KIRIK AYAKLA BEŞ KAT…

KIRIK AYAKLA BEŞ KAT…

 

“Pazartesi sabahı telefonla Ortopediden randevu alıp mutlaka doktora görünün, zira biz ilk müdahaleyi yapıyoruz” diyor acil doktoru.

Acile gidip de kontrol olmak o kadar da kolay değil ayrıca, giriş yaptırıyorsunuz, gelen hastaların aciliyetine göre sizin durumuz ne ise ona göre sıraya alınıyorsunuz. Zira trafik kazası, kalp krizi, sinir krizi, kocasından dayak yiyenler, birbirlerine horozlanmış erkek kavgaları sonucu yenik düşenler gibi çeşitli aciliyeti olanlar bekleyemeyeceği için öncelikli oluyorlar. Bir diyeceğimiz yok buna, başa gelen çekiliyor nasılsa.

Çekinerek gidiyorum; zira, benim önemsemeyip de beşinci günü gittiğim acil servisi de, bana bakıp “Bir şeyiniz yok, neden buraya geldiniz?” gibi bir cümle ile karşılaşacağım korkusunu üzerimde yaşıyorum, her niyeyse. Ama üzerine düşüp aradan beş gün geçmesiyle ağrılarım, şişlik ve üzerine basamama sonucu yürüyemediğimden artık doktora gitmem gerektiğini ayağım bana söylüyor zaten.

Bir hafta sonu akşamın bir vaktinde gittiğim acil servisten ayağım alçıya alınmış hali ile sabaha karşı inanması oldukça güç bir sonuçla evime geliyorum. Koca üç hafta iyileşmek için ilk belirtilen süre. Bana düşen üzerine basmamak ve bir an önce iyileşmek umudu ile sabretmek.

En ufak kişisel ihtiyaçları bile bir başkası ile gidermenin ne kadar güç olduğunu anlıyorsunuz. Laf olsun diye evin içinde atılan bir adımın ne kadar kıymetli olduğunu, uzanırken yatakta, uzun uzun düşünmeye başlıyorsunuz. İlk günler bu kadar süre nasıl geçer diye beklerken, “sabrın sonu selamettir, başa gelen çekilir” atasözü ile sabretmeyi öğreniyorsunuz.

Tek ayak ile yürüyemediğim için sıçrayarak gittiğim, en küçük mesafe bir iki sıçrayışta yorgunluk olarak bana geri dönüyor. Baston yardımı ile beceremediğim zorunlu ihtiyaçlarım için tek ayağımın üzerine kalkışlarım, koltuk değnekleri ile feraha kavuşuyor. Hastane koridorları da tekerlekli sandalye ile daha bir kolaylaşıyor. Tabi bir tekerlekli sandalyeye sahip olabilmek için bölümden bölüme koşuşturmanız ve teslim alabilmek için mutlaka kimlik vermeniz gerekiyor.

Her zaman kullandığım koltuk değneklerinin de o kadar kolay bir dayanak olduğunu söyleyemem. Avuç içlerim ve koltuk altlarımın ne derece hassas olduklarını iyileştiğim süre sonrasında bile hissetmek, “sağlık her şeyin başı” demeden başka bir şey söyletmiyor insana. Tabi bir de tüm vücudun yükünü çeken diğer bacak…

Pazartesi sabahı gidilen hastanede ilk olarak ne yapılacağı bilinmediğinden, sıra için bir saniyenin bile ne kadar kıymetli olduğunu düşünemeyip, belli bir süre boş boş ordan oraya ne yapmanız gerektiğini öğrenmek için geçiriyorsunuz. Ortopedi sırasına girmeden önce numaratörden sıra almak için numaratör sırasına giriyorsunuz, sıra alındıktan sonra bir fiş veriliyor, çocukluğumda her şeyin yok olduğu ancak uzun bekleyişler sonucu alınan yağ kuyrukları gibi bir bekleyişten sonra sıra size geldiğinde, gişe görevlisi, ismimi ve dosya numaramı soruyor. Gerekli bilgiler verildikten sonra “randevunuz görünmüyor” diyor. Sabahın bir vaktinde kalkıp büyük bir şans eseri düşürebildiğim hastane santralindeki bayan memurun bana bir sonraki pazartesi için verdiği randevu gününe itiraz edip, başta belirttiğim “acilden dolayı arıyorum” ibaresini bir kez daha hatırlattığımda “baştan söylesenize” azarı ile “bugün gelebilirsiniz” diyor. “Adımı sormayacak mısınız?” dediğimde çoktan telefon kapatılmış oluyor.

Daha sonra karşı gişelerden anlayamadığım bir başka muayene sırası veriliyor. O da öğle sonrasına kalan bir muayene numarası. Bu işe aklım ermediği için tekrar ortopedi sırasında bir boşluk bularak, “randevulu olduğum halde neden öğle sonrasına kaldığımı anlayamıyorum” diyorum. O da “bilgisayarda randevunuz görünmüyor, yapabileceğim bir şey yok” diyor. “İstiyorsanız (camekanın iç kısmını göstererek) Hasan Bey bizim şefimiz, onunla görüşün, belki o size yardımcı olabilir” diyor. Ayağımın acısını uzun bir süre erteleyerek, Hasan Bey’e ulaşamaya çalışıyorum. Derdimi anlatıyorum, telefondaki diyalogsuzluğun benim problemimin olmadığını, ben muayene için ne yapabilirim en azından onun için bana yol göstermesini istiyorum.

Bana öncelikle sakin olmamı önererek, “sizin için elimden geleni yapacağım” diyerek, beni ortopedi gişesinin önüne çağırıyor. Gittiğimde oradaki görevli sabah muayenesi için 48. sırayı veriyor. Numara almanın muayene olmaktan daha zor olduğunu anladıktan sonra bir türlü hareket etmeyen tekerlekli sandalye ile ortopedi bölümüne gidiyorum. Benimle aynı kaderi farklı uzuvlarında yaşayanları görünce bir tek ben değilmişim diye farklı bir paylaşım yaşıyorum içimde.

Mucizevi bir biçimde doktorun yanına girdiğimde, henüz bu meslekte yeni olduğu her halinden, zaten doktor kaşesinden de araştırma görevlisi olduğu anlaşılıyor. Kapıdan girerken kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan “dosyanız” diyor. Geçmişi okuyup bir iki şey de bana o soruyor. Orada sanki biri yokmuş gibi, sadece alçıda bulunan ayak muamelesi görmek beni üzüyor. Bu doktorların eğitiminde insan psikolojisi, ya da iletişim dersinin çok eksik olduğuna karar veriyorum. “Bu kağıtla röntgen çektirin” diyor, bir dosya kağıdını uzatarak. Kelimeler ağzından büyük bir pazarlık sonucu dökülüyor, bir kelimenin bile kendisi için çok değerli olduğunu düşünerek fazladan sarfetmiyor.

Ayağımdaki kırık kemiğin ne durumda olduğunu bana acısız, en kısa sürede ve en net biçimde gösteren mucizevi buluşa aklım ermediğinden, bu keşfe adı verilen Wilhelm Rontgen’i bir kez daha saygı ile anıyorum. Ama röntgen çektirmek ne kadar kolay olsa da, röntgen sırası için başta yaşadıklarımın biraz azını yaşayarak, masaya oturma şansını yakalıyorum. 10 dakika içerisinde alınan röntgen sonucunu almış olsam da, sonucu göstermek için öğle sonrası için kontrol sırası alıyorum, daha az işkence yaşayarak. Ne bu, film sonucunu göstereceğim.

Öğle sırası doktorun odasına girmek sabahkinden daha kolay oluyor, zira herkes sonuç gösteriyor. Doktor filme bakarak “evet kırığınız var, üç hafta istirahat veriyorum, zorunlu ihtiyaçlarınız için koltuk değnekleri öneririm. Asla üzerine basmayın, haftaya kontrole gelin, durumunuza bakarız” diyerek gerekli açıklamayı yapıyor.

SSK güvencem olduğundan, çalıştığım iş yerine “iş göremez” raporunu sunabilmem için ayrı bir maraton da orada başlıyor. “Bu kağıdı beşinci kattaki ortopedi bölümünün sekreterliğine bırakın, üç hafta olduğu için heyete girmesi gerekiyor” diyor.

Asansöre binmek için uzun bekleyişten sonra; sağlamların öncelikli olduğu gibi yanlış bir mantıkla, tekerlekli sandalyedeki hastalar olarak bir fırsatını bulunca binebiliyorsunuz asansöre. Katları takip edip kaçırmamak lazım. Acı, merak, şefkat dolu bakışlardan sonra tekerlekli sandalye ile inmem gereken kata ulaşıyorum. Sekreterliğe gidince kağıdı uzatıyorum, gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra “iki adet vesikalık fotoğrafınız gerekiyor, yanınızda var mı?” diye soruluyor. Uzun süredir cüzdanımda gerek olur diye sakladığım fotoğraflarıma büyük bir heyecan ile ulaşıp veriyorum. “Haftaya Pazartesi alabilirsiniz” diyor.

İşin bu kadar kolay olmadığını giriş katındaki rapor odasında yüzü gülmeyen, saat beş olsa da gitsek edası ile çalışan memurun, “Bu kağıt yeterli değil, doktorun size vermiş olduğu dört nüsha kağıt olması gerekiyor ve bir de iş yerinden raporunuzun başladığı tarihli sevk getirmeniz gerekiyor” demesi ile şaşkına dönüyorsunuz. Gerekenler daha sonra getiriliyor ama işkence bununla bitmiyor. Eline verilen bir başka belge ile başhekimlik aranıyor ki, bir imzasını almalıyım, oradan güvenliğin yanındaki Muzaffer Beye ulaşmalıyım. Ulaşmak da çözüm değil, “Burada tarih yanlış yazılmış ve doktorunuzun imzası eksik, bunları tamamlamanız gerek!” deniyor.

Öğle sonrası muayene için ara verdiğimizde doktordan çıkışımızda saat beş olmuş ve bizim yüzünde tebessümü eksik memurumuz evine gitmiş olmalı ki, rapor odasının gişeleri huzurlu bir sessizliğe bürünmüş.

Bir sonraki kontrol için gittiğim Pazartesi günü rapor için kaldığım yerden devam ediyorum. Doktora eksik imzalarını attırıyorum. Rapor odasına gittiğimde, inanılmaz bir sırayı aşarak koltuk değneklerimle odaya girerek işlemlere devam etmek istiyorum. Oradaki erkek memur tüm sevimsizliği ile “Evrakınız eksiz, fotoğraflı heyet raporunuz nerde? Ayrıca sevkinizin de olması gerekiyor.” dedikten sonra durumu tüm sakinliğimle açıkladığım halde anlaşamamakta ısrarlı görünerek, “Sanırım beni anlamıyorsunuz, o belgeler olmadan işleminizi gerçekleştiremem” diyor. Bu karmaşaya görevli bayanı göstererek, evrakları kendisine teslim ettiğimi söyleyerek, “Şu havuza bakın varsa ordadır…” diyerek bizi geçiştiriyor. Sonra da hatırlamış olmalı ki “O gün gelmediniz tekrar!” diyerek o günkü azarımı da alıyorum.

Açıklamamı gayet düzgün aktarsam da dinlendiğimi sanmıyorum. Tekrar erkek memura dönerek, rapor işlemine bir umutla devam ediyorum. Evrakların tarihlerinde bir yanlışlık olduğunu, raporun üç haftayı geçmesi durumunda Kurula girdiğini, ama burada bir tarih yanlışlığı olduğunu belirterek muayene olduğum doktora düzelttirmemi öneriyor. “Peki ne yapmam gerekiyorsa söyleyin, yapayım geleyim, zira ben ne yapacağımı bilmiyorum!” diyorum. “Neyse, diyerek insafa gelip, sizi yormayalım, burada ben düzeltebilirim.” Dedikten sonra SSK ve iş yerimdeki takip etmem gereken işlemler için beni aydınlatıyor.

Bir mucize gerçekleştirmiş gibi bu kadar acının içerisinde bir de sevinç yaşayarak evime dönüyorum. Asansörü olmayan apartmanda, beşinci kattaki evime acil dönüşü tek ayakla korkuluklardan tutunup zıplayarak çıktığım merdivenleri, koltuk değnekleri ile nasıl çıkacağımı, bu işlemin her kontrole gittiğimde aynısını yaşayacağımı düşündükçe işin içinden nasıl çıkacağım korkusu beni sarıyor…

 

Ama bu merdivenleri çıkacağım, mecburum… Koca bir günün yorgunluğunu bir an önce üzerimden atmak için o zorlu yarışın üstesinden gelmeliyim. Bedenimdeki tüm enerjimin en son damlasını basamaklarda harcadığımdan biran evvel yatağıma uzanıp dinlenmek istiyorum bir günlük yaşamımı göz önüne getirerek…

 

 

YENER BALTA

15 AĞUSTOS 2008

 

Gönderen Yener Balta zaman: 07:21

 

 

2 yorum:

Benden… dedi ki…

Anlatımını çok begendim, eline sağlık.
Tekrar geçmiş olsun.
M.K.

17 Ağustos, 2008

Benden… dedi ki…

Yener,ciğim,
Hastane çilesini dile getirmişsin. Beğendim. Yer yer de güldüm. Bir kara mizah bu.
Gerçekte bu tür olumsuz tutumlar, bizim gibi insan haklarına saygısı olmayan ülkelerde olağan.
Yazını okurken düşündüm. Aynı olay Fransa’da olsa ne olur… Bu anlattığın tutumların
hiçbiri olmaz; tersi olur. Böyleyken Avrupa Birliğine girme umutları ne denli boş, değil mi.
Eline, yok yok öncelikle ayağına sağlıklar diliyorum. Sevgiler.
Y.E.

17 Ağustos, 2008