İŞİMİZE GELİYOR

İŞİMİZE GELİYOR

 

Göremiyoruz!

Yeşil bir yaprağın üzerine düşen bir çiğ damlasının yansımasını göremediğimiz gibi. Duvar dibinde sanki bağ bahçesinde sefa sürercesine tüm kızıllığı ile yeşilin kontrastı yanında bas bas bağıran gelinciklerin o bir anlık narinliklerini göremiyoruz.

Yanımızda, yanıbaşımızdaki bizden içimizden olan birilerinin gözlerinin içindeki hüznü, acıyı, umudu, ürkekliği, kini, öfkeyi, kırılganlığı, neşeyi, sevinci, yalnızlığı göremiyoruz.

Bir anlık bakış bile dillerden düşen sözcüklerden çok daha fazlasını söylerken, kafamızı kaldırıp, destek almıyoruz gözlerden, dillerinden kelimeler dökülürken.

Belki de bilmiyoruz. Gözlerin onca ifadeyi yüklendiğini. Sadece benzetmeler yapıyoruz, deniz mavisi gözler, çakmak çakmak gözler, buğulu gözler.

Bazılarımız gözlerin ne kadar etkin bir ifade dili olduğunu kavramış olmalı ki onca söze gerek duymadan bir bakışla yetinip, ne demek istediğini üzerine yüklediği anlamla karşı tarafa ifade edebiliyor.

Sevgili iken onca sevgiyi yüklenip görev biliyor kendine. Kızgınken ateş püskürüyor o gözler. Yaşamak hiç yaşamak istemediği bir acı karşısında donup kalıyor, ifadesiz. Bazen anne şefkatinin tüm saflığını üstleniyor. Yalan, evet yalan söylendiğinde sığamıyor, kaçmak istiyor kaçamıyor, yakalanmamak için kaçırıyor bakışlarını kendinden.

Duymuyoruz!

Göremediğimiz gibi duymuyoruz da… Kullanamıyoruz hiç bir duyumuzu. Belkide sahip olduğumuz duyularımızın değerini bilmiyoruz. Kaybetmediğimiz sürece… Hı! Deyip duymadığımızı söyleyip aslında gayet rahat duyupta önemsemediğimiz bir söylemi bir kez daha yineletiyoruz, söyleyene.

Duyuyoruz, önemsemiyoruz. Açmıyoruz açamıyoruz kulağımızı, bazen söylenenler işimize gelmiyor duymuyoruz. Bazen de duymamak işimize geliyor, üstlenmiyoruz, “duymadım ki” deyip sıyrılıyoruz sorumluluklarımızdan.

Bazen de ne çok işe yarıyor duymamak, üzülmüyoruz duymayınca, duyurmuyoruz bazen üzmemek için bir başkasını, duyar nasılsa deyip erteliyoruz, kötüleri. Bazen de  iyiyi  duyurmak istemiyoruz, bir başkasını mutlu edecek bir söylemi duyuramıyoruz.  Bazende misafir ediyoruz kulağımızı duymamamız gerekene.

Bilmiyoruz!

Bilmem deyip geçiştiriyoruz işimize geldiğinde. Bilsek de yapmıyoruz; yapmamak, yerine getirmemek, ertelemek yapılacağı… Belki de gerçekten bilmiyoruz, ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı…

Kimi zaman yaptığımızın doğru mu yanılş mı olduğunu bilmeden… Belki de yanlışı kendi doğrumuz bilerek. Bilmeden kırıyoruz, incitiyoruz, bazende bilerek…

Neyin doğru neyin yanlış olduğunu karıştırıyoruz birbirine. Verilen işi çarçabuk yapmak mı doğrusu, sallayabildiğin kadar sallamak, belki yapılması gereken zamandan çok sonra yapmak, belki unutturmak, belki bahaneler bulmak yapmamak için, belki de bir başkasına yaptırmak bildiğin belkide bilmediğin, belki de bilmek istemediğin işini… Bilmiyoruz bilinmesi gerekeni… Bilmemek işimize geliyor. Bilmediğimizi biliyoruz diyerek bilmeye çalışsakta, bildiğimizi yerine getirmezken kendimize kendimizce bir görev edinerek, az bildiğimizi de iyice bilmeden bilmediklerimize bölünerek bilmemeye devam ediyoruz.

 

 

 

 

 

YENER BALTA

7 Mayıs 2006