babanızın ilgisi yalnız size yönelsin ve bunun ardından barışçıl ve hayırsever bir topluluk haline gelesiniz.”
YÛSUF SURESI: 10 İçlerinden söz alan biri şöyle konuştu: “Yusuf’u öldürmeyin. Onu bir kuyunun dibine bırakın; gelip geçen kafilelerden biri onup bulup alır. Yapacaksanız böyle yapın!”
YÛSUF SURESI: 101 “Rabbim, sen bana mülk ve saltanattan bir nasip verdin. Olayların ve düşlerin yorumundan bana bir ilim öğrettin/olayların ve düşlerin yorumu konusunda beni eğittin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Benim dünyada da ahrette de Veli’m sensin! Beni Müslüman/sana teslim olmuş olarak öldür ve beni barışsever hayırlı kullar arasına kat!”
MISIRDAN ÇIKIŞ : Çık.20: 13 “Adam öldürmeyeceksin.
MISIRDAN ÇIKIŞ : Çık.23: 7 Yalandan uzak duracak, suçsuz ve doğru kişiyi öldürmeyeceksiniz. Çünkü ben kötü kişiyi aklamam.
YASANIN TEKRARI : Yas.5: 17 “‘Adam öldürmeyeceksin.
ELÇİLERİN İŞLERİ: Elç.21: 36 Kalabalık, “Öldürün onu!” diye bağırarak onları izliyordu.
Pavlus’tan KOLOSELİLER’E MEKTUP: Kol.3: 5 Bu nedenle bedenin dünyasal eğilimlerini fuhşu, pisliği, şehveti, kötü arzuları ve putperestlikle eş olan açgözlülüğü öldürün.
MISIRDAN ÇIKIŞ : Çık.1: 16 “İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.”
ÇÖLDE SAYIM : Say.25: 5 Bunun üzerine Musa İsrail yargıçlarına, “Her biriniz kendiadamlarınız arasında Baal-Peor’a bağlanmış olanları öldürün” dedi.
ÇÖLDE SAYIM : Say.31: 17 Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün.
YASANIN TEKRARI : Yas.13: 10 Taşlayarak öldürün onu. Çünkü Mısır’dan, köle olduğunuzülkeden sizi çıkaran Tanrınız RAB’den sizi saptırmaya çalıştı.
YASANIN TEKRARI : Yas.17: 5 bu kötülüğü yapan erkeği ya da kadını kentinizin kapısınaçıkarın ve taşa tutarak öldürün.
1.SAMUEL : 1.Sa.22: 17 Sonra yanında duran nöbetçi askerlere, “Gidin ve Davut’udestekleyen RAB’bin kâhinlerini öldürün!” dedi, “Çünkü onunkaçtığını bildikleri halde bana haber vermediler.” Ne var ki,kralın görevlileri el kaldırıp RAB’bin kâhinlerini öldürmek istemediler.
2. SAMUEL : 2.Sa.13: 28 Avşalom hizmetkârlarına şöyle buyurdu: “Dinleyin! Amnon’unşaraptan iyice keyiflendiği anı bekleyin. Size ‘Amnon’u vurun dediğim an onu öldürün. Korkmayın! Size buyruğu ben veriyorum. Güçlü ve yürekli olun!”
1. KRALLAR: 1.Kr.21: 10 Karşısına da, ‘Navot Tanrı’ya ve krala sövdü diyen iki yalancı tanık koyun. Sonra onu dışarı çıkarıp taşlayarak öldürün.”
2. KRALLAR : 2.Kr.9: 27 Yahuda Kralı Ahazya olanları görünce Beythaggan’a doğrukaçmaya başladı. Yehu ardına takılıp, “Onu da öldürün!” diyebağırdı. Ahazya’yı Yivleam yakınlarında, Gur yolunda, arabasınıniçinde vurdular. Yaralı olarak Megiddo’ya kadar kaçıp orada öldü.
2. KRALLAR : 2.Kr.10: 25 Yakmalık sununun sunulması biter bitmez, Yehu muhafızlarlakomutanlara, “İçeriye girin, hepsini öldürün, hiçbiri kaçmasın!”diye buyruk verdi. Muhafızlarla komutanlar hepsini kılıçtangeçirip ölülerini dışarı attılar. Sonra Baal’ın tapınağının iç bölümüne girdiler.
2. KRALLAR : 2.Kr.11: 8 Herkes yalın kılıç kralın çevresini sarsın, yaklaşan olursaöldürün. Kral nereye giderse, ona eşlik edin.”
1. TARİHLERAdem’in Soyu(Yar.10:2-31; 11:10-26) : 1.Ta.20: 4 Bir süre sonra Filistliler’le Gezer’de savaş çıktı. Bu savaş sırasında Huşalı Sibbekay, Rafa soyundan Sippay’ı öldürünce, Filistliler boyun eğdiler.
2. TARİHLER : 2.Ta.23: 7 Levililer yalın kılıç kralın çevresini saracaklar. Tapınağa yaklaşan olursa öldürün. Kral nereye giderse, ona eşlik edin.”
YEREMYA : Yer.50: 27 Genç boğalarını öldürün, Kesime gitsinler! Vay başlarına! Çünkü onların günü, Cezalandırılma zamanı geldi.
HEZEKİEL : Hez.9: 5 Öbürlerine, “Kent boyunca onu izleyin ve kimseye acımadan,kimseyi esirgemeden öldürün” dediğini duydum.
HEZEKİEL : Hez.9: 6 “Yaşlıyı, genci, genç kızı, kadını, çocukları öldürün. Yalnız alınlarında işaret olanlara dokunmayın. İşe tapınağımdan başlayın.” Onlar da tapınağın önünde duran İsrail ileri gelenlerinden işe başladılar.
MISIRDAN ÇIKIŞ : Çık.1: 16 “İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.”
ÇÖLDE SAYIM : Say.31: 17 Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün.
LEVİLİLER : Lev.24: 23 Musa bunları İsrail halkına bildirdikten sonra, halk RAB’be lanet eden adamı ordugahın dışına çıkardı ve taşlayarak öldürdü. Böylece İsrail halkı RAB’bin Musa’ya verdiği buyruğu yerine getirmiş oldu.
ÇÖLDE SAYIM : Say.15: 36 Böylece topluluk adamı ordugahın dışına çıkardı. RAB’binMusa’ya buyurduğu gibi, onu taşlayarak öldürdüler.
YASANIN TEKRARI : Yas.21: 21 Bunun üzerine kentin bütün erkekleri onu taşlayarak öldürecekler. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız. Bütünİsrailliler bunu duyup korkacaklar.”
YASANIN TEKRARI : Yas.22: 21 kızı baba evinin kapısına çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrail’de iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız.
YASANIN TEKRARI : Yas.22: 24 ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek içinbağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdakikötülüğü ortadan kaldıracaksınız.
1. KRALLAR: 1.Kr.21: 13 Sonra iki kötü adam gelip Navot’un karşısına oturdu ve halkın önünde: “Navot, Tanrı’ya ve krala sövdü” diyerek yalan yere tanıklık etti. Bunun üzerine onu kentin dışına çıkardılar ve taşlayarak öldürdüler.
X
Siz bu metinleri inceledikten sonra bir de Mustafa Kemal’e kulak verin.
Bizi yönetenler, yönetmeye talip olanlar neden Atatürk’ten uzaklaşmak istediler daha iyi anlayacaksınız.
Atatürk ve ilkelerini unutanlar iyi bilsinler ki; bu milleti tarih öncesi çağlara asla götüremeyeceklerdir.
Saygı ile…
Ahmet Dursun
X
GÖKTEN İLHAM ALMIYORUZ

“Evet Karabekir, Arap oğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..” (Atatürk Kazım Karabekir Paşaların Kavgası s. 159 ve yine: KAZIM KARABEKİR ANLATIYOR. Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu. 8. Basım. Tekin Yayınları. 1993. s. 94)
“Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır.” (Atatürk-1926 Andrew Mango, Atatürk s. 447)
Ayrıca, ileriki yıllarda verdiği çeşitli demeçlerde de, aslında inançlı birisi olmadığını gösteriyor Mustafa Kemal:
Atatürk’ün bilime verdiği değeri göz önüne alırsak, pratik faydası tartışmalı ve çoğunlukla akla yatkın, makul ve kabul edilebilir kanıtlar ve argümanlardan oluşmayan din kurumunu kabul etmemesi şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkıyor. Zaten Atatürk’ün cenaze namazının camide kılınmadığı, Dolmabahçe Sarayı önünde kılınan namaz ve kısa bir Türkçe duadan sonra cenazenin kaldırıldığı artık malum bir bilgidir.
Son alıntı, hayatının sonuna yaklaştığı bir dönemden : 1 Kasım 1937… Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. dönem 3. yasama yılı konuşması:
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.
Yukarıda saydıklarım ve internette ve kitaplarda bulunabilen bir çok başka kaynağın kanıtladığını düşündüğüm gibi, Atatürk, muhtemelen Agnostik bir anlayışa sahipti. Şartlar gerektirdiği zaman Din’e yakın görünmüş, gerek gördüğü zaman da dinle çatışan beyanlarda bulunmuştur. Elbette ölümünden sonra Atatürk’ün düşünce biçimini, yönetim anlayışıyla uyumlu görmeyen yöneticiler, bu bilgilerin, halka öğretilmesinin önüne geçerek, Atatürk’ün bile sansürlenmesine sebep olmuşlar.
Bugün, Türkiye’nin içinde olduğu ve başını dinci çıkar gruplarının çektiği gerginlikler, bu sansürcü ve çıkarcı uygulamanın dolaylı sonuçlarıdır dersem, herhalde çok da yersiz bir tespit yapmış olmam.
Kaynak
Atatürk’ün dini görüşleri
NOT: Atatürk’ün Agnostik olduğu çıkarımı makalenin yazarını bağlamaktadır. Agnostik.ORG bu iddianın karşısında olmadığı gibi arkasında da değildir.
Agnostik.ORG SİTESİNDEN, 12.2.010
X
HAYIRSIZLAR

Aşağıda Mehmet Şevket Eygi’nin Millî Gazete çıkan bir yazısını aktarıyorum ve soruyorum: Acaba kimleri kastediyor?
Bilen bilir; en azından, “Allah belalarını versin!” der. HB 31.12.2007
Şu adamda hayır ve yümn yoktur:
(1) Dünyayı sever.
(2) Parayı sever.
(3) Hubb-i riyaset sahibidir, başkan olmak için yanar tutuşur.
(4) Kindardır.
(5) Nefs-i emaresinin esiridir.
(6) Yalan övgülerden çok hoşlanır, doğru tenkit ve uyarılardan nefret eder.
(7) Kara servet sahibidir.
(8) Haram yer.
(9) Emanetlere hıyanet eder.
(10) Bencildir…
Bu saydıklarımın birisi bile kişiyi manen mahvetmeye, ayağını kaydırmaya yeter.
İslâmî hizmet ve faaliyetler vasıflı, güçlü, üstün insanlarla yapılabilir. Zayıf, güçsüz, aşağı kişilerle hizmet değil, hezimet üretilir.
Bin tekir kedi, bir Bengal kaplanına denk olmaz.
Evladını kaybetmiş bir annenin samimî gözyaşları ile, parayla tutulmuş ağlayıcı karının gözyaşları ve feryatları bir midir?
Şu münafığa bakınız, günde kaç kere “Ben ihlaslıyım…” diyor. İhlaslı kişi “Ben ihlaslıyım…” demez. Bu söz ihlasa münafidir.
Din hizmeti ile din bezirgânlığı bir koltuğa sığmaz.
Şeytandan alınan fetvalarla hizmet yapılmaz.
“Bozuk düzenlerde bozuk işler yapılabilir…” Ketebehu; Eş-Şeytan…
Böyle bir fetva ve ruhsat, “Sana nasıl emrolunduysa öyle dosdoğru ol” ayetine uyar mı?
Biz ne biçim Müslümanlarız?.. Ezan okunur camiye gitmeyiz… Komşumuz açken biz tok geceleriz… Gıybet ederek günde okkalarca ölü Müslüman eti yeriz… Mümin kardeşlerimize düşmanlık ederiz… Dünyayı yalancı bir cennet yapmak için çabalayıp duruyoruz… Lükse, israfa, gösterişe meftunuz… Bütün münafıklık alametleri bizde zahir… Sonra da kendimizi iyi Müslüman sanıyoruz. Zehi gaflet!
Aaa herife bakın!.. İki bin dolarlık lüks cep telefonu ile nasıl da konuşuyor arada bir gevrek gevrek gülerek…
Lüks, pahalı, gösterişli otomobiline Nemrud gibi kurulmuş. Behey nâbekâr bu dabbe ile Sırat Köprüsünden nasıl geçeceksin?
Parası var ya, yiyor yiyor yiyor. Tıksırıncaya kadar tıkınıyor. Aç Müslümanlar ne olacak? Vah vah… Be musibet, vah vahlarına biraz maddî yardım katsana!…
Ben ben ben… Başına sen kadar taş düşsün!.. Ben’i bırakıp da ne zaman biz diyeceksin?
Kendisini uyaran Müslümanlara sert, dinsiz kafirlere merhametli ve yumuşak.
İbnu’z-zaman, her renge bürünür, alaca bulaca… Ne olacak münafık…
Peygamber (Aleyhissalatü vesselam) münafığı nasıl tarif etmiş: “Söylerse yalan söyler, vaat ederse, vaadini yerine getirmez, emanete hıyanet eder.”
Böyle heriflerden biri benim için “O çok kötüdür” demiş. Eyvallah… Süleyman Daranî hazretleri “Bütün cihan halkı beni kötülemekte birlikte olsalar, benim kendimi kötülediğim kadar kötüleyemezler.” Fazla söze hacet yok.
Peki sen nesin? İyi imisin, kötü mü?
Kendisine iyi diyen kişi, zaten iyi değildir.
Hüner kötülüğünü bilmekte.
Hesap hesap hesap…
Dünyada kendi muhasebesini yapmak.
Haramın azabı, helalin hesabı var.
Resul ne buyurmuş? Bir zerre haram yememiş ve edinmemiş ashabın zenginleri, fakirlerinden dört yıl sonra Cennete girecek…
Saçı bitmedik yetimlerin hakkı sorulmaz mı sanıyorlar?
Beytülmal-i müslimini zimmetlerine geçirenlerin geleceği çok karanlık.
Helal ekmek, peynir, çay; haram kuzu dolmasından bin kat daha hayırlıdır.
Dünya tuzak, oyuncak, fani; ona aldanan müflis.
Gizli hesapları bırakın… Her kişinin yanında iki yazıcı melek var. Biri iyiliklerini, öteki kötülüklerini yazıyor deftere. Büyük Hesap Günü defterler ortaya çıkacak.
İhalelere fesat karıştırmalar… Rüşvetler, komisyonlar… Alavere dalavereler… Haram ve kara büyük servetler… Yandaşlara çekilen peşkeşler..
O bizdendir kıyakları… Firavunun görmediği lüks hayat… Debdebeler, tantanalar, şaşaalar, şatafatlar, gulguleler… Sarhoş gibiler.
Kaza okları kader yaylarına konulmuş… Yaylar gerilmiş… Emir gelince yaylar boşalır, oklar hedefe doğru yıldırım gibi yol alır. Kaza-yı mübremi kimse durduramaz. Onu tedbir ile tağyir mümkün olamaz.
Her doğan ölmek için doğar, her bina yıkılıp harap olmak için dikilir… Dünya serveti, bir varmış, bir yokmuş… Altın ve gümüş, dolar ve euro için bu kadar didindi, hayli topladı ve büyük sefere çıkarken onlardan bir zerre bile alamadı yanına.
İnsan cehennemdeki odununu dünyadan götürürmüş.
Hafifü’l-haz olanlara ne mutlu.
Namuslulara ne mutlu.
İhtiyacı kadarıyla yetinenlere ne mutlu.
Ötelerden haberler gelmiş… Müjdeler, uyarılar, teselliler gelmiş… Talimat gelmiş… Öğretiler gelmiş… Helali haramı, iyiyi kötüyü açıkça bildiren hükümler gelmiş… Kitap gelmiş. Peygamber ve Sünneti gelmiş… Salih seleflerden nasihatler gelmiş… Ne mutlu bunları dinleyip öğrenenlere, mucibince amel edenlere.
İnsan bir yol ayrımında. Bir tarafta cennet, ötekisinde cehennem yazılı. Seçim bize ait.
Cenneti isteyen paraya tapmaz, haram yemez, azmaz, kudurmaz, doğru yoldan şaşmaz.
Büyük Hesap Gününü kimse unutmasın.
Günahlarımıza ağlayalım…
Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 11.12.2007
X
TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASI

Türklerin Müslüman olmasını yukarıdaki başlık altında veriyor “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi. Dr. A. Ali Kemal ÖZDEMİR – Arif ASLAN 7. SINIF. Gaye Ders Kitapları. Ankara 1995. s. 68-69”da. Önce bir okuyalım:

“İlk olarak tam anlamıyla İslâmiyet’i kabul eden Türk Devleti, 932-1212 yılları arasında hüküm süren Karahanlılar olmuştur. Daha sonra bugünkü Hindistan ve Pakistan taraflarında kurulmuş olan Gazneliler (912-1183) Müslümanlığı kabul etti. Bunları Büyük Selçuklular takip etti. 1058’den sonra ise, Türkler artık İslâm ülkelerinin idarecisi ve hâkimi durumuna geçtiler. 10. Yüzyılın ilk yarısında artık Türkler ve özellikle Oğuz boyları tamamen Müslüman olmuşlardı.”
Yazının sonuna doğru özetliyor: İşte özet:
“Hiçbir zorlama olmadan, kendi gönülleri ile İslâmiyet’i kabul eden Türklerin Müslü¬man olmasında önemli iki büyük sebep vardır. Bunlar:
a. İslâm Dini ve medeniyetinin üstünlüğü.
b. Türklerin eski dinî inançları ile, İslâm inançları arasındaki benzerlikler.
Bu benzerlikler de şöyle özetlenebilir :
* Türkler, tek tanrıya inanıyorlardı. Tanrıdan söz ederken, “Tengri teg tengri” diyorlar¬dı. Bunun anlamı, sadece kendine benzeyen tanrı demekti. Bu da, İslam’ın tek Allah inancına uygun düşüyordu.
* Türkler, kadere ve ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorlardı. Bu da, İslam’ın kader ve âhiret inançlarına uygundu.
* Türkler, cennet ve cehennemin varlığına, günah ve sevaba inanıyorlardı. Cennete “uç¬mak”, cehenneme “tamu”, günaha “yazuk” diyorlardı.
* Türkler, gerek tanrılara, gerekse ölmüş atalarına kurban kesiyorlardı. Yoksullara yardım etmek, yedirip giydirmek gibi töreleri vardı. Irz, namus, şeref düşkünlüğü, ailenin kutsallığı, ruh ve beden temizliği, dürüstlük gibi hususlar, Türk töresinin temelini oluşturuyordu.
* Türkler, doğuştan kahraman ve cesur bir yapıya sahip idiler. Yiğitlik ve cengâverlik duygulan ağır basıyordu. Bu da, İslâm’ın “cihat”, “şehitlik” ve “gazilik” anlayışlarıyla ya¬kın benzerlikler arz ediyordu.
İşte din, ahlâk, aile ve toplumsal hayat, açısından mevcut bulunan bu benzerlikler, Türk¬lerin İslâmiyet’i kabulünde önemli bir rol oynamış ve kitleler halinde Müslüman olmalarına se¬bep olmuştur.”
+
Ne bilsin 12-13 yaşlarındaki Türk çocuğu Türklerin asırlarca süren katliam sonucu Müslüman olduğunu. Yüz binlerce Türk askerinin kılıçtan geçirildiğini, esir pazarlarında köle olarak satıldığını, mallarının, mülklerinin, mabetlerindeki altın heykellerin ganimet altında çapul edildiğini, karısının kızının, kız kardeşinin, çocuklarının köle pazarlarında cariye ve köle olarak satıldığını…
Sözlerimin; doğru mu, yanlış mı olduğunu test edebilmeniz için aşağıda adını verdiğim kitaplara bakmanızı öneririm.
Önce Erdoğan AYDIN’IN Başak yayınları arasında çıkan “NASIL MÜSLÜMAN OLDUK?” “(Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmî Olmayan Tarihi) 1. Baskı . Mart 1994 baskı tarihli kitabının içindekiler bölümünü okuyunuz.:
İÇİNDEKİLER
1- Önsöz……………………………………………………………………………9
2- Türklerin Müslümanlaştırılmasının Tarihsel Çerçevesi………… 27
3- İslamî Genişlemenin İlk Dönemi ve Gerekçeleri…………………. 33
4- Gerçek İslamiyet Türkleri Nasıl Görüyor?…………………………..49
5- Türk Yurtlarına Arap Saldırılarının İlk Dönemi…………………… 61
6- Araplar Türk Yurtlarını İşgal Ederken Türkler Direniyor………..71
7- Kuteybe Türk Direnişini Katliamlarla Kırmaya Çalışıyor………. 83
8- “Hidayetten” Türklerin Payına “Kılıç ve Kırbaç” Düşüyor…….. 93
9- Türklerin Müslüman İşgalini Kırmak İçin Büyük Atilin,…….. 107
10- Abbasi Devrimi ve İslamiyet’in Kavimsel Karakter Değişimi. 121
11- Abbasiler Döneminde Türkler………………………………………. 133
12- Türk Köleler İslam Lejyon Ordusunun Temel Gücü Oluyorlar………………………………………………………. 143
13- Arapların Hazar Yurtlarını İşgali ve Geri Atılmaları…………. 157
14- Müslüman işgali öncesi Türkistan’da Dinsel Panorama…… 175
15- Türklerin İslamiyet’e İdeolojik Direnişi ve Dönüşümü……….. 191
16- Türklerin Müslürnanlaşması Sürecinin Siyasal Biçimlenişi… 219
17- Müslümanlaşan Selçuklular İslam’ın Siyasal Egemenliğine Yükseliyor……………………………………………………………………… 233
18- İslamlaşmanın Türkler Üzerindeki Kültürel Etkileri…………… 259
+
Sonra İlhan Arsel’in geçtiğimiz hafta Kaynak Yayınları arasında çıkan son kitabı “ŞERİATÇIYLA MÜCADELENİN EL KİTABI”nın 47. sayfasındaki “Türklerin Kılıçla Müslümanlaştırılmaları da Muhammed’in Getirdiği Cihat Buyrukları Yoluyla Olmuştur” başlıklı bölümünü okuyunuz.
Bütün bu katliamlar Kuran’daki şu ayetlere dayanılarak yapılmıştır:
1. “Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kafirlerin cezası böyledir.” (K. 2/191)
2. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse savaşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.”(K. 2/193)
3. “Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyen.” (K. 4/89)
4. “Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalarlar (daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.” (K. 4/91)
5. “Rabbin meleklere ben sizinleyim. ‘İnananları destekleyin’ diye vahyetti. ‘Ben, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi.” (K. 8/12)
6. “Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.” (K. 8/39)
7. “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” (K. 9/5)
8. “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (K. 9/29)
9. “(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (K. 9/41)
10. “Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (K. 9/73)
11. (Fakat evrensel uyarıcılık görevini sana verdik..) O halde, kafirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!” (K. 25/52)
12. “Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin…” (K. 47/4)
13. “Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla eksiltmeyecektir.” (K. 47/35)
14. “Ey Muhammed! Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: ‘Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar Müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız; eğer itâat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi can yakan bir azaba uğratır.” (K. 48/16)
15. “Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” (K. 66/9)
Bir Müslüman Kuran dışı bir eylem yapmaz. Kuranda dayanağını olmamış olsaydı Türkler bu şekilde katliamla karşılaşmazlardı. Şimdi bu katliamlardan ÜÇ örnek:
1. BUHARA’NIN TEKRAR KUŞATILMASI VE İLK TÜRK KATLİAMI
Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder.. Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler.. Direnen bütün Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır, Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle pazarında satmak üzere alıkoyarlar.. Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler..
2. BÜYÜK KATLİAM ( TALKAN KATLİAMI )
Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur..
Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. Bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır…
3. KUTEYBE’NİN KATLİAMI
“Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi.
Tahtının üzerine mağrur bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden 1000 tanesinin sağına, 1000 tanesinin soluna, 1000 tanesinin arkasına ve 1000 tanesini de önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklere saldırarak kafalarının koparılmasını emretmiştir.
Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. (Bakınız: Ziya Kitapçı İslam Tarihi ve Türkler. Taberi Tarihi ve Asım Gündüz Türklerin Tarihi adlı kitabı…)
4. TÜRKLERİN KANI İLE DÖNDÜRÜLEN DEĞİRMEN
Tören şöyle başlamış ve böyle bilmişti:
Kahraman gençlerin ayrı ayrı elleri ayakları bağ¬lanmıştı. Şehrin kenarında bir değirmen vardı. (12.000) masumu o değirmen arkının kenarına karşılıklı dizdikten sonra boğazları arkın kenarına gelmek suretiyle boylu bo¬yunca da yatırılmışlardı. Elleri kanlı cellâtlar emrin ye¬rine getirilmesi için bir işaret bekliyorlardı.
Neye uğradıklarını anlayan (şaşıran) Türklerin ahları, inilti¬leri kahramanlar yatağı olan ulu dağları inletiyordu. O dağlar ki sanki mağrur başlarını eğmişler ayaklarının dibinde yapılan faciaya bakıyorlardı, Duydukları iniltile¬re binlerce artığıyla karşılık veriyorlar ve böylelikle, – bir vakitler omuzlarımızda, tepelerimizde taşıdıklarımızın elemleriyle, ıstıraplarıyla bizde matemli olduk – dernek isliyorlardı…
Dünya kurulalı din vesilesiyle birçok cinayetler işlen¬miş, fakat failleri (hesabı) sorulmamıştı. Bu cinayetleri de sorma¬da fayda mı aramalıydı?
Tüyler ürpertici cinayetlere Türkler kurban edilir¬ken seyirciler içinde biri vardıki cinayetlerinin (müey¬yide) si olan kanlı ekmeği düşünüyordu. Bu adam şüphe¬siz Yezid’den başkası değildi.
Tanrı onun andını binlerce suçsuz Türkün kanları pahasına olsa da her halde yerine getirmeli idi.
Tevekkeli, kan içmeye alıştırılmış bir Tan¬rı hâlâ şu medenî asırda bile kan ile tatmin edilmiyor mu? Onu kandırmak için her sene milyonlarca kurban veril¬miyor mu?
Beklenen işaret verilmişti. Her biri analarının kuca¬ğında naz ve sevginin en ince duygularıyla büyütülen Türk kahramanları alçak bir maksat uğrunda boğazlan-mışlar ve bin minnet karşılığı taşıdıkları çileli canlarını sahihine geri verip dertli dünyadan kurtulmuşlardı…
Birdenbire fışkıran kandan koca ark kıpkırmızı olmuştu. Arkın kaynağı Türkün sanki şah damarıydı…
Bu kızıl sel, değirmeni döndürmüş, öğütülen undan ekmek pişirilmiş. Yezit bin Muhallep en son kanlı ekmeği yiyerek andını yerine getirmişti…
Kalktı namaz kıldı. Tanrısına şükretti…
Törenin bitimini müteakip elde yedek bulundurduk¬ları dört bin kılıç artığı vardı ki çoğunu çoluk çocuk ve ihtiyarlar teşkil ediyordu. Üstelik sayıya gelmez talan ma¬lı da ellerinde saklıydı. O kadar çoktu ki hiçbir savaşta misline tesadüf edilmemişti. (Dr. Sabri Gündüz. “İSLÂMLIK – TÜRKLÜK ve BUNLARIN MÜNASEBETLERİNDEN MÜLHEM İNTİKÂDİ NOTLAR. s. 136-137)
Gerisini siz, aşağıdaki adını verdiğim kitaplardan okuyabilirseniz. Eğer gözünüz yaşarmadan ve de vicdanınız sızlamadan okuyabilirseniz…
Bakalım, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisiyazarları Dr. A. Ali Kemal ÖZDEMİR ile Arif ASLAN efendiler bu gerçekler karşısında kendilerini nasıl savunacaklar…
Halâ; “Hiçbir zorlama olmadan, kendi gönülleri ile İslâmiyet’i kabul eden Türkler!” diyebilecekler mi?
Ne zamana kadar sürecek bu Arap hayranlığı… Kim giderecek bu aymazlığı?
Av. Hayri Balta, 22.2.2008
+
Alfabetik olarak:
1. Erdoğan AYDIN, “NASIL MÜSLÜMAN OLDUK?” “(Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmî Olmayan Tarihi) Başak Yayınları. 1. Baskı . Mart 1994
2. İlhan ARSEL. “ŞERİATÇIYLA MÜCADELENİN EL KİTABI!” Kaynak Yayınları
3. Dr. Sabri Gündüz. “İSLÂMLIK – TÜRKLÜK ve BUNLARIN MÜNASEBETLERİNDEN MÜLHEM İNTİKÂDİ NOTLAR.
4. Taberi: Milletler ve Hükümdarlar Tarihi
5. Ziya Kitapçı: İslam Tarihi ve Türkler.
X
SINIF MÜCADELESİ

İstiklal Savaşımızın kendisi iç ve dış cephede sınıf mücadelesidir.
Emperyalizm, bir sınıftır ve emperyalizme karşı mücadele de, bizim gibi Ezilen Milletler açısından sınıf mücadelesinin milletlerarası boyutudur. Kaldı ki, her bağımsızlık savaşı, aynı zamanda bir içsavaştır. Nitekim İstiklal Savaşı iç cephede 23 gerici isyanın ezilmesiyle yürütülmüştür.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Dersim isyanı konusundaki sözleri yaygın bir kampanyayla karşılaştı. Bu tartışmanın, aslında yakın tarihimizdeki ilerici – gerici kamplaşmasını, emperyalizme karşı mücadele ve Atatürk yönetiminin bu saflaşmalardaki konumunu gündeme getirmesi gerekirdi.
ATATÜRK SINIF MÜCADELESİNİ REDDETTİ Mİ
Kemalist Devrim üzerine çalışan birçok araştırmacı, Atatürkçülüğün sınıf mücadelesini reddettiği görüşündedir. Oysa İstiklal Savaşımızın kendisi iç ve dış cephede sınıf mücadelesidir. Emperyalizm, bir sınıftır ve emperyalizme karşı mücadele de, bizim gibi Ezilen Milletler açısından sınıf mücadelesinin milletlerarası boyutudur. Kaldı ki, her bağımsızlık savaşı, aynı zamanda bir içsavaştır. Nitekim İstiklal Savaşı iç cephede 23 gerici isyanın ezilmesiyle yürütülmüştür. Bu isyanlardan ikisi, Kürt yurttaşlarımızın yaşadığı yerlerdedir: Urfa Milli aşireti ve Sivas Koçgiri isyanları. Diğer 21 isyan ise, batıda ve orta Anadolu’dadır. Bu gerici isyanlara karşı savaş da sınıf mücadelesiydi. Karşımızda feodal ve komprador sınıfları temsil eden Osmanlı padişahının ve gericiliğin üzerimize sürdüğü kuvvetler vardı.
ATATÜRK’ÜN SINIF MÜCADELESİ PROGRAMI
Atatürk, Cumhuriyet Devrimi’nin sınıfsal düşmanlarını sık sık belirlemiştir.
Kemalist Devrim-2 Din ve Allah başlıklı kitabımızda, bunlar açıklandı ve çözümlendi. Atatürk’ün “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar ülkesi olamaz” sözü, aslında bir sınıf mücadelesi programıdır ve uygulanmıştır. Bu program, Ortaçağ’ın hâkim sınıflarına ve arkalarındaki emperyalizme karşı mücadeleyi öngörür. “Cumhuriyet Devrimi Kanunları” adı verilen bütün yasalar, devleti ve toplumu feodal sınıflardan arındırmaya ilişkin düzenlemelerdir ve uygulanmıştır.
İstiklal Mahkemeleri, Devrim Kanunları’nın uygulanması için, idam cezalarına kadar varan yaptırımları hükme bağlamışlardır ve hükümler infaz edilmiştir. Ağa, Bey, Paşa Gibi Unvan ve Lakapları Kaldıran Kanun’un gerekçesinde, amacın bu unvanları “toplumsal ve ekonomik temelleriyle birlikte ortadan kaldırmak” olduğu belirtilmiştir. Nitekim yasalar çıkartılarak, Osmanlı hanedanının ve diğer feodal sınıf ve dinsel zümrelerin mülkiyetlerini kamulaştıran ve toplumun hizmetine kazanan uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Bunların hepsi, Ortaçağ güçlerine karşı sınıf mücadelesi kapsamındadır.
HER TOPLUM ÖNÜNDEKİ SORUNU ÇÖZER
Kemalist Devrim, 19. yüzyıl ortalarında başlayan Türkiye’nin milli demokratik devriminin en güçlü atılımıdır. Milli demokratik devrimler de sınıf mücadelesi, emperyalizm işbirlikçisi ve feodal sınıfları hedef alır. Marx’ın da çok özlü belirttiği gibi, “Her toplum önüne çıkan sorunları çözer.” Hiçbir topluma, hiç kimse sınıf mücadelesi adına, tarihsel olarak önünde olmayan bir gündemi dayatamaz. Tarihe meydan okuyan veya tarihe çalım atabilecek kudrette bir güç yoktur.
Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi, 19. Yüzyılın en gelişmiş kapitalist toplumlarının gündemiydi. Almanya ve İtalya bile, 19. yüzyılın sonlarında hâlâ milli birliği ve milli devletin kuruluşunu tamamlamak için mücadele ediyorlardı; demokratik devrim aşamasındaydılar. Marx ve Engels, kendi ülkelerindeki bu milli birleşmeleri desteklediler. 19. yüzyıl ortalarında, Lincoln’ün önderlik ettiği devrimci içsavaş döneminde, ABD’nin önünde bulunan tarihsel sorun da aynıydı. 19. yüzyılın sonlarında, kapitalizmin kalesi olan Avrupa’da dahi, burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin belirleyici önemde olduğu ülkelerin sayısı birkaçı geçmiyordu. İnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan Asya, Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa ise, demokratik devrimler çağını yaşıyordu.
Bu nedenlerle sınıf mücadelesini burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeleye indirgemek, 19. yüzyıl açısından bile, Batı Avrupa merkezli bir tarih şaşkınlığıdır; hele Kemalist Devrim Türkiyesi açısından eşzamanlılığın da ötesinde, bastığı topraktan haberi olmayanların cehalet örneğidir.
ATATÜRK DEVRİMİ’NİN YAPTIKLARI VE YAPAMADIKLARI
Atatürk önderliğindeki Cumhuriyet devrimciliğinin Ortaçağ sınıflarına karşı mücadelesini yakında yayımlanacak olan Kemalist Devrim-7 Kürt Meselesi ve Toprak Ağalığı başlıklı çalışmamızda inceliyoruz. Ancak Devrimin yaptıkları var, yapamadıkları var. Türk Devrimi, toprak ağalığını ve şeyhliği kökünden temizleyememiştir ve arkasından bir karşıdevrim gelmiştir. Acaba bu başarısızlıkta sınıf mücadelesi gerçeğinden ürkmenin payı nedir? Aslında toplumumuzun bugün yaşadığı bütün sorunlar, işte burada düğümlenmektedir.
Kemalist Devrim, toprak ağalığını ve şeyhliği niçin köklü olarak temizleyemedi? Toprak ağalığının varlığını sürdürmesi ile Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden emperyalist-kapitalist sisteme bağlanması arasındaki ilişkiler nelerdir? Ortaçağ kalıntıları, Kemalist Devrim’in yıkımında hangi rolleri oynadı? Feodalizmin kökünü kurutamayan Cumhuriyet, bugün hangi tehditlerle yüz yüze gelmiştir; hangi tarikat ağları içinde debelenmektedir, hangi bölünmelerin kenarına yuvarlanmıştır ve hangi bedelleri ödemektedir? Toprak ağalığı, aşiret reisliği ve şeyhlik ile Kürt isyanları ve bugünkü bölücü kalkışmalar arasındaki ilişkiler nelerdir? Feodalizmin köklü tasfiyesi görevini yerine getiren Çin Devrimi, bugün dünyanın en hızlı ekonomik ve toplumsal gelişme örneğini ortaya koyarken, Türkiye niçin devrimini yitirmiş ve bir yıkımla karşılaşmıştır? Demokratik devrimlerin sınıf mücadelesi programını önüne koyan ve toplumun bilincine çıkaran devrimler ile Kemalist Devrim’in ideolojik yönelişleri arasındaki farklar nelerdir? Bu farklar, hangi yol ayrımlarına neden olmuş ve bizim geleceğimizi nasıl etkilemiştir? Kemalist Devrim, niçin İsmet İnönü’nün de itiraf ettiği gibİ, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sürdürülemedi? Niçin bir karşıdevrimin kuyusuna düştük ve bugünkü yıkıma geldik? Türkiye bu yıkımdan nasıl çıkacaktır?
Görüyoruz ki, bu sorulara önümüze ışık tutan cevaplar vermek yerine, Türkiye’yi etnik ve mezhepsel çatışmalara sürükleyecek planların içinde roller almak birçok insanımızın kolayına gidiyor.
www.doguperincek.info
www.doguperincek.com.tr
x
BİR DEVRİM YASASI

1982 Anayasası, İnkılap kanunlarının korunması başlığı altında Madde 174’de 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı “Efendi, Bey, Paşa gibi lâkap ve unvanların Kaldırıldığına dair Kanun” yer almaktadır
Bu devrim yasası ile Osmanlı’da kullanılan Ağa, Hacı, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi, Hazretleri gibi lakap ve unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Bunların yerine Bay ve Bayan sözcükleri kullanılacaktır.
Acaba bu yasa yürürlükte midir? Bu yasaya devlet üst kademesinde yer alan bürokraside umera ve vuzera dahil uyan bir makam veya birey var mıdır?
Mustafa Kemal Atatürk’ün en sadık arkadaşı, Cumhuriyet devrimlerinin en büyük uygulayıcısı, savunucusu ve takipçisi İsmet İnönü 1950 Milletvekili Seçimleri öncesinde İstanbul’a gelmişti. Haydarpaşa Garı’nda Cumhurbaşkanı İnönü’ye yapılan karşılama töreninde Vali Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay tarihe geçen ünlü hoş geldin konuşmasında karşılamaya gelen kalabalığı göstererek, “İşte Paşam İstanbul” diyordu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yasaya uyum konusunda bir özen gösterdiği söylenir ama!.. Fakat o büyük adamın dönemi dahil olmak üzere ordunun paşalarına, bürokrasinin beylerine, efendilerine, eşrafın ağalarına yapılan hitaplarda paşa, bey, efendi ve ağa aynen devam etmiştir.
Anlayacağınız bu yasa Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında çıktığı gün ölü doğmuştur. Köyümüze gelen jandarma subayı bey, orman ve jandarma çavuşları başefendi, tahsildar ve nahiye katibi efendi hitapları ile karşılanmıştır. Köye gelen vali, vali paşadır, kaymakam, kaymakam beydir.
Bir inkılap yasası, hem de, Anayasa’nın koruması altında, ama uyulmuyor ve uygulanmıyor. Ammaaa hala yürürlükte.
Bunun gibi uyulmayan ve uygulanmayan, fakat daha çok hayati önemi olan pek çok yasamız vardır.
Uygulanıyor mu Çevre Yasası, SİT Alanları Yasası, İmar Yasası, Kıyı Yasası, Mera Yasası, Çevre Etki Değerlendirme Yönetmeliği (ÇED), Sulak Alanlar Genelgesi, Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği, Tarım Alanlarının Tarım Dışı Amaçlı Kullanma Genelgesi, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası?
Karasabanlı dönemde halkının beslenmesine yeterli olan Türkiye bugün buğdayını, şekerini ve etini ithal ediyor. Çünkü Türkiye’nin buğday ekecek bereketli tarlası, pancar ekecek ovası ve hayvan otlatacak merası kalmamıştır.
Görüldüğü gibi çevreyi, tarım alanlarını, kıyıları ve ormanları koruyacak yasalarımız vardır. Hem de dört dörtlük. Peki, bereketli topraklara, ovalara, meralara, ormanlara ve kıyılara kurulan fabrikalar, siteler, çarpık yapılar nasıl oluyor?
Bu yasaların hala geçerli ve yürürlükte olduğuna inanıyor musunuz? Eğer bu yasalar yürürlükte ise, Türkiye’nin bereketli tarım alanları, ovaları ve meraları nereye gitti, nasıl talan edildi?
Bu gömgök ormanlar, bu bereketli tarım alanları, bu yeşil ovalar, bu altın sarısı kıyılar yasaların açık hükümlerine rağmen nasıl betonlaştı ve teneke fabrikalarıyla nasıl dolduruldu?
Buralarda davullarla, zurnalarla, merasim alaylarıyla, devletin doğrudan yer aldığı temel atma törenleri nasıl yapıldı?
Ormana üniversite, göl kenarına organize sanayi bölgesi, havaalanı temellerini kim attı?
Düşman işgali olmadan ülke elden gidiyor. Ülke açlığa gidiyor. 200 milyar dolar borç, borcu ödemek için borç, karın doyurmak için borç, memurun aylığı borç, uçağın benzini borç.
Bir “Men-i israfat Kanunu” vardır. Ekrandan ve manşetten taşan onca israf rezaletleri bu kanuna uyulmadığının ve uygulanmadığının apaçık kanıtıdır.
Ülkede gün geçtikçe hızla artan açlığa, zararlı alışkanlıklara, her türlü ahlaksızlığa karşı bir çözüm üretilememekte ama şehit anası ve şehit eşinin baş örtüsüne, yasalarda yeri olmadığı halde acımasız ayırım yapılmakta ve hem de hakaret edilmektedir.
Ağalar, Beyler, Paşalar!
Bir devrim yasası ki, Anayasa’da yer almış fakat uygulanmıyor. Öte taraftan çağdaşlık iddiasındaki Türkiye’de yasası olmayan yasakların işkencesi sürüyor.
Ankara’nın, derin devletin ve egemen oligarşinin Anadolu insanıyla bir, birlik ve barış içinde olmasının yolu ülke çoğunluğuna karşı dayatmaların son bulmasından geçmektedir.
İnatla ve ısrarla devam ettirilen gidiş barışa, birliğe ve zenginliğe değil, huzursuzluğa, yoksulluğa ve parçalanmaya gidiştir.
Zeki Kentel, 13.7.2003

56. 1930 YILINDA YAYIMLANAN KİTAP

1930 yılında Hazreti Muhammed’i küçük düşürmeye yönelik ifadeleri içeren bir kitap ve yazar hakkında Atatürk’ün, şu açıklamayı yaptığı kaydediliyor: ”Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi’nde en büyük komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askeri dehası kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.”
İslam dininin dünya insanlığı için büyük bir inkılap olduğunu ifade eden Atatürk’ün, Hazreti Muhammed’in vefatının yıldönümü dolayısıyla 1930 yılında yaptığı bir konuşmada da İslam dininin insanlık için bir inkılap oluşunu ve korunması gerektiğini şu cümlelerle açıkladığı kaydediliyor: ”Büyük bir inkılap yaratan Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli etmek gerekti. Peygamber ölür ölmez düşünülecek şey, bir an evvel onu toprağa tevdi etmek değil yaratmış olduğu inkılâbı emniyet altına almaktı…”
İslam dinini iyi anlayan ve İslam peygamberinin büyüklüğüne, eşsizliğine hayran olan, O’na iftira edilmesine razı olmayan ve izin vermeyen Atatürk’ün dine ve peygamberine karşı olmadığı anlatılan yazıda, Atatürk’ün yanlış ve batıl inanışlar ile dinin istismarına karşı olduğuna işaret ediliyor.
Ahmet Demir, 20.11.2007
X
YARGITAY ÖNCEKİ BAŞKANI SAMİ SELÇUK’TAN BİR YAZI:
Yazan: Sami Selçuk
Niye şaşırdınız ki? Olacağı buydu. Onlar hep kabul edilmek istiyorlardı.
Ama hep dışlanmışlardı. Onlara hep ödevleri öğretilmişti. Hakları yoktu ki öğretilsin. Hak istememeli, gözlerini kapamalı, ödevlerini yapmalıydılar. Toplum öncelikli, devlet kutsaldı. Onlarsa birer ‘hiç kimse’ydiler. ‘Procrustes devlet’ her şeye egemen olmalı, bunun için ‘hiç kimseleri’ gerektiğinde fişleyebilmeli, ‘takip, terbiye ve tedip’ edebilmeliydi. Adları öğrenci de olsa, onlara öğrenim sunulmuyor, hep eğitiliyorlardı. Devlet eliyle dışlanıp yok sayılmış, ezilmiş, ötekileştirilmişlerdi onlar.
Türk insanı yıllardan beri soruyor, soruyordu. Kadınlar, kızlar niçin saçlarını peruklarla örtmek zorundaydılar? Neden herkes ikiyüzlüydü, sahte kimlik kartlarıyla dolaşmak zorunda kalıyordu? İnsanı insan yapan, kişiliğimizi dışa yansıtan kimliğimizin yırtılmasına her zaman neden gerek duyuyorduk? Özgürlük olmadan insan tanımlanabilir miydi? Kendi ‘ben’i yasaklanmış biri, insan kalma umutlarını tüketmiş olmaz mıydı? Özgürlük olmadan, kendisi olma hakkı olmadan ahlak, çeşitlilik olmadan gelişme ve zenginlik olabilir miydi? Öteki hep tehlikeli miydi, hain ve düşman mıydı? Öteki olmayınca kusursuz bir temel kimlik ortaya çıkabilir miydi? Devlet, kendi insanından niçin bu denli korkuyordu?
İktidarı taşrayla paylaşmamak Belli ki devlet ötekilere güvenmiyordu. İktidarı taşrayla paylaşmıyordu. Oysa devlet dediğin, dokunduğu her şeyi hukuka dönüştürmeli, kimsenin soyuyla sopuyla, diniyle, mezhebiyle, inancıyla, amacıyla, iç dünyasıyla uğraşmamalıydı. Hizmet etmeli, hesap vermeli, etkili, etkin, yansız ve saydam olmalıydı.
Her şeyi gün ışığında yapmalıydı ki, yolsuzluklar olmasın. Üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçilsin. Ama devletimiz bir türlü bunlara yanaşmıyordu. İnsanları ve partileri özgürleştirecek, uçları evcilleştirecek, gerilimleri yumuşatacak yerde, barışık düzenle yönetecek, toplumu çok canda tek ‘yurttaşlık ve biz’ kodunda birleştirecek, uzlaştıracak yerde, bireylerin amaçları, niyetleriyle uğraşıyor, tek çözümler dayatıyor, yanaşık düzenle yönetiyor, yasaklıyordu, kutuplaştırıyordu.
Bunları yaparken dayandığı gerekçe çoğu zaman aynıydı: Atatürk ve Atatürkçülük. Atatürk, özetle, “Ben hiçbir değişmez düstur, öğreti bırakmıyorum. Bilim değişiyor. Bilimi izleyenler, beni izlemiş olur” dediği halde, 1930’larda sıkışıp kalan anlayışla yeni yüzyılı yönetmeye kalkıyorlardı, yönetenlerimiz.
Bilime danışıyorum. Diyor ki bu nasıl demokrasi? Neden devletin demokrasisi başka, demokrasinin devleti başka? Neden devletin demokrasisi hep öne çıkıyor, ülke ‘bize göre demokrasi’ sarmalından çıkamıyor? AB kapısındaki Türkiye zaten bu demokrasinin eksikliğini kabul etmişti. Ama bir türlü demokrasinin devletine geçemiyordu. Bilim diyor ki, böyle laiklik uygulaması olmaz. Devletin dinler, inançlar karşısında yansız, eşit uzaklıkta olması, dini güdümlememesi gerek. Bunu söyleyenlere, kaldırılan ünlü ve çağ gerisi 163. maddeyle yanıt verenler örnek gösteriliyor, ötekilere Atatürkçülük adına saldırılıyordu. Dinleyen yoktu ki, sağlıklı tartışma olsun.
Böylece hem Atatürk ve Atatürkçülük kullanılıyor, hem de Atatürk’e ve Atatürkçülüğe haksızlık ediliyordu. Tıpkı gizli işsizler gibi, aslında birer gizli antikemalistti bunlar. Evet ötekiler, işsizdiler, açtılar. Peki ama yalnızca bunlar mıydı tepkilerinin kaynakları? Elbette değil. Sivil toplumun soluk boruları tıkanmıştı. Bunalmışlardı. Neden ‘öteki’ olduklarını anlayamadıkları gibi, neden görüşlerinin incelenmeye değer bulunmadıklarını da anlayamamışlardı. Oysa aç susuz, yorgun oldukları günlerde bile dillere destan bir kurtuluş savaşını kazananlar onlardı. 1950’de demokrasinin zafer bayrağını diken onlardı. Ama onlara güvenilmiyordu işte.
‘Zata mahsus’ demokrasi İstekleri de hep yerindeydi Türk insanının. Bu istekler, demokrasinin yapımında kullanılması gereken taşlardı. Demokrasi kusurlu olmamalıydı. Laiklik, hukukun üstünlüğü, ulusal irade kusurlu olmamalıydı. Peki, ya bilim adamları neredeydiler? Neden doğruları söylemekten kaçınıyorlardı? Çevrede hep fincancı katırları mı dolaşıyordu? Yoksa onlar her zaman ‘resmi hizmete mahsus’ muydular? Herkes soruyordu. Vesayetçi, yasakçı, icazetli, düşük yoğunluklu bir demokrasiyle nereye kadar gidilebilirdi? Dönemsel seçimli, bu yüzden dekoratif ve ‘zata mahsus’ bir demokrasiyle insanlar sürgit aldatılabilir miydi? Aldatmanın kime yararı vardı ki? Aldatma yüzünden Türkiye, halkıyla birlikte 40 yıldır ‘AB’ye girmek için kapıda bekliyordu. Çünkü o kapıda haklar, özgürlükler vardı, zenginlik vardı. Bir zamanlar, bir Yunanlıdan, Portekizliden daha zengin, bir İspanyol’a eşit düzeyde yaşıyordu Türk halkı. Onlar, AB’ye girmişler, kendisinden beş-altı kat daha zengin ve 10-15 yıl daha uzun yaşıyorlardı. Bundan utanç duyuyordu, kahroluyordu. Ve soruyordu: Beni yönetenler niçin dünyayı zamanında okuyamıyorlar da hep başkalarının çalar saatiyle uyanıyorlar? Neden köklü çözümlerle değil de, günübirlik çözümlerle vakit yitiriyorlar?
‘Aristeides kompleksi’ Bu olumsuzluklara Türk insanı seçimde yanıt verdi. Yanıtında iki nokta dikkati çekiyordu. İlki öfkeydi. İkincisi bezginlik/bıkkınlık karmaşasıydı (Aristeides kompleksi). Hani şu Maraton zaferinin ünlü komutanının adıyla özdeşleştirilen olgu. Aristeides, ‘dürüst, adil Aristeides’ diye anılıyordu, Eski Atina’da. Karşıtı Temistokles tarafından sürgüne gönderilip gönderilmemesi halkoyuna sunulduğunda okuryazar olmayan bir köylü ona oy için kullanacağı ceviz kabuğunun üstüne onun sürgüne gönderilmesi için adını yazmasını istemişti. Aristeides köylüye, Aristeides’i tanıyıp tanımadığını, ondan kötülük görüp görmediğini sormuş ve şu yanıtı almıştı: “Ne tanıdım, ne kötülüğünü gördüm. Ama onun yıllarca dürüst/adil diye anılmasından bıktım, usandım. Bu nedenle de sürgün edilmesini istiyorum.”
İşte öfke, bıkkınlık karmaşasıyla birleşince, Türk halkı da, kim ve değeri ne olursa olsun, eskileri acımasızca eledi, toplumsal psikolojinin yasalarına uydu, umut bağladığı kimseleri parlamentoya taşıdı. Sonuçta itilip kakılanların, ezilenlerin, bunalanların, ‘takip, terbiye ve tedip’ edilenlerin, dışlananların, yok sayılanların, tek sözcükle ötekilerin iktidarı ortaya çıktı. Bu açılardan seçime ve sonuçlarına diyecek bir şey yok. Yok ama sorunlu bir seçim bu. Seçimin hukuksal geometrisi yanlış.
İlkin, iktidara getirdiği partinin gövdesi seçimin ve parlamentonun içindedir. Ama başı koparılmıştır, seçimin ve parlamentonun dışındadır. Yurtiçinde ve yurtdışında, kamuoyu ve basında bu baş koparmanın temelinde yatan mantığın, ötekilerin iktidarını önlemek olduğu görüşü egemendir. Yargının bu olaydaki işlevinin tartışılması bile üzücüdür. Ancak ne yazık ki, yargı, bu kanıyı taşıyanların ellerine çürütülmesi zor kanıtlar sunmuştur. Hukukta kavramlar, gerekçeyi, bilgiyi saydamlaştırmak, açıklığa kavuşturmak, ilkeler eşit uygulanmak için var. Kapalı noktaların kilitlerini açan anahtardır bunlar. Oysa bu olayda, hukuka kapalı kilitleri açmak için birer maymuncuk gibi kullanılmışlardır. ‘Yokluk yaptırımı’ ile önce ‘kesin hüküm dokunulmazlığı ilkesi’nin icabına bakılarak hükümlülük kararı yok sayılmış, ardından da açılan gedikten içeri girilerek siyasal hakkı ortadan kaldıran karar onanmıştır. Ama halkın vicdanı, bu onama kararını seçim silahıyla bozmuştur. Karar vardır, ama boşluktadır. Bu nedenlerle hukukun kestiği parmak hem kanamakta, hem de acımaktadır, kanımca kararın düzeltilmesini beklemektedir. Seçim, üzülerek belirteyim ki, bir rövanşa dönüşmüştür.
İkinci olarak, yukarıdaki olumsuzlukların da rövanşı olmuştur seçim. Olmuştur ama, katılan seçmenin yüzde 45’ten çoğu temsil edilmediği için, temsili demokrasinin temeline ters düşen, temsilde bunalım yaratan bir seçim de olmuştur. Evet, bu seçim yasalara uygundur. Bu nedenle ‘biçimsel meşruluğu’ (legitimite formelle) su götürmez. Ancak bu yasalar hukukun ‘adalet’ ölçütüne aykırıdır. Bu yüzden seçimin ‘maddi meşruluğu’ (legitimite materielle) yoktur. Yok olduğu için de toplum huzursuzdur, huzursuz olacaktır. Çünkü, ‘Meşruluk, toplumun görünmeyen barış meleğidir’ (Ferraro). Dolayısıyla bunalımlara gebedir, toplumumuz.
Bunalımları çözmek iktidarların işi. Gerçekten iktidar, demokrasiye bağlı ise, ülke barajını küresel ölçütlere göre belirleyerek, ittifak ve seçilme yasaklarını kaldırarak, azaltarak, Siyasal Partiler Yasası’nı değiştirerek yeni bir seçime bir an önce gitmeli, temsil bunalımını çözmeli. Demokrasi konusunda içtenliğine inandığım iktidarın bu ilk içtenlik ve demokrasi sınavı olacak.
X
TUNCAY DEĞİS’ten
Türban…
Önünü bile göremeyecek kadar gözü nefes alamayacak kadar ağzı kapanmış, kendini inanılmaz bir cendereye sokmuş kadınlarımızın üniversiteye gitme isteklerini anlamış değilim. İslami bir dünyada size çalışan olarak ihtiyaç hangi alanlarda duyuluyor? Kaçınızın gerçekten üniversite okumaya ihtiyacı var? O zaman akla su soru takılıyor, ne yapmak istiyorsunuz? Avrupalı akıllanmış, kilisenin oyunlarına yüzyıllar önce son vermiş, bizdeki gibi yemiyor, demokrasi içinde anti demokratik taleplerin propagandasını. Üniversiteye bakış açısı da defalarca yazdım, özgür bilimsel yapılara kapıdan girdikten sonra bilim yapılır, kapının dışında ne derdin varsa yap bu üniversiteyi ilgilendirmez. Ama bilim yapacaksan burası sana göre, yok amacın okumak değil sadece ideolojini okuldakilere kabul ettirmek bu uğurda vakit harcamaksa yok kardeşim diyor sana çık dışarı….
Türban savunucularının anlamak istemediği nokta da burada başlıyor. iki yüzlülükleri de… Simdi size ne düşündüğünüzü soruyorum; Demokrasi içinde her düşünce savunulabilir derken, tüm anti- demokratik, faşist fikirlerin savunulması da demokrasinin içinde olan onun erdemini gösteren bir unsur mudur? Demokrasi demek tüm anti- demokratik düşünce ve baskı sistemlerine karsı olmak mi demektir?

53. CAN İKİZ’DEN

Tuncay Bey,
Aslında burada savunulan şey demokrasinin kendisidir. Avrupa öyle yaptı diye bizde aynini yapmak zorunda değiliz. Ayrıca, oradaki bası türbanlı kızların pek çoğu o ülkelerde doğmuş değildir.
Bu durumda bir Avrupa ülkesi benim kanunum böyle keyfin bilir belki diyebilir ama Türkiye dahilinde doğmuş ve kendi hur iradesiyle (belki siyasi belki dini yada başka nedenlerle) kafasına turban bağlamış birine bu devlet Laik dolayısıyla dilediğini yapamazsın diyemeyiz. Bu benim düşünceme göre tamamen anti-demokratik bir davranıştır.
Deminde bahsettiğim gibi burada savunulan turban değil demokrasinin isleyişidir, iki yüzlülük filan yok. Ayrıca, iddia edildiği gibi demokrasinin kendini savunmaya iyi uygulandığında ihtiyacı da yoktur.
Bu uygulamalar su anda sizi rahatsız etmeyebilir ama devir değiştiğinde ve sizin düşündüğünüz gibi yasam tarzını istemeyen bir yönetim geldiğinde ne yapacaksınız? Demokrasiyi buğun savunmamışsanız yarin hiç bir şekilde savunamazsınız, çünkü emsal gösterecek hiç bir şey ortada olmayacaktır.
Unutulmaması gereken diğer bir nokta ise üniversitelerin siyasi ortama kasıtlı olarak çekiliyor olmalarıdır. Mesleği bilim üretmek olan kişilerin siyasi mesajlar vermesi hem yakışık almaz hem de çok yanlıştır. Üniversite başkanları kızların türbanıyla filan uğraşacaklarına kendileri dahil üniversite bünyesindeki elemanların bilimselliklerine baksınlar. Gidin bilim citation’larina bir bakiniz, laiklik üstüne koca koca laf eden prof.’larımızın tüm akademik hayatları boyunca kaça tane yayın yaptıklarını bir görünüz.
Benim çalıştığım prof. ki kendiside Türk’tür ve geçenlerde uluslar arası çapta bir bilim dergisinde kendisinin biyografisi yayınlandı yazdığı kitapları filan bir yana bırakınız sadece 300 yayın yapmış şimdiye kadar. Peki ye Türkiye’deki Laik’liği savunan prof.’lar ne yapmışlar, ona bakalım.
Kısacası, eğitim evrenseldir ve kimsenin kafasındakine kıçındakilere göre sınırlamalar getirilmemelidir. Benim savunduğum budur. “…Kaçınızın gerçekten üniversite okumaya ihtiyacı var?…”, sorunuz çok yanlıştır. Eğitim isteği kişinin kendi hur iradesinin sonucudur, onu böyle bir soru ile irdeleyemeyiz.
Kaldı ki, kadına ikinci sınıf insan muamelesi yapmakla suçladığımız İslimi kesimden bir kadının onca zorluğu yenip okumak için üniversite kapısına gelebilmesice az şey değildir, en azından bu yönden onları taktir etmek gerekir kanaatindeyim. Unutulamaması gereken diğer bir nokta ise bu ülkenin üniversitelerinde onlarında vergisinin katkısı vardır.
Saygılarımla
Can İkiz
X
ATATÜRK DİYOR Kİ:
“DİNSİZ MİLLETLERİN DEVAMINA İMKAN YOKTUR”

Atatürk’ün “dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur” sözüyle, İslam’ın Türk Milleti’nin bekası için taşıdığı önemi vurguladığı, bilinen bir gerçektir. Tarihsel ve toplumsal gerçeklere baktığımızda, bu sözün çok doğru olduğunu açıkça görürüz.
Bir milletin fertlerini birbirine kenetleyen en güçlü bağ dindir. Tarih, ne kadar zor şartlar altında olursa olsun dini ve milli değerlerine sahip çıkan milletlerin her zaman ayakta durabildiğine dair sayısız örnekle doludur. Diğer taraftan dini bağları zayıf, hatta dinsiz toplumlar tarih sahnesinde çok kısa süreler boyunca yer alabilmişler ve zaman içinde asimile olup gitmişlerdir.
Peki bunun sebepleri nedir?
1) Din, bir ahlak sistemi ve yaşayış biçimidir. İnsanlara doğruyu ve yanlışı açık olarak öğrettiğinden dolayı, dini değerlere sahip biri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmasını bilir. Dinin varolmadığı bir ortamda ise yardımlaşma, dürüstlük, hoşgörü, adalet, fedakarlık gibi değerlerin hiçbirinden söz etmek mümkün olmaz. Din yoksa, ahlak da yoktur; dürüstlük, fazilet, adalet de yoktur. Bu, kuşkusuz toplumun çürümesi ve yok olması anlamına gelir.
2) İnsanı insan yapan ahlaki değerler geçerliliğini yitirdiği ve yokolduğu taktirde, toplumun her kesimi ve her ferdi bundan nasibini alır. Her birey sadece kendisini umursayan ve diğer hiç kimseyi önemsemeyen birer ayrı “parça” haline gelir. Tümüyle dini bir kurum olan aile ve yine kaynağı din olan evlilik müessesesi ortadan kalkar.
3) Bu çark bir kere işlemeye başladığı taktirde, devletin oturmuş düzenini ve milletin yerleşmiş dokusunu da akıl almayacak şekilde tahrip eder. Çünkü devlete bağlılık, vatan sevgisi gibi üstün vasıflar yine dini inançların sonucunda gelişmiş özelliklerdir. Dini olmayan, dolayısıyla vicdani duyguları gelişmemiş bir insanın milletini, bayrağını sevmesi, devletine hizmet şuuru içinde çalışması, karşılık beklemeden gece gündüz vatanı için nöbet beklemesi elbette düşünülemez.
4) Dine inancın ortadan kalkışının bir başka tehlikeli yönü, insanların yavaş yavaş psikolojik sorunlara mağlup olmaya başlamasıdır. Suç oranlarındaki artış, içki ve uyuşturucuya yöneliş, fuhuş patlaması, huzursuzluk ve çatışma ortamı toplumun psikolojik açıdan yıprandığının en somut alametleridir. Sosyal adaletsizlik ve ekonomik sıkıntılarla beslenen bu gerilim, kısa süre içinde adeta toplumsal bir cinnete dönüşür ve bunun sonucunda da toplum parçalanır.
5) Dini değerlerin, Marksizm, anarşizm gibi bölücü ve terörist ideolojilere karşı en sağlam engeli teşkil ettiği tarih boyunca birçok tecrübeyle kanıtlanmıştır. Dini değerlerin ortadan kalkması halinde, kökeni Marksist ideolojiye dayanan anarşi ve terörün hortlaması, terör örgütlerinin güçlenerek taraftar toplaması ve milli birliğimizi tehdit etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Örneğin Türkiye’yi ele alacak olursak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki dindar vatandaşlarımız, komünizmin dine büyük bir düşmanlık beslediğini bilmekte, komünizmden ve dolayısıyla bölücü komünist örgütlenmelerden uzak durmaktadırlar. Nitekim, bunun bilinciyle devletimiz de bu bölgede, halkın dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini teşvik etmektedir.
Tüm bunlara ve Atatürk’ün belirttiği “dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur” sosyolojik gerçeğinin tarihteki somut delillerine dayanarak söyleyebiliriz ki, Türkiye’nin bekası için dini kimliğimizin korunması ve güçlendirilmesi hayati öneme sahiptir.
Büyük Önder Atatürk’ün tespit ettiği bu gerçek, geleceğimizin de şekillenmesinde büyük rol oynayacaktır. 2000’li yılları modern, çağdaş ve refah düzeyi yüksek bir Türkiye olarak karşılamak isteyenler, bunun ancak dini kimliğimizin korunması ile gerçekleşebileceğini bilmelidirler.

ATATÜRK’ÜN İSLAMİYET’E BAKIŞI

kendisini dinleyenlere şöyle ifade etmiştir:
“Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93)
Atatürk, İslam dininin tamamen ilme ve mantığa uygun bir din olduğunu bir başka sözünde de şöyle ifade etmiştir:
“Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. … İslam’ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz” (Atatürk”ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90)
Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti’nin dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini de, sıklıkla vurgulamıştır. Ayrıca, Atatürk’ün Osmanlı Devleti’nin çöküşünü dine bağlayan, Türk düşmanlarına yanıtı ise kesin bir şekilde olmuştur:
“Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ediyor, duraklamamızı ve çöküşümüzü buna bağlıyorlar; bu bir hatadır. Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslüman erkekle, Müslüman kadının beraberce din öğrenerek eğitilmesidir. Kadın ve erkek bu ilim ve eğitimi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kuralla bağlanmış zannettiğimiz şey yoktur. Türk sosyal yaşantısında kadınlar bilimsel yönden eğitim ve öğretim görmekte ve diğer konularda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s.86)
Dini meseleler hakkındaki görüşlerini öğrenmek isteyen Fransız gazeteci Maurice Perno’ya Atatürk yine kesin bir şekilde şu cevapları vermiştir:
M. Perno: Şu halde yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?
Atatürk: “Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz.”
M. Perno: Zat-ı asilaneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?
Atatürk: “Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun’i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız.” (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32)
Atatürk her yönüyle olduğu gibi dindarlığıyla da milletine en güzel örnek olmuştur. Ulu Önder, dindar kişiliğinin bir göstergesi olarak din adamlarına karşı her zaman samimi bir şekilde hürmetkar olmuş ve saygı duymuştur.
Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, Atatürk’ün kendisine duyduğu saygı ve hürmeti şöyle anlatmıştır:
“Ata’nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, “Paşam beni mahcup ediyorsunuz” dediğim zaman “Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır.” buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.” (Atatürk ve Din Eğitimi – Ahmet Gürtaş – Diyanet İşleri Bakanları Yayınları s.12)
Atatürk Kuran okutulmasına da son derece önem vermiştir. Hafız Zeki Çağlarman Atatürk’ün bu yönünü şöyle anlatmıştır:
“Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’la uzun yıllar komşuluk yaptık. Her yıl Ramazan ayı yaklaşınca Atatürk kız kardeşine; “Makbule, Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme”der ve hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içerisinde para verirdi.” (Din Toplum ve Kemal Atatürk, Ercüment Demirer, s.10)

“MÜSLÜMANLAR İSLAM’I DOĞRU ANLAMIYOR!”

Müslümanların ‘değerlendirme’ sorunu olduğunu belirten Prof. Dr. Hasan Onat, “İslam’ı doğru anlayamadığımız için sorunların kaynağını tespit edemiyoruz” diyor.
Osmanlı’nın yıkılmasına yakın tartışılan, geri kalmışlığın temelleri, dinin rolü, dini hayatın tanzimi, kalkınma, teknoloji üretme gibi pek çok başlık bugün de tartışılıyor. 11 Eylül sonrasında özellikle “aşırı uçların” üremesinde İslam’ın etkisi de üzerinde durulan konuların başında geliyor. Aynı şekilde bugünün devlet ve toplum hayatında, dini değerlerin ne kadar yer alacağı, hangi düzeyde rol oynayacağı sorusu da cevap bekliyor.
Malezya eski Cumhurbaşkanı Mahathir Muhammed, İslam dünyasının geri kalmasından sorumlu olarak bütün Müslümanları işaret ederken, Başbakan Recep Tayip Erdoğan da bu görüşü paylaşarak bugün karşılaşılan sorunların “Müslümanların kişisel ve toplumsal meselesi” olduğunu dile getiriyordu.
Ekim 2003’te yapılan İslam Konferansı Örgütü toplantısında Muhammed’in “Kuran’ı okuduk ama yaşamadık” sözleri oldukça dikkat çekmişti. Muhammed’in sözlerinden Osmanlı da nasibini almıştı:
“Osmanlılar dünyada gücü olan son Müslümanlardı. Fakat bu başarılarına entelektüel bir ekleme yapamadılar. Bunun yerine ‘dar pantolon ve fes İslam’a uygun mu? Camileri aydınlatmak için elektriğin kullanılması İslam’a uygun mu?’ gibi küçük meselelere takılıp kaldılar.”
Problem nerede?
Türkiye, neden hem diniyle hem de demokrasiyle barışık yaşayan ‘model ülke’ olmasın? Problem nerede? Dinde mi, dini anlayışlarda mı? Çözüm için ‘dinde reform’ mu yapılmalı? Bu yazı dizisinde bir asra yayılan soruları yeniden masaya yatırıyoruz.
Yeryüzünde 1 milyardan fazla Müslüman var. Halkı Müslüman olan ve BM’de temsil edilen ülke sayısı 60’a yakın. Ne var ki bu ülkelerin hiç birisi “gelişmiş ülke” kategorisinde değil.
Prof. Dr. Hasan Onat’a göre, son iki asır Müslümanlar açısından tarihin en acı zaman dilimidir. 19. asrın başlarından itibaren Müslümanların yaşadıkları bölgeler, Batının ‘sömürge’ alanları oldu. İslam ülkelerinin çoğu 1945’lerden sonra bağımsızlıklarına kavuştular. Bugün dünyanın en problemli ülkeleri yine halkı Müslüman olan ülkelerdir.
Doğru değerlendirme sorunu
Onat diyor ki; “Zihniyetle ilgili sorunların üstesinden gelmeden bu gidişi tersine çevirmek çok zor. Sorunun kaynağının Müslüman insanın kendisi olduğunu itiraf edelim. Müslümanların, doğru düşünme, doğru anlama, doğru değerlendirme de ciddi sorunları var. İslam’ı doğru anlamadığımız için sorunların kaynağını tespitte zorlanıyoruz.”
Teokratik bir devlet olmamasına karşılık Osmanlı için din, hem devlet, hem de toplumsal hayatta önemli bir referanstır. İmparatorluğunun yıkılma nedenleri sorgulanmaya başladığında iki görüş öne çıkar. İlk görüş, “Din bizi geri bıraktı”. İkincisi ise Said Halim Paşa’da da ifadesini bulan “Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadeti onların tam olarak İslamlaşmalarına bağlıdır.” Bu arada Batı’da Hıristiyanlığın yaşadığı reform sürecine atıflar yapılıyor, Luther türü bir başkaldırı da öngörülüyordu.
‘Düşünce tembelliği artık bitmeli’
Reform, değişim, yenilenme (tecdit), kavramlarının aynı kapıya çıktığı, fakat çağrışımları nedeniyle birinin diğerine tercih edilebileceği düşüncesinde Prof. Dr. Bekir Karlığa. İslam’da reform ihtiyacını karşılayacak mekanizmaların bulunduğu ve bunları hayata geçirmenin dini bir yükümlülük olduğunu belirten Karlığa bunun için; “Düşünmenin önündeki engeller kaldırılmalı, akıl etkin kılınmalı, zihnî atalet yok edilmeli” diyor.
‘Yenilikçilerin aslında yeni bir fikri yok’
İslam’ı; tarihin akışına giren, ona müdahale eden ve sonuç itibariyle de insanı inanç ve ahlak çizgisinde tutmak isteyen bir din olarak tanımlayan Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, “Değişme ve süreklilik” kavramlarının, İslam’ın vazgeçemeyeceği iki büyük hayati kategori olduğunun altını çiziyor.
Aydın; “En büyük sıkıntımız şu; dini kendimizce, yüksek bir yerde tutmuş, hayatın içine gelip hayatla cedelleşmesini (mücadele etmesini) önlemişiz. Bu ilim ve tefekkür (düşünce) anlayışı, Müslüman’ı İslam’ın evrensel hareket prensibi olan ‘İçtihat kapısının kapandığı’ kanaatine kadar götürdü” diyor.
‘Çoğunun sistematiği yok’
Son yıllarda Türkiye’de yenilikçi İslam’dan, reformdan bahsedenlerin, zannedildiği kadar ‘yeni’ bir düşünce taşımadıklarını belirten Aydın, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Öyle şeylere reform dendiğini işitiyorum ki, onların pek çoğu sıradan düşünceler, sistematiği yok. Reform kelimesi benim kültür, din terimim değil. Protestanlık bir reform hareketidir. Her kim İslam’la ilgili Protestanlık anlamında bir reform düşünürse, bu iki dini de bilmiyor demektir.” ‘Aslında reform gereksiz’
İslam dünyasının ünlü yazarlarından Ali Bulaç, “İslam’ın, Batı’daki gibi bir reform ihtiyacı yoktur” görüşünde….
Dinde reform tartışmalarının tarihi seyrini Ali Bulaç üç başlıkta özetliyor:
1- Dinlerin teolojisiyle ilgili değişim talepleri,
2- Siyasi taleplerin dindarları dinde reform yapmaya sürüklemesi,
3- Kendi mecrasında akan toplumsal ihtiyaçların dini anlayışla yüz yüze gelmesi ve burada bir değişim ihtiyacının kendiliğinden ortaya çıkması.
Kilisenin rolü
Ali Bulaç, Hıristiyanlıkta Luther’in reform talepleriyle İslam’daki durumu da karşılaştırıyor:
1- İncil ana dillerde tercüme edilmeli ve okunmalıdır. (İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren Kuran başka dillerde tercüme edildi.)
2- Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Din adamları sınıfının ve kilisenin rolü sorgulanmalıdır. (İslamiyet’te böyle bir sorun yoktur. Allah doğrudan insanı muhatap kabul etmiştir.)
3- Din adamları sınıfının dini yorumları mutlak değildir. İnsanlar İncil’den kendi anladıklarıyla ibadet edebilirler. Katolik kilisesi, ‘Hayır bizim İncil yorumumuz tek, genel geçer bir yorumdur’ diyordu. Bu bir dogmadır. (İslam’da bu açıdan da bir sorun yoktur. Kuran yorumu için iki şart vardır: ilki, asla uygun olmalı; ikincisi, belli bir usul içinde yapılmalı. İslam’da yorumu yapanlar alimlerdir, ama bunlar kutsal değillerdir. Alimlerin bilgilerinde mutlak kesinlik yoktur.) Katolik kilisesinde Papa tanrı adına konuşur, dolayısıyla dini dogmayı, amentüyü değiştirme hakkına sahiptir.
‘Zaten içinde var’
Bulaç diyor ki; “İslam’ın kendisinde Batı’daki gibi bir reform ihtiyacı yoktur. Zaten Protestanlığın Katoliklik içinde tarihte yapmak istediği her şey İslam’ın bizzat kendi içinde vardır.”
‘Batı’da durum farklı’
Hıristiyanlıktaki reformun, dinden ziyade kiliseyle ilgili olduğunu belirten Prof. Dr. M. Akif Aydın da, şöyle devam ediyor: “Hıristiyanlık’ta reform ilk bakışta dinin esaslarına yönelik gibi görünür. Aslında Katolik Kilisesi çevresinde şekillenen din adamları tekelciliğine ve kilisenin siyasi ve mali egemenliğine yönelik bir başkaldırıdır. Olay bir yönüyle dini, bir başka yönüyle de siyasidir.”
Din bilginleri neleri tartışıyor?
İslam’la ilgili tartışmaların merkezinde iki konu var: Zamanla hükümlerin değişmesi gerektiği ve hakkında ayet, hadis bulunan konularda içtihat yapılamayacağı…
Eski Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki diyor ki; “Dinin esasatı baki kalmak şartıyla, şer’i hükümlerin hangisinde gerekliyse orada büyük bir değişme ortaya çıkabilir veya değiştirilebilir.”
Akseki’ye göre, değişiklik yapılırken özün korunması zaruridir. Türkiye’de yenilik hareketleri Tanzimat’la başlar. Hint alt kıtası, Mısır ve Kuzey Afrika’da modernist anlayışlar ortaya çıkar. Bu hareketler çağdaşlaşmanın zeminini hazırlamış ise de demokratik yapılanmaya imkan veremez. Cumhuriyet’le birlikte gelişmeye başlayan demokrasi henüz rayına oturmadı. Bu bağlamda yapacağımız siyasal, sosyal ekonomik ve entelektüel reformlar ister istemez dini algılayışımızı da etkileyecekti.
‘En makul din İslam’
Atatürk’ün İslam dini konusundaki yaklaşımlarını bu noktada hatırlamakta fayda var: “Bizim dinimiz en makul ve tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunların tamamına uygundur… Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle daha dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Düşünceye aykırı, ilerlemeye hiçbir engel içermiyor.”
Bu dönemde Atatürk, Mehmet Akif’ten meal, Elmalılı Hamdi Yazır’dan da tefsir yazmasını ister. Bu konu bir kısım çevreler tarafından ‘cumhuriyetin din projesi, dinde reform’ bağlamında değerlendirilirken, bir kısım çevreler tarafından da Atatürk’ün dinin anlaşılmasında gösterdiği samimiyet, tarihi bir çıkış olarak yorumlanır.
Yapılması gereken 3 şey
Bulaç ise şöyle değerlendiriyor: 19. yüzyılda yeni Osmanlıcılar ve İslamcılar diyorlar ki: “Biz İslam’ın ana değerlerine yabancılaştığımız için geri kaldık. Batı’da ortaya çıkan ekonomik ve teknolojik gelişme özü itibarıyla İslam’a aykırı değildir. İslam’a aykırı olan, toplumun hurafelerin içerisinde olması, cehaletin yaygınlaşması ve insanların artık İslamiyet’ten hiçbir şey anlamaz hale gelmesidir.”
Yapılması gereken üç şey vardır:
1- Kuran’a ve Sünnet’e dönüş,
2- İçtihat kapısının açılması,
3- Cihat ruhunun uyandırılması.
Kuran ve sünnete dönüş demek, dinden hurafelerin ayıklanması, yeni bir olayla karşılaşıldığı zaman geleneksel müçtehitlerin (ayet ve hadislere dayanarak hüküm ortaya koyan kişi) yaptığı gibi tekrar Kuran ve sünnete dönüştür. Değişen toplumun yeni sorunlarına çözüm için içtihat kaçınılmazdır. Geleneksel kitaplar buna cevap veremez. İçtihatta da en önemli unsur akıldır. Bu da aynı zamanda entelektüel hayatın canlanmasıdır. Cihattan da iki şeyi anlıyorlardı: Sömürgeciliğe karşı fiili savaş ve toplumsal geriliğin önüne geçmek için bir toplumsal motivasyon. Mesela kalkınma bir cihat olarak tanımlanır.
Atatürk de etkilenmişti
Ali Bulaç’a göre; Atatürk, Cemalettin Efgani’den büyük ölçüde etkilenmiştir. Atatürk’ün İslamcılara hayırhah baktığı bir dönemi vardır. Ona göre, içinde bulunduğumuz durumun aşılması için dinden, öncelikle geleneklerin, hurafelerin, yalan yanlış bilgilerin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bu, dinin aslına dönmekle mümkün olacaktı. Onun için de Kuran’ın Türkçe tercüme ve tefsirini istedi. Kamil Miras ve Ahmet Naim de yine bu çerçevede Tecrid – i Sarih’i yapıyorlardı. Hatta Ömer Nasuhi Bilmen’in Kamus’u da bu çerçevede yazılmıştır. Dönemin siyasi şartları bu projenin devamını mümkün kılmadı. Tepki gösteren ulema oldu.
‘Reform talepleri devletin projesi’
Özellikle laikleşme sürecindeki İslam toplumlarında devletin reform arzusu taşıdığına dikkat çeken Ahmet Taşgetiren, “Özgürce yaşanan din, devlet için tehdit değildir” diyor
Ahmet Taşgetiren, ‘hâkim anlayışın’, İslam’ın reforme edilmesi yönünde bir arzuyu hep taşıdığını, İslam toplumlarının laikleşme sürecinde de bunun daha güçlü dile getirildiğini söylüyor.
Taşgetiren’e göre, hâkim anlayışın toplumla kavgasının nedeni, kültür değerleri, ahlaki yapılanması, insan ilişkileri büyük ölçüde din tarafından biçimlendirilmişti. Fakat şimdi bu ilişkilerin yeniden düzenlenmesi kaçınılmazdır. “Aklınızdaki din anlayışını kabul ettirmek için ne kadar diretirseniz, toplumla aranızdaki mesafe de o kadar açılıyor” diyen Taşgetiren, sözlerini şöyle sürdürüyor:
‘Politikaya dönüştürmek riskli’
“Hâkim yapının din çerçevesi ile toplumun din çerçevesi birbiriyle uyuşmadı. İnsan dini nasıl anlayacak? Buna hâkim yapı cevap veremez. Öncelikle Kuran ve Sünnet cevap verir. İnsanın din üzerindeki tasarrufu ancak yorum olarak kabul edilebilir. O da dini iyi bilen ve dindar insanların yorumu. Hâkim yapı bir siyasi duruştur. Onun dine yönelik tavrı da siyasi bir tavır ve taleptir, dine siyasi müdahaledir. Toplum devlet tavırlarını tartışır hale geliyorsa, burada kabahat toplumun değil. Bizde toplum ne devleti ne de dinini tartışmıyor, ama sanki devlet dini tartışma alanına sürmek istiyor. Dindar olmayabilirsiniz, din ile ilişkiniz de olmayabilir ama bunu bir politika halinde hayata geçirmeye yöneldiğinizde problem doğar. Dinin etkisi ve toplumun dindarlığı azalsın. Böyle bir beklenti var. Özgürce yaşanan din, çağdaş devlet için tehdit oluşturmaz. Devlet sadakati o kadar derin bir toplumuz ki, muhalefet bile yapamıyoruz. Müslümanlar devleti tartışmadılar bugüne kadar. Bunu içlerine sindiremediler.”
‘Zihinsel konfor bozulmalı’
Bugün İslam dünyasının “iyi” durumda olduğunu söyleyebilecek aklı başında insan bulmak pek mümkün değil. “Din bu hayata cevap veremez” diyenlere karşı Müslümanların, bugünün insanları olarak, yeni ve farklı çözümler ortaya koymaları kaçınılmaz. İslam dünyasında yöneticilerin genellikle düşünce endişesi taşımamasından yakınan Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, bu zihinsel konforun bozulması gerektiğine inanıyor; “Endişeli düşünmeyi öğrenememiş olanlar, bu hal üzere var olduklarından dolayı da inanç, düşünce, vicdan ve ifade hürriyetinin mevcudiyetini hâlâ lüks sayıyorlar. Bu hal var olduğu sürece, teceddüd (yenileşme) de, ıslah da ve Yüce Kitap’ın ‘izzet’ diye vasıflandırdığı hayat da acı ve üzüntüyle hatırlanan bir hayalden ibaret kalır.”
Yazar Ali Bulaç’a göre de içtihat talebi ve reform siyasidir. Abbasilerin orta zamanlarında 500 civarında mezhep ve müçtehit (ayet ve hadislere dayanarak hüküm ortaya koyan kişi) vardı. Onların yorumlarından rahatsız olan Abbasi, ‘Birkaç mezhep imamını yüceltelim’ dedi. Bunun için de içtihat kapısının kapatılmasını öngördüler. Tarihte içtihat kapısını kapatan siyasi iktidardır.
‘Ya Kuran’ı bilmiyoruz ya da tam inanmıyoruz’
Kuran’ın insanlığın dertlerine çare olabilecek bir kaynak olduğunu vurgulayan Yaşar Nuri Öztürk, Müslüman aydınlara kafalarını, büründükleri örtüden çıkarmalarını öneriyor
A. Toynbee, 1940’larda diyor ki; “Hıristiyanlığın ve komünizmin çözemediği en büyük dertlere çözümler var İslam’da. İslam yeniden sahneye gelecek.” Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de buradan hareketle şu soruyu soruyor: “Biz son 50 yılda insanlığın dertlerine çare olabilecek kitabın hangi mesajını gündeme getirdik. Alkolizmle, uyuşturucuyla, yalanla, yeraltı kaynaklarının fakirlerin hayrına sarf edilmesi yönünde hiçbir mücadele vermedik. 30 yıldır başörtüsü mücadelesi veriyoruz. Başörtüsünü tartışmıyorum ama soruyorum, Kuran mesajının içinde başörtüsünden başka insanlığın önüne çıkaracağımız hiç mi değer yok?
İnsanlık inim inim inlerken Müslümanlar neden bu kitaptan çıkarttıkları yüzlerce reçetenin kavgasını vermediler? Bu kitap onlara hiç mi bir şey söylemiyor. Ya biz bu kitaba adam gibi inanmıyoruz ya da onu bilmiyoruz. Müslüman aydınların büründükleri örtüden kafalarını çıkarmaları lazım. Şunu kabul edelim, Kuran’ın insan hayatına ivme kazandıracak bütün değerleri Müslüman patenti taşımayan ülkeler tarafından paylaşılmıştır. Bize kalan sadece, fotoğrafı çekilen üç beş tane ibadettir. Kuran bunlardan mı ibaret?”
‘Anlamlar değil, yorum değişmeli’
Dine dinlik vasfını veren ana noktaların temel inanç, ahlak ve ibadet ilkeleri olduğunu belirten Prof. Dr. Yunus Apaydın, bunlar üzerinde, yapılacak her değiştirme girişiminin tahrif riski taşıdığına dikkat çekiyor. Kuran’da gündelik hayatın düzenlenmesine ilişkin ayetlerin yorumu için de Apaydın şöyle diyor:
‘Ayet neyse odur’
“Bir ayetin anlamı, bugünkü anlayışa uygun düşmüyor diye onu yeniden anlamamız gerektiğini söyleyemeyiz. Ayetin anlamı, en yalın şekliyle neyse odur. Anlamın tayini konusunda en yetkili kişi Kuran’ı beyan eden peygamberdir. Müçtehitlerin işi, bu anlamları tespit etmek ve gelişmeler doğrultusunda yorumlamaktır.”
Şeriat devreye girince…
Prof. Dr. Beyza Bilgin: “İslam’da Allah’la kul arasına giren din adamları, ruhban sınıfı yoktur. Buna rağmen, Müslüman devletlerin, hayatı yüzyıllar boyu İslam yorumuyla yönetmiş olması, şeriat adı altında, aşılamaz hale gelmiş kurum ve kanunların meydana gelmesine yol açtı. Bu kurum ve kanunlar şeriat adı altında, İslam dininin kendisiyle özdeşleştirilince, hayatın yeni biçimlerine geçit vermeyen engeller şeklinde donuklaştı. İslam’ın görünen yüzü, yani Müslüman ülkelere dışardan bakanların gördükleri, İslam’ın yapı ve hareket açısından olduğu kadar, çağdaş endüstri toplumunun sorunlarına bakış açısından da, uyumsuz bir moral akım olduğudur. İslam geleneği, Müslümanları modern toplumlarla çatışmasızca birlikte yaşamaktan alıkoymakta.”
Değişiklik değil, yenilik
Dün ‘yeniliğin öncülerinden’ gösterilirken, bugün modernist çevrelerce muhafazakâr olarak algılan Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a, “Siz geri mi çekildiniz, yoksa yeniliğin çerçevesi mi genişledi?” diye soruyorum. Karaman’ın cevabı: “Ben tecdid (yenileme) ve içtihat çerçevesinde değişimi, yenilemeyi savunuyorum. Bazı ilahiyatçılar dinin değişmezlerini de değiştirme sonucu doğuran bir yenilikten söz edince, söz etmekle kalmayıp İslami olmayan akıl ile bunun teorik altyapısını hazırlayınca bunlara karşı çıktım. Bizim işimizi, klasik usulde içtihat ve tecdidin görebileceğini söyledim. Batı özentili anlama, yorumlama, değiştirme teşebbüslerinin dine uygulanmasının ‘dini, çağın nefsani arzulara bağlı gidişine uydurma tehlikesi’ gibi sakıncalarına dikkat çektim.”
Kadın başı açık namaz kılabilir
Prof. Atay, “Kuran’da kadere iman yoktur. Kuran’ın bütün emirleri İslam’ın şartıdır, beş değildir. Ayetler, günümüzün şartlarına göre yorumlanmalıdır” diyor
Prof. Dr. Hüseyin Atay, “Dinde Reform” adındaki kitabında reformu şöyle tanımlıyor: “Değiştirmek değil düzeltmek, ıslah etmek, yararlı bir iş yapmaktır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. Kötü yönde değiştirmeye ve bozmaya reform denmez; ona deform denir. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur.”
Önce dini reform yapacağız
Atay görüşlerini şöyle ifade ediyor: “İslam’da en büyük inkılapçı – müceddit – yenilikçi olarak Hz. Ömer’i görmek lazım. Hz. Ömer’in yaptığı yenilikler, bir Fransız veya İngiliz ya da Alman Müslüman’ı tarafından kaleme alınmış olsa, onlara Hz. Ömer’in reformları, der. Zekât konusunda, boşanma konusunda verdiği kararlar Kuran’a aykırı gibi gözükse de aslında Kuran’ın maksadına uygundur. Biz önce dini reformu yapacağız. İlmi reform arkasından gelecek. İslam dünyasında ve Türkiye’de modernistler halk tarafından da, devlet tarafından da desteklenmedi, kösteklendi ve köstekleniyor.
Dini yenilenmenin önünde üç dini engel var:
1. Uydurma hadisler, mevzu ve zayıf hadis kültürü.
2. Tasavvuf ve tarikat kültürü.
3. Fıkıh taklitçileri.
Müslümanları bu yollardan kurtarmak, ancak dinde reformla, Kuran yoluna çevirmekle mümkün olur. Reform yapmak bilgi sorunu olmaktan çok zihniyetle ilgilidir.”
Düzeltme şart
Prof. Atay, “Düzeltilmesi gereken fıkıh hükümleri” başlığında 46 madde sayıyor. İşte bunlardan bazıları:
“Boşanma erkeğin elinde değildir, mahkeme iledir. Kadının da boşanma hakkı vardır, mahkeme iledir.
Kuran’da kadını dövme yoktur.
Kuran’da miraç olayı yoktur.
Kuran’da kadere iman yoktur.
Kuran’da erkek kadından daha erdemli değildir.
Kuran’da şefaat yoktur.
Kuran’da kadınların çalıştıkları kendilerinindir.
Kuran’da boşanmanın tek nedeni geçimsizliktir.
Kuran’da idare sistemi ‘şûra’dır.
Farz namazların kazası yok, tövbesi vardır.
Kadınların başı açık, Kuran okumaları, namaz kılmaları caizdir. Başı örtmek, namazla ilgili değildir.
Hz İsa ölmüştür, tekrar gelmeyecektir.
İslam’da mehdi inancı yoktur.
İslam inancında deccal yoktur, ama her ulusu düşüren, fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir.
Kadınlar eğe kemiğinden yaratılmamışlardır.
Kuran’da eşcinselliğin hükmü bulunmamaktadır.
Gusülde ağza, burna su vermek gerekmez.
Oruç’ta kefaret yoktur.
Kuran’da İslam ve iman ayrıdır.
Tövbe kefaretten daha büyük cezadır.
İslam’ın din bilgisi kaynağı akıl ve Kuran’dır.
İslamın şartı beş değildir, Kuran’ın bütün emirleri İslam’ın şartıdır.
Kuran’a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Günümüzün şartlarına göre ayetleri insanın, toplumun, yararına göre yorumlamaktır.
Kuran’ın amacı insanın yararıdır.”
Uygulamada olacak
Prof. Dr. Beyza Bilgin de İslam’da değil, İslami anlayışlarda bir reformun gerekliliğine dikkat çekiyor. Ona göre, İslam, yanlış yüklenmiş anlamlardan kurtarılıp özüne ulaştırılarak yeniden yorumlanabilir. Özüne ulaşmak, yeniden düşünmek, onu yeniden anlamaya çalışmakla olur. Müslüman ülkelerdeki sosyo ekonomik değişmelerin ilerleyişindeki problem, İslam’ın teolojik temellerinde değil, fakat uygulamadaki şekilciliğindedir. Reform bu şekilcilikte olacaktır.
Tasavvuftaki yanlış bilgilere İslam denildi
Dini düşüncenin ve dini yorumların pörsüdüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, dinde reform konusunu şöyle yorumluyor: “İslam, aslında her çağda yaşayan insanların tüm gereksinimlerini karşılayacak ilkeler getirmiştir. Ne yazık ki, Kuran’ın getirdiği bu kurallar yaklaşık 11 asırdan beri işletilmemiş, akıl devre dışı bırakılmış, ilim adamı olarak nitelendirdiğimiz taklitçi âlimler daha önceki bilim ve fikir adamlarının ürettiklerini tüketmekle meşgul olmuşlar.”
Hurafeler İslam zannedildi
“Hızlı bir şekilde yayılan İslam, bu dine yeni giren toplumlardan etkilenmiş, eski dinlerden kalma bazı inançlar ve hurafeleri de bünyesine almıştır. Bu durum inanç, tefsir ve ahlak kitaplarında olmuş, özellikle tasavvuf kültüründe daha fazla olmuştur. Tasavvufta yer alan birçok yanlış bilgi İslam dinine mal edilerek dinde ve dindarlıkta değişik şekillenmeler olmuştur. Bugün Müslümanların önünde duran büyük sorun budur. İslam’ın reforma ihtiyacı yoktur. Kuran, tahrif edilmeden elimize ulaştırılmış mükemmel bir kitaptır. Sünnet ikinci dereceden kaynaktır.”
İslam anlaşılırsa, sorun çözülür
“Akıl bu iki temel kaynağın en geniş alanı kapsayan üçüncü bir unsurdur. Sonsuz olaylar zincirinde, akıl toplumun din – dünya bağlantısını sağlayacak güce sahiptir. İlk Müslümanlardan Sahabe ve Tabiûn bu temellere dayanarak İslam dünyasını en ileri derecede bir dindarlık düzeyine kavuşturmuşlardır. Çağımızda asıl sorun, İslam dininin temel kaynaklarında değil, belki bu kaynaklara ulaşıp bunları doğru anlamadadır. Dinin alanına girmeyen birçok şey bu alana girince, toplumun yükü ağırlaşmıştır. Bunun hafifletilmesi gerekir. İslam’ın temel kaynaklarına inilip bilimsel çaba ile İslam doğru anlaşılabilirse, sorun kökünden çözülür.”
‘Reform dinde değil dindarlıkta olur…’
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, “Din çağdaşlıkla çatışmaz. Biz, dini değil dindarlığımızı sorgulamalıyız” dedi…
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun dile getirdiği şu cümleleri tartışmaya yön gösterici bir özellik taşıyor: “Din ile modernlik, din ile hayatın çağdaş dünyaya bakan yönü arasında bir çatışma olmaz. Din, ‘evrensel geçerlilik’ teziyle gelir. Her bir toplum ve birey, dini kendi dünyasına indirerek, kendi dünyası ve imkânları içinde dindarlığını kurarak dini aktüelleştirir.
Dinde reform olmaz, ama dindarlığımızda reform olur, devamlı yenilenme olur. Dinin kaynakları belli, öğretisi genel ve açıktır. Biz, dini değil dindarlığımızı sorgulamalıyız.
Prof. Yaşar Nuri Öztürk, “Kuran’ın dışına çekilerek başka bir biçimde yapılandırılan dini, Kuran’ın tekrar içine döndürmek gerekiyor” diyerek şöyle konuşuyor: “Kuran diyor ki, ‘Dedelerinizin, babalarınızın size din adına söylediklerini akıl ve ilim süzgecinden geçirin.’, ‘Eskiyi kutsallaştırıp dokunulmaz kılmayın, bu putperestliğin alametidir.’
Değişimin esası İbrahimi bir isyandır. (Allah’ın varlığını ve birliğini ikna edici bir şekilde anlatma). İslam dünyasında değişmenin kaçınılmazlığı ortadadır. Yoksa size şu soruyu, herkes sorar: İslam dünyasının hali perişan. Sizin dininiz mi sizi bu hale getiriyor, yoksa siz mi dininizi bu hale getirdiniz? Bizim yüzümüzden hem din töhmet altındadır, hem Allah.”
‘Her çağ kendi dindarlığını üretir’
Doç .Dr. Mehmet Görmez (Diyanet İşleri Başkan Yrd: Dindarlık tarih boyunca insanların dini öğretileri anlama, algılama, yorumlama ve uygulama biçimidir. Dinin kendisi, anlaşılması, yorumlanması ve uygulanmasıyla her zaman örtüşmez. Siyasi, sosyal ve ekonomik şartlar; zaman, mekân ve coğrafi gibi faktörler dindarlığın şekillenmesinde etkilidir. Her çağ ve her coğrafya kendine özgü bir dindarlık üretmiştir. Bazı dönemlerde ‘ritüelci’, ‘ahlak eksenli’, ‘mistik’, ‘şekilci’ ve ‘siyasal ve ideolojik dindarlık’ gibi dindarlık çeşitleri görülmüştür.
Sorunları akılla çözmek ibadet
Prof. Dr. Yavuz, İslam’ın dünya işlerinin akılla çözülmesini ibadet saydığını belirtirken, çağın gerekleriyle Kuran arasındaki sağlıklı ilişkinin akılla kurulacağını vurguluyor.
İslam’da reform tartışılırken, İslam’ın kendinden önceki dinleri reforme ettiği pek akla gelmez. Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, bu noktaya dikkat çekiyor: İslam’ın gerçekleştirdiği reformla, hayat, akıl ve maslahat çizgisinde, toplumsal hayatın dengesini sağlayan inanç ve eylem yolunu açmıştır. İslam’ın ‘inanç ilkeleri’ ile ‘hayat ilkeleri’ çağla paralellik arz eder. İnsan aklı çağın gerekleriyle Kuran’ın hükümleri arasında sağlıklı bir ilişkiyi nasıl kuracak?
Yavuz, “Bu sorunun cevabı içtihatla verilir” diyor ve devam ediyor: “İçtihadın kapısı da ardına kadar açıktır. İslam dini Müslümanların dünya işlerini yürütmelerinde herhangi bir engel koymamış, tersine bu alanda akıl yürüten, yorumlar getiren bilim, fikir ve devlet adamlarına çabalarından dolayı sevap da vermiştir. İslam, aklı kullanmak suretiyle dünya işlerinin çözülmesini ibadet kapsamında değerlendirmiştir. İnsanın aklına o derece özgürlük vermiştir ki, düşünce ve yorumlarında isabet edenlere iki, yanılanlara bir sevap vermiştir. Bugün hiçbir din ya da dünya sisteminde yanılanlara mükâfat verildiği görülmemiştir.”
‘İçtihadı ehli yapar’
Hatası bile sevap getiren içtihat kimler tarafından ve ne şekilde yapılabilir? İçtihadı ehlinin yapacağını belirten Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a göre; “İçtihatsız sağlıklı ve devamlı bir dini hayat olamaz. Kapanmış içtihat kapısını açmak, önüne gelenin ‘içtihat yapıyorum, bu da benim içtihadım’ diyerek dini ifsat (düzeni bozma, karışıklık çıkarma) etmesini engellemek de tecdittir (yenileme).”
Karaman’a göre tecdit; toplumun ihtiyaçlarını dinin katışıksız ve tükenmez kaynaklarından karşılamak, ilahi nizamdan sapmaları düzeltmek ve engellemek, İslamı asrın anlayışına söyletmektir. Toplumun kalkınması ve dünyada refahı, ahirette kurtuluşu için gereken her tedbirin alınmasıdır.
İslam 700 yıldır kirletildi!
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kuran’ı yorumlayacak kişilerin bilgiyle yüklü, aydın kişiler olması gerektiğini vurguladı
Yorumla din iç içe mi girdi
Biz yorumu dini anlamak için değil, dinin yerine başka bir din koymak için yaptık. İlk 400 yıl temiz, berrak bir yorum vardır. Sonra su bulanmıştır. Son 700 yıl tam anlamıyla hazır yiyip mirası kirletme dönemidir. Dinle insanın arasına insan girecek, çünkü evrensel olan dini mahalli coğrafyalarda yaşanılır kılmak gerekiyor. Mezhepler buradan doğuyor. İlmin çilesini çeken bu insanların yaptıkları yorum, sonra bizzat din haline getiriliyor. Birileri bu hayırlı hizmeti yapan insanları ilahlaştırıyor.
Reform mu yeniden yapılanma mı?
Peygamberlerin her biri aynı zamanda bir müceddittir. Gelir, kendinden önceki peygamberin mesajındaki yozlaşmaları tashih eder. Hz. Peygamber, ‘Benim ümmetim içinden zaman zaman birileri gelip bu dini tecdit edecek’ dedi. Reform denince aklıma Luther, tecdit denince Hz. Peygamber geliyor.
Tecdit serbest bir yorumlama metodu mu
Kuran yorumlanmasına ilişkin kriterler koyuyor. Kuran’ı yorumlayan, imanlı, bilgiyle yüklü, aklı işleten bir kişi olacak. Kuran hiçbir yerinde akla sınır koymaz.
Zamanın değişmesiyle değişen nedir?
Ana kaynak değişmeyeceğine göre, yorumlar değişecektir. Yorum, bugün doğrudur, yarın yanlış olabilir. Yanılmayan tek beşer Hz. Peygamberdir.
Ya geçmişin birikimi?
‘Biz eski mirası paranteze alıp yeni şartları dikkate alarak zaman üstü kaynağa bakacağız. Bunu yaparken parantezin içinden yararlanabileceklerimizden iliklerine kadar yararlanacağız.
Bunu kim yapacak?
Peygamberin Müslüman aydınlara yüklediği bir görev bu. Müslüman aydın yeni reçeteler üretmeye talip olmalı. Ama bugün Müslüman aydın ya konuşmuyor ya da gerçeği fark edemez durumda. Dinde reforma ihtiyacımız yok. Müslüman aydının zihniyetinde gereken reformu yaparsak, sorun çözülür. Prof. Karaman’a göre değişimin yolu İslami akıl… ‘Evrensel akıl’ın içi boş. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, dinde neyin değişeceğine ‘İslami akıl’la düşünen âlimin karar verdiğini söyledi
İçtihatla tecdidin İslami gelenekteki yeri nedir?
Kendini vahiyle bağlı bilmek şartıyla aklın her alanda faaliyet göstermesi, anlama, çözme ve üretme faaliyetinde bulunmasıdır. İçtihadın amel (fiil, yapıp etme, ibadet ve muamelat) alanına, nazar ve tefekkürün de inanç ve düşünce alanına tahsis edilmesi bir isimlendirme meselesidir; bunun ikisine de içtihat demekte sakınca yoktur.
Müçtehit (ayet ve hadise dayanarak yargıya varan din düşünürü) ve mücedditin, kişi ve kurum olarak bugünkü karşılığı nedir? İslami ilimlerle uğraşan, bu alanda ilmi usullerle düşünen, yazan, üreten her şahıs ve kurum içtihat yapıyor demektir.
Dindarlıkta reformun imkanları nedir?
Dindarlıkta reformu “tecdid” çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Dine göre olması gereken yerde olmayan; imanı, ibadeti, ahlakı, ilişkileri sahih (gerçek, hakiki) dine uygun bulunmayan müminin, öğretim ve eğitim yoluyla ıslah edilmesi, salih mümin olmasının sağlanması yolundaki fikri ve fiili çabayı “dindarlıkta reform” olarak adlandırmak mümkündür.
Dinin cevap veremediği alan var mı?
Haramın yanında helali, dinin sınırladığı, belirlediği, bağlayıcı hükümler koyduğu konular yanında serbest (mubah) bıraktığı konuları (bunların dinde yanyana bulunduklarını) göz önüne alırsanız, dinin ilgilenmediği bir alandan söz edemezsiniz. Mübah, dinin ilgilenmediği değil, ilgilenip de serbest bıraktığı alan demektir. Din her alana cevap verir; bu cevabı keşfetmenin yolu içtihattır.
‘Zamanın değişmesiyle hüküm değişir’ yaklaşımı bugünkü dille nasıl ifade edilir?
Dinin değişeni de değişmeyeni de vardır. Neyin değişmeye açık olduğunu ve nasıl değişeceğini, ‘İslami akıl’ ile düşünen müctehid belirler. ‘İslami akıl’ yerine ‘evrensel akıl’ tamlamasını tercih etmiyorum; çünkü bu ifade oldukça çekici ve kabul şansı yüksek olmakla beraber içi boş gibidir. ‘Bana evrensel aklın verilerinden örnekler ver’ deseniz, verilecek örneklerin bir kısmının ‘Batı aklı’, bir kısmının da ‘belli bir çevrenin, medeniyetin, kesimin aklı’ olduğunu görürsünüz.
‘İslami bilgilerimiz yeniden inşa edilmeli’
Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Aydın, Müslümanlarda zihniyet değişiminin şart olduğunu belirtirken, İslami düşünce ve bilginin yeniden inşa edilmesi çağrısında bulunuyor
Bağımsızlık ve direniş hareketlerine dinamizm veren dini öğeler, zenginlik, bilim ve evrensel değerler üretme noktasında neden işlevsiz? Bu, dinin eksikliğinden mi, yoksa Müslümanların bilinç yetersizliğinden mi? Çözümü “endişeli düşünmeyi öğrenme”de gören ve İslam düşünce tarihinin parlak dönemlerinin, aynı zamanda özeleştiriye dayalı bir ‘yeniden inşa’ dönemleri olduğuna dikkat çeken Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın’a göre her nesil, ‘endişeli tefekkür’ sürecinden geçmelidir.
Aydın diyor ki; “Hayat değişmiştir. Gelin vahyin ışığında İslami düşüncemizi, İslami bilgimizi yeniden inşa edelim. Bunu başarırsak, her türlü çarenin başlangıç yerine gelmiş oluruz. O endişeyi anlamak, Müslüman’ın şahsında İslam’ın halis bir tezahürünü görme imkânı da verir.”
İslam ile değişme
Prof. Aydın, Müslüman’ı anlamanın bugün artık bir insanlık sorunu haline geldiğini vurgulayarak, görüşlerini şöyle dile getiriyor:
“Yaşanan dini hayatı, yani dini tefekkürü (düşünce, düşünüş), bilgiyi, kurumları ve bütünüyle tasavvuru (vizyonu), ağırlıklı olarak, değişmezlik kategorisi altında görme temayülünde olan Müslüman’da, ya çok az endişe vardır ya da hiç yoktur.
Dini, hayatın ücra bir köşesine itmenin imkânına, hatta gerekliliğine inanan, değişme ile kemale ermeyi aynileştiren, ‘İslam ile değişme’ye kendi hayat anlayışlarında yer bulamayanda da o endişe yoktur. Hatta o, derin ve zengin bir tarih bilincine sahip olmadığı, hayat dünyasında aşkınlık tecrübesine ait izler taşımadığı için ‘İslam ile değişme’nin kendisini başlı başına bir endişe konusu saymaktadır. Onun bu hali sağlam bilgi ve derin tefekkürden değil, ‘evham ve zan’dan beslenmektedir. Bu vehmin hem içeride hem de dışarıda derinlere inen kökleri, asırlardır beslenen kaynakları vardır.
Dini hayat ve özeleştiri
Hep söylüyorum, ne yazık ki bu din büyük dinler arasında hâlâ en az bilinen, en çok yanlış anlaşılan ve en çok yanlış tanıtılan bir din olma durumunu korumaktadır.
Bugün Müslüman’ı anlamak, artık bir insanlık sorunu haline geldi. 11 Eylül sonrasında İslam hakkında dünya genelinde görülen tereddütler de eklenirse, insanlık için bu konunun önemi daha iyi anlaşılır.
Kuran ve Peygamber’i tatbikat, ortaya bir eleştiri ahlakı koyuyor. Ne yazık ki pek çok büyük dinin başına gelenler -o kadar olmasa bile- İslam’ın da başına geliyor. Hayatın manevi, uhrevi ve aşkın boyutunda zayıflama baş gösteriyor. Hassas insanların önemli bir kısmı kendi iç dünyasına dönüyor. Din adamlarının çoğunluğu ve din kurumları büyük ölçüde devlet mülkiyetine giriyor. Bireysel özgürlük ve kurumsal otonomluk tehlikeli bir sınırlama ile karşı karşıya kalıyor. Bütün bunların sonunda, “yaşayan din” özeleştiri yapamıyor, sürdürülebilir bir yeniden yapılanma istikametinde ilerleyemiyor. Kökleri tarihin derinliklerine giden bugünkü sorunlarımızın önemli bir kısmı düşünce hayatımızın bu boyutta gösterdiği zafiyetten ileri geliyor.
Aslında ‘İslam özeleştiri yapmıyor, yapamıyor’ yerine, ‘Şimdi burada yaşanan dini hayat yeterince özeleştiri yapmıyor’ demek daha gerçekçi. Çünkü dinin kendi içinde yaptığı, yapacağı eleştiri, genellikle iki kaynaktan doğar:
Bir; din tarafından sunulan inanışlar, düşünceler, bilgiler, vs.den yola çıkan eleştiriler.
İki; dışarıdan (bilimden, felsefeden, sanattan, hatta ahlaktan) gelen bilgilerin, düşüncelerin, yorumların etkisiyle oluşan eleştiriler. Aslında bu iki kaynak arasında “diyalektik” bir ilişki söz konusudur. Onlarda bir üretim, canlılık yoksa din ne yapsın. Yani din problemliyse öteki alanlar da problemlidir.”
‘Yaygın tanrı kavramı çarpık’
Yeniden yapılanma bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyorsa da, pek çok engelin varlığı da açıkça görülüyor. Hasan Onat’a göre bu engellerden bazıları şunlar: Toplumdaki yaygın tanrı kavramının çarpık olması. Din alanının eleştiri dışı tutulması. Din ve geleneğin iç içe girmesi. Geçmişin kutsallaştırılması. İslam’ın en son ve en mükemmel din olduğu inancının doğurduğu ‘kendi kendine yeterlilik’ duygusu. Din alanında bilimsel yöntemle üretilmiş doğru bilgi eksikliği. Devletin olumsuz etkisi. Güven bunalımı. İslam’ın dinamik bir din olduğunun kavranılamaması. Din-siyaset, din-hukuk ilişkisinin sağlıklı bir şekilde çözülememesi. Kuran’ın bir ‘öğüt’ olduğunun unutulması.
Din yok olmak yerine güçlendi
İslam’ın dogmatik bir din olmadığına dikkat çeken Prof Dr. Bekir Karlığa, şöyle diyor: “Dinde, imana dayalı, dolayısıyla da aklı aşan kısımlar elbette var. Onun için de mutlak anlamda ‘rasyonel bir din algılaması’ mümkün değil. Ancak dinde rasyonel olarak algılanması mümkün olan büyük bir alan vardır ve bu bizim aklımızın sınırlarını zorlamaksızın bir din anlayışına sahip olmamızı sağlar. İslam açısından rasyonel alan maksimum düzeydedir. Kuran’da insan aklını zorlayan unsurlar asgari düzeydedir. Bilgi birikimimiz arttıkça aklımızın sınırları da genişler. Bu genişleme, dinin alanından toprak alarak onu arazisiz bırakmak değildir. Akıl alanı genişledikçe dine, daha önce farkında olmadığımız yeni alanlar kazandırır. Bu nedenle pozitivizmin ve materyalizmin gelecekle ilgili kehanetleri yanlış çıkmış ve din yok olmak yerine daha büyük bir güç olarak meydanlara inmiştir.
‘Kuran’ı anlayış tarzı yenilenmeli’
Kuran denilince herkesin aklına kutsal bir kitap geliyor. Ama bu kitap nedir diye sorulduğunda çok az kimseden doyurucu cevap geliyor. Bu noktaya işaret eden Prof. Dr. Suat Yıldırım, “Yaşadıkları çağdan koparak geri kalan Müslümanlar, Kuran’dan da koparak onu anlayamaz hale geldiler. Müslümanlar Kuran’ın mahiyeti konusundaki anlayışlarını tazelemeli” diyor.
İnsan, çağının tanığı olarak Kuran’a yönelirken, tarihsel tecrübesini, kendi ihtiyaçlarını, sorunsallarını Kuran’a arz edip bu konularda onu konuşturmaya çalışmalıdır. Eğer Kuran, Allah ile münacat ediyor gibi (alçak sesle konuşma) okunursa Hz. Peygamber’in ifade ettiği ‘bireysel Kuran’ anlayışı elde edilebilir. Hz. Ali’nin, ‘Resulullah’ın bıraktığı en kıymetli miras’ dediği işte budur. Bireysel olarak, Kuran’dan beslenen şahıslar, çağları ile Kuran’ı buluşturarak gerekli değişim başarabilirler.
‘Dinin devletten talebi olamaz’
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, İslamı ideoloji olarak algılamanın toplumun bölünmesine yol açacağını vurguluyor.
‘Dinin muhatabı insandır. Din, devleti veya başka bir manevi şahsiyeti muhatap almaz, ondan bir talepte bulunmaz; taleplerini birey ve toplum olarak insana yöneltir. Bu taleplerin de hedefi, insanın, hayatını anlamlandırarak, yani ilahi iradeyi dışlamadan dünyayı imar etmesi, medeniyetler kurmasıdır. Hal böyle iken, İslamı bir ideoloji olarak algılamak ve sunmak onu bir ideoloji seviyesine düşürme anlamına gelir. Bu da İslam’ın bütün insanlara hitap etme ve kuşatıcılık özelliğini gölgeler, dahası bölme, parçalama aygıtı olarak kullanmaya kapı aralar.
‘Dine bakış da değişmeli’
Aslında bu alandaki sorunlar dinin ciddiye alınmamasından kaynaklanmaktadır. Dinin birey ve toplum üzerindeki etkileri ve din eğitimi konusu bilimsel bir anlayışla ele alınıp gerekli planlama ve uygulamaları yapmak yerine, ya yasak savma kabilinden düzenlemelerle konu geçiştirilmekte ya da bu husustaki ihmallerin acı meyvelerine karşı caydırıcı önlemlerin panzehir olacağı zannedilmektedir. Bu kısırdöngünün kırılması gerekir. Dinin esası, iman ve bu imanın gereklerini davranışlara yansıtma olduğu halde, adeta insanları bu özden uzaklaştırmak için özel bir çaba harcandığı görülüyor. Dinin her şeyden önce gönül işi olduğu ve dinin rahmet olma özelliği öne çıkarılmalıdır. İmanın hemen yanında açların, çaresizlerin sorunlarıyla ilgilenmeyi dindarın asli görevi sayan bir din, iyi anlaşılsa bulunduğumuz noktada olmamız mümkün mü?’
X
Atatürk’ü KASITLI olarak din ve İslam karşıtı gibi göstermek isteyen ve bu yalan üzerinden kendilerine dünyevi fayda sağlamak isteyenler aşağıdaki yazıyı ibretle okuyunuz.
Yazıyı kaleme alan sayın Doc. Dr. Mustafa Tarakçı ve ileten sayın A. Baybars Gogez’e tesekkurler.
Naci Kaptan 22.09.2007
+
Sevgili dostlar,
Sizlere çok değerli bir dostumun yazmış olduğu ATATURK VE DIN baslıklı makaleyi aşağıda gönderiyorum.
Kimi kulaktan dolma haberlerle bilir, bilmez Atatürk’ün dinimiz
hakkında olumsuz düşünceleri olduğunu iddia eden kerameti kendinden menkul yazarlarımız ile bu konuda bilgi arayışı içinde olanlara yararlı olacağını düşünüyorum.
Saygılarımla,
A. Baybars GOGEZ

ATATÜRK’ÜN DİN KONUSUNDA GÖRÜŞLERİ

Bu yazımda Ulu Önder Atatürk’ün “Din” konusunda düşünce ve davranışları ile ilgili derlediğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.Öncelikle Atatürk “din” konusunda belli baslı neler söylemiş onları gözden geçirelim:
Atatürk İslamiyet’e inanan, Kuran ve Hz. Muhammed’e saygı duyan bir devlet adamıdır. Atatürk, İslamiyet ve Allah’a bütün benliği ile inanmaktadır. “Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam Ona da öyle inanıyorum.Bilince ters, ilerlemeye engel, hiçbir şey kapsamıyor.” (1) demek suretiyle dinle yakından ilgilendiğini ortaya koymuştur.
İslam Dininin özü, Allah’ın varlığına, birliğine, O’ndan başka İlah olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elcisi olduğuna inanmaktır. Atatürk bunu her zaman en iyi bir şekilde ortaya koymuştur. O büyük insan, İslamiyetçin akla, mantığa dayalı bir din olduğunu ve bundan dolayı da son din olduğunu söylerken; adeta İslamiyet’in akılcılığına olan inancını dile getiriyordu.
Bu inanç; “Allah birdir, sanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerinizde olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa,gerçeğe uyuyor ve uygun düşüyor.Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Tanrı’dır. ” (2)
Atatürk, İslam dininin kurucusu Hz. Muhammed hakkında da her zaman övgü ile bahsetmiştir. “O (Hz. Muhammed), Allah’ın birinci ve en büyük kuludur.O ‘nun izinde bugun milyonlarca Müslüman yürüyor. Benim, senin adın silinir. Fakat sonuna kadar O olumsuzdur.” (3)
Bugüne kadar İslam dininin gerilik kaynağı ve geri kalmamızın sebebi olduğu, Atatürk’ün dinsiz olduğu, dine karsı hoşgörülü olmanın Atatürkçülükten taviz vermek anlamına geldiği fikri yayılmıştır. Hatta daha da ileri gidilerek, Türk Devletinin düşmanları laikliği dinsizlik olarak ele almış ve yozlaştırmışlardır. Bütün bu saptırılmış, kasıtlı, politik hedefli fikirlere Atatürk gerekli cevabi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayı son din olmuştur.” (4) diyerek bizzat kendisi vermiştir.
Atatürk, insanın aklını devamlı kullanmasını, onun ışığından ayrılmamasını ve Allah’ın verdiği nimetlerden en iyi şekilde faydalanılması gerektiğini söylemiştir. Atatürk’e göre bizim dinimiz, miskinlik, tembellik, aşağılık ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine daha çok çalışarak şeref ve haysiyetimizi muhafaza etmemizi emreder.
Atatürk bir konuşmasında; “Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum.” demiştir. Bununla teokratik ve tarikatçı dine karşı, hurafe ve batıl itikatlara karşı aklı öne çıkaran dini inancı kastediyordu. Su sözler de yine O’nun bu konuda veciz ifadelerinden biri olarak bilinir: “İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat Medeniyet Tarikatıdır.”
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Din vardır ve lazımdır.” Diyen Gazi Mustafa Kemal, İzmir İktisat Kongresine giderken uğradığı Balıkesir’de, 07 Şubat1923, Çarşamba günü, şehir merkezindeki “Zagnos Pasa Camii” ne gider. Minber’e çıkarak ibadet için toplanmış Balıkesir Halkı’na ” Din ve camilerimizin işlevleri” hakkında kısa ve fakat veciz bir söylevde bulunur. Söylevin tamamı, halen, günümüz Türkcesiyle Camii on duvarında, pirinç levha üzerine yazılıdır:
“Ey Millet! Allah birdir. Sanı büyüktür. Allah’ı selameti üzerinizde olsun. Peygamberimiz Efendimiz Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri tebliğe memur ve elci olmuştur.İnsanlara feyz ruhu veren dinimiz son dindir. Akla, mantığa ve hakikate tamamen uygundur.” Dedikten sonra; camilerde ibadetin yani sıra Milli Meselelerin, Vatan Savunması ve Ülkenin Kalkınması konularının görüşülmesinin, konuşulmasının uygun ve gerekli olduğunu ifade etmiş, hutbelerde bu konulara sik yer verilmesini; camilerde bulunanların da fikri katkıda bulunmasını istemiştir.
Atatürk, “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdaninin sesine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre (düşünce derinleştirme) muhalif değiliz. Biz sadece din islerini, Millet ve Devlet isleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasta ve fiile dayanan gerici hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz!” (5) demişlerdir.
Atatürk’ün aksam yemeklerinden birinde, misafirlerden Necip Ali ; (1892 Denizli doğumlu, hukukçudur. Sivas Kongresine Denizli Delegesi olarak katılmıştır. İstiklal Mahkemelerinde savcılık yapmıştır.) Atatürk’e hitaben “Münir Hayri namaz kılıyor ” der. ( Münir Hayri, Necip Ali’nin yakın arkadaşlarından biridir. 1904 doğumludur.Paris-Sorbon Üniversitesinde okumuş; çeşitli okullarda müdürlük yapmıştır. Heykel yapmaya da meraklıdır. Atatürk’ün emri ile yurt dışında Film yapımcılığı konusunda incelemeler yapmıştır.
Atatürk : – Sahi mi Münir? Neden namaz kılıyorsun?
Cevap : – Hiç! Namaz kılınca içimde huzur hissediyorum.
Atatürk : – Bir gemide batmak üzere olsanız ne diye haykırırsınız? Herhalde “Yetiş Gazi” demezsiniz! “Allah” dersiniz; dedikten sonra Münir Hayri’ye dönerek:
“Dünyadaki islerine zarar getirmemek şartıyla; namazını kıl, heykel de yap, resim de” der.(6)
Atatürk’ün yakınında bulunanlardan Şemsettin Günaltay şunları anlatır:
Atatürk’ün gözleri masanın üzerine serili haritaya dikildi. Beni kolumdan tutarak masanın başına oturdu. “Bedir Savaşı”‘nı kendi elleriyle harita üzerine çizmişti.
“O’nun Hak Peygamber olduğundan şüphe edenler su haritaya baksınlar ve Bedir Destanını okusunlar” dedi. Ata’nın son sözü su olmuştu:
“Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslüman’la mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin “Kureyş Ordusu”na karsı Bedir Muharebesi’nde kazandığı zafer, fani insanların karı değildir. O’nun Peygamberliğinin
en kuvvetli delilidir” (7) demiştir.
26 Temmuz 1930’da Edirne Bölgesinde “kasırga” olmuş, birçok hasar meydana gelmiştir. Atatürk ayni yıl Aralık ayında Edirne’yi ziyaret eder. İncelemelerde bulunur. Selimiye Camii’ne de uğrar. Pek cok camii gibi Selimiye’nin de minareleri hasar görmüştür. Atatürk’ün Camii içindeki ilk sözü: “Efendiler hiçbir dine mensup olmayan kalp istirahattan mahrumdur” olur.
Ayrılırken, Il Bayındırlık ve Vakıf Müdürlerine; “Camide ne kadar
hasar varsa üç gün içinde bana çıkarın” der. 25 Aralık1930’da ödenekler Edirne’ye gönderilir. Hasarlı Camiiler gecikmeden onarılır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk`ün Konya’yı dokuz kez ziyareti ve burada yaptığı konuşmalar, O’nun din hakkındaki görüşlerini ortaya koyması acısından önem arz etmektedir.
20-23 Mart1923 tarihindeki ziyaretinde yaptığı konuşmada en çarpıcı
ifadeler şunlardır:
“İslam Kavimleri içinde Türkler milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan Iran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler. Türklerin temas halindeki Milletlerin o zamanki medeniyetleri çökmeye başlamıştı. Türkler bu Milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. İste gerileyişimizin belli baslı sebeplerinden birisi de budur.”
Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Bilindiği gibi “Sıffın Vakası”nda, Hz. Ali’nin Ordusuna karsı, mızrak uçlarına Kuran-ı Kerim sayfaları takarak saldırdılar. İste o zaman dine fesatlık karıştırıldı. Halifelik hile ile el değiştirdi. Ondan sonra müstebit hükümdarlar dini alet edindiler.
Bu duruma şahsi menfaatine düşkün, haris ve imansız hocalar da destek oldu, fetvalar verdiler. Artık bu Milletin ne böyle hükümdarlar ne de böyle hocalar görmeye tahammülü yoktur. Böyle hocalar çıkarsa Benim ve Benimle hem fikir olan Siz arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir.” demişlerdir.
Atatürk,18 Subat1931’de Konya’ya 9ncu ve son gelişinde on bir gün kalmış, bir tam gününü de müze haline getirilen “Mevlana Dergahı ve Türbesi”‘nde geçirmiştir. Mustafa kemal Pasa Konya ye her gelişinde Mevlana’yı ziyaret etmeyi ihmal etmemiştir.
Atatürk Mevlana’yı Müslümanlığı Türk Ruhuna intibak ettiren büyük bir reforma tor olarak görmüştür. Mevlana’nın “Kim olursan ol ,gel” demesini, dini ilahileri müzikle birleştirmesini takdirle karşılamıştır.
Cumhuriyet’in ilk Diyanet İsleri Başkanı Rıfat Börekçi, Atatürk’ün kendisine duyduğu saygı ve hürmeti söyle anlatır:
“Ata’nın huzuruna gittiğimde beni ayakta karsılardı. Utanır, ezilir, büzülür; “Paşam beni mahcup ediyorsunuz” dediğim zaman “Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır” buyururlardı. “Atatürk şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi” (8) demektedir.
Hafiz Zeki Cağlarman anlatıyor:
“Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’la uzun yıllar komşuluk yaptık. Her yıl Ramazan Ayı yaklaşınca Atatürk, kız kardeşine, “Makbule Ramazan geliyor, Annemize hatim okutmayı ihmal etme” der; hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para bırakırdı”(9) demektedir.
Atatürk’ün kendisine,1923 yılında, armağan olarak küçük boyda bir Kuran gönderilmesi üzerine teşekkürü su sözlerle olmuştur: “Bence kıymetini takdire imkan olmayan bu hediyeyi en derin ve hürmetkar din duygularımla muhafaza edeceğim.”
Sakarya Muharebesi’nin en şiddetli günlerinden birinde, gece, Gazi Mustafa Kemal Pasa çadırında harita üzerinde çalışıyordur. Bir ara Yaver Muzaffer Kılıç’tan çok acele Fevzi Çakmak Paşa’yı çağırmasını ister. Muzaffer Kılıç Atina atlayıp, acele Fevzi Paşa’nın çadırına varır. İçeri girdiğinde Fevzi Pasa kendinden geçmişçesine yüksek sesle Kuran okuyordur. Arkası kapıya donuktur. Yaver Muzaffer Kılıç seslenmez, geri döner. Gazi Mustafa Kemal Pasa, nerde Fevzi Paşa? Deyince durumu anlatır.”Emrederseniz tekrar gidip çağırayım “der.
Gazi Mustafa Kemal;
“Bırak Paşa Kuran’ını okusun, Paşamızı rahatsız etmeyelim”
demişlerdir.
Atatürk’ün Ortaöğretim Öğrencileri için hazırlattığı “Medeni Bilgiler” kitabına girmek üzere, kendi el yazması ile “din” konusunda su düşünceleri ifade etmiştir:
“İslam Dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular.Bununla beraber ,Allah’a kendi Milli Dilinde değil,Allah’ın Arap Kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve yakarmada bulunacaktı. Bu vaziyet karsısında Türk Milleti birçok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin,adeta,bir kelimesinin manasını bilmediği halde,Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.”(10)
Bu tespitten sonra Atatürk 1930 yılında, ilk defa olarak, Kuran’ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesini emretmiştir.
Kurban’ın Türkçe’ye çevrilmesinin tamamlanmasını müteakip, 1932 yılının Ramazan Ayında,ilk defa, Ezan’ın Türkçe okunması yanında ,Kur’an –ı Kerim surelerinin ve duaların Arapça okunmasından sonra Türkçe anlamlarının da okunmasını başlatmıştır.Bu durum Halktan büyük rağbet görmüş,camiiler dolup taşmıştır.
1932 yılı Ramazan’ın 26.ncı günü Kadir Gecesi’nde, İslam Aleminde ilk defa camide okunan “mevlit”, radyodan naklen yayınlanmıştır. Atatürk, Ayasofya Camiinde okunan mevlidi, radyoları basında dinlemiş, ertesi gün mevlit okuyan Hafızları Dolmabahçe Sarayında iftar yemeğine davet etmiş, Onlara teşekkürlerini iletmiştir.(11)
Mustafa Kemal pasa Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, genç ve gelecek nesillerin “din eğitimi” konusunda su veciz ve önemli ifadeleri dile getirmiştir:
“………Elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız. Hepimiz dindarız.. Artık bizim din gereklerini öğrenmek için şundan bundan ders ve akil hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, Babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kafidir” (12) demişlerdir.
Ulu Önderin bu yaklaşım, ışığında su düşünceleri ifade etmekten
kendimi alamıyorum:
– Her yaz tatilinde bir milyonu aşan ilköğretim cağındaki çocuklarımıza, Arapça diliyle Kuran Kursu vermenin anlamı yoktur. Bu kurs verilecekse Kuran’ın Türkçe Meali okutularak verilmelidir.
– İmam ve hatip yetiştirme ihtiyacı dışında, İmam Hatip Liselerine neden ihtiyaç duyulmaktadır? Bunlar en kısa zamanda normal liselere dönüştürülmelidir.
– Üç Büyük Şehrimizde, Önde gelen Devlet Üniversitelerindeki uç –dört adet “İlahiyat Fakültesi” dışındaki diğer ilahiyat fakülteleri kapatılmalıdır.
– İmam yada Hatip olamayacak kız öğrencilerin İmam-Hatip Okullarına gitmelerinin akıl ve mantıkla izah edilebilir bir tarafı yoktur.
Em.Kur. Alb. Yrd. Doç. Dr. Mustafa TARAKCI
m.tarakci1@hotmail.com
KAYNAKLAR:
(1) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C.3,T.İnk. Tar. Enst. Yayını, Ank., 1954, s.70
(2) Atatürk’ün Söylev ve demeçleri C.1, T. İnk. Tar. Enst. Yayını, Ank.,1954, s93-94
(3) Atatürkçülük, Gn. Kur. Bşk.lığı Yayını,1983,s.455
(4) Atatürk’ten Düşünceler,Derleyen: Enver Ziya Karal, İstanbul, 1981, s.87
(5) Atatürkçülük,Gn. Kur. Bşk.lığı Yayını,1983,s.45
(6) www.tekadam .8k.com/ Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı
(7) Ahmet Gürbaş, Atatürk ve din Eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, s.28
(8) Ahmet Gürbaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, s.12
(9) Ercüment Demirer, Din Toplum ve Kemal Atatürk, s.
(10) Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El yazmaları,TTK Yayını, 3. Baskı, 1978
(11) Yurdakul Yurdakul. Prof. Dr. Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Truva Yay.İst.,2005
(12) Utkan Kocatürk Prof. Dr. Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1999, s. 237 rimiz ile bu konuda bilgi arayışı içinde olanlara yararlı olacağını düşünüyorum.
Saygılarımla,
A.Baybars GOGEZ

ATATÜRK DİN ve İSLAM

Yazan: Cavit Yalçın Başlarken:
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir bazı ideolojik çevreler tarafından Türk halkına son derece çarpık bir mantık aşılanmaya çalışıldı. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, dine karşı, materyalist düşünceyi savunan bir kişiydi. Dahası, dindar olmakla Atatürkçü olmak adeta zıt kavramlardı.
Ancak bu çarpık telkin günümüzde etkisini kaybetmiştir. Artık herkes bilmektedir ki bu, kendileri din karşıtı olup, bunu haksız yere Atatürk’ü mal edersek, çarpık fikir ve düşüncelerini meşrulaştırmaya çalışan kişi ve çevrelerin başvurduğu klasik bir yöntemdir. Oysa, Atatürk’ün hayatı ve düşünceleri araştırılıp incelendiğinde, materyalist kesimlerin öne sürdükleri bu tür iddiaların bütünüyle gerçek dışı olduğu ortaya çıkar.
Gerek Atatürk’ü hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde, Atatürk’ün materyalist, din karşıtı olmak bir yana, aksine sarsılmaz bir Allah inancına sahip, Kuran’ı Kerim’i kendisine rehber edinmiş samimi bir Müslüman olduğu görülecektir.
Bu yazı dizimizde Ortadoğu okuyucularına Atatürk’ün Peygamber ve Kuran sevgisini, Allah’a olan yakınlığını anlatmaya çalışacağız…
+
Atatürk’ü dinden uzak ve materyalist bir kişi olarak göstermek isteyenler şunu iyi bilmelidirler ki, Atatürk hayatı boyunca, temelini materyalizmden alan komünizme karşı büyük bir mücadele vermiştir.
Bu konuyla ilgili olarak da “Şurası unutulmamalıdır ki; Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.” Talimatını vermiştir.” Ayrıca Atatürk, Türk Ulusu’nun güçlü milli ve dini duygularının, kültürel ve sosyal yapısının, komünizmin ülkemizde yerleşmesine izin vermeyeceğini bildirmiştir.
38
“ATATÜRK’ÜN DİNDARLIĞI HAKKINDA NE DEDİLER:

Ömer Malik’in sitesinde bu satırları okuyan bir okuyucusu Ömer Malik’e aşağıdaki yazıyı göndermiştir:
Merhaba Sayın Malik,
Sitenizi gezdiğimde Atatürk’le ilgili bölümler dikkatimi çekti. Atatürk’ün din ile ilgili görüşlerine yer vermişsiniz,
Sitenizdeki “Bu site, her türlü düşünce ve inancın, düşünen ve sorgulamak isteyen insanlarca açık olarak tartışılmasından yana olduğu için tasarlanmıştır.” cümlenizden yola çıkarak aşağıda verdiğim metinleri de sitenizde değerlendirmeniz dileğiyle.
Saygılar.
+
İlgilenip merak eden okuyucularım Ömer Malik’in site adresi şudur: www.geocities.com/islampencereleri
Şimdi okuyucusunun Ömer Malik’e yazdıklarını okuyalım:
“Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen Mustafa Kemal şöyle anlatıyor: “Ata’nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldü. Bir süre ayakta bekledim. Birden derin bir iç geçirdi. Ve “Allah” dedi. O bunu sık sık tekrarladı. Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum. Bu tesirle olacak bir hayli şaşırdım. Onun ağzından Allah kelimesini duymak beni bir hayli şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Atanın yüzüne şaşkınca bakmış olacağım ki,
-“Sen dindar mısın” diye sordu?
-“Evet dindarım” dedim. Ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti.
“Çok iyi, Allah, büyük bir kuvvettir. Ona inanmak lazımdır” dedi. Ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur. Ve Ata, bütün söylenenlerin hilafında dindar bir insandı.. (Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, 2. Baskı, Bakış Kütüphanesi, İstanbul, 1974, s. 376)
Atatürk’ün diğer manevi kızı Ülkü Şüküllüoğlu anlatıyor: “Annemi Zübeyde Hanım büyütmüştür. Onun anneme anlattığı bir anıyı aktarayım. Atatürk, 25 Ağustos’ta Kocatepe’ye çıktığı zaman orada şöyle dua ediyor: “Allah’ım senin bana verdiğin fikir ve zeka ile ben bütün planlarımı gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık senin mukadderatın…”
O, Allah’ına inanan bir insandı. Paşa, Ramazan’da Dolmabahçe’de veya Çankaya’da olduğunda anneme “Vasfiye oruç tutuyor musun?” diye sorarmış, annem “tutuyorum” dediğinde çok memnun kalırmış.
Bana hastalandığımda dua ettirirdi, kendi de ederdi. Çok iyi hatırlıyorum, tifo geçiriyordum çok üzülmüş beni kurtarması için Allah’a dua etmiş. Annesi Zübeyde hanım da çok dindarmış. Anneme daha 7 yaşındayken Kuran dersi aldırmaya başlamış. Kız kardeşi Makbule hanımın da devamlı namaz kıldığını biliyorum.” (Rönesans Dergisi, Şubat 1991, s.20)
Ayla anlatıyor: “Annesi Zübeyde hanım da ablası Makbule hanım da çok dindar insanlardı. Namaz kılarlardı. Tam dindar bir aile ortamında yetişti. Atatürk de dindar bir insandı. Çok beğendiği Hafız Yaşar vardı. O Kuran okunurken gözlerinden yaşlar okunurdu. Hatta bütün hocaları toplayıp ayetleri okuyup izah ederek incelemeler yapardı. Bana “Allah’ın sana verdiği lütfu unutma ve bununla şımarma, mütevazi ol, daima Allah’a şükret” derdi. Kendisine “Paşam şunu yaptın, bunu yaptın” diyenlere “Bana Allah yardım etti, ben talihli bir insanım derdi.” 13.( Rönesans Dergisi, Şubat 1991, s.20)
Vasfi Rıza Zobu anlatıyor: “Hz. Peygambere çok hürmet ederdi. Peygamberlerin çok sağlıklı bir muhakemeye vakıf olduğuna kaniydi. Bir gece Hz. Peygamberin askeri dehasından bahsediyordu. Orada hiç Muhammed demedi… Onun dine, fikre saygılı bir kişiliği vardı. Kuran’a da çok hürmeti vardı. Yanında üç hafız vardı. Hafız Yaşar, Hafız Hüseyin, Hafız Mehmet. Ben o hafızları, onun yanında Çankaya’da tanıdım. Saygıyla dinlerdi. Onun karşı olduğu yobazlık ve hurafelerdi.” (Rönesans Dergisi, Şubat 1991, s.20)
Cemal Kutay anlatıyor:”Dünyada Atatürk kadar İslam Dinini mana ve mefhumuyla kavramış ve onu aslına iade etmek için büyük kavga yapmış başka bir insan yoktur. Mustafa Kemal 1300 sene sonra Hazreti Muhammed’in ruhunu şadedecek esaslar getirmiştir. Bugün secde-i Rahmana alın koyabiliyorlarsa bu onun sayesindedir. Bugün en geçerli iki meal, Ömer Rıza Doğrul ve Ahmet Hamdi Akseki mealleridir. İkisini de Mustafa Kemal yaptırmıştır. Muhammed ismini kullananları kesinlikle affetmezdi. “O büyük insana layık olamazsa ne olacak” derdi.” (Rönesans Dergisi, Şubat 1991, s.20)
Süreyya Koral (Kılıç Alinin eski eşi) anlatıyor: “Laikti. Laiklik dinsizlik değildir… Kuran’ın Türkçeleştirilmesi dinin anlaşılmasına vesile olan büyük bir hizmettir. O, dinin politika aracı olarak kullanılmasına ve istismarına karşıydı ve buna hiçbir zaman izin vermedi.”
Büyük Önder’i tanıyanların da ifade ettiği gibi, Atamız, dine ve manevi inançlarına bağlı ve saygılı bir liderdi. Atatürk’ün İslam Dinini, Kuran’ı, Peygamberimiz (sav)’i öven ve milletimizi İslam Dinini yaşamaya davet eden pek çok sözleri mevcuttur. İşte bu sözlerden bir kaçı:
” İnsanların mücadelelerinde en kuvvetli istihkam (barikat), iman dolu göğüsleridir.”
(Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, Tarihsiz, s. 175)
“Din vicdan işidir. Herkes vicdanının sesini uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini milletin işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasta ve fiile dayanan taassuplardan, hareketlerden sakınıyoruz.” (Mehmet Özel, Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990, s. 261)
“Ey millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri duyurmaya memur ve elçi olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki, Kurandaki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.” 19. (Seyfettin Turhan, Atatürk’te Konular Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 1995, s.191)
“Din vardır ve lazımdır. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur” 20. (Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, Tarihsiz, s.168)
“Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri, hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz da.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, s. 66-67)
“Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edebilmekte, Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur.” (Seyfettin Turhan, Atatürk’te Konular Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 1995, s.121)
“Bizim dinimiz en makul ve en tabi dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur.” (Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu, Atatürk ve Laiklik, Genel Kurmay Başkanlığı, s. 337-346, http://www.merih.com/ataturk/wiaclaiklik.htm)
“Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür- Adalet-i ilahiye, O’nun tecellilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devrede mütalaa olunabilir, ilk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın kemal (olgunluk) devridir.” (Sadi Borak, Atatürk ve Din, 2. baskı, Anıl Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 21)
“Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki Kuran’ı azimüşşandaki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, temel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa hakikate tamamen uyuyor. Eğer akli mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabi kanunlar arasında aykırılıklar olmalı gerekirdi. Çünkü bütün kanunları yapan Cenab-ı Hak’tır.” (Sadi Borak, Atatürk ve Din, 2. baskı, Anıl Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 33)