AYDINLANMA

AYDINLANMA

+
(TANRI KAVRAMINA
ve
DİN KURUMUNA AKILCI BİR BAKIŞ)

İÇİNDEKİLER:
1.GİRİŞ
2. AKLIN İŞLEVİ
3. EVREN ve YASALARI
4. YARATAN MADDEDİR
5. TANRI
6. SÜRYANOS
7. VAHİY
8. KURAN
9. TEVRAT ve İNCİL
10. DİNDE ÖLÜ – DİRİ
11. YENİDEN DOĞMAK
12. OLGUNLAŞMAK
13. AYDINLANMAK

GİRİŞ

“HİÇ BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU?” (K. 39/9)¹

Önce din ve Tanrı düşüncelerimi açıklamak istiyorum:
Dine ve Tanrı’ya karşı değilim. Bütün insanlar; Dini, Tanrı’yı inkar etse; ben, ölüm pahasına da olsa Tanrı’yı inkâr etmem. Ancak kutsal kitaplar; beşeri, ilahî, siyasi ayetler olarak üçe ayrılmalı; beşeri ve siyasi olanlar ayrı bir bölümde incelenmeli, ilahî olanlar ise kutsallaştırılmalıdır. İlahî ayetlerden kastım: Doğruluğu, iyiliği, barışı, sevgiyi, kardeşliği, alçakgönüllülüğü, genel doğruları, olumlu değerleri, yüce kavramları esas almalıdır ki din ilminde buna Tanrı denir…
Yine beşeri ve siyasî ayetler ise günümüz ahlak ve hukuk anlayışına uydurulmalıdır. Aksi takdirde geçmiş yinelenir durur; çünkü mevcut dinler insanı kendine yapancılaştırmakla kalmadığı gibi birbirlerine de düşman kılmaktadır.
Bu nedenle mevcut kutsal kitaplardan çağımıza uyan ayetler alınmalı, uymayanlar ise müzeye kaldırılmalıdır.
Alınmaması gereken ayetlerden birine örnek: “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış…” (K. 16/125)
Alınması gereken ayetlerden birine örnek: “Rabb’in meleklere, ‘Ben sizinleyim, inananları destekleyin’ diye vahyetti. ‘Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyunlarına vurun, parmaklarını doğrayın’ dedi.” (K. 8/12. 47/4)
Alt alta sıraladığım ayetler birbiri ile çelişmektedir. Bir önceki ayette “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış…” denirken; diğerinde, “Artık onların (inkar edenlerin) boyunlarına vurun, parmaklarını doğrayın” denilmektedir ki; alemlerin Rabbi olan Tanrı; insanlara, inkar edenlerin “boynunu vurun, parmaklarını doğrayın” demez; bu, günümüz hukuk kurallarına aykırıdır.
Ya ne der? “Birbirinizi sevin” der…
Birbiri ile çelişen ayetlerden ikincisinin dinle de, Tanrı’yla da ilgisi yoktur. Tanrı ve dini; insanların inançlara saygı göstererek, bir arada ve mutlu olarak yaşamasını ister.
İslam ilahiyatçıları “İslam barış, hoşgörü ve huzur dinidir” der; ama tarih boyunca İslam ülkelerinde huzur olmamıştır. Hep iç savaş, hep iç siyasal çekişmeler olmuştur. İç savaşa, iç çekişmelere son verildiği anda da komşu ülkelere karşı cihada girişilmiştir. Bu, İslam Peygamberinin sağlığında da, ölümünden sonra da böyle olmuştur…
Din duygusu, Tanrı bilgisi kulaktan dolma sözlerle ve taklitle kazanılmaz; araştırıp, okumak yanında bilge ve İnsan-ı Kâmil’e hizmetle olur.
Atalarımız “Akıl ile nakil çatıştığı zaman akıl yolundan gidiniz!” der. Biz de “akıl ile dinin çatıştığı noktalarda akıl yolundan gidelim” dediğimiz için dinsiz, Tanrısız oluyoruz…
Akıl ile dinin çatıştığı konusuna bir örnek: “Akıl (Bilim), Hiçbir madde yok olmaz; var olan da yok olmaz!” (Maddenin Sakınımı Yasası. Lavezion) dediği halde Din; “Tanrı dünyayı ve her şeyi yoktan var etti!” der.
Örneğin Meryem Ana’nın Tanrı’nın üfürmesi ile gebe kalması da akla ve bilime aykırıdır…
Artık bilinmelidir ki Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Zat olarak yoktur, sıfat olarak vardır.
Bu tanıma göre peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Bütün kutsal kitaplar din adamlarının sözleridir. Örnek vermek gerekirse işte örnekler:
“Mezmurlardan 116’sının başlığı vardır. Bunlardan 73’ü İ.Ö. 1011-971 yıllarında egemenlik süren İsrail Kralı Davut’a aittir. Başlıklarda belirtilen öteki yazarlardan bazıları ise Asaf, Korahoğulları Musa ve Davut’un oğlu Süleyman’dır. “ (Zebur (Mezmurlar) Kitabı Mukaddes Şirketi, 1. Basım, Ocak 1996. Önsöz.)
Görüldüğü gibi “Asaf, Korahoğulları Musa” peygamber değildir; ama Mezmurlar da İslam’a göre dört kitabın birinden sayılır…
Yine; Tevrat’ta bulunan “Süleyman’ın Özdeyişleri”nin (Süleyman’ın Meselleri) yazarı tek başına İsrail Kralı Süleyman değildir. Süleyman’ın yanı sıra İ.Ö. 715-686 yıllarında İsrail’de egemenlik süren kral Hizkiya yanında, İsrail bilgelerinden Agur’un, Kral Lamuel’in sözleridir.” (Süleyman’ın Özdeyişleri. Yeni Yaşam Yayınları-Kitabı Mukaddes Şirketi ortak yayını. 1. Basım. 1989. Önsöz)
Bura da adı geçen Agur ile Kral Lamuel da Peygamber olmadıkları halde söyledikleri Kuran’da bile, Tanrı sözü olarak kabul edilir.. Ne var ki Tevrat ile Zebur’da da baştan sona Tanrı’dan dilekte bulunanlar insandır; yani Tanrı değildir. Bu, Kuran’da da böyledir. Örneğin Kuran’ın birinci süresi FATİHA süresine baktığımızda Tanrı’ya yakaran bir insanı görürüz. Buna karşın yine Tanrı kelamı deriz.
İncil’e gelince; İncil, İsa’nın ölümünden 60-70 yıl sonra Matta, Markos, Luka, Yuhanna adlı çırakları tarafından yazılmıştır. Bunlar İsa ile yaşadıkları olayları ve İsa’dan duydukları sözleri yazıya almışlardır. Bu dört çırağın yanında İsa’yı tanımamış olan, öyle ki bir zamanlar Hıristiyanların çoğunu Romalılara ihbar ederek öldürten ve Hıristiyanlar aleyhinde çalışan Yuhanna’nın sözleridir.
Bu Yuhanna, korintislulara yazdığı 1. Mektubunda şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:. “Rab (İsa) değil, ben söylüyorum.” (İncil. Kor. 1. Mek. 7/12”
Şimdi yukarda adı geçenlerin ki bunların çoğu peygamber bile değildir, sözlerine Tanrı Sözü denirse İslam Peygamberi’nin
Bu gerçeği de Kuran’dan öğreniyoruz: “Bu söz şanlı şerefli bir elçi’nin sözleridir.” (Baknız: Ömer Rıza Doğrul ve Abdülbaki Gölpınarlı çeviris: K. 6940).
Bu konuda Osmanlı İmparatorluğunun en büyük din bilginlerinden Şeyh Bedrettin Simavi de şöyle demektedir: “Kuran, Peygamber Muhammed’in sözleridir; ama, Tanrı sözü demeyen kâfir” olur.” (Varıdat) Demek istiyor ki: Kuran‘daki sözler Tanrısaldır ve yücedir…
O tarihlerde Peygamberlerin, Bilgelerin sözlerine değer verildiğinden insanı doğru yola ileten sözleri Tanrı sözü olarak kabul edilmiştir. Din ilminde; Tanrı, kitap ve peygamber cennet, cehennem, ahret vb dinsel terimlerin gizemli anlamları vardır. Bize düşen bu gizemli anlamların derinliğini kavramaktır.
Tanrı da simgesel anlatım dediğimize göre buna da bir örnek vermek gerek. Burada Kuran’dan bir örnek vermekle yetineceğim: Örneğin Kuran’da şöyle iki ayet vardır:
“Ganimetler Tanrı’ın ve Peygamberindir.” (K. Enfal. 8/1)
“Bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Tanrı’ındır.” (K. Enfal. 8/41)
Dikkat edilirse birinci ayette “Ganimetler Tanrı’yın ve Peygamberindir.” denirken ikinci ayette: “Bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Tanrı’yındır.” deniyor. Eğer bu iki ayet Tanrı’nın sözleri olsaydı, “evveli ve sonrasını bilen Tanrı” çelişkiye düşmezdi. Önce “Ganimetler Tanrı’ın ve Peygamberindir.” deyip de; sonradan Tanrı fikrini değiştirerek “ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Tanrı’nındır.” demezdi. Ancak konumuz Tanrı’nın da simgesel anlatım olduğunu anlatmak olduğu için bu konuyu atlayarak Tanrı’nın simgesel olduğuna ilişkin örneğimizi verelim:
Bilindiği gibi Tanrı (Tanrı) “yerin ve gök’ün malikidir” Yerin ve Gök’ün maliki olan bir Tanrı’nın Ganimete ne ihtiyacı olabilir.
Burada Tanrı simgesel bir anlatımdır. Peygamber’in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin, yolcuların, gazilerin ve şehit düşenlerden geriye kalanları simgeler. Kamu yararına yapılacak harcamaları simgeler…
Şimdi gelelim dinin kaynağına ve amacına:
Din duygusu bütün insanların yaratılışında vardır. Sevmek, yardım etmek, paylaşmak, cana kıymamak, çalmamak, anaya babaya yardım etmek, onları üzüp kırmamak gibi olumlu duyguları, genel değerleri, yüce kavramları kötü olan kavramlardan üstün tutarak yaşama uygulamaktır.
Bu olumlu duygular, genel değerler, yüce kavramlar bütün insanların yaratılışında vardır. Buna Yaratan’ın dini denir. Çünkü bütün insanların doğuşunda kendisine Yaratan tarafından verilmiştir… (Bkz. K. 30/30)
Zamanla, toplumsal, ekonomik, siyasal oluşumlar nedeniyle insan kötülükten zevk almaya başlar ki; bu tür insanlar da Yaratan’ın dininden çıkmış olarak kabul edilir…
Dinin amacı ise insanın tekamül etmesidir. Tekamül ise; yaratılışında kendisine verilen olumlu duyguları, genel değerleri, yüce kavramları yaşamına uygulamakla olur… Kötü yola düşmemesi, yanlış olanı yapmamasıdır. Bu da Tanrı’yı bilmekle olur. Bizimkilere göre dinin amacı ibadettir. Savm, salat, haç, zekat, kelime-i şahadet tir.
Tanrı, üstesinden gelemeyeceğimiz; Doğa ve Evren yasaları ile akıl, mantık, sağduyu, vicdan yoluyla insanları iyiliğe yönelten duygudur (Ruhül Kudüs = Cebrail = Vahiy). Bir de toplumun kabul ettiği genel doğrular, evrensel değerler, yüce kavramlar ve güzel nitelikler (esma-ül hüsna dedikleri…)
olup yaşama uygulandığı takdirde; insana huzur ve mutluluk veren; doğruluk, dürüstlük, iyilik içeren ilkelerle kuralları kapsar.
Tanrı; insandaki akıldır, hakkaniyettir, Hak’tır ((K.22/62) idraktir, sağduyudur, vicdandır…
Tanrı; içimizde bulunan ve doğru dürüst davrandığımız sürece bizde tecelli etmeye hazır rahmanî (ilahî, yüce..) bir duygudur. Şeytan ise egomuzdur (bencillik, ilahî olmayan, aşağılık duygusu…)
Benim söylemeye çalıştığım bu Din ve kurallarını Zerdüşt; İsa’dan 7 yy önce şu şekilde ifade etmiştir. “İnsan; dünyasındaki her türlü kirliliği, hastalığı, kötülüğü, erdemsizliği ve yalanı yok etmeli, yararlı ve ahlaklı bir yaşam sürdürmelidir. Hem maddî, hem manevi tüm araçlarla şeytanın ülkesini (kötülüğü) yıkmalı ve yeryüzünde iyiliği hakim kılarak tanrısal zaferi kazanmalıdır. (Avesta Bölümleri. Zerdüşt. Çeviren ve Hazırlayan: Eshat Ayata. Kora Yayın. Birinci Basım. 1998. s. 16).
Tanrı’ya erişmek isteyen insan; doğruluğu, iyiliği, güzelliği, erdemi kendisine ilke ve kural olarak kabul edip yaşamına uygulamalıdır.
İnsan; iyi ve kötü duygulardan, kötü olanı dışlayarak iyi olanı yaşamına uyguladığı takdirde vahdete erişir. Bu duruma din ilminde Tanrı’nın tekliği; ikilikten kurtulup birliğe erişmek denir; yani, iyi ve kötüden, iyi olan Rahmanî duyguların, kötü olan şeytanî duygulara tercih etmesi halinde ikilikten kurtulmuş sayılarak Tanrı’ya erişmiş sayılır ki ilm-i ledün’de buna da (vuslat) denir
Tanrı, her zaman içimizde olup yaşadığımız sürece bizimledir. Tanrı bizim içimizde olup biz yaşadığımız sürece vardır. Tanrı’ya karşı hesabımızı yaşarken veririz. Öldükten sonra gidilecek bir yer olmadığı gibi, öldükten sonra bizden, hesap soracak bir merci de yoktur. Ne varsa hepsi bu dünyadadır.
Diri olanlar , hesabını bu dünyada verir. “Diriler” için Cennet de Cehennem de bu dünyadadır. “Ölüler” için Tanrı da, Din de söz konusu değildir.
Bilinmelidir ki “Tanrı: Ölülerin değil; ancak, dirilerin Tanrı’sıdır.” (İncil. Matta. 22/33. Markos. 12/27. Luka. 20/38)
Dur, hemen atlama; İncil tahrif edilmiştir, deme. Aynı ifadeler Kuran’da da vardır. Okuyalım: “Ve kör ile gören, karanlıklar ile ışık ve gölgelikle sıcaklık bir değildir. Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Tanrı, dilediği kimseye işittirir.(K. 35/19-22)
İşte bir tane daha: “… Bu, öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Diri olan kimseyi uyarsın…” (K. 36/69-70). Burada “Diri” olan; atalarının dininden ve geleneklerinden kurtulmuş, kalp gözü açılmış, gerçeğe erişmiş, dürüst, iyi ve örnek insandan söz edilmektedir…
Din ilminde öyle her yaşayan, sokakta yürüyen insan diri sayılmaz.
Demek ki Kuran, dirilere okunurmuş; ölülere okunmazmış. Ölü ise mezarda yatan ölü olmayıp çevremizde gezen; Dinden, Tanrı’dan habersiz olduğu halde dincilik, Tanrıcılık taslayan gafillerdir. Bunlar hakkında Kuran’da şöyle denmiştir. “Tanrı katında, yeryüzünde canlıların en kötüsü; gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (K. 8/22)
Bu durumda Din ve Tanrı konusunda mesafe almak isteyenlere öncelikle “ölü” kim, “Diri” kim araştırmak düşer…
Tanrı’yla birlikte olan; bilge olandır, doğru olandır, erdemli olandır, iyi nitelikleri olandır, yüce olandır.
Kutsal kitaplarda adı geçen Adem insanlar arasında Tanrı’yı ilk idrak eden adamdır.
Adem’in Cennet’ten kovulması ise kendine yakışmayan bir iş yaptığı için huzur ve rahatının kaçmasıdır ki bu Cennet’ten kovulmakla anlatılır. Çünkü cennet yaptığımız olumlu davranışlar sonucunda duyduğumuz huzuru, cehennem ise olumsuz davranışlar sonucu duyduğumuz huzursuzluğu ifade eder.
İnsan-ı kâmil (olgunlaşmış bilge insan) Cennet’ten kovulacak iş yapmadığı sürece saygı görmeye layıktır. Bu nedenle Kuran’da bilge insanlara, saygı
gösterin anlamında, secde edin denmiştir: “Ve meleklere, ‘Adem’in önünde secde edin’ dediğimizde, bunu reddeden ve büyüklenen İblis dışında, secde ettiler.” (K. 2/34)
Burada İblis; söylenen söz karşısında durup düşünmeyen, bildiklerini doğru sanan ve körü körüne inanan kendini beğenmiş insanların simgesidir. Bunlar durup düşünmezler, akletmezler.
Oysa yüce olan akıldır, insanî duygulardır, sağduyudur, vicdandır. Bu sayılanlar insandaki Tanrısal niteliklerdir. Tanrısal nitelikler insana güç verir. Bu nitelikler “Esma-ül Hüsna” olarak dile getirilir.
Din; her şeyden önce ahlaktır, edeptir, haddini bilmektir. Büyüklerini saymak, küçüklerini sevmektir. İki günü bir etmemektir. Her geçen gün bir önceki güne göre her bakımdan ilerlemek, tekamül etmektir.
Benim karşı olduğum din adına hurafe satılması, yalanlar söylenmesi, halkın aldatılması ve din ticareti yapılarak iktidara geçilmesi, kasaların doldurulması ve kâfir mümin, müşrik diye insanların birbirine düşürülmesidir. Tahkikî dinden uzaklaşarak taklidî dine sapılmasıdır.
Bu anlattıklarım üzerinde akıl yürüterek düşünmeyenler ve söylediklerimi anlamadıkları için bana kafa tutanlar “Tanrı katında, yeryüzünde canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (K. 8/22); yani “Ölüler”dir.
Xxx
Bilge ve olgun olmak isteyen (İnsan-ı kâmil. Arif-i billah…) insan doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe, erdeme, bilgiye ve bilgeliğe özenip Rahmanî (Tanrısal) duyguya sahip çıkmalı, yaşamına uygulamalı ve olgun bir insan olmalıdır. Bu demektir ki kendisinde bulunan iyi ve kötü duygulardan kötü olanı dışlayarak birliğe ermelidir. İşte buna din ilminde “vahdet” (Tanrı’ya erme…) denir. Yani iyi hem kötü davranışların ayrımında bulunmayan ve iyi ve kötü ikiliğinden kurtulmayanlardır.
İnsan kötü olanı bırakıp yalnız iyi olanı yapmış olursa “tevhid” sahibi olur; yoksa yalnız “Tanrı” demekle tevhid’e erişilmiş olmaz. Şu ayet bu görüşümün kaynağıdır.
Tanrı’ya yaklaşmak için, bahane, fırsat, sebep, vasıta, vesile, yol aramalıdır ve Tanrı’yı bulunabilirken aramalıdır.
“Ey iman edenler! Tanrı’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (K. 5/35)
Bu durum Tevrat’ta şu ayetle anlatılır:
“Bulma fırsatı varken RAB`bi arayın, Yakındayken O`na yakarın.” (Tevrat, İşaya. 55/6)
Bu ne demektir ki; sen Tanrı’a yardım etmezsen Tanrı da sana yardım etmez; Yani iyi olanı değil de kötü olanı yaparsan Tanrı seni korumaz demektir.
Bunun için de insan; erdemli davranma fırsatı doğduğu zaman erdeme sarılmalıdır. Bir kimseye yardım etme koşulu gerçekleştiğinde ona yardım etmelidir. Özür dileme zorunluluğu doğduğu zaman özür dilenmelidir. İyilik yapma, yardım etme, olumlu sorularına yanıt verme olanağı doğduğu zaman iyi, doğru, güzel olanı yapmalıdır ki Tanrı’ya ulaşmış olsun. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu görüşüm de şu ayetle dile getirilir: “Ey inananlar! Tanrı’tan sakının ve O’na yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda savaşın. Belki kazançlı çıkarsınız. (K. 5/35)”
Bu konuda da Tevrat şöyle yazar: “RABBİ bulunabilirken arayın; yakınken O’nu çağırın. Kötü kişi kendi yolunu ve fesatçı kendi düşüncelerini bıraksın ve RABBE dönsün…” (Tevrat. İşaya. 55/6)
Ne demek istiyor bu ayet? Erdemli davranma fırsatı doğduğu zaman erdemli davran; iyi olanı yapma fırsatı doğduğu zaman iyi olanı yap ki “O’nu yakınken çağırmış olursun.” diyor.
Bu konuda İncil de şöyle yazar: “Tanrı’ya yaklaşın; O da size yaklaşacaktır.” (İncil. Yakup. 4/7) Bu, doğru, dürüst, iyi olgun ve erdemli davrandığın sürece Tanrı sana yaklaşacak ve sana yardım edecek demektir. Bu durumda insan; kötü davranışlardan, yılandan çıyandan kaçarmış gibi kaçar gibi kaçmalıdır ki Tanrı’a erişmiş ve onu bulmuş olsun…
Tanrı’ya erişmek için ikilikten kurtulmak gerektir. Bir insanın iyilik ve kötülük arasında ayrım görmemesi ikilik demektir. Kötülüğü bırakıp iyiliğe sarıldığı takdirde ikilikten kurtularak birliğe erer. Tanrı birliği, tekliği, tevhit, vuslat bu anlama gelir.
İnsan ikilikten kurtularak tekliğe; yani Rahmanî duygulara (iyi olana) sarılmalıdır. Şeytanî duyguları (kötü olanı) atarak Rahmanî duyguları yaşatmalıdır. Yani Rahman’a; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe sarılıp onu sahiplenmelidir ki Tanrı’yın oğlu olsun.
Çocuğun velisi baba ve anasıdır. Ana-baba çocuklarını koruyup gözettikleri, besleyip büyüttükleri için “veli” denmiştir. İslam’da şöyle bir deyim vardır ve çok söylenir: “Tanrı’yın velisi.” İşte bunun gibi iyiliği, doğruluğu, dürüstlüğü koruyup gözeten insan Tanrı’yı korumuş olur ve bu nedenle de Tanrı’yın velisi (Tanrı’yı koruyan) niteliğini kazanır.
Bu nedenle Şeyh Ebu Said; TEVHİDİN SIRLARI adlı kitabında: “O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” der. (Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)
Şeyh, “O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir…” demekle; doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği, erdemli yaşamı kastetmektedir. Camiye, Kilise’ye, Havra’ya (Sinagog’a) gitmekle; yani, Tanrı’a kulluk yapmakla Tanrı’yı arayan O’nu bulamaz…
Bu anlayışı yakalamak isteyen insan; Tanrı’yın içinde olduğunu idrak edecek aşamaya gelmelidir.
Evet Tanrı, içimizdedir.
Şu ayetler de Tanrı’nın içimizde olduğunu gösteren ayetlerdir:
+
“Ve kullarım sana beni sorarlarsa… ben çok yakınım; bana çağırdığında, çağrısına cevap veririm. Öyleyse benim çağrıma uysunlar ve bana inansınlar. Belki doğru yola yönelirler.” (K. 2/186)
“Ve bilin ki, Tanrı, kişi ile kalbi arasına girer.” (K. 8/24)
“Ve hani sana, ‘Rabb’in gerçekten bütün insanları kuşatmıştır’ demiştik.” (K. 17/60)
“O dedi: Korkmayın. Evet ben sizinle birlikteyim. Duyarım ve görürüm. Evet ben sizinle birlikteyim; duyarım ve görürüm.” (K. 20/46)
“… Biz, ona şah damarından yakınız!…” (K. 50/16)
“Kesin olarak inananlara, yeryüzünde nice göstergeler vardır, kendi içinizde de. Artık görmüyor musunuz?” (K. 51/21)
“O anda, biz size ondan (ölümden) daha yakınız; ama göremezsiniz,” (K. 56/85)
“Nerede olursanız olun O sizin¬le birliktedir” (K. 57: 4)
Bu konuda bir de hadis vardır: “Hiçbir yere sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım.”
Bu anlattıklarımı anlayabilmek için insanın “yakîyn” mertebesinde olması gerektir.. Ne var ki ilahiyatçılarımızın hemen hemen hepsinin “yakıyn” mertebesinden haberi yoktur…İlahiyatçılarımız “yakîyn”i kesin bilgi ya da ölüm diye Türkçeleştirmektedirler. “Ve sana “yakîyn” gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (K. 15/99) ayetini; “Ve sana (ölüm-kesin bilgi) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” biçiminde Türkçeleştirirler.
Kesin Bilgi, yukarıdaki ayetler gereğince, Tanrı’yın kendi içinde ve yeryüzündeki nice göstergelerde olduğunu idrak seviyesidir. Yoksa savm salât, haç zekât, kelime-i şahadet değildir.
“Yakîyn” terimi, bizleri doğruluğa, dürüstlüğe ve iyiliğe yakınlaştıran ve Ruh-ül kubûh’ün etkisiyle kötü bir iş yapmaya çalıştığımızda engellemeye çalışan bir duygudur ki buna Ruh-ül Kudüs denir. Ruh-ul Kudüs, insanı, iyi olanı yapmaya yönelten duygudur ki buna din ilminde; vahiy (Cebrail, İçe doğuş, Kutsal ruh…) denir. İçinden gelen bu sese (vahiy) uyan kişinin Tanrı’a karşı gelmesine (kötü bir davranışta bulunmasına) olanak yoktur.
Evet, Tanrı, her zaman içimizde olup yaşadığımız sürece bizimledir. Bizim için Tanrı bizimle ve yaşadığımız sürece vardır. Tanrı’ya karşı hesabımızı yaşarken veririz. Öldükten sonra bizden hesap soracak bir merci yoktur. İnsan-ı kâmil (Diri) hesabını bu dünyada verir. “Diriler” için Cennet de Cehennem de bu dünyada söz konusudur.
“Ölüler” için Tanrı da, Din de söz konusu değildir. Bilinmelidir ki “Tanrı: Ölülerin Tanrı’yı değil; ancak, dirilerin Tanrı’yıdır.” (İncil. Matta. 22/33. Markos. 12/27. Luka. 20/38).
Ve “Gelin kiminse güvey odur.” (İncil Yuhanna. 3/29) Yani kim bu anlattıklarımı kutsal kitaplara bakarak anlamaya çalışır ve yaşamına uygularsa o dindar olup Tanrı’yı bilendir.
İllâ dindar olmak gerekiyorsa; bilinsin ki benim dinim “Yaratılış Dini”dir. İşte dinimin kaynağı: “Öyleyse sen yüzünü içtenlikle dine çevir; Tanrı, insanları hangi doğa üzerine yaratmışsa, o doğallıkla. -Tanrı’yın yatmasında hiçbir değişme yoktur: İşte, dosdoğru din budur, ama insanların çoğu bilmez-” (K. 30/30)
İşte ben bu din üzereyim. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez. “… dosdoğru din budur, ama insanların çoğu bilmez-” (K. 30/30)
Çünkü bu bilgiler akıllılardan, alimlerden, bilgililerden, hikmetlilerden, ilahiyatçılardan, yazarlardan gizlenmiştir. Bu bilgiler Yaratan tarafından kimi insanlara doğuştan verilmiştir… İşte bu söylediklerimin dinde kaynağı şu ayetlerdir.
“Ey baba sana şükrederim ki; bu şeyleri (bilgileri) akıllılardan ve hikmetlilerden gizledin.” (İn. Luka. 10/21)
İşte bir tane daha:
Birçok Peygamberler ve Salih adamlar sizin gördüğünüz şeyleri görmek dilediler, görmediler; sizin işitmek istediğinizi şeyleri işitmek istediler, işitmediler.” (İncil. Matta. 13/17-18)
Sonuç olarak: Din durağan olmamalıdır. Akılcı olmalıdır, bilime saygılı duymalıdır, çağı yakalamalıdır, kafirdir, müşriktir diye cana kıymamalıdır.
Hayri Balta dinsiz öyle mi? Sen gez hele gez!..
Av. Eren Bilge,

1- AKLIN İŞLEVİ:
1. Aklın işlevi; insanın, geleceğini sağlama almak için doğruyu, güzeli, iyiyi bularak yaşamını yönlendirmesidir. İnsanın; doğa olaylarına karşı önlem almak; akla, ahlaka ve hukuka uygun yaşamak kendi lehinedir. Asıl önemlisi atalarından kendisine kalan din, gelenek, görenek gibi alışkanlıkları akıl süzgecinden geçirerek yaşadığı çağa uygun olanını yeğlemektir. Bu arada kendisini her bakımdan geliştirip yetiştirerek olgun bir insan olmak yolunda çaba göstermesidir….
2. Akıl: insanı, tutum ve davranışından doğabilecek tehlikelerle, ekonomik, siyasal, toplumsal koşullar nedeniyle olası sıkıntı ve zorluklardan koruduğu oranda işlevini yerine getirmiş sayılır. Eğer kendini toplumun sık sık değişen koşullarına göre yenilemeyerek atalarının dinine ve toplumun geleneklerine, göreneklerine bağlı olarak yaşamayı yeğlerse akıl verilerine uymadığından güçlüklerle karşılaşması büyük bir olasılıktır. Böyle bir durumda insan; kendini hayal ve umutla aldatarak yoksulluk ve sefalet içinde ömrünü tüketmek zorunda kalır. İnsan; kendisine ve insanlığa yararlı olmak amacı ile üretici ve yaratıcı olmak zorundadır; bunun için de; aklın, ahlakın bilimin, sağduyunun ve vicdanının verilerine göre kendisini yönlendirmesi gerektir ki; kendine ve topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmiş olsun.
3. Bir insanın yaşadığı sürece; sağlığını koruyarak, dünya nimetlerinden yararlanması, yasal olmak koşuluyla, en doğal hakkıdır. İnsan günün her saatini değerlendirerek kendini yetiştirmeli, eksiklerini gidermeli ve ilgi duyduğu konuda bilge ve bilgi sahibi olarak bildiklerini yaşama uygulamalıdır ki sonunda başı eğilmesin, yüzü kızarmasın. Asıl ve en önemlisi; kendi çıkarlarına aykırı olsa da; insan, gerçeği, doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı yapmayı yaşamında ilke olarak kabul etmelidir. Eğer gelecekte başı dik, yüzü ak olsun istiyorsa; bu günün eylem taşlarını dikkatli döşemeli ki, yaşadığı gün ve sonrası günlerde mutlu bir yaşam sürdürebilsin.
4. İnsan bir eylemde bulunurken, bir isteğine kavuşmak isterken, davranışlarının hesabını sonraki günlerde muhakkak vereceğini göz önüne almalıdır. İnsan kendisini utanca ve zora sokacak davranışlardan kaçındığı oranda Tanrı bilgisine ulaşır. Tanrı ise bir kavram olup dinlerin topluma empoze ettiği gibi maddî bir varlık değildir. Tanrı; ne peygamber göndermiş, ne de kitap indirmiştir. Bütün dinsel kavramlar zahirî din bilginlerinin anlattığı gibi değildir. Bütün bunlar mecaz anlatımlardır ve dinsel kavramlarının ezoterik bir içeriği vardır. Öyle sanıldığını gibi öldükten sonra yaşanacak ve hesap verilecek bir dünya yoktur. Ne varsa hepsi bu dünyadadır. Bu dünyada sorulmayan bir hesap öldükten sonra sorulamaz. Çünkü “Tanrı; Ölülerin değil dirilerin Tanrısıdır.” (İncil. Matta. 22/33. Markos. 12/27. Luka, 20/38)
Kuran da şöyle demektedir:
“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” (K. 17/14)
Demek isteniyor ki geçmişte yaptıklarını gözünün önüne getir. Kendi kendini yargıla, kötü gördüklerini ve seni rahatsız eden davranışları bir daha yapma. Böyle yarsan ne mutlu sana…
5. İnsan, ekmeğini kazanmaya çalışırken ilişki içinde bulunduğu insanlarla ters düşmemek için bencil davranmalıdır. Kendi hakkını koruduğu kadar başkalarının da hakkına saygı duymalıdır. Başkasının Hak’kına saygı duymayı Kuran Tanrı olarak kabul eder.
“Böyledir. Çünkü Tanrı, hakkın ta kendisidir. O’nun dışındaki taptıkları ise batılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Tanrı, evet O, uludur, büyüktür.” (K. 22/62)
İnsan; yapılması gerekeninin doğrusunu, iyisini, güzelini, kendi aleyhine de olsa, yapmaktan çekinmemelidir ki huzur ve mutluluk içinde yaşayabilsin. İnsan iradesine hakim olduğu sürece üstesinden gelemeyeceği hiçbir zorluk yoktur. Böyle bir din anlayışının Tanrısı akıldır, sağduyudur, vicdandır, bilgidir, bilimdir. Din yolunda mesafe almak isteyen kişi; doğa yasalarına, toplum kurallarına ve kendisini korumaya çalışan duygularına (vahiy, ilham, içe doğuş, Cebrail, Ruhül Kudüs, kutsal ruh…) uyduğu takdirde Tanrı yolunda ve Tanrı’ya yakınlaştığı kabul edilir; aksi takdirde Şeytan’ın (kötülüklerin) yolunda sayılır…
+
2- EVREN ve YASALARI:
1. Tanrı diye korktukları, sanal (maddî varlığı olmayan, muhayyel…), varlığı çok güçlü olarak yansıtırlar. O denli güçlü yansıtmışlardır ki bir tabu olmuştur. Hiçbir şekilde eleştirilemez, karşı gelinemez, sorgulanamaz…
Bu kavramın yaratıcısı İbrahim Peygamber’dir. Göğe bakarak mukayese etmiş. Yıldız gitmiş, ay gitmiş, güneş gitmiş… Bunun üzerine İbrahim peygamber “Muhakkak bunu getirip götüren güçlü bir varlık var.” demiş; mukayese ile var olduğuna inandığı varlığın adını da Tanrı koymuştur.
“Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de “İşte Rabbim bu!” dedi. Yıldız battığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu.
Ay’ı doğar halde görünce, “Rabbim bu!” dedi. O batınca da şöyle konuştu: “Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum.”
Nihayet Güneş’in doğmakta olduğunu gördüğünde, “Benim Rabbim bu, bu daha büyük!” dedi. O da batıp gidince şöyle seslendi: “Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben.” (K. 6/76-78)
Oysa var olan, yaratan, güçlü olan maddedir (Evren ve doğaı…) Doğa’nın, Evren’in, Maddenin dışında Tanrı diye maddî bir varlık yoktur. Tanrı mecazî bir kavramdır ve kapsamı çok geniştir…
2. Bilindiği gibi Evren’in (Doğa’nın) yasalarını hiçbir güç değiştiremez ve yasalarına karşı gelemez. Örnek verirsek: Yanardağın patlamasını, depremleri, yıldırım düşmesini ve doğal yıkımları, Tsunami gibi… Bir örnek daha: Doğum saati gelen bir canlının doğum yapmasını hiçbir varlık önleyemez. Sanal ve kavramsal varlık (Tanrı) gelse bile.
3. Dinciler; doğayı, evreni Tanrı ile özdeşleştirirler ki doğrudur; ancak bu Tanrı’nın Yaratan sıfatıdır. Gerçekten de Yaratan Doğa’dır, Evren’dir, Madde’dir. Ancak Doğa’nın üstünde de maddî bir varlık olarak bir Tanrı’yın var olduğunu ileri sürmeyi unutmazlar. Oysa bu ikisi bir değildir. Yaratan; Doğa’dır, Evren’dir, Madde’dir; gözle görülür, elle tutulur; Bir varlıktır; Doğa’nın, Evren’in, Madde’nin dışında var olduğunu ileri sürdükleri Tanrı diye ileri sürdükleri ise , bir kavramdır, sanaldır…
Doğanın ve yasalarının dışında, maddeden ayrı maddî varlık yoktur. Güçlü olan doğa ve yasalarıdır. Bir kavram olan sanal varlık ise, yukarıda İbrahim Peygamber örneğinde, olduğu gibi insanların; mukayese sonunda vardıkları bir yargıdır. “Bu evi yapan biri olduğuna göre bu dünyayı ve canlıları da yapan biri olmalıdır…” denmiştir. Bu yargı; bilgisizliğin, hayal gücünün, korkunun ürünüdür.
4. Evren, belirli kurallara uyarak devinip durur. Doğa, kendi yasalarına uyarak her saniye devinimini ve yaratılıcılığını gösterir. Din edebiyatında bu oluşuma simgesel olarak “Tanrı” (Tanrı) denir ve şöyle anlatılmaya çalışılır: “…O, her gün (her an) yeni bir hal ve iştedir.” (K. 55/29)
Bu konudaki açıklamayı; Diyanet İşleri Mushaflar Kurulunca onaylanan Ahmet Tekin’in çevirisinden okuyalım: “Göklerde ve yerde bulunan sorumlu ve akıllı varlıklar, muhtaç oldukları şeyleri, güvenliklerinin ve hayatiyetlerinin devamını ondan isterler, ona başvururlar, ondan medet umarlar. O her gün her an, sayıya, hesaba, sığmayacak işlerin, oluşların, işleyen düzenin, sorumlulukların içindedir, ilmi ve kudretiyle tecellidedir.” (K. 55/29)
5. Dinciler; doğa olaylarının Tanrı’nın (Tanrı’yın) isteği üzerine olduğuna inanırlar.. Örneğin; bir dine bağlı olanlar toplu halde yağmur duasına çıkarlar. Sanırlar ki dua ettiklerinde Tanrı kendilerine acır; dualarını kabul ederek yağdırdığı yağmurla, kuraklığı ve susuzluğu giderir; oysa boşuna… Bütün Tek Tanrı’ya inanlar bir araya gelerek yağmur duasına çıksınlar bir damla yağmur yağdıramazlar; eğer yağarsa o bir tesadüftür. Buna karşın; gök gürlemesini, şimşek çakmasını, yer oynamasını (depremi) Tanrı’yın bir “rahmeti ve korkutma” aracı olarak kullandığını söyleyerek insanları korkutup imana getireceklerini sanırlar. Tanrı’nın, bu tür felaketlerle insanları yola getireceğini sanmak cehaletten başka bir şey değildir.
6. Yeni Asya yazarı Mehmet Kutlular ile Cüppeli Ahmet bu nedenle hapis yatmışlardır. Bunlar konuşmalarında “Tanrı’yın; İzmit deprem ile Tanrı yolundan sapan Atatürkçü laikleri cezalandırdığını…” ileri sürmüşlerdir. Bu iki kişinin hapis cezası almalarını bir örnek olarak sunuyorum; yoksa düşünceleri ve inanışları nedeniyle cezalandırılmalarını onaylamıyorum. Bu olay nedeniyle anlatmak istediğim bunların depremi bahane ederek halkı korkutarak imana getirme çabalarıdır. Oysa bilim kanıtlamıştır ki deprem olayları bir doğa olayı olup kendi yasalarına göre oluşur. Hiçbir varlığın bu işleyişi değiştirmesine olanak yoktur… İnsanları yarattığı ileri sürülen Tanrı; kutsal kitaplarının hiçbirinde “Şurada, şurada fay hattı vardır; aman oralara ev yapmayın!” dememiştir. Bu da gösterir ki kutsal kitaplar, gökte bulunduğu sanılan ve her şeyi bilen bir varlık tarafından gönderilmemiştir. Tanrı tarafından gönderildi teriminin mecazî bir anlamı vardır…
7. Doğa yasalarının üstünde bir güç yoktur… Değil Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler olmak üzere hepsi bir araya gelseler; hep birlikte Tanrılarına yalvarsalar. “Ne olur Tanrı’yım, şu deprem afetinden bizi kurtar!” deseler, “Şu yanardağdan fışkıran lavların insanları kızgın ateş seli altında kömür yaparak öldürmesini engelle!” deseler, ya da bizim Kilisenin kulesine ya da bizim Caminin minaresine yıldırım düşürme deseler” sonuç değişmez. Depremler yine olur, yanardağlar yine patlar, yıldırımlar yine düşer ve de Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist, Teoist, Zen-Budist demeden hepsini alıp götürür. İsterse yeryüzünde yaşayan insanların tümü Müslüman olarak dağa çıkıp yalvarsın; sonuç yine değişmez ve doğa yasaları hükmünü yerine getirir. Doğa olayları yine olur ve etkisini sürdürür. Demek istediğim Doğa’nın yasaları ayrı; Tanrı’nın kuralları ayrıdır… Doğa yıkımlarına (afetlere) karşı dua etmek çözüm değildir. Çözüm, aklı, bilimi ve tekniği kullanarak Doğa’ya karşı önlem almaktır. Örneğin paratoner yapmak gibi, yanardağ çevresini boşaltmak gibi ya da fay kırıklarının bulunduğu yerlerde ya da oynak ve kaygan zeminlere ev yapmamak gibi, ya da Japonya’da olduğu depreme dayanıklı evler yapmak gibi… Bütün bu olaylarla doğa yasalarını bilmek ve önlem almakla baş edilir.
8. Evren’in (Doğanın) yasaları hakkında yargıda bulunmak dinlerin işi değildir; Evren yasalarını araştırmak, görüş bildirmek; yorumlarda bulunmak bilim adamlarının işidir. Bunlar bilimin konusudur. Bir örnek: İncil’de ve Kuran’da, yıldız kayması, “Tanrının, meclisini gizlice dinlemeye gelen şeytanlara attığı taşlar olarak açıklanır…(İncil. Luka, 10/l8 / Kuran. l5/l8, 67/5, 72/9).
9. Kuran’ın gök gürlemesi ve şimşek çakması gibi olaylara getirdiği açıklama çok ilginçtir. Gök gürlemesi, şimşek çakması, “İnsanları korkutmak ve umutlandırmak için Tanrının baş vurduğu yollardan biri…” (K. l3/l2-l3) olarak gösterilir ki bu görüşler bilim dışıdır. Bu ayetler de gösterir ki Kuran Tanrı sözü değildir. Tanrı sözü olmuş olsaydı gök gürlemesinin, şimşek çakmasının, yıldız kaymasının asıl nedenleri açıklanmış olurdu. Kutsal kitaplar gerçek anlamda Tanrı sözleri değildir. Eğer kutsal kitaplar gerçek anlamda Tanrı sözleri olsaydı; Tanrı, böylesine bilime aykırı ve kendisine yakışmayacak şekilde sözler söylemezdi. Yıldız kaymasının atmosfere giren taşların atmosfere sürtünerek yanmasının, gök gürlemesinin, şimşek çakmasının, yıldırım düşmesinin insanları korkutmak ve umutlandırmakla bir ilgisinin olmadığını bilirdi, bildirirdi…
10. Belki, Mekke-Medine’de yaşayan insanlar; gök gürlemesinden, şimşek çakmasından korkar ama, Büyük Okyanus ve Atlas Okyanuslarında yaşayan insan olmadığı halde oralarda da gök gürler, şimşek çakar. Demek ki amaç insanları korkutmak değildir. Öyle olsaydı insan olmayan okyanuslarda şimşek çakmazdı. Bu nedenle Tanrı, insansız coğrafyada gök gürlemesinin, yıldırım düşmesinin hiç kimse tarafından görülemeyeceğini bileceği için oralarda gökleri gürletmez, şimşekleri çaktırmazdı. Okyanuslarda yaşayan insan yok ki korkup da imana gelsinler… Kaldı ki bir tek insanın yaşamadığı denizlerde ya da çöllerde bile depremler olmakta, gök gürlemekte, şimşek çakmakta, yıldırımlar düşmekte, yanardağlar lavlarını fışkırtmaktadır…
11. Tanrı bilgisine erenler; yukarıdaki tümcelerin: (K.15/18. 67/5. 72/19. 13/12-13), Tanrı tarafından söylendiği kabul edemez. Çünkü Tanrı’nın, bilemeyeceği bir olay yoktur. Bütün kutsal kitaplar, peygamberlerince söylenen sözlerin derlenmesinden oluşturulmuştur. Bu konuda az aşağıda ayrıntılı bilgiler verilecektir. Bilime aykırı bu açıklamaların nedeni şudur. O zaman bilim gelişmediği için “gök taşlarının atmosfere girişinin ve şimşek çakmasının ve gök gürlemesinin” nedenleri insanlar tarafından bilinmiyordu. Ama şimdi bir ilkokul öğrencisi bile gök gürlemesinin, yağmur yağmasının, yıldırım düşmesinin nedenlerini bilmektedir…
12. İslamcılar; Tevrat, Zebur, İncil için Tanrı sözü denmesine karşın; Müslümanların okumasını önlemek amacı ile “Onların zulmedenleri, kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azâp indirdik.” (K. 7/l62) tümcesi ile açıklamaya çalışırlar… Oysa Kuran’da, yukarıda adları geçen kitapların da Tanrı kelamı olduğu söylenmektedir. Bunun yanında “Tanrı’yın sözlerini değiştirecek kimse yok!” (K. 6/115) denmektedir. Bütün kutsal kitaplar Tanrı’nın (Tanrı’yın) sözleri olsaydı bu kitapları kim değiştirmeye kalkabilirdi. Tanrı’nın koyduğu kuralları insanların değiştirmesine olanak var mı? Sonra Tanrı, koyduğu kuralların değiştirilmesine izin verir mi? Her şeyi gören, bilen bir Tanrı’nın, kendi kitapları değiştirilirken görmemesi olası mı? Görmemiş olması Tanrı’nın niteliği ile bağdaşır mı? Öyle ise Tanrı’nın (Tanrı’yın) sözleri değiştirilmiştir demek akıl karı mı? Bu aynı zamanda Tanrı’yı tanımamak, onu yetersiz bir varlıkmış gibi göstermek değil mi? Bu çelişkiyi bu güne değin açıklayan bir dinci-diyanetçi çıkmamıştır.
13. Az yukarda geçen ayetteki “Biz” sözcüğüne dikkat… Nasıl oluyor da tek olan Tanrı, Ben yerine “Biz” diyerek başkaları ile birlikte olduğunu söyleyebilir? Bu durumda tek Tanrı demenin anlamı kalır mı? Buyruklar “bir” olanca verilir, birden çok varlıklarca verilmez… Neden “ben” yerine “biz” kullanılmış? Merak edilmez mi?… Bütün bu soruların yanıtını din konusunda araştırma yaparak ön yargıdan (peşin hükümden) kurtulanlar, ve Tanrı’nın “Kişinin kalbi ile kendi arasında bilenler” (K. 8/24) verebilir. Bu sözler boşa söylenmiş sözler değildir, derin anlamları vardır, iş bunları bilip öğrenmekte ve yaşamına uygulamaktadır. Bütün bu anlatımlar Tanrı sözünün, gerçek anlamda değil de mecaz anlamda alınması gerektiğini göstermektedir. Kutsal kitaplardaki ayetlerin mecaz anlatımlar olduğunun bilinmeden kutsal kitapların sıradan insanların anlamasına olanak yoktur. Tanrı bilgisine ermeyenler, Din duygusundan yoksun olanlar her zaman olduğu gibi birbirlerini Tanrı adına, Din adına öldürmeye devam edecekler ve öldürdükçe de Tanrı’ya hizmet ettiklerini sanacaklardır…
3 – YARATAN ve TANRI:
1. Ruhçular demekle maddenin dışında GÜÇLÜ BİR VARLIK arayanları amaçlıyorum. Ruhçular kapsamı içine herhangi bir dine inananlar da girer. Gördüğümüz madde dışında, bir varlık arayanlara; düşüncecilik (idealizm, ruhçuluk) denir ve bu düşüncede olanlara düalisttir (ikicilik).Bu ise tevhid ilkesine aykırıdır.
Bu düşünceye göre bir yaratan bir de yaratılan vardır. Tanrı ve kul… Bu İslam tasavvufuna göre ikiciliktir. Tasavvufçular bu ikiciliği kabul etmezler. Bunlar yaratıcı olarak EVREN’İ (DOĞA’YI) kabul ederler. Vahdet-i vücut…
Tasavvufçuların bir bölümüne göre ise; Evren’in merkezi insandır. İnsan olmasaydı hiçbir varlık olmazdı. “Tanrı Var! diyen insandır.” Bunlara göre görünenlerin hepsi insanın hayal dünyasındandır. İnsanın dışında madde diye bir varlık yoktur. Bu görüşün felsefedeki adı ise Solipsizmdir (Tekbencilik…)
Gelmiş geçmiş düşünceler içinde çürütülmesi en zor olan ve en sakat dünya görüşü budur. Bir kısım tasavvufçular içinde de bu görüşte olanlar da vardır. Örneğin Enel Hak diyenler…
Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale de bu felsefede olan bir tasavvufçu idi. Maddeyi düşünceyi indirgerdi. Ona göre “İnsan olmasaydı madde olmadığı gibi yaratan da olmazdı.” Ona göre : “Tanrı var diyen de, yok diyen de insandır. İnsan olmasaydı Tanrı diyen de olmazdı… Ben olmasaydım siz de olmazdınız…” derdi. Bunlara felsefede tekbenci (solipsizm) denir ki en iflah olmaz ruhçular bunlardır. Özetle: Bunlar, Tanrı ile insanı özdeşleştirirler.
Bunlara “Değil mi ki bizim dışımızda madde denen bir varlık yoktur; haydi şu gelen otobüsün önüne atla, eğer otobüs seni çiğnemezse sen haklısın!” desen seni cahillikle suçlarlar.
Şeriatçılara gelince; bunlara göre bir yaratan ve bir de yaratılan vardır. “Bizim dışımızda bir madde vardır ve bu maddeyi de bizi de yaratan Tanrı’tır…” derler. Bu tür dinciler tapınma törenleri ile yetinirler ve bu tapınmaları Tanrı’ya olan borçları olarak görürler. Borçlarını yerine getirdikleri takdirde ölünce Cennet’e gideceklerine inanırlar. Oysa Batıni (materyalist) görüşteki tasavvufçular Tanrı’yı kendi dışında arayanları ikiliğe düşmüş sayarlar. Batıni materyalist tasavvufçular; bir yaratanın, bir de yaratılanın olmasını kabul edemezler. Yaratılan bir bütünün parçasıdır…
2. Ruhçu düşünceye karşı olanlara ise maddeciler (materyalistler) denir. Bunlara göre maddenin dışında hiçbir güç yoktur. Görmediğimiz halde varlığını hissettiklerimiz maddenin göremediğimiz yönü ve işlevidir. Madde olmasaydı işlevi de olmazdı. Var olanın sonradan yok olması ise maddenin biçim değiştirmesidir. Doğum; var olan maddenin görüş alanımıza girmesi; ölüm ise, maddenin görüş alanımızdan çıkmasıdır.
3. Her inanç sahibinin kendine göre bir Tanrı tasarımı vardır. Tanrı, kişinin hayal dünyasına göre oluşur. Bir keresinde birlikte çalıştığımız genç kızlardan birine “Tanrı denince aklına ne geliyor?” diye sorduğumda bana ne dese beğenirsiniz: “Tarık Akan gibi yakışıklı bir erkek geliyor!” dedi. Yüzüne dikkatle baktım; şaka yapmıyordu, özden söylüyordu.
Madde yani Doğa ile Tanrı kavramının hiçbir ilgisi yoktur. Tanrı kavramı başkadır; madde başkadır. Yine Tanrı’sal olaylar başka; Doğa olayları başkadır. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Bunlar, ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Ne var ki ruhçuların (dincilerin) hiç biri bu gerçeği kabul etmeye yanaşmazlar. Bütün doğal oluşumları Tanrı’dan bilirler. Onlara göre; bütün doğa olayları Tanrı’nın takdiriyle, dilemesiyle, istemiyle olur. Öyle ki Tanrı; bütün doğa olaylarını kullarını terbiye etmek amacıyla yaratır. Bütün doğa olaylarını Tanrı’yın, günahkar insanlara bir uyarısı (ikazı) olarak değerlendirirler ki işte bu anlayış Tanrı ve din bilgisinin yokluğundandır… Diyelim bütün insanlık Müslüman oldu ve Kuran’ın, dinin bütün emirlerini eksiksiz yerine getirdi; ama buna karşın, yine doğa olayları olur ve sürer gider…
4. Şeriatçılara göre Tanrı’yın izni olmadan “kuş kanadını kımıldatamaz, yaprak dalından düşmez.” Böyle demekle kalmayıp bir canlının yazgısının daha insan doğmadan 40 yıl önce Tanrı tarafından belirlendiğini ileri sürenler de kendileridir. Oysa bu görüşlerin Tanrı bilgisi ve Din ilmi ile hiçbir ilgisi yoktur. Din; tamamen, insanla ilgili olup; insanı ahlak sahibi olmaya, ruhsal gelişimi tamamlayarak hayvansal eğilimlerinden kurtulmaya yönlendirir.
Din, eski dünyanın insanlarını eğitmek, her bakımdan yücelip olgunlaşması için yapması gerekeni öğütleyen eski bir eğitim sistemidir. Dinler yalnızca insanın olgunlaşması ile ilgilenir. Bunun yollarını gösterir. İyi olandan ya da kötü olandan birini seçmeyi insanın özgür iradesine bırakır. İnsan iyi olarak kabul edilen kavramları kendi yaşamına uygularsa; Tanrı yolunda, kötü olanları yaşamına uygularsa Şeytan’ın yolunda sayılır.
Tanrı; bütün doğrulukları, erdemleri, güzellikleri, insansal duyguları, yüce davranışları, üstün değerleri, genel doğruları ve iyilikleri kapsayan bir kavramdır. .
Şeytan kavramı da; bütün kötülükleri, olumsuzlukları, erdem dışı hareketleri kapsayan bir kavramdır.
Eğer insan; dinlerin ilkesi olan doğruluğu, dürüstlüğü, güzelliği, iyiliği, erdemli olmayı, alçak gönüllüğü, haksız kazanca karşı olarak helal kazançla yetinmeyi ilke olarak kabul ederse; yüce olan, saygı duyulan, genel doğrulara ve üstün değerlere bel bağlamış olur ki buna da Tanrı’ya ulaşmak denir…
Hıristiyanlıkta kendini bu yola adayanlara “Tanrı’nın oğlu!” denir. Öyle ki Hıristiyanlığa göre “İsa yolundan gidenlere de Tanrı’nın oğlu olmak yetkisi verilmiştir.” (İncil. Yuhanna. 1/12,13).
Bu demektir ki; kim doğruluk, dürüstlük, iyilik, erdem gibi yüce erdemleri, genel doğruları, üstün değerleri yaşam ilkesi olarak kabul ederse, “Tanrı’nın çocuğu” sayılır.
“Hayır efendim, ben çıkarıma bakarım. Bana ne başkasının mutluğundan, ben çıkarımı gözetirim, köşeyi dönerim, keyfime bakarım. Yasa, ahlak, edep, erdem tanımam ne pahasına olursa olsun önce kendi zevkimi tatmin ederim. Bana ne başkalarının ezilmişliğinden, yoksulluğundan… Ben kendi mutluluğuma, kendi cebimi doldurmaya bakarım, zevkimi sefamı sürerim. Cinselliğim, sırtım, boğazım gerisi bana ne lazım!” derse; kötü olan, yanlış olan, genel doğrulara, üstün değerlere aykırı olan bir yolu yeğlemiş olur ki bunlara da “Şeytanın çocuğu” denir.
5. Bu özetlediklerimi din ilmi ile uğraşan çok az kişi bilir; çünkü bu tür bilgiler onlardan gizlenmiştir. “Ey baba sana şükrederim ki; bu şeyleri (bilgileri) akıllılardan ve hikmetlilerden gizlenmiştir.” (İn. Luka. 10/21)
Televizyonda din hakkında konuşanların ve gazetelerde din hakkında yazanların bu konulardan haberi yoktur. Olsa, halka gerçekleri söylerlerdi. Halkı batıllarla, hurafelerle, zırvalarla uyutmazlardı. Çünkü bilmeyen söylemezse rahatsız olur; bilen ise, söyledikçe rahatsız olur…
Bunların gerçekleri bilenleri bile halkın batıla inanmasına, hurafelere kapılmasına göz yumarlar. Yeter ki toplum da huzur olsun, kargaşa çıkmasın. Buna karşın yine de kargaşa çıkar; daha doğrusu bunların halka yalan yanlış bilgi vermesinden dolayı çıkar.
Bunlar sayesinde insan olması gerekenden uzaklaştırılır. Toplum batılla, hurafelerle oyalanır ve iki yüzlü bir yaşam yolu yeğlenerek kötülüğün, bencil duygularının (şeytanın) tutsağı olup çıkar.
Din cahilleri olur olmaz nedenlerle; şu kafir, şu dinsiz, şu dinden dönmüş diyerek gözüne kestirdiklerinin canına kıyar… Başka inançta olanların ganimet adı altında mal varlığını yağmalar. Karısını kızını, oğullarını ve kocalarını önce tutsak eder sonra de köle ve cariye olarak kullandıkları gibi köle yapıp satarak mallarına mal katarlar ve bunu da halka “Tanrı’yın emri ve dinin gereği böyle!” diye zorla da olsa kabul ettirirler… Oysa din bu değildir…
6. Önce şu gerçeği belirtelim ki Batınilik, öncelikle bir düşüncedir, bir felsefedir.Bunlar Vahdet-i vücut görüşüne uyarlar. Vahdeti vücuda göre görünen mevcudatın tümü yaratandır. Bu görüşe göre: “Evren yaratılmamıştır, kendiliğinden vardır; ne başı vardır, ne sonu vardır. Ahret yoktur; ne varsa evren içindedir. Yeniden dirilme, yargı günü diye bir şey yoktur. Cennet, insanın dünyayı gönlünce yaşamasıdır; cehennemse, yine insanın dünyada çektiği sıkıntının adıdır. Tanrı yoktan var edici, yargılayıcı bir güç değildir.” (İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun ‘ALEVİLİK-SUNNİLİK’ Dr. Yayın’ından l989 yılında aktaran Yusuf Ziya Bahadınlı, 25.7.1988 tarihli Cumhuriyet, s.17)
Günümüzden binlerce yıl önce söylenen bu düşünceleri günümüzde açıklamak, ölümlerden ölüm beğenmekle eş anlamlıdır. İşte bu Batınilik, gün gelmiş devletin resmî dini olmuştur. Kısaca anlatmakta yarar var. “Hicretten sonra 218 yılında Me’mun, Bağdat Valisi İshak Bini İbrahim’e uzun bir emir göndererek işe başlıyordu. Az aşağıda bu emrin niteliği şöyle açıklanıyor: Mutezile bir adım daha attı. Bu üçüncü adım çok korkunçtu. ‘Kur’an Mahluktûr’ (Yani Muhammed’in sözüdür…) demeyenler mürtetler gibi öldürülecekti! Kanları helaldi.” (KURAN TARİHİ ve Kuran Hakkında Ansiklopedik Bilgiler, Osman Keskioğlu, Nebioğlu Yayınevi, Birinci bası. s. 232 – 244)
Anlaşılıyor ki Me’mun zamanında, Kuran’a, Tanrı kelamı diyenler kelleden oluyordu. Kuran mahluktur; yani Peygamber sözüdür diyenler kelleyi kurtarıyordu. ‘Kuran Tanrı kelamı’dır’ diyenler hapishanelere atılarak dayaktan geçiriliyordu.
Az yukarda, adını verdiğim kitaba göre: Valiye gelen emirlerden biri de şöyle: “Sorguya çekip imtihan yapmanın dokuzuncu günü Me’mun’un dördüncü emri geldi. O emirde şu keskin ve sert emirleri veriyordu: ‘Bişr Bini Velid’i çağır, eğer Kuran mahlûktur (Peygamberin sözüdür) demezse boynunu vur ve kellesini bana gönder!”
İbrahim Bini Mehdi hakkında da aynı korkunç emri veriyordu. Bu ikisi eğer “Kuran mahlûktur!” derlerse hemen halka ilân et, herkese duyur!”
Ebül-Avam hakkında ise şöyle diyordu: ‘Dayağı görünce öyle güzel bir cevap verir ki, bülbül gibi öter! Şayet vermezse ensesinde kılıç oynayacak!”
Burada ders almamız gerektiren konu şu: Demek ki tarih boyunca bu tür görüş açıklamaları yüzünden tartışmalar olmuştur. Görüş açıklaması doğaldır. İnsanın, aklı vardır, düşünür ve düşüncelerini de açıklar. Beğenilmese de her türlü görüşe açıklama hakkı tanınmalıdır. Ayıp olan, kötü olan düşünce açıklaması değildir. Ayıp olan, kötü olan hangi düşünce olursa olsun düşünceleri susturmak için kelle kesmek, suikast yaparak öldürmektir. Oysa atalarımız bu konuda ne demişti: “Düşüncelerin çatışmasından gerçek ortaya çıkar.”
7. Ne var ki bağnaz olanlar, yobaz olanlar, şeriata aykırı bir düşünüş ve görüş açıklamasına dayanamazlar. Hemen zorbalığa başvururlar. Günümüzden binlerce yıl önce yapılmış olan görüş açıklamalarına yasak koymanın, açıklayana suikast yapmanın bir sonuç vermediğini görmezler. Bunlar Yunus Emre’nin şiirlerinde ayıklama yapan Molla Kasım tayfasından olup karanlıkta bocalayan cahillerdir.
Şurası bir gerçektir ki İslam tarihinde; Batıniler de olsa, zahiriler de olsa düşünce açıklamalarını önlemek ve ifade özgürlüğünü kullandırmamak için kelle alma yoluna gitmişlerdir.
Bu acımasızlık, bağnazlık, bu yobazlık ne zamana kadar sürüp gidecektir?
İnsan ne zaman düşünce ve inanç özgürlüğünü rahatça kullanacaktır? Ne zamana değin insan düşünce ve görüşlerini açıkladığı için dışlanacaktır? Bu Doğa’ya (Tanrı’a…) çok büyük saygısızlıktır. Eğer insanoğlu düşünebiliyorsa bu yetenek ona Doğa (Tanrı) tarafından verilmiştir. Demek ki düşünce açıklamalarına karşı gelenlerle ifade özgürlüğünü engelleyenler Tanrı’ya karşı gelmekledirler…
Batılı düşünürün açıkladığı düşünce yüceliğine ne zaman ulaşılacaktır? Ne demişti o düşünür? “Düşüncelerine karşıyım; ama, düşüncelerinizi açıklamanızı sonuna kadar savunacağım!..” (Voltaire)
Şimdi bu açıklamalardan, bilgilerden sonra konumuza dönelim: Burada görülüyor ki biz aydınlanmacılar yeni bir şey söylemiş olmuyoruz. Bu görüşler günümüzden binlerce yıl önce de dile getirilmiş olan düşüncelerdir. Şimdi de söyleniyor, gelecekte de söylenecektir. Hiçbir güç de düşüncelerin açıklamasını önleyemeyecektir. Ancak ara rejimlerde olduğu gibi, geçici bir süre için geciktirebilir, ama sonunda Doğa’nın istediği olacaktır.
Ne var ki günümüzde kimilerinin görüş açıklamalarına ve ifade özgürlüğüne tahammülü yoktur. Bağnazlar ve yobazların egemen olduğu bir ülkede görüşlerini açıklayanlara, ölümlerden ölüm beğendirmeye kalkıyorlar… İsteniyor ki kalıplaşmış düşünceler olduğu gibi kabul edilsin. Hiç düşünülmesin, hiç kuşkuya düşülmesin. İleriye dönük, insanları refah içinde ve mutlu yaşamaları için hiç gelişme ve değişim olmasın. Ne söyleniyorsa gerçeğini araştırmaya gitmeden kabul edilsin, inanılsın…
Örnek verirsek şu yaratılış konusu… Ruhçulara (dincilere) göre, Tanrı dünyayı yoktan var etmiştir. Bu yargıya şu gözlemden varılmıştır. İnsan oğlu gözleri önündeki oluşumları yoktan var olma sanıyor. Masayı yapan olduğuna göre Evreni de yapan biri olmalı diye akıl yürütüyor. İbrahim Peygamber’in; yıldızlara, aya, güneşe bakarak; karşılaştırma (mukayese) yoluyla bir Tanrı’nın varlığı kanısına vardığı gibi. İnsanoğlu, yarattığı bu sanal varlığa da Tanrı adını veriyor. Tanrı adını verdikten sonra da durmuyor; bütün iyi nitelikleri ona yakıştırıyor.
Ne var ki masa yoktan var edilmiyor, var olanlardan var ediliyor. Tahta olmasa, çekiç, keser olmasa, çivi, tutkal olmasa çok iyi bir usta da olsa ne yapabilir. Çok iyi bir ustanın masa yapabilmesi için elde araç ve gereç olması gerek değil mi?
Şeriatçılara göre ise: “Tanrı olmasını istediği şeye ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” (K. 36/82)
Ortada bir madde yokken “Ol!” demekle bir nesne ortaya çıkabilir mi? Hani bilim “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz!” (Maddenin Sakınımı Yasası. Lavezion) demiyor mu idi… Hangisine inanalım?
Yine ruhçulara göre Tanrı yoktan var ettiği gibi var olanı da yok eder. Oysa yoktan var oluş olmadığı gibi var olanın yok oluşu diye bir oluşum yoktur. Bütün olanlar görünmeyenlerin görünüre çıkması; görünür olanın da görünmez duruma gelmesidir.
İnsanoğlu da görünmeyenin görünüşe çıkmasını yoktan var olma; görünenin de görünmez oluşunu var olanın yok olması sanıyor. Örneğin şu insanın ölmesi olayını ele alalım. Ölüm insan bedeninin işlevini yitirmesi olayıdır. İnsan ölünce kendisini tutup toprağın altına koyarlar. Kurtlar, böcekler cesedi yer. Toprağın altında sanki cesedi yok etmekle görevli kurtçuklar, böcekler ordusu vardır.
Kimisi gelir etini yer, kimisi gelir kaslarını yer, kimisi gelir sinirlerini yer. Böylece ceset olarak var olanlar hayvanların kanına karışarak kaloriye ve enerjiye dönüşür. Hayvanlar tarafından yenilmeyenler de çürür toprağa karışır; ama, yok olmaz, niteliğini değiştirmiş bir madde olarak yine varlığını sürdürür. Biz insanlar da onun yok olduğunu sanırız. “Tanrı, varı yok etti!” deriz.
Oysa yok olma diye bir oluşum yoktur. Örnek olarak bir insanın yaratılışına bakalım. İnsan ana karnına düşmeden önce babasının er bezlerinde oluşmaktadır. Tıpkı tükürük bezlerinin tükürük üretmesi gibi, erbezleri de sperm ürütmektedir. Üretilen bu spermler canlı ve hareket halinde olup ana karnında bulunan yumurtalara ulaşma anını beklemektedir. Ne zaman ki döl yoluna dökülür; oradan bütün spermler yarışa geçerek ana karnında bekleyen yumurtaya doğru koşar; yumurtaya ulaşanlar cenin olma hakkını kazanır. Diğerleri için yumurtanın kapısı kapanır ve böylece milyonlarca sperm ölür. Bütün bu olaylar bizim görüş alanımızın dışında olduğu için biz insanoğlu bunların yoktan var olduğunu sanırız.
İslamiyet’in doğuşu sırasında tıp gelişmediği için spermin nerede üretildiğini bilinmediğinden spermin kaynağını olarak çeşitli tahminler yapılmıştır. Bunlardan biri de spermin “…erkeğin sırtı ile kadının göğüs kafesinden…” çıktığı sanılmasıdır. Okuyalım: “Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su erkeğin sırtı ile kadının göğüs kafesinden çıkar.” (K. 86/5-7: İsmail Hakkı Bursevî)
Bu ayet Tanrı tarafından söylenmiş olsa idi; Tanrı spermin nerede oluştuğunu bilir ve isabetli bir şekilde söylerdi ve Tıp bilimi de bunu yalanlayamazdı? Oysa bu gün değil doktora; kime sorarsanız sorun; spermin, erkeğin erbezlerinde oluştuğunu bilir.
Bu ayet de gösterir ki Kuran, Tanrı kelamı değildir. Biliyorum şimdi bana büyük bir tepki gösterilecektir. “Yani şimdi sen Kuran’ın Tanrı kelamı olduğunu inkar mı ediyorsun?” Şimdi siz bana tepki göstermeyi bırakın da Kuran’daki şu ayete yanıt verin. Okuyalım: “Şüphesiz o, şerefli bir peygamberin sözüdür.” (K. 69/40. İsmail Hakkı Bursevî). Diyanet, Suuidi, Diyanet Vakfı, İsmail Hakkı İzmirli, Yaşar Nuri Öztürk ve bazı çevirmenler de çevirilerinde de “Bu Kuran şerefli bir peygamberin sözüdür.” diye çeviri yapmıştır. Ne var ki kendi düşüncelerini gerçekmiş gibi sunan kimi çevirmenler ise; Örneğin: Hasan Tahsin Feyizli, “(Tanrı’tan getirdiği) sözüdür.” derken, Muhammed Esed: “Bu Kuran şerefli bir elçinin (vahyedilmiş) sözüdür” demektedir.) Bu konuda elimde bulunan bütün Kuran meallerini incelediğimde her birinin birbirini tutmayan yorumlar yaptığı görülmektedir. Çok azı “Bu Kuran, şüphesiz şerefli bir peygamberin sözüdür…” demektedir.
8. Tanrı sözü, gerçek anlamından başka bir anlamda kullanılır. “Tanrı Kelamı” deyiminin tasavvuf açısından mecazi bir anlamı vardır. Örneğin “Materyalist Batınilere göre Kuran; gerçek anlamda Tanrı sözü değildir; Tanrı’nın peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur. İnsanlığı kurtaracak olan da bu üstün akıldır. Her akıl, Hak’kı kavrayamaz; çünkü akıllar birbirini tutmaz. Hak’kı kavramada kılavuz da bir işe yaramaz; çünkü, onların da gösterdikleri de birbirine benzemez. Şu halde Hak, ancak üstün bir akıl aracılığı ile aydınlanır. Bu akıl, imamdır (Peygamberler, evliyalar, arifler… demek istiyor…). İmam, üstün akıl ile teviller yapar ve gerçeğe ulaşır.” (Şeyh Bedrettin Varidat. İnceleme ve çeviri: Cemil Yener. Elif Yayınevi. 1970. s. 49) Bu sayfada şöyle yazar: “Kuran, Tanrı sözü değildir. Tanrı’nın peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur.”
Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler Ahmet Eflaki tarafından yazılan “Ariflerin Menkıbeleri” adlı Milli Eğitim Bakanlığınca Şark İslam Klasikleri adı altında yayınlanan iki ciltlik kitabı incelemelidir. Bu kitap incelendiğinde görülecektir ki beşeri duygularından (nefsinden) kurtularak alçak gönüllü bilgelerle, masivadan (Tanrı’dan başka her şeyden…) vazgeçenler “Tanrı” sıfatı ile onurlandırılır. Onların söyledikleri insanlığın üstün değerlerini içeren sözlerine de “Tanrı sözü” denir. Yoksa insanın dışında maddi bir varlık; insana; şunu, şunu söyle ya da şunu yap diye dayatır mı?..
9. Şimdi “Ariflerin Menkıbeleri” adlı kitapta Tanrı kavramının Mevlana tarafından nasıl incelendiğine bakalım. “Tanrı’yı bilenin dili körleşir; yani, tam derviş, velilerin huzurunda dille ve kalple hiçbir şey söylemez; çünkü, fakirlik tamamlanınca o Tanrılaşır.”
Devamla: “Hakikati görenlerin önünde söz söylemek hatadır. Çünkü bu bizim gaflet ve noksanımızın delilidir…”
Devamla Kuran’a atıfta bulunarak: “Senin faydan, görenin önünde susmaktır.” (Ariflerin Menkıbeleri. s. 306) der. Ne demek isteniyor? Demek isteniyor ki: Bir insan benlikten kurtularak fakirleşince; yani haddini ve kendini bilirse, dinlemesini bilirse o yücelerek olgun bir insan olur; yani, Tanrılaşır…
10. Ruhçu görüşte olanlar Bing-Bang teorisine; yani, Evren büyük patlama ile oluştu teorisine dört elle sarılıyorlar. Hadi diyelim Evren büyük patlama ile oluştu. Büyük patlama dendiğine göre demek ki ortada patlayacak bir madde var. Olmayan bir şey nasıl patlar.
Bu Ruhçular ve Dinciler, Tanrı Evren’i yoktan var etti dedikleri an çıkmaza giriyorlar. Öyle ya, değil mi ki bir yaratıcı aranıyor. O yaratıcıyı kim yarattı? Bu soruya tek geçerli yanıtı bilim veriyor. Bilim diyor ki “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz!” (Lavezion, maddenin sakınımı kanunu. Lavezion).
Bu bilim verisi her yerde söyleniyorsa da anlamak istemeyen anlamıyor. “Tanrı için böyle soru sorulamaz; O yaratılmış olsaydı Tanrı olmazdı!” diyorlar. Aynı biçimde biz de yanıt veriyoruz. “Madde yaratılmış olsaydı madde olamazdı!” dersek ne denecek?.. Onların Tanrı için böyle deme hakkı var da biz aydınlanmacıların madde hakkında böyle deme hakkımız yok mu?
Haydi diyelim ki bir yaratıcı var. Kendi ifadelerine göre Tanrı “Biz insanı en güzel şekilde yarattık!” diyor. Okuyalım: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık. Yalnız inanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır.” (95/4-6)
Şimdi bu tümce üzerinde düşünerek biraz açalım. Tanrı, İnsanı en güzel şekilde yarattıktan sonra niçin onu aşağıların aşağısı kılıyor? Hem insanı en güzel biçimde yarat; sonra da onu, aşağıların aşağısı kıl. Böyle bir davranış Tanrı’yın noksan sıfatlardan münezzeh oluşu ile bağdaşır mı?..
İnsanı aşağı kılan kendi olumsuz eylemleridir. Tanrı insanı, aşağıların aşağısı kılmaz…
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık!” ayeti üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Kör, sağır, topal, hilkat garibesi olarak doğanlar da var. Peki şu iki başlı doğan Siyam İkizlerini kim yarattı? Siyam İkizlerinin, neresi güzel…
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık!” ayetine göre insan aynı zamanda akıllı olarak yaratılıyor. Peki öyleyse en güzel biçimde ve akıllı yarattığı insanlar için niçin Peygamber gönderme gereksinimi duyulur. Niçin insanlara Peygamberleri aracılığıyla kitap indiriliyor?..
Hadi Peygamber gönderme, kitap indirme Tanrı’yın şanındandır diyelim… Niçin Afrika’da yaşayan “Piğmeler” için, Güney Amerika’daki, Amazon ormanlarında yaşayan yerliler için, Avustralya’da yaşayan Oberjinler için, niçin, bu güne değin bir peygamber göndermemiştir?… Bir kitap indirmemiştir… Onların bizlerden çok aydınlatılmaya ve korunmaya gereksinimleri yok mu?..
Bir de şu var. Niçin her Peygamberine ayrı nitelikte birbirini tutmayan ve birbiri ile çelişen kitaplar indirir. Bu çelişkiler inananlar tarafından “Değiştirilmiştir” (Tahrif edilmiş, Muharref..) savı ile giderilmeye çalışılırsa da Tanrı bu kadar aciz midir ki gönderdiği kitaplar değişikliğe uğrarken eli kolu bağlı dursun. Bir köy muhtarı bile kendi genelgesinin değiştirilmesine tepki gösterir…
Eğer Peygamber göndermek, kitap indirmek gerekse niçin aklı olanlara değil de aklı olmayanlara Peygamber gönderip kitap indirmiyor… Niçin indirdiği kitaplara sahip çıkmıyor? Sonra melekleri ile birlikte Peygamberi Muhammed’i öven Tanrı “Şüphesiz Tanrı ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler…” (K. 33/56) dediği halde onun Ehli Beytini tundan tuna atar. Dünürlerinin, damatlarının, torunlarının öldürülüp, ehli Beytinin kılıçtan geçirilmesini önlemez. (Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin öldürülmesini, Kerbela olayını anımsayınız…) Buradan çıkışla övdüğün Peygamberinin Ehli Beytine bile hayrı dokunmayan bir Tanrı’yın bize ne hayrı dokunabilir?.. Bütün bunlar Tanrı’yın yanlış anlayışımızın sondur. Tanrı’yı doğru anlarsak bütün bu sorulara yanıt buluruz…
11. Yukarıdaki tümceler kendi arasında da tutarsız. “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık.” Tanrı’a ne oluyor da en güzel şekilde yarattığı insanı tutup aşağıların aşağısı kılıyor. Bu Tanrı’yın insanlardan ne alıp veremediği var. Bu Tanrı’yın Tanrılığına yakışır mı? Şöyle dese daha doğru olmaz mıydı? “Biz onu en güzel şekilde yarattık ama o kendisini, kendi eylemleriyle, aşağıların aşağısı kıldı…”
Bir de şu var yüce olduğundan kuşku duyulmayan, Levh-i Mahfuzda yazgımızı belirleyen bir Tanrı bizi niçin sınava tabi tutuyor? Biz insanları biyolojik bir bilgisayar gibi kodlayan kendisi değil mi? Biz insanlar da mekanik bilgisayar gibi verilen komutlar üzerine hareket etmiyor muyuz?
Sonra yüce olduğundan kuşku duyulmayan Tanrı’yın bizi niçin kendisine tek yanlı iltihakı bir işlemle borçlu kılsın. Niçin biz insanların kendisi için yatıp kalkmamızdan, bir takım yoksunluklara katlanarak dünya nimetlerinden yoksun kalmamızdan mutlu olsun. Bu kadar yarattıkları varken niçin insanları kendine borçlu kılsın?
Sonra mükemmel, merhametli olan bir Tanrı, “Hırsızın elini kesin!” der mi? Her suçun belirli bir sürede geçerli bir cezası vardır. Bir hırsızın eli kesilirse cezası ömür oyu sürmüş olmayacak mı? Eli kesilen adama kim nasıl, niçin iş versin. Eli kesilen insan nasıl geçinsin? Bir suçun cezası bu kadar ağır ve uzun süreli olabilir mi? Hangimiz küçüklüğümüzde, gençliğimizde başkasının malına el uzatmadık…
Al bir tane daha… İnsana cinsellik duygusunu veren Tanrı, cinselliğini kullanan bir kişinin niçin taşlanarak öldürülmesine cevaz versin. Tanrı bu denli duyarsız mı kendi yarattığı insanının taşlanarak öldürülmesini buyursun…
İslam inancına göre; dinini değiştiren öldürülür; o da diri diri ateşe yakılarak öldürülür. Sonra “Ateşte yakmak Tanrı’a özgüdür. Önce öldürün, sonra ateşe atın denir…” Bu olaylar Hadislerde anlatılır. Dinini değiştirenlere yapılan uygulamalar için Hadis kitaplarını okuyunuz. Peki, merhamet simgesi olması gereken bir Tanrı insanın düşünce ve inanç özgürlüğüne niçin saygı duymaz da. Dinini değiştiren bir kişiyi ateşlere atarak sonsuza kadar ateşlerde yakar… (K. 2/ 217)
Artık Tanrı doğmamıştır, doğurmamıştır. Cebbardır, Rahmandır, Rahimdir… diyeceğimize “Tanrı nedir, nerededir?” sorusuna yanıt vermek zorundayız…
12. Çağ değişmiş; artık Tanrı anlayışımızı da değiştirmeliyiz. Bunu ben şimdi söylemiş olayım da; ister beğenilsin, ister beğenilmesin… Ama biliyorum ki geleceğin insanları bana hak vereceklerdir.
Ruhçulara (Dincilere) göre yaratılış bitmiştir. Oysa, bilime göre, gerçeklere, gözlemlere göre, yaratılış sürüp gitmektedir. Şu an binlerce tür yüzeye çıkmakta ve binlerce türün de soyu (nesli) yok olmaktadır… Yine şu an yine binlerce yıldız doğmakta ve ölmektedir.
Şu habere birlikte göz atalım: “GEZEGEN OLUŞUMUNDAKİ SIR NİHAYET ÇÖZÜLÜYOR: Amerikalı astronomlar, gezegenlerin oluşum sürecinde şimdiye dek ‘eksik halka’ olarak nitelenen aşamayı gözlemlemeyi başardılar. Colorado Üniversitesi astronomlarından Henry Throop, ‘eksik halkayı’ Amerikan uzay teleskopu Hubble sayesinde bulduklarını açıkladı. Astronom Throop’un açıklamasına göre, dünyadan yaklaşık 1500 ışık yılı ötedeki Orion nebulasında (bulutsu) oluşmakta olan 3 yıldızın çevresinde, normalden en az 100 kat daha büyük yıldızlararası toz parçacıkları, adeta yokuş aşağı yuvarlanan kartopunun büyümesi gibi bir araya toplanarak gezegeni oluşturan madde topunu yaratıyor. Amerikalı astronomların gözlemledikleri olayın gezegenlerin oluşum sürecini yansıttığı doğrulanırsa dünyamızın yer aldığı güneş sistemi benzeri yapılar evrende çok sık görülen sıradan bir nitelik kazanacak; yani evrende, çok sayıda güneş ve dünya bulunması ihtimali sınırsız artıyor.” (Hürriyet gazetesi, l5.10.l987, s.17)
Bir de şu haberi okuyalım: “UZAYDA BİR YILDIZ DOĞUYOR: Uzay teleskopu Hubble’ın NASA’ya gönderdiği fotoğrafları inceleyen bilim adamları, güneş sisteminde yeni yıldızların oluştuğunu açıkladı. Yoğun bir gaz ve toz bulutu arasında doğan yeni yıldızlar, güneşin 300 bin katı parlaklıkta ışık saçıyorlar. Dünya’dan 200 bin ışık yılı uzaklıkta olan “iri cüsseli” yıldızların gökbilimciler için yeni ve zengin bir araştırma kaynağı olması bekleniyor. REUTERS” (Sabah gazetesi, 25. 7. 1988, s.5)
Bu bilimsel veriler gösteriyor ki yaratılış (oluşum) sürüp gitmektedir. Oysa dinlere göre yaratılış (oluşum) bitmiştir. “OL” denince ve her şey olup bitmiştir.
13. Öyle tümceler vardır ki kutsal kitaplarda akıl alacak gibi değil. Burada yalnız Kuran’dan alıntı yapalım: “Tanrı, bir şey yaratmak istediğinde “OL” der ve o şey derhal olur.” (Bkz. K. 2/117, 3/47, 59, 16/40, 19/35, 36/82, 40/68 ve 54/50). Bu tümceler de hep “OL!” denince her şeyin olduğu belirtiliyor.
Görüldüğü gibi Tanrı, “Ol” demiş, olmuş; oluşum diye bir süreç söz konusu değil. Oysa oluşum bir sürece bağlıdır ve süreç sürüp gitmektedir. Asıl önemlisi “Ol” deyince bir şey olmaz. Olabilmesi için ortada bir materyal olması gerektir. Örnek masa yapmak için bile çivi, tahta, tutkal, testere, ölçüm aygıtı gerektir.
Yoktan hiçbir şey olmaz. Bunu bilim kanıtlamıştır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz…” (Lavezion. Maddenin Sakınımı Yasası)
Ol deyince hiçbir şey olmaz. Olabilmesi için koşullara gereksinim vardır. Bu arada materyal yanında, oluşum için, bir de süreye gereksinim vardır.
Zaman ve oluşum koşulları gerçekleşmeden bir canlı “Ol deyince olmaz.” Örneğin: Bir yumurtadan bir civcivin çıkması için bile belirli bir süreç yanında belirli koşulların olmasına gerek vardır. Bu gerçekliği tavuk bile bilmektedir. Tavuk, kuluçkadan kalkıp yemini yiyip suyunu içer içmez hemen kuluçkaya koşar. Kuşlar, bu oluşum zorunluluğunu bildiğinden dişisi yemlenmek ve su içmek için kuluçkadan kalkar kalkmaz erkeği gelip hemen kuluçkaya yatar.
Yine hayvanlarda ve insanlarda doğum olayının gerçekleşebilmesi için belli koşulların olması gerektir. Bir yavrunun olması için erkek ve dişinin bir araya gelerek sevişip birleşmesi gerek. Sonra da gerek hayvanlarda ve gerekse insanlarda bu birleşmeden sonra belirli bir sürecin geçmesi zorunluluğu vardır.
Yavrunun doğması ile de süreç tamamlanmıyor. Yeni bir süreç başlıyor. Emekleyecek, yürüyecek, heceleyecek, konuşacak ve yine başka süreçler başlayacak.
Görüldüğü gibi ol denince olan bir şey yok. İnsanların ve hayvanların bu gerçekliği bildiği halde Tanrı’nın bilmemesi olası mı? Eğer dedikleri gibi kutsal kitaplar Tanrı tarafından indirilmiş olsaydı her şeyi bilen ve gören Tanrı’nın “OL” deyince “Olur” sözcüğünü kullanmaması gerekirdi.
14. Burada bir gerçeğe daha değinmek zorunluluğu var. Değil mi ki Tanrı “Ol!” deyince oluyor. Tanrı, İslam dini için 14 asır önce; “Hak geldi batıl yok oldu!”, “Hak din İslam’dır”, “İslam olunuz!”, demiş, ama, l400 yıldır bütün insanların Müslüman olmasını sağlayamamış. Tersine; İspanya’ya, Hindistan’a kadar yayılan İslam devleti küçüle küle Mekke, Medine ve Ortadoğu çevresinde kalmıştır.
Sonra dünyada bulunan insanların yalnızca 2 milyarı Müslüman. Hani “Ol! denince olurdu.” Niçin bütün dünya 1400 yıldır halâ Müslüman olmadı… Tanrı da “Hak dinin İslam olduğunu…” söylemiş miydi… Bu nasıl oluyor?
Hani “Tanrı her şeye kadirdi… Hani Hak gelmiş batıl yok olmuştu? “Şimdi kimileri zamanı gelince o da olur!” diyebilir. Peki, her şeyi yapmaya muktedir olan bir güçlü varlığın zamana ne gereksinimi olabilir ki… “Ol!” desin bu iş olsun, bitsin…
Ne var ki dünyamızın nüfusunu oluşturan insanların beşte dördüne yakını gayr-i Müslim. Peki, Tanrı “OL!” demiş de insanlığın hepsi niçin Müslüman olmamış. Bir parça aklı olanın bunları düşünmesi gerekmez mi?
Bu soruya ne zaman nasıl yanıt verilecektir? Kaldı ki İslam da aklımızı kullanmayı emretmiyor mu? “Tanrı, murdarlığı (küfrü) akıllarını kullanmayanlara verir.” (K. 10/100) demiyor mu?
Yine her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın aracıya, kitaba ne gereksinim duysun ki? Dünyayı, Evreni yaratırken Peygamberlere, kitaplara mı gereksinim mi duydu ki…
Kaldı ki bu gün bile peygamber göndermediği, kitap indirmediği yüzlerce topluluk var. Örneğin Eskimolar, Afrika Pigmeler, ve Avustralya’daki Oberjinler, Amerika’nın Amazon ormanlarında yaşayan yerlileri amazonlar, Afrika’da yaşayan pigmeler…
Adamlar hala değil puta tapmak Tanrı nedir bilmiyorlar, gereksinim de duymuyorlar. Doğal bir yaşam içinde Tanrılılardan ve Tanrısızlardan, kitaplılardan ve kitapsızlılardan daha huzurlu bir yaşam sürdürüyorlar. Hiç olmazsa huzursuzluk, mutsuzluk nedir bilmiyorlar…
Bütün bunlar gösteriyor ki dinler toplumsal bir olaydır. Toplumlar geliştikçe zıvanadan çıkıyor; zıvanadan çıktıkça da bir dine gereksinim duyuyorlar. Bir birlik ve mutluluk oluşturmak için kendilerine göre bilgisizlikten, korkudan kaynaklanan bir Tanrı yaratıyorlar. Bir Peygambere gereksinim duyuyorlar, kutsal kitaplar diye tutturuyorlar ve tutturdukça da birbirlerine giriyorlar, birbirlerinin canını alıyorlar, malını paylaşıyorlar, karısını kızını, oğlunu cariye köle olarak kullanıyor ve satıyorlar.
Bu peygamberler içinde cariye ve köle kullananlar olduğu gibi köle ticareti yapan peygamberleri de görüyoruz. Bu konuda bilgilenmek istiyorsanız İlhan Arsel’in kitaplarına, özellikle Şeriat ve Kadın” ve “ Kölelik” adlı kitaplarına bakabilirsiniz.
Bütün bunlar gösteriyor ki Tanrı böyle bir zulme ve vahşete ortam hazırlamaz. Din adına cinayetlere, kan ve gözyaşlarına vesile olamaz. Bu nedenle kutsal kitaplarda bizlere tanrı sözü diye dayatılan öğretilere gözü kapalı inanmamalıyız. Bunların içinden günümüzün ahlak ve hukukuna uyanları almalıyız. Bunun için de kutsal kitaplardaki beşeri olan, siyasî olan ve ilâhi olan ayetleri bilmek ve ayırmak zorundayız. Bunun yanında Tanrı teriminin ne anlama geldiğini, hangi kavramları kapsadığını bilmemiz gerekiyor ki kutsal kitaplarda yazılanları anlayabilelim…
15. İlerdeki sayfalarda Tanrı terimin ne demek olduğu açıklanacaktır. Tanrı Sözü dinsel bir kavramdır. Her bilimin kendine göre bir terimi vardır. Din ilminin de (biliminin değil) kendine göre terimleri vardır. Bunlar bilinmeden Tanrı ve din konusunda ahkam kesmek cehaletin belirtisidir. Her, Tanrı’a inanırım diyen, her dindarım deyen dinsel terimlerin ne anlama geldiğini bilmez. Bilse farklı inanç sahiplerini kâfir olarak görmez.
Anadolu erenleri “72 milleti bir görmeyen bizden değildir!” sözünü boşa söylememiştir.
Eğer kutsal kitaplar gerçek anlamda Tanrı sözü olsaydı:
“Ey İnananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da o da onlardan dır. Tanrı zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (K. Maide; 5/51) demezdi.
“Fitne kalmayıp yalnız Tanrı’yın dini kalana kadar onlarla savasın.” (K. Enfal. 8/39. denmezdi.
“Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” (K. 9/5) denmezdi…
“Yaratılanı sevin yaratandan ötürü!” derdi. Bu sözleri bunlar asırlarca önce Anadolu ermişleri söylemekten çekinmemişlerdir.
Tanrı her şeyi bilen olduğundan böyle insan hakları ilkesine aykırı tümceler söylemezdi. Çünkü günümüz insanlığı İnsan Hakları Evrensel bildirgesinde “Herkes, ırk, din, cins, dil, din bakımından eşittir” demektedir. Elbette bir Tanrı’ya insanlardan daha değerli ve güzel sözler söylemek düşer.
16. Tanrı sözü denmesinin (Tanrı kelamı) bir gerçekliği vardır. Ancak bunlar mecaz anlamdadır. Tanrı sözcüğünün ne demek olduğu ilerdeki sayfalarda açıklanacaktır. Eğer mevcut dinler gerçekten Tanrı dini olsa idi böyle Yahudi, Hıristiyan, Müslüman diye kollara ayrılmazdı. Aslında, Tanrı ve Din’i bir’dir. Bu da aşağıdaki ayette dile getirilir:
“O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Tanrı’yın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Tanrı’yın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.” (K. 30/30)
Tanrı da, Din de bir olduğuna göre dinler arasındaki bu ayrılık nereden doğmaktadır. Bu din dedikleri Tanrı’nın dini değil; Peygamberlerin şeriatıdır. Bu da halk arasında Musa şeriatı, İsa şeriatı, Muhammed şeriatı diye geçer…
Din ve ahlak duygusu dinli dinsiz bütün insanların yaratılışında vardır.
Bütün insanlarda var ola: Din duygusu, Akıl yürütme, acıma, paylaşımcılık, evrensel ve genel değerler, sevgi, vicdan gibi yüce duygular Tanrı kavramı ile ifade edilir. Bu duygulara sahip olan insanlık bir bütün teşkil eder ve ayrımcılığa düşmez.
Ne var ki kendi görüşünü Tanrı dini olarak insanlığa dayatanlar yüzünden insanlık asırlardır birbirinin canına kıymaktadır. Var olan Tanrı bundan rahatsız olmaktadır. Burada Tanrı derken insandaki: Akıl, sağduyu, kültür ve vicdanı kastediyorum; çünkü bunlar yüce değerlerdir…
Bu nedenlerle var olan bütün dinler ilahî olmayıp toplumsaldır. İnsanlar toplum yararına gördükleri davranışları ve olayları alışkanlık haline getirmiş ve giderek de bu alışkanlıklar kutsallaştırılarak din haline getirmiştir.
17. “Ol DER ve O ŞEY DERHAL OLUR” (K. 2/117, 3/47, 59, 19/35, 36/82, 40/68) deniyor. Bu yargı ise bilimine aykırıdır. Çünkü bir varlığın oluşması için zamana ve koşullara gereksinim olduğunu az yukarıda açıklamıştık.
Ne var ki, kutsal kitapların açıkladığı bu yargıyı yine kutsal kitaplar yalanlıyor. “Ol!” demesiyle olur diyen kutsal kitaplar; kendi kendileri ile çelişkiye düşerek, dünyanın, yerin göğün yaratılması için bir zaman geçtiğini yazmaktadır. Bu konuda Kuran’ın Tevrat’tan aktardığı şu tümceleri (ayetleri) okuyalım:
“Tanrı yeri iki günde yarattı. (K. 41/49)
“Tanrı iki günde yedi gök yarattı.” (K. 49/12)
“Yer ve gök altı günde (veya devrede) yaratıldı.” (K. 7/54, 10/3, 11/7, 25/59, 32/4, 50/38, 57/4) Görüldüğü gibi “OL!” demekle olmuyor. Bir şeyin oluşması için zamana gereksinim duyuluyor…
18. Yukarıdaki paragraftaki tümcelerde (ayetlerde) bir de söylem üzerinde durmak gerekiyor: Hepsinde de konuşan Tanrı değil; Tanrı’nın dışındaki üçüncü bir kişidir. Eğer söyleyen Tanrı olsaydı:
” Bir şey yaratmak istediğimde “Ol DERİM ve O ŞEY DERHAL OLUR”
“Yeri iki günde, gökleri de iki günde yarattım.”
“İki günde yedi gök yarattım.”
“Yeri ve göğü altı günde (veya devrede) yarattım.” derdi.
Açıkça görülüyor ki konuşan birinci tekil kişi; yaratan ise üçüncü tekil kişi durumunda görülüyor. Bu söylemlerden anlaşılıyor ki, buradaki sözün sahibi İslam Peygamberidir. Tanrı konuşmuş olsaydı O’nun birinci tekil kişi olarak konuşması gerekirdi. Bu tümceleri söyleyenler insanoğlu yani peygamberler. Tanrı’nın büyüklüğünü, gücünü , yüceliğini anlatmak ve halkı korkutmak için O’nu her şeye gücü yeten bir varlık olarak gösteriyorlar. Ve inanmaya yanaşmayanı da kâfir olarak niteliyorlar. İnsanlar da ölüm korkusu ile düşünmeden körü körü inanıyor. “Efendim, burada konuşan Tanrı değil; insandır!” diyemiyor.
Burada üzerinde durulması gereken bir gerçek daha var. O da: Bilime göre hiçbir şey “Ol!” deyince olmaz. Niteliğin değişmesi için nicelik birikimi olmalı. Bu da belirli bir süreç gerektirir. Kaldı ki elde bir özdek (madde-materyal) olmadan hiçbir şey olmaz. Yoktan hiçbir şey üretilemez. Bir şeyin olması için onun ham maddesinin olması gerekir. İletişim bu denli gelişmişken, bilim bu denli ilerlemişken her şeye körü körüne inanmak ve insanın aklını kullanmaması insana yakışmaz.
19. Ruhçular, Dinciler, iki de bir; din, bilim ile çatışmaz diyerek kendilerini aldatırlar. “Tanrı dünyayı yoktan var etti!” derler. Örneğin Emir Fevzi Mardin tarafından yazılan Kuran’ın Türkçesi, 2. Basım, Yelken Matbaası-İst. 1976, s. 100: “Gökleri ve yeri yoktan icat eden odur.” diyor. Aynı söylem kutsal kitaplarda da geçer. Ama bilim böyle demiyor. Bilim insanlara “Hiçbir madde yoktan var olamaz!” diye öğretiyor. Fen ve tabiat bilgisi derslerinde de öğrencilere böyle öğretiliyor; ama “Din ve ahlak Dersi” kitaplarına göre öğretim yapan öğretmenler de Kutsal Kitaplara uyarak:: “Tanrı dünyayı yoktan var edendir!” diyor.
Bu ise çocuklarda ikilem yaratıyor. Ruhsal dengeleri bozuluyor. Ortaya iki kişilikli bir öğrenci çıkıyor; öğretmenine başka, çevresine başka şeyler söylüyor. Milli Eğitim Bakanlığının din uğruna öğrencilere biyoloji dersinde başka, Din ve Ahlak Bilgisinde başka bilgiler vermesi pek de doğru bir öğreti olmasa gerek. Millî Eğitimim birbirini yadsıyan öğretilerde bulunmaya hakkı olmasa gerek…
Bizler hiç bir zaman bu ikileme düşmemiştik. Çünkü bizler Atatürk zamanında öğrenim görme şansını yakalamıştık. Şimdi ise Din ve Ahlak dersinde “Tanrı’yın yoktan var ettiğini..” öğrenen öğrenci diğer derslerde : “Hiçbir madde yoktan var olmaz! Var olan da yok olamaz…” (Maddenin sakınımı yasası) yasasını öğrenerek ruhsal çatışma içine düşüyor. İki kişilikli insan olarak yetişiyorlar. Din ve Ahlak Bilgisi dersinde “Tanrı her şeyi yoktan var etti.” denirken; biyoloji-fizik-kimya dersinde “Hiçbir madde yoktan var olamaz.” deniyor…
Çocuklarımızı böyle bir ikileme düşürmeye ne hakkımız var. Şimdi “Din” ile “Bilim” çelişmez denebilir mi? İşte bu nedenlerle de din ve bilim birbirine ters düşüyor. Bunlar nasıl görmezden geliniyor? Daha bu konularda sayısız örnekler var. Bunlar, az da olsa kafası çalışan birinin dikkatinden kaçmaz.
Kaldı ki, Kuran’a göre bile: “Ol!” deyince olma kuralına aykırı söylemler da var. Dünyamız, göklerimiz, “Ol” deyince olmamış. Yer ve göklerin yaratılması için günlerce emek verilmiş… Okuyalım: “Tanrı, yeri 2 günde yarattı.” (K.41/9) Burada yerin göklerden önce ve iki günde yaratılmış olduğuna dikkatinizi çekerim. Bir başka tümcede de şöyle deniyor: “Tanrı, 2 günde 7 gök yaptı.” (K.41/12)
Dikkat: Gökler yerden sonra yaratılıyor ve ayrıca Tanrı yeri yaratırken de 2 günde, 7 göğü yaratırken de iki gün emek sarf ediyor. Oysa yeri bir ölçü olarak kabul etsek.; Gök, yere göre sayıya gelmeyecek kadar büyüktür. Gecenin karanlığında başınızı kaldırıp göğe bakmanız yeterlidir.
Güneşler, samanyolları, yıldızlar sayıya gelmeyecek kadar çok. Gökle yerin aynı sürede yaratılması olanaksızdır. Bunun nedeni o günün koşullarında bilimin (uzay bilimini) bu düzeyde olmaması idi. Çünkü o zaman bütün insanlık bunu böyle biliyordu.
Bir tümce daha: “Yer, gök 6 günde (veya devrede) yaratıldı.” (K. 7/54, 10/3, 11/7, 25/59, 32/4, 50/38, 57/4) Oysa “Tanrı, yeri 2 günde yarattı.” (K.41/9) ve”Tanrı, 2 günde 7 gök yaptı.” (K.41/12) 2 günde yeri, 2 günde de gök’ü yarattığına göre yer ve gök’ün 4 günde yaratıldığı söylenirken bu ayette (7/54) yer gök 6 günde yaratıldı deniyor. Ve bu iki söylem birbiri ile çelişiyor.
Bir de şu tümceye (ayete) dikkatinizi çekmek istiyorum. Hani Tanrı “Bir şeye ol deyince olur”du? ((Bkz. K. 2/117, 3/47, 59, 16/40, 19/35, 36/82, 40/68 ve 54/50). Bir yerde üstünde dura dura hem de birkaç tümcede “BİR ŞEYİN OL DEYİNCE” olduğu söyleniyor. Sonraki tümcelerde (ayetlerde) de yerlerin göklerin olması için günlerce emek verildiği söyleniyor? Bu konu bir başka vesileyle yukarıda da incelenmişti.
Günlerce demekle de yetinilmiyor; bir de bu günlerin bizim zamanımız ölçülerine göre binlerce yılı kapsadığı ileri sürülüyor. Okuyalım: “…senin Rabbinin katında 1 gün sizin saymakta olduğunuz 1000 yıl gibidir.” (K.22/27) dendiğine göre bir zamana gereksinim varmış ve bizim katımızda binlerce yılı kapsayan süre Tanrı katında bir günmüş… Hani “Tanrı, bir şeyin olmasını isterse “OL” demesi yetiyordu?” Bir yılımız Tanrı katında 1000 yıl olduğuna göre, bu “Ol! deyince olur” sözcüğünü nasıl yorumlayacağız.
Öyle bizimkilerin sandığı gibi “Ol!” deyince elektrik ampulü yanarmış gibi bir şey olup bitmiyor. Bu bir süreçtir ve bu oluşum insanlar için gereklidir. Bu demek oluyor ki insanların “iki günü bir” olmamalıdır. İnsan, her geçen gün geçen güne göre mesafe almalıdır. Kendini geliştirmelidir, eksiklerini görüp gidermelidir.
20. Bin yılımız Tanrı nezdinde 1 gün sayılsa bile sonuç değişmez. Süre oluşunu değişmiyor. Olum, “Ol!” denince olmuyor; bir süreye bağlı oluyor… Burada bilime aykırı bir önemli noktaya daha değinmek gerekiyor. Zaman kavramının oluşması için önce güneşin ya da ayın olması gerekir. Çünkü zaman; güneşin, ayın görünüp kaybolmasına göre belirlenir. Güneş ve ay olmadan zamanın belirlenmesine olanak yoktur. Yer, gökten daha önce “Önce yer yaratıldı ve de 2 günde” dendiğine göre; daha Güneş, Ay olmadan zaman hangi ölçüye göre belirleniyor.
Bilindiği gibi zaman dünyamızın ve ayın güneş çevresindeki devinimlerine göre belirlenir. Bir de Tanrı’yın bir gününün bizim ölçülerimize göre 1000 yıl sayıldığı takdirde içinden hiç çıkılmaz. “Bir şeyin olması istenince, ol demesi yettiğine” göre zamana ne gerek var.
Bir parça aklı olan ve bu aklını da çalıştıran kişinin bilime aykırı bu çelişkileri görmemesi olanaksızdır. Ama bunlar ne diyor. “Aklınızı imana kurban edin!” diyor. “İnsan aklını kullanmakla gerçeğe varamaz!” diyor, “Gerçeğe imanla varılabilir!” deniyor. “İnsan, aklını kullandığı takdirde huzura eremez!” deniyor… “Nedenini, niçin araştırmayın” deniyor.
Özetle: “Akla aldırış etmeyin, siz Kuran’ın söylediklerine inanın, akla değil vahye sarılın deniyor. Yoksa, yoksa Tanrı ‘a karşı geldiğiniz için yoldan çıkar, kâfirler taifesine katılır, zındık olur cehennemde cayır cayır yanarsınız, deniyor… Bütün bunların Türkçe’si: “Aklınızı çalıştırmayın, uyumaya devam!..” İşte böyle böyle korkutuluyor insanlar. Bunun sonunda da İslam dünyası batı dünyasından geri kalıyor. Bunun da adı “Tanrı’yın Müslüman kulunu denemesi oluyor!” Yeter artık daha fazla aldatmayın bu masum halkı…
Aklını kullanmayacaksa; niçin vermiş bu aklı insana bu Tanrı? Hem Kuran şöyle demiyor mu?
“O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâp verir.” (K.10/100).
Medyadaki aydınlarımız: “Din işini kurcalamayınız!” derken; politikacılarımız da: “İnançlara saygı!” diyor. Peki, ey politikacılar, inançlara saygılı iseniz; niçin hırsızın elini kesmiyorsunuz, niçin kısasa kısas yapmıyorsunuz? Niçin faizi yasaklamıyorsunuz? Şeraitin emri yalnız tesettür değil ya…
Bu soruları yüzlercesine çoğaltabiliriz. Siz bu söylemlerinizle yalancı durumuna düşmüyor musunuz… Ben şeraitçi olsam elbette size oy vermem, vermediğim gibi verdirtmem de…
Aklı kullanma konusunda Kuran şöyle diyor: “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâp verir.” (K.10/100). Yine bunun gibi aklın önemini vurgulayan yüzlerce ayet var. Bu demektir ki: Aklını kullanmayanlar gerçeği göremez, gerçeğe ulaşamaz; kendini yönetemez, insanlığı yönetemez…
Bir aklını kullanan (laik) batı toplumlarına bakınız bir de vahy’i akıldan üstün tutan doğu toplumların yaşamına bakınız. Bizimkiler aklı, bilimi dışlamaktan başka bir şey bilmiyorlar. Sanıyorlar ki Tanrı’yın emri saydıkları şeriat kurallarına uydukları takdirde Tanrı’yın nazarında saygınlık kazanacaklar. Bu amaçla da güzelim dünyayı cennet yapmak dururken öldükten sonra gidecekleri bir cennet hayali peşinde koşuyorlar.
Hem öbür dünyada cennet hayali peşinde koşuyorlar; hem de aklı kullanmaktan söz ediyorlar. İnanmayın, yalan ha!..
21. Bizimkiler hem şeriat kurallarına uyulmasını hem de aklın kullanılmasını isterler. Ancak, şeriatçılara göre aklın kullanılması demek; aklın, yalnızca Kuran ve Hadis hükümlerinin öğrenmeye ve öğretmeye hasredilmesi demektir. Bunun dışında bilimle uğraşılmasını istemezler. Bu konuda tanınmış İslam alimlerinden Molla Cami şöyle der:
“Kendimize; maddeye ve dünyaya ait bilgi edinmek, Hak’ka ve hakikate varma yolunda engeldir.” (Ortadoğu Din Kültürü. Şükrü Günbulut. Kaynak yayınları. Birinci Baskı 1996. s. 208)
İslam âleminin en büyük alimlerinden Gazali de bilim konusunda şöyle demektedir:
Kurtuluşa erecek ve umduğunu bulacak olanlar ise, öbür dünya bilginleridir… Bütün derinlik ve incelikleri anlayacağım diye fenle (bilim ve teknikle) uğraşma.” (Ortadoğu Din Kültürü. Şükrü Günbulut. Kaynak yayınları. Birinci Baskı 1996. s. 208)
Oysa İslam’ın temel kitabı aklın kullanılmasını ister. “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâp verir.” (K.10/100). Ali Rıza Demircan bu tümceyi (ayeti) şöyle yorumluyor: “Tanrı alçaltıcı pislikleri, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.” derken, Yaşar Nuri Öztürk’ de bu tümceyi (ayeti) şöyle yorumluyor: “Aklını kullanmayanlar azaba uğrarlar.” Ne var ki bunlar, insana “Aklınızı kullanın!” derken asıl söylemek istedikleri: Aklınızı Kuran ve sünnet kurallarını öğrenmeye özgüleyin (hasredin) demek istiyorlar. “Siz, aklınızı Tanrı’yın söylediklerini öğrenmeye ve şeriatın emirlerini yerine getirmeye hasredeceksiniz.” demek istiyorlar.
22. Bir çok mealci; Kuran 10/100 ayetini “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâp verir.” (K.10/100) diye Türkçeleştirirken daha gerçekçi olan İslam alimleri bu tümceyi (ayeti) şöyle Türkçeleştiriyorlar: “Tanrı’yın izni olmadıkça,hiçbir kimse inanamaz ve O, anlamayanları pisliğe götürür.” (K.10/100) Molla Cami ve Gazali’nin yukarıdaki açıklamaları Kuran’a daha uygundur.
Çünkü kutsal kitaplardan Tevrat bile söze “Ve Rab Tanrı adama emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan (bilme ağacından) yediğin gün öleceksin.” (Tevrat. Tekvin. 2/17)
Tevrat’taki hükme en uygun bir tümce de (ayet de) Kuran’da bulunmaktadır ve bu tür tümce çoktur. Okuyalım: “Ve hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyin ardına düşme; kulak, göz ve kalp; gerçekte, insan bütün bunlardan sorguya çekilecektir.” (K. 17/36) Kuran’da bu tür ayetler de çoktur. Bu ayetlere Tanrı’yın emri diye uyduğu için İslam dünyası bilimde, teknikte geri kalmıştır. Oysa bilim bilmediğimiz konularda araştırma yapmaktır. Bilimsel gelişme ancak bilmediklerimizin gerçeğini araştırmakla bulunur.
Eğer, bilmediğiniz şeyin arkasına düşmezsek gerçeği nasıl buluruz? Ama kutsal kitap “… bilgin olmayan şeyin ardına düşersen işin içinden çıkamazsın” diyor. “Büyük günah değilse bile küçük günah işlemiş olursunuz.” diyor.. Bu nedenle olsa İslam dünyasında bilimsel ve teknik gelişme olmuyor…
Oysa bilim; bilmediğin şeyleri öğrenmeye çalışmaktır. Bilinmeyeni bilmeye çalışmak bilimle uğraşmak demektir. Şeriattaki “bilmediğiniz şeyin arkasına düşmeyin” emri: Din kurallarının, din verilerinin, din ayetlerinin dışına çıktığınız takdirde sorguya çekilirsiniz diyor. Böyle bir ayet varken insan bilimsel araştırma yapmaya cesaret edebilir mi?
Böylece insanı yaşamın gereklerinden ve gerçeklerinden koparıyorlar. Bu nedenle bu dünya geçici kabul edilerek insanlarımızı öbür dünyaya hazırlıyorlar. Bilim ve teknikte ilerleyerek yeni yeni buluşlarla bu dünyayı cennete çevireceklerine yoksulluk ve sefalete sürüklüyorlar. İnsanlarının daha sağlıklı ve rahat yaşamasını sağlayan batı aleminin de başına taş yağacağını sanıyorlar…. Oysa şöyle bir ayet daha vardır. Burada da aklı kullanmak öneriliyor. Bilimsel ve teknik araştırmaların önü açılıyor…
“Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (K. 25/44)

Bunların bu söylemlerine inanmamalıdır. Yapılması gereken Doğa’nın (Yaratan’ın) biz insanlara verdiği aklı kullanmaktır.
Bunlar Doğa (Yaratan) tarafından insana bahşedilmiş olan insan aklını dumura uğratıyorlar. Bunlara göre akıl, yalnızca şeriat verilerini öğrenip uygulamaya özgülenmeli… Şeriat verileri dışına çıkıldığı takdirde Cehennem azabına uğrayacaklarını sanıyorlar. Bu söylemleri ile insanlarımızı korkutuyorlar. Ama çağın gerisine düşermişiz,, kafir dediğimiz ülkelere el açarmışız, onlardan kredi beklermişiz umurlarında değil. Geri kalmış olmaktan utanmaya da gerek yok. Nasıl olsa öbür dünyada; onlar, ateşlerde yanacak… Bizimkiler ise Cennette hurilerle yatıp kalkacak…
23. Halkımızın yüzde sekseni yoksulluk sınırı altında, yüzde yirmisi açlık sınırı altında yaşıyormuş… Meslek sahiplerinin oranı düşükmüş, insanlarımız okul, doktor bulmakta güçlük çekiliyormuş, devlet ve sigorta hastanelerinde fiş kuyruğunda, doktor kuyruğunda, ilaç kuyruğunda canı çıkıyormuş, emekliler emekli aylıklarını almak için banka önlerindeki kuyruklarda patır patır düşüp ölüyormuş, geçinmek için fuhşa sürüklenenler artıyormuş… Bunların hiç mi hiç önemi yoktur, önemli olan geçici olan bu dünya değil; ebedi olan öbür dünyadır: İşte “Hak din İslam!” diye bizlere dinlerini dayatanların yaşam felsefeleri budur…
24. Teselli de ediyorlar yoksul insanlarımızı bilgiç bilgiç: “Kafirler bu dünyalarını kazanmışlar; öbür dünyalarını yitirmişlerdir; ama sizler öbür dünyayı kazanıyorsunuz.” diye saf insanlarımızı hayale bağlıyorlar. “Önemli olan bu dünya değildir; önemli olan öbür dünyadır, ebedi yaşamdır!” diyorlar… Her gün medyada (radyo, Televizyon ve yazılı basın…) bu anlayışla karşımıza çıkıyor…. Böyle bir anlayışla mücadele eden bizler ise Tanrısız, kafir, dinsiz, imansız sayılıyoruz, iyi mi? Halkımızı bu şekilde aldatanlar gerçekten acınacak durumdalar…
25. Oysa önemli olan bu dünyadır. “Bu dünyası berbat olanın, eğer varsa, öbür dünyası da berbat olur.”
Eğer bu dünyada ben; kimseyi aldatmadan, haksız kazanç sağlamadan refah içinde kimseye muhtaç olmadan yaşarsam, varsa öbür dünyada, “Niçin refah içinde yaşadın?” diye hesap sorarlar mı bana? Bu dünyada mutlu, refah içinde yaşarsan, kimseye muhtaç olmadan bir yaşam sürdürürsen öte dünyada yer vermezler mi adama?. Nedir ikide bir “Tanrı sevgili kulları yoksullardır…” demek. Bütün evliyalar hakkında anlatılan menkıbelerde onların yoksullukları övülür ve adeta insanlarımız yoksulluğa, miskinliğe özendirilir.
25. İnsanlarımıza böyle bir anlayış aşılamak tam bir aldatmacadır. Hayal aleminde yaşayarak kendilerini sanal bir varlığın emir ve direktiflerine bağlayanlar; kendi dünyasını heder etmekle kalmayıp insanlarımızın yaşamını da heder etmeye çalışıyorlar. Bunların sağlıklı bir ruh yapısına sahip olduklarına inanamıyorum. Sanal bir varlığa inananların hayal dünyalarındaki gerçeğe aykırılıkları bulup bulup insanlarımızın önüne seriyoruz. Bu yüzden de bu hayal dünyasında yaşayan insanlar tarafından dışlanıyoruz…
26. Bu hayal dünyasında yaşayanların günümüzde en önemli temsilcileri günümüz din alimi sayılan profesörleridir. Bunlar, sağ eğilimli politikacılarımızla birlikte, çağdaş görünerek ülkemizi şeriat karanlığına sürükleyenlerin başında gelmektedir. Bakmayın siz aydın görünüşlerine, çağdaşlık söylemlerine… Bir kişinin kafasının içi değişmedikten sonra ne denli çağdaş görünürse görünsün işe yaramaz. Önemli olan kişinin kafasının değişip değişmediği, kafasının çağdaşlaşıp çağdaşlaşmadığıdır. Bunlar günlük yazılarında televizyondaki ve radyolardaki söylemlerinde halkımızı gerçeklerden koparıp hayal alemine atmaktadırlar.
27. Bunların en çağdaş ve akılcı görüneni halkımıza “Kur’an Müslümanlığı” adı altında yeni bir Müslümanlık sunmaya çalışıyorlar. “Kuran Müslümanlığı” diyerek insanlarımızı şeriata bağlamak istiyorlar. Kuran’daki akılla, bilimle, insan haklarıyla, demokrasiyle ve laiklik ilkesi ile çatışan kurallara hiç mi hiç değinmiyorlar… Kuran’daki kendi görüşlerini doğrulayan ayetleri alıyor, diğerlerini görmezden geliyor ve de kimi ayetleri işine geldiği gibi Türkçeleştirip önümüze koyuyorlar.
28. Bunlar Türkiye’de ve dünyada Kuran nizamını hakim kılmaya çalışanların başında gelmektedir. Erbakan bunların eline su bile dökemez. Erbakan’ın, Cumhuriyetin yeni kuşağı karşısında inandırıcılık yanı yoktur; ama bunların vardır; çünkü bunlar ülkemizi; aydın ve çağdaşlık görünümü altında karanlığa sürüklüyorlar…
29. Bunlardan birinin bir yorumunu: “Kendi Dilinden Son Peygamber” adlı kitabından alıyorum.. Bu zat diyor ki: “Muhammed, depo ettiği cinsel enerjiyi kendi zevkleri için kullanmayı terk ederek onu insanlık hayrına yönlendirmekle de insanoğlu için emsalsiz bir fedakarlık göstermiştir.”
30. İnsan dediğin gerçeğe (Tanrı’a) saygılı olmalıdır. Muhammed’i olumlayacak başka bir özelliğini bulamadı da böyle şeyler uyduruyor… 27’e yakın kadını ve cariyesi olan ve kadınlarının sırasını gözeten bir kişi cinsel enerjiyi nasıl depo edebilir? Sonra depo edilen cinsel enerji insanlık hayrına nasıl kullanılabilir? Bir kişi eşi ile insanlık hayrına nasıl cinsel ilişkiye girebilir… Dünyada, gelmiş geçmiş hiçbir erkek, insanlığı ne kadar severse sevsin, insanlık hayrına ereksiyon olmamıştır, olamaz da…
31. Burada hangi mantıksızlığı ele alalım: Demek ki, Muhammed bir zamanlar cinsel enerjiyi kendi zevkleri için kullanıyormuş da; sonradan, cinsel enerjisini kendi zevkleri için kullanmaktan vazgeçerek depo etmiş ve emsalsiz bir fedakarlık göstermiş… Sonra da bu depoladığı cinsel enerjiyi insanlık hayrına yönlendirmeye başlamış. Hem de emsalsiz bir fedakarlık göstererek… Buna inanmak için gerçekten saf olmak gerekir. Hangi insan, 27’e yakın karısı ve cariyesi olur da cinsel enerjisini depo edebilir.
32. Hem, “Her gün bir eşi ile yatarak onlar arasında eşitliği gözettiğini söyleyen” ve kimi zaman da bütün eşleri ile cinsel ilişkiye girerek “Tanrı bana 40 erkeğin şehvetini verdi” diye övünen bir peygamber nasıl olur da cinsel enerjisini depo eder? “Kendisinde, kırk erkek gücü olduğunu anlatan kitaplar” İslam alimleri tarafından yazılmamış mı? Kendisinin “Bana bu dünyada üç şey sevdirildi: Güzel kadın, güzel koku, namaz…” hadisini nasıl unutabiliriz… Bu güzel kadınların yalnızca yüzüne bakarak mı cinsel enerjisini depo etmiş…
33. Şimdi soruyorum. Normal yapıda olan insanlardan hangisi (erkeği ve dişisi) cinsel enerjisini insanlık hayrına depolayabilmiş? Bir insan sidiğini (idrarını) depolayabilir ki cinsel enerjisini depolayabilsin. Cinsellik de insanlar için; yeme, içme, işeme gibi bir gereksinimdir… Cinselliğini depo eden insan sağlığı yanında akıl dengesini de yitirebilir, ikilem içine düşer, normal çalışmasını ve yaşamını sürdüremez, sağlıklı çalışamaz.
34. Cinsel enerjisini depo ederek doyumsuzluk çeken insanlar çabuk yaşlanır ve çabuk çöker… Dahası, saldırgan olur, anormal davranışlarda bulunur. Bu nedenle halkımız arasında cinsel açlık çektiği için anormal davranışlarda bulunanlar için “Bekarlık, başına vurmuş!” denir Yine cinsel enerji insanlık hayrına nasıl depo edilebilir. Bir cinsellik başkasının hayrı için depolanabilir mi? Bir cinsel enerji başkasının hayrına kullanılabilir mi? Cinsellik insanın kendisi için olmazsa başkası için hiç olmaz…
35. Denemesi zor değil. Normal bir erkeğe; “Ne olur, insanlık hayrına gel şu dişleri dökülmüş kocakarı ile birleş!” densin… Eğer hayvanlığı güçlü değilse, ölü değilse (Ölü konusu ilerde açıklanıp işlenecektir), şehvetin tutsağı değilse imkanı yok cinsel ilişkiye giremez. Ya da herhangi bir cinse: “Gel şu sevmediğin kişi ile insanlık hayrına bir gece sabahla!” dense, buna hangi cinsel enerjisini depolamış kişi yanaşabilir… Bu işi ancak ölü ve şehvet düşkünü kişiler yapabilir. Bu “Ölü” ve şehvet tutsağı yaratıklar hayvanlardan daha aşağıdırlar. Bunlara örnek olarak: köpeğe, ineğe, yaralı leyleğe tecavüz eden kişileri örnek gösterebiliriz (Gazetelerden…). Bunlara insan taslağı, insanımsı, işaret çubuğu (tasavvufi bir deyimdir) denebilir ancak. Kuran, bu aşağılık kişiler için şöyle demektedir:
“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (K. 7/179)
36. Bunlar Tanrı’yın yarattığı olamaz, Tanrı’yın yarattıkları bu işleri yapamaz. Bu işleri yapsa yapsa doğanın yarattıkları yapar ancak. Tanrı’yın yarattığı ile doğanın yarattığı yaratıkları bilmek din ilmine ilişkin bir konudur. Bu konuyu dinini dayatmak isteyenler değil benim gibi dinini yaşamak isteyenler bilir ancak ve bu konu “sırrullah”tır… Anlayan varsa beri gelsin, önünde saygı ile eğileyim…
Cinsellik her zaman ve her koşulda insanın kendisi için söz konusudur. Başka türlü olmaz. Bu düşüncede olan kişinin arkasına düşen insan ya da toplumun varacağı nokta; akıl dışılık ve şeriat olacaktır… Bu nedenle diyorum ki aman dikkat!…
37. Bütün kutsal kitaplar peygamberlerin görüşüdür. Örneğin Tevrat, yalnız Musa’nın sözleri değil; ondan sonra gelen peygamberlerin, azizlerin hahamların, kahinlerin de sözüdür ve bunlara Peygamber denmediği halde bunların sözleri de Tanrı kelamı olarak kabul edilmiştir.
38. İncil de Tevrat gibi İsa’nın ve kendisinden sonra gelen havarilerin sözleridir. Havariler peygamber olmadığı halde Kuran’da bunlara da, İsa’nın anası olan Meryem’e de, peygamber olmadığı halde, vahiy geldiğini ve bunlar içinde en önemlisi Yahudi iken yüzlerce Hıristiyan’ı ihbar edip tutuklattırdıktan sonra İsevi olan Pavlus’un: “Rab değil, ben söylüyorum!” (İn. Kor. 1.Mek.7/12) dediği halde söyledikleri de Tanrı kelamı sayılmıştır. Burada Rab dediği; halkın sandığı gibi yukarıdaki bir Tanrı değil, İsa’dır… Hıristiyanlar İsa’yı Rab olarak bilir…
39. Kuran da İslam Peygamberinin sözleridir. Bu gerçeği de yine Kuran’dan öğrenmekteyiz. Önce bu konuda Kuran’da yazılmış ayeti okuyalım. “Şüphesiz Kuran, çok şerefli bir peygamberin sözüdür. (K. 69/40, 81/19).
Şeyh Bedrettin Simavi bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir:
“Kuran, Tanrı sözü değildir. Tanrı’nın peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur.” (Şeyh Bedrettin Varidat. İnceleme ve çeviri: Cemil Yener. Elif Yayınevi. 1970. s. 49)
Helal olsun Şey Bedrettin’e bu gerçeği günümüzden 650 yıl önce dile getirebilmiştir.
Görüldüğü gibi bütün kutsal kitaplar din büyüklerinin sözleridir. Ancak, inandırıcılık sağlamak için Tanrı kelamı denmiştir. Aslında “Tanrı Sözü” (Tanrı kelamı) mecazî bir anlatımdır. Din büyüklerin ahlaka, inanca, insanların huzur ve mutluluğu için söylediği sözlerine Hak Söz denir ki bu insanın içine doğunca söylemekten kendini alamaz.Bunu da dil ilminde ”vahiy” denir.
40. Duygularına (Hislerine, isteklerine, nefsine) hakim olarak doğru dürüst, erdemli bir yaşam süren insanlar olgunlaşır ve Tanrı’ya yaklaşır (vuslat). Bunlara olgunlaşmış insanlar anlamına insan-I kâmil denir. Olgunlaşan insan iradesine hakim olur. İçinden gelen ve kendisini uyaran bir ses duyar ki buna içe doğuş (vahiy) denir. İnsan kendisini olumluluğa yönelten bu sese uyduğu zaman tutum ve davranışından dolayı başı ağrımaz. Ekonomik durumu ne olursa olsun huzur mutluluk içinde yaşar gider.
41. Olgunlaşan ve Tanrı’ya (doğru, dürüst, erdemli yaşama…) sarılan insanların başı ağrımaz. Din ilminde; Tanrıya sarılan; yani daima doğru, dürüst erdemli bir yaşam sürdüren bir insan vuslata ermiş olarak kabul edilir. Bu ise Kuran’da “Nefsini temizleyen kurtulmuştur!” (K. 91/9) diye ifade edilir. Bu bir ilahi ayettir. Kuran’da bu tür ilâhi ayetler çoktur. Marifet beşeri, ilahî ve siyasî ayetleri birbirinden ayırmak ve ilahî ayetlere sarılmaktır. İlâhi ayetleri kendisine kılavuz olarak kabul edenlerin iki günü bir olmaz ve daima olgunlaşır ve yücelir..
42. Eğer, bütün kutsal kitaplar din büyüklerinin sözleridir dense inandırıcılık sağlanamayacaktı… Bunun sonucu olarak da dinsel kuralları uygulamaya kimse yanaşmazdı… Bunun içindir ki Tanrı kelamı nitelemesi ile kutsallaştırılarak dine inandırıcılık ve itaat sağlamışlardır. Eğer kutsal kitaplar Tanrı kelamı olmuş olsaydı; din kuralları uygulanmadığı takdirde Tanrı; “Benim kuralları niçin uygulamıyorsunuz?” diye insanların başına taş yağdırırdı…
43. Bu gün Türkiye Cumhuriyetinde de Kuran hükmü olan 232-234 ayet, çağımız insan hakları ve hukuk anlayışı ile bağdaşmadığı gerekçesi ile uygulanmamaktadır. Eğer dedikleri gibi Tanrı’yın sözleri olmuş olsa idi TC’nin haddine mi düşmüştü Tanrı’yın koyduğu kuralları uygulamamak… Çünkü Kuran’da şöyle deniyor: “Hüküm Tanrı’yındır. O’nun hükmünü takip edip bozacak yoktur. O, hesabı çabuk görür.” (K. 13/41)
44. Kuran’ın 232-234 ayeti; günümüz insan hakları, hukuk ve ekonomi kurallarına aykırı olduğu için ülkemizde uygulanmamaktadır. Tek bir örnekle yetineyim: Kuran’da faiz kesin olarak yasaklandığı halde günümüz sağcı ve solcu iktidarlarınca faiz yasaklarına uyulmuyor ve bütün kredi olaylarında faiz uygulanıyor. Bu tür uygulamalara daha çok örnek verilebilir. Oysa Tanrı; emrine karşı gelenin hesabını çabucak göreceğini söylüyor.. “O, çok hızlı hesap görendir.” (K. 13/41).
45. Bu örnekleri, okuyucularımı düşünmeye yöneltmek, aklını işletmek amacı ile veriyorum. Kaldı ki din de insanlara aklını kullanmayı öğütlemiyor mu? Okuyalım, Kuran: “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâb verir.” (K. 1/100) demektedir. Değil mi ki dinimiz bize aklımızı kullanmamızı emrediyor; bu takdirde aklımızı kullanarak sorunlara ir çözüm getirmemiz gerekiyor… Aklımızı kullandığımız takdirde işin içinden nasıl çakacağız. İşin içinden ancak Tanrı kavramının ne anlama geldiğini bilmekle çıkabiliriz. Tanrı ve din ilminde ilerlemiş olanlar bu işin içinden kolaylıkla çıkabilmişlerdir.
46. Eğer Tanrı, din edebiyatı ve felsefesinde araştırma yaparak ezoterik (Batınî, gizli, ilm-i ledün…) bilgisinin ne demek olduğunu bilirsek bütün dinsel terimlerin halkın verdiği anlamlar dışında birer anlamı olduğunu anlarız. Bu anlamları ancak dini tahkiki (Dinsel konuda araştırma ve inceleme yapanlar…) yapanlar bilir. Şimdi ben; Beyazidi Bestami, Hallaç-ı Mansur, Nesimi, Muhiddin Arabi, Mevlana, Yunus Emre ve Şeyh Bedrettin gibi ilm-i ledün konusunda gerçeklere ermiş din bilginlerine özenmekle ve onların sözlerini aktarmakla din ve İslam düşmanlığı mı yapmış oluyorum. Ne kadar cahilce bir yargı…
47. Yunus Emre bile, günümüzden 700 yıl önce halka gerçeklerin söylenmemesi üzerine vecde gelerek şöyle demekten kendini alamamıştır:
“Oruç namaz zekat hac cürm ü cinayettir
Fakir bundan azattır has ül heves içinde.
Aynel yakîn görüptür
Yunus mecnun oluptur
Bir ile Bir oluptur Hakk-al yakîn içinde”
Yunus’un eski dilde söylediklerini günümüz dili ile söylersek: : “Hac, namaz, oruç, zekat bana göre anlamsız olup bu yükten kurtuldum ve Hak’kı aynel yakıyn olarak bildim!” diyor,
48. Yunus Emre: Ben aynel yakîn mertebesinde olduğum için kendimden geçerek Tanrı’yla iç içe olmuşumdur…” demektedir. Eğer Yunus Emre, günümüzde yaşayıp da bu sözleri söylemiş olsaydı din bilgisinden habersizlerin oluşturduğu yasa gereğince dine hakaret nedeniyle kovuşturulmaktan ve belki de ceza almaktan kendini kurtaramazdı.
49. Yunus bu söylemleri ile dinsel tapınmalarla Tanrı yolunda mesafe alınamayacağını; işin içinde başka işler olduğunu, bunun için din yolunda yürümek isteyenlerin nefsi ile mücadele ederek gerçekleri öğrenmeye çalışması gerektiğini söylemektedir. Bu konuda Ebu Sait’in şu sözleri çok önemlidir::
“Şeyh Ebu Said’in sözü: O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (TEVHİD’İN SIRLARI. Muhammed Bin Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)
50. Bu sözü biraz açalım: Tanrı’yı yalnızca ibadetle bulamazsınız; kinden, kibirden, öfkeden, nefretten, hasislikten, kıskançlıktan, dedikodudan, uzaklaşarak; doğrulukla, dürüstlükle, iyilikle, insanlara iyi davranmakla ve kimsenin hakkını yememekle bulabilirsiniz. Bu nedenle diyorum ki bu saydığım olumlu kavramlar yanında diğer bütün olumlu kavramlar Tanrı’yı kapsar. Bu olumlu kavramları yaşam ilkesi olarak uygulayanlar Tanrı’ya yaklaşmış olur…
51. Bu arada şöyle bir soru sorulabilir. “Yunus Emre’nin ve diğer din bilginlerinin şeriat için yazdıkları övgü dolu şiirler de vardır. Doğru, vardır… Ama bu ermişlerin döneminde ne demokrasi, ne laiklik, ne de düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü vardı. Bu nedenle cahilleri tahrik etmemek amacı ile onların ağızlarınca vererek olası saldırılarını önlemek istemişlerdir. Yani kendilerini gizlemişlerdir (Takiye yapmışlardır…) Kanıtı da yukarıdaki şiirleridir ve bu şiirlerine benzer daha çok söylemleri ve deyişleri vardır.
52. Bütün tek tanrılı dinlerin en büyük yanılgıları Tanrı ile Peygamberleri ve diğer gerçekçi din bilgini ermişlerin ezoterik bilgilerinden habersiz olmalarıdır. Din anlayışında en büyük yanlışlık Tanrı ile Peygamberi ve gerçek din bilgini ermişleri ayrı ayrı görmektir. Eğer bunlar din bilgisinin alfabesini bilmiş olsalardı işe Tanrı-Peygamber özdeşliğinden söz ederek başlarlardı. Kuran’daki Tanrı- Peygamber özdeşliğini görmek isterseniz şu ayetlere bir göz atabilirsiniz:
“Kim Rasulülah’a itaat etmiş olursa, Tanrı’a itaat etmiş olar.” (K. 4/80)
“… o kimseler ki Tanrı ile Peygamberlerini ayırmak isterler…” (K.4/150)
Ayrıca şu ayetlere de bakabilirsiniz: 8/17, 24. 33/56. 47/33. 48/10)
Tanrı–İnsan özdeşliği konusunda diğer kutsal kitaplarda da birçok ayet vardır ama, anlayan olmadıktan sonra ne çıkar; nerkes kendi zan’nının ardından koştuktan sonra…
Bakınız bu konuda Kuran ne diyor:
“Eğer yer yüzündekilerin ekserisine uyarsan seni Tanrı yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannın ardından giderler…” (K.6/116)
“Mâmafih ekserisi sırf bir zan ardından giderler. Halbuki zan, hak namına hiçbir şey ifade etmez.” (K. 10/36, 66)
“Bu hususta onların hiç bilgileri yoktur, sırf zanna tabi oluyorlar. Halbuki zan, gerçeğe ait hiçbir şey ifade etmez.” (K. 53/28)
53. Kutsal kitaplar arasında yalnız Kuran, İslam Peygamberi Muhammed’in sözleridir. Bir harfi değiştirilmemiştir denilmesine karşın kendisinden sonra gelen Ebubekir, Ömer, Osman tarafından derleme ve düzenleme yapılmıştır. İki tanıkla kanıtlanmayan sözler Kuran’a alınmamıştır.
Bu gerçekleri “İLK AYET” adresli sitelerinde kendileri açıklamaktadırlar. Şimdi bakalım Kuran’daki ayet sayıları birbirini tutuyor mu? Okuyalım:
Kuran’da: Yaygın İnanca göre : 6.666.
İbn-i Abbas’a göre : 6.616.
Tertib-i Ziba’ya göre : 6.273.
Eldeki Kuran’a göre : 6.273.
Ö. Rıza Doğrul’a göre : 6.243.
Refi Cevat Ulunay’a göre : 6.234
Küfelilere göre : 6.218.
Medinelilere göre : 6.214.
Mekkelilere göre : 6.210 ayet bulunmaktadır.
Görülüyor ki her topluluğa ve her araştırmacıya göre sayı değişmektedir. Yaygın inanca göre Kuran’da “6.666” ayet bulunmaktadır. Oysa ki elimizdeki Kuran’da 6.273 ayet vardır.
Salih Nazım’ın Tertib-i Ziba’sındaki bilgiye göre Kuran 6.273 ayettir. Sure başlarındaki Besmeleleri de bunlara eklersek 6.352 ayete ulaşırız.
54. Ö. Rıza Doğrul Tanrı Buyruğu isimli Kuran-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsirinde 6.243 ayet olduğunu, buna besmele eklendiğinde de sayının 6.356’ya yükseleceğini söylemiştir. Ama doğrusu 6.273 ayettir. Buna besmeleler eklenirse sayı 6.386 olur.
55. Merhum Ref’i Cevat Ulunay’a göre Kuran-ı Kerim, 6.666 ayet olarak nazil olmamış 6.234 ayet olarak nazil olmuştur. Ayet sayısının 6.666 denmesi bir galat-ı meşhurdur (Bile bile kullanılan büyük yanlışlar…)” (Bk. Kuran-ı Kerim “Türkçe-Şiir”. Doç. Dr. Bedri Noyan. Ardıç Yayınları 1. Baskı, Şubat 1997. s. 6).
Bu kitapta Kuran hakkında çok geniş açıklamalar ve bilgiler verilmektedir… Kuran hakkında daha geniş bilgi edinmek istiyorsanız Osman Keskioğlu’nun, Diyanet İşleri Başkanlığınca takdir kazanıp tavsiye edilen “KURAN TARİHİ ve Kuran Hakkında Ansiklopedik Bilgiler” adlı Nebioğlu Yayınevince yayınlanan kitaba bakabilirsiniz…
56. Bütün bunlar gösteriyor ki Kuran yazıldığı gibi günümüze gelmemiştir. Eğer Tanrı tarafından indirilmiş olsa idi, Tanrı kelamı olmuş olsa idi, ayet sayısında birliktelik olurdu. Çünkü Kuran’daki “Kuran’ı biz indirdik; onu koruyacak olan elbet de biziz. (K. 15/9)” denmektedir. Bu ayet gereğince ayet sayısında birlik olurdu. Tanrı yazdırmış olsaydı ayet sayısında anlaşmazlığa düşülmesine izin vermezdi. Çünkü Kitabındaki ayet sayısı ile oynayanları çarparak felç ederdi. Tanrı Kelamı denmesi yanlış değildir; ancak bu dinsel bir terimdir ve ancak erbabı bilir…
Bir de şu var ki Kuran’da derleme ve düzenleme yapılırken seçme yapılmamış olsa idi; günümüz hukuk kuralları ile ters düşen daha bir çok ayet görebilirdik.
57. Müslümanlar Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edildiğini; ancak, Kuran’ın tahrif edilmediğini söyleyerek de Tanrı’a saygısızlık etmektedirler. Şöyle ki Tevrat ve İncil de Tanrı tarafından indirildiğine göre; Tanrı, Tevrat’ı ve İncil’i tahrif edenlerin bu tahrifine niçin kayıtsız kalsın… Tanrı kendi kitabının değiştirilmesine seyirci kalır mı? Gücü mü yetmemiş kitaplarını tahrif edenlerin cezasını vermeye… Tevrat’ı ve İncil’i tahrif ederek değiştirenlerden bir tanesini olsun çarparak felç ettiğine ilişkin niçin bilgi vermez tarih kitapları bize…
58. Kuran’ın korunduğunu söyleyip de diğerlerinin değiştirildiğini söylemek Tanrı’a saygısızlık değil mi? Bu nedenle halkımız din işlerinde derine dalma, işin içinden çıkamazsın, kafayı oynatırsın demiştir. Halkımız din olarak yalnızca savm (oruç), salat (namaz), haç, zekat, kelime-i şehadet ile yetinmiştir. Daha ötesini araştırma gereğini hiç mi hiç duymamıştır… Aynı zamanda kimseye de dinini dayatma gereğini duymamıştır. “İsteyen camiye gider. İsteyen de meyhaneye gider!” demiştir. Herkesi kendi özgür istenci ile baş başa bırakmıştır. Bu gün din adına yapılan dayatmayı; Din ilminden ve Tanrı bilgisinden yoksun olanlar yapmıştır ve yapmaktadır… Şu ayetler gayri Müslümanları imana getirmek amacı ile dayatmalarda bulunanlara çok güzel yanıttır.
“Onların hidayete erdirilmeleri senin üzerine bir yükümlülük değildir. Zira Tanrı dilediğini doğru yola iletir.” (K. 2/72)
“Tanrı’yın izni olmadıkça hiçbir nefis için iman etme imkanı yoktur. O, akıllarını güzel bir şekilde kullanmayanları da pislik içinde bırakır.” (K. 10/100)
Bu ayetlere göre Tanrı’yın izni olmayınca bir gayr-i Müslim nasıl imana gelsin?…Öyle kimi kişiler “İmana gel ya kâfir!” deyip dururlar?..
59. Bir de şu var ki eğer Tevrat’ta ve İncil’de tahrifat olmuş olsaydı İslam Peygamberi kendisi ile aynı dönemde yaşayan gayr-i Müslimlere
“Kitabınıza uyun. Kitabınıza uymazsanız kafirlerden ve zalimlerden olursunuz!” demezdi. (K. 5/44, 45).
Ne var ki güçlenip devlet yöneticisi olduğu zaman yukarıdaki iki ayet ve bu ayetlerin tam tersi uygulamalar yapmıştır…Yalnız bir örnek için bakınız:
“Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Tanrı’yın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Tanrı onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (K. 8/39)
“Haram aylar çıkınca bu Tanrı’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Tanrı çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (K. 9/5)
“Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Tanrı’a, ve ahiret gününe inanmayan, Tanrı’yın ve Resulünün haram ettiğini haram tanımayan ve Hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçük düşürülmüşler olarak, elden cizye verecekleri hâle kadar savaşın.” (K. 9/29)
60. Bütün bu şeriat dayatmaları Tanrı’yın dinine aykırılıktır. Çünkü Tanrı kandan nefret eder. Ne var ki bu dayatmalar İslamiyet’in başlangıcından beri vardır. Ülkemizdeki dayatmalar ise Demokrat Parti yönetimi ile başlamış; Erbakan döneminde de doruğa ulaşmıştır. Asıl önemlisi bu iki parti akıl, mantık, sağduyu ve toplumsal gerçeklere, ki saydığım bu kavramların tümü din ilminde Tanrı kavramı kapsamı içinde ifade edilir, uymadığı için darmadağın edilirken ne dinleri ne de Tanrıları kendilerini korumamıştır…
61. Bütün bunlara karşın cehalet, tahakkümünü sürdürmeye çalışmakta ve hala kendi inançlarını laik Devlete dayatmaya girişmektedirler. Erbakan’ın çömezleri olan bu günkü iktidar tarafından “ATATÜRK İLKELERİ ve DEVRİM TARİHİ DERSLERİ Üniversite reformu adı altında öğretimden kaldırılmak istenmektedir. (Bk. 20.2.2003 tarihli Hürriyet). Böylece kendi önderlerinin adı her gün beş vakit minarelerde, dini bayramlarda, doğumda, ölümde, ölü için yapılan mevlitte dile getirilirken hala inanç özgürlüğü yok diyebilmekte ve gerilimi tırmandırmaktadırlar. Amaçları: Türkiye Cumhuriyet’i kurucusu Atatürk’ün adını, sanını unutturmaktır. Onun devrimlerini ve ilkelerini ortadan kaldırmaktır. Bizim Atatürkçü Cumhuriyetçilerimiz. Devrimcilerimiz. Laiklerimiz ise kurbanlık koyun gibi bakıp durmaktadır.
62. Şimdi konumuza yeniden dönelim. Şurası da unutulmamalıdır ki, Tanrı Kelamı dinsel bir terimdir. Ne demek istendiğini erbabı bilir. Bu nedenle İslam Peygamberinin sözleri de Tanrı kelamı olarak kabul edilir.. Örneğin Şeyh Bedrettin Simavi Varidat’ında şöyle demektedir. “Kuran Muhammed’in sözüdür. Ancak Tanrı kelamı demeyen kafir olur!” (Varidat) Bu nedenle diyorum ki Tanrı (Tanrı vb..) da, Tanrı Kelamı da, Cennet de, Cehennem de mecazi bir anlatımdır. Bu konularda SSS adlı kitabımda geniş bilgiler verilmiştir. Ne var ki bu kitabımın basılmasından bu yana 3 yıl geçmiştir ama üç tane alan olmamıştır. Değil üç tane satmak bir tane alan bilen bulunmamıştır. Anlaşılan biz, bir de bununla meşhur olacağız… Belki de Gines rekorlar kitabına girebiliriz, kitabı satılmayan yazar olarak, kim bilir…
63. Halkın anladığı gibi bizim dışımızda bilinmeyen bir yerde; somut olarak bir varlık yoktur.
Çünkü Tanrı madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur, isim-sıfat olarak vardır.
Bütün genel doğrular, olumlu kavramlar, üstün değerler, yüce düşünce ve duygular, dünyadaki bütün insanlarca doğru kabul edilmiş tutum ve davranışlar, ahlak kuralları (etik), akla, sağduyuya, mantığa ve vicdana dayanan işlemler ve uygulamalar Tanrı kavramı ile ifade edilir. Bütün bu olumla duygu, düşünce, davranış ve kavramların zıddı kavramlara ki bunlara da olumsuz kötü davranışlar (Günah…) denir ve bu da Şeytan kavramı ile ifade edilir. Yoksa öyle sandıkları gibi bizim dışımızda madde olarak, varlık olarak somut olarak ne Tanrı vardır ne de Şeytan vardır…
66. Bir kere şu düşüncemi önemle vurguluyorum ki; Tanrı da, Şeytan da akılcı davranışı kendine rehber edinen sorumluluk duygusuna sahip insanların bulunduğu yerde vardır. Sorumluluk duygusundan yoksun olan insanların bulunduğu yerde; ne Tanrı vardır, ne de Şeytan… Sorumluluk duygusundan yoksun; bencil, çıkarcı, şan ve şöhret düşkünü insanlara din ilminde “Ölü” basireti bağlı, kalp gözü kapalı insanımsılar denir. Bu tür insanlarda Tanrı değil şeytan hüküm sürer…
67. Şeytanın hüküm sürdüğü yerde Tanrı yoktur. Şeytanın etkisine girmiş bulunan insanlarda Tanrı pasiftir. Tanrı’yı aktif duruma getirmek için nefisle mücadele gerektir. Nefisle mücadele; yani öfkemizi yenmede, sevgiyi, barışı, dostluğu, yardımı, alçak gönüllülüğü, erdemi yeğlemekle içimizde bulunan Tanrı’yı aktif duruma getirmiş oluruz. Erdemi ve diğer olumlu kavramları yeğleme fırsatı doğduğunda Tanrı’ya (olumlu kavramlara, yüce duygu ve düşüncelere, genel doğrulara, üstün doğrulara ki bunlara din ilminde Tanrı denir; ve böylece Tanrı’yı yüceltmiş oluruz. Tanrı’yı bulunabilirken bulmuş oluruz. Bu konu ile ilgili olarak Tevrat’ta şöyle bir ayet vardır:
“Rabbi bulunabilirken arayın. O’na yakınken seslenin. Kötü kişi kendi yolunu bıraksın, ve fesatçı kendi düşüncelerini bıraksın; ve Rabbe dönsün…” (Tevrat İşaya. 55/6-7).
Aynı konuyu Kuran şu şekilde işler:
“Ey imân edenler! Tanrı’tan korkun, azabından sakının.. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda mücâhede edin ki felaha erebilesiniz.” (5/35)
Bu konuda bir İslam ermişi olan Ebu Said de şöyle der: “O’nu kullukta arayan bulamaz, O’nu O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (TEVHİD’İN SIRLARI. Muhammed Bin Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)
68. Tanrı kavramı Hak olarak da ifade edilir. Hak: Tanrı adlarından biridir. Hak: Adalet, ahlak, merhamet, namus, vicdan gibi insan tekamülünü hazırlayan tüm erdemler Hak kavramı altında tanımlanır. Hak. Doğruluktur, dürüstlüktür, iyiliktir, sevgidir. Paylaşmaktır, sorumluluk duygusu taşımak ve ileri görüşlü olmaktır. Hak: Sağduyunun sesine, vicdanın uyarısına kulak vermektir. Yüce kavramlar, olumlu duygu ve düşünceler, üstün değerler, genel doğrular Hak; yani, Tanrı kavramı ile ifade edilir.
“Öyleyse hemen koşup Tanrı’ya sığının…” (K. 51/50) Bunun anlamı kötü olanları yapmaktan kaçın ve iyi olanları yapın demektir. Yani, az yukarda saydığım erdemleri…
Aynı konuya İncil şu şekilde değinir:
“İmdi Tanrı’a tâbi olun, fakat İblis’e karşı durun, ve İblis sizden kaçacaktır. Tanrı’a yaklaşın, ve size yaklaşacaktır.” Tanrı’ya yaklaşın; O da size yaklaşacaktır. (İncil. Yakubun Mektubu. 4/7 – 8) Ne demek? Bu ifade, kötülüğe (İblis) karşı durun; iyiliğe (Tanrı’ya) yaklaşın; O da size yaklaşacaktır, demektir…
69. Hak’kın karşılığı batıl olup anlamı: Doğru olmayan, yanlış olan, boş olan; yani, batıl anlamına gelir ki Kuran bu konuyu şöyle ifade eder:
“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Gerçekten bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (17/81. Ayrıca bakınız: K. 34/48, 49)
Bu ayeti Müslümanlık geldi; diğer dinler batıl oldu şeklinde anlarsak yanılırız. Çünkü, aradan 140 yıl geçmesine karşın dünyadaki 7 milyardan 5 milyarı halâ Müslüman olmuş değil. Ama bunu iyilik geldi; kötülük yok oldu ve de kötülük yok olmaya mahkum biçiminde anlarsak din anlayışına yaklaşmış oluruz… Bunun için de içimizde olup bizi daima doğru olanı, iyi olanı, güzel olanı yapmaya yönelten duyguya sarılmalıyız, ki Yunus Emre bunu şu şekilde ifade eder:
“Bir ben var bende benden içeri.”
Aynı konuda Hacı Bektaş-ı Veli de şöyle demiştir:
“Hararet saçta değil nardadır
Keramet yaşta değil baştadır
Her ne ararsan kendinde ara
Mekke’de, Kudüs’te Haç da değildir.”
Biliyorum, bu sözler bizim aklını masallara, hurafelere kurban etmişlere hiç bir şey ifade etmez… Onların kendi yarattıkları Tanrı’nın; daha doğrusu zanlarının arkasından yuvarlanıp giderler.
70. Görüldüğü gibi Tanrı yok demiyorum, var olduğunu söylüyorum. Tanımını yaparak niteliklerini açıklıyorum. Bu gerçekleri açıklayanlara aydınlatan anlamında aydınlatmacı denir. Bu aydınların dünya görüşünü içeren kitaplara da kutsal kitap denir. Örneğin, Mevlana için “Peygamber değil ama kitabı vardır” denir. Bütün kutsal kitaplar insanları, barışa, sevgiye, kardeşliğe, dayanışmaya ve paylaşıma sürüklemeli iken; savaşa, kavgaya, şiddete yönlendirmekte; dinli-dinsiz ayrımı yapmakta, kendisi gibi düşünüp inanmayanları kafir olarak tanımlamakta ve inanç yüzünden farklı inançtaki kişileri birbirine kırdırmaktadır. Eğer tek tanrılı din mensuplarının kabul ettiği gibi bizim dışımızda; peygamber gönderen, kitap indiren, bir Tanrı’nın varlığını kabul edersek Tanrı hakkında bilgimiz yok demektir.
71. Ne var ki gerek Yahudiler, gerek Hıristiyanlar ve gerekse Müslümanlar Tanrı bilgisinden yoksundurlar. Pek azı dışında büyük çoğunluk Tanrı’yı kendi dışlarında arıyorlar. Kendi zanlarına göre Tanrı yorumunda bulunuyorlar. Çaba göstererek kendi nefislerini; yani, kötü olan eylem ve emellerini Tanrı’ya kurban edeceklerine gidip büyükbaş hayvan keserek Tanrı’ya yaklaştıklarını sanıyorlar. Belediyeler de “Kurban, Tanrı’ya yaklaştırır!” şeklinde afişler, pankartlar asıyorlar ve böylece kurbanın anlamını saptırıyorlar.
72. Kimileri de “Nefislerinizle; yani kötü emel ve eylemlerinizle mücadele edin!” sözünü; kafire karşı savaş anlamında alıyor ve nerede bir gayr-i mümin görseller hemen akıllarına onu imana davet etmek geliyor… Cihat denince de yalnızca kafirleri vurup öldürmek geliyor akıllarına. Bu nedenle uçakla gidip İkiz Kulelere dalıyorlar. Üç bin kişiyi üç dakikada betonların altına gömüyorlar. Böylece O’na yaklaştıklarını ve ölünce de O’na kavuşacaklarını sanıyorlar. Ancak, cihat etmenin bir anlamı da nefisle mücadele ederek kendini geliştirip eğitmek olduğunu bilmiyorlar.
73. Kimileri de “O’na ulaşmak için bir tarikat şeyhinin eteğine yapışmalısın!” diyor. Şeyhlerinin sözlerini Tanrı kelamı gibi kabul ediyorlar. Kadınları-kızları şeyhin koynuna sokuyorlar. Zavallı kadılarımız kızlarımız kendilerini şeyhlerine sunmaya o denli teşne olmuş ki 70 Yaşındaki şeyhinin koynuna giren bir kadın bakınız şeyhine ne diyor:
Şeyhin yaşı yetmiş, işi bitmiş olduğu için erkeklik görevini yapamıyor. Kadıncağız, şeyhinin bu başarısızlığını kendine yoruyor ve şeyhine:
“Şeyhim acaba suç bende mi?” diyerek suçu üzerine almaya kalkıyor…
Oysa şeyhin yaşı yetmiş, işi bitmiş ama gönlü geçmemiş, çalışmış çabalamış bir türlü başaramamış. O duruma gelmiş ki ne mesir macunu, ne viagra ne de kriko kar etmezmiş. Malı ile malamat olasıca şeyhin malamatı artık iş göremezmiş.
Bu olayı gazetelerden öğreniyoruz. İşte haber:
“70’lik ŞEYH NEDEN TATMİN OLAMAMIŞ: Televizyonda seks konuşmaları yapan üveyz tarikatı şeyhi H. Y.’nin bir telefon görüşmesinden:
“A.K.: Hocam, saygılar sunarım, nasılsınız?”
“H.Y.: Sağ ol! Aşkım, nasılsın?”
“A.K.: İyiyim hocam.”
“H.Y.: Buyur Aşkım.”
“A.K.: Hocam, dün sizin tatmin olmamanızın sebebi ben miyim?”
“H.Y.: Hayır kızım, sen canını sıkma, o sorun benden kaynaklandı.”
“A.K.: Tamam hocam saygılar sunarım.”
“H.Y.: Tamam aşkım.” (17.1.2003 tarihli Haber Türk)
İşin içinde kadınlarını, kızlarını şeyhin koynuna vermemek için direnen müritler de var. Kadınlarını-kızlarını şeyhin koynuna vermemekte direnenleri yola getirmek için de “kafir” suçlamasında bulunuyorlar. Ali Kalkancı, Hamit Yanıkçı, Müslüm Gündüz, Yaşar Yılmaz olaylarını hatırlayalım… Manken kadın ve kızları motor olarak kullanan bir başka tanınmış Hoca’yı da unutmayalım…
74. Bütün bu olgular da gösteriyor ki Tanrı’ya inananlar da inanmayanlar da Tanrı kavramının ne demek olduğunu bilmiyorlar. Bizim dini bütün saf halkımız da Tanrı adına, din adına her türlü aldatılmaya, kandırılmaya, yoksulluğa ve yoksunluğa seve seve katlanıyorlar. Kendi zanlarına dayanan yanlış bilgilerden oluşan inançlarını da gerçekmiş gibi insanlığa dayatmaya çalışıyorlar. Oysa ilkin Tanrı’nın ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Çünkü Tanrı bir olduğu gibi din de birdir. Öyle sandıkları gibi Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve başka adlar altında 300 tane din yoktur. Bütün bu ayrılıklar Tanrı ve din bilgisinin yokluğundandır.
75. Tanrı; ikide bir arka arkaya peygamber göndererek yeni yeni kurallar ortaya koymaz, koyduğu kurallarda değişiklik yapmaz ve de bir kısım kitaplarının tahrif edilmesine göz yummaz. Tanrı dediğin hiç olmazsa şu tatil günlerinde olsun bir birlik sağlardı. Dinler Tanrı’dan olsa idi hiç olmazsa şu tatil gününde değişiklik olmazdı ve koyduğu kurallarda birlik sağlardı. Bir örnek: Musa şeriatında “Kısasa kısas” vardır. İsa şeriatında “Kısasa kısas” kaldırılmıştır. Muhammed şeriatında ise “Kısasa kısas” kurumuna geri dönülmüştür. Diğer yüzlerce, binlerce kuralı bir yana bırak eğer bu Peygamberler Tanrı’nın emrini icra etmiş olsalardı kısas konusunda birlik sağlarlardı. Bütün bunlar gösteriyor ki bu iş Tanrı işi değil, peygamberlerin işi…
76. Bu nedenle şeriatçılar bir tatil gününde, kısasa kısas, sünnet olayında ve tapınma kurallarında ve daha yüzlerce, binlerce kurallarda anlaşamayarak birbirine ters düşen uygulamalara girerek birbirlerini; Tanrı adına, din adına, kitap adına boğazlayıp durmuşlardır.
Bu olgu geçmişte böyle olduğu gibi şimdi de böyle… Bu tek tanrılı dinler Tanrı’nın dini olsaydı; bu şeriatçılar birbirlerini öldürürler miydi? Hem Tanrı; dilediğini Müslüman, dilediğini kafir eder mi?
“Tanrı Kimi dilerse onu doğru yola iletir.” (K. 24/46. Bunun gibi daha 50’ye yakın ayet vardır Kuran’da…)
Sonra:
“Tanrı isteseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Tanrı dilediğini yapar.” (K. 2/253) der mi?
Tanrı, insanların bir kısmını kafir bir kısmını mümin edip de sonra bunları birbirine kırdırır mı? Yarattıkları insanların birbirlerini öldürmesine seyirci kalır mı? Tanrı’nın dininde insanların birbirini öldürmesi yoktur. Çünkü Tanrı kandan nefret eder. Dinin kuruluş amacı: Sevgidir, barıştır, yani, sulh selamettir.
77. Yineliyorum Tanrı: Doğa ve toplum kuralları yanında; uyguladığımızda ruhen ve vicdanen rahatsız olmayacağımız düşünce ve eylemlerimizi kapsayan dinsel bir terimdir. Doğa ve toplum kurallarından baş edemeyeceklerimizi açıklamaya gerek yoktur. Bu herkes tarafından bilinir. Ancak içimizde bulunan Tanrı kavramını açıklamak istiyorum.
78. Komşularımızdan biri Bayram tatiline çıkarken bana “Benim için gelen gazeteleri sen al, oku ve döndüğümde de bana ver demişti!” Bu gazeteler toplu olarak Bayramdan bir gün sonra geldi. Bayramın birinci günü çıkan gazetenin Basından Seçmeler bölümünde bir haber dikkatimi çekti. Günü geçmiş olduğu için gidip satıcıdan bir tane de alamazdım. Çünkü gazetelerin satılmayanları ertesi gün iade ediliyordu.
İçimdeki Şeytan (Kötü duygu ve düşünce…) harekete geçti: “Haberini beğendiğin gazeteyi sahibine vermezsen ne olur ki. Nasıl olsa beş günlük bir gazete. Biri eksik olsa ne çıkar. Birinin eksik olduğunu bilmez bile. Hem bilse bile: Bana gelen bunlar!, der işin içinden çıkarsın!” dedi.
Ne var ki ben bu düşünceler içinde iken aklım, sağduyum ve vicdanım (Tanrı): “Ayıp, Tanrı’yı tepelemek sana yakışmaz!” diyerek beni uyardı. İşte din ilminde kötü-olumsuz bir iş yaparken insanı “Cız!” diye uyaran bu iyi ve olumlu duyguya Tanrı’yın vahyi denir.. Vahiy yalnız peygamberlere değil bütün insanlara gönderilir… Yeter ki içimizden gelen bu uyarıcıya kulak verelim ve uyalım… Vahiy dönemi kapanmıştır diye bir şey yoktur.
İçimden gelen bu sese uyarak gazeteleri katlayıp komşunun kapısına bıraktım. Böylece güzel olana, iyi olana, doğru olana (Tanrı’a) yaklaşmış oldum. Kutsal kitabın dediği gibi
“Rabbi bulunabilirken yakalamış oldum..” (Tev. Yeşaya 55/6-7).
Kuran’daki şu ayete uyarak
“Ona yaklaşmaya vesile arayın!” (K. 5/35) ayetine uymuş oldum.
Çünkü yazılmıştır: “…Tanrı ulaşacak olan ancak O’nun için yaptığınız gösterişten uzak iyi işlerinizdir…” (K. 22/37)
Bu konuda kutsal kitaplarda daha birçok açıklama vardır. Bir tanesi de şöyledir:
“Tanrı’a yaklaşın, O da size yaklaşacaktır.” (İn. Yak. Mek. 4/8)
Gerçek din anlayışına göre iyi bir davranışta bulunanlar Tanrı’ya yaklaşmış olur.
Zira Kuran’da ki:
“Biz insanı imtihan ederiz.” (K.76/2) ayetinin anlamı budur.
İşte Tanrı’yın (Aklın, sağduyunun,vicdanın…) insanı imtihan etmesi böyledir. Ama bizim şeriatçılar ne sanıyor? Havraya, kiliseye, camiye gidip tapınma törenlerine katıldın mı, oruç tuttun mu, kurban kestin mi, hacca gittin mi, haç işareti yaptın mı, kelime-i şahadet getirdin mi sınavı kazandın ve doğru Cennet’e…
Böyle düşünenlerin Tanrı ve din bilgisinden habersiz olduğu anlaşılır. Kaldı ki, bizim dışımızda bizim kaderimizi belirleyen bir maddi nitelikte bir varlık bizi niçin denesin?.. Çünkü biz doğmadan kırk yıl önce kaderimizi belirlememiş miydi?..
79. Örnek olarak verdiğim bayram olayında imtihandan geçer not almıştım. Bu nedenle ben “Tanrı’dan korkarım!”, ”Tanrı’yı bilmeyenlerden de korkarım…” Tanrı’nın maddi bir varlık olduğunu ve bir mekanı bulunduğunu sanan Tanrı’yı bilmiyor demektir.
“Binasını Tanrı korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Tanrı zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (K. 9/109)
Tanrı bilgisi olmayanın “Ben Tanrı’dan başka kimseden korkmam!” demesinin anlamı yoktur. Ne kadar; arsız hırsız, hortumcu, huysuz, ırz düşmanı, utanmaz ve vurguncu varsa ve ne kadar dolandırıcı, sahtekar, zinakar sorumsuz kişi varsa, hepsi “Ben ancak Tanrı’tan korkarım!” der; der ama yine de bütün olumsuz davranışlarda bulunur. Tanrı’yı bilen adam böyle ahlaksızlıklar yapar mı? İşte ölçü budur… Tanrı’yı bilen adam ahlaksızca davranışlarda ve olumsuz eylemlerde bulunmaz.
Bunların hepsine din ilminde “Ölü” denir. “Ölü”nün yaptığı yemine inanan da “ölü” dür.. Tanrı’tan korkmuş olsa idi suç konusu eylemleri işlemezdi… Bütün bu Tanrı’tan başka kimseden korkmam diyenlerin yaşamlarında bin bir türlü kötü iş (günah) vardır. Ne var ki bu zavallılar nasıl olsa Tanrılarının kendilerini bağışlayacağını sanırlar. Bilmiyorlar ki günah (kötü bir davranış, eylem…) bir kere yapılmaya görsün onu bağışlamak kimsenin haddine düşmemiştir.
Sen bir zavallının ırzına geç. Sonra tövbe et Tanrı seni bağışlasın. Böyle bir anlayış sağlıklı değildir. Irzına geçilen kişinin geçirdiği travmayı Tanrı bilmez mi ki seni bağışlasın. Bu nedenle diyorum ki: Tanrı’yı bilmeyenlerin “Ben ancak Tanrı’tan korkarım!” demelerinin hiçbir önemi yoktur…
79. İnsanoğlu ne zaman olumsuz bir iş yapacak olsa içinde kendisini doğruluğa yönetmek isteyen bir duygu baş kaldırır. İşte insanoğlu iyi ve olumlu bir iş yapmaya sürükleyen bu olumlu duygulara kutsal ruh anlamında “ruhul kudus” (Kutsal ruh) denir. Bu terim daha çok Hıristiyanlıkta kullanılır. Müslümanlıkta bu terim “Cebrail” olarak ile dile getirilir. Cebrail denince getireni-götüreni değil de; insana doğruyu gösteren akıl, bilgi, deney, kültür birikimi ile oluşan sağduyunun sesi anlaşılmalıdır. Din ilminde bütün bu dediklerim “Tanrı” terimi ile getirilir. “Tanrı ile insan arasına kimse giremez!” dedikleri söylem de budur. Cüneyd-i Bağdadi bu durumu şöyle açıklar: “Tanrı ile aramda ikinci bir şey yoktur!”
Ama ne görüyoruz: Tanrı ile İnsan arasına giren girene. Peygamberleri girer, kitapları girer, hahamları girer, papazları girer, hacısı girer, hocası girer… Girenler bu kadarla da bitmez. Mürşidi var, müridi var…Var oğlu var… Bu nedenle diyorum ki günümüzdeki bütün dinler insanın Tanrı’ya ulaşmasına en büyük engeldir.
80. Ben yeniden doğduktan sonra; yani, ölmeden önce öldükten sonra; yani sorumsuz ve duyarsız yaşamdan kurtulduktan sonra, içimdeki Tanrı’yı tanıdım. İçimde uykuda olup uyandırılmayı bekleyen Tanrı’yı uyandırdım ve uyardıktan sonra da ben O’na, O da bana sahip çıktı ve her güç durumda beni kurtardı.
37 yaşına kadar ilkokulu mezunu olarak yaşarken tuttu beni avukat yaptı. Bu aşama Tanrı anlayışımın doğruluğundandır… Ne var ki adımız-şanımız, unvanımız-ünümüz Tanrı tanımaz, dinsiz, komünisttir…
Ne derlese desinler. Suçlamalarının hiçbir değeri yoktur. Bir insan, kötü, olumsuz bir iş yapmadıkça korkacağı bir şey yoktur… “Tanrı’dan başka kimseden korkmam!” deyimini halkımız şu biçimde anlatır: “Çiğ yemedim ki karnım ağrıya…” ve bir başka anlamda da “Kötü olan bir davranışta bulunmadım ki korkayım!”… Yoksa fuhşa aracılık eden, kadın satan, kadın alan, zil zurna sarhoş olan, etrafa korku salan sokak kabadayısı da “Ben Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” der. Hiç Tanrı’dan korkan insan çirkin davranışlarda bulunur mu? Ne var ki yaptığı bu çirkinliklerden “Tanrı’nın hoşlanmadığını” kendisine söyleyen olmaz, kimse kendisini uyarmaz; tersine tövbe edersen bütün günahların bağışlanır denir..
81. Tanrı’dan başka kimseden korkmam diyenler, kötü bir iş yapmadım ki korkayım anlamında söylemiyorsa; söylediği sözler, refleks olarak söylenen söz olmaktan öteye gidemez. Bu nedenle kötü, olumsuz davranış ve eylemde bulunmayan ermişlere korku ve keder yoktur. Bu durumu Kuran şu şekilde iade eder:
“Velilere korku ve keder yoktur.” (K.10/62)
Veliler ise:
“İnanan ve kötü işlerden sakınan kimselerdir.” (K. 10/63)
Sırası gelmişken veli deyimine de açıklama getirmek istiyorum. Din edebiyat ve felsefesinde “veli” kavramı çok önemlidir. Halkımız arasında olgun davranışları ile dikkatini çeken birine “Tanrı’yın velisi” (Ermiş) demiştir.
Yukarıda adları geçen Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Yunus Emre’ye veli denildiği gibi… Bunlara aynı zamanda “Hak (Tanrı) Aşığı” da denir… Ben de bir “Hak Aşığı ve Ermiş” bir kişiyim… Ama böyle dediğim de “Dikkat et! Tanrı seni çarpar!” diyen şeriat düşkünleri ile de karşılaştım.
Biz Türklerin “ermiş” dediklerine din ilminde “Tanrı’yın velisi” denir. Tanrı velisi olan bilge ve olgun kişiler; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, güzelliğe, olumlu davranışlara, alçak gönüllük gibi bütün olumlu kavramlara sahip çıkarlar ve bu kavramları yaşamlarına uygularlar. Bu olumlu kavramlara korumaya ve yaşatmaya çalışırlar ki bunlar Tanrı’yın velileridir. Dikkat edelim “Velinin Tanrı’yı” denmiyor; ya, “Tanrı’yın velisi” deniyor. Bir babanın-ananın çocuğunu koruyup gözetmesi gibi; erişmişler de, Tanrı’yı korurlar (Yani doğruluğu, dürüstlüğü, erdeğimi ve olgunca davranışları…)… Korudukları Tanrı da kendilerini korur…
82. Tanrı’yı; bizim dışımızda, Peygamber gönderen, kitap indiren bir varlık olarak anlayıp ondan korunma beklersek aldanırız. O Tanrı ki sevgilim (Habibim) dediği kendi peygamberinin dünürlerini, torunlarını, Ehl-i Beytini korumamış, bizi mi koruyacak.
Eğer Tanrı, korusaydı Kabe’nin bulunduğu Mekke’yi korurdu. Meydan Larousse’nin Mekke maddesini okursanız görürsünüz ki Kabe’nin bulunduğu Mekke kenti Kabe ile birlikte İslamiyet’ten sonra, kaç kere yerle bir edilmiş de Tanrı’yın müdahalesi olmamıştır…
Önce; Kuran’da, Mekke’nin kutlu kılınmış emin bir şehir olduğunu ve oraya girenlerin korunacağına ilişkin ayetleri okuyalım:
“Kutlu kılınmış şehrin Rabbine kulluk etmekle emrolundum.”(K. 27/91) ve yine:
“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke’yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi?” (K. 29/67)
Bir de şu ayet:
“And olsun bu güvenli Mekke şehrine ki:” (K. 95/3)
Şimdi de Mekke’nin başına gelenleri okuyalım:
“Bu dinsiz Emeviler yalnız mevalilere (Arap ırkından olmayan Müslümanlar) değil; kendi ırkından olan Araplara bile, en akla gelmedik zulümleri ve kötülükleri yaptılar.
Kerbela’da başta peygamberin torunu Hüseyin olmak üzere peygamberin evlat ve iyalini Halife Yezid vasıtasıyla kılıçtan geçirdiler.
Medine’de katliam yaptırarak bütün ensarı (İslam dini yardımcıları) ortadan kaldırdılar.
Yine ondan biraz sonra Haccac, mancılıklarla Mekke’yi yerle bir ederek işgal etti. Abdullah bin Zübeyr’in kafasını kendi eliyle koparıp üç gün kabe içinde gezdirdi. Üç gün boyunca Kabe içindekileri de kılıçtan geçerdi.
Oradan Medine’ye giden Haccac, oradaki halkı da kılıçtan geçirir. Kapısı kapalı görülen bütün evleri içlerindeki eşya ve insanlarla yakılır. Kapı açıksa kılıç, kapalıysa ateş!
Kuranlar parçalanıp ayaklar altına alınıyor; kadınların yaşmakları yüzlerinden, halhalları ayaklarından koparılıyor. Dinsizlik bir vahşet haline alıyor. Bir düşünür diyor ki: “Emeviler devri eski putperestliğin dirilmesinden başka bir ey değildir.” (BİRGÜN. 10 AĞUSTO 2005. Dizi no. 2)
83. “Ebâ Sa’id-el-Cenabi adında bir Arap batınisi 4. Hicret asrının başlarında, Yemame, Ahsa bölgelerinde kral idi. Mekke üzerine yürüyerek orayı zaptetti, harap etti. Mescide sığınan halkı öldürttü. Hacer-i Esved denilen kara taşı yerinden söküp Ahsa’ya götürdü. Yalnız Mekke’de 13.000 kişi öldürtmüştü. Kabe’ye saldırırken de şöyle demişti. “BU EV TANRI’YIN EVİ OLSAYDI, GÖKTEN BAŞIMIZA ÇOK ATEŞ YAĞARDI.“ (Keşf-i Esrad-il Batıniye, s. 20’den aktaran Besim Atalay, Türk Dili ile ibadet. s. 13).
Ayrıca: “Mekke’de bir yangın yanın da kıtlık ve kargaşalar da oluyor. Vahhabilerden Mesut; Mekke’deki bütün türbeleri yıktırdı. 1803. Peygamberi yücelten sözler ezandan çıkarıldı. (Bk. Meydan Larousse. Mekke maddesi).
84. Bir başka olay: “Bahreyn zencileri de 9. yüzyılda giriştikleri isyanda Müslümanların kutsal bildiği kara taşı Basra’ya götürdüler. Nizamül Mülkün anlattığına göre liderleri Ebu Tahir ”Hacer-ül Esved’i iki parça ederek oturacağı zaman bir ayağını bir parçasına, diğer ayağını ikinci parçasına konulacak şekilde ayak yoluna yerleştirdi. (Bk. Nizamül Mülk, Siyasetname. s. 313. Bilim ve Ütopya dergisi. 1997 tarihli 41. sayı. s. 21).
Eğer Tanrı, gerçek anlamda maddi biri varlık olsaydı kitabında “güven içinde tutacağını, oraya girenlerin korunacağını söylediği ve kutsal şehrim” dediği Mekke’yi korurdu.
85. Amerikan’ın Afganistan’a saldırmasından önce Molla Ömer ile Usame bin Ladin de “Tanrı bizi korur!” diyordu. Saddam da öyle diyordu. Hani ne oldu? İzleri tozları kayboldu. Saltanatları yıkılıp gitti… Şimdi Amerikalılar, ellerindeki binlerce Müslüman’ı her gün işkenceli sorgudan geçiriyor da buna yalnızca gavur diye nitelediğimiz Hıristiyanlardan oluşan İnsan Hakları Örgütleri sahip çıkıyor.
Amerikan saldırısından önce Saddam Hüseyin her gün televizyonda namaz kılarak dua ediyordu: “Tanrı’yım, evliyalarının türbelerinin bulunduğu Bağdat’ı koru!” diyordu. Yalnız Saddam mı dünyanın her yerinde savaş karşıtları gösteri yapmış ve dua etmişti. Bunların içinde Yahudi’si, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, Budist’ti, dinlisi, dinsizi olmak üzere bütün savaş karşıtları milyonlarca insan vardı. Yalvardılar, yakardılar, toplu tapınmalar yaptılar, dualar edildi ama işe yaramadı…
Dualarla, yalvarmalarla Bağdat kurtulmaz. Bağdat nasıl kurtulur en az Amerika’nın bilgisine, tekniğine, savaş gücüne ulaşmakla kurtulur… İşte asıl Tanrı’yı tanımak da budur…
86. Geçmişte de çok dua edilmişti. Örneğin Moğol orduları Bağdat kapılarına dayandığında Hülağu Han Bağdat’ta oturan Emevi Halifesine ulak göndermiş: “Şehrin anahtarını verirse katliam yapmayacağım!” demiştir.
Halifenin ulağa verdiği yanıt: “Burası Tanrı’yın kutsal kentlerinden biridir. Tanrı Bağdat’ı koruyacaktır. Bu kent İslam alimleri ile doludur.”
Bu sözler üzerine Moğal orduları Bağdat’ı ele geçiriyor. Halife başta olmak üzere ne kadar İslam alimi varsa çuvallara doldurarak geniş bir alana tek tek sıralıyor. Süvarilerden oluşan ordusuna da emir veriyor. “Tepeleyin şunları…”
Çuvallarda ölümü bekleyen insanlar Moğol ordularının atlarının ayakları altında çir gibi eziliyorlar. Bu arada Bağdat kitaplıklarında ne kadar kutsal kitap varsa hepsini de toplayıp Dicle nehrine attırıyor. Bağdat’tan geçen Dicle nehri günlerce boyalı akıyor.
87. Biliyorum bu düşüncelerim Tanrı bilgisinden ve Din ilminden yoksun olanları birazcık olsun düşünmeye sürüklemez. Tersine bana karşı reaksiyoner olacaklardır. Çünkü onlar akıllarını hurafelere kurban etmişler bir kere. Acaba bu niçin böyle oluyor diye bir an olsun düşünme gereği duymazlar. Onlara göre bütün bu olaylarda “Tanrı insanları denemektedir. Tanrı’yın bir bildiği vardır. Kuran’daki Musa Peygamber ile Hızır olayını okuyunuz…” derler.
Kaldı ki bunlara göre düşünmek, zannetmek bile yasaktır, günahtır. Okuyalım:
“Ve hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyin ardına düşme; kulak, göz ve kalp; gerçekte, insan bütün bunlardan sorguya çekilecektir.” (K. 17/36)
Öyle ki bunlar, düşündükleri takdirde bile günah işleyeceklerinden korkarlar. Ama ne var ki gerçekler görmezden gelinirse Müslüman toplumun başına daha çok gelecek vardır.
Bizler bu toplumun insanlarıyız. Bizim insanlarımızın bilgisizlik, eziklik ve yoksulluk içinde yaşamasına katlanamayız. Bunun çaresini aramalıyız. “Çünkü cümle halkın vebali evliyanın boynunadır.” Yani bütün ezilen halkın sorumluluğu aydınların omzundadır…
Şimdi biz bu gerçekleri söylemekle Tanrı’a, dinlere, hakaret mi etmiş oluyoruz; yoksa, gerçeği dile getirerek halka hizmet mi etmiş oluyoruz.
Kimseye bir düşmanlığımız yoktur. Amacımız gerçekleri insan oğluna duyurmaktır.
88. Tanrı düşüncesi insanları, toplum halinde yaşamaya başladığı günden bu yana meşgul etmiştir. Tanrı düşüncesi başlangıçta insanların doğa karşısında, bilgisizliğinden, korkusundan, yetersizliğinden doğmuştur. Bir sel baskınında, bir yıldırım düşüp yangın çıkmasında, bir deprem olup binlerce kişinin ölmesi veya kaybolması durumunda bilgisiz insanlar; bu doğa olaylarını, kendi günahlarından dolayı Tanrılarının kendilerine verdiği ceza olarak kabul etmişlerdir.
89. Asırlar sonra tek Tanrı düşüncesine indirgenen bu düşünce giderek gelişime uğramış ve günümüzde kimi din bilginlerince bir zemine oturtturulmuştur. Artık Doğa’nın, Evren’in, insanın dışında bir Tanrı aramanın bilimsel düşünceye aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Tanrı sözcüğü, çeşitli kavramları kapsayan dinsel bir terime dönüşmüştür. Bu gelişmeyi Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemiştir: “İnsan bilgi sahibi oldukça, korkudan kurtuldukça, Tanrısal varlık gider; yerine bilgi sahibi insan gelir.”
90. Bütün dinler doğdukları günden itibaren egemenlerin toplumu yönetme ve tepkisizleştirme (miskinleştirme) aracı olarak kullanılmıştır. Her ne kadar solcular dinlerin oluşmasını sınıfların ortaya çıkmasına bağlamışlarsa da; dinler, sınıflar olmadan önce ortaya çıkmıştır. Çünkü dinlerin nedeni toplumsaldır, kültüreldir, ruhsaldır. İlkel toplum aşamasında bile Tanrı, din inancı toplumu etkilemiştir. Sınıflar ortaya çıkmadan önce de insanlar fetiş, totem gibi inançlara takılmışladır.
91. Sınıflı toplumlarda dinler, ezilen sınıfları durağan, miskin, pasif tepkisiz bir insan konumuna getirmiştir. Toplumun bireyleri hak aramaktan yoksun olarak haksızlıklara direnmeyi akıl bile edememiş, bu dünyayı cennete çevirmek dururken; şu dinli, şu dinsiz diye ortalığı kan gölüne dönüştürmüşlerdir. Böylece güzelim dünyayı cehenneme çevirmişlerdir.. Bu dünyayı cehenneme çevirirken de öldükten sonra cennette yaşama hayali ile kendini aldatmıştır. Bunun sonucunda insan kendisine yabancılaşmıştır. İnsan kendisine yabancılaşınca bilgisizliğe, yoksunluğa, yoksulluğa, bağışıklık kazanmıştır.
92. Şaşırtıcı olanı insanların bu pasif durumda olması bir beceriymiş (meziyetmiş) gibi gösterilmiş; öyle ki insanlar pasifliğe, tepkisizliğe, miskinliğe özendirilmiştir. Bunların başında egemenlere şirin görünmek isteyen din adamları gelmektedir. Kaldı ki din adamları tarih boyunca egemenler tarafından kullanıla gelmiştir ve halen de bu durum sürüp gitmektedir. Egemenler de din adamlarının halkı uyutması karşılığında onları görüp gözetmiş, din adamlarının kendilerine sadakatlerini ödüllendirmiştir. Din adamları da bu görevi başarı ile yerine getirdikleri için her dönemde devletin egemenleri tarafından korunmuş ve el üstünde tutulmuştur.
93. Din adamlarının asıl görevi din düşüncesini insana; aslından gerçeğinden, saptırarak yanlış öğretmesidir… Şunu önemle belirtmek gereğini duyuyorum ki insanları Tanrı’dan uzaklaştıran din adamlarıdır. Böylece insan başına geleni Tanrı’dan sanarak bütün haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara sabırla katlanmayı bir sınav sanmaktadır. Oysa bütün bu haksızlıklara, yoksunluklara, yoksulluklara katlanmamayı bir insansal görev bilen toplumlar sefil ve perişan yaşamaktan kurtulmayı başarabilmişlerdir.
94. Tanrı kavramı ile din duygusu hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Tanrı kavramı dinsel bir terimdir. Tanrı, erdem’in içeriğinde bulunan bütün olumlu kavramları kapsayan mecazi bir terimdir. Tek Tanrılı dinlerde Tanrı tanımı aşağı yukarı şöyle yapılır:
“Eşi ve benzeri olmayan; bütün eksikliklerden uzak, her şeyi yoktan var eden, insanı ve diğer canlı cansız her şeyi yaratan, koruyan, rızkını veren, gücüne ve büyüklüğüne denk olmayan, her şeye gücü yeten (kadir olan), yazgımızı (kaderimizi) belirleyen, sonra da dilediğini kafir, dilediğini Müslüman eden, sonra da kafir ettiklerini cehenneme sokan, yaptıklarına akıl-sır ermeyen dokunulmaz (la yüssel) bir somut (maddî ) bir varlık.”
95. Görüldüğü gibi ne kadar olumlu olumsuz nitelikler varsa hepsini Tanrı dedikleri hayali varlığa yakıştırmaktadırlar. Sonra var sandıkları bu varlığa birbirleriyle yarışırcasına tapınmaktadırlar.
Tanrı konusunda; uydurmada uyuşmakta, yalanda yarışmaktadırlar. Bu yalanlar, uydurmalar öylesine sık yinelenmektedir ki; herkes kendi yalanını gerçek sanmakta, hayalinde yarattığı bir varlığa gerçekten varmış gibi tapmakta ve ondan dualarla dilekte ve istekte bulunmaktadırlar.
Bu Tanrı anlayışı akla ve bilime aykırıdır. Determinizmim kuralı gereğince her sonucun bir nedeni vardır. Sebep sonuç kavramına takılırsak başlangıcı bulamayız.
Oysa başlangıç diye bir şey oktur. Var olan ne varsa vardan vardır ve vardan zuhura çıkmaktadır. Lavasion’un Maddenin Sakınımı yasasına göre “Hiçbir şey yoktan var olamaz; var olan da, yok olamaz.”
Bilimsel gerçeğe aykırı olan bu din anlayışı; akla da, bilime de, mantığa da aykırıdır. Akıl yürüterek gerçeğe varmaktan korkan insan; bilgisizliğe, yoksulluğa ve geri kalmışlığa mahkum olmaktan kurtulamamaktadır. Aklını kullanarak gerçeği bulmak yerine tapınmaya ve dualara hayalinde yarattığı varlıktan kurtuluş beklemektedir.
95. Kutsal kitaplarda bulunan ayetlerden bazıları “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü maddesindeki Herkes düşünme, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” (Mad. 9) ilkesine aykırı olduğu gibi Anaasamızın10. maddesindeki “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” kuralına da aykırıdır.
Bu kurallar insanların kurallarıdır. Bir de Tanrı’yın kuralına bakalım:
İşte Kuran’daki ayetlerden üç tanesi:
“Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Tanrı’yın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Tanrı onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (K. 8/39)
“Haram aylar çıkınca bu Tanrı’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Tanrı çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (K. 9/5)
“Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Tanrı’a, ve ahiret gününe inanmayan, Tanrı’yın ve Resulünün haram ettiğini haram tanımayan ve Hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçük düşürülmüşler olarak, elden cizye verecekleri hâle kadar savaşın.” (K. 9/29)
böyle bir düşünceyi insanlığa kabul ettirmeye çalışmak günümüzün ahlak, akıl ve hukukuna ve insanların din ve inanç özgürlüğüne aykırıdır.
96.. Oysa, dinlerin asıl amacı insanları; barışa, kardeşliğe, sevgiye, hoşgörüye ve inançlara saygılı olmaya yöneltmek olmalıdır.
“Aklı olmayanın dini de yoktur” denir.
Bütün dinlerin asıl amacı insanı; akıl ve iradesini kullanarak olgunlaştırıp mükemmelleştirmek olmalıdır. İnsanların barış ve sevgi içinde yaşamasını sağlamak olmalıdır.Dinlerin asıl görevleri bu iken tam tersi olmaktadır.
Din insanlar için olacağına; insanlar din için olmuştur. Böylece insanlar akıl yürütmeye değil yalnızca tapınmaya ve yalnızca Tanrı’dan istekte (dua) bulunmaya yöneltilmiştir. “Yat, kalk! Kabul eden Hak!” denilmiştir.
Öyle ki “Her türlü günahı ölünceye kadar işle; ancak ölürken tövbe et, bir salavat getir doğru cennetliksin!” denmiştir.
Ne yanlış bir anlayış. Böyle bir anlayış bütün kötülüklerin kaynağı olmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü yapılan kötülük (günah) af dilendiğinde, Müslüman olunduğunda, nasıl olsa bağışlanacak inancı insanları diğer insanlara kötülük yapmaktan alı koyamaz…
97. Aklı kullanmadan, düşünmeden, yatıp kalkmak, oruç tutmak, hac’ca gitmek, kurban kesmek insanı olgunlaştıracağına hamlaştırır. Müslüman olmayanları karşı kin ve düşmanlığa motive eder. Açık kanıtı yüzlerce cihat, kılıç ve şiddet ayeti yanında biraz önce aktardığımız şu ayetlerdir:
“Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Tanrı’yın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Tanrı onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (K. 8/39)
“Haram aylar çıkınca bu Tanrı’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Tanrı çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (K. 9/5)
“Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Tanrı’a, ve ahiret gününe inanmayan, Tanrı’yın ve Resulünün haram ettiğini haram tanımayan ve Hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçük düşürülmüşler olarak, elden cizye verecekleri hâle kadar savaşın.” (K. 9/29)
Bu çağda insanlara inançlarından dolayı savaş açmak ne derece mantıklı bir gerekçe olabilir…
Demek ki Tanrı’nın akla, bilime ve mantığa uygun bir tanımı yapmak gerekmektedir. Böyle bir tanım ancak şu biçimde yapılabilir:
Çünkü Tanrı;
Madde olarak yoktur, mana olarak vardır.
Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır.
Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır.
Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır.
Zat (kişi) olarak yoktur, isim-sıfat olarak vardır.
Üstesinden gelemeyeceğimiz Doğa (Evren) ve toplum yasaları ile aklın, bilimin ve kültürümüzün verileri ile oluşan sağduyumuz, vicdanımız yanında, uyguladığımızda yüzümüzü kızartmayacak genel doğrular, üstün değerler ile olumlu kavramların hepsi tanrı kapsamı içindedir.
98. Bu Tanrı tanımı; akla, bilime, mantığa ve gerçeğe uygundur. Bu tanıma göre insanın kendisi dışında bir varlık aramaması; her ne ararsa kendinde araması gerekmektedir.
Bu gerçeği Hacı Bektaş-i Veli şu mısralarla dile getirmiştir:
“Hararet nardadır, saç’ta değildir.
Dervişlik baştadır taç’ta değildir
Hakkı arar isen gönlünde ara
Mekke’de, Kudüs’te Hac’da değildir.
(Bütün Yönleri İle Bektaşi Fıkra ve Nükteleri. Ayyıldız Yayınları. s.16)
Gökte bulunduğu sanılan bir Tanrı’dan haber ve bilgi geldiğine inanmak insanın kendi aklını kullanmamasına işarettir.
Tanrı (Tanrı) sözcüğü bir çok kavramı içerir ve asıl anlamından da başka bir anlamda (mecaz) kullanılır. İnsanın kendi dışında bir maddi bir varlık olarak Tanrı araması gerçeğe aykırıdır.
Gerçekte dindar olmak demek; ahlak, bilge, edep, erdem, hikmet, marifet sahibi olmak ve bütün eylem ve davranışlarında doğruluktan,dürüstlükten sapmamak demektir…
Dinlerin amacı; dini, ırkı, inancı ne olursa olsun insanları sevmeye yöneltmek olmalıdır…
99. Eski çağlarda toplumun din konusunda en bilgili ve bilge kişilerine Peygamber adı verilirdi. Bunların toplum yararına sözlerine Tanrı Sözü denirdi.
Bütün kutsal kitaplar; peygamberlerin, din adamı bilgin ve bilge kişilerin sözleridir.
Peygamberler kendilerini topluma kabul ettirmek için Tanrı’yın sevgili kulu ve peygamberi olduklarını ileri sürerek inandırıcılık sağlamaya çalışmışlardır. Oysa Tanrı Rab bil alemindir. Bütün kullarını sever. Yeter ki insan, insanlığına yakışır bir erdemli yaşamı ilke olarak benimsesin ve yaşamına uygulasın.
Peygamberlerini seven Tanrı; doğru dürüst yaşayan, kişiliğine leke sürmeyen insanları niçin sevmesin.
Kaldı ki Tanrı’nın peygamberlerini sevdiği de kuşku götürür Tarihe baktığımızda peygamberlerden çoğunun öldürüldüğünü görürüz.
Örneğin; İslam Peygamberinin Ehl-i Beyti (Aile efradı…) kılıçtan geçirilmiş, yakalanmayanlar ise yaşamını sürgünlerde geçirmek zorunda kalmıştır.
Tanrı’yın sevgili Peygamberinin torunu Hüseyin ailesi ve taraftarı Kerbela’da 72 gün muhasara altında susuz bırakılarak öldürülmüş; büyük torunu Hasan ise zehirlenmiştir.
Bütün bunlar olurken Tanrı kılını bile kımıldatmamıştır. Tanrı, peygamberini bu kadar severmiş de peygamberinin torunları öldürülürken niçin suskun kalmış da varlığını göstermemiş…
100. Tanrı peygamberlerini severmiş de; niçin İsa çarmıhta, ölmek üzere iken şöyle bağırmıştır:
“Tanrı’yım, Tanrı’yım! Beni niçin bıraktın?” (İncil, Matta. 27/45, 46)
İncil’deki bu ayetin kaynağı Tevrat’tır.
İsa’nın çarmıhta Tanrı’yına böyle seslenmesi; Tevrat’ta geleceğe ilişkin bildirilenlerin yerine getirilmiş olmasından başka bir şey değildir.
Tevrat’ta İsa’nın haykırışı şöyle dile getiriliyor: “Tanrı’yım Tanrı’yım beni niçin bıraktın? Kurtuluşumdan, iniltimin sözlerinden niçin uzaktasın? Ey Tanrı’yım, gündüz çağırıyorum, fakat yanıt vermiyorsun, ve geceleyin bana rahat yok…” (Tevrat. Mezmurlar. 22/1- 3)
İsa’nın çarmıha gerilmesi olayı tam bir senaryodur. Tevrat, gaipten (gelecekten) haber veriyor; İsa’nın çarmıha gerilerek “Tanrı’yım Tanrı’yım! Beni niçin bıraktın!” diye inlemesiyle Tevrat’taki geleceğe ilişkin verilen bilgi yerine gelmiş oluyor.
101. “Tanrı’yım Tanrı’yım beni niçin bıraktın?” sözü aslında Davut’un yakınmalarıdır. Ancak yakınanlar yalnız Davut ve İsa değil. Bu yakınanlar arasında Eyüp Peygamber de var. Oysa bize Eyüp Peygamber sabrın simgesi olarak gösterilirdi. Okuyun da görün Eyüb’ün isyanını…

“Tanrı’ya: Beni suçlama diyeceğim, ama söyle, niçin benimle çekişiyorsun.
Hoşuna mı gidiyor gaddarlık etmek, kendi ellerinin emeğini reddedip kötülerin tasarılarını onaylamak?
Günlerin ölümlü birinin günleri gibi, yılların insanın yılları gibi mi ki,
Suçumu arıyor, günahımı araştırıyorsun?
“Senin ellerin bana biçim verdi, beni yarattı, şimdi dönüp beni yok mu edeceksin?
Lütfen anımsa, balçık gibi bana sen biçim verdin, beni yine toprağa mı döndüreceksin?
Beni süt gibi dökmedin mi, peynir gibi katılaştırmadın mı?
Bana yaşam verdin, sevgi gösterdin,İlgin ruhumu korudu.
“Ama bunları yüreğinde gizledin, biliyorum aklındakini:
Günah işleseydim, beni gözlerdin, suçumu cezasız bırakmazdın.
Suçluysam, vay başıma! Suçsuzken bile başımı kaldıramıyorum, çünkü utanç doluyum, çaresizim.
Başımı kaldırsam, aslan gibi beni avlar, şaşılası gücünü yine gösterirsin üstümde.
Bana karşı yeni tanıklar çıkarır, öfkeni artırırsın.Orduların dalga dalga üzerime geliyor.
“Niçin doğmama izin verdin? Keşke ölseydim, hiçbir göz beni görmeden!
Hiç var olmamış olurdum, rahimden mezara taşınırdım.
Birkaç günlük ömrüm kalmadı mı? Beni rahat bırak da biraz yüzüm gülsün;
Dönüşü olmayan yere gitmeden önce, karanlık ve ölüm gölgesi diyarına,
Zifiri karanlık diyarına,Ölüm gölgesi, kargaşa diyarına,Aydınlığın karanlığı andırdığı yere.” (Tevrat, Eyup. 10 Bölüm…)
Niçin bunlar kendilerine yardım edeceğini sandıkları Tanrı’tan umduklarını bulamamışlar. Dinciler bu soruları sormayı akıl bile edemezler, çünkü çarpılacaklarından korkarlar.
Dinciler Peygamberlerine bile yardım etmeyen kavramsal bir varlıktan niçin yardım umarlar. Niçin ellerini açarak istekte bulunurlar. Bütün bu yalvarıp yakarmaları Tanrı’yı bilmemektendir.
Tanrı’nın kimseye bir bağ maydanoz gönderdiği görülmemiştir… Ancak sen çalışıp çabalarsan sıkıntılı durumdan kurtulabilirsin.
Aklını kullandığın sürece başarılı olursun, ki akıl bir yerde Tanrı’yı da kasar…
102. Amerika’da; bir yanardağ patlamasında, on iki yaşlarında bir kızın ayakları lavların arasında kalmıştı.
Lavlar çimento gibi donduğundan kızcağız ayaklarını çekip çıkaramıyordu.
Sular ise kendisini boylayacak şekilde yükseliyordu. Kız ise durmadan Tanrı’a yalvarıyordu. “Tanrı’yım, Tanrı’yım ölmek istemiyorum. Ne olur beni kurtar!” diyordu. Televizyon bu görüntüleri sergiliyordu ve bizler de izliyorduk…
Donan lavlar kızcağızı ayaklarından yakalamıştı. Helikopterden ip attıkları halde kızcağızı çekip çıkaramıyorlardı.. Çünkü çimento gibi olmuş lavlar kızcağızı ayaklarından yakalamıştı. Hepimiz merakla sonucu bekliyorduk.
Sonunda kızcağız bütün yalvarıp yakarmalarına karşın gözlerimizin önünde sulara gömülüp gitti…
Bu kız, hangi dine mensup olursa olsun sonuç değişmezdi… Değişirdi diyebilecek babayiğit varsa beri gelsin…
103. Eğer gökyüzünde her şeyi bilip gören, her şeye gücü yeten bir varlık olsaydı kızcağızı ne yapar eder kurtarırdı. Çünkü Tanrı böylesine acımasız ve gaddar olamazdı. Demek ki böyle bir Tanrı anlayışının bize bir yararı yok. Tanrı anlayışımızı akla, bilime ve mantığa uygun duruma getirmediğimiz sürece de bize yararı olmayacaktır.
Yaratan (madde) insana akıl vermiştir. İnsan, aklını kullanarak kendisine yakışan bir yaşam sürdürmelidir. Aklını kullanarak bütün olası tehlikelere karşı önlem almalıdır.
104. İnsan, gerçeklere saygılı olmalı, kendisine ve topluma yararlı olanı yapmalı, zararlı olanı yapmamalıdır.
Aklın, bilimin verilerine göre yaşamalı, doğanın ve toplumun yasalarını öğrenip öğretmelidir. Olumlu kavramları yaşamına uygulayarak iç huzurunu sağlamalıdır. Tersine bir yaşam yolu seçilirse güvensizlik, huzursuzluk, mutsuzluk içinde yaşar gider. Esen yel üzerine kıpırdayan yaprağın hışırtısından bile korkar. Korku içinde olanlar ise sağlıklı düşünüp sağlıklı karar veremezler.
Bu sorulara doyurucu yanıt verebilmek için Tanrı kavramını yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir.
105. İncil’de “Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar.” (İncil. Yuh. 1. Mek. 4/16) denir.
Demek isteniyor ki sevgi olumlu, nefret ise olumsuzdur. Sevgi, nefrete göre iyidir. İyi olan yücedir ve yüce olan da Tanrıdır. Nefret ise şeytandandır. İnsan yaşamı boyunca nefret ve sevgi arasında bocalar durur. Eşiyle dostuyla, arkadaşlarıyla ters düşebilir. Bu durumda yeğlenmesi gereken sevgiye sarılmaktır. Çünkü nefret doğurgandır. Nefret, nefret getirir. Nefret ise kötülüğün anasıdır. Nefretin babası ise akılsızlık ve öfkedir.
106. Bu durumda yukarıdan beri söylediklerimi yinelemek zorundayım. Tanrı; aklın, bilimin, kültürün, sağduyunun ve vicdanın verilerine göre oluşan ve insanı; doğruya, güzele, iyiye ve sevgiye yönelten duygudur…
İnsanlığın önem verdiği; genel doğrular, olumlu kavramlar, ortak değerler, yüce duygu ve düşünceler Tanrı’dır. İncil’de bu kavramlar “Kutsal Ruh” olarak adlandırılır. Kuran’da da aynı…
Saydığım bu olumlu kavramlar; olumsuz kavramlara göre yücedir ve Tanrı kapsamı içinde ifade edilir. Tanrı kavramı bu şekilde anlaşılmaz ise kutsal kitapların anlaşılmasına olanak yoktur.
Öncelikle şu bilinmelidir ki; yukarıda, gökte, bilinmeyen bir yerde ve de insan biçiminde her şeyi görüp gözeten ve de yöneten bir Tanrı yoktur. Bu demektir ki Peygamber gönderen, kitap indiren maddi anlamda bir Tanrı yoktur. Bütün bu söylemlerin mecaz anlamları vardır ve insanın ilk işi bu kavramlarla ne anlatılmak istendiğini öğrenmektir.
Bu söylediklerimin iyi anlaşılması için kutsal kitaplardaki şu ayetlere bakılmalıdır:
“Kendi içinizde Tanrı’yın varlığına ilişkin deliller vardır, görmez misiniz?” (K. 51/20-21) Bu demektir ki Tanrı’yı kendinizde arayın…
107. Bu arada “Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” söylemi üzerinde durmak istiyorum… İnsanlar sık sık “Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” diyerek kabadayılık taslar…
“Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” diyenler içinde her türlü ahlaksız, hortumcu, soyguncu, ırz düşmanı, kadın ve uyuşturucu satıcısı vardır. Bu sözleri söyleyenler cehaletlerini haykırmaktadır.
Bunların eylemleri o kadar kötüdür ki, sözlerini bastırır. Bunların “Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” demeleri Tanrı’yı bilen insana çok komik gelir. Çünkü “Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” demek; “Çiğ yemedim ki karnım ağrıya…” demektir. Başka bir anlamda da “Yanlış yapmadım ki korkayım!” demektir. Ne var ki böyle diyenler genellikle her türlü pisliğe bulaşmış olanlardır.
Her türlü pisliğe bulaşmış olanların tabutu musalla taşına yatırıldığında imam sorar: “Ey cemaat mevtayı nasıl bilirsiniz?” Hep birden “iyi biliriz!” denir. Çünkü Peygamberlerinin sözü vardır. “Ölülerinizi hayırla yad ediniz!”
Oysa bunlar bizim ölülerimiz değildir. Bunlar kötülüğün (Şeytanın) oğludur. Şimdi her türlü pisliğe bulaşmış bu kişiler bizim ölümüz olabilir mi? Oysa “Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” demek; “Çünkü ben doğru, dürüst, güzel ve erdemli yaşıyorum. Bu nedenle kimden korkayım demektir” ki, bu anlayışın dayanağını Tevrat’ta buluruz:
“Rap (Tanrı) doğruluğumuzdur.” (Tevrat. Tekvin. 15/61) Yine aynı anlamda olmak üzere Tevrat’ta üç ayet daha vardır:
“Benim dayanağım, kayam Rap’tır.” (Tevrat. 2. Samuel. 22/2-3 ve 22/32)
Burada “Rab’in” karşılığı: Doğruluk, dürüstlük, erdem, iyilik gibi tüm ortak değerlerdir. Bu kavramlar yücedir. Din literatürünü göre yüce olan da Tanrı’dır…
Erdemli yaşamı ilke edinen kişinin hiçbir şeyden korkmasına gerek yoktur…
108. Bütün bunlar anlam kaymasına uğradığından “Ben Tanrı’tan başka kimseden korkmam!” diyenler sözlerinin ne anlama geldiğini bilmediği gibi dinleyen de bilmez…
Yukarıda açıklandığı gibi; doğruluk, dürüstlük, iyilik, paylaşımcılık, emeğe saygı ve haksız kazanca karşı olmak, kimseyi kıskanmamak, kimseye düşmanlık beslememek, kimseye kin beslememek, kimseyi inançlarından dolayı aşağılamamak gibi bütün olumlu kavramlar “Rab” kavramı içinde dile getirilir.
Yaşamını böyle ilkelere dayandıranlar da kimseden korkmaz. Çünkü yanlış bir eylemi yok ki kendisinden hesap sorula…
109. Tanrı (Tanrı, Rab…) sık sık yinelediğim gibi aklı da simgeler. Aklını hurafelere kurban edenler Tanrı ve din bilgisinden yoksun oldukları için; özeleştiri yapmadıkları gibi başkalarının eleştirisine de kulak asmazlar. Taklidi bir din anlayışı seçerek Tanrı’yı hoşnut edeceklerini sanırlar.
Oysa insan her gün kendisini aşmalıdır. Eksiklerini gidererek kültürüne, ahlak ve erdemine yeni yeni bilgiler ve olumlu davranışlar kazandırmalıdır.
Bu arada gerçeği görmek bulmak için araştırma da yapmalıdır. Böyle bir ilkeyi baş tacı etmeyenler nefisle malul, bencil olarak gelirler ve de bencil olarak giderler. Yani ham gelir ham giderler. Çamur gibi gelir çamur gibi giderler.
Çünkü yazılmıştır:
“İnsanı pişmemiş balçıktan (cıvık çamurdan) yarattık.” denir. (K. 15/26).
110. Yeri geldiğinde kutsal kitapları referans olarak göstermemi başıma kakarlar. “Ateist, dinsiz olduğun halde niçin kutsal kitaplardan yararlanıyorsun!” derler.
Başkalarını bilmem ama şahsen ben kutsal kitaplarda insanı olumluluğa ve erdeme yönelten ayetler gördüğüm gibi günümüz ahlak, hukuk, insan haklarına aykırı yanlar da görürüm.
Kuran’da çok güzel bir ayet vardır. Örneğin şu ayet bunlardan biridir:
“Hak gelince batıl yok olur!” “Hak geldi, batıl yok oldu.” (K. 17/81)
İnsanlık yararına olan her yeni görüş, eski görüşü batıl eder; yani geçersiz kılar.
111. Öncelikle şu bilinmelidir ki Tanrı da, din de, kutsal kitaplar da, peygamberler de insan içindir. İnsan din için değil; din ve dinler, insanlar içindir. Kutsal kitaplar da öyle… Ama ne görüyoruz: Din, insanlar için değil de, insanlar din için olmuş…
İnsanların büyük çoğunluğu kendisini peygamberlerin şeraitine dine hasretmiştir. İnsanlar cennet satanların safsatalarına aldanmıştır. Bütün kavgalar din kullanılarak motive edilmiştir. Ölürse şehit; doğruca cennet; ölmezse gazi olur eline geçer ganimet.
112. Aklını kullanan insanlar artık din için savaşa girmenin, din savaşları çıkartmanın insanlık yararına olmadığı kanısına vararak; anayasalara, uluslar arası sözleşmelere ırk, din, inanç ayrımını yasaklayan kurallar koymuştur. Bu kurallara uymayanlar ise şiddetle cezalandırılmaktadır. Öyle ki, diğer Birleşmiş Milletler böylesine ırk ve din savaşı çıkaranları el birliğiyle iktidardan uzaklaştırmaktadırlar. . Yugoslavya’da çıkan Hıristiyan – Müslüman savaşı buna güzel bir örnektir.
113. Demek istiyorum ki; bizler, kutsal kitaplarda günümüz için geçerliliğini koruyan kurallardan (ayetlerden ) yararlanmalıyız. Günümüz akıl, ahlak, bilim, erdem, hukuk ve insan hakları kurallarına uymayan bir çok ayeti de günümüz koşullarına uydurmalıyız…
Her inanç sahibi kendi kitabındaki kuralları, “Tanrı kelamı!” diye, başka inançtakilere zorla kabul ettirmeye çalıştığı takdirde ortalık kan gölüne döner.
114. Şimdi kutsal kitaplarda bilime aykırılıklara ilişkin bir örnek vermek istiyorum. Eh akılcı, en mükemmel ve en son din denilen İslam’ın kitabından alıyorum.
Örneğin Kuran’da, bütün canlıların; bitkilerin, hayvanların, insanların çift çift yaratıldığı ileri sürülür.
“Her şeyden çift çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.” (K. 51/49) Bu anlamda olmak üzere daha onlarca ayet var…
Oysa 1942’lerde ortaokulda bizlere tek cinsiyetli hayvanların da olduğu öğretilirdi. Bunlar çift çift değil tek tekti. Kendi kendilerini döllerdi. Bu canlılara “erselik” hayvanlar denirdi. Bunlar arasında salyangoz ve solucan gibi hayvanların tek cinsiyetli türler olduğu öğretilirdi.
Bu gerçeği Darwin de açıklar ve bir deneyimi anlatır. Darwin, iki solucanı alır, enlemesine tam yarısından keser. Sonra bunların ne yapacağını gözler. Şaşırarak görür ki ikiye böldüğü bir solucan kendi kendini bütünler. Böylece iki solucan kısa zamanda dört tane olur. ( Bk. Darwin Gerçeği. Benjamin Farrıngton Çağdaş yayınları.)
Bu olayı ben de küçüklüğümde kendi bağımızı beklerken yaşadım. Yakaladığım bir kertenkelenin kuyruğunu kestim. Kısa zamanda baktım ki kertenkele kesilen kuyruğunu tamamlamış…
Bir de yıldırım çarpması konusunda şöyle bir ayet var: “O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar.” (K. Rad 13/13” Ama bu gün ne görüyoruz. Yıldırımsavarlarla (paratonerlerle) insanlar yıldırım çarpmasından kurtuluyorlar. Demek ki bu yıldırım çarpması ilahî bir olay değil doğal bir olay.
115. Elbette 1400 yıl önce biyoloji bilgisi gelişmemiş olduğu için ve o zamanlar her türün çift çift yaratıldığı, Tanrı’yın “yıldırımlar göndererek dilediğini öldürdüğü sanılmıştır.
Bu da bize gösteriyor ki kutsal kitaplarda yazılanlar günümüz bilimine uymamaktadır…
İslam’ın kökeni teslimden gelmektedir. Bizimkiler bu teslimiyetin “Kuran’da ve hadis kitaplarında yazılanlara teslim olmak” olduğunu söylerler. Oysa bu teslimin anlamı; aklın, bilimin, Hakk’ın, gerçeğin verilerine teslim olmaktır.
Eğer İslam’daki teslimiyeti böyle anlasaydık; bilimde ve teknikte batı dünyasından önde olurduk…
İslam’da teslim yanlış anlaşıldığı için bütün İslam ülkeleri; bol bol yer altı kaynakları olduğu halde, geri kalmışlıktan ve yoksulluktan kurtulamamıştır…
116. İnsanoğlu anasından olgunlaşmış olarak doğmaz. Doğuşunda, işlenmemiş ham bir maddedir. Bu madde işlenmelidir ki insanlığa da kendisine de yararı olsun. Bu da bir öğretmen, öğretici sayesinde olur.
İnsanın, anasından doğduğu gibi kalmasına; yeniden doğmadan önceki hali denir… İnsan, yeniden doğmadan önceki halinde; bilgisiz, bencil, öfkeli, hırslı, intikamcı ve olumsuz beşerî özelliklere sahip olur ki bu çamur ile simgelenir.
Eski çağlarda eğitim ve öğretimin yetersiz olması nedeniyle bu görevi din adamları üstlenmiştir. Bunun sonucu olarak da insanlar aynı zamanda dinsel eğitim ve öğretime tabi tutulmuştur. Dinsel eğitimde amaç ise; insan nefsini disiplin altına alacak, bilgisizliğini giderecek, tekamül yolunda ilerleyecek ve insanlara yar olup bar olmayacaktır…
117. İnsan başlangıçta hamdır; ancak, içinde yaşadığı ekonomik, kültürel, siyasal, sosyal, çevresel koşullar onu doğaya ve topluma karşı geliştirir, olgunlaştırır. Bu yola giderek kendini olgunlaştıranlar, bencil duygularından kurtulup bilgisizliği yenerek erdem sahibi olurlar ki bunlara olgunlaşmış insan anlamında insan-ı kâmil denir. İnsan-ı kamil mertebesine erenlere; ermiş, veli de denir. Bu ermiş ve velilere “Tanrı’yın velisi!” denir ki bunlar Tanrı’yı korurlar; bunlar Tanrı’yı korudukları için Tanrı da bunları korur ve bunlar “Tanrı’yın tutan eli, gören gözü, duyan kulağı olur.”
118. Şeriat mertebesi din yoluyla eğitim öğretim alanının ilk sınıfı, ilk basamağı sayılır. Şeriat mertebesinde olanlar bu kavramlara göre yaşamlarını yönlendirmekle Tanrı’a hizmet arz ettiklerini sanırlar. Tanrı’a yalnız tapınma ile yaklaşmaya çalışmak Tanrı ile alış verişten başka bir şey değildir. Bunların din anlayışına göre; bunlar “bu dünyada namazını kılacak, orucunu tutacak, hacca gidecek, zekatını verecek; Tanrı da onları mükâfatlandırarak cennetine sokacaktır!” Görüyorsunuz Cennet’e gitmenin yolu ne kadar kolay…
119.. Oysa dinde insanın gelişim safhası bölüm bölümdür. Her bölümün de kendi içinde basamakları vardır. Öyle dindarım denilmekle dindar olunmaz. Dindarlığın ölçüsü ibadet değildir. Dindarlığın ölçüsü güzel davranıştır. Buna din ilminde takva denir.. Namaz kılıp oruç tuttuğun halde gözün haksız kazançta mı…. (Bu örnekler çoğaltılabilir….) Sen, dindar değilsindir. Sen bir dinsizsindir; senin dindarlığın sözdedir…
120. Din literatüründe bilgisiz, bencil, densiz, dengesiz, erdemsiz insanların değeri yoktur. Onlar muhatap alınmaz. Çünkü onlar “Ölü” sayılır.
Dinin muhatap aldığı kişiler “Diri”lerdir. Kendini bilen, sorumluğunu bilen, haddini bilen, erdemli, denli, dengeli kişiler dinde “Diri” sayılır ve muhatap alınır.
Bu nedenle Kuran’da “Sen ölülere duyuramazsın!” (K. 27/30. 30/52) denmiştir.
121. Din literatüründe sorumluluğunu bilen, bencil olmayan, duyarlı insanlara ise “Diri”; bencil, duyarsız, sorumsuz insanlara “Ölü”; denir.
Şeriat mertebesinde olanlar bu kavramlardan çok uzak oldukları için ölüyü de diriyi de birbirine karıştırıp toptancılık yaparlar. Bunlar kendi eylemleri nedeniyle sıkıntıya düştüklerinde ve de başlarına bir kötülük geldiğinde bunu Tanrı’dan bilirler. Oysa insanların başına gelen kötü olay, kaza dışında, kendi eylemindendir.
“Sana ne iyilik gelirse Tanrı’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Tanrı yeter.” (K. 4/79)
“Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (K. 42/30)
122. Din âleminde iyi ile kötü ayrımında bulunmayanlar; yani, farik ve mümeyyiz olmayanlar muhatap alınmazlar. Bunlara soru sormadıkları takdirde açıklama yapmak bile büyük bir yanlıştır. Bu tür ham kişilerin sordukları soruların da büyük bir bölümü tuzak soru olabilir. Arif kişi bu tuzağa düşmemeli, bu tür kişilerin oyununa gelmemelidir. Arif, bu tür sorular karşısında karşısındaki kötü niyetli kişinin eline koz vermemelidir. Çünkü onlara söylenen en hikmetli sözler bile suç kapsamına girer ve insanın başına iş açar. Örneğin Hallac-ı Mansur, Nesimi ve benzerlerinin başlarına gelen gibi…Bunun içindir ki İsa şöyle demiştir:
“Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. Yoksa bunları ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler.” (İncil. Matta. 7/ 6)
123. Din alimlerinin birçoğu konuştuğu kişinin ölü mü, diri mi olduğunu bilmeden gerçekleri söylediği için yaşamından olmuştur. Yaşamından olmayanlar da sürgünlerde, zindanlarda çürümüştür.
Bu nedenle soru soran kişinin anlayış sevisine göre ve de niyetine göre yanıt verilmelidir.
Daha doğrusu kötü niyetli kişileri hoşnut oldukları karanlık bilgileri ile baş başa bırakmak en iyisidir. Kötü niyetli kişilerin şerrinden sakınılmalıdır…Ben bu kötü niyetli kişilerin şerrinden Tanrı’a sığınırım.
124. Bu konu ile ilgili olarak Mevlana, Mesnevisi’nde güzel bir öykü anlatır. “Adamın biri bakmış ki eşeği uçuruma eğilmiş, az aşağıdaki otu yemeye çalışmaktadır. Eşeğin sahibi ‘Aman eşek uçurumdan aşağı düşmesin!’ diye eşeğin kuyruğundan tutup çeker. İster ki eşek uçuruma düşmesin…
Eşek ise inadına bir tutam ot için uçuruma doğru eğilmekte ve sahibini de arkasından sürüklemektedir. Bunun üzerine Mevlana, eşeğin sahibine şöyle seslenir: ‘Bırak eşeğin kuyruğunu!. Bir tutam ota aldansın gitsin!’”
125. Mevlana bu öyküsü ile iyi mi yapmaktadır, kötü mü yapmaktadır… Bir aydın karanlıkta kalmış olanlara gerçeğin ışığını yaymalı mıdır, yaymamalı mıdır? Eğer gerçekler yalnız bilenlere özgülenirse insanlık nasıl olup da aydınlığa kavuşacaktır. Oysa insanın bir ışığı varsa; onunla, karanlıkta olanları aydınlatmak olmamalı mıdır?
Bu konuda İsa şöyle demektedir:
“Hiç kimse bir ışık yaktığı zaman onu gizli yere, yahut kilenin altına koymaz, ancak içeri girenlerin aydınlığı görmesi için şamdana kor” (İncil. Luka. 11/33. Matta. 5/14-16)
Aydınlatma ve ışık, arayıcı olanlar için söz konusudur. Ayette arayıcı olanları belirtmek için içeri girme koşulu aranmaktadır. Arayıcı olmayan insanlardan sakınılmalıdır. İstemeyene verilmemeli, sormayana söylememelidir… Aydınlatma ve ışık; ancak ve arayıcı, istekli ve de yeteneği olanlar için söz konusudur…
İsa, bu konuda da şöyle der: “Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. Yoksa bunları ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler.” (İncil. Matta. 7/ 6)
Kuran’da bu durum: “Sen ölülere duyuramazsın!” denerek dile getirilmektedir.
“Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın.” (K.27/80)
“(Resulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.” (K. 30/52
126. Burada ışığın karşılığı insanları aydınlatan, uyaran bilgidir ve bütün dinlerde “ışık” olarak simgelenir. İnsanlar bu aydınlanmayı Kiliselerde mum dikerek ve İslamiyet’te ise türbelere yanmış mum dikerek simgelerler.
Işığı görüp de aydınlanan kişi Tanrı’ya (gerçeğe) ermiş demektir. Gerçeği görerek uyanan kişi, Tanrı’yı bilir. Bu tür kişilere tekamülünü tamamlamış anlamında Olgunlaşmış İnsan (İnsan-ı kâmil) denir…
Türklerde Tanrı sözcüğünün karşılığı Tanrı’dır. Tanrı da “Tan”dan gelir. Bilindiği gibi güneş doğmadan önceki alaca karanlığa “Tan” denir. Tanrı adı bir de Tengri’den gelir ki bu da gök anlamında, yüksek anlamındadır.
Bütün toplumlarda aydınlanmanın karşılığı vardır. Buda’da aydınlanmanın karşılığı Nirvana’dır…
İsa’da; şeytanın İsa’yı sınava çekmesidir.
İslamiyet’te “Miraç”tır…
Her yerde hazır ve nazır olduğu söylenen Tanrı’ya ermek için göğün yedi kat yukarısına çıkmaya ne gerek vardır. Miraç demek İslam Peygamberinin aydınlanmayı tamamlaması anlamına gelir.
127. Din bilgisi tam olmayan din adamlarınca iki kişiyi bir arada görünce şu dinsel deyimi sık sık söylemekten kendini alamaz: “Tanrı, her yerde hazır ve nazırdır!”
Topluluk içinde bulunanlardan biri çıkıp da: “Arkadaş, Tanrı her yerde hazır ve nazır ise göstersene?” diyemiyor. Demiş olsaydı nasıl açıklama yapılırdı merak etmeye değer.
Böyle bir soru soramamış olmasının nedeni bütün toplumlarda Tanrı adı geçince insanın muhakemesi felce uğruyor. Mantık işlemez oluyor. Akıl bilgisayar gibi kilitleniyor ya da çöküyor..
128. Böyle bir soruya verilecek yanıt ancak şöyle olabilir:
“Arkadaş, Tanrı her yerde hazır ve nazır, diyorsun ama. “Lağım çukurunda Tanrı olur mu?”
Elbette lağım çukurunda Tanrı olmaz.
Tanrı, insanın bulunduğu yerde olur; öyle her insanın bulunduğu yerde de olmaz; olgunlaşmış insanların bulunduğu yerde olur. Tanrı’nın insanın bulunduğu yerde olması için de insanın olgunlaşmış olması gerekir; olgunlaşmamış insanın bulunduğu yerde Tanrı değil Şeytan bulunur… Öyle her insanım, dindarım, diyen insanın bulunduğu yerde de Tanrı olmaz.
İnsanın olmadığı yerde madde vardır, enerji vardır, oksijen vardır ama dinsel anlamda Tanrı yoktur. Tanrı “diri” insanların bulunduğu yerde vardır.
129.. Tanrı, her insanın içinde uyumakta olup insan tarafından uyarılmasını beklemektedir. İnsanın içinde bulunan Tanrı’nın uyanması için; insanın aydınlanması, olgunlaşması ve uyanması gerekir.
Aydınlanma, olgunlaşma, uyanma, yeniden doğma ne demektir. nasıl olur?
Bunun için insanın iyi ile kötüyü ayırması gerekir. Yani akıllı, fariğ ve mümeyyiz olması gerekir… Çünkü dinlerin her iyi dediği iyi değildir.
129. Hukukta iyi ile kötüyü ayırma niteliğine “Fariğ ve mümeyyiz olmak” denir.
Hukukta; fariğ ve mümeyyiz olmayan kişiye hukukta ceza verilmediği gibi dinde de verilmez. Bunlar için cennet-cehennem, ahrette hesap verme bilgisi yoktur ki iyi işleri yapmaktan zevk duyalar… Bunlar
Bunlar; yaptıkları kötülükten zevk alırlar. Bunlar gibi gelişmemiş olanlar da bunların yaptığına imrenir. “Köşeyi döndü, işini biliyor!” derler. İnsan; iyi olanı yapmaktan zevk, kötü olanı yapmış olmaktan rahatsızlık duyarsa olgunlaşmış; yani Tanrı’ya ermiş sayılır…
130. Önemli olan insanın iyiyi kötüden ayıracak kadar akıl yürütecek bir aşamaya gelmesidir.
Baskı ile, korkutarak insanlar terbiye edilebilir ama istenilen amaca ulaşılmaz. Terbiyenin Türkçe’mizde karşılığı eğitimdir.
Eğitilen insan hortumculuğun, soygunculuğun, yasal sınırlarını bildiği için daha tehlikeli olur.
Bunu önlemenin yolu insanda sorumluluk duygusunu ve ahret bilgisini geliştirmek gerekir… Ahret bilgisinin gelişmesi demek “İnsanda; yaptığım bu işin sonunda başıma ne gelebilir düşüncesinin hakim olmasıdır!”
Bunun için de insanın; aklı başında, fariğ ve mümeyyiz olması gerektir. Yani sorumluluk doygusu gelişmiş, duyarlı, kültürlü ve olgunlaşmış olması gerekir.
131. Peygamberler; gelişmemiş insanları, kötü iş yaptığı takdirde, Tanrı’yın kendisini Cehenneme atacağından söz edip korkutarak, doğru işler yapmaya yönlendirmiştir. Bunun nedeni de gerçeği söylediği takdirde insanların dayanamayacağı, karşı geleceği korkusudur. Onun için “Eğer sen iyi iş yaparsan, yoksula yardım eder, açları doyurursan, kimseyi incitmezsen Tanrı da seni ödüllendirerek Cennetine sokacak!” derler. Buna ise terbiye etmek denir. Terbiye ise istenilen sonucu vermez.
İnsanın çıkarı söz konusu olunca gözü hiçbir şey görmez… Ne Tanrı’tan, ne de Cehenneminden korkar.
132. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale bu anlayışın verimsizliğini anlatmak için şöyle bir fıkra anlatırdı.
“Adamın biri kedisini öyle eğitmiş ki; kedi, iki ayağı üzerine kalkarak tuttuğu tepsi içinde getirdiği kahve fincanlarını konuklara ikram edermiş…
Kedinin sahibi de:
– Bakın ben kedimi nasıl terbiye ettim! diye övünürmüş.
Konuklardan biri bu eğitimin geçersizliğini göstermek için ikinci toplantıya içinde fındık faresi bulunan bir kibrit kutusunu cebine koyarak gelmiş.
Sıra konuklara kahve ikram etmeye gelince ev sahibi kedisini görevlendirmiş. Kedi, her zaman olduğu gibi iki ayağı üstüne kalkıp ön ayakları ile tuttuğu tepsi ile içeri girer girmez; arif olan adam, cebinden çıkardığı kibrit kutusunu açarak fareyi ortalığa salmış. Kedi, fındık faresini görür görmez kahve dolu tepsiyi bir yana fırlatıp atmış ve fareyi yakalamak için koşmuş. Bu olay üzerine fındık faresini getiren arif:
– Gördün mü terbiye ettiğin kedinin halini… demiş.
Görüldüğü gibi terbiye işe yaramıyor…
133. Bu fıkradan çıkaracağımız anlam; terbiye insanı, sorumluluk sahibi aydınlanmış bir insan yapmaz. Terbiye edilen insan özünü korur. Çıkarı söz konusu olunca gerçek kimliğini gösterir. Din ilminde duyarsız, sorumsuz insanlara, “ölü” denir.
Dinlerin “Ölü” olarak andıkları insanlar iyi – kötü kavramları arasındaki ayrımı bilmezler.
Bunlar, bencil ve cahil olduğu için anlık çıkarına bakar. “Yapacağım bu işin sonunda başıma ne gelecek?” diye düşünmez. Çünkü bunlarda ahret bilgisi yoktur.
134. Ahret bilgisi demek; yapılan eylemin sonunda ne olacağı düşüncesine sahip olmak demektir. Yapılan eylemin; bir saat, bir gün, bir yıl, birkaç yıl sonunda başına ne iş açabileceğini düşünen insana ahret bilgisine sahip insan denir.
Dinlerdeki ahret bilgisi yanlış yorumlanmaktadır. Bunlar ahret denince; öldükten sonra, öbür dünyada, Tanrı’yın kendilerinden hesap soracağını sanırlar.
Oysa kuran hesap sormayı şöyle de anlatır:
///
Oysa “Tanrı, ölülerin değil dirilerin Tanrı’yıdır.” (İncil. Matta. 22/32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)
Her ne varsa bu dünyadadır. İnsan yaşarken hesap vereceği düşüncesine sahip olmalıdır ki kendisini kötülüklerden koruyabile…
Tanrı’yın rahmetinin bol olduğu düşüncesiyle kötü iş yapanları da görüyoruz. “Nasıl olsa Tanrı’yın rahmeti bol, beni bağışlar!…” diye düşünüyorlar.
Oysa Tanrı bile bir günahkarı, günahından kurtaramaz. Çünkü günah (kötü iş) insanın ruhuna işler ve bu günah insanı yaşamı boyunca kovalar ve kemirir…
135. Duyarlı ve sorumluluk duygusu olanlar ise yaptıkları kötü eylemin başlarına ne iş açacağının bilincinde oldukları için anlık çıkarları söz konusu olunca olumsuz bir iş yapmaktan kaçınırlar ki din ilminde bunlara da “Diri” denir.
xxx
Bunlar yanılarak kötü bir iş yapmış olsalar bile yaptıkları kötü eylemden rahatsız olurlar. Duyarlı yandaşları da kendilerini yaptıkları kötülük yüzünden uyarırlar.
Bir ermiş yıllarca önce bu gerçekleri dile getirmek için şöyle demiştir: “Akıl varsa din yok, din varsa akıl yok…”
Aklını kullanmayan ve yeterli din bilgisi olmayanların yaptığı dualardan (istek ve dilek) hiç birinin bu güne değin duasının kabul edilerek yerine geldiği görülmemiştir.
Duasının kabul edilmemesinden yakınanlara ise verilecek yanıt hazırdır: “Biliniz ki, yüce Tanrı, kendisinden habersiz bir kalbin duasını kabul etmez!”
İnsanlardan hiç birinin istek ve dileği (duası) kendi çabası olmadan yerine gelmemiştir ve yerine geleceği de yoktur. İstekte ve dilekte (duada) bulunan insanın çaba göstermesi gerekir.
51. Her yıl sayısız mübarek geceler, günler, aylar vardır. Eğer dualar kabul edilmiş olsaydı bütün bu kutsal günlerde dilekte ve istekte (dua) bulunanların hepsinin de refah içinde olmaları gerekirdi.
İnsanlar; Oruç Babanın türbesine giderek ölülerden dilekte bulunmazdı ve Mersin’deki Ashap-ı kehf (yedi uyuyanlar) mağarasında “Günah deliğinden geçerek günahlarından kurtulacaklarını…” sanmazdı.
52. Unutmayalım ki Eshab-ı kehf de bir simgesel anlatımdır ve uykuda olmayı simgeler. Günümüzdeki dincilerin (ruhçuların, idealistlerin) asırlardır uyudukları gibi…
Bunlar uykularından, komaya girmiş bir hasta gibi, o denli hoşnutturlarki kendilerini uyaranlara tepki gösterirler. Kendilerini uyarmaya çalışanları öldürmeye bile kalkarlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir şiirinde dediği gibi:
“1400 yıldır uykuda hâla
Uyarmazsan uyanacak gibi değil!”
53. Asıl önemlisi Müslümanların Tanrı sözü olarak kabul ettikleri kitaplarında:
“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (K. 1/4) denmektedir.
Öyle ise neden ölülerden, türbelerden, ariflerden, ermişlerden, şeyhlerden medet umuluyor. Niçin söyledikleri ilahilerde gözyaşları içinde “Şefaat ya Resulullah!” diyerek ağlaşıyorlar. Niçin Tanrı’tan yardım bekleyeceklerine ölmüş bir peygamberden yardım (şefaat) beklerler. Demek ki bunların kendi kitaplarından bile haberleri yok…
54. Eğer Tanrı dualarını kabul etmiş olsa idi, istediklerine, umduklarına kavuşmuş olsalardı; ölmüş peygamberlerden, türbelerde yatan ölülerden, yardım (şefaat) beklemek zorunda kalmazlardı. Yine burada Fatiha suresinin önemine dikkat çekmek zorunluluğunu duyuyorum. Fatiha suresi dikkatle okunduğunda görülür ki istekte bulunan Tanrı değildir. İstekte bulunan doğrudan doğruya insandır. Demek oluyor ki konuşan Tanrı değil insandır…
55. Dikkat edilirse görülür ki Fatiha suresinde konuşanlar çoğul kişiler “Biz” diyerek birinci tekil kişiye seslenmektedir. Eğer Tanrı konuşmuş olsaydı “Biz” diye konuşmazdı. Çünkü böyle bir konuşma Tanrı’yın tekliği ilkesi ile bağdaşmaz. (Bu konuya yukarıda da değinmiştik.(
İnsanlar bu konular üzerinde düşünmekten korkar. Zaten bütün dinler korku ve bilgisizlik üzerine bina edilmiştir. Bütün dinler insanı günahkar olarak kabul etmiştir. Yılın belli günlerinde; miraç gecesinde, kadir gecesinde, ramazanda, her namazda insanlar, günahlarının affı için yalvarır da yalvarır… Yine de bir türlü günahtan kurtulamazlar. Bütün ilahiyatçılar da inanırları Tanrı’tan “Günahlarının affedilmesi için yalvarmaya çağırırlar…” Bütün bunlar gösterir ki dinler insanları günahkar kabul eder. Oysa ben çevremdeki çoğu Müslümanları hiç de günahkar görmüyorum. Hepsi kendi hallerinde halim selim insanlar. Bu insanları korkuya salmanın ne anlamı var. Ben gördüğüm bu Müslümanların günahkar olacağını kabul edemiyorum. Bu Müslümanlar günlük kazançları ile geçinirler ve dinsel kuralları aksatmadan yerine getiren insanlardır.
Bu insanları nasıl olur da günahkar olarak kabul edebiliriz. Ama yurdumuzdaki allameler bütün Müslümanları günahkar olarak suçlarlar. Örneğin şöyle derler: “Kim mübarek geceleri, ramazan ayını ibadetle geçirerek Tanrı’tan af dilerse geçmiş günahları bağışlanır.” Nerden biliyorlar, insanların geçmişinin günahla dolu olduğunu…
Anlaşılıyor ki bu allameler bütün inananları, kendileri gibi, günahkar sanıyorlar.
56. Bütün dinlerin amacı insanı korkutmaktır ve onları korkutup sindirmek için ellerinden geleni yaparlar: Örnek verirsek
“Ey kullarım benden korkun!…” (K. 39/16);
“Ey kullarım sadece benden korkun!” (2/40, 39/16)
Daha çok var… Bu korkutmalar yalnız Kuran’da değil; Tevrat’ta da var, Zebur’da da var, İncil’de de var… Soruyorum, insanları suçlu kabul etmeye, korkutmaya ne hakkınız var?
Oysa dinlerin amacı korkutmak değil, sevdirmek; terbiye etmek değil, bilgilendirmek, akla uygunluk sağlayarak gerçekleri öğretmek olmalıdır….
Ne var ki uygulamada; akıl ile inanç çatıştığında inanç yeğlenmelidir diyorlar. Bu ise aklı dışlamak ve körü körüne inanmayı gerektirir ki; körü körüne inanmanın insana hiçbir yararı olmaz… Böylece insanlık ilerleyeceğine yerinde çakılı kalır. Toplum kuralları günün değişikliklerine uydurulamaz. Asırlarca önce uygulamaya konmuş din kuraları ile devlet ve toplum yönetilmeye çalışılır ve bu uygulama da Tanrı’yın emri sanılır.
57. Bu konuda sağlıklı düşünebilmek için önce Tanrı nedir onu anlayıp bilmek gerektir. Tanrı öyle söylenildiği gibi değildir. Bir örnek vermek gerekirse din kitapları Tanrı’yı şöyle tanımlar:
“Tanrı daima diridir. Tanrı, her şeyi bilir. Her şeyi işitir, her şeyi görür.
Tanrı diler, dilediğini yapar, O’nun işine kimse karışamaz.
Tanrı sonsuz kudret ve kuvvet sahibidir. Her şeye gücü yeter.
Tanrı, yaratıcıdır. Dilediğini yoktan var eder, dilediğini yok eder.
Kainatta her ne varsa hep O’nun yaratması iledir. Yarattığı her şeyde bir hikmet vardır. “ (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını. Temel Dinî Bilgiler (İtikat, İbadet, Ahlak, Siyer. s. 19)
Yukarıdaki anlatımda Tanrı’yın “Diri” olduğu söylenmektedir. Diri olmak maddi ve canlı olmayı gerektirir. Yemeyi içmeyi gerektirir. Sonra diri olan ölmeye mahkumdur. Diri olanın bir takım ihtiyaçları olacaktır. Bu nedenle Tanrı’yın diri ve ölü olmak gibi bir niteliği olamaz.
Kaldı ki Tanrı; maddi olarak yoktur, mâna olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur simge olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur; sıfat olarak vardır.
58. Bir de şöyle deniyor: “Tanrı, diler, dilediğini yapar.” Burada da mantığa ters düşen bir anlam vardır. Çünkü Tanrı, diler ve dilediğini yaparsa; bütün bu sapıklıklar, cana, mala, ırza tecavüzler Tanrı’yın dilemesi ile mi oluyor?
Böyle bir anlayış Tanrı’yın yüceliği ile ne oranda bağdaşır?
Bunun yanında “Tanrı, dilediğini yaparsa” niçin insanları kâfir olmasını diliyor ve sonra da onları Cehennem’e dolduruyor? Bütün bunlar Tanrı’yın dilemesi ile olduğuna göre Müslümanlara ne oluyor ki Tanrı’yın kâfir ettiğini imana getirmeye kalkıyor?…
Kaldı ki bu konuda bir de ayet vardır. İnsanları imana davet çabası içinde olan İslam Peygamberine Tanrı’yı (aklı, mantığı, sağduyusu…) şöyle diyor:
“Ey Muhammed! Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez, fakat Tanrı dilediğini doğru yola eriştirir.” (K. 2/272)
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi. Öyle iken insanları, inanmaya sen mi zorlayacaksın.” (K. 10/99)
Ne var ki İslam Peygamberi sonradan bu düşüncesini değiştiriyor ve diyor ki:
“Kitap verilenlerden, Tanrı’a, âhiret gününe inanmayan, Tanrı’yın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (K. 2/29)
58. Yukarıda alt alta gelen iki ayet göstermektedir ki Peygamberin dışında bir yüce varlık Peygamberine emir vermiyor, dinsel deyimiyle vahiy göndermiyor. Vahiy dedikleri; Peygamberin, olaylar koşullar nedeniyle içine doğan duygu ve düşüncelerdir. Yukarıdaki birbirinin karşıtı iki olay bunun somut kanıtıdır. Demek ki bu ayetler insanın dışında var olan maddi ve diri olan bir varlık tarafından söylenmiyor.
Eğer dinlerin dediği gibi insanın dışında güçlü bir varlık olsaydı dilediğini de yapmaya kadir olduğuna göre peygamberleri de aracı olarak göndermezdi. Her şeye gücü yeten bir varlığın aracıya ne ihtiyacı olabilir? Bu nedenle İslamiyet’i diğer dinlerden üstünlüğünü göstermek için “Tanrı ile kulu arasına kimse giremez!” denir ya… Doğru, Tanrı’nın kulu ile bağlantı kurması için bir aracıya gereksinimi yoktur. Çünkü sağlıklı yapısı olan bir insan neyin iyi neyin kötü olduğunu idrak edecek yapıdadır…
59. Bir de şu var ki, Tanrı dilediğini kafir, dilediğini Müslüman yapıyorsa; niçin kendi dileğiyle kâfir yaptıklarını tutup Cehenneme sokuyor ve onlara Cehenneminde irin içiriyor, zincirlere vuruyor ve işkence yapıyor. Dilediğini şaşırtan, dilediğini doğru yola sokan kendisi değil mi? “Tanrı kimi dilerse onu şaşırtır, kimi de dilerse onu doğru yol üstünde tutar!” (K. 6/39)
Ve bir tane daha:
Tanrı kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru yola sevk eder.” (K. 35/18)
İnsanların, Tanrı’yı böyle göstermeye ne hakları var? Böyle bir anlayışı kabul etmek o yüce varlığa karşı saygısızlık olmuyor mu?
Böyle bir Tanrı anlayışının mantıksal bir yanı var mı? Tanrı, “Rabbil âlemin!” değil mi? Bir Tanrı nasıl olur da kendi yarattığı ve kendi dilemesi ile kâfir yaptığı insanlara eziyet ve işkence yapar ve onları Cehenneme atıp yakar…
60. Öyleyse gelin şu Tanrı anlayışını doğru tanımlayalım. Bir kere olaya bilimsel yaklaşmak zorundayız.
Eğer Tanrı dine karışmış olsaydı dünyada 360 tane din olmazdı. Çünkü Tanrı bir olduğu gibi dini de birdir. Şu an dünyamızda 360 dinin olması; dinlerin ilahi değil, toplumsal oluşundandır,…
Eğer Tanrı din işlerine karışmış olsaydı; ikinci bir dinin oluşmasına izin vermezdi. Yineliyorum Tanrı bir olduğu gibi dini de birdir ve bu din bütün insanlara yaratılışında verilir. Yeter ki insan kendisinde cevheri yakalaya…
61. Öyle dinlerin söylediği gibi maddenin dışında bir varlık bütün dünyayı yoktan var etmiş değildir. Yaratan maddedir. Madde de doğmamıştır, doğrulmamıştır; ezelden beri vardır ve sonsuza kadar var olacaktır.
Bütün bu gördüğümüz bitkiler, hayvanlar, insanlar hep var olan maddenin görünmezden görünüme gelmesidir. Buna din ilminde zuhurat denir. Bu durumda maddenin dışında maddi bir varlık yoktur. 30 milyon yıldan bu yana gelip giden insanlar Tanrı deyip yattığına ve de Tanrı deyip kalktığına göre nedir bu Tanrı anlayışı boşuna değildir ve insanlar bunun ne anlamda kullanıldığını bilmelidir…
62. Tanrı bir anlamda aklı da simgeler. Çünkü akıl yücedir. Kökeni Yunan mitolojisine dayanır. Yunan mitolojisindeki Apollon sanatın, estetiğin, güzelliğin simgesi olduğu gibi aklı da simgelerdi ve bu nedenle de Tanrılardan birini simgelerdi. İnsanlar; zamanla, Mitolojik Tanrı anlayışından tek Tanrı anlayışına varılmış; şimdi ise kavramsal Tanrı anlayışına varmanın günü gelmiştir. Kavramsal Tanrı ise, dinlerin de belirttiği gibi: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, yalan söylememek, dedikodu yapmamak, zihniyetimizi kötü düşüncelerden, kinden v nefretten korumak kimsenin kuru ile uğraşmamak, nefsini arıtmak gibi kavramları yaşamında üstün tutmaktır ki buna Tanrı’ya tapmak denir. Böyle yaptığın takdirde huzur içinde yaşarsın. Vuslata ermiş sayılırsın…
63. Tanrı kavramı ve din anlayışı ihmale gelmez… Bir insan bilge olmak istiyorsa ilkin Tanrı kavramından ne anlaşılması gerektiğini bilmelidir. Bunun yanında din duygusunun da kökenlerini araştırmalı ve yaşamına uygulamalıdır ki gerçeği görebilsin ve vuslata erebilsin.
64. Tanrı ve din duygusu insanın yaratılışında vardır. Ancak zamanla her şeydeki gelişme gibi Tanrı anlayışı da gelişmiştir. Ortaya iki anlayış çıkmıştır:
Birinci anlayış: Dış görünüşü (zahiri) ile geleneksel olarak uygulanan ritüellerdir. Bu anlayış bütün toplumlarda görülür.
İkinci anlayış : Gizli olan (batınî-ezoterik-ilm-i ledün) anlamı…Bu da seçkinlere özgü din anlayışıdır.
65. Zahiri anlayışta olanlar Tanrı’yı kendilerinin dışında; öyle ki evrenin dışında bir varlık olarak var sanırlar.
Zahiri (dış görünüş) anlayışın kökeni dediğimiz gibi insanlıkla başlar.
Batınî anlayış sahipleri ise Tanrı’yı insana indirgerler. Bir Tanrı bir de insan ikiliğini kabul etmezler. Batınî anlayışın tarihi ise 12 bin yıllıktır Mu imparatorluğu ile başlar ve bunun temsilcisi İslam’da İdris peygamber olarak adı geçen Hermes’tir. Hermes üç kere bilge olarak da anılır.
66. Ne var ki bu kavramlarla ilgilenmek bizimkilerin işine gelmez… Onlar işin kolayına kaçarlar. Şeriat kapısında kendilerine sunulan koşulları yerine getirmekle huzura ererler ve zaten daha ötesi de kendilerini ilgilendirmez. Ama Tanrı’yı arama çabasına girenler, ki bunlara din-i tahkiki mensupları denir… Bunlar dinlerin dış görünüşleri ile yetinmezler. Kutsal kitaplarda geçen sözlerle ne denilmek istendiğini anlamaya çalışırlar. Bir örnek vermek gerekirse Kuran’da şöyle bir ayet vardır:
“Tanrı ve Peygamber, sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin. Tanrı’yın kişi ile kalbi arasına gireceğini ve sonunda O’nun katında toplanacağınızı bilin…” (K. Enfal. 8/24).
67. Tanrı kavramını anlamak ve Tanrı’ya ulaşmak isteyenler kutsal kitaplarda bulunan bu müteşabih (yorumlanabilen) sözlerin peşine düşer. “Acaba Peygamber bu ayetle ne demek istiyor?” der. Bu, hayatta olana “hayat verecek olan şey nedir?” der.
Sonra bütün bir Evren’i yaratan ve Evren’e sığmayan bir Tanrı nasıl olur da insanın kalbi ile kendisi arasına girer?..
68. Burada bir hususa dikkatinizi çekeceğim. Onlarca tefsir kitabı var. 50’ye yakın Kuran tercümesi (meal) var. Bunların bir tanesinde 66. paragraftaki örnek olarak sunduğum 8/24 ayetine değinen bir kişi çıkmamıştır. Çünkü bu çevirmenler ve yorumcular kutsal kitaplarda kendi istek ve tercihlerine göre ayet arıyorlar ve bunları da kendi anlayış ve dünya görüşlerine göre yorumluyorlar.
69. İşte kutsal kitaplardaki bu anlam dolu sözlerin gerçeğini araştırmak isteyenler kendilerine bir mürşit arar. Bu mürşitten müşküllerinin halledilmesini ister. Mürşit de talibin (müridin) ihtiyacına ve yatkınlığına göre idare-i kelamda bulunur. Talibe (müride) hemen gerçeği söylemez. Bilir ki zamansız söylenen bir giz (hikmet-sır) gerçek talibini (müridi) dinen, imandan eder ve ruh sağlığını bozar..
70. Bu konuda İsa şöyle der:
“Domuzun önüne inci atmayın.” (İn. Matta. 7/6).
Yunus Emre’nin; Hacı Bektaş’ın el verdiklerinden Tapduk Emre’ye kırk yıl hizmet etmesinin nedeni budur. Yunus Emre kırk yıl dergahın mutfağına odun taşımakla görevlendirilmiştir. Kırk yıl sonra Yunus Emre gerçeği görmüş, dili çözülmüştür.
71. Şimdilerde televizyona çıkan ve gazetelerde yazanlar bir mürşide hizmet etmeden, okuyup araştırmadan başımıza allame kesilirler. Dahası öylesine ilahiyat profesörleri var ki profesör oldukları halde gerçeklerden haberleri olmayıp zahiri anlayışta çırpınıp dururlar. Bunların isim isim belirtmeye gerek yok. Zaten her gün gazete sayfalarında ve televizyon programlarında görüyorsunuzdur.
72. Batını alemde mesafe alanların; yani gerçeğe erenlerin dünyanın şan ve şerefinde gözü olmaz. Tanınayım, bilineyim diye medyada meddahlık yapmaz. O kendi dünyasında huzurlu ve mutlu olarak yaşamaya çalışır. Kendisinden isteyen olursa da onun durumuna ve çapına uygun olarak yeteri kadar verir. Bu tür ermişlerin dünyayı kurtarma gibi bir dertleri de olmaz; çünkü onlar bilirler ki, doğanın ve toplumun kendine göre bir yasası ve kuralı vardır. Bu yasa ve kural zorlamaya gelmez. Zorladığın takdirde de başına akla hayale gelmedik işler gelir…
73. Tek Tanrı’ya dayanan Din kurumunun en az 5.000 yıllık bir geçmişi vardır. Tek Tanrılı din anlayışı en az beş bin yıllık kültür birikiminin sonucudur…
Ne var ki gerçek din anlayışı hiçbir zaman halka anlatılmamıştır. Belki de halk anlamak istememiştir. Anlatmaya çalışanları da canından etmiştir. Bu yüzden Peygamberler bile halkın telinden gitmek zorundan kalmıştır. Halka, halkın geleneksel din anlayışına direnen ise yalnızca İsa olmuştur O da canından olmuştur
74. Din terimleri ile ne anlatılmak istendiğini öğrenmek din-i taklidi mensuplarının işine gelmez. Oysa dinsel terimlerin ve söylemlerinin derin anlamları vardır.Bu anlamları bilmeyen; yukarıda, bilinmeyen bir yerde gerçekten Tanrı var da, O da melekleri ile Peygamberine salavat getiriyor sanır. Örneğin şu ayete bakalım:
“Şüphesiz Tanrı ve melekleri Peygamber Muhammed’in şanını överler…” (K. 33/56)
Bu ayetle ne demek istendiğini anlamaktan aciz olursak kendisi de bir beşer olduğunu söylemekten çekinmeyen Peygamberi putlaştırmaktan öteye gidemeyiz.
75. Ayeti gerçek anlamda alırsak “Tanrı, sevdiği, öyle ki övdüğü Peygamberin çocuklarının, torunlarının başına öylesine olaylar gelmesine nasıl seyirci kalabilir?..” demekten kendimizi alamayız. Diğer peygamberlerinin başına gelenler de azımsanacak gibi değildir. Bu çelişkinin içinden çıkmak için: “Tanrı’yın işine akıl ermez” deniyor… Olur mu, öyleyse bu akıl niçin verilmiştir insanlara?
76. Camiler için “Tanrının evi” denir. Şimdi de Tanrı evinde tapınanların (ibadet edenlerin) başına gelenlere bir bakalım. Geçtiğimiz günlerde Afyon’da bir deprem oldu. Aynı anda Konya’nın ilçesi Akhisar’ın Sinan Paşa camisinin minaresi, tam da teravih namazı kılınırken cemaatin üzerine çöktü. Bunun üzerine camide teravih namazı kılan müminlerden 6 Müslüman can verdi. Üstelik cami de yandı. Çıkan yangının külleri arasında Kuran yaprakları ve üzerinde ayetler yazılı yeşil bayraklar da ardı ve lime lime olmuştu. Burada sözü geçen “Tanrı’nın Evi” terimi de simgesel anlamdadır. Simgesel anlamda olmayıp da gerçek anlamda olsa idi; elbette Tanrı kendi evini yıkıp kendi kitabını yakmazdı…
77. Televizyonda izlediğimiz bu olayda kazazedenin biri: “İlkin bir sarsıntı oldu. Biz namazı sürdürdük. İkinci sarsıntıda da minare caminin üstüne çöktü, böyle oldu!” diyerek caminin harabelerini gösteriyordu. Bunları anlatmaktan amacım: Aklın önemini ve Tanrı evi deyiminin de simgesel olarak anlaşılması gerektiğini vurgulamaktır. Eğer Tanrı, simge olmayıp da gerçek bir Tanrı olsaydı ve depremler kendi emriyle olsaydı kendisine tapan Müslümanların başına kendi evi camiyi yıkıp ölmelerine izin vermezdi. Ama insanlara depremin ilahi bir olay olmayıp doğal bir olay olduğu öğretilseydi ve yer sallanmaya başlayınca hemen caminin dışına çıkmak gerektiği anlatılmış olsaydı sonuç böyle olmazdı…
78. Cüppeli Ahmet camide vaaz verirken şöyle diyordu: “Düzce’de bir deprem oldu camiler, sıralar, dolup taştı,,, Tanrı’yım bir kere daha salla da camilere koşuşmayan kalmasın!”
Bu konuşmasında; bebelerle, üç-dört yaşındaki çocukların ölmelerine ise şöyle açıklama getiriyordu: “Ya ölmeyip de büyüyünce kâfir olarak ölseydi daha mı iyi olurdu!?” Yani Tanrı çocukların büyüyüp de kâfir olmalarını önlemek için canlarını alıp onların kâfir olmasını önlemiş…
Bu kafa “millet camilere doluşsun” diye Tanrı’tan bir deprem daha istiyor. Böyle bir mantık sağlıklı bir düşünce ürünü olabilir mi? Ne var ki bu adamın bu sözleri alimliğine kanıt oluyor.
Öyle ise bu Tanrı, Müslümanların üç misli fazlasını oluşturan gayri Müslimlerin yaşamasına niçin izin vermiş? Üstelik bu kâfirler Müslüman ülkeleri sömürüp duruyor? Düzce’deki depremdeki gibi; bu kâfir çocuklarını da doğar doğmaz öldürerek kâfir olmalarını önleseydi ya… Hadi olmadı diye!im: Hiç olmazsa şu kâfirlerin Müslüman ülkelerini sömürmelerine engel olsaydı ya… Neden bunları doğar doğmaz öldürmeyip de bu çocukların kâfir olarak büyümelerine ve de Müslümanları sömürüp öldürmelerine göz yumuyor?
79. Doğa olayları ne Müslüman tanır ne de gayr-i Müslim… Tanrıyı gerçek anlamda alan bütün insanlar doğa olayları karşısında yetersiz (aciz) kalır… Ama tanrıyı kavramsal ve simgesel anlatım olarak algılayanlar doğa olayları ile ilahi olayların ayrımına varır ve doğa olaylarına karşı önlemler almayı başarır. Örneğin; yıldırımlara karşı yıldırım savarları (paratonerleri), sellere karşı setleri, salgın hastalıklara karşı karantinaları uygulamaya sokarlar. Tanrı’yı simgesel olarak almayıp da gerçekten var olan maddi bir varlık olarak alanların yanılgıları ve bu yanılgılar nedeniyle canlarını yitirenlerin sayıları saymakla tükenmez…
80. Aynı yanılgıya düşen Hıristiyanların başına gelen bir olayı burada anlatmadan geçmek doğru olmaz… Yıldırım savarın (paratonerin) yeni bulunduğu (icat olduğu) günlerde aklını çalıştıranlar yapılarına birer tane yıldırım savar alıyorlarmış.
O memleketteki (Paris) bulunan en tanınmış, en büyük kilisenin papazına demişler ki: “Kilisenin çan kulesi çok yüksek. Yıldırım düşebilir. Bir yıldırım savar alsanız…”
Verilen yanıt çok ilginç: “Kilise Rabb’in evidir. Rab evini korumasını bilir!..” Olacak bu ya, kilisenin çan kulesine yıldırım düşmüş. Yanmış yıkılmış… Ama Paris’te bir başka yüksek yapıya (binaya) sahip geneleve de aynı anda yıldırım düşmüş; hiçbir şey olmamış; çünkü genel ev patronu yıldırım düşmeden önce, hemen gidip bir yıldırım savar almış…
81. Gerek Yahudi’si, Hıristiyan’ı ve gerekse de Müslüman’ı: “Tanrı her yerde bizimledir” der ve eklerler “Havralar, Kiliseler, Camiler Tanrı’nın evidir.”
Peki, Tanrı, deprem olduğunda niçin camileri, havraları, kiliseleri yıkıp duruyor. Hiçbir varlık kendi evinin başına çökmesine izin verir mi?.. Demek ki Tanrı bilgisinden yoksunuz. Doğal olaylarla ilahî olayların ayrımında değiliz…
Bir yanılgıya daha dikkat çekmek gerekiyor: İnsanlar, kendilerinde yaşamakta olan Tanrı’ya kulak vermiyorlar da; niçin O’nu, arş-ı âlâda (yedi kat göğün de ötesinde) arıyorlar?… Öyle ki ona bir yer belirtiyorlar ve bir tahta oturtuyorlar. Şimdi gelin ayetül kürsüyü birlikte okuyalım:
“…O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır…” (K. 2/255)
Oysa, “Tanrının yeri, tahtı, kürsüsü insanın kalbidir.” (Bakınız: K. 8/24)
Yine bir hadis: “Hiçbir yere sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım”
Tanrı; Akıl, sağduyu, vicdan yanında saygı duyulması gereken olumlu kavramlar toplamı olduğu için insan; kendi rahatı için, bu olumlu kavramlara uymalı; doğruluğu, dürüstlüğü, erdemi ve bütün olumlu kavramları her şeyden daha değerli (kutsal) ve üstün tutmalı ve yaşamına uygulamalıdır. Şimdi Tanrı böyle kabul edilirse insanın ne kaybı olur? Kazancı olur, kaybı olmaz… Bunların tersi bir anlayış yanılgıdır…
Bir kere insan yanılgıya düştü mü, hele bu yanılgı korku ve bilgisizlik nedeniyle olunca işin içinden kolay kolay çıkılmaz… Yanlış yanlışı yaratır… Tıpkı yalan gibi… Yalan gibi doğurgan bir davranış yoktur.. Her ikisine de saplanmayasın bir kere…
82. Şimdi yine dönelim asıl konumuza: Evet, Tanrı bizimledir… Ancak doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, erdeme meyil veren insanlarda Tanrı aktif; kötülüğe bağışıklık kazanmış kişilerde ise Tanrı pasiftir.
Marifet, insan ruhunun derinliklerinde olan Tanrı’yı yüzeye çıkarmaktadır. İnsan bütün eylem ve davranışlarında olumlu kavramlara, doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, erdeme yönelerek Tanrı’yı etkin duruma getirmelidir. Böylece Tanrıyı duymaya (hissetmeye) başlarız… Tanrı’nın varlığını hissederiz ama O’nu göremeyiz; çünkü maddi olarak yoktur ve yalnız simgesel ve kavramsal olarak vardır.
Şimdi bu konuda yazılmış olanları okuyalım. Önce Tevrat’tan başlayalım:
“Doğru adam onun yüzünü görecek…” (Tevrat. Mezmurlar, 11/7)
Bu ayette her ne kadar “görmekten” söz ediliyorsa da; buradaki anlam “Doğru adam Tanrı’yı benliğinde hisseder!” şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.
Bu konuda İncil şöyle demektedir:
“Hiçbir vakit kimse Tanrı ‘ı görmemiştir… “(İncil. Yuhanna. 1/18).
Bu konuda Kuran’da da şöyle bir tümce (ayet) vardır.
“Biz ona (insana) sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz…” (K. 56/85)
Tanrı, madde olarak algılandığı takdirde işin içinden çıkılmasına olanak yoktur. Tanrı’yı; anlam (manâ) olarak, simgesel olarak algıladığımız takdirde gerçeğe yaklaşmış oluruz… Simgesel olarak aldığımızda da göremeyiz ama varlığını duyarız. Böylece yukarıdaki tümcelerin (ayetlerin) gerçek anlamına varmış oluruz… Gerçek anlamına varmak demek: Olumsuz bir iş yaptığımızda, kötü bir iş yaptığımızda vicdan azabı çekeriz demektir.
83. Burada önemli bir noktaya daha değinmek zorunluluğu var. Demek ki Tanrı korkusunun kaynağında; toplum korkusu da vardır… Bu demektir ki Tanrı kavramının kaynağı da insandır, toplumdur…
İnsanlar olmasa, toplum olmasa insan hayvanlıktan insanlığa geçemez zaten…
Tanrı’yı göremeyiz; göremeyiz ama, nasıl içtiğimiz, çayın-kahvenin içinde görünmeyen şekerin varlığını tadından anladığımız gibi Tanrı’nın varlığını da; yaptığımız eylemlerde, tutum ve davranışlarımızda duyduğumuz vicdan rahatlığında ya da rahatsızlığından anlarız… Doğru, dürüst, erdemli ve de yasalara uygun yaşadığımız zaman yaşamın tadını alırız; tersi durumda yaşam çekilmez olur, huzursuzluk ve mutsuzluk içinde geçip gider…
İşte bu nedenlerle olumlu eylemlerimiz görünür ve görünmez biçimde bizde varlığını sürdürmelidir. Böylece ruhumuzun derinliğinde bulunan Tanrı’yı yüzeye çıkarmış oluruz…
Bizdeki olumlu davranışların, erdemin yaşamımıza egemen olması durumunda “Tanrı bizimledir…” diyebiliriz… Yoksa kötülüğe bağışıklık kazanmış her insanın “Tanrı bizimledir” demeye hakkı yoktur… Kötülüklere bağışıklık kazanan, yaptıkları kötülüklerden zevk duyan insanların bu deyimi kullanmaya hiç mi hiç hakkı yoktur.. Adama gülerler… Çoğunlukta olan bu tür insanlar içinde kim “Tanrı bizimledir” diyorsa ne denli diplomalı olursa olsun bilin ki o, Tanrı ilminden (bilim değil) habersizdir. Tanrı konusunda tam bir bilgisizdir (kara cahildir)
84. Tanrı’yı benliğinde duymayan kişi çok tehlikelidir. Tanrıyı benliğinde görmeyen kişiden, her türlü kötülük gelebilir. Tanrı’yı benliğinde görmeyen kişiden, yılandan, çıyandan kaçar gibi, kaçılmalıdır..
Tanrı’yı benliğimizde duyabilmek için kendi kendimizle (nefsimizle) savaşım vermeliyiz… Buna İslamiyet’te nefisle mücadele adı verilir, bu da yedi aşamada kabul edilir… Öyle ki bu, bir anlamda cihat olarak kabul edilir..Ancak kimilerinin aklına; cihat denince, savaş gelmektedir. Oysa önemli olan nefsimizle savaşmaktır.
Şeriatçıların çok önemli bir yanılgıları daha vardır. Bunlar her salavat getireni cennetlik sayarlar. Hele bir de İslam’ın beş koşulunu yerine getirirlerse söylenecek söz kalmaz. Hemencecik cennetlik olurlar ve de önlerinde açılmadık kapı kalmaz… Bir de allame-i cihan kesilmezler mi çık çıkabilirsen işin içinden…
Salâvat getirenler, İslam’ın beş koşulunu yerine getirenler Müslüman sayılırlar; ancak, mümin sayılmazlar… Hele kul hiç sayılmazlar… Mümin ve kul olabilmek için bencil duygularla (nefisle) savaşım vermek gerekir… Bu savaşımı vermemiş olanlar şeriat mertebesini aşamazlar…
Bunlara Arapça dualar yeter… Arapça Kuran yeter… Kuran Türkçeleştirilsin istemezler. Kuran’ın anlamını (mânasını) bilmek de istemezler… Müzik kurallarına göre okunan Kuran kendilerine yeter.. Ezanın da müzik makamlarına göre okunmasının kendilerine yetmesi gibi…
Böylece müzik gereksinimlerini de karşılamış olurlar.. Kaldı ki şeriatçı anlayışa göre müzik de haramdır. Nerede bir çalgı (müzik) sesi duyulursa “Ayakların kırılıncaya kadar kaçılmalıdır…”
Oysa bir yaşındaki bebe bile çalgı sesini duyunca hemen oynamaya başlar… Anlayacağınız bu şeriatçılar insanın doğasında bulunan haz (zevk) alma duygusunu, neşelenme duygusunu insana yasaklarlar. Bunlar, neşesiz, zevksiz kişilerdir… Kendilerini hazdan, neşeden, zevkten yoksun koydukları gibi başkalarını da yoksun koymaktan hoşlanırlar… Bundan da büyük bir zevk alırlar ve hatta böyle yapmakla Tanrıya hizmet ettiklerini sanırlar…
Bunlara göre kendileri cennete gidecek; bizler de, cehenneme gideceğiz Bu cennette: Müslim Gündüz, Ali Kalkancı, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Halil İbrahim Çelik, Necmettin Erbakan, Cüppeli Ahmet, İmdat Kaya, Hasan Mezarcı gibiler olacaksa bana Cennet’in gereği yok… Ben ressamlarla, heykeltıraşlarla, müzisyenlerle ve benzerleri ile cehennemde olmaya razıyım…
85. Yaratılışın bir amacı da yaşamdan haz (zevk) duymaktır… Neşeyi, zevki tatmaktır. İnsan gülmeli, eğlenmelidir… Oysa İslam şeriatında gülmek bile iyi karşılanmaz. Bir örnek: Gülenlerle karşılaşan İslam Peygamberi şöyle diyor:
“Cehennemde hangi ateşle yanacağınızı bilseydiniz, böyle gülmediniz!..”
Belki uydurmadır ama İslam Peygamberi adına bu tür söylemler çok yazılmaktadır… Ne çıkar insanları gülmekten bile yoksun kılan anlayıştan…
Yaşamın tadını alabilmek için Tanrı ile özdeşleşmek gerekir… Tanrı ile özdeşleşmek için kendi alt benliğimizle (nefisle) savaşım vermek (mücadele etmek) gerekir… Kendi olumsuz duygularımız yerine iyi duyguları koymakla yaşamdan tat alırız… Böylece olgunlaşmış oluruz. Elimize de, dilimize de, belimize de hakim oluruz.
86. Tanrı’yı benliğinde arayan kişi olgunlaşmış, erişmiş kişidir. Erişmiş, olgunlaşmış kişilerden korkmak için bir neden yoktur. Çünkü, onlardan kötülük gelmez… Böylece onlar “Tanrının gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli, konuşan ağzı, işiten kulağı olurlar…”
İşte bu konudaki Hadis:
“Ben bir kulumu seversem: onun, gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli, konuşan ağzı, işiten kulağı olurum. ” (Hadis)
Bu sözleri anlaşılmaz duruma getirilerek anlatılıyor ve böylece insanlarımız robotlaştınlıyor… Bunlar, insan aklının ters yönde çalışmasına neden oluyorlar… Ancak şunu da önemle belirtmeliyiz ki kendileri de anlamadıklarını bilmiyorlar… İnsanlarımızın kendi anlayışları dışına çıkmalarına da izin vermiyorlar… İsa’nın iki bin yıl önce belirttiği gibi:
“Çünkü sizler Tanrının kapısını insanlara kapatıyorsunuz: zira, kendiniz girmiyorsunuz ve girenleri de bırakmıyorsunuz.” (İncil Mata, 23/13)
Koca Mevlana bu nedenle olsa gerek günümüzden, yedi yüz yıl önce, şöyle demek zorunda kalmıştır:
Yıkılmadıkça bu medreseler bu minareler
Mutlu olmaz gönül dilinden anlayan.
İman küfür olmadıkça, küfür de iman.
Olmaz bir Tanrı kulu gerçek Müslüman…

Tanrısal sırların örneği sensin.
Tanrısal güzelliğin kaynağı sensin,
Senden başka nesne yok evrende.
Kendinden iste, aradığın da sensin…
(ALEVİLİK-BEKTASİLİK ACISANDAN DİN KÜLTÜRÜ ve AHLAK BİLGİSİ. 1. Baskı. ARDIÇ YAYINLARI.1996. Şakir Keçeli ve Aziz Yalçın yönetiminde bir kurulca hazırlanmıştır. s. 100)
87. Yeri gelmişken burada iki konu hakkında açıklama yapmak gereğini duyuyorum.
Bir: Mevlana, şimdilerde aydınlatmacılarca söylenip anlatıldığı gibi gerçekleri günümüzden yedi yüz yıl önce söylemiştir… Hem de demokrasinin, laikliğin, insan haklarının, düşünce özgürlüğünün olmadığı ve de Padişahlığın bulunduğu bir çağda…
Oysa şimdi; demokrasi, laiklik, insan haklan, düşünce ve vicdan özgürlüğü ve Cumhuriyet varken bunları söyleyip anlatmaya çalışanları suçlayan “çıplak uyarıcı”larla karşılaşıyoruz:
“Aman dikkat, başına bir iş gelmesin!” diyerek ve de Turan Dursun’un başına gelenleri ve yurt dışına gitmek zorunda kalan İlhan Arselleri, Arif Tekinleri, Erdoğan Aydınları, Abdullah Rıza Ergüvenleri ve diğerlerini karalayarak şeriatçılara yaranmışlık taslayanlarla karşılaşıyoruz. ..
Bir de Ordumuzun “yakın ve birinci tehlike irticadır” demesine karşın “İrtica yok, işinize bakın!” diyorlar.. Ayıp yahu! Hem de iki yönden ayıp: Yedi yüz yıl sonra Mevlana’nın söylediklerini, irtica baskısı ile söyleyememek düşünce ve ifade özgürlüğü ile ne oranda bağdaşır… Bilmem, bunlara tepki göstermeyen aydınlar aynaya nasıl bakıyorlar…
İki: Ulusumuzun, iki yüz yıllık bir savaşımdan sonra kılıç zoruyla kabul ettiği İslamiyet’in üç tabusu (Tanrı, Muhammed, Kuran) altında bunaldığı yetmezmiş gibi, buna bir de Ali’yi ekliyorlar…
Bizim Alevilerin Alilerinden de haberleri yok… 4. Halife Ali’nin, serveti ne kadardı acaba? Kaç kölesi vardı? Kaç karısı vardı? Kanber adlı bir kölesi olduğu biliniyor… Acaba daha başka köleleri de var mıydı? Kaç cariyesi vardı? Cariyeleri olduğu şu tarihsel olaydan anlaşılıyor:
4. Halife Ali, Fatıma’nın üzerine bir kadın daha almak istiyor. İslam Peygamberi buna engel oluyor: “Fatıma benim kızımdır. Kızımın incinmesini istemiyorum. Cariyelerinle yetin!” diyor… Ama Fatima ölünce Ali kaç kadınla evleniyor, bu konuda kimsenin bir açıklama yaptığı yok!.. Kaynaklara göre Ali, Fatima’nın ölümünden sonra 9 kadınla evleniyor.
Ali’nin simgesel belirtisi (alameti) iki uçlu kılıçtır ve adı Zülfikardır.. Zülfikarın her çatalından da kan damlar…
Kurayza kabilesinin kılıçtan geçirilmesinde Zülfikarın ve Ali’nin rolü büyüktür… Ansıdıkça yüreğim sızlar… Anlatayım:
88. Medine’nin çok yakınlarında Kurayza adlı bir kabile var. Bu kabile, Hendek savunmasında (Müslümanların tek yaptığı savunma savaşı budur… Diğerleri hep; çapul, ganimet, fetih, yağma amaçlı savaşlardır.. Hele Müslüman olmadan önceki Türk şehirlerinin, tapınaklarının Araplarca yağmalanmasını Türküm diyen her birey ömür boyunca unutmamalıdır. Bunlara yeri geldikçe değineceğiz…) aralarında antlaşma olmasına karşın çekimser kalmışlar… Hendek savaşına katılmamışlar…
Hendek savaşı biter bitmez İslam Peygamberi Kurayza kabilesini muhasara altına alıyor… Kurayza kabilesi ileri gelenleri bakıyorlar ki kurtuluş yok… Bir öneride bulunuyorlar: Kurayza kabilesinin bütün mensupları; evlerini, eşyalarını, hayvanlarını tarlalarını, bağlarını bahçelerini bırakıp gidecekler. Yalnızca canlarını kurtaracaklar… İslam Peygamberi, Kurayzalara kini olan yaralı bir adamı hakem atıyor. O ne karar verirse, o uygulanacak… Adamın kararı: “Kanları helal, malları yağma!…”
89. Bunun üzerine surların önünde uzun bir hendek kazılıyor… Yahudi Kurayzaların bütün erkekleri, çocuk yaştakilerin önü kıllanmış olanları bile, kazılmış olan çukura sıra sıra diziliyor… İslam Peygamberi bir kürsüde oturmuş olarak, diğer Müslümanlar da arkası sıra seyre başlıyorlar… Katliam başlıyor… Boyunlara vurulan kılıç darbeleri ile kesilen kelleleri bir bir çukura düşürüyor. Akan kanlar çukurda gölcükler oluşturuyor.. Ali yoruluyor kelle kesmekten, boyun vurmaktan… Sırayı Zübeyr alıyor.. O yorulunca sıra Ali’ye geliyor…
Elbette Ali’nin elinde her çatalından kan damlayan Zülfikar var… İki çatallı Zülfikarının her çatalından kan damlar…
Kimi tarihçiler kellesi kesilenlerin sayısını 600, kimisi 700, kimisi de 800 olarak gösteriyor… İşte Ali böyle bir Ali…
Bu olay Sabah ve Taraf gazetesinin Pazar eki olarak verdikleri Emile Dermenghem tarafından yazılan ve Reşat Nuri Güntekin tarafından Türkçe’ye çevrilen “HAZRETİ MUHAMMED’İN HAYATI” adlı kitapta anlatılmaktadır.
Bendeki kitap ise İnkılap Kitabevi. 2. Baskı. 1958. tarihli olanıdır ve anlattığım olay s. 231 ve devamındadır… Bu güne kadar bu kitaptaki olayları yalanlayan bir ilahiyatçı çıkmamıştır…
Elbette kafası kesilenlerin kadınları, önü kıllanmamış erkek çocukları ile kız çocukları köle ve cariye olarak; bu arada taşınır ve taşınmaz malları da ganimet olarak bölüşülüyor…
90. Ganimet Tanrı’yın buyruğu.. Ganimet konusunda çok tümce (ayet) vardır. Ganimet konusunda birbiriyle çelişen iki ayeti buraya almakta yarar görüyorum:
Birincisi:
“Ey Muhammed, sana, ganimetlere dair soru sorarlar, de ki: ‘Ganimetler Tanrı’yın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız Tanrı’tan sakının aranızdaki münasebetleri düzeltin, Tanrı ‘a ve Peygamberine itaat edin,” (K. 8/1)
İkincisi:
“… bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte biri Tanrı’yın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Tanrı her şeye kaâdirdir.” (K. 8/41)
Bu iki tümceden birincisinden anlaşılacağı üzere önce “Ganimetler Tanrı’yın ve Peygamberindir.” denirken ikinci ayette: “Ganimetlerin beşte biri Tanrı’yın, Peygamberindir…” deniyor. Öyle anlaşılıyor ki ganimetler konusunda itirazlar olmuş. “Ganimetlerden niçin bize pay yok!” denmiş… Böylece ayetin yenisi gelmiş… Olay ne olursa olsun ganimetin olduğu ve ganimetlerin paylaşıldığı bir gerçek…
Geçmişi ve geleceği bilen Tanrı nasıl olur da ganimetler konusunda uyuşmazlık çıkacağını bilmez. Öyle anlaşılıyor ki anlaşmazlık çıkmasaydı Tanrı’yın aklına “… beşte biri Tanrı’yın ve Peygamberindir” demek gelmeyecekti…
Bu iki ayet arasındaki değişikliği görmek; niçin, Tanrı’a ve Peygamberine karşı gelmek ya da onlara saygısızlık olsun… (Ganimet konusunda bakınız: Hz. Muhammed, Maxıme Rodinson. Hür Yayın. Türkçesi, Attila Tokatlı, 1980. s. 117. Halife Ali Hk. Diyanet İşleri Yayınlarından Sahih-Buhari…)
91. Merak edilen şu: Bu ganimetlerden İslam Peygamberinin ve Ali’nin paylarına düşen ne kadar acaba? Ne acı ki bunları İslam tarihi yazmıyor… Yine, acaba kaç erkek çocuğu köle olarak, kaç kız çocuğu ve kadın cariye olarak, taşınır ve taşınmaz mallardan ne kadarı İslam Peygamberine ve ne kadarı Ali’ye düşmüş? Tarih kitaplarında bunlar yok… Oya Kuran da ganimet paylaşımına ilişkin tümceler (ayetler) var… Bu nasıl oluyor?
Halife Ali’nin mal düşkünlüğünü gösteren bir olayı daha aktarmadan bu konuyu geçmek doğru olmaz sanıyorum. Bir ganimet paylaşımında Ali, payına düşenden daha çoğunu almaya kalkınca İslam Peygamberi kendisine: “Yeter ya Ali!.. Aldıkların sana yeter…” demek zorunda kalıyor…
Diğer Halifelerle Ali arasındaki kavganın asıl nedeni üzerinde de durulmamıştır. Kavganın asıl nedeni Fedek hurmalığıdır… İslam Peygamberinin terekesine dahil olan bu Fedek hurmalığının büyüklüğünün Adana ovası kadar olduğunu yazar tarih kitapları… Hadi çok abartmalı diyelim… Adana ovasının onda biri kadar olsun… Bunları beklemek için, sulamak için, çapalamak için kaç köle kullanılmıştır acaba?.. Kavganın asıl nedeni: Ebubekir’in “Peygamberlerin mirası olmaz!” diyerek Fedek hurmalığını kamulaştırarak Ali ve eşine Fedek hurmalığından pay vermemiş olmasıdır…
Fedek hurmalığı kamulaştırılınca kıyamet kopuyor. Bir de Peygamber eşi Ebubekir kızı Ayşe’nin gerdanlık kaybı olayından sonra Ali’ye duyduğu kin de var… Ortalık karışıyor… Ali’nin ve Ayşe’nin komutanlığında yapılan Deve (Camel) savaşında, cennetle müjdelenen sahabeler başta olmak üzere yüzlerce Müslüman birbirlerini kılıçtan geçiriyor… Kurayzalıların kafasını nöbetleşe uçuran Zübeyr ile Ali de bu savaşta karşı karşıya… İşte asr-ı saadetten bir olay… Hep kan, kan! Kana kan, intikam!… Dünürleri, damatları, sahabeleri birbirine giriyor, yüzlerce Müslüman oluyor ve bizim tatlı su müslümanı Atatürkçülerimiz bile “İslam barış ve hoşgörü dinidir!” diyor. Desinler bakalım.
Peki, İslam “Barış ve hoş görü!” dini ise İslam Peygamberinin “Medine dönemindeki yaşamının son 10-13 yıllık zamanında, bir yandan müşrik Arapları, diğer yandan Yahudileri (ve Hıristiyanları) Müslüman yapmak üzere giriştiği 45 çete saldırısına ve yaptığı 29 savaşa ne demeli?) (ŞERİATÇIYLA MÜCADELENİN EL KİTABI. İlhan Arsel. Kaynak Yayınları. 1. Baskı. s. 33)
92. Asr-ı saadet de yaşanan kanlı bir olay daha vardır ki anlatmadan geçmek doğru olmaz. Bu olayda İslam Peygamberinin ölmesine sevinen Hadramutlu kadınların Halife Ebubekir zamanında; dişleri sökülmüş ve bu kadınlar işkenceden geçirilerek öldürülmüştür ki burada betimlemeye (tasvir etmeye) yaralı yüreğimin dayanacağını sanmıyorum… (Bak. Şeriat ve Kadın, İlhan Arsel, Kaynak yayınları. 1988. s. 420 ve devamı – yine anlatılan diğer olaylar hakkında: S. F. Mahmud. İslâm Tarihi, Varlık Yayınları. -Tanrı Elçisi Hz.Muhammed. R.V. Bodley. Nebioğlu Yayanları…)
Günümüzde; din için, çıkar için, ganimet için savaş çağı geçmiştir… Günümüz; insanlık çağı, barış çağıdır… Artık; yeni şeyler söylemek, akıl yolunu açmak; akla, ahlaka, bilime ve sağduyuya dayanan sorumluluk duygusunu geliştirmek gerektir…
Mevlana’nın söylediği şu sözler düşünmeye değer:
“Dünle söylenen dünle seçti cancağızım. Bu gün için yeni şeyler söylemek lâzım…”
Aynı konuda Neyzen Tevfik’in de söyleyecekleri var:

AÇMAZ

Ulu Tanrı, bu Arab açmazı Türk’ü yendi.
Tam bin üç yüz sene biçâreye Müslim dendi!

Altı bin yıl bu maval sezdi ağızdan ağıza.
Kapılan yandı bu iman denilen mıhladıza.

Aslı yok, astarı yok, esteri yok, kervanı var.
Aklı yok, rehberi yok, varlığı yok, şeytanı var

Bu uğurda sürünenler tamam üç yüz milyon.
Hepsi de birbirinin zıddı ve şer’an melun!

Bin bir uçlu kazığı çak diye verdin deliye,
Başladın hem de yularsız bizi kal’u beliye!

Gece bastı kara kaplı kitap oldu hakim,
Anırırken tepişen bunca eşek hep âlim.

Hepsi de kendisinin gittiği yol doğru sanır,
Râzıdır yaptığına az buçuk elden utanır!

Utanırdan garazım menfaatinden korkar.
Yoksa her şeye müsait o sarık, o kanlı yular!

Sargı sarmış gibi bir kör çıbana, manzarası.
Kızıl fes, Grek damgası, yüzler karası!

Taşıdı yüz sene bu illeti biçâre vatan.
Cinayet sürüsü gitti sılaya karadan!

Ademin hasleti temsil edemez bu piyesi.
Türk’e düştü beşerin zâviye-i tasfiyesi

(Balıkesir. 1929)
(Neyzen Tevfik ve “AZÂB-I MUKADDES”i, Mehmet Ergün, Tunca Yayınları. İst. 1983. s.388)
Sözlük:
Maval : Üstün körü uydurulmuş yalanlar.
Mıhladız : Mıknatıs.
Ester: Katır : (Farsça’da)
Melun : Lanetli, lanetlenmiş, (Arapça).
Kal-ü bela : İslam anlayışına göre, Tanrı, ruhlarımızı yaratırken sormuş:
“- Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Ruhlar da:
“Beli!..” (Arapça’da evet!)” demiş.
Ne var ki ben dünyaya gelmeden önce böyle bir soru ile karşılaştığımı ve “Evet!” dediğimi hatırlamıyorum. Hatırlayan var mı bilmem?..
Kaldı ki bütün ulusların hukukunda da kişinin kendi hür iradesine dayanmayan ikrarın hukuksal bir değeri yoktur…
93. Bizler, Tanrının kapısını insanlara kapatanları uyarmaya çalışmakla; gerçek saygısına, olumlu eylemlere, iyiliğe, doğruluğa güzelliğe; yani, Tanrıya yaklaşmış oluyoruz..
İnsan Tanrı bilgisine sahip oldukça din anlayışı sağlam zemine oturur. Oysa bütün tarikatlar, Bütün diyanet örgütleri, bütün kiliseler, havralar insanlara Tanrının kapılarını kapatmaktadır…
Mevlana; yukarıdaki şiiri boşuna yazmamış… Adam neler görmüş ki o şiiri yazmak zorunda kalmış ve o şiirinin son satırında da: “Kendinden iste, aradığın da sensin!” demiştir. İnsanın kafasına vura vura söyleyecek değil ya… Daha ne desin, arif olan anlar…
Gerçekten de, Mevlana’nın dediği gibi, Tanrı içimizdedir… Yeter ki arayalım, bulmaya çalışalım, ruhumuzun derinliklerinde boğulmak üzere olan Tanrıyı boğulmaktan kurtaralım…
Tanrının, insanın içinde olduğunu: Tevrat da, İncil de ve Kuran da yazar. Bütün kutsal kitaplar Tanrının insanların içinde olduğunu açıklar…
Koskoca evreni yaratan bir varlık küçücük bir insanın içine nasıl sığar diye sorulursa işin içinden kolay kolay çıkılamaz… Bu ilmi ledün (gizli din) sırrıdır… Bu gerçekler gizemine (sırrına) çok az kişi varabilmiştir… Bu gerçekler ehil olmayanlara açıklanmaz. İsa, bu konuda Havarilerine şöyle demiştir:
“Sırları bilmek size verilmiştir, başkalarına ise mesellerle söylenir; ta ki, bakıp bakıp görmesinler ve işitip anlamasınlar… “ (İncil, Luka., 8/10)
Yine İslam Peygamberinin de sahabelerine benzer şekilde sözler söylediği ve öyle ki Sahabelerine:
“Ben elimde iki torba ile geldim. Birini Ali’ye, birini de halka verdim. Eğer Ali’ye verdiğimi halka verseydim halk beni parçalardı…” dediği halk arasında söylenir…
94. Anlaşılıyor ki; Peygamberler bile Tanrı sırlarını halka vermekten çekinmiştir. Gerçekten de başta bütün peygamberler olmak üzere; bütün bilgeler, ermişler; Tanrı bilgisini; halka değil, güvendikleri seçkinlere açıklamışlardır… Örnek olarak Yunus Emre’nin Dergaha kırk yıl hizmet ettikten sonra Tanrı bilgisine ermesini gösterebiliriz.
Peygamberler arasında en açık konuşan İsa olduğu halde o da bildiklerini halka, simgelerle anlatmıştır. İşte ayet:
“İsa bütün bu şeyleri halka mesellerle söyledi; ve onlara meselsiz hiçbir şey söylemezdi; ta ki peygamber vasıtasıyla: Ben ağzımı mesellerle açacağım, Dünya kurulalıdan beri gizli olan şeyleri beyan edeceğim diyerek…” (Tevrat. Mezmurlar. 78/2. İncil. Matta. 13/34)
Ne var ki meselleri yani simgesel anlatımı anlayanlar, bu sırra erenler de çok az olmuştur. Simgesel anlatım konusuna İncil’den ve Kuran’dan somut örnekler:
İncil’den:
“Ev şeriat altında olmak isteyenler, bana söyleyin, şeriatı işitmiyor musunuz? Çünkü, İbrahim’in biri cariyeden ve biri hür kadından iki oğlu vardı. Fakat cariyeden olan bedene göre ve hür kadından olan, vadeye göre doğmuştur. Bu şeylerde remiz (mesel, simge) vardır; çünkü bu kadınlar iki ahittirler; kulluk için doğuran biri Sina adasındandır, o Hacar’dır. Ve Hacar Arabistan’da olan Sina dağıdır ve simdi ki Yeruşalime muadildir; çünkü çocukları ile beraber kulluk ediyor. Fakat yukarıdaki Yeruşalim hürdür, bizim anamız odur.” (İncil. Galatvalılara. 4/21-27)
95. Kolay kolay anlaşılmıyor değil mi? Gerçekten anlamak zor… “… Bu şevlerde remiz, vardır: çünkü…” deniyor olması bize yetiyor. Ancak remz’in (simgenin) ne olduğunu açıklamıyor.
İşte gerçek din adamının marifeti bu remizleri çözmektir… Örnek: Bu tümcelerde cariye Sara’dan olan İsmail olup Arapların atasıdır… Hacar’dan olan ise İshak olup Yahudilerin atasıdır…
Demek isteniyor ki Araplar cariyeden (köleden) türemiştir, dolayısı ile aşağılıktırlar, yaşamaya hakları yoktur… Yahudiler ise hür kadından olmuşlardır, dolayısı ile yüce varlıklardır, yaşamaya hakları vardır. …
Burada bir çelişki var. İkisinin de babası İbrahim’dir. Hür bir babadan dünyaya gelen çocukların biri aşağılanıyor da diğeri ise aşağılanmıyor… İsmail’in annesi cariye olduğu için mi?
96. Yahudi kafası bu işte… İşlerine geldiği gibi yazıyorlar, sonra da Tanrı kelamı bu satıyorlar… Yine işlerine geldiği zaman da kadını aşağılamaktan geri kalmıyorlar. Kadın tarladır, önemi yoktur. Önemli olan babadır. Çünkü tohum ondadır, derler…
Bütün bunlar insanların gelişmemişliğinin somut kanıtlarıdır… Günümüz toplumlarında ise bu sorunlar aşılmıştır.. Günümüz insanlarını geçmişe bağlamak çok acımasızca bir davranıştır…
Bir örnek de Kuran dan. Kuran remiz (simgeyi) açıklıyor. Ancak konuyu daha iyi anlamak için benzeri iki tümceyi (ayeti) İncil’den buraya aktarmakta yarar var:
“Dar kapıdan içeri girin; zira helake götüren kapı geniş ve yol enlidir: ve ondan girenler çoktur.. Çünkü yaşama götüren kapı dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır. ” (İncil. Matta, 7/13 -14. Aynı tümceler Luka, 13/23’te de vardır…)
97. Demek isteniyor ki eğer huzurlu ve mutlu yaşamak istiyorsanız; doğruluk, iyilik, güzellik yolunu (Tanrı yolu) seçiniz. Ama bu yola gitmek zordur. Zorluğundan ötürü bu yola gidenler azdır. Ama gidenler kazançlı çıkar… Bu yola gitmeyen, olumsuz duyguları (nefsi) ile savaşım vermeyen kişi ise huzursuz olur ve korku içinde yaşar. Mutsuz olur… Mutluluğu tadamaz…
Aynı anlatım Kuran’da da geçiyor:
“Ama o, zor geçidi aşmaya girişemedi O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit, bir köle ve esir azâd etmektir. Yahut açlık gününde; yakını öksüzü, yahut toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır.” (K. 90/13-16)
Simge : “Zor geçidi aşmak…”
Açıklaması : “Bir köle ve esir azâd etmek, bir öksüzü ya da yoksulu doyurmaktır.”
Demek ki o zamanın insanlarına “Bir köle ve esir azâd etmek, bir öksüzü ya da yoksulu doyurmak…” zor geliyormuş…
98. Ancak burada (90/13-16’da) anlatıma dikkatinizi çekmek istiyorum. “O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?” sözler hiç de Tanrı sözüne benzemiyor… “Sen bilir misin?” demekle karşısındakinin bilmediğini anlatmak istiyor. Yakışır mı bir Tanrıya kulu ile çekişmek. Değil Tanrı’ya bir Peygambere bile yakışmaz bir insanla çekişmek ve onun bilmediğini yüzüne vurmak… Bu anlatım da gösteriyor ki sözler İslam Peygamberine ait…
Tanrının içimizde oluşuna ilişkin kutsal kitaplarda çok tümce (ayet) vardır.
Simgesel anlatım örneğinden birkaç tanesini göstermekte yarar var sanıyorum:
Önce Tevrat’tan:
“Meskenimi aranıza koyacağım ve aranızda yürüyeceğim. “(Tevrat, Levililer, 26/11).
Koskoca bir varlık meskenini nasıl aramıza koyar ve aramızda nasıl yürür?… Evi de kendisi de görülmez mi? Simgesel olursa görülmez ve bunda da şaşılacak bir durum yoktur…
Şimdi İncil’den:
“Filipus ona dedi: ‘Ya Rap, babayı bize göster ve bize yeter. Isa ona dedi: Bu kadar zaman sizinleyim, ve beni tanımadın mı ey Filipus? Beni görmüş olan. Babayı görmüş olur. Sen nasıl: Babayı bize göster, diyorsun? İman etmiyor musun ki ben Babadayım, Baba da bendedir… “(İncil, Yuhanna, 14/8-10).
99. Koskoca bir varlık nasıl İsa’da olur?… İsa havarilerinin gözlerinin önünde iken nasıl görünmeyen Tanrı olur? Simgesel anlatım olarak alınırsa olur…
Bu da Kuran’dan:
“Tanrı’yın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda Onun katında toplanacağınızı bilin.” (K. 8/24)
Koskoca bir varlık kişinin kendisi ile kalbi arasına nasıl girer? Simgesel anlamda anlaşılırsa girer…
Kuran dan bir tane daha:
“Biz ona şah damarından daha yakınız. “(K. 50/16).
Şah damarımızdan daha yakın olan varlık içimizde demektir. Koskoca varlık içimize nasıl sığar?… Simgesel olursa sığar…
Kuran-dan Bir tane daha:
“Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama göremezsiniz.” (K. 56/84).
Koskoca varlık herkesten daha yakınsa bize niçin görünmez? Simgesel anlatım olursa görünmez…
100. Bunlar boşuna söylenmiş, uydurulmuş söylemler değil ki… İslam peygamberine gelinceye değin en az 4.000 yıl geçmiştir. Elbette bir birikim vardır ve bir şeyler söylenmek isteniyor…
Bu söylemleri gerçek anlamda almamalıdır… Bu söylemler mecaz anlamda, simgesel anlamda alınmazsa işin içinden çıkılamaz ve de gerçeğe varılamaz… Tarih boyunca görüldüğü gibi bu yanlış anlamalar kıyıma, kan dökülmesine neden olur…
Mevlana ise bu konuda şöyle diyor:
“Ey oğul, ey Tanrı arayıcısı, kendinde bulunan şeyi niçin dışarıda arıyorsun. Aradığın kendindedir. Arkasına düştüğün o şeriat, cevizin yeşil kabuğudur. Girip izlediğin o tarikat ise cevizin kahverengi sert kabuğudur. Şeyhlerinizin gösterdiği o marifetler: Cevizin sert kabuğu kırıldıktan sonra karşılaştığınız ince zardır. Önemli olan gerçek (hakikat) mertebesidir. Hakikat mertebesi de cevizin ince zardan sonra ki beyaz içtir.” (Mesnevi)
Daha ne söylesin!… Basireti bağlanmamış, kalp gözü kapanmamış olanlar, bu söylemlerle ne denmek istendiğini hemen anlar. Elbette bu söylenenleri mecaz anlamda, simgesel anlamda anlamak, koşulu ile…
101. Bu konuya İslam ermişlerinden (Evliyalarından) bayan Rabia da değinmektedir:
Bir gün Rabia gece karanlığında bir şeyler arıyormuş. Görenler ‘Ne aradığını sormuşlar?’ Yanıtlamış:
“- Gündüz iğnemi vitirdim de…”
Soruyu soranlar şaşıp kalmışlar.
“- Gündüz yitirdiğiniz iğne gecenin bu karanlığında aranır mı?”
Rabia’nın da beklediği bu… Taşı gediğine koymuş:
“- Ya sizler, demiş, kendinizde bulunan Tanrı’yı niçin kendi dışınızda arıyorsunuz?”
Her Ramazanda Rabia’nın filmini izleyenler Rabia’nın yaptığı bu uyarıyı görmezler…
102. Bir tane de Beyazıd-ı Bestam’iden:

ARADIĞIN SENDE

“Haccetmek üzere yola çıkmıştım. Bir ara siyah bir bedeviyle karşılaştım. Göz göze geldik Beni baştan aşağı süzdükten sonra adımla seslenerek dedi ki:
– Bâyezid! Nereye gidiyorsun?
– Mekke’ye, diye yanıt verdim.
– Arzu edip aradığını Bestam da bıraktın da haberin yok. Sen Onu arıyorsun. Oysa o sana şah damarından daha yakındır.”
Sözlük : Bestam: Bâyezid’in doğduğu yerin adı…
Bilmem, bu fıkrada, Kuran’ın 50/16 tümcesinden (ayetinden) söz edildiğini yeniden anlatmaya gerek var mı…
103. Ne var ki bu tümceleri anlamak; din bezirganlarının, şeriattan başka gözleri bir şey görmeyenlerin işine gelmez… Çünkü anlarlarsa düşünmek zorundadırlar. Düşünmek onlara sorumluluk getirir. Sorumluluk duygusu ise onları insan-ı kamil yapar.
Bu konuda Falih Rıfkı Atay şöyle demiştir:
“İnsanın bilmediklerinin, anlamadıklarının, korktuklarının topuna birden Tanrı denilir. Hepimizde bilgi ve anlayış arttıkça Tanrı azalır, verine insan gelir.”
Düşünmek demek, söylenenleri akıl süzgecinden geçirmek demektir. Akıl işlemeye başlarsa inançlar sarsılır. Akıl, inançları sarstığına göre, aklı imana kurban etmek gerek… Aklı imana kurban edince de Tanrının yanında yerleri (itibarları) olacağını sanırlar… Hele başkalarına da aklını imana kurban ettirebilirlerse değerlerinin kat kat artacağını sanırlar…
Bu nedenle de kendileri gibi düşünmeyenleri, şiddet yoluyla, kendi düşüncelerine inandırmaya zorlarlar. İmana gelmeyenleri ise şiddet yoluyla ortadan kaldırmaya çalışırlar… Bu davranışları ile de simgesel varlığa (Tanrı’a) hizmet ettiklerini sanırlar. Bu hizmetlerine karşılık da cennet umarlar. Bir tür alış-veriş: “Ben sana hizmet, sen bana cennet!”
104. Gerek Museviler, gerek İseviler, gerekse Muhammediler, kutsal kitaplarındaki sık sık yinelenen, bu tümceleri (âyetleri) okudukları halde görmezden gelirler. Anladıkları halde anlamazlıktan gelirler…Ellerinden gelse bu sözleri ortadan kaldırırlar. Çünkü Tanrıyı benliğinde duymak insana sorumluluk getirir. Oysa bunlar sorumluluktan kaçarlar ve sorumluluğu Tanrıya yükleyerek rahatlarlar…
Tanrıyı kendi dışında sananlar, Tanrıdan mesaj aldığını söyleyenlere kolayca inanırlar. Ancak vahyin ne demek olduğunu bilenler, bunun gerçek anlamda değil de simgesel bir anlatım olduğunu bildiklerinden, ne için, ne amaçla söylendiğini bilirler…
Maksadı aşan, akla, bilime ve gerçeğe uymayan söylemlere de inanmazlar… Bu tür söylemlere; dinsel kavramlara anlam veremeyen, bilgisiz, dinden habersiz, düşünce tembeli kişiler inanır. Bunların asıl anlamını Tanrı’yı benliğinde görenler bilir.
Tanrıyı kendi benliğinde görebilmek için: İnsanın üst benliğinin güçlenmesi gerekir. Kin, kibir, öfke ve intikam gibi bütün olumsuz duygulardan kurtularak bilgili, erdemli olması gerekir.
105. Tanrı konusunda yeniden bir açıklama daha yapmak gerekiyor… Yinelemede (tekrarda) yarar vardır… Böylece anlatılmak istenen daha kolay anlaşılır…
Halk arasında “Tanrı, her yerde hazır ve nazırdır” denir. Bu söylem ilahiyatçıların da ağzından düşmez..
“Tanrı, her yerde hazır ve nazırdır” derken madde amaçlanıyorsa söylenecek söz yoktur… Çünkü her yerde hazır ve nazır olan yalnız maddedir (Yaratan…).
Bu söylemi gerçek anlamda almak insanı yanılgıya, düşünce tembelliğine düşürür. Bunlara düşünce açıklığı (berraklığı) olmayanlar kolayca inanır…
Lağım çukuru da bir mekandır (yerdir) Oysa, “Lağım çukurunda Tanrı olmaz!”…
Tanrı, insanın olduğu yerde olur… Şeytan da…
İnsanın olmadığı yerde ne Tanrı ne de Şeytan vardır…
İnsanın olmadığı yerde madde, doğa yasaları (Yaratan) vardır. Bunlar da ne peygamber gönderir, ne vahiy gönderir, ne de kitap indirir…
Bütün bunlar din edebiyatının söylemleridir. Din edebiyatını bilmeyen dinden de bir şey anlayamaz.
106. Ermişler, insan-ı kamiller; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe ve benzeri olumlu kavramlara göre yaşar ve ancak başkalarının yaşamasına ve onların yaşamını hak bilir.
Başka yerde, hele insanın dışında, Tanrı aramak; insanın, din ve Tanrı konusunda tam bir bilgisizliğini yansıtır…
Tanrı’nın insanın dışında olduğuna ilişkin ciltlerce kitap yazarak başkalarını inandırmaya çalışırlar ki; bunlar, kendi kuşkularını giderme çabasında olan kararsızlardır…
Tanrı; bir anlamda, insanın içinden gelen ve onu, doğru, güzel, iyi olmaya zorlayan duygular olduğu gibi; uzun yılların deneyimi ile toplumun oluşturduğu: Doğru, iyi, güzel, sevgi, paylaşımcılık, alçak gönüllülük, özveri gibi olumlu bütün ortak değer yargılarının tümünü de kapsar…
İnsanı olumlu davranışlara sürükleyen duygularla, toplumun olumlu ortak değer yargılarının tümüne Tanrı dendiği gibi, olumsuzluğa ve kötü olanı yapmaya zorlayan duygularına da Şeytan denir…
Her iki kavram da insanın yaşadığı ortamdan ve içinde bulunduğu koşulların benliğinde yarattığı düşünce ve duygulardan oluşur…
Tanrı bu şekilde anlaşılırsa; akla, ahlaka ve bilime uygun bir yaşama dönüşür ve insanlığa yararlı olur…
Tanrı anlayış ve inancının insanlığa yararlı olabilmesi için, kavramları iyi bilmek gerekir…
106. Belirtildiği gibi Tanrı terimi; birçok değer yargılarını, olumlu kavramları, düşünceleri, duyguları, davranışları kapsar… Öyle sanıldığı gibi, evrenin, maddenin dışında başka Tanrı adında somut bir varlık yoktur…
Tanrı, insanlara buyruklar yağdıran, korkutucu bir varlık olarak alınırsa insan aklı işlevini yitirir… İnsan gider, insanın iradesi gider, insanın yerine ne olduğu bilinemeyen hayali bir varlık gelir… Bu durum sonucu olmak üzere insanların yaptığı bütün işlemler, eylemler, tutum ve davranışlar Tanrı’yın üzerine atılır ki işte bir örnek:
Bedir savaşında İslam Peygamberi, okla düşmanları öldüren Okçularına:
“Onları siz öldürmediniz fakat Tanrı öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın fakat Tanrı atmıştı.” (K. 8/75).
Görüldüğü gibi yengi (zafer) bile hayali varlık Tanrı’a mal ediliyor…
Okçulara söylenen sözlerin kaynağı İncil’dir: “Çünkü her ev bir adam tarafından yapılır; fakat her şeyi yapan Tanrı’tır.” (İbranilere, 3/4)
Amaç her işin başını, topluca kazanılan yengiyi (zaferi) bile, Tanrı dedikleri hayali varlığa mal ederek insanın önemi yadsınmaktadır ya da insanın Tanrı olduğuna dikkat çekmektir…
Her eylem, işlem, ve davranışı hayali varlık Tanrı’a mal edersek İnsan gider, yerine hayalî varlık gelir. İnsanın bütün eylemini Tanrı denilen hayali varlık yükleneceksek insana yüklenecek sorumluluk kalmaz
107. Bu konulara kuşkucu yaklaşan kişi hemen susturulur: “Sus! Tanrı’yın işine burnunu sokma!” denir… Ne var ki insanın aklına takılan sorulara mantıklı ve inandırıcı bir yanıt verilmezse insan aklı dumura uğratılmış olur.
İslam dünyasında akıl dumura uğratılmış olduğu için araştırma yapan, icad çıkaran, keşif yapan biri çıkmamıştır.
Yaratıcılık yalnızca hayali varlığa özgülendirildiğinden, mimarlık, hat ve tezhip sanatından başka insan bir sanat ürünü ortaya koyamamıştır…
Sormalı: “Dumura uğratılacaksa, işlemez duruma getirilecekse ve yaratıcılık yalnız hayali varlığa özgülenirse bu akıl insana niçin verilmiş?”…
Onlara göre akıl; Kuran ve Hadis ilmini öğrenmekle yükümlüdür. Trenmiş, otobüsmüş, radyo imiş televizyonmuş, bilgisayarmış, internetmiş hak getire…
Yeri gelmişken Atatürk’ün bu konuda verdiği dersi bilmekte yarar vardır sanıyorum:
“Atatürk, 30 Ağustos yengisinden sonra Meclise girerken, önünü bir Hoca keserek:
“- Tanrı’a dua edelim. Çünkü bu büyük zaferi bize Tanrı kazandırmıştır!” der.
Atatürk’ün verdiği yanıt ilginçtir:
“- Çekil yolumdan, bu zaferi Tanrı değil Mehmetçik kazandırmıştır!”
Aklını kullananlar, bilgi ıssı (sahibi) olanlar, olayları gerçeğe uygun olarak değerlendirirler…
İnsanlar; erdemleri, bilgileri, deneyimleri, önsezileri artıkça olgunlaşır. Yaşanan olayları akla, mantığa yatkın olarak değerlendirir… Yüce erdemleri yaşamına uygulayanlar, olumsuz davranışlardan çekinirler. Bunlar Tanrı da, Tanrı da onlarda sayılır… Bu kişilerin insanlık yararına söylediği güzel sözlere: Tanrı sözü (Tanrı kelamı) denir…”
108. Hıristiyanlar İsa’nın hem Tanrı’nın oğlu hem de Tanrı olduğunu söylerler… Onun sözlerinin derlendiği kitaba da Tanrı sözü (kelâmı) derler. Tevrat da, İncil de, Kuran da bu anlamda Tanrı sözüdür… Bunlar hep simgesel anlatımlardır.
Gerçek anlamda söylersek; insana akıl veren Yaratan’ın (doğanın) kitap göndermeye ne gereksinimi vardır. İnsan başta olmak üzere görünen bütün canlı, cansız varlıklar zaten onun kitabıdır… Yaratan’ın insanlara ayrıca bir kitap göndermesi onun acizliğini gösterir…
Bilgili, erdemli kişilere; Batınî tasavvuf anlayışına göre, Tanrı denirse, ki aşağıda bu konuyu işleyeceğiz, elbette insan-ı kamilin, erdem sahibi insanların söylediği hikmetli sözlere de “Tanrı sözü” denir…
“Tanrı sözü”, gerçek anlamda alınırsa; bütün kutsal kitaplarda bulunan ve Tanrı’ya yakışmayacak sözlerin, öğütlerin, çelişkilerin, akla, ahlaka, bilime, gerçeklere ve insan haklarına aykırı kuralların içinden çıkılamaz….
109. Bu çelişkilerin içinden çıkmak isteyen Müslümanlar; Tevrat’ın da, Zebur ‘un da, İncil’in de Tanrı sözü olduğunu kabul etmekle birlikte, değiştirildiğini (tahrif edildiğini) ısrarla belirtirler… Ancak bu savlar doğru değildir. Çünkü bu kitaplar bağlılarınca kutsal kabul edildiğinden, ve bir de elle yazılarak çoğaltıldığından yüzlerce, binlerce, milyonlarca kişinin elinde dağınık olarak bulunmaktadır. Hepsinin bir araya toplayıp değiştirdikten sonra yeniden sahiplerine göndermenin olasılığı yoktur.
Müslüman olmayanlar (Gayr-i Müslimler) ise Kuran-ı Tanrı sözü olarak kabul etmezler, kabul etmedikleri gibi çok ağır karalamalarda bulunurlar… Oysa bütün kutsal kitaplar, dinsel kurallar, Peygamberler ve sonradan gelen din adamlarınca oluşturulmuştur. Yeter ki Peygamber olarak ortaya çıksın, kendini kabul ettirsin. Arkasına düşünlere çıkar sağlasın, inanlar çok olur… Hele görüş ve inanışlarını kabul ettirmeyi başarabilirse sorun kalmaz. Artık unutulmasına olanak yoktur…Tarih bunun örnekleri ile doludur.
110. Peygamber olduklarını ileri sürenlerle ve kendilerini kabul ettirmeyi başaranların hemen hemen hepsi; ya kral soyundan, ya çok varlıklı ailelerden ya da ruhban sınıfından gelmişlerdir… Ör. Davut ve oğlu Süleyman kraldır. İsa ise Zekeriya Peygamberin oğludur… Tapınağa hizmete gelen Meryem’den olmuştur… Zekeriya Peygamber ile Meryem tapınakta sevişmişlerdir… Bunu gizlemek için Meryem, “Tanrı’nın üflemesi ile gebe kaldığını…” söylemiştir. Ne var ki bilimsel verilere göre babasız bir insanın doğmasına olanak yoktur…
İslamiyet’te “Tanrı, Meryem’e ruhundan üflemiş de İsa olmuş!” denir ve buna inanmayan kâfir sayılır… Bilerek bilmeyerek Meryem’in Zekeriya Peygamberle ilişkileri gizlenir… İncil de bu konuda ipuçları vardır… Bir de televizyona çıkan allameler “Bilim ile din çatışmaz, İslamiyet akılla bağdaşır!” derler… Tanrı aşkına bir insanın babasız dünyaya gelmesi bilimle olsun, akılla olsun nasıl bağdaşabilir?..
111. Tanrını oğlu da bir simgesel anlatımdır. Tanrı’nın oğlu kavramına geçmeden önce Tanrı denince akla ne gelmelidir? Önce Tanrı nedir onu tanımalıyız ki Tanrı’nın Oğlu terimini anlayabilelim.
Şimdi kısaca bir Tanrı tanımı yapalım. Tanrı; aklımız, sağduyumuz, vicdanımız ve mantığımızdır. Bu aklımız, sağduyumuz, vicdanımız her zaman bizi olumluluğa, iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe ve iyiliğe yöneltir ki buna da içe doğuş denir. . Eğer tüm bencil duygularımızı frenlersek ve şan, şöhret, mevki isteklerimizi; kin, kibir, öfke duygularımızı frenlersek Tanrı bizde tecelli etmeye hazırdır.
Tanrı tanımını biraz daha somutlaştıralım: Bütün genel doğruları, üstün değerleri, yüce ilkeleri, güzel kavramları, olumlu duyguları yücelterek yaşamımıza uygularsak ve toplum yararına olan kurallara uyarsak; biz, Tanrıya erişmiş sayılırız.
Tanrı; uyulması gereken yüce değer yargıları, yapılması gereken üstün davranışlar, toplumun onayladığı genel doğrular, bütün olumlu eylemler ve düşüncelerdir. Bütün bu olumlu düşüncelerle olumlu eylemleri yapmak istemediğimiz takdirde Tanrı, içimizden gelen “cız!” duygusu ile bizi uyarır ki; buna, Tanrı’nın ruhu denir. Bu, İncil’de şu şekilde dile getirilmiştir:
“Kötü düşünceler, adam öldürme, büyücülük, çıkarcılık, düşmanlık, fuhuş, gurur, hasetlik, hırsızlık, insanları aldatma, kendini beğenmişlik, kem gözlük, kıskançlık, küfür, pislik, şehvet duygusu, tamah etmek, zina, sefahat ve bun¬lara benzer olumsuz davranışlar” dan kendini arıtan Tanrı’nın oğlu sayılır:
“Tanrı’nın ruhuyla yönetilenlerin hepsi Tanrı’nın oğullarıdır. (İncil. Romalılara. 8/14)
Bu duruma İslam literatüründe “Tanrı’nın tecellisi denir” ve “Tanrı’nın ruhu” terimi İslamiyet’te “yakîyn” olarak geçer. Ne var ki bizimkiler yakîyn’i ölüm olarak anlarlar ki bunun gerçekle hiç ilgisi yoktur. Önce ayeti okuyalım:
“Sana yakîyn (ölüm) gelinceye kadar rabbine ibadet et!” (K. 15/90)
Bu ayetteki “yakîyn” sözcüğünü daha iyi anlaşılması için şu terimler üzerinde durulmalıdır..
İlmel yakîyn
Aynel yakîyn
Hakkel yakîyn
Bunlar yakîyn sözcüğünün açılımıdır. Bunların hangisini “ölüm” olarak çevirebiliriz. Yakîyn; bizi kötülük yaparken uyaran; yani bizi kötülük yapmaktan alıkoyan duygudur. Bu duyguya kulak veren kendini huzur ve mutluluk içinde bulur ki bu da “Cennet” kavramı ile ifade edilir…
112. Bizi doğru, dürüst, iyi olanı yapmaya, güzel olana saygı duymaya yönelten duygu ve düşüncelerimize “yakîyn” yanında; Cebrail, ruhülkudüs; yani kutsal ruh denir ki bu duyguların tecellisine neden olan duyguya bir başka anlamda: içe doğuş, ilham, vahiy, esin denir. İnsanın bu durumda iken yaptığı konuşmaları Tanrı’dan söylemek şeklinde ifade edilir ki buna din bilgisinde Tanrı’nın bizimle olması denir.
Çünkü Tanrı insanları kötülüğe değil iyiliğe çağırmıştır… Kötülükten değil iyilikten yana, düşmanlıktan yana değil barıştan yana olmayı yeğlemiştir. Doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe meyilli olan herkes, Tanrı tarafından yönetilir ve bunlar Tanrı’tan doğmuş sayılır.
“Günah işleyen İblistendir, çünkü iblis başlangıçtan beri günah işliyor. Tanrı’tan doğmuş olan günah işlemez. Tanrı’yın çocukları ile İblisin çocukları bunda bellidir.” (İncil. Yuhanna’nın 1. Mektubu 3/10)
Demek istiyor ki kötülük işleyenler Şeytanın oğlu sayılır.
“Ne mutlu barıştan yana olanlara; çünkü onlar Tanrı’nın oğlu olarak çağrılacaktır.” (İncil. Matta. 5/9)
Burada İslam anlayışı ile Hıristiyanlık anlayışı arasında önemli bir fark (ayrım) bulunmaktadır. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın oğlu olarak nitelenenlere İslam tasavvufunda doğrudan doğruya Tanrı denir. Bu konuyu, az aşağıda, “E – SÜRYANUS” bölümünde inceleyeceğiz. Ancak merak edenler Tanrı – insan özdeşliğini gösteren şu ayetlere bakabilirler:
Kuran: 2/186. 8/24. 17/60. 20/46. 50/16. 51/21. 56/85. 58/7
Tanrı –insan özdeşliğine ilişkin İncil’den bir ayet:
“…Tesellici hakikat ruhunu verecektir. Ta ki sizinle beraber olsun. O’nu dünya kabul edemez; çünkü O’nu görmez ve bilmez. Siz O’nu bilirsiniz. Çünkü yanınızda duruyor ve içinizdedir…” (İncil. Yuhanna. 14/16.)
Burada küçük bir not düşmeyi gerekli görüyorum. İslam alimleri, İncil’deki bu ayeti İslam Peygamberinin geleceğini bildiren ayet olarak yorumlarlar ki gerçekle hiç ilgisi yoktur. Çünkü ayette gelecek olan “Tesellici hakikat ruhu” için “yanınızda duruyor ve içinizdedir” diyor…
113. Dinler tarihine bilimsel açıdan ve yansız (tarafsız) olarak bakılmazsa işin içinden çıkılmasına olanak yoktur… Dine takılıp da kafayı üşütenlere bu yönden hak vermek gerekiyor.. Fıttırmasın da ne yapsın… Bilgisayara: “Ne var, ne yok” demişler, Bilgisayar, kısa devre yaparak, “pat!” diye patlamış; her yanından dumanlar çıkmış… Halkımız da dinimizdeki çelişkilerin ayrımına vardığından: “Derine dalma, aklını oynatırsın!” der… Boşuna değil.. Göz göre göre akla, bilime aykırı olan söylemlerle karşılaşan insan kafayı üşütmesin de ne yapsın?…
Öyle “Hikmetinden sual edilmez” va da “Tanrı’yın işine akıl ermez” demekle işin içinden çıkılamaz…
Bu çağda: Atatürkçüleri, laikleri, Müslüman olmayanları, ateistleri, sosyalistleri, komünistleri; kâfir, müşrik, münafık, mürtet olarak görüp aşağılamaya kalkmanın sonuçları iyi hesaplanmalıdır…
Aydınlatmacılara, kendileri gibi düşünüp inanmayanlara; dinsiz demekle, ya da Tanrı’yla, dinle uğraşıyor diyerek öldürmeye, susturmaya, kalkmakla ve de tehdit etmekle işin içinden hiç çıkılmaz. Çünkü insan, yasaklandığı konuya daha düşkün olur…
“Tanrı’yın emri bu gibilerin öldürülmesidir!” diyerek kendileri gibi düşünmeyen insanları öldürmeye kalkışanlar ortalığı kan gölüne dönüştürür…
Şimdi, “Tanrı’yla dinle uğraşıyor” denilenler hakkında konulan kuralı (hükmü) okuyalım:
“Tanrı ve Peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak, yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhirette büyük azap vardır. “(K. 5/33)
Kuran’daki bu el ve ayaklan çapraz kesme kuralı Mısırlılardan alınmıştır. Bu bilgi Kuran’da verilmektedir: Bir bakalım:
“Fir’avun: ‘Ben size izin vermeden mi O’na inandınız? Doğrusu bu, halkı şehirden çıkarmak için düzdüğünüz bir hiledir, fakat siz göreceksiniz, ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım’ dedi ” (K 7/123-124).
Kuran’da bu tür tümceler (ayetler) çoktur. Bunlara cihat ve şiddet ayetleri denir. Bunlardan önemli olanları:
(K. 2/193, 4/84,89,193, 5/33, 51, 8/12.39, 9/5. 18/29)
Bu ayetler Kuran da bulunan barış (sulh) tümcelerini kaldırmıştır (neshetmiştir)… Ama bu şiddet tümceleri konusunda açıklama yapmak bizim rafine İslamcıların işine gelmez …
Hiç bu çağda, laikliğinin uygulandığı Türkiye’de, bu kurallar uygulanabilir mi? Uygulanmaya kalkılırsa ortalık kan gölüne dönmez mi?…
114. Erbakan, Yaşar Nuri Öztürk gibilerinin yapmaya çalıştıkları “Kuran nizamı hakim kılınmaktır.” Kuran’ın bütün kurallarını uygulamak zorundasınız. Öyle faiz yasağına, fuhuş yasağına ve diğer bütün kurallara uymayıp da yalnız tesettür yani Türban diye dayatırsanız dinden-imandan çıkmış olursunuz.
Kuran, din bir bütündür; bölünme (tecezzi) kabul edilmez. Kaldı ki Kuran’ın bir hükmüne bile uymayan kâfir sayılır. Buraya bir okuyucumdan gelen bir paragrafı noktasına, virgülüne dokunmadan aşağıya alıyorum:
“Kuranın ve sünnetin.bir noktasini bir harfini yok saymak kafir olur dinden çikar. onun için çok dikkat etmek lazim. Tek yol var kayitsız şartsiz kurana ve beygambere itaht.yoksa cehennemın o azabidan kurtulamazın”
Kapatılan Refah partisinin genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın, Meclis kürsüsünden söylediği:
“Şeriat gelecek. Kanlı mı gelecek, kansız mı gelecek. Acı mı gelecek, tatlı mı gelecek…” sözleri unutulmamalıdır. Ne acı ki Refah partisinde bu kafada olanlar çoktur…
Kimi milletvekilleri de böyle olsun istiyor:
“Kan akacak, Cezayir gibi olacak, işte o zaman fıstık gibi olacak!” (Kapatılan Refah Partisi milletvekillerinden H. İbrahim Çelik)…
Ha!.. “Devleti ele geçirirsek “Kuran nizamı hakim kılmak” kolay denirse; buna, aydınlanmış yurttaşlar, Atatürkçüler, laikler, ilerici gençlik ve de Ordumuz izin verecek mi? Bakıp duracak mı? Bunlar, şeriatın gelmesine izin verecekler mi?..
115. Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi rafine ilahiyatçılarla, kendileri gibi düşünerek oy peşinde koşan politikacılar, Hizbullah’ın ceset evleri ortaya çıktığında söyledikleri gibi “İslam’da öldürme yoktur!” diye boşuna yırtınmasınlar… Bu tür cihad ve şiddet ayetleri Kuran’da olduğu gibi diğer kutsal kitaplarda da var… Hem de çok… Olmasa idi bu din savaşları neden olsundu…
Günümüzde acı ile ibretle izlenen Filistin İsrail arasında; Amerika Afganistan ve Irak arasında dökülen kanların kaynağı tarihsel din savaşlarıdır.. Bu uluslar varoluşlarından bu güne değin birbirlerini öldürür durur… Bunları birbirlerini öldürmeye din kitapları motive eder: Şimdi de bunların kutsal kitaplarda bulunan şiddet tümcelerine (âyetlerine) bir bakalım:
Tevrat’ta:
“…Onun yaban öküzü gibi kuvveti var; Kendisine hasım olan milletleri yiyecek., Ve onların kemiklerini kıracak. Ve okları ile onları delecektir.” (Tevrat. Sayılar. 24/8)
İncil’de:
“Yeryüzüne selâmet getirdim sanmayın, ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldim. (İncil Matta. 10/34).
Bu kitapları aklını kullanarak, okuyanların kan kokan bu tümceleri (ayetleri) görmemesine, görüp de anlamamasına olanak yoktur…
116. Şimdi sorulmaz mı; “çıplak uyarıcı” olarak ortaya çıkan ve “Kuran nizamı hakim kılmak” isteyen ilahiyatçı Profesörlerden Yaşar Nuri Öztürk ile şimdiler de devlet yanlısı gibi görünerek kendi görüşüne uygun şeriat anlayışını ulusumuza kakalamaya çalışan Zekeriya Beyaz’a gibi ilahiyatçılara ve aynı kafada olan ve halkımızın diline saygısızlık eden diğer Arap ve Arapça hayranlarına: “Kuran ve diğer kutsal kitaplarda bulunan bu şiddet tümceleri (âyetleri) hakkında ne diyeceksiniz? Neden bu tümceler (ayetler) hakkında halkı aydınlatmıyorsunuz?” diye…
İnsanları cihat ve şiddete yönelten sözler yüce bir varlığa yakışır mı? Bu tümceleri ona yakıştıranlar onu yücelteceklerini mi sanıyorlar…
Gelin, yüce varlık olarak kabul edileni kan dökücü olarak göstermeyelim. Onu kendi isteklerimizin aracı olarak kullanmayalım!… Yüce varlığı korkulacak biri olarak göstereceğimize sevilecek biri olarak gösterelim. Böylece O’nu yüceltmiş oluruz… O’nu yüceltmek daha yakışık almaz mı?…
117. Bunun için de dinsel kavramları gerçekçi bakış acısı ile incelemek gerekir… Aklı başında olanlar bu konuların incelenmesini bilime ve bilginlere bırakırlar… Olumlu değer yargılarını, bilgiyi, erdemi, bu anlamdaki bütün olumlu kavramları Tanrı olarak kabullenmek daha akılcı değil mi?
Bütün tanrılı ve tanrısız dinler, insanı ele almış ve insanın kendine zararlı davranışlardan kaçınmasını ve kendisine yararlı davranışlara yönelmesini istemişlerdir. Sonuçta iyi ve kötü kavramları bulmuşlardır. Bu nedenle maddeye yaratan demek daha akılcı, daha mantıklı, daha bilimsel olur.
118. İyiyi ve kötüyü insanlar kendi yaşam deneyleri ile bulmalıdır… Nasıl ki ateşin yaktığını, suyun boğduğunu deneyleri ile öğrendiği gibi…
Ne var ki şeriatçılar; doğa yasalarına aykırı davranmakla (Tanrı’a) karşı gelmişlerdir. Bu nedenle dinler şiddete yöneldiğinden asıl amacından saptırılmış hiç biri ilerleyememiştir… İlerleyen toplumlar Rönesans, reform gibi atılımlarla, Demokrasi ve Laiklik ilkelerini uygulamakla; vahiy verine aklı, inanç verine bilimi yol gösterici olarak seçmekle ilerlemişlerdir…
Bu çağda “Demokrasi ve Laikliğin canı cehenneme!” diye ve de: “TEKBİR!… Ya Tanrı, bismillah!…” diye slogan atarak şeriatı getirme gaflet ve delaletine saplanmışların arkasından gidilmemelidir…
119. Önceki başbakanlarımızdan biri Fethullah Gülen’in tarikatları için: “Yararlı tarikatlar da vardır!” diyebiliyor. Atatürk, yararlı yararsız demeden bütün tarikatları niçin kapatmış acaba?… Çünkü Atatürk oy peşinde koşmuyordu… Oy peşinde koştuğu takdirde devrimlerin, kurduğu cumhuriyetin rayından çıkacağını biliyordu… Politikacılarımız oy peşinden koştuğu için cumhuriyet rayından çıkmış, memleket bu duruma gelmiştir…
Başbakan yardımcısı (Mesut Yılmaz) ise “Şeriata karşı yürünmez, şeriata saygı duyulur” diyebiliyor. Onun görünüşünden hiç beklenmeyen bir söylem bu söyledikleri… Atatürk neden şeriata saygı göstermemiş acaba? Atatürk şeriata saygı gösterenlerin ilerleyemeyeceğini biliyordu çünkü…
Şeriata saygı duyan devlet ve ulusların ilerleyemediklerini görmemiz Atatürk’ün doğruluğunu kanıtlamış olmuyor mu?
Şeriata saygı duyan ülkelerden biri olsun mutluluğa, huzura ve refaha erebilmiş midir? Bu aymazlıklar hep oy kapmak içindir… Ne denli acınsa, yakınılsa yeri vardır… Oysa şeriat gelirse ilk temizleyecekleri kendilerini olacaktır… Öyle batı tarzı yaşayıp da şeriatçılık taslanmaz. Şeriatçılar buna izin vermez. Bunları anlamayacak denli uzak görüşten yoksun olmak laiklik yemini etmiş politikacılarımıza yakışır mı? Bu gelişmeler politikacılarımızın gelişmemişliğini göstermiyor mu?…
120. İnsanlar; akıl yolunu seçmekle, bilgiyle, erdemle, kendilerini bilmekle yücelir. Böylece: “İnsan-ı kâmil” ve gizli din ilmine (ilmi ledüne) göre “Tanrı” mertebesine yükselirler. Bunlar; vahiy yerine aklı, inanç yerine bilimi (ilmi değil) koyarak kendilerini olgunlaştıranlardır…
Gerçeğe ulaşanların bilgisizliğe karşı tepkilerini göstermek için “Enel hak!” (Ben Tanrı’yım!) diye nâra atmaları boşuna değildir… Bu naralar insanlığın din konusundaki bilgisizliğine (cehaletine) bir tepkidir aslında… Elbette bu haykırış gerçek anlamda alınmamalıdır. Bunlar mecaz anlamında söylenmiş sözlerdir…
Gerçek anlamda insanın Tanrı olmasına olanak yoktur! Ama yukarıda anlatıldığı şekilde değil de simgesel olanak alınırsa ve de olgunlaşarak insanlığa örnek olacak bir yaşam sürdürürse, o başka…
Aklını imana kurban etmiş okumuşlarla, taklidi din yolunda olanlar; dinlerdeki kavram ve terimlerin anlamını, dini tahkiki yolunda olanlar kadar bilmedikleri için yaşamı halkımıza zehir ederler.
Bir alıntı:
BOSTAN VE GÜLİSTAN’DAN ALTIN KÜPELER
TAHKİKİ İMAN ve TAKLİDİ İMAN
Din ve itikat hususunda ilim ve ikaan (yakîyn hasıl etme) bayrağı altında yürü. Rast gele falan veya filanın nakil ve rivayetiyle yetinme. Tahkiki imanı elde et; taklitte kalma.
Ehl-i tahkik indinde imanında mukallid olan. çisentili poyrazda kalmış uyuz keçiden daha zavallıdır. Itikadi meselelerde taklide uyan kimse, kapalı kapı arkasında anahtarını kaybedene, birçok taklidi rivayet bildiği halde, hakikate götürecek delilleri bilemeyen de, hayli odun topladığı halde yakacak çakmağı bulunmayan kırda kalmış kimseye benzer.
Eğer ıtikadî sapıklığın anası varsa, o da taklittir. Cenab-ı Hakk taklide bağlanıp, onu kendine rehber eden kimsenin boynuna yular taksın. (Akşam Ramazan eki. Ramazan İncisi. 4 Ocak 1999)
İlhan Selçuk’un, 13Temmuz 2000 tarihli “MÜEDDEP OLMAK…” başlıklı yazısı “Tanrı” denince ne anlamak gerektiğine güzel bir örnektir. Bu anlayışta olanlar kaç kişidir acaba?
E-SÜRYANOS
1. Mevlâna’nın öğrencileri arasında Süryanos adlı bir Rum varmış. Sağda solda ileri geri konuşurmuş. Softalar delikanlıyı Kadı’ya şikayet etmişler. Kadı Süryanos’a sormuş:
“- Mevla’na Tanrı’dır diyormuşsun, doğru mu?”
Süryanos:
“ – Yalan!…”
“- Peki, doğrusu ne?…”
Rum genci:
“- Ben Mevlana ‘ya Tanrı demedim…”
“- Ya!”
“- Tanrı’yı yaratandır!” dedim.
Verilen yanıtlar Kadı’yı düşündürmüş:
“Böyle saçma sapan konuştuğuna göre; bu çocuk akıldan noksandır…” gerekçesiyle salıvermiş.
Süryanos olayı Mevlâna ‘ya anlatmış… Mevlana hayıflanmış… Öğrencisine:
“- Fırsatı kaçırmışsın!” kadıya:
“- Eğer sen de Tanrı olamadıysan yazıklar olsun sana! demeliydin…” demiş…
+
Süryanus, Mevlâna için Tanrı ‘yi yaratandır, derken, Mevlâna’nın insanı eğiterek; bilgilendirdiğini, gerçeğe ulaştırdığını, olgunlaştırdığını söylüyor.
Mevlâna da Süryanus’a: “- Eğer sende Tanrı olamadıysan yazıklar olsun sana! demeliydin… ” demekle: Kad’ının olgunlaşmadığını, hamlığını ve olgunlaşması gerektiğin belirtiyor…(Bakınız: ÂRİFLERİN MENKIBELERİ Ahmet Eflâki. MEB. İstanbul 1989. 1. cilt. s. 299 – 304)
Bu olay Orhan Hançerlioğlu’nun DÜŞÜNCE TARİHİ adlı eserinde şöyle anlatılır: (Remzi Kitabevi. İst. 1979. s. 118):
“Mevlana’nın öğrencileri arasında Süryanus adında bir de Rum delikanlısı var. Çetrefil lakırdı etmesini beceremeyen, Açık sözlü bir genç olacak ki, ulu orta konuşmalarından ötürü yakalayıp Kadı’nın önüne götürüyorlar.
Kadı soruyor:
“- Sen Mevlana’ya Tanrı diyormuşsun doğru mu?”
Süryanos hep o açık sözlülükle:
“- Yalan! Diyor, Ben Mevlana’ya Tanrı demedim. Tanrı’yı yaratandır, dedim. Tanrı benim, ama bunu yıllardır bilmiyordum. Bana Tanrı olduğumu Mevlana öğretti.”
Kadı, Süryonos’u iyice çıldırmış sanarak bırakıyor. O da gelip olup bitenleri Mevlana’ya aktarıyor.
Mevlana:
“- Kadıya deseydin ki, diyor yazıklar olsun sana, eğer sen de Tanrı olmadıysan…”
2. Süryanos bir Rum genci… Büyük olasılıkla Hıristiyan… Dinini değiştirdiğine ilişkin bir bilgi yok. Demek ki olgulaşmak için (Tanrı olmak için) Müslüman olmak gibi bir koşul da yok. Eline, diline, beline sahip olursan; Rabbini bilirsen, nefsini temizlersen, doğru, dürüst, iyi yaşarsan yeter…
Bu kıssaları gerçek anlamda alırsak yanılırız. Bunları gerçek anlamda alanlar kafayı üşütmüş demektir… Hiç insan gerçek anlamda “Tanrı” olabilir mi?… Çünkü insan maddesel bir varlık. Elle tutulur, gözle görülür… Ama Tanrı kavramsal(mefhumsal) bir varlıktır. Elle tutulamaz, gözle görülemez. Yalnız varlığı bilinir ve hissedilir. ..
3. Bunlar simgesel anlatımlardır, kavramsal varlıklardır. Bu tür söylemlerle tasavvuf kitapları ile dinsel menkıbelerde çok karşılaşırız… Bunları anlayıp değerlendirenler o denli azalmış ki… Bu, din konusundaki aşınmanın nereye dayandığının somut bir göstergesidir… Süryanos olayı ile ne anlatmak istendiğinin anlaşılması için tasavvuf kitaplarının okunması gerektir.
F-VAHİY:
1. Din edebiyatı ve felsefesinde; kişinin Tanrı sayılması, başlı başına bir uğraş konusudur. Nasıl ki edebiyatta anlatım yollan varsa, kimi konular mecaz olarak, simgesel olarak anlatılırsa, din edebiyat ve felsefesinde de bu konular batınî tasavvuf bilginleri; bildiklerini halkın anlamayacağı bir biçimde dile getirerek cahillerin gazabından korunmaya çalışmışlardır. Böylece bildiklerini halka değil seçkin öğrencilerine anlatarak saygınlıklarını korumayı başarmışlardır…
2. Din edebiyat ve felsefesinde her konu ve olay bir simge ile anlatılır. İsterler ki halk bunları anlamasın… Çünkü halkın anlayışına ters bu görüşler halkı galeyana getirir. Bu da ariflerin başını ağrıtır. Hiçbir şey olmazsa bile saygınlıklarını yitirirler. Bu arifler, Tanrı, cennet, cehennem, azrail, mikail, Cebrail gibi dinsel terimleri halkın anladığı gibi anlamazlar ve bütün kavramların arifler nezdinde anlamları başkadır…
3. Bunlardan Cebrail: vahyin, (esinin, içe doğuşun, ilhamın) simgesidir. Esinin ahlak, edep, erdem ve kutsallık içeriği taşıyanlara vahiy; taşımayanlarına ise ilham adı verilmiştir.
Vahyin Türkçe karşılığı Esin’dir, İçe doğuştur. Halk arasında bir kişi beğenilen bir söz söylerse; kendisine: “Bunu nasıl bildin?” diye sorulur; o da, “İçime doğdu da; öyle söyledim, ya da yaptım!” diye yanıtlar.
İçe doğuş (vahiy) bilimsel değildir, insanı yanıltır… Örneğin: Bir futbol oyununda kaleciyi ele alalım. Bir penaltı olayında kalecinin; penaltıyı atacak olanın, topu sağına atacağı içlerine doğar. Topa vurulması ile birlikte kaleci sağa atlar… ama bir de bakmış ki top, sol yandan içeri girmiş… Elbette kimi kaleciler, içine doğana göre atlayarak topu yakalamayı da başarır… Bu olay sıradan bir olay olduğu ve kutsallıkla ilgisi olmadığı için Kalecilerin içe doğuşuna vahiy denemez. Ama kaleci topu yakalar ve gol atılmasını önlerse; kendisine soranlara; “Onun topu sağ yanıma atacağı içime doğmuştu!” der.
4. Söylenen sözlerin bir kutsallığı varsa; onu, diğerlerinden ayırmak için, esin (vahiy) adı verilir. Vahiy dinsel bir terimdir. Şairlerin içine doğanın kutsallıkla ilgisi olmadığı için; ona, esin (ilham) adı verilir…
Şairlerin içine doğan (esin-ilham) nerden geliyorsa peygamberlere gelen esin (vahiy) de oradan gelir. Şairler biliyorlar ki ne geliyorsa kendilerine, içlerinden geliyordur. Şairiler moralleri bozuk olduğu zaman şiir yazamazlar; buna neden olarak da, ilham gelmediğini gerekçe gösterirler.
5. Aslında ne getiren, ne götüren vardır. Bütün bunlar simgesel anlatımlardır. İşin uzmanları bunların ne anlama geldiğini bilir. Bunlar, aklını imana kurban etmiş olanların; yani, din-i taklidide kalanların anladığı gibi anlamaz.. İşte vahiy bu anlamda anlaşılır ve tanımlanırsa gerçeğe kolayca varılır… Bu anlamda alınmazsa gerçeklerden ayrı düşülür…
6. Gelelim bir başka söylemin açıklamasına: “Tanrı ile insan arasına kimse giremez” denir. Tanrı ile insan arasına kimse giremez denmesinin nedeni bu içe doğuştur. Çünkü ne varsa, hepsi bizdedir, içimizdedir. “Tanrı ile insan arasına kimse giremez” denmesinin anlamı budur. Bu deyimi doğru kabul edersek; Tanrı ile insan arasına giren din adamlarının hiç mi hiç rolü yoktur… Ama bunlar; (Hocalar, imamlar, şeyler, mürşitler) araya girmiş olmalarını Kuran’da ki şu tümceyi (ayeti) dayanarak gösterirler
“Ey inanlar Tanrı’tan sakının, o’na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız. “(K. 5/35)
Bu ve buna benzer tümceler (ayetler) çoktur… Bu konuda Îsfender Ali Evrenosoğlu’nun kitaplarında çok bilgi bulunmaktadır.. Ne var ki bu denli konuya hakim olmasına karşın şeriat ve tarikat mertebesini aşabilmiş değildir…Şeriat ve tarikat bataklığında boğulmamak için, çırpınıp durmaktadır… “Kendisi muhtacı bir himmet dede, nerde kaldı gayriye hizmet ede…”
7. Din uygulamasında Kuran ayetleri; şeriatçılar tarafından başka, tarikatçılar tarafından başka, hakikat mertebesinde olanlar (Akılcılar, Bilgeler, Ermişler, Gerçekçiler…) tarafından başka anlaşılır. Bu başka anlayış yüzündendir ki Hallac-ı Mansurlar, Nesimiler ve daha birçokları canlarından olmuşlardır.
Yukarıdaki “…o’na ulaşmaya yol arayın” ayetini şeriatçılar; savm, salat, hac, zekat ve kelime-i şahadet olarak yorumlar. Böylece Tanrı’ya ulaşaklarını sanırlar. Tarikatçılar ise bir mürşidin eteğine yapışmak olarak anlarlar. Hakikat mertebesinde olan arifler ise içimizden gelen ve bizi doğru, dürüst, iyi ve erdemli olmayan yönelten duygu ve düşünceler olarak anlar.
8. “O’na ulaşmaya yol arayın” ayetini şöyle anlamak ve uygulamak insana daha yararlı olur kanaatindeyim. Her zaman her olayda bir yol ayrımı ile karşılaşırız… İşte bu yol ayrımında daima doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı, olumlu olanı, ahlaka uygun olanı, bize zor gelse de, halk beğenmese de yapmamız gerekir ki Tanrı’ya yaklaşmış olalım. İçimizden gelen uyarıcı duygu bizi Tanrı’ya (doğru olana, iyi olana, güzel olana) yaklaştırır. Bu konuda Kutsal kitaplarda daha çok ayetler vardır.. Konuyu uzatmamak ve bilgiçlik taslamak istemediğim için Tevrat’tan ve İncil’den yalnızca birer örnek gösteriyorum.
Tevrat’tan:
“Tanrı’yı bulunabilirken arayın, yakınken ona seslenin, kötü kişi; gittiği yolu, haksız insan da düşüncelerini bıraksın!” (Tevrat Yeşeya, 55/6-7)
İncil’den:
“İyilik yapan Tanrıdandır.. Kötülük yapan Tanrıdan değildir.” (İncil Yuhanna, 3/11)
9. Başka söze gerek var mı? Bizimkiler bu kutsal kitapları okutmamak için onun değişmiş (tahrifata uğramış) olduğunu ileri sürerek halkın bu kitapları da okumasını önlemeye çalışır. Oysa İslam’a göre dört kitabın dördü de Hak’tır ve okunması gerekir.
Halkımız kendi kutsal kitabı Kuran’ı bile okuma gereği duymayarak koruma altına alıp evinin baş köşesine asıyor, o kadar… Okuyanlar da, hiçbir şey anlamamakla birlikte, Arapça okumakla yetiniyor zaten…
10. Yine Tanrı için, “her yerde hazır ve nazır, zamandan ve mekandan beridir (münezzehtir)” denir. Tanrı her yerde hazır ve nazır olmak yanında zamandan ve mekandan beri ise bu getirip götüren Cebrail’e ne gerek var?
Oysa Cebrail bir simgesel anlatımdır. Senden sana alıp vermektedir. Getirip götüren ve gönderen bir varlık yoktur. Hepsi bizden bizedir. İnsanlar içine doğan düşüncenin kaynağını bilemediklerinden içimize doğan bu duygu olsa olsa Tanrı’dandır, derler. Peygamber diye inandıkları kişilerin söylemleri karşısında hayrete düştüklerinden, olsa olsa bunları kendisine Tanrı bildiriyor, demişlerdir…
Simgesel varlığı (Tanrı’yı), kendi dışında aradıkları için, bir gönderen bir de getiren oluğunu sanırlar. Gelene Vahiy, getirene Cebrail, gönderene de Tanrı derler. Oysa ne getiren vardır, ne de gönderen…
11. Oysa vahiy de, ilham da: Bilgilerimizin, kültürümüzün, duygularımızın, duyularımızın, düşüncelerimizin, deneylerimizin, yaşamımızın verileri sonucu oluşan bir sentezdir. Ne geliyorsa bize, bizim aklımızdan geliyordur… Bu nedenlerle insanın kendi dışında bir tanrı araması akılcı ve bilimsel değildir…
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY şöyle demektedir, olduğu gibi aktarıyorum:
“Kur’an, Tanrı tarafından gökten indirilmiş değildir; çünkü yüce Tanrı gökte değil, her yerde ve bizimledir.” (Cumhuriyet, 31 Ocak 1990 s. 2)
Unutmayalım bu sözleri söyleyen, şeriatçılar ve tarikatçılar tarafından da saygı gören bir ilahiyatçıdır…
“- Tanrı bizimle” ise vahiy nereden geliyor?…”
Yanıtını hemen verelim: Aklımızdan, kültürel birikimimizden, , mantığımızdan, sağduyumuzdan, vicdanımızdan…
Aldanmayalım, ne getiren, ne de gönderen vardır… Belirtildiği gibi bu söylemler simgesel söylemlerdir. Bu konuları din edebiyatına, felsefeyle, tasavvufla ilgilenenler bilebilir ancak…
12. Vahyin kaynağı da insandır… Ne geliyorsa insana, kendisindendir… Gökte ya da başka bir yerde bir gönderen aranmamalıdır. Atalarımızın düştüğü yanılgıya düşmek; bilimin, bilişimin, tekniğin, ulaşımın hızla bölüşüldüğü bu çağda, böyle bir anlayış, insana yakışmaz… Yukarda bir varlık aramak ve gönderdiği sanılan kitapların bütününe inanmak insanlığı geri bırakır. Tarih bunun örnekleri ile doludur.
13. İlerleyen toplumlar; dini, insanın vicdanına bırakıp; aklı, bilimi, demokrasiyi, laikliği, düşünce özgürlüğünü, insan haklarını seçtikleri için ilerlemişlerdir. Yoksa, güzelim dünya; çekilmez, yaşanmaz duruma gelir ve umutlar öbür dünya denilen ham hayale kalır.
Yine: “Tanrı (Tanrı) yukarıda” denir. Yukarda olan: Erdemdir, iyi duygular ve eylemlerdir. Genel doğrular, üstün değerler, yüce kavramlardır. İnsan haklarına saygıdır. Olgunluktur, olumluluktur. Bütün bu kavramlar insanlık yararına kabul edildiği için yukarda ve yüce kabul edilir… Yukarda olan bu gibi doğruluklar; güzellikler, iyilikler, sevgi, sevmek, sevilmek, sevişmektir…
Savaşa karşı barış, yoksulluğa karşı çoksulluk, olumsuzluğa karşı olumluluk, nefrete karşı sevgidir. Bilgisizliğe karşı bilgi, hak edilerek kazanılmış kazanç gibi olumlu kavramların tümüdür ki bu gibi olumlu ve olumsuz kavramlar aşağıda değil yukarıdadır ve bunun için de Tanrı yukarıda denmiştir. Bütün olumsuzluklar; değerliye karşı değersiz olanlar yukarıda ve yüksek olan kavram karşısında aşağıda sayılır…
14. Karanlıktan kurtularak gerçeğe (tanrıya) erişmek, dinsel kavramları bu açıdan değerlendirmekle olur… Bu nedenle: Bilgili, erdemli, yücelip olgunlaşan (İnsan-ı kâmil) insanların sözünden, söyleşisinden (sohbetinden) yararlanmak gerekir… Ustasız, öğretmensiz bir yere varılamaz. İnsanın örnek aldığı bir idolü olmalıdır. Bir bilenden sorulmadan öğrenilmez. Bunun için büyüklerimiz “Bilmez ki sora; sormaz ki, bile!” demiştir. Yoksa gerçeğe varılamaz…
Olmayan bir şey boşuna aranmamalıdır. Yazıktır insanlığa, yazıktır boşa giden ömre… Güzelim şu dünyayı cennete çevirmek dururken, niçin veresiyeye bel bağlanıyor?…
15. “Vahiy dönemi kapanmıştır” denir. Peygamberi yüceltmek için söylenen bu sözler bilgisizliktendir. Peygamberlere geldiği söylenen içe doğuş (vahiy); diğer canlılarda, özellik ve niteliğine göre, içgüdü (sevki tabi) olarak karşımıza çıkar.
Vahiy; insanlarda içe doğuş olarak, hayvanlarda ise iç güdü olarak, yer kabuğunda ise doğa olayları olarak görülmüştür ve görülecektir… İşte kanıtı, hem de Kuran’dan; vahiy kimlere geliyormuş görelim:
a. Kullarından dilediğine, (K. 16/2),
b. Havarilere, (K. 5/114),
c. Musa’nın anasına, (K. 28/79),
d. İsa’nın anasına, (K. 3/44),
e. Hayvanlara, (K. 16/68),
f. Yere, (K. 99/1-5)
İnsaf; hayvanlara, havarilere, İsa’nın , Musa’nın anasına ve yer kabuğuna (arza) gelen vahiy, insanlara niçin gelmesin?… Böylesine desteksiz atmak olur mu?…Yakışır mı bu, hem de İlahiyat Fakültelerinde dekanlık yapan ilahiyatçılara… Yukarıdaki tümceler (ayetler) o ilahiyatçıların temel kitapları olan Kuran’dan dır… Bunlar okuduklarını anlamıyorlar mı yoksa?…
G-KUR’AN:
1. Atatürk Türklerin atasıdır, büyüğüdür, ulu’sudur. Bu neden konuya Atatürk’ün şu sözü ile girmekte yarar görüyorum: “…Gökten indiği sanılan kitap…” Atatürk’ün bu sözleri ile hangi kitabı amaçladığını bilmeyen yoktur sanırım…
Osmanlı kadını olup 90 yaşında ölen (vefat eden değil) baba annemin hiç unutmadığım bir sözünü aktarma zorunluluğunu duyuyorum: “Ulu’sunun sözünü dinlemeyen uluya uluya gider…”
2. Atatürk sıradan bir kişi değildir. Emperyalistleri kovmuştur. Saltanatı ve hilafeti kaldırmıştır… İrticayı sindirmiştir. Devrimleri yerleştirmiştir… Daha sayılamayacak denli işler yapmıştır ve en önemlisi Din’i insanın vicdanına indirgemiştir, ki bunu Osmanlı padişahları, o kadar güç sahibi olmalarına karşın başaramamıştır. Öyle ki içlerinde kelleyi verenler bile olmuştur…
Atatürk’ün “…Gökten indiği sanılan kitap…” sözü sıradan bir adamın söylediği sözler değildir. Bir devlet kurucusunun, aynı zamanda bir Osmanlı paşasının söylediği sözlerdir…
Bizde de paşalar çıkmıştır… En devrimcileri gitmiş, Holdinglere genel müdür, yönetim kurulu üyesi olmuşlardır ki; bunların yaptıkları; Osmanlı paşalarından Mustafa Kemal, İnönü, Çakmak, Karabekir, Cebesoy gibi daha onlarcası ile kıyaslandığı takdirde çok ayıplanacak bir davranıştır…
Onlar utanmasa bile onlar adına ben utanmaktayım… Sorulabilir: “Onlar adına sen niçin utanıyorsun!” denebilir… Onlar Osmanlı paşaları bunlar ise Cumhuriyetin paşalar… Utanılmaz da ne yapılır…
3. Bu örnekleri verdikten sonra söylemek istediğim şu: Böyle bir adamın (Atatürk’ün) söylediği bu söze önem vermeyenin sonu hüsrandır… Anlamayana açıkça söylemek istiyorum. “Bütün kutsal kitaplar peygamberlerin ve ileri gelen din adamlarının sözü olup izleyicilerince derlenmiştir.”
İslamcılar da bunun böyle olduğunu bildiği için sık sık şu sözü söylerler: “Peygamberimizin en büyük mucizesi Kuran’dır…” Bu sözler bir radyoda yapılan yarışmada çocuklara sorulmuştur. Yarışmacı çocukların hepsi de bir ağızdan: “Peygamberimizin en büyük mucizesi Kuran’dır…” dediler ve hepsi de tam not aldılar…
Bir parça muhakeme yeteneği olan kişinin “Tanrı kelamı” nasıl olur da “Peygamberin mucizesi olabilir?” demesi gerekmez mi?.. Demek ki kendileri de ütü kapalı olarak (zımnen) Kuran’ın peygamber sözü olduğunu kabul ediyorlar.Kaldı ki Kuran’da Kuran’ın peygamber sözü olduğunu kabul etmektedir. Okuyalım: “Bu söz, şerefli arş sahibi nezdinde, makamı yüksek, itâate değer, emin bir elçinin sözüdür.” (Tanrı Buyruğu. Ömer Rıza Doğrul. K. 81/19)
4. Tanrı’nın söylediği ve Peygamberin de aktardığı Kuran nasıl olur da “Peygamberimizin en büyük mucizesi…” olur?.. Hem Tanrı sözü deniyor ve sonra da Peygamberin en büyük mucizesi deniyor… Peygamber, Tanrı’nın söylediğini yansıtmışsa nasıl onun mucizesi olur… Eğer Peygamberin mucizesi ise işin içine Tanrı niçin karıştırılıyor?..
Oysa Kuran’a, İslam Peygamberin sözüdür deseler Peygamberlerini daha da yüceltilmiş olurlar… Kaldı ki İslam peygamberi kendisi için “mucizesi var” diyenleri Kuran’da yalanlıyor. Adamların kitaplarından bile haberleri yok, hayatları kaymış çünkü…
5. Şimdi sözü Mısır Millî Eğitim Bakanı Mehmet Hüseyin Heykel Paşa’ya bırakalım: Siyret ve hadis kitaplarında rivayet olunan bir çok şeyleri Kuran’la karşılaştırdığımızda durumun hiç de söylenildiği gibi olmadığını görürüz…
Mesela Mekke halkı Hz. Muhammed’e inanmak için mucize gösterilmesini istiyorlar.
“Onlar, yani müşrikler, derler ki: Bize yerden bir pınar fışkırmadıkça, yahut senin hurmalarından, asmalardan bir bahçen olup ortasından güzel ırmaklar şarıl şarıl akmadıkça, yahut dediğin gibi gök yüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Tanrı ile melekleri karşımıza çıkarmadıkça, yahut göğe çıkmadıkça sana hiçbir zaman inanmayız. Bununla beraber bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe çıktığına da inanacak değiliz. Ya Muhammed; de ki, Tanrı’nın şanı yücedir. Ben Tanrı elçisi olan bir beşerden başka bir şey değilim.” (K. 17/90 – 94)
Görülüyor ki Kuran bu istekleri reddediyor. Tanrı’yın kitabında Hz. Peygamberin Kuran’dan başka bir mucizesi olduğunu kabul edilmiyor. Kuran’da Hz. Peygamberin tabiat kanunlarına uymayan hiçbir hâl ve hareketinden bahis olunmuyor.” (Hazreti Muhammed, M. Hüseyin Heykel, s. 49)
6. Şeriatla yöneltilen İslam ülkeleri bu gün batı ülkelerinden geri kalmış durumdalar. Hepsi de gavurların sömürgesi durumuna düşmüştür. Bilime, tekniğe, keşfe, deniz altında, dağlarda, ormanlarda araştırma ve bilimsel çalışmaya katkısı olan bir tek şeriat ülkesi gösterilse tasalanmam… Nedeni, aklını kullanmadıklarındandır. Akıl yolunu ihmal ettiklerindendir. Aklı sadece İslam nassını öğrenip uygulamaya özgülediklerinden bir türlü uygarlığa ulaşamamışlardır. Atatürk boşuna söylememiştir. Çağdaş uygarlığı yakalayacağız… diye. Oysa kutsal kitaplarında aklını kullanmayanların ezince (azaba) düşeceklerine ilişkin tümce (ayet) de:
“O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir. “(K. 10/100) der.
Oysa Kuran insanları uyarıyor.. “Aklınızı kullanın, aldanmayın.” diyor. Bu demektir ki: “Sizler din için değilsiniz, dinler sizin içindir. Sizler kitap için değilsiniz, kitaplar sizler içindir…”
Ama ne görüyoruz? İnsanların büyük çoğunlu bu çağda bile kendilerinin din için olduğunu sanıyor… Varsa da din, yoksa da din…
Oysa İsa, dinlerin insan için olduğunu bundan iki bin yıl önce söylemekten çekinmemiştir:
“Çünkü insanoğlu sept gününün de Rabbidir. “(İncil. Matta. 12/8). Şimdi ise dinle ilgili ne varsa hepsi insanın Rabbi olmuştur…
17. İnsan değil miyiz? Üzülmemek elde değil… Ölü değiliz ki… Yaşıyoruz… Hem mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve aydın bir kimse”yiz. Bir kariyerimiz var: Avukatız… Yani kamu yararını gözetmekle yükümlüyüz… Çünkü halkımız arasında çok söylenir: “Cümle halkın vebali evliyanın boynuna” denir..
Bunu yeni dilde söylersek: “Bütün halkın sorumluluğu aydınların boynunadır.”
Bu demektir ki aydınlar halka gerçekleri söylemekle yükümlüdür…
Benim bu gerçekleri söyleme özelliğim için Dr. Emin Kılıç Kale ve öğrencileri:
“- Toplumdan sana ne! Gemisini kurtaran kaptandır. Sen gemini kurtarmaya bak! Halkı kurtaracak sen mi kaldın? Senden istemeyene niçin söylüyorsun? Gelsin senden istesin… Sana ne oluyor… Kendini adam mı sanıyorsun… Sana gelinceye kadar akşam olur!” diyerek beni aşağılayarak dergahlarından kovmuşlardır.
İnsanlığın başına ne gelmişse böylesine çekingen aydınlardan gelmiştir. İnsanlar bu kafa ile birbirlerini tepelercesine sorumluluktan kaçmışlardır. Sorumluluktan kaçan aydınlar yüzünden de memleket böylesine geri kalmıştır.
Her vesile ile gerçekleri söylediğim için Dr. Emin Kılıç Kale ve öğrencileri beni aralarından kovdular… Ne büyük suçum varmış meğer…. Materyalist olmak, insancıl (hümanist) olmak, toplumcu olmak… İlle de dostun gülü gülü…
8. Kuran’la ilgili olarak bir de: “Kuran’ın bir harfi bile değişmemiştir” denir… Hem de sık sık söylenir. Söyleyenleri ıskat yoluna; yani insanları susturmak yoluna gittiklerini bilmemek için aptal olmak gerekir… Bu sözleri söyleyenlerin amacı karşısındakini söz söyleyemez duruma getirmektir… Buna din yoluyla susturma; yani, ıskat denir… Bu din yoluyla ıskat insan aklını çalışamaz duruma getirmenin en kestirme yoludur…
Bir harfi değişmemiş ama eski Cumhurbaşkanı Demirel’in de dediği gibi bu gün ülkemizde Kuran’ın 234 kuralı uygulanmamaktadır. Bu uygulanmayanlar arasında; kısasa kısas, birden çok kadınla evlilik, kadını dövmek, evlatlıkla evlenmek, hülle, hırssızın elinin kesilmesi, geçici evlilik gibi, faiz ve fuhuş gibi yasağı gibi ceza hukukuna, medeni hukuka, ticaret ve borçlar hukukuna ilişkin yüzlerce şeriat kuralı ülkemizde uygulanmamaktadır.
Bu kurallar gerçekten Tanrı tarafından konmuş olsa idi yöneticilerin haddine mi düşmüştü kuran hükmünü uygulamamak…
9. Kutsal kitaplarda akla, bilime aykırı sayısız ayet var. İşte bunlardan birkaç örnek:
Kuran’dan:
a- “Yeni doğan bir çocuk konuşabilir mi:” (K. 19/29-30) İsa peygamberin doğar doğmaz konuştuğuna dikkat çekiliyor…
b- “Bir sopa parçası canlı bir yılan olabilir mi” (K. 7/107) Bu ayet; Musa peygamberin, Firavunun sihirbazlarına karşılık mucize gösterdiğini anlatıyor…
c- “Ateşe atılan bir kişinin yanmaması olayı…” İbrahim peygamberin Nemrut tarafından ateşe atıldığı halde yanmadığı vurgulanmak isteniyor. Bunun için sure ve ayet numarası belirtmiyorum çünkü herkesçe bilinir..
d- “Kesilen ineğin bir parçası ile maktule vurunuz. Tanrı bu suretle ölüyü diriltir.” (K.2/73) deniyor. Niçin başka bir hayvanın kuyruğu ile değil de ineğin?… Hem kesilen bir ineğin kuyruğu ile vurularak diriltilmiş bir ölü (maktul) gösterilebilir mi? Ölü dirilebilir mi?
e- “Çamurdan yapılmış bir kuşa üflemekle ona can verilebilir mi?” (K.5/110) İsa Peygamberin nitelikleri anlatılmış oluyor…
f- “Babasız çocuk olabilir mi?” (Tanrı’yın ruhundan üfleyerek Meryem’i çocuğa bırakması…) Daha çok var… Bu liste çok uzatılabilir… Bu tür akla, bilime aykırılıklar diğer kutsal kitaplarda da var. Örnek.
Tevrat’tan:
Musa peygamberin,
a- “Dağa çıkıp Tanrı ile konuşması.”
b- “Nil nehrinin Yahudilerin geçmesine izin vermek üzere ikiye yarılması. Firavunun askerlerinin de o yarıktan geçmek istemeleri üzerine denizin kapanıp hepsini birden boğarak öldürmesi.”
c- “Çölde kalan Yahudileri bıldırcın yağdırarak açlıklarını gidermesi…”
İncil’den:
İsa peygamberin,
a- Ölüleri diriltmesi,
b- Çarmıha gerildikten sonra dirilmesi,
c. Dirildikten sonra göğe çıkarılması,
d- Kıyamet günü yeniden yeryüzüne dönerek dünyayı kurtarması. (Şimdi bu görevi Hasan Mezarcı’nın üstlenmesi gibi (!)..)
e- İsa Peygamberin denizde yürüdüğü halde batmaması.
f- Cinlere inanmak. Kur’an da Cin adlı bir bölüm (sûre) var..”
Elbette bunlar gerçek anlamda değil mecaz anlamında anlaşılmalıdır; aksi takdirde işin içinden çıkılamaz…
10. Günümüzde Bombay’da, peygamberim diye ortalığa çıkan birisi denizde yürüyerek mucize göstermeye kalkıyor. Kendisine inananları da seyretmeleri için çağırıyor. Ne var ki denizde yürüme mucizesi göstereceğim derken seyreden müritlerinin bakışları altında çırpınarak ölüp gidiyor. Bu peygamberin inanırlarının “Peygamberimiz, mucize gösterecek!” diyerek seyretmeye gitmeleri yanlış anlamanın nelere mal olduğunu göstermesi bakımından güzel bir örnek…
Bu peygamber ile müritleri tümden aklı ihmal ettiklerinden bu sonuçla karşılaşmışlardır. Oysa göbek boyunda ki su dolu bir havuzda bu denemeyi yapabilirlerdi… Bu kişinin başına gelen İsa’nın denizde yürümesini olayını gerçek anlamda aldığına güzel bir örnektir. Oysa bu söylemler hep simgesel anlatımlardır… İsa’nın denizde yürümesinin simgesel anlatımı vardır. Gerçekten denizde yürümüş olsaydı İsa’nın da boğulması işten bile değildi…
11. Dediğim gibi mucize diye söylenenler gerçek olmayıp simgesel anlamda söylenmiştir… Ne var ki insanlar; Tanrı, din, peygamber, vahiy diyerek kendilerini avutuyorlar. Bilgisizliklerinden hurafeler denizinde boğulup gidiyorlar…
Aklı kılavuz seçenler aya gidip gelirken, uzayda dolaşırken; bizimkilerin gözleri Mekke’de, Medine’de… Altlarındaki çulu-çuvalı satıp Haç yaptıkları takdirde cennete gideceklerini sanıyorlar…
Cin ve şeytan gibi görünmeyen varlıklar da simgeseldir. Ortalık; cinle, şeytanla kaynıyor… Banka hortumcularından, devleti, milleti dolandırıp yurttaşına kaçanlardan daha iyi cin, şeytan mı olur?… Kendilerine iki milyar maaşı az görüp de; işçisine, köylüsüne, memuruna iki yüz milyonu çok görenlerden iyi cin mi olur.. Hem de bunlar kötülükte şeytanın bir aşama daha üstü olan cinlerdir. Hem de cin oğlu cinler…
Görünen cinleri etkisiz kılmıyorlar da görünmeyen cinlerin etkisinden kurtulmak için; büyücülere gidip para kaptırıyorlar..
12. İbrahim peygamberin Nemrut tarafından ateş çukuruna atıldığı halde yanmadığı söylenir. Bu da simgesel bir anlatımdır… Günümüzde biz Aydınlatmacıların din konusunda yaptıkları açıklamalar, ateşe atılma gibidir… İbrahim Peygamberi ateşin gerçekten yakmadığına inanmak tam bir bilgisizliktir. Ateş kimi olsa yakar. Ateşin yakmamasına inanmak tam bir bilgisizlik eseridir. Böylesine bilgisizliğin egemen olduğu bir dönemde bu satırları yazarak gerçeklere değinmek de ateşe atılmak değil de nedir?…
13. Aydınlatmacıların değindikleri gerçekleri yadsıyanlar; evren, doğa ve maddenin yaratıcılığını yadsıyanlardır (inkar edenlerdir)… Bunlar, aydınların aydınlatmasına karşı direnen, karanlıkta yaşamaktan hoşlananlardır. Evrenin, doğanın gizlerini bilmekten, öğrenmekten kaçınanlardır. Oysa insanın ilk yapacağı iş, Evren’in, Doğa’nın sırlarını öğrenmektir…
İyice bilinsin ki “Tanrı sözü” denen bütün kutsal kitaplar; Peygamberlerin ve ileri gelen din adamlarının sözleridir. Ne var ki bu gerçekleri bilen çok azdır. Bilenler varsa da söylemenin başlarına iş açacağı korkusundan ya da işlerine gelmemesindendir… Ne var ki ölüm karşılığı söyleyebilenler de yok değildir.
14. Din bilginleri arasında bu gerçeği görebilen ve söyleyebilenlerden biri de Şeyh Bedreddin olmuştur. Gerçek bir din bilgini olan Şeyh Bedreddin, Varidat’ında şöyle demektedir:
“Kuran, Peygamberin sözüdür; Tanrı sözü değildir. Ancak Tanrı sözü demeyenler kâfir olur.” (Şeyh Bedreddin Simavî. Varidat)
Savımızı Kuran la kanıtlayalım. Örneğin:
“Şüphe yok ki bu, kerem sahibi bir elçinin sözüdür elbet” (K. 69/40. Abdülbâki Gölpınarlı çevirisi…) ve yine:
“Şüphe yok ki Kur’an, büyük bir elçinin sözüdür.” (K. 81/19-21. Abdülbâki Gölpınarlı çevirisi).
Bir kaç Kuran çevirisi dışındakiler “elçinin sözüdür” ünü “Elçinin getirdiği” şeklinde çevirerek araya sokuşturmuşlardır. Kendi anlayışlarına göre çeviri yaparak gerçeklerden uzaklaşmışlardır.
Kendi anlayışlarına göre yapılan bütün bu çeviriler Tanrı bilgisinin yokluğundandır. Tanrı bilgisi olanlar gerçekleri kendi dünya görüşüne göre yansıtmaz; olduğu gibi yansıtır. Tanrı bilgisinden yoksun olanlar bir tane, iki tane değil ki… Tanrı bilgisinden yoksun olanlar saymakla bitmez. Sayısına bereket…
15. Tanrı bilgisinden haberi olan o denli az ki üzülmemek elde değil. Bir örnek: Bilindiği gibi yurdumuzda: ” Tesettür, Tanrı’yın emridir”, diye dayatılır… Tesettür’ün kaynağı Sümerlilere kadar gider… İsteyen Muazzez İlmiye ÇIĞ’ın: Kaynak yayınlarınca yayınlanan “Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni” adlı kitabına bakabilir.
Tesettür kuralı Sümerlerden Musevilere, sonra İsevilere ve daha sonra da İslamiyet’e geçmiştir. Örtünme kuralı aşırıya kaçmamak koşulu ile kadınlar için de, erkekler içinde bir adap ve edep gereğidir. Ancak bu kuralın kadınların saçı ile tırnağının ucu görünmeyecek şeklinde tabulaştırılması Tanrı’nın isteğine aykırıdır.. Örneğin İncil’de şöyle bir ayet vardır:
“… Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin…” (İncil, Pavlus’un Korintoslulara Birinci Mektubu, 11/2-7)
Bu tümce; Pavlus’un, Korintoslulara gönderdiği mektuptaki sözleridir. Pavlus ise ne Peygamber, ne de Havarilerdendir. Pavlus, bir Musevi iken İsevi olmuş bir kişidir. Bu kişinin sözleri nasıl olur da Tanrı sözü sayılabilir?…
Nedir bu din adamlarının kadının saçından alıp veremediği… Oysa kadını güzel gösteren saçıdır, yüzüdür, elidir, ayağıdır.
Kadının elini, yüzünü, saçının bir telinin görünmemesini yaratanın yaratıma amacına aykırıdır.
Kadının da, erkeğin de güzel görünmesi Yaratıcının becerisini gösterir.
Yaratıcının becerisini gizlemek Yaratan’a saygısızlıktır.
16. Bizde ise bu tesettür sorunu; Arap ve Arapça hayranı şeriatçı siyasetçilerin, siyasette başarılı olmasının aracı olmuştur. Çok masummuş gibi görünen bu istek ve eylemler; demokrasi, laiklik ve insan hakları ilkesinin ve de dinsel inancın bir gereği olarak sunulmaktadır. Oysa; Aydınlığa karşı, Cumhuriyete karşı, laikliğe karşı kalkışmanın (ayaklanmanın) başlangıcıdır bütün bu istek ve eylemler. Ortaçağ kurallarına özlemin bir yansımasıdır… Türbanın arkasından daha bir çok istek gelecektir. Bunu bilmek için bilgin olmaya gerek yoktur. Bunların bu denli etkin olmasının nedeni ise bilgisizler ve tutarsız aydınlardır… Tanrı’yın emri denince; halkımızın ve tutarsız aydınlarımızın dizlerinin bağı çözülmektedir. Bir de türban “Tanrı’yın emri!” diye dayatıyorlar. Oysa “Tanrı hükmünü yerine getirendir…”
17.“Türban Tanrı’yın emri!” olsaydı Tanrı emrini yerine getiren olduğu için hükmünü icra ederdi. Bu konuyu da İslâm kaynaklarına dayanarak çürütme oldukça kolaydır. Örnek, Kuran-da şöyle bir tümce (ayet) vardır:
“Tanrı hükmünü icra edendir.” (K.85/6).
Bir başka deyişle: “Tanrı, her dilediğini mutlaka yapandır”. Savımızı sağlama bağlamak için bir tümce (ayet) daha:
“…Bizim buyruğumuz (emrimiz)… göz açıp kapama gibidir…(K.54/50).
Bu konuda altı Surede, yedi ayet daha vardır. Bunlardan bir tane daha:
“O (Tanrı) bir şeyin olmasını dilerse, ona ancak ol! der ve o da hemen olur.” (K. 2/117, 3/47, 59, 16/40, 19/35, 36/82, 40/68, Bk. Kuran Fihristi, Recep Aykan, Pınar Yayınlan. Birinci Basım. Ocak. 1997. s. 794).
Eğer, dedikleri gibi Türban Tanrı’yın emri olsaydı:
“Tanrı hükmünü icra edeceğine göre”.
“Tanrı hükmünü göz açıp-kapayıncaya değin yerine geleceğine göre”.
“Ol! der demez derhal olacağına göre” insanların yapacağı bir şey kalmıyor demektir.
Tanrı, istediğini, istediği an yerine getireceğine göre bu yırtınma neden?…
18. Yukarda, insanların doğa yasalarına Tanrı dediği belirtilmişti. Bilindiği gibi doğa yasaları kimsenin çabasına gerek kalmadan hükmünü icra eder… Mevsimler gününde kendini göstermeye başlar, güneş doğuşunda saniyenin binde biri kadar olsun gecikmez… Her şey kendi özgün yasalarına göre tıkır tıkır işler.
Türban Tanrı’yın buyruğu olsaydı bunu önlemek kimsenin elinde değildi. Doğa (Yaratan), bütün insanların Müslüman olmasını istemiş olsaydı dünyada Müslüman olmadık kimse kalmazdı. Musevilik için de, İsevilik için de bu böyledir.. Yine tüm bayanlar türban takar, çarşaf giyerdi. Museviliğin üzerinden 5.000, İseviliğin üzerinden 2.000, Muhammediliğin üzerinden 1400 yıl geçmiştir. Hiç birisinin dediği olmamıştır. Neden acaba?…
Günün koşullarını bilmeden, dinimiz böyle emrediyor diye, Türban’ı dayatmak tam anlamıyla Cumhuriyet ilkelerine meydan okumaktır.
Unutmayalım, bu gün Türban taktırmayı başaranlar; yarın, Afganistan’da, Pakistan’ da ve diğer şeriatla yönetilen ülkelerde olduğu gibi bütün bayanlara, dokuz yaşındaki kızlara bile, çarşaf giydirmekten zerrece kaçınmazlar… Çarşaf giymek de yetmez. Bu işin sonunda Burka’ya özenenler ve özendirenler de çıkacaktır…
19. Bu kafada olanlar doğanın güzellikle yansımasından rahatsız olup bu güzellikleri yalnızca kendilerine özgülemek isteyen gelişmemiş insanlardır…
Aklını imana kurban etmiş olanlarla ve de beyni sulanmış aydınlar: “İnanmak akılla olmaz. İnsanlar huzur ve mutluluğa akılla varamaz, ancak imanla varabilir.” diyerek sorumluluktan kaçmakta, şeriatçıları karşılarına almaktan çekinmektedirler..
Tek avunmamız (tesellimiz) bu safsatalara inanacak değin aklını imana kurban etmemiş aydınlarla, aydınlatmacılar ve halkımızın sağduyusudur.
Türbandan sonra, kutsal kitapların Tanrı sözü olmadığına, bir örnek daha. Hem de Kuran’dan… Böylece kutsal kitapların tanrı sözü olamayacağını daha net göreceğiz:
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.” (K. 2/187) (21 – dipnot. KONULARINA GÖRE KUR’AN. Doç. Dr. Ömer ÖZSOY- Doç. Dr. İlhami Güler).
Şimdi de dipnot olarak gösterilen 21 ‘in karşılığına bakalım:
“21 Bu ayetin inmesinden önce, oruç tutulan günlerin gecelerinde karı kocanın cinsel ilişki kurmaları yasaktı.”
Demek ki daha önce müminlere, karılarına yaklaşmak yasaklanmıştı. Ne var ki, eşlerine yaklaşmayı yasaklayan bu tümce (ayet) gösterilmemekte; ancak, kaldırıldığı (neshedildiği) belirtilerek geçiştirilmektedir…
Bu yasak insanın doğasına aykırı olduğundan uygulanamamıştır. Başta ikinci Halife Ömer olmak üzere diğerleri de uygulayamadıklarını gelip Peygamberlerine bildirmişlerdir…. Bunun üzerine yukarıdaki tümce (ayet) söylenmiş.
Demek ki insanın doğasına aykırı buyruklar yerine getirilemiyor… Uyanan doğal istek ne Tanrı dinler, ne de Peygamber… Halk arasında sıkça söylenen şu fıkrayı anlatmanın tam yeri:
“Dağda sürüsünü güden çobanın biri yalnız yakaladığı bir kadının zorla ırzına geçmiş. Tutup yargıcın önüne çıkarmışlar. Yargıç:
“Nasıl yaparsın bunu? Yargıçtan da mı korkmadın!”
Sanık çoban anlamlı anlamlı başını kaldırmış:
“Dağda uyanan şehvet, şehirdeki yargıcı mı dinler!”
Elbette duruşma salonunda bir gülüşmedir gitmiş…
Uyanan şehvetin kimseyi dinlemeyeceğini bilebilecek durumda olan Tanrı böyle bir buyrukta bulunmazdı… Haydi buyurdu diyelim. O zaman buyruğunu uygulamayanlara varlığını gösterirdi… Örnek: Kışın dondurucu soğuğunda giyinmek doğanın gerektirdiği koşullardır… Kendisini soğuğa karşı korumayan donarak ölür…
Böyle bir yanılgıya düşmek insana özgüdür. Halkımız bile, bu nedenle, karı-koca arasına girilmesini doğru bulmaz… “Karı-koca arasına giren yanılır!” der…
20. Konu buraya gelmişken kutsal kitaplarda çelişkilere değinmek gerekiyor. Kuran, birçok yerinde Tevrat ve İncil’i onaylayarak bu kitapların da Tanrı sözü (Tanrı kelamı) olduğunu belirtir. (K. 2/87, 137, 285, 5/46, 10/34)
Müslümanlar, ise, ikide bir, Musevilerin ve İsevilerin kitaplarındaki değişiklik (tahrifat) olduğu savını ileri sürerler.
Önce şu: “Rabb’inin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitir ve bilir.” (K.6/115) tümcelerini (ayetlerini) okuyalım…
Sonra da şu ayeti okuyalım:
“Onların zulmedenleri, kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zâlimlere zulümlerinden ötürü gökten azap indirdik.”
“O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur” tümcesi (ayeti) ile “..kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler.” tümceleri (ayetleri) birbiri ile çelişmiyor mu?… Bu konuda daha çok tümceler (ayetler) vardır. Bu konuda bir tümce daha:
“Onların izi üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayarak gönderdik… Ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat’ı doğrulayan İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik” (K. 5/46)
Bu ve bu tür ayetlere göre İslam Peygamberinin; kendisinden önce gelen peygamberleri ve kitaplarını doğruladığını, tasdik edip onayladığına göre kendi zamanına kadar olan tarihte herhangi bir değişiklik olmadığı anlaşılıyor. Kendisinden sonraki tarihte de İncil ve Tevrat’ta değişiklik yapıldığına ilişkin bir tarihi kayıt bulunmadığına göre tahrif savının doğruluğu inandırıcı görülmemektedir.
Bu nedenle Tevrat’tan ve İncil’den alıntı yapmamı ayıplayacak olanlara yanıtım şöyle olacaktır: Kuran’ın onaylayıp doğruladığı kitaplardan niçin alıntı yapmayacakmışım?
H-TEVRAT ve İNCİL:
1. Tevrat’ı doğrulayan İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik” (K. 5/46) dendiğine göre; Tevrat ve İncil gerçekten Tanrı sözü mü bir de bu konuyu inceleyelim…
Örneğin İncil’de şöyle bir ayet var:
“Fakat diğerlerini Rab değil ben diyorum. “(İncil, Korintoslulara 1. mektup, 7/12)
Bu sözleri söyleyen Pavlus’tur. Pavlus’un Rab dediği İsa’dır. “İncil’deki diğer sözler Rab’bin (İsa’nın); fakat, “bu sözler benim sözlerimdir” diyor. Bu ayetten anladığımıza göre İncil’de Tanrı’nın söylemediği sözler de var…
2. Hıristiyanların büyük çoğunluğu İsa’yı Tanrı olarak görür… simgesel anlamda söylenen bu sözlerin gerçek anlamda alınması din bilgisinin eksikliğinden kaynaklanan bir anlam kaymasıdır.
İncil; İsa, öldükten 50-60 yıl sonra, Havarilerce derlenip toplanarak kitap durumuna getirilmiştir… İsa’nın sağlığında kitap olarak derlenip yazılmış bir İncil yoktur.
Tevrat ise Musa’nın ve kendisinden sonra gelen din adamlarının sözleri olup Hahamlar tarafından derlenip düzenlenmiştir.
Tevrat, Filistin başta olmak üzere bütün Araplara karşı düşmanlık aşılayan ve Arapları aşağılama propagandasından başka bir şey değildir. Ancak ahlaksal öğütler de vardır. Bütün yazılanlar ve anlatılanlar insanlık için değil yalnızca Yahudiler içindir.
3. Bütün dinlerde dua etmek ve eğilmek (secde) vardır. Tanrı karşısında eğilirken ya da namaz kılarken secdeye kapanılır. Bu, güneş kültünden gelmektedir.
Güneşe tapanlar sabahları güneşin doğuşunu izleyerek yere düşen ilk güneş ışınlarına yüz-göz sürmek için yerlere kapanırlarmış.
İslâmiyet’te, dua edilirken ya da her yakarış ve dilekte ve duadan sonra, eller yüze sürülür ki, bu da yine güneş kültünden gelmektedir. Güneşe tapanlar doğan güneşin yere değen ilk ışınlarını elleri ile avuçlayarak yüzlerine gözlerine sürerlermiş… (Bk. Meksika Büyük Elçimizce Atatürk’e gönderilen Mayatek raporuna ve Turan Dursun’un kitaplarına,..) Bu gelenek güneş kültü tarihe karışırken yerini alan tanrılı ve tanrısız dinlere karışarak İslâmiyet’e değin gelmiştir.
4. Günümüzde yapılan bu uygulamalar şu anlamda değerlendirilmezse anlamsız olur: Her iki el göbek üzerinden ileriye doğru uzatılmakla iyi ile kötü, olumlu ile olumsuz, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, gerçek ile yanlış arasına bir sınır konarak; iyiler ve olumlular üste; kötüler ve olumsuzlar altta kalmak üzere ayrılır. Olumlu olanlar üstte, olumsuz olanlar ise altta kalmış olur… Ellerin yüzlere sürülmesi ile olumlular benimsenmiş, kötü olanlar ise dışlanmış olur… Böyle bir anlayış hiç olmazsa dinsel anlam kazanır ve böylece biz iyiyi, güzeli, doğruyu, olumluyu genel değerleri üstün tutuyor ve yüzümüze gözümüze sürüyoruz, anlamı çıkar…
5. Namaza gelince; bu tapınma biçimi İslamiyet’ten önceki bütün tanrılı ve tanrısız dinlerde vardır. Bütün bilimsel kaynaklar, namazın da, orucun da, kurbanın da, Hac’cın da İslamiyet’ten çok önceleri var olduğunu açıklamaktadırlar…
Örneğin Kuran’ı dikkatle okuyanlar müşriklerin de namaz kıldığını görür. Kuran müşriklerin de namaz kıldığını şu tümcelerle açıklar:
“Müşriklerin kâbe’deki tapınmaları sâdece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.” (K. 8/35)
Öyle ki bize öğretilenlerin tersine müşrikler de bir Tanrı’a inanırlardı..
Oysa, bizlere öğretilenlere göre müşrikler Tanrı tanımazdı ve yalnızca putları Tanrı olarak tanırlardı. Putperestlere Tanrı’yın varlığını İslam Peygamberi öğretmişti…
6. Oysa hiç de öyle değil… Müşrikler de, İslam Peygamberi ortaya çıkmadan önce tek Tanrıya inanırlardı. Bu gerçeği Kuran açıklıyor:
“Biz bunlara (putlara demek istiyorlar) ancak bizi Tanrı ‘a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” (K.39/3)
Görüldüğü gibi müşrikler de Tanrı’a inanıyorlarmış ve putlara da kendilerini Tanrı’a yaklaştırdığı için tapıyorlarmış. Günümüzde, müritlerin kendilerini Tanrı’ya yakınlaştırdığı için mürşitlerine bağlandıkları gibi…
Kaldı ki tek Tanrı kavramını ortaya atanlar Mısır Firavunlarıdır. Firavunların bu karar varmasında Hermes’in büyük bir etkisi vardır.
7. Şimdilerde biz Türkler, ölüm törenlerinde, ölülerini el çırparak (alkışlarla) uğurlamaktadır. Demek ki el çırpmanın, alkışlamanın tarihsel bir geçmişi vardır. Kim bilir, puta taparlar (müşrikler) bu el çırpma ve alkışlama geleneği kimlerden almıştır?
Öyle hadis kitaplarının yazdığı gibi, namaz ve oruç İslâm peygamberine “Miraç’a” çıktığında emredilmiş değildir.
8. Kaldı ki Miraç olayı da bütün tanrılı ve tanrısız dinlerde vardır.
Buda’nın “Ağacın altında aydınlanması (Nirvana)”,
Musa’nın: “Dağa çıkarak Tanrı ile konuşması”,
İsa’nın: “Şeytan tarafından sınanması…” Bu konuda en yakın örneklerdir….
Bu söylenceler de gerçek anlamda değil simgesel anlamda anlaşılmalıdır. Bütün bu söylemler din kurucularının tinsel (manevi) alanda en üstün aşamaya geldiklerine kendi kendilerine karar vermeleridir.
9. Gökte ve başka bir yerde gerçek anlamda bir varlık yoktur ki, yanına gidilip, kendisi ile tanışılıp görüşülsün. Kutsal kitaplar ise bu söylenceleri, yani Tanrı ile görüşülmesini, yalanlanmaktadır.
İncil’de:
“Hiçbir vakit kimse Tanrı’yı görmemiştir.” (Yuhanna’nın Birinci Mektubu. 4/12)
Kuran da:
“Gözler O’nu göremez. O bütün gözleri görür. ” K. 6/103)
“Hiçbir insan için Tanrı’yın doğrudan doğruya kendisiyle konuşması mümkün mümkün değildir.” (K. 42/51)
Ama isteyen İslam Peygamberi Miraç’a çıktı ve Tanrı’yla görüştü diyebilir; buna kim karışabilir. Ama unutmasın ki Kuran; yukarıda örnek olarak gösterilen ayetlerle bu savda bulunanları yalanlamaktadır…
10. Tek Tanrılı ve de Tanrısız dinlerin bütün kitapları kurucularının sözleridir… Tanrı sözü (Tanrı kelamı) simgesel anlamda söylenmiş sözlerdir.
Din edebiyatını bilmeyenlerin, ilm-i ledûn ilminden (biliminden değil) habersiz olanların, bu sırra ermeleri olanak dışıdır.
Hele ölülerle (basireti bağlanmış, kalp gözleri kapanmış), aklını hurafelere ve imana kurban etmiş “ölülerin” ve de Tanrıyı kendi dışında arayanların bunları anlamasına, bilmesine, olanak yoktur. Bunları ancak “diriler” bilir.
I – DİNDE ÖLÜ-DİRİ:
1. Dinde “ÖLÜ” denince; aklını kullanmayan, ahlaksız, bencil, çıkarcı, duygu, düşünce ve davranışlarının bilincinde olmayan, duyarsız, kötülüklere bağışıklık kazanmış, sağduyusunu yitirmiş, sorumsuz, eringeç ve üşengeç kişileri ve benzeri olumsuzlukları benimsemiş kişiler akla gelmelidir…
Kısaca: yaptığı işin sonucunu düşünmeyen, sonunda bu dünyada hesap vereceğini bilmeyenleri, bencil, saygısız, sevgisiz, duyarsız, sorumsuz, tepkisiz (miskin) kişileri “ÖLÜLERE”e örnek gösterebiliriz….
2. Ölülerin dinsel sorumluluğu yoktur. Çünkü ölüler Tanrı bilgisinden yoksundurlar. Buna karşın ölüler; devlete, topluma karşı sorumluluktan kurtulamazlar…
Bunlara: Dinsel deyimle, hesap gününden korkmayanlar denir. Bunlarda “ahret”; yani, yarın ya da gelecek korkusu yoktur.. Tanrı tanımayanlar gelecek kaygısı ve korkusu duymazlar…
Ahretin Türkçe karşılığı; yaşanırken gelecek olan günler, yarınlar ve diğer gelecek günler, demektir. Davranışlarımızın sonucu ile bu dünyada karşılaşacağımız gerçeğidir. Bu gün yaptığımız işin hesabını; yapar yapmaz ya da bir süre sonra, ama muhakkak, yaşarken vermek demektir. Vermeyenler de vardır. Ancak ölü değilse yaptığı kötülüğün hesabını vermekten kurtulduğunu sansa da yaptığı olumsuz davranış kendisini hep rahatsız eder… Ancak diri ise; yani bir parça vicdanı ve sağduyusu varsa… Diri değil de ölü ise zaten yaptığı kötülükten zevk duyar.. İşte bu nedenle bunlara “ölü” denmiştir…
3. Şurası muhakkaktır ki insanlar, eğer diri ise, olumsuz iş yapar yapmaz pişmanlık duyar, vicdan azabı çekmeye başlar… Bu durum cehennemde yanmakla ifade edilir. Bu nedenle kimi canilerle, suçluların vicdan azabından kurtulmak için gidip polise ikrarda bulundukları çok görülmüştür…
Cennet de Cehennem de bu dünyadadır. Yaptığımız işten duyduğumuz huzur ve mutluluk, kaygısız, korkusuz, sıkıntısız bir yaşamın simgesi Cennettir… Cehennem ise bu saydıklarımızın zıt kavramları olup; huzursuzluk, mutsuzluk, kaygı, korku, sıkıntı içinde yaşamayı simgeler… Yani Cennet, Cehennem mekansal değil ruhsal bir durumdur…
4. Öyle sanıldığı gibi fiziksel olarak öldükten sonra hesap vermek, Cennet ya da Cehennem’e gitmek gibi bir sonuç yoktur. Hepsi bu dünyadadır… Bütün bu anlam kaymaları tek tanrılı dinlerin ortak yanılgısıdır. Ömer Hayyam, bu yanılgıyı şu sözlerle dile getirmiştir:
“Sen bana, öbür dünyada vereceğin bin akçe’nin bir akçesini şimdi ver, kalanı senin olsun!”
Ne var ki bütün şeriatçılar bu hesabın öldükten sonra verileceğini ileri sürerek kendileri yanılttıkları gibi başkalarını da yanıltırlar… İnsanları; Tanrı, din, Cennet-Cehennem, cehennem zebanileri elinde işkence görecek olmakla korkuturlar. Ama bilmezler ki Tanrı işkenceci bir varlık değildir.Kaldı ki bu konuda daha önce Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Prof. Süleyman Ateş şöyle demektedir: “Tanrı’yın kullarını yakmaktan zevk alan bir varlık olduğuna kesinlikle inanmıyorum.” (Vatan, 21.2.2008)
Bütün bunlar insanları korkutarak terbiye etme yoluna gitmektir ki hiçbir işe yaramamaktadır ve bütün bunlara karşın yine de hapishaneler dolup taşmaktadır. Suç işlediği için hapse düşenler “Şeytana uyarak suç işledik!” diye gerekçe göstermektedirler.
Demek ki insanın eğitim ve öğretiminde terbiyenin önemi yoktur… Önemli olan insanın idrak yoluyla iyinin kötünün ayrımına varmasıdır… Yani yeniden doğmasıdır. Ancak yeniden doğuşa erenlerde suç işleme oranı azalır.
5. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale, bu gerçeği şu fıkra ile anlatmaya çalışırdı:
“Adamın birisi kedisini terbiye etmekle övünürmüş. Bu başarısını göstermek için de konuklar evine geldiğinde; onlara, kedi’sinin marifetlerini gösterirmiş… Konuklar arasında, korkuya dayanan terbiyenin önemini olmadığını bilen biri, kedi sahibine güzel bir ders vermek istemiş.
Bir gün yine konuklarlardan biri kedi sahibinin çağrısına uyarak evine giderken, küçük bir kibrit kutusuna koyduğu fındık faresini cebine koymuş. Ev sahibi konuklarına yine kedi’sinin marifetlerini göstermek istemiş… Kedi’sine, konuklarına kahve getirmesini söylemiş. Kedi de ön ayaklan ile tuttuğu tepsi ile birlikte yürüyerek gelmiş… Tam bu sırada terbiyenin önemsiz olduğunu göstermek isteyen konuk cebindeki kibrit kutusunu açarak fındık faresini ortaya salmış.. Kedi, fındık faresini görür görmez elindeki tepsiyi bıraktığı gibi fareyi kovalamaya başlamış… Elbette tepsi de, kahve fincanları da tarumar olmuş…”
6. Televizyonlar sanıkların iki polis arasında bir eşya gibi götürülmelerini sık sık gösterir… Ne var ki bu suça meyilliler bu olaydan ders çıkarmazlar. Bir de bakmışsın ki sanıklar, polisler arasında bir eşya gibi götürülmekteler… Neden? “ölü” ve duyarsız oldukları için hiç bir şey kendisine ders olamıyor.
“Ölü”lere örnek vermeyi sürdürelim: Sıkıntıda olanların işini görmek için onlardan komisyon alan bürokratları, hayalî ihracatla vergi iadesi alanları, sıkıntıda olanlara yüksek faizle borç verenleri, Gülay Aslıtürk ve kocası gibilerini, bankaların içini boşaltanları, katilleri, çetecileri, mafya babalarına “Millet sizinle gurur duyuyor!” diye alkış tutanlar görülmektedir.
7. İnsan; bilgi ve kültürü ile, nefsine hakim olması ile, aklını imana kurban etmemesi ve her davranışını akıl terazisine vurarak yaşaması ile “yeniden doğuşa” ererek Ölülükten (çamurluktan) kurtulur.
İnsanın yeniden doğmadan önceki, bencil, duyarsız, tepkisiz, sorumsuz yaşamı bir de “çamur” simgesi ile de anlatılır… Çamurluktan kurtularak kendine gelmesi, kendini bilmesi “Ölü”nün “Dirilmesi” olarak simgelenir.
İsa’nın çok söylenen mucizelerden biri de: “Ölüleri diriltmesidir” ki yanlış anlaşılmaktadır. Gerçek anlamda; değil İsa, bin Tanrı gelse fiziksel olarak ölmüş bir kimseyi diriltemez…
Kutsal kitaplarda geçen ölünün dirilmesi olayını simgesel olarak almalıyız. “Kur’an, bu oluşumu şu şekilde dile getirir:
“Tanrı. Ölüden diriyi. Diriden de ölüyü çıkarır.” (K. 3/27. 6/95. 30/19)
Bu olaya yine Kuran’dan somut bir örnek:
“Ölü iken dirilttiğimiz kimse. Karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan gibi olur mu” (K 2/56. 6/122)
Bu ayet 2. Halife Ömer’in İslam’a dönmeden önceki hali “ÖLÜ”, İslam’a döndükten sonraki hali ise “DİRİ” simgesi ile anlatılmaktadır…
“Ölünün dirilmesi…” bu anlamda alınmalıdır… Bu anlamda yorumlanmalıdır…
8. Diri olanın ölmemesi gibi bir durum yoktur. Diri (duyarlı, özeleştiri sahibi, sorumluluk duygusu gelişmiş, kötülükler karşısında sessiz kalmayıp tepki gösteren) iken; bunun tersi bir yaşama yeniden dönmesi de dirinin ölmesi olarak anlatılır. İnsanın yeniden kötülüklerden zevk alarak olumsuz iş yapmaya yönelmesi: “Ölmekle” anlatılır.
Böyle bir insan, yaptıklarına pişman olmasına “Ölüden dirinin doğması” denir. Kuran da bu değişim şöyle anlatılır:
“Tanrı. Ölüden diriyi. Diriden de ölüyü çıkarır” (K. 3/27. 6/95. 30/19)
Bu olaya din edebiyatında “remz-i ilahî” (simgesel anlatım) denir..Bu oluşumu gerçek anlamda anlamak bilgisizliğin belirtisidir. “Ölünün dirilmesi” olayı mecaz anlamda anlaşılmalıdır. Bu, bir başka anlatımla “YENİDEN DOĞUŞ” olarak da dile getirilir…
/- YENİDEN DOĞMAK:
1. Yeniden doğuşa ermeyen ot gibi gelir ot gibi gider… Bunların içinde “ot” gibi gelip “yok” gibi gidenler de vardır. Bu yapıda olanların, akıl hastaları ve deliler gibi dinsel sorumlulukları yoktur. Bunların Tanrı demelerine, dindarım demelerine önem verilmez.
Yine bu gibi insanlara bu bilgiler hiçbir şey anlatmaz…. Onlar, “Din-i hakiki” den haberi olmayan “Din-i taklidi” yolunda giderek sağdan soldan duyduklarını doğru sanan bağnaz kişilerdir.
2. Bostan ve Gülistan’da bu gibilerin durumu aşağıdaki şekilde anlatılır. Yeri gelmişken bir kere daha yineleyelim:
BOSTAN VE GÜLİSTAN’DAN ALTIN KÜPELER
Taklidi İman ve Tahkiki iman
Din ve itikat hususunda ilim ve ikaan (yakın hasıl etme, yeterli bilme) bayrağı altında yürü.
Rast gele falan veya filanın nakil ve rivayetiyle yetinme.
Tahkiki iman elde et; taklitte kalma.
Ehl-i tahkik indinde imanında mukallit olan, çisentili poyrazda kalmış uyuz keçiden daha zavallıdır..
İtikadı meselelerde taklide uyan kimse, kapalı kapı arkasında anahtarını kaybedene, birçok taklidi rivayet bildiği halde, hakikate götürecek delilleri bilemeyen de, hayli odun topladığı halde yakacak çakmağı bulunmayan kırda kalmış kimseye benzer.
Eğer itikadı sapıklığın anasını varsa, o da taklididir.
Cenab-ı Hakk taklide bağlanıp, onu kendine rehber eden kimsenin boynuna yular taksın.” (AKSAM eki Ramazan İncisi’nden. 4. Ocak. 1999)
3. Bunlar düşünce ve inanışlarının doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinde bir kere olsun akıl yürütmemişlerdir. Bu nedenle bunlar gerçek din anlayışına göre aklını kullanmayanlar, daha açıkçası aklını imana kurban edenler olarak “ÖLÜ” sayılırlar…
“Acımasız, bencil, bilgisiz, bilinçsiz, duyarsız, erdemsiz, sevgisiz, sorumsuz, tepkisiz, üretemeyen, yaratamayan” kişilere “ÖLÜ” denildiği az yukarda.anlatılmıştı…
Bunlara Kur’an bile okunmaz. İşte kanıtı:
a- “Ölü olanları değil, diri olanları uyarmak için, indirildi (K.36/70),
b- “Sen ölülere duyuramazsın.” (K. 27/80, 30/52,35/22)”
(Daha genis bilgi için: Bak: Recep Avkan. KUR’AN FİHRİSTİ, Pınar Yayınları, s. 805)
Ölüler, görünüşte canlıdırlar, ama tinsel olarak (manen, ruhen) ölüdürler. Bunlara kalp gözleri kapalı olanlar da denir. Görüldüğü gibi Kuran bu tür ölülere okunmaz dediği halde gidip sinlerinde yatan ölülere bile Kuran okuyorlar. Sinlerinde yatan fıziken ölmüş olanlar Kuran’dan ne anlar? Yaşadığı halde “ölü” olanlara Kuran okunmaz dendiği halde; bunlar gidip mezarda yatan fiziken ölmüş olanlara bile Kuran okuyorlar…
4. Bunlar Kuran’ın anlamını bilmedikleri için Kuran buyruğuna aykırı davrandıklarını da bilmiyorlar… Öyle ki mezarın başında, mezarda yatanlar için Kuran okuyarak karşılığında da ücret alıyorlar…
Oysa Kuran’da dinsel hizmetleri için ücret alanlara uymayın deniyor. Okuyalım:
“Sizden ücret istemeyenlere uyun!”(K. 36/21).
Demek isteniyor ki: “Sizden dinsel hizmeti karşılısında ücret isteyenlere uymayın!”
Kitapları ne yazıyor… Bunlar ne yapıyor…
5. Bu olgu hocaların okuduklarını anlamadıklarının göstergesidir… Hocalar bilmedikleri için sinlerinde yatan ölülere Kuran okuyorlar… Ya müftülükler de mi bilmiyor… Üniversitede okuyan ilahiyatçılar da mı bilmiyor… Bilirler, bilirler de açıklamazlar.
Kimileri, zamanla, dinlerin geçerliliğini yitireceklerini sanıyorlarsa yanıyorlardır. Dinler geçerliliğini hiçbir zaman yitirmeyecektir. Ancak, tarihte görüldüğü gibi değişikliğe uğrayarak kendisini günün koşullarına uydurarak sürüp gidecektir. Çünkü bunun bir çok nedenleri vardır. Diğerleri bir yana şu iki nedenden dolayı din varlığını sürdürecektir:
Bir; İnsan yaşadığı sürece düş görür. Düşlerin kimilerinde insanlar korku ve suçluluk duygusu ile uyanır…
İki: İnsan yaşadığı sürece gereksinimleri olacaktır. Yaşamak için alış-veriş gerektir. Bu da ekonomiyi doğurur… Bayramlarda alış-veriş ekonomiyi canlanır.
Ekonominin bu canlanmasından yararlananların başında: Din ve ticaret adamları ile üretenler vardır…
6. Devrimci ve yenilikçi siyaset adamları başarılı olmak istiyorlarsa halkın gelirini ve kültürünü artırmalıdır. Bunu bilmeyen liderlerin başarılı olmalarına olanak yoktur… Çirkin politikacıların başarılı olmalarının baş nedeni yemeleri ve yedirmeleridir… Kapitalizmin kuralı: Sana kâr getirecekse yedir… Yedir ki kazanasın… Kapitalizmin bir altın kuralı daha vardır: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler…”
Buna engel olmak için iki banka hortumcularından hesap sormak istediler ekonomi durdu, faizler bir gecede yüzlere vurdu…
Kapitalizmin altın kuralıdır bu… Hortumcuları yakalarsın; hayali ihracatçılar çıkar, hayali ihracatçıları yakalarsın; fatura sahtekarları ortaya çıkar. Bunları yakalarsın, vergi kaçakları çıkar, uyuşturucu ticareti çıkar, silah kaçakçıları çıkar… Sonunda ekonomi tıkanır. İç savaş başlar…
7. Bu nedenlerle vahyi akıldan üstün tutanlar toplumda yer bulmakta; aklı vahiyden üstün tutanlar ise toplumda yer bulamamaktadır.
İnsanlar, cihat, kılıç ve şiddet tümcelerini niçin kendilerine daha yakın bulurlar… Çünkü işin içinde fetih var, ganimet var, çapul var… Dinler bu yolla da gelirlerini artırırlar.
Şimdi asıl konumuza dönelim:
Yeniden doğmak için din-i taklididen kurtulup dini hakikiye yönelmek gerekir… Dini taklidi ile dini tahkiki az yukarda anlatılmıştı.
İslamiyet’te, yeniden doğmanın karşılığı “ölmeden önce ölmek” tir… Hıristiyanlık’ta ise: “Yeniden doğmak” tır.
“Ölmeden önce ölmek” deyimi de yanlış anlaşılmıştır; kötülüklere ölmek olarak anlaşılması gerekirken, insanın kendisini dünya nimetlerinden yoksun koyması, olarak anlaşılmıştır…
Oysa bu anlayış yaşam kurallarına aykırıdır. İnsan yapısına aykırı bir uygulamadır. Böyle bir davranış; insanın bedeninin ve ruhunun çalışma düzenini bozar. İnsanı anormalleştirir. Anormalleşen insan doğru karar veremez. Gerçeği göremez… Kendisine ve başkalarına zararı dokunur…
8. İnsan, oluşumu gereği gerçeği bulmak, huzur içinde yaşamak, çocuklarının, ailesinin, kendisinin geleceğini güvence altına almak, yasal olmak koşulu ile ve elden geldiğince dünya hazlarını (nimetlerini ve zevklerini) tatmak için vardır…
Tanrıya erişeceğim diye insanın kendisini nimet ve zevklerden yoksun koyması akıl dışı bir davranıştır. Hem bu yolla Tanrıya erişilmez. Bu yolla ancak Tanrıdan (gerçeklerden-olması gerekenden) uzak düşülür…
İnsan; aç kalarak, uykusuz kalarak, cinsel isteklerden uzaklaşarak gerçeğe ulaşamaz. Öyle olsaydı Peygamber Süleyman’ın 110’a kadar karısı, İslam Peygamberinin de 15 nikahlı eşi yanında, cariyelerle birlikte, 27’ye yakın kadını olmazdı…
9. Şeriatçılar, peygamberlerinin çok kadınla evlenmiş olmasını kadınların yoksulluğuna bağlarlar. Sözde yoksullarmış da; onları, yoksulluktan kurtarmak amacı ile nikahlamış… Oysa yoksulları, yakınındaki, kişilerle de evlendirebilirdi.
Bunlar peygamberlerinin yoksulluğundan da söz ederler. Öyle ki açlığını duymamak için karnına taş bağladığını belirtirler. “Öylesine yoksuldu ki bir yün yatağı bile yoktu, hasırda yatardı.” derler. Bu nedenle, hasırın üstünde yattığından hasırın izleri vücudunda görülürdü söylemlerini de dile getirirler.
İslam peygamberini yoksul kabul edersek; akla şöyle bir soru gelmez mi? Yoksul bir kişi 27’ye yakın cariye ve kadınını nasıl, neyle beslemiştir?
Bunları söyleyenlerin içinde kadınlar-kızlar da var. Acaba kendileri ne kadar ünlü olursa olsun yoksul erkekle evlenirler mi? Ya da bir erkeğe ikinci ya da üçüncü eş olarak varırlar mı?
10. Böylece peygamberlerini yücelttikleri sanırlar. Yoksul olan Peygamber, yoksul kadınlarla evlenerek onları yoksulluktan nasıl kurtarabilir? Peki çevresinde 27 kadar eş ve cariyesi yanında 40 yakın kölesi olduğu söylenir? Yoksul bir Peygamber bunları ne ile nasıl besler diye düşünmüyorlar…
Demek ki bunlarda Tanrı bilgisi ve korkusu yok.. Bunlar dini yükseltmek için, yalan üstüne yalan kıvırıyorlar.. Söyledikleri yalanları dinlerini yüceltmek amacı ile söyledikleri için bu yalanlarından rahatsızlık duymuyorlar. Yalanda ve uydurmada birbirleri ile yarışıyorlar..
Demek ki İslam tarihinden de haberleri yok. Olanların da gerçeği açıklamaya yürekleri yok. Var da gerçekleri söylemiyorlarsa bu ikiyüzlü bir davranıştır ki İslamiyet’e günah sayılır…Çünkü İslam’da yalan günah sayılır… Oysa halkımız öylesine yalan bombardımanına tabi kılınmıştır ki; bu yalan bombardımanı yüzünden halkımız muhakeme yeteneğini yitirmiş; din konusunda her söylenene muhakeme yapmadan inanır duruma gelmiştir… Bunların başında da yoksulluğun bir meziyetmiş gibi sunulması ve yoksulların Cennet’e gideceği yalanı gelir.
11. İslam tarihindeki yalanları İslam tarihine dayanarak açıklayalım. İşte Sahabelerin ve İslam Peygamberinin mal varlığı:
Değerli Hayri Bey,
Mutezile takma adlı üyemizin yazdığı yazıyı aşağıya kopyalıyorum.
Esenlikle kalın
E. O. 7.6.2007
+
E. O. Adlı okuyucumuzun gönderdiği ilginç yazıyı biraz ekleme yaparak aşağıda sunuyorum.
Gerçekten de biz Müslümanlara küçüklüğümüzden beri İslam Peygamberi’nin yoksulluğundan söz edilir. Örneğin İslam Peygamberi o denli yoksulmuş ki açlığından karnı ağrırmış ve açlığının acısını duymamak için karnına taş bağlarmış.
Oysa bu anlatılan menkıbeler tümüyle yalandır. Örneğin ŞAKİR KEÇELİ’NİN ŞERİAT NEDİR? DEMOKRASİ İLE BAĞDAŞIR MI? (Ardıç Yayınları. 1. Baskı. Ağustos. 1997) adlı kitabının 103. sayfasına baktığımızda Sahabelerin malvarlığının şöyle olduğunu görürüz.
“Zübeyr’in sahip olduğu evler dışında, elli bin dinarı, 1000 cariyesi ve yüz atı vardı.
Talha bin Ubeydullah bin Avf’ın 100 at, bin deve, on bin koyunu vardı. O öldüğünde, nakit olarak, 336.000 altın dinar bırakmıştı.
* Zeyd bin Sabit’in terekesinden, değeri yüz bin altın dinarı bulan mallar ve köyler dışında, kazmalarla kırılabilen altın ve gümüş külçeler çıkmıştır.
* Ya’la bin Münebbih’in terekesinde, beş yüz bin dinar değerinde alacak, taşınmaz mallar ve değeri yüz bin dinar eden taşınır mallar bulunmaktadır.”
Oysa bizlere Sahabelerin bir lokma ve bir hırka yaşam sürdüklerini söylemiştir. Öyle ki bu yalanlara inanan bir çok dervişler ve tarikat mensupları bir lokma ve bir hırkaya bir ömür boyu talim etmişlerdir.
12. Bu durumda ister istemez akla şöyle bir soru gelmektedir:
Sahabeler bu kadar servet sahibi olurken; örnek aldıkları Peygamberlerinin ne kadar serveti vardır acaba?
Taberi Tarihinin yazdığına göre İslam Peygamberinin 27 karısı bulunmaktadır; ancak Diyanetçiler, bunu kabul etmemekte ve 13 karısı vardır demektedirler. Olsun, hadi kendilerinin dediklerini kabul edelim. Bir Peygamber o kadar yoksulmuş da 13 karısını nasıl beslemiş. Onlar da mı açlıklarını hissetmemek için karınlarına taş bağlamışlar?
Kimi akıllılar da “riyazet nedeniyle belki aç kalmıştır” da ondan öyle yapmıştır demektedir. Bunu da kabul edersek böylesine aç kalan bir insan nasıl olur da ümmetini yönetebilir; nasıl olur da 13 karısının koynuna sıra ile girip çıkabilir?
Bir insanın her gün bir karısının yanına gidip gelebilmesi için bile güçlü kuvvetli olabilmesi gerektir ki bunun için de sağlıklı beslenmesi gerekir.
13. İslam Peygamberi bir hadisinde: “Bana 30 erkek gücü verilmiştir.” demektedir… (Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler İlhan Arsel’in ŞERİAT ve KADIN adlı kitabına bakabilirler…)
Ey benim saf ve iyi niyetli Müslüman kardeşim bunda kızacak bir şey yoktur. Bunları İslam kaynakları yazmaktadır. Bana kızacağına; İslam kaynaklarına karşın, sizlere yalan söyleyenlere kızmanız gerekir…
İslam dininde yalan en büyük günahlardan sayılır. Sizlere gerçekleri anlatmayarak yalan söyleyenler hakkında Kuran’da şöyle denmektedir:
“Tanrı’yın lânetini yalancıların boynuna geçirelim!” (K. 3/61)
Bizim yaptığımızda yalan söyleyenlerin yalanlarını boynuna geçirmektir…
Neyse, bu iş uzayacak. İyisi mi bize gönderilen aşağıdaki iletiyi okuyalım:
14. İslam Peygamberinin Mal Varlığı: Küçüklüğümde, gençliğimde İslam Peygamberinin yoksulluğu hakkında çok menkıbeler dinledim. En çok da şu menkıbe dikkatimi çekerdi. “Peygamberimiz o kadar yoksuldu ki evinde yiyecek bir şeyler bulamadığı zaman; açlığını karnına taş bastırarak giderirdi…”
Önceleri, akıl yürütmeyi öğrenmeden önce bu söylemlere kuzu kuzu inanırdım. Sonra denemeye kalktım. Aç kaldığım gün gömleğimin altından taş bağladım; baktım, açlığım gideceğine daha da artıyordu.
15. Emeviler, müminleri din konusunda her söylenene inanmaya zorladılar.
Cami’de her söylenene inanmak gerekiyordu. Bir soru sormaya kalkan dışlanıyordu…
Evinde 2-3 ay aş için ateş yanmadığı; evinde su ve hurmadan başka yiyecek bulunmadığı yolunda patetik (etkileyici) hadisler nakledilmiştir.
Bu hadislerin Buhari’de yer alma konusu başka bir tartışma konusudur, çok da uzun sürer.
Başka hakikatlere bakalım, bırakalım tenakuz olarak kalsın-:
– Çok zengin bir kadın olan Hatice’den miras kalanlar
– Ebubekir’in sağladığı mallar
– Medinelilerin sağladığı mallar
– Düşünülemeyecek kadar çok ganimetler
– Medine yakınlarındaki Hurmalıklar;
– Hayber Hurmalıkları; Fedek Hurmalıkları bkz:( Sahih-i Buhari tecrid: 1288 nolu hadis ve Kamil Miras’ın açıklamaları)
– Humus (savaş ganimetinin beşte bir payı)
-Ayetnip (Savaş yapılmadan elde edilen ganimetler) Örnek: Nadiroğullarından, Fedek Halkından elde edilen ganimet böyle olmuştur. (F. Razi: 29/284; Kurtubi 18/19 )
Ayetnip hakkında nüzul olan ayet:
“Tanrı’yın, onlardan alıp peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Tanrı peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Tanrı her şeye kaâdirdir.” (K. 59/6)
Haşr Suresi 6. ayetin Tefsiri: Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey’ adı verilmiştir. Şer’an da fey’, kâfirlerin mallarından Müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi gelirler demektir.
16. Denilmiştir ki ganimet, harp esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi’nde geçen “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Tanrı’a, Resulüne aittir…” (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir.
“Fey’ ise harp bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf edilir.”
Âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir’dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)’a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah’ın eline verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir.
17. SÜNNETE BAKALIM: Nadir Oğulları’nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey’ olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir’de olduğu gibi Enfâl Sûresi’de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah’a aid bir fey’ olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Tanrı’yın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey’ olarak Resulü’ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve.
18. HADİSE BAKALIM TEKRAR: Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Tanrı Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda Müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu. Hz. Peygamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Tanrı yolunda hazırlanmak için sarfetti. Nadir Oğulları’na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir.” (SÜNNET VE HADİS DIŞINDA yukarıdaki Ayet tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır’dan alıntılandı)
– De ki, ganimetler Tanrı ve Peygambere aittir. (Enfal, 8/1),
– Muhammed’in şahsi zenginliğinin diğer işaretleri:
60’tan fazla kölesi,
20 cariyesi;
Karılarından Ayşe’nin bir andını bozması üzerine kendisine ait olanlardan 40 köle birden AZAD etmesi (Buhari; tecrid hadis no: 699 ve devamına dair kamil Miras’ın İzahı)
– Veda Haccı öncesinde kendi hazinesinden 100 deve kurban kestiren, hatta bir kısmını da kendi kesen; bir kısmını da damadı Ali’ye kestirebilecek bir dünyalığa sahip olması (Buhari ve Müslim’de Kitabu’l-hac’ca bkz).
– Rukye: Nefes etme ve okuma sonucu tedavi ettiği-yani E’t-Tıbbün-nebevi’yi uyguladığı vakalarla doludur. (Kütub-u Site).
– Her defasında Rukye adı altında ücret aldığı: koyun sürüleri, kurutulmuş, yoğurt, et…
– Artı olarak: ‘Şifa bulan’ın gönlünden ne koparsa, gücü ne kadarsa ücret almıştır Muhammed (s.a.v). Uhruc duası ile (”Uhruc adevullah, ene resullullah!”) diyerek Cin çıkardığında aldıkları…
– El-Müellefetül Kulüb ve ganimetlerin büyüklüğüne örnek:
19. Hevazin-Huneyn savaşında ganimet olarak elde edilenler Buhari’nin e’s-Sahih’inde sayılıp dökülür:
6 bin kadın; 24 bin deve; 40 bin davar; 4 bin okiyye gümüş.
Taberi ve Ceziri’ye göre düpedüz rüşvet verilerek kabilenin ileri gelenlerinin Kalplerini İslam’a Isındırmak da (Yaşar Nuri terminolojisi ile) uygulana gelen bir yoldur.
Ebu Süfyan’dan-Hars oğlu Ala’ya kadar 15 kişilik puta taparlara İslam’a gelsinler diye 100’er (yüz’er) deve verilmiştir. Bu olay Kurana El-Müellefetül Kulüb diye de girmiştir.
Sahihi Buhari’de ve İbni İshak’da Cabir b. Abdullah rivayetine göre şunları okuyoruz:
”Benden evvel hiç kimseye (diğer nebilere) verilmedik beş şey, hep birden bana verilmiştir:
1- Düşmanın kalbine korku salmak
2- Yeryüzü bana namazgah kılındı
3- Cihad yolu ile bana ganimet helal edildi (”Ganaim bana helal edildi” Halbuki benden evvelki Nebilere helal değildi)
4- Bana Şafaahat verildi
5- Bütün kavimlerin peygamberi sayılmak (”Benden evvel her nebi hassaten kendi kavmine ba’s olunurken; ben umum-ı nasa ba’s olundum”) Buhari c.II s. 223
20. * Enfal suresi: 1 – Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki, ganimetlerin taksimi Tanrı’a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçekten mümin kimseler iseniz Tanrı’tan korkun da birbirinizle aranızı düzeltin. Tanrı’a ve Resulü’ne itaat edin. (Elmalılı Meali)
* De ki; enfâl (ganimet), Tanrı ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Tanrı’a ve Resul’e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Tanrı nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder (Elmalılı Tefsiri)
* Enfal suresi: 41- Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Tanrı içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Tanrı’a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Tanrı, her şeye kaâdirdir. (Elmalılı Meali)
21. Kendi payından 1/5’den fakir fukara, garip gurebayı doyurmakla mükellef iken Seyyid-i Kainat genellikle bunları kendisine ve aile efradına sarfederdi:
Örnek 1- Hayber fethinden sonra Hayber arazisinden çıkan bütün meyve, hububat cinsi ürünlerin önemli bir kısmını (Öksüz, yoksul, fakir ve gariplere değil) Hane-i saadetine -kadınlarına kullanımlık- için göndertmiştir. Buhari: e’s-Sahihlerden Abdullah İbn Ömer rivayetidir (C VII Hadis no: 1052)
Örnek 2- Beni Nazır Yahudilerinden ele geçirdiği malları kendi ailesinin geçimine ayırmıştır. (Sahih-i Buhari Cilt VII. S 332.)
Cihad etmeden (at sürmeden) ele geçirilen ganimetleri hiç paylaşmazdı.
İşte ayet:
“Haşr suresi: 6 – Tanrı’yın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Tanrı peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Tanrı her şeye kaâdirdir. (Meali)
Haşr 6, Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Tanrı Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda Müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu.
Hz.Peygamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Tanrı yolunda hazırlanmak için sarfetti.” (Alusi Tefsiri)
22. – Savaşa katılmış olan kadınlara ganimetten (Ganaim) pay ayrılmaz (!). Bu konuda kadınlara hak tanınmamıştır. Buna karşılık savaşa katılan atlara hak tanınmıştır.
Örnek: Abdullah İbn-i Ömerden rivayetine göre Muhammed ganimet alınan mallardan her bir süvariye bir ”sehm” (pay); ve süvarinin sahip bulunduğu ”AT” için ise 2 ”sehm” (pay) ayrılmasını öngörmüştür; böylece süvarilere 3 pay üzere ”nasib” kılınmalarını sağlamıştır. (Sahih-i Buhari Hadis no: 1635. C: X. )
Bu ganimet konusu çok hassas bir konudur: Bu ”Ganimet Siyaseti” Islama taraftar ve saha kazandırmak açısından son derece yararlı olmuştur.
Muhammed taraftarları Çete saldırıları, baskın, Mukatele ve Kıyımda meşruiyet ve çıkar görerek kılıç sallamışlardır.
23. Ganimet derken tam olarak ne kastediliyor ve bu savaş ve Kıyımlar sonunda üleştirilen nedir. Bakalım neymiş:
– Köle
– Cariye
– Hurmalıklar, verimli-verimsiz bütün topraklar
– Deve, at, koyun, kuzu ve her türlü davar
– Altın – gümüş – gibi tüm mücevheratlar
– Ele geçirilen silahlar
– ”Hicri 3. yılda Muhayrık adındaki Sahabisi Muhammede vasiyet yoluyla 7 (yedi) Hurma bahçesi bağışlar” (Muhammed Hamidullah; İslam peygamberi)
Bunları beyt-ül Mal’e (devlet bütçesine katıp fakir fukara-garip gurebayı doyuracak yerde, kullanımı hane-i saadetine devretmiştir. Kadınları ve ev ahalisi ve kendisi bundan sebeplenmiştir.
24. Mealen bu yazılanlara hilafen rivayet edilmiş Hadislerden örnekler; yani yalanlar:
1- ”Peygamber öldüğünde, zırhı, bir yahudi’de 30 dirhem karşılığında rehin imiş” Sahih-i Buhari
2- ”Biz peygamber karılarının evinde 2-3 ay bazen geçerdi de evde ateş yanmaz, sıcak aş pişmez idi. ” E’s-Sahihlerde Hz Ayşe’den rivayet edilir.
3- ”İki kara nesne ile yaşıyorduk: Hurma ve su. Peygamberin Medineli komşuları vardı. Bunların sağılan koyunları vardı. Sağdıkları koyun sütünden Nebiiye armağan gönderirlerdi. Peygamber bize de içirirdi. (Buhariden yine Hz Aişe rivayet eder).
25. Bunları okuyan, işitenler ağlarlar camilerde. Veda Haccında 100 deve kişisel servetinden kestiren; Bayramlarda 2’şer koç kestiren bir Nebii nerede ise yarı aç-yarı tok yaşar ve karnına ”açlıktan taş basarmış”…
E’s-Sahihlerden (Buhari hadislerinden) son çarpıcı bir örnek:
Adamın biri Peygambere gelip istekte, yardım talebinde bulunuyor. Peygamber de o kişiye ” iki dağın” arasını dolduracak kadar çok koyun verdi”
İslam peygamberi o kadar yoksulmuş da iki dağın arasını dolduracak kadar koyunu nereden bulmuş da vermiş… Görüldüğü gibi yoksulluğunda da zenginliğinde de birbirini tutmayan açıklamalar var. Amaç fırsat düştükçe yoksullukla ya da zenginlikle İslam Peygamberini olumlamaktır. Ne var ki azıcık kafası çalışan bir kişi anlatılanlar arasındaki çelişkilerden rahatsız olmaktadır…
26. Dini yüceltmek üzere söyledikleri bu yalanlarla halkı aldatmakta olanlar kadar dine zarar veren çıkar mı acaba? Oysa gerçeklere dayanarak dine sahip çıkmak daha inandırıcı olacaktır….. Bunların yaptıkları ise tam bir gerçeğe (Hakk’a) saygısızlık…
Bu servetler: Cihat, ganimet, çapullar ve yapılan fetihler sonucu oluşmuştur. birkaç yıl içinde alın teriyle çalışıp kazanılacak servet değil…
Bunlar kan ve gözyaşlarından süzülen servetlerdir. Kim bilir Tanrı adına, din adına, kimlerin ocakları yıkıldı, kimlerin canına kıyıldı…
27. Hele bunların Kuteybe komutanlığında Türklere yaptıkları unutulacak gibi değil..
Bu savaşlar sonunda Türklerin tapınaklarının altın kubbelerini söküp bölüşmüşlerdir… Bu tarihi gerçekleri görmezden gelenler nasıl Türkçülüğe sahip çıkabilir? Nasıl olur da “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız!” derler?…
Neyzen Tevfik’in şöyle bir şiiri vardır ki tam buraya denk düşer:
“Cehalet vecde gelince mabette kopar tufan…” (Neyzen Tevfik’in bir şiirindeki ilk mısra)
Bu çapulculuğun kaynağı Tanrı sözü (Tanrı sözü) kabul edilen Tevrat’tır:
“Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, barışıklığa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer sana sulh cevabı verirse, ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan bütün kavm sana angaryacı olacaklar, ve sana kulluk edecekler.”
28. Burada alıntıya ara vererek önemli bir konuya dikkat gerekiyor. “Eğer savaşanlar ‘sulh cevabı verirse’ karşılaşacakları sonuç daha kötüdür: Kulluk, kölelik ederek angaryaya çalışılacak…”
Niçin barışsın öyleyse bu insanlar… Şimdi alıntıya dönebiliriz:
“Ve eğer seninle musalaha etmeyip (barış yapmayıp) cenk etmek isterse, o zaman onu muhasara edeceksin; ve Tanrı’yın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları, ve çocukları, ve hayvanları, ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; ve Tanrı’yın RABBİN sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin.” (T. Tesniye, 20/10-14).
29. Anlaşılan bütün Müslümanlar Tanrı’yın hükmü kabul ettikleri bu hükümlere göre, sevmedikleri Yahudiler gibi hareket ederek böylesine büyük servet biriktirmeyi başarmışlardır. Şiddet tümcelerine (ayetlerine) bir de bu açıdan bakalım. Çünkü yazılmıştır:
“…Tanrı’in indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir, zâlimlerdir. “(K. 5/44-45)
Çağımızda bu hükümleri uygulamak olası mı?…İşte bunun içindir ki Mevlana:
“Dünle söylenen dünle geçti cancağızın. Bu gün için yeni şeyler söylemek lazım…”
Devlet büyükleri içinde Mevlana’nın özlemini çektiği yeni sözleri Atatürk söylemiştir: ‘YURTTA SULH; CİHANDA SULH!”
İşte şeriatçıların Atatürk’ü sevmemelerinin nedenlerinden biri de budur. Çünkü fetih, ganimet, çapul yolunu kapıyor… Oysa onlar hâlâ ve hâlâ cihat yaparak, fetihler yaparak ele geçirdiği ülkelerin mal olarak gördüğü kadınlarını esir alıp çocuklarını ve mallarını paylaşma hayali ile yaşamaktadırlar…
30. Yine dönelim yoksulluk konusuna. Denilir ki İslam Peygamberinin çok evliliğinin nedeni yoksul kadınları alıp haremine katmasıdır. Şimdi insafla bakalım:
Ebubekir’in kızı Ayşe mi yoksuldu…
Ebu Süfyan bin Havle’nin kızı mı yoksuldu?
Hayber savaşından sonra evlendiği, Hayber kalesi komutanının karısı Safiye’ mi yoksuldu?
(Gerdek gecesi bu kadının İslam Peygamberine söylediği şu sözleri tarih kitapları yazar: “Ya Muhammed, gündüz kocam ve kardeşim sizin buyruğunuzla hazinenin yeri söyletilmek amacı ile yapılan işkence sonucu öldürüldü… Akşam benimle yatmak istiyorsun? Bu nasıl olur?”
Tarih kitapları; Safiye’nin bu sözleri üzerine İslam Peygamberi’nin hemen çekilerek yatmayı ertelediğini de yazar…
31. Şimdi yine yoksulluk konusuna dönelim: Kaldı ki Kuran bu yoksulluk nedeniyle evlenildiğini savını açıkça yalanlar:
“Ev Muhammed bundan sonra sana hiçbir kadın, cariyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helal değildir ” (K. 33/52).
Görülüyor ki yoksulluk aranmıyor, güzellik aranıyor. Bizim yalan tüccarları bu ayete ne deyecekler acaba?..
32. Bu tümcede (ayette) bir olgu ile daha karşılaşıyoruz:) “Güzel kadınlardan hoşuna giden birini görünce eşlerinden birini boşayıp yerine hoşlandığı kadını almak da varmış.” Bu olguya Kuran’dan başka bir kaynakta karşılaşsaydım inanmazdım. İslamcılar bu konularda bir açıklama getirmiyorlar. “Belki gözlerine çarpmamıştır!” diyebilir miyiz…
Bir de İslam peygamberinin çok kadınla evlenmesini; eşlerinin, İslâmiyet’i diğer kadınlara öğretsinler diye yaptığını da ileri sürerler. Sanki bunun için çok kadınla evlenmek gerekmiş gibi.. Bu görevi çevresindeki sahabeler de pek güzel yapabilirdi, yapmıştı da…
Haydi inanalım; nikahlı eşler kadar kendisine kadınlık görevini yapan, kadın kölelerin (cariyelerin) görevi nedir acaba?
Eşleri ile birlikte kendisine cariyelik yapan kadınların toplamı; en az 27-28’dir… (İslam Peygamberinin kadınları konusunda: Daha geniş bilgiler için: Milletler Ve Hükümdarlar Tarihi. V.cilt. Taberi. MEB yayını, s.. 384 ve devamı. Aynı zamanda emekli imam Arif Tekin’in Muhammed ve Kurmaylarının Hanımları adlı kitaplara bakılabilir. Kaynak Yayınları. 1. Basım. Eylül 2001)
33. Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz gibi ilahiyatçılar bu konulara hiç değinmezler… Neden acaba, bir sorulsa, kem-küm ederek çok ilginç yanıtlar verecekleri muhakkaktır…
Aslında Kuran Müslümanlığını benimsetmek isteyen bu ilahiyatçılar rafine olmuş şeriatçılardır. Bunlar şeriatı güzelleştirerek kabul ettirme çabasındalar. Oysa şeriatın güzelleştirilecek bir yanı yoktur ki…
Günümüzde ise; Afganistan da, Pakistan da, İran da, Suudi Arabistan da ki şeriat uygulamalarından aklı olanın irkilmemesine olanak yoktur.
34. Yurdumuzdaki şeriatçılar; geçmişteki ve günümüzdeki uygulamalardan, değişik bir uygulama getiremezler ki.. Kuran’ın bir tümcesini (ayetini) bile uygulamayan, maazTanrı, dinden çıkmış (kâfir) sayılır… Ölümü hak eder… Aman bu rafine ilahiyatçılara dikkat!… Bizleri kandırarak memleketi götürüp şeriatçıların eline teslim edecekler…
Bir de şeriatçılar, ellerinden gelse, dünyanın bütün nimet ve zevklerini kendilerine özgülemek isterler. Halka yoksulluğu, miskinliği önerdikleri halde, kendileri için şöyle derler: “Dünyanın bütün nimet ve zevkleri bir lokma ve bunu da mürsit-şeyh yutsa yine de azdır!”
Aczimendi şeyhinin Fadime olayı buna en yakın örnektir… Fadime hanım yazdığı kitapta bunları çok açık anlatmaktadır…
35. Şeriatçıların, ileri gelenlerinin, yaşamlarına bakınız. Servetlerine bakınız. Şirketlerine, holdinglerine bakınız… Kilolarca altınlarına, yazlık-kışlık villalarına bakınız… Bir elleri yağda, bir elleri baldadır… Dursun Uyar gibilerinin adları da Anadolu kaplanlarıdır…
Oysa bunlar için Kuran’da şöyle yazar. “İhtiyacınızdan fazlasını infak ediniz!” (Bak. Kuran’daki elliye yakın infak tümcelerine (ayetlerine)… Aşağıda bu tümceler (ayetler) den biri alınmıştır.
“Altını, gümüşü hazineye tıkıp da onu Tanrı yolunda sarf etmeyenler ise, işte onları gayet acıklı bir azâb ile müjdele.” (K. 9/34-35)
İnfak demek: İhtiyacınızdan fazlasını yoksullara dağıtınız demektir…
36. Kendileri her türlü nimetlere sahip oldukları ve her türlü zevkleri tattıkları halde; kendilerine imrenenleri bu zevklerden yoksun bırakarak insanları tepkisizliğe (miskinliğe), tevekküle sürüklemektirler. Dünya nimetlerinden yararlanma konusunda İsteksiz duruma getirmektirler. Böylesiler gemilerini en azgın dalgalarda bile yüzdürmeyi başarırlar…
Oysa insana yakışan “yeniden doğmak” ve iki gününü bir etmemektir. Beşeri duygulardan kurtularak nefsini arıtmaktır. İyiliklere sahip çıkarak kötülüklerden kaçınmaktır. Olgunlaşmadan yaşanmış bir yaşam ot gibi gelip yok gibi gitmektir. ..

J- OLGUNLAŞMAK:
1. İnsan, evren ve doğanın bir parçasıdır. Doğa yasalarının doğal bir oluşumudur… Oysa dini taklidiye göre; Tanrı; cezalandırıcı, ödüllendirici, yargılayıcı, cenneti-cehennemi olan, Azrail’i ile can alan, Cebrail’i ile yol gösteren, ölünce insandan hesap soran, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeye gücü yeten, yaptığından sorumlu olmayan, geçmişimizi, geleceğimizi bilen ve belirleyen, düşünülüp hayal edilmesinden bile korkulan, şiddetli derecede korkutucu bir varlık olarak yansıtılır… Diyanet İşleri önceki Başkanlarından Prof. Dr. Süleyman ateş bile böyle bir Tanrı (Tanrı) anlayışını kabul etmemektedir. Okuyalım: “Tanrı’yın kullarını yakmaktan zevk alan bir varlık olduğuna kesinlikle inanmıyorum.” (Vatan, 21.2.2008)
Süleyman Ateş haklıdır; çünkü bu tanım bilimsel olmadığı gibi akla, mantığa aykırı ve çelişkilerle doludur. değildir. Tanrı’yı bu şekilde düşünüp nitelendiren insanın kendisidir… Aslında Tanrı böyle değildir, Tanrı esirgeyen ve bağışlayan ve de koruyandır…
2. İnsan, olumsuz duygularını (nefsini) denetleme altına aldığı takdirde olgunlaşır. Olgun insana ise “însan-ı kâmil”, gizli din ilmine (ilmi ledün’e) göre “erişmiş”, tasavvufta ise: insan-ı kâmil (Tanrı) denir… Tanrı sözcüğünü gerçek anlamda almamalıdır. Bunlar simgesel anlatımlardır. İnsanın gerçek anlamda Tanrı (Tanrı) olmasına olanak yoktur… Bu anlatımlar hep din edebiyat ve felsefesine ilişkin kavramlardır…
Simgesel anlamda olmak üzere olgunlaşmış insan (İnsan-ı kâmil) mertebesine ulaşmış kişilerin söyledikleri sözlere de Tanrı sözü denir. İnsanı iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe sürükleyen yararlı sözlere, söyleyen kim olursa olsun, Tanrı sözü denir… İnsanın, evren ve doğa (Yaradan) olmasına olanak yoktur… Tasavvuf edebiyatına göre; gerçek saygısı olanlara, sorumluluk duygusu gelişenlere, vicdanının sesini dinleyenlere ve akıl yolundan gidenlere simgesel anlamda insan-ı kamil (Tanrı) denir…
Dinin amacı da insanı olgunlaştırarak kötülük yapamaz duruma getirerek yücelterek Tanrı’ya yaklaştırmak değil midir?..
K- AYDINLANMAK:
1. Aydınlatmacıların dinsizliği (ahlaksızlık, erdemsizlik, kötülükten zevk almak…) kabul edeceği sanılmamalıdır… Kendilerine: Tanrısız, dinsiz denilen aydınlatmacıların; bunları hakaret kabul ederek, söyleyenler hakkında hakaret davası açtıkları unutulmamalıdır…
Dinsizlik; erdem diye bir kavram tanımamak, zevk peşinde koşmak, şan ve şeref sahibi olmak için her türlü değer yargılarını tepelemektir.
Din ise olumlu değer yargılarını yaşama uygulama çabasıdır. İnsanın tekamül yoluyla kötülük yapmaz duruma gelmesidir. Din, ahlak ve edep demektir. Ahlaksız olan istediği kadar ibadet yapsın, istediği kadar ben dindarım desin onun dinle ilgisi yok demektir.
Yolsuzluk yapan, haksız kazanç elde eden, başkasının ırzında, namusunda gözü olan adam dinsizdir. Bu ve benzeri kişiler olumsuzluğu yeğlediklerinden Tanrı tanımaz kabul edilir ve dolayısıyla asıl ahlaksızlar, dinsizler bunlardır… Yalnızca tapınma kurallarını yerine getirmekle insan dindar olamaz…
2. Bütün bu olgular yanlış değerlendirilmektedir… Camiye giden, Kiliseye giden, Havraya giden dindar sayılıyor. En yanlışı da öleceği zaman salavat getirenin doğru cennete gideceğine inanılıyor. Kişinin; tapınıp tapınmadığına bakıyorlar, eylemlerine bakmıyorlar…
Oysa bütün dinlerde ; doğruluk, dürüstlük, iyilik gibi kavramlara bağlı olmak tapınma kurallarından önce gelmelidir. Bir dinde olgunlaşmanın başlangıç adımları bunlar olmalıdır. İnsanda aranması gereken ahlaktır, edeptir, erdemdir, olumlu tutum ve davranışlardır… Din: Doğruluktur, dürüstlüktür, iyiliktir, güzelliktir, insanlıktır, insanları incitmemektir, insanlığa yar olup bar olmamaktır.
3. İşte aydınlananları aydınlanmayanlardan ayıran ölçü budur. Aydınlananlar (İnsan-ı kâmiller, ermişler…) için tapınma kuralları bir anlam taşımaz. Çünkü bunlar vuslata ermişlerdir ve yakîyn mertebesindedirler. Kaynağı da Kuran’dır:
“Yakîyn gelinceye kadar rabbine ibadet et!” (K. 15/90) Bu ayeti bizim allameler “ölüm gelinceye kadar ibadet et!” biçiminde çevirirler ki bu bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Çünkü yakîyn teriminin varyantları vardır. İlmen yakîyn, aynel yakîyn ve hakkel yakîyn…. Eğer bu ayetteki yaîyn terimini “ölüm” olarak çevirirsek; İlmen yakîyn, aynel yakîyn ve hakkel yakîyn terimlerini ne ile açıklayacağız…
Bir insana yakîyn gelince, o: “Tanrı’nın konuşan dili, duyan kulağı, söyleyen dili olur.” Bu tür insanların kendi bencil çıkarları için hareket etmelerine olanak yoktur. Ne yaparlarsa Tanrı’nın istediği, beğendiği gibi olur.
4. Günümüzden 700 yıl önce yaşayan Mevlâna da tapınmalarla insanın bir yere varamayacağını açık bir şekilde şu sözleri ile anlatmıştır. Farsçası:
“Serbezemi dübbe hava meykûnet!
Güya ibadet-i Huda’yı meykûnet..”
Türkçe karşılığı: “Başın aşağı kıçın yukarı, başın yukarı kıçın aşağı…” Böyle tapınma (ibadet) olmaz!” demek istiyor…
Bu konuda Ebu Sait şöyle buyurmaktadır: “O’nu kullukta arayan bulamaz. O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed İbnni Münevver. Kabalcı yayınları. Birinci Basım Mart 2004. s. 294)
Tapınmalar (ritüeller) Erenler için bir anlam taşımaz… Erenler için önemli olan iyi işler (Salih amel) yapmak, kötü işlerden sakınmaktır. Kötü olanı yapmamak, yani dinsel söylemle Takvadır…
Bu konuda İslam Peygamberinin şöyle bir sözü (Hadis) vardır
“Oruçlu bir kimse yalan ve yalancılıkla iş yapmayı terk etmezse. onun aç ve susuz kalmasının hiçbir önemi yoktur. ” (Buharı, Müslim ve 27.Kasım 2000 tarihli Sabah gazetesinin Ramazan ekinden…)
Burada bir eleştiri: Bir insan Ramazanda ya da diğer zamanlarda oruç tutarken; “yalan ve yalancılıkla iş yapmayı terk edecek” de; oruçlu olmadığı zaman yalan ve yalancılıkla iş yapabilecek mi?” Olmaz, insan oruçlu olsa da, olmasa da yalan gibi bütün kötü huyları terk etmeli ki din kurallarını uymuş olsun.
Bu, çoğu tarafından böyle anlaşılmaktadır. “Bu yaptığın oruçluya yakışır mı?” denir.. Sanki oruçlu değilken yakışırmış gibi… Önemli olan her zaman iyi işler (Salih amel) yapmak ve kötü işlerden sakınmaktır ki buna takva denir.
5. İyi işlerin, kötülüklerden sakınmanın, tapınmadan daha önemli olduğuna, ilişkin Kuran’dan örnek.
Sözün burasında Kuran’dan bir ayetle savımızı kanıtlayalım:
“Elbette kestiğiniz kurbanların ne etleri, ne de kanları Tanrı’a ulaşacaktır. Tanrı’a ulaşacak olan sizlerin Salih amellerinizdir.” (K. 22/37)
Bu da Muhammed Esed çevirisi:
“(Fakat unutmayın ki,) onların ne etleri. Tanrı’a ulaşır, ne de kanları; lâkin O’na ulaşan, yalnızca sizin O’na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır. “(K 22/37, Muhammed Esed çevirisi).
Bu çeviride geçen: “…bilinç ve duyarlılık” diğer çevirilerde (Takva, sakınırlık, çekinmek) olarak geçiyorsa da dinin amacını yansıtan ve diğer çeviriler yanında asıl olan budur… Biz de yazımızın başından bu yana “bilinç ve duyarlılığı” anlatmaya çalışıyoruz ama okuyucularımızdan bir çoğunun bize takacakları sıfat ise dinsizliktir…
6. Şeriatçı kesim: “takva” denince yalnızca tapınmayı anlamaktadırlar. Dini taklididen kurtulmuş olan din-i tahkikiciler; yani gerçeği araştıranlar ise “takva”yı; “Kötülüklerden sakınma, bencilce davranışlardan çekinme ve dikkatli davranma…” olarak değerlendirirler…
Dine yakışan bilinç ve duyarlılıktır… Bilinç ve duyarlılığı olmayan insanlar istedikleri değin tapınsınlar, işe yaramaz… Görülüyor ki iyi işler (salih amel), kötülüklerden sakınmak (takva) tapınmadan üstün olarak gösteriliyor…
Bir örnek daha. Bu da namaz konusunda:
İslam peygamberi, birine ulak gönderiyor:
“- Söyleyin ona, hemen gelsin!
Ulak gönderilen ise:
– Namazımı kıldıktan sonra hemen geleceğim!
Bunun üzerine İslam Peygamberi Kuran’da geçen şu tümceleri (ayetleri) söylüyor:
“Ey inananlar! Tanrı ve Peygamberi; sizi, size hayat verecek olan şeye çağırdığı zaman hemen icabet edin. ” (K. 8/24)…”
Demek ki İslam peygamberinin çağırması namazdan daha önemli.
7. Burada iki kavramla karşılaşıyoruz: “Tanrı ve Peygamberi” ve “Size hayat verecek olan şey…”
Bu iki kavramın ilkinde “simgesel bir varlık olan Tanrı’yla Peygamber özdeşleşiyor.”
Bu konuyu daha iyi anlamak için “SURYANOS” bölümü yeniden okunmalıdır. Özdeşleşmenin anlamı o bölümlerde açıklanmaktadır..
Ayrıca yaşam (hayat) verecek olan şey; yani gerçeği dile getiren sözler, namazdan (tapınmadan-ibadetten) daha önemli olarak gösterilmektedir.
8. “Size hayat verecek olan şey” kavramına gelince burada da önemli bir noktaya değiniliyor: Putları, görünmeyen varlığa ortak koşmaktansa putları ortadan kaldırma anlayışı insanda yeni bir dünya görüşü yaratıyor.
Burada şeriatçıların gizlediği bir konuya değinmek gerekiyor: Müşrikler de o görünmeyen varlığa inanıyorlardı. Ancak, putları; Tanrı diye inandıkları varlığa daha saygılı görünmek için aracı (Günümüzde:Bakan vali gibi büyüklere ulaşmak için nasıl özel kalem müdüründen randevu almak gerekiyorsa…) olarak kullanıyorlardı… Kuran bu olguya şu ayetle belirtir:
“Biz bunlara, ancak bizi Tanrı’a yaklaştırsınlar, diye tapıyoruz, derler.” (K. 39/3)
9. İslam Peygamberinin getirdiği tek yenilik, putları aradan çıkarması; yani, görünmeyen varlığa; Tanrı’a, putları (Lat, Menat, Uzza ile diğer kabileleri temsil eden putlar…) ortak koşulması dönemini kapatmasıdır. İşte bu yeni anlayış insana yaşam (hayat) verecek olan bir kavram olarak kabul ediliyor.
Günümüz insan-ı kâmilleri “Sanal bir varlığa tapınacağınıza; içinizdeki Tanrı’nın sesine kulak veriniz!” derler. İşte önemli bir tümce (ayet) daha:
“Sana yakîvn gelinceye kadar Rab’bına ibadet et!” (K. 15/99. H. Tahsin Emiroğlu. Esbab-ı Nüzul, 6. cilt s. 474. Abdulbaki Gölpınarlı. Ömer Rıza Doğrul. Yaşar Nuri Öztürk…)
10. Yakîyn’in Türkçe karşılığı kesin bilgidir. Demek ki tapınmaya (ibadete) bir sınır çiziliyor. Bütün bu anlatılanları “Yakîyn” sözcüğü ile birlikte değerlendirirsek, bilinç ve duyarlılık olarak anlamak akla daha yatkın gelmektedir.
Ne var ki bizim şeriatçılar, insanların başını tapınmaya (ibadete) bağlamakla dine hizmet ettiklerini sanmaktadırlar.. Kendilerine çizilen çizgiyi aşmaya korkuyorlar. Kendi korkularını bizimle paylaşmak istiyorlar… Asıl önemlisi de bu korkuyu halkımıza aşılamaya çalışıyorlar. Bu yolla da şan-şöhret ve para kazanıyorlar.
11. Geleneksel anlayışa göre: İslâm’ın beş koşulunu yerine getirirsen sorun kalmıyor: “Savm (oruç), salat (namaz), hac, zekat, kelime-i şahadet…” Bunlar bir insanın Müslüman sayılması için yetiyor da artıyor da….
Bunların içinde öyleleri var ki: Bilgisiz mi bilgisiz, görgüsüz mü görgüsüz… Haksız mı haksız, yolsuz mu yolsuz, hırsız mı hırsız, faizci mi faizci… Vurguncu mu vurguncu, soyguncu mu soyguncu, kadına kıza düşkün mü düşkün oldukları halde dinin koruyucusu ve mücahidi olarak karşımıza çıkıyorlar. Ne var ki bir çok olumsuz niteliklere sahip olanlar karşımıza dinin temsilcisi olarak çıkıyor…
12. Bir de bunlar, yönetimde söz sahibi olabiliyorlar. Bizleri imana davet için ahkâm kesiyorlar… Hem kala kala biz olgun insanlara mı mi kalmış; diline saygısı olmayan, Arap ve Arapça hayranı Arapçıların arkasına düşmek!…
13. Kaldı ki dinin bir anlamı da ahlaktır. İslam peygamberinin: “Ben ahlakı tamamlamaya geldim!” sözleri unutulmamalıdır. Erdem sahibi insanın tapınmaya gereksinimi yoktur… O her vakit salatı daimun üzerinedir. Yani her vakit namazda; yani Tanrı iledir.
Dinin amacı insanın kötü duygularını (nefsini) dizginlemesidir. Buna ahlak ve erdem sahi olmak da denir. Ahlak ve erdem sahibi kişinin tapınmaya gereksinimi yoktur. Onun bütün yaşamı doğruluk, iyilik, güzellik içinde olduğu içindir ki her zaman salat-ı daimun üzerinedir. Yani her zaman tapınma halindedir.
14. Aydınlatanlarla aydınları, aydınlarla din adamlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Öyle aydınlar var ki, Aydınlanmacıların gerçeği yansıtan ışıklan karşısında, kaçmak için, on ayak da obadan almaktadırlar. Bu tür aydınlar gelenek ve , göreneklerinin, düşünce ve inançlarının sarsılacağı korkusunu ile gerçekleri duymaktansa kaçmayı yeğlerler ve de inançlara saygı gerekçesi ile şeriatçıların beğenisini kazanmaya çalışırlar ve onların yolunu açarak amaçlarına hizmet ederler.
Oysa aydın demek: Olaylara aklın ışığı altında eleştirel gözle bakmasını bilen ve gerçeklere saygı gösteren kişi, demektir.
15. Bir de “Aydın Din Adamı” deniyor. Hem de bunu adı kulağına değmiş (tanınmış) aydınlarımız söylüyor. Bir kere bir kişi aydınsa, din adamı olamaz. Din adamı ise aydın olamaz…
Çünkü aydın vahye karşı aklı, inanca karşı da bilimi yeğler.
Din adamı ise akıl yerine vahyi, bilim yerine inancı yeğler. Din adamlarına göre gerçeğe akılla varılmaz, imanla – inançla varılır. Onların kitabında bilimin yeri (ilim değil) yoktur…
Bir insan hem aydın hem de din adamı olamaz. Din adamı vahye inanır; aydın ise akla ve bilime inanır…
“Tanrı ile insan arasına kimse giremez” denir. Din adamları ise insanla Tanrı arasına girer… Aydın ise insan ile Tanrı’sı arasına giremez.
Gerçek din adamı yaptığı dinsel hizmetler için ücret istemez. Geçimini çalışarak kazanır…Dayanağını okuyalım:
“Sizden ücret istemeyenlere uyun!” (K. 36/21).
Demek isteniyor ki: “Sizden dinsel hizmeti karşılısında ücret isteyenlere uymayın!”
Yurdumuzda bulunan imamlar, müezzinler, kayyımlar hep hizmetleri karşılığı ücret almaktadırlar…Bunların sayısı 70.000’ni bulmaktadır. Buna karşın, gözlerimizin içine baka baka İslâmiyet’te “ruhban sınıfı” yoktur derler.
16. Oysa bu sınıfın bütçeden aldığı ödenek; başta Cumhurbaşkanlığı bütçesi olmak üzere, 20 bakanlığın bütçesinden çoktur. Bu ödenekler yurttaşın verdiği vergilerden ayrılmaktadır.
Oysa bunların: “Dinsel hizmetimiz karşılığı ücret alarak halkımıza yük olmamamız gerekir. Çünkü dinimizin buyruğu budur!…” demeleri gerekirdi…
Dünyada ise: Yahudilerde hahamlar. Hıristiyanlıkta: piskoposlar, kardinallar, papazlar, rahipler, rahibeler dinsel hizmetleri karşılığında ücret alıyorlar… Geçimlerini bu yolla sağlıyorlar… Halklarına yük oluyorlar… Hepsi asalak!…
17. Oh ne güzel!… Hem dinsel hizmetlerine karşılık ücret alsınlar, geçimlerini sağlasınlar; işi gücü bırakıp bunların arkasına düşerek tapınanların alacağı ücret ise öldükten sonraki öbür dünyaya kalsın… Bu, ruhban sınıfınca yapılan örneği çok olan aldatmacalardan yalnız biridir…
Bunların, Aydınlatmacılara kızmalarının nedeni: Kendilerinin bu yalan ve yanlışlarını ortaya koyarak, çıkarlarına çomak sokmalarıdır… Onlar ise alışmışlardır karşılarında soru sormadan kuzu gibi dinleyen inanırlara…
Unutmasınlar ki her toplumdan bu tür açıklamalarda bulunan AYDINLANMACI çıktığı gibi daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca AYDINLANMACI çıkacaktır.
Yaratan (Doğa) daha çok aydınlatmacı yaratıp gönderecektir. İstedikleri kadar: “Müşriktir, kâfirdir, mürtettir, laiktir…” diyerek tehdit etmeye, öldürmeye, yurdundan etmeye çalışsınlar, boşuna!…
Çünkü Neysef Tevfik’in dediği gibi:
“Ne tarikat, ne şeriat, ne töre,
Süremez hükmünü yaşadıkça bu küre…”
18. Yaratana (Doğaya) karşı gelinemez. O isteğini yerine getirecektir…. Doğa’nın isteği insanların gerçeğe ulaşmasıdır. Doğa’nın yaratıp gönderdiği Aydınlanmacıların görevi şiddete başvurmadan gerçekleri insanlara anlatmak olacaktır.
Bütün kabahat devletin ve devleti sahiplenen Atatürkçülerindir. Din gibi sosyal bir kurumu ihmal etmişlerdir. Oysa din, beş bin yıllık birikim sonucu oluşmuştur. Bunlar din konusunda bilgi sahibi olmadıklarından her türlü; akla, bilime, ahlaka aykırı söylemlere bile yanıt verememektedirler.
Ortalığı: Erbakanların, Şevki Yılmazların, Hasan Hüseyin Ceylanların, Halil İbrahim Çeliklerin, Cüppeli Ahmetlerin, Müslim Gündüzlerin, Ali Kalkancılann, İmdat Kaya, Mercimek ve Tarçın gibilerin eline bırakmışlardır… Oysa bunların varacakları son aşama: Derviş Vahdeti gibi Deccal, Hasan Mezarcı gibi Mesih olduklarını açıklamak olacaktır. .
19. Asıl önemlisi ve acınacak olanı: Başta devletimiz olmak üzere bütün din tacirleri, elbirliği ederek, din konusunda gerçeklerin açıklanmasını önlüyorlar. Asıl acı olanı bizim laik yöneticilerimiz din konusunda gerçeklerin açıklanmasına izin vermedikleri gibi; okullarda, bilim dışı Sünniliği öğreterek din propagandası yapmaktadırlar. Bu tutum ve davranışlarının sonucu olarak palazlananlar: “İnancımızla yaşamak istiyoruz” diye sokaklara dökülünce ne yapacaklarını şaşırıyorlar ve “İrtica tehlikesi var!” diye bağrışıyorlar. Oysa irticayı finanse eden, koruyan, güçlenmesine çalışan kendileridir…. Hele bir de “irtica hortluyor” diye polisiye önlemler almaları yok mu? Bu tam anlamıyla yangına benzinle koşmaktır.
20. Bu gerçeklere değinenler ise TCK. m 174 ile cezalandırılmakta, cezalandırılamayanlar ise; kimilerince öldürülmekte (Turan Dursun ve diğer aydınlar); öldürülemeyenler de memleketi terke zorlanmaktadır (İlhan Arsel, Abdullah Rıza Ergüven ve diğerleri)…
Bu aydınlar ve aydınlatmacılar niçin öldürülmektedir? Sözde din, milletin birlik ve bütünlüğünü sağlarmış da ondan…
Bunların liderleri olan Atatürk’ten bile haberleri yok. Oysa Atatürk “Din millî birliğimizi bütünleştireceğine zayıflatmıştır!” diyordu. Kaldı ki eğer bu sav doğru olsaydı bütün Araplar birleşirdi. Oysa Araplar birbirlerinin gırtlağına sarılmakla meşgul. Afganistan’ın, Pakistan’ın ve Irak’ın durumu içler acısı. Din bu ülkelerde birlik ve dirlik sağlayamamaktadır. Bu ülkelerde insanlar Şii diye, Sünni diye, Taliban diye birbirlerinin mezarını kazmaktan zevk alıyorlar. Nerde kaldı ki birlik sağlayalar…
21. Asıl amaç: Milleti; Tanrı din, Muhammet, iman diye miskinleştirmek ve pasifleştirmek ve bir savaş halinde ise gazilik, şehitlik Cennet müjdesi ile savaşa motive etmektir. Çünkü halâ ve halâ bunların: Adriyatik’ten Çin şeddine kadar olan topraklarda gözleri olup Turan birliği kurma amacındalar…
Oysa bunlar kendi ülkelerinin uyruklarının yüzde 20’sini açlık, yüzde 20’sini yoksulluk, yüzde 20’sini kıt kanaat geçindirmeye zorlamaktadırlar… Az da olsa tepki gösterenleri dışlamaktadırlar. Böylesine bir ekonomik düzenden zerre kadar rahatsız olmuyorlar… Tepki gösterenleri de yargılı yargısız infazla ortadan kaldırıyorlar…
22. Turan ülküsü kursa ne olacak, kurmasa ne olacak? Öylesine ulus bilincine yabancılaşmışlar ki bunlar: Ölüm törenlerinde, ölülerini bile kendi dilleri ile yolcu edemiyorlar. Arap hayranlarının Arapça sözcüklerini huşu içinde dinleyerek ölülerini toprağa vermekten rahatsız olmuyorlar.
Kaldı ki Kuran, “Biz onu; anlayasınız diye. Arapça olarak indirdik. ” der. Demek ki asıl olan anlamaktır. Ama bizimkiler kendi ölülerin, ölüm töreninde söylenenleri bile anlamıyorlar
Yani Tanrı dedikleri simgesel (muhayyel) varlık, Araplara anlasın diye kitap indiriyor da Türklere: “anlamasın diye mi!” diye mi kitap indiriyor?….. Bu nasıl din anlayışı?… Bu nasıl mantık… Türk halkına bu nasıl düşmanlık!”
23. Artık varın hesaplayın; Arapçı, Arap dili hayranı din adamları ile devlet büyüklerinin, yasama, yürütme, yargı organlarının Türklük bilincinden yoksunluğu ile Türkçe’ye yapılan saygısızlığının, sevgisizliğinin ölçüsünü… Türkçe’ye saygısızlık bu kadar olur…
Kaldı ki önümüzde güzel de bir örnek var: Anadolu beyliklerinden 450 yıllarında yaşayan Karamanoğlu Beyi ne diyordu: “Bundan böyle dergahta, resmî kurumlarda Türkçe’den başka dil konuşulmayacak!”
Ne acı ki bu beylik Osmanlı Sultanlarından Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet tarafından Anadolu’da ne denli, Selçuklulardan kalma Türk beyliği varsa onlar da tek tek ortadan kaldırılmıştır…
24. Bizim Türkçüler hâlâ ve hâlâ Osmanlı özlemi içinde yanıp tutuşurlar… Atatürk’ü anlamamış olan Atatürkçüler ise Osmanlı tarihi ile övünmeyi, şeriata şirin görünmeyi laiklik olarak göstermeye çalışırlar…Ne denli bir bilinçsizlik… Uykuda bunlar uykuda… Hem de derin bir uykuda…
Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi:
“Uyarmazsan hâlâ bin yıllık uykusundan uyanacak gibi değil!”
Atatürk gelinceye değin Türk diline, Türkçe’ye sahip çıkan bir devlet büyüğü çıkmamıştır.
Atatürk’ten sonra, Osmanlıyı ve şeriatı gerektiği gibi değerlendiren bir devlet büyüğü de çıkmamıştır…
Bütün bunlar sosyal devlet olamamaktan, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini kavrayamamaktan, demokrasi ve insan hakları bilgisinden yoksun olmaktan kaynaklanmaktadır…
25. Akla, ahlaka, bilime, gerçeğe, önem veren gerçek aydınlar; Yaratan’ın madde olduğunu kabul ettiğinden, yüce değerlere, olumlu kavramlara gönül verip yönünü çizdiğinden, yasal ve ahlaksal olmak üzere bütün nimetleri insanlara özgülerler… İnsanın bu dünyada huzur ve mutluluk içinde yaşamaya hakkı olduğunu söylemeyi insan olmanın bir gereği sayarlar…
İnsan; aşırıya kaçmamak ve kendisini sayrı (hasta) etmemek koşuluyla; yeyip içmeli ve en güzel biçimde giyinmelidir.
İnsan; en güzel biçimde giyinerek kendinizi beğendirmelidir. Sevip sevilmelidir. İnsan; dünyaya bir daha gelecek değildir. Hele “Öte Dünya” diye gideceği bir yer yoktur ve hepsi bu dünyadadır.
26. Yaşamını; doğru, dürüst, iyi ve olumlu kavramlara göre ayarlayanları hiç kimse rahatsız edemez…
İnsanın kendinize güveni olmalı. Din edebiyatında: Şeytan denilen nefsin isteklerine kapılmamalı. Şeytan denilen bu nefis insanın en küçük bir zaafında kaldırıp yere vurur… Öyle ki nasıl, niçin olduğuna siz de şaşıp kalır…
27. Doğa (Yaratan), Doğa yasaları (Bir anlamda Tanrı) sizi, size emanet etmiştir. Siz kendinizi, kendi onurunuzu korumazsanız Tanrı dedikleri muhayyel varlık ve diğerleri sizin onurunuzu hiç mi hiç korumaz…
Her yaşın kendine göre güzellikleri vardır.
Doğa’nın amacı güzel görünmenizdir. Güzel giyinmenizdir. Güzel olmak ve güzel görünmek ilk görevinizdir..
Emeğinizin geliri ile geçinmeye çalışınız. Paranızla para kazanmayın; paranıza emeğinizi katarak kazanın… Herhangi bir kimsenin bilgisizliğinden, sıkıntısından yararlanarak çıkar sağlamaya çalışmayın…
28. Sermaye düzeni egemenliğinde küreselleşme (Globalleşme) dedikleri kavga yaratan dünya düzenini değil; barış yaratan emeğin egemenliğinde küreselleşelim (Globalleşme)…
Emeğe dayalı yeni bir dünya düzeninin kurulmasına çalışalım… Göreceksiniz bu yola gidildiğinde; aç, susuz, evsiz-barınaksız, aşsız, eşsiz kimse kalmayacak…Gelecek korkusu olmadan mutlu bir yaşam sürülecektir
29. Düşüncelerinizi açıklamaktan korkmayınız. Düşündüğünüzün tersine konuşursanız, başkalarının gönlünü kazanırsınız; ama, kendiniz karşısında aşağılanmaktan kurtulamazsınız… Düşündüğünüz, inandığınız gibi konuşmazsanız kendinize olan saygınızı yitirir ve kendinizden utanmaya başlarsınız…
Düşüncelerinizi kendinizi adatmadan belirttiğiniz için size: Tanrısızdır, dinsizdir, komünisttir diyebilirler; desinler… Bilgisizlerden, kendi çıkarını toplumun çıkarından daha öne alan çıkarcılardan her şey beklenir…
30. “Kendini bilen Tanrı’yı bilir!” derler. Biz kendimizi ve Tanrı’mızı (gerçeği) biliyoruz ya, var mı daha ötesi!…
Biz gerçekleri insanlığa açıklayarak doğanın bize verdiği görevi yerine getirelim de, gerisi vız gelir…
Biz; bize karşı, gerçeğe karşı sorumluyuz… İnsanlığa karşı sorumluyuz. Düşüncelerimizden de, eylemlerimizden de sorumluyuz…
Her şeyden önce insanız, insan olmaya çalışıyoruz. Dur-durak bilmeden; düşünüyor, üretiyor, yaratıyoruz…
En önemlisi kendimizi yaratıyoruz, yetmez mi?…
Av. Hayri Balta, 10.5.2008