FELSEFE

FELSEFE

“İnsanların yaratmış olduğu sanal Tanrı’nın ardına düşmeyelim. Akıl, sağduyu, vicdan, hoşgörü ve insan sevgisi gibi genel değerleri yüceltelim. Çünkü Tanrı; doğru, güzel, iyi, olumlu olan genel doğrular, insansal duygular gibi bütün yüce değerleri kapsayan bir kavramdır. Gerisi HAYAL ALEMİ’dir…
+
Allah (Tanrı); yok değil vardır. Ancak; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır.
Yine Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Kitaplarda sözü edilen; Cennet, Cehennem, huriler-gılmanlar, Kevser şarabı akan ırmaklar ve Allah halkın anladığı gibi gerçek anlamda anlaşılmamalıdır. Bunların başka anlamları vardır. Bakın bu konuda Şey Bedrettin Simavi ne demektedir:
“Hiç şüphe etme ki, semavi kitaplarda yazılı veya haberlerle ayılı köşkler, ırmaklar, cennet, huri, azap, cehennem ve emsali şeylerin herkesci bilinen anlamlarından başka anlamları varır ve onları ancak hakka ermiş olanlar anlar.” ( Şeyh Simaveni. Bezmi Nusret Kaygısız. İzmir, 1957 s. 121)
Şeyh Bedrettin’nin din konusunda hem şeriat hukukuna ve hem de kelam (Kuran) bilgisinde, Timurlenk huzurunda yapılan yarışmada birinciliği alan bir Türk bilginidir. Osmanlıysa Osmanlı, Müslüman’sa Müslüman’dır ve günümüzden 650 yıl önce yaşamıştır.
Allah (Tanrı) için var diyen insandır. Eğer Allah (Tanrı) din işine karışmış olsaydı; yeryüzünde 360 tane din olmazdı…
+
HERMESÇİLİK: Eski Mısır öğretisidir. Hermesçilik, masallaşmış bir Eski Mısır öğretisi ya da Eski Mısır öğretilerinin tümüne verilen genel bir addır. Yunan kaynaklarından öğrenilmektedir.
Hermes, günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da yaşayan bir terziydi. Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşır. Yunanlılar ona Ermiş ya da üç kez bilgin anlamına Trismegiste derler.
Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar Hermesül Heeramise adıyla anmaktadır.
Kuran’a göre Hermes, Adem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü Peygamber İdris’tir.
Hermesçilik, Mistisizm ve Panteizmin ana yasası olan Varlıkbirliği öğretisinin ilk ve şiirli bir biçimini sunmaktadır.
Hermsçilik’e göre; insanlar ölümlü Tanrılar, Tanrılar ise ölümlü insanlardır.
Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan gerçeği görür. Kimi insanlar bu anlayışlarıyla öteki insanların göremediklerini görebilirler.
Yaşarken zaman ve mekanla sınırlıyız, sınırsızlık sınırlılık içinde kavranamaz.
Ruhları ölümsüzlüğe götüren dünya sınavında iradelerini kullanarak ve acı çekerek elde ettikleri aydınlık bilinçtir. Bu bilince kavuşabilmek için yükselmeyi istemek yeter. Yükselen ruh, aydınlık bilincine dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akıl olacaktır ki işte bu ölümsüzlüktür.
Her akıl bu gerçeği kavrayamaz. Büyük sırrı günümüzde saklayarak eylemlerimizle söylemeliyiz.
Bilim gücümüz, inan kılıcımız, sükut kalkanımız olsun…
Ufaklıklar _ki bunlar büyük çoğunluktur_ ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar bu gerçek karşısında yarım akıllarını büsbütün yitirirler, kötüyseler bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler.
Gerçeği gizlemekten başka çıkar bir yol yoktur.
Bilmek, bulmak, susmak gerek… (FELSEFE SÖZLÜĞÜ. Varlık Yayınları. Sayı: 1290Haziran, 1967)
+
YORUM: Biz materyalist aydınların düşünceleri nedeniyle çektikleri hep bu Hermes’in; bu, “Bilmek, bulmak, susmak gerek…” ilkesine uymamamız nedeniyledir. B.B. 9.11.2005
X
“BİLMEK, BULMAK, SUSMAK GEREKTİR…”

8.11.2007 tarihinde, posta kutuma, a
şağıda okuyacağınız bir ileti düştü. Bu iletiyi bana gönderenlerin dünya görüşü ile benim dünya görüşü ayrıdır. Onlar: “Bilmedikleri Tanrı’ya; ben ise bildiğim Tanrı’ya tapıyorum.” (İncil, Yuh. 4/22)
İslam’ın 4. Halifesi Ali’nin de şöyle bir sözü vardır. “Bilmediğim Tanrı’ya tapmam!”
İletinin ilk pragrafı şöyle:
“Lafla değirmen dönmez” sigortası atmış bir değirmenin veya fabrikanın başında bütün işçiler toplansalar ve “çalıış, çalııış, çalıııış” diye bağırsalar makine çalışmaz. Yakıtı biten, rüzgarı kesilen peynir gemisi de kaptan ve tayfaların “Haydaaa” demeleriyle hareket etmez.
Yazar demek istiyor ki; İslamiyet’i seçmez, imana gelmezseniz hiçbir dileğiniz yerine gelmez. Sanki kendilerinin dilekleri yerine geliyormuş gibi.
Şimdi değil Müslümanlar; tek Tanrılı diğer dinlere inanların tümü bir araya gelseler ve “Allah’ım (Tanrım) şu deprem felaketini başımızdan al. Ne olur bizleri betona gömerek öldürme!” deseler Allah, depremi önler mi? Doğa yasaları kendi hükmünü icra eder.
Eğer dedikleri gibi bir Allah olsaydı; o yarattığı insana “Ey kullarım fay hattı üzerine ve çevresine ev yapmayın!” derdi kutsal kitaplarında…
Bu gerçek de gösteriyor ki Tanrı kavramını bilmemiz ve bildiğimiz Tanrı’nın isteklerini yaşamımıza uygulamamız gerekir.
Allah (Tanrı); yok değil vardır. Ancak; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur, sıfat olarak vardır.
Yine Peygamber gönderen, kitap indiren bir Tanrı yoktur. Kitaplarda sözü edilen; Cennet, Cehennem, huriler-gılmanlar, Kevser şarabı akan ırmaklar ve Allah gibi kavramlar; halkın anladığı gibi, gerçek anlamda anlaşılmamalıdır. Bunların simgesel anlamları vardır. Bakın bu konuda Şey Bedrettin Simavi ne demektedir:
“Lakin marifet onları hakkıyla anlamaktadır. Hiç şüphe etme ki, semavi kitaplarda yazılı veya haberlerle belirtilen; yayılı köşkler, ırmaklar, cennet, huri, azap, cehennem ve emsali şeylerin herkesçe bilinen anlamlarından başka anlamları vardır ve onları ancak hakka ermiş olanlar anlar.” (Şeyh Simaveni. Bezmi Nusret Kaygısız. İzmir, 1957 s. 121)
Şeyh Bedrettin; din konusunda, hem şeriat hukukunda ve hem de kelam (Kuran) bilgisinde zamanının en bilginlerindendir. Timurlenk’in huzurunda yapılan yarışmada birinciliği kazanmış bir Türk bilginidir. Osmanlıysa Osmanlı, Müslüman’sa Müslüman’dır ve günümüzden 650 yıl önce yaşamıştır.
Allah (Tanrı) için; var diyen de insandır, yok deyen de, insandır. Çünkü insanlık bu güne değin 300 milyona yakın Allah yaratmıştır. Günümüzde ise 360’şa yakın din hükmünü sürdürmektedir. Oysa Tanrı bir olduğu gibi dini de birdir ve bu din duygusu insana yaratılışında verilmiştir. (Bak. K. 30/30) Şey Bedrettin’in dediği gibi: “Marifet bunları hakkıyla anlamaktadır.”
Eğer Allah (Tanrı); Tanrı ve din işine karışmış olsaydı; bu gün yeryüzünde 360 tane din olmayacağı gibi tarih boyunca da insanlar 300 milyona yakın Allah’ın ardına düşmezdi.
“İnsanların yaratmış olduğu sanal Tanrı’nın ardına düşmeyelim. Akıl, sağduyu, vicdan, hoşgörü ve insan sevgisi gibi genel değerleri yüceltelim. Çünkü Tanrı; doğru, güzel, iyi, olumlu olan genel doğrular ve yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Gerisi HAYAL, yani ZAN’dır.
Bu konuya İslam Peygamberi de değinmiştir. Okuyalım:
“Eğer Yeryüzündekilerin ekserisine uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannın ardından yalan söylerler!” (6/116)
“Mâmafih ekserisi sırf bir zan ardından giderler. Halbuki zan, hak namına hiçbir şey iade etmez! Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (10/36)
“Bu hususta onların hiç bilgileri yoktur, sırf zanna tabi oluyorlar. Halbuki zan, gerçeğe ait hiçbir şey ifade etmez.” (K. 53/28. Ayrıca 2/78. 6/148. 10/66’ya da bakabilirsiniz…)
Demek ki insanların günümüze kadar 300 milyon Allah’a ve bir o kadar Din’e inanmış olmaları hep “Zan”larındandır…
Tek Tanrı düşüncesinin babası: “Zancı Başı” ise HERMES’TİR.
Tarih ve Felsefe kitapları Hermes hakkında şöyle yazmaktadır.
“HERMESÇİLİK: Eski Mısır öğretisidir. Hermesçilik, masallaşmış bir Eski Mısır öğretisi ya da Eski Mısır öğretilerinin tümüne verilen genel bir addır. Yunan kaynaklarından öğrenilmektedir.
Hermes, günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da yaşayan bir terziydi. Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşır. Yunanlılar ona Ermiş ya da üç kez bilgin anlamına Trismegiste derler.
Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar Hermesül Heeramise adıyla anmaktadır.
Kuran’a göre Hermes, Adem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü Peygamber İdris’tir.
Hermesçilik, Mistisizm ve Panteizmin ana yasası olan Varlıkbirliği öğretisinin ilk ve şiirli bir biçimini sunmaktadır.
Hermsçilik’e göre; insanlar ölümlü Tanrılar, Tanrılar ise ölümlü insanlardır.
Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan gerçeği görür. Kimi insanlar bu anlayışlarıyla öteki insanların göremediklerini görebilirler.
Yaşarken zaman ve mekanla sınırlıyız, sınırsızlık sınırlılık içinde kavranamaz.
Ruhları ölümsüzlüğe götüren insanların, dünya sınavında iradelerini kullanarak ve acı çekerek elde ettikleri aydınlık bilinçtir.
Bu bilince kavuşabilmek için yükselmeyi istemek yeter. Yükselen ruh, aydınlık bilincine dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akıl olacaktır ki işte bu ölümsüzlüktür.
Her akıl bu gerçeği kavrayamaz. Büyük sırrı günümüzde saklayarak eylemlerimizle söylemeliyiz.
Bilim; gücümüz, inanç kılıcımız, sükut kalkanımız olsun…
Ufaklıklar -ki bunlar büyük çoğunluktur- ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar bu gerçek karşısında yarım akıllarını büsbütün yitirirler, kötüyseler bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler.
Gerçeği gizlemekten başka çıkar bir yol yoktur.
Bilmek, bulmak, susmak gerek… (FELSEFE SÖZLÜĞÜ. Varlık Yayınları. Sayı: 1290 Haziran, 1967)”
Tek Tanrılı dinler boyunca katledilenlerin (Hallacı’ı Mansur, Muhittin Arabi, Nesimi, Şeyh Bedrettin gibiler…) suçu; Hermes’in bu, “Bilmek, bulmak, susmak gerektir…” ilkesine uymamalarındandır.
Ne var ki Hermes’in bu kuralına uymayanlardan biri de benim!…
Av. Hayri Balta, 16.11.2007)
+
“Lafla değirmen dönmez” sigortası atmış bir değirmenin veya fabrikanın başında bütün işçiler toplansalar ve “çalıış, çalııış, çalıııış” diye bağırsalar makine çalışmaz.
Yakıtı biten, rüzgarı kesilen peynir gemisi de kaptan ve tayfaların “Haydaaa” demeleriyle hareket etmez.
Mekkeli müşrikler, sevgili peygamberimizin getirdiği ışığın yayılmasını engellemek için maddi manevi bütün baskıları yaparken sevgili peygamberimizden kendine acındırıcı, şikayet edici, yalvarıcı, karşılık verici tek kelime çıkmıyordu.
O, kendisine indirilen ayetleri gönüllere yerleştirmeye çalışıyordu. Lafa laf yetiştirmiyordu.
Düşmanın gücünü büyüterek Müslümanların gözünü korkutmuyordu.
O üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışıyordu.
Hud suresi 93, 121, En’am 135, Zümer 39’uncu ayetlerde Rabbimiz, O müşriklere “Siz bütün imkânlarınızla yapacağınızı yapın, Biz de yapıyoruz ve yapacağız” denmesini emreder.
“Biz de yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz” sonunda Kalem suresinin beşinci ayetinde ifade edildiği gibi sonucun Müslümanların lehine olduğunu “Sen de göreceksin onlar da görecekler”
Allah’ın dini olan İslâm için, canla başla, ara vermeden, gece gündüz, durup dinlenmeden çalışacağız.
“Ben bilmiyorum ki ne yapabilirim?” dersen derim ki: “Eğer Sübhaneke’yi biliyorsan, bilmeyene öğret. Kur’an okumasını bilmiyorsan hemen bu gün eline bir elif cüzü al ve cami imamına giderek öğretmesini iste. Sen öğrenince hemen birine öğret.”
Okuduğun ayetlerin manasını öğren.
Güneydoğu’ya konferanslar için gittiğim illerde gördüğüm şu: Yüzlerce yıldır devam eden medreselerin eğitimine PKK’nın baskısı, beceriksiz yöneticilerin irtica korkusuyla son verilmiş. Otuz yıldır yetişen yeni nesilden bir çoğu haram, helal kelimelerini duymadan insan canına kıymanın ne kadar günah olduğunu öğrenmeden yetişmiş.
Günlük olaylarla bizi meşgul ederlerken bizim en önemli dayanağımızı gönlümüzden alıyorlar.
Bulunduğun yerde İslam düşmanlarından uzak dur.
Müslümanlarla birlikte ol.
İslam’a hizmet için kurulan bütün kuruluşlara sevgiyle bak, başarıları için dua et.
Gönlünün meylettiğiyle beraber olurken, diğerlerinin aleyhinde tek kelime söyleme.
Yaptığın işi sağlam ve güzel yap.
Namazı vaktinde cemaatla kıl.
Dost, düşman hiçbir kimseye yalan söyleme.
Sözüne, çek’ine, senedine sahip ol. Haram lokma yeme, çocuklarına yedirme.
Eline, diline, beline sahip ol.
Her gün en az bir ayetin manasını tefsirden oku ve o gün birkaç kişiye o ayetin veya ayetlerin manasını anlat.
Herkes hakkında olumlu düşün. “Şu adam insafsız, zalim bir kafir” dediklerinde sen de: “Eğer Müslüman olursa insaflı, adaletli bir mü’min olur inşaallah” de ve o adama da İslam’ı tanıtmak için gayret göster.”
Avara kasnak gibi, dolap beygiri gibi çalışır görünüp de iş bitirmeyen, ezbere iş yapanların bugünlerde çok konuşarak ümitleri, gayretleri kırdığını görüyorum.
Kur’an karşıtı insanların Kur’an’a hizmet etmesini bekliyor. Ateşten serinlik, akrepten şefkat bekler gibi kafirden İslam’a hizmet bekliyor.
Taşı sıksan belki su çıkar ama kafirin taş yüreğinden Ferhat olsan bir damla su çıkaramazsın. Ondan merhamet dilenme. Olmayan şey verilmez. Onun Müslüman olması için çalış, çalış, çalış.
Mahmut Toptaş 08.11.2007
X
BÜYÜ, BILIM, DIN VE INSANLIK

Arkeolojik ve Antropolojik arastirmalarla, 15 Milyon yil önceye kadar izlerini sürebildigimiz ve 40 Bin yil önce Üst Paleolitik Çag’da yasayan ilk mod ern insandan (bazilarina göre ilkel insan) günümüze kadar Büyüsüz ve Dinsiz yasamis bir topluma rastlayamiyoruz. Ayni tarihsel yolculukta dikkati çeken bir gerçek daha vardir ki; Bilimsiz tutumu olmayan ya da Bilimsel düsünememis gruplar da yok gibidir. Tek cümleyle ifade etmek istersek: “Toplumlarda Büyü ve Din gibi inanç alanlarinin hemen yaninda Bilimsel düsünce ve Bilim alanlari da dikkatleri çekmektedir”.
Tartismaya baslamadan önce, Büyü, Bilim ve Dinin ansiklopedik tanimlarina bir göz atalim:
• BÜYÜ : ( Sihir, Magic) Insan ve dogaya iliskin olaylari, maddi dünyanin ötesindeki gizemli dis güçler araciligiyla etkileyip yönlendirdigine inanilan törensel eylem.
Basit topluluklarda bilimsel ve tibbi bilgi ve uygulamalarini kapsayan tüm bilgileri içinde bulundurur. Modern bilimlerin büyüsel orijini olduguna inanilmaktadir.
Eski metali altina dönüstürme (simyacilik) çalismalari modern kimya ve fizigin, astrolojinin modern astronominin, hastalari bitkilerle sagaltma isleminin modern farmakolojinin gelismesine neden oldugu konusunda görüsler vardir.
Büyü birçok Dinin çekirdegini olusturmustur. Dünyanin her yerinde ve bütün tarihsel dönemlerde rastlanan Kültürel bir olgudur.
• DIN : ( Religion) Insanin kutsal saydigi gerçeklikle iliskisi; bu iliskinin çerçevesini olusturan inançlar, ögretiler, deger yargilari, davranis kuramlari, tapinma biçimleri ve kurumsal yapilar.
Dinin ekonomik yasam üzerinde çok büyük etkileri vardir. Din, insanlarin doga karsisinda kendilerini güçsüz görmelerinin bir ürünüdür. Din toplumca ortak benimsenir (cemaat) bu yüzden de, cemaat toplumunun bireyleri kendi dinlerini digerinden üstün tutmaya çalistigi sürece taassup ve dinsel dogmalar (batil inançlar) olusmaktadir.
Din büyüdeki kisisellik ve kültür özelliklerini tasimaz, insan ile ruhani güçler arasindaki dolaysiz bir iliskidir.
BILIM :
1. Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara iliskin tarafsiz gözlem ve sistematik deneye dayali zihinsel etkinliklerin ortak adidir.
2. Doganin ve Evrenin gerçeklerine
• iliskin gözlemleri degerlendirerek, elde edilen bilgileri yöntemli bir sekilde tanimlayip siniflandiran, bunlarin nedenlerini ve aralarindaki iliskileri arastiran, bagli olduklari yasalari belirlemeye çalisan nesnel birikim.
Insan için yasam çevresini, giderek tüm evreni anlamak köklü bir ihtiyaçtir.
Bilim arayisi, günlük sorunlarin dürtüsünden çok olup bitenleri ögrenme, anlama ve açiklama merakindan kaynaklanan bir arayistir.
Büyü, Bilim ve Dinin tanimlarindaki alti çizili noktalara dikkatinizi çektikten sonra; seyler nerede, nasil, ne zaman, niçin, hangi gereksinimlerden baslamis? Sorularinin yanitlarini birlikte Uygarligin Seyir Defteri içinde arayabiliriz.
40 Bin yil önceki Üst Paleolitik Çagdan, 10 bin yil önceki tarim toplumuna gelene dek “Avci – Toplayici” Üst Paleolitik Çagin magara insani pratik nedenlerden dolayi, yiyecek arayisindaki basariyi güvence altina almaya yönelik doga süreçlerini kontrol etme çabasi içindedir. Bunu da dogrudan dogruya av büyüsü olarak adlandirilan ayinler ve büyü araciligiyla yapar. Bu döneme ait magara buluntularinda yapilan incelemelerden, magaralarda belirli amaçla toplanildigini ögreniyoruz. Magara çizimlerinde hayvan resimleri arasina serpistirilmis çizgisel izgaralar, benekli çizgiler, iç içe egriler, çubuksu çizgiler, üçgenler, dörtgenler ve daireler gibi tuhaf görünümlü izlenimi veren, ancak sembolik bir anlatimi oldugu düsünülen geometrik desenlerin varligi dikkati çekmektedir. Bu bulgular da Üst Paleolitik Çagda Samanlik çalismalarinin basladigini göstermektedir. Bu tür çalismalar incelendiginde, temelde bireysel ve düsünsel sorunlarin, bireylerin dünyayi algilayislarinin, bilimsel ve teknik bilginin, belli bir gelisim asamasindaki bir toplumun dünya görüsünün bir boyutunun Büyü yoluyla bizlere yansimasidir.
Ingiliz Antropolog Sir James Frazer (1854-1941) büyünün “insana ve dogaya iliskin olaylar arasindaki neden – sonuç iliskisine sembolik bir anlam yükleyen kültürlerde önemli oldugu” yönündeki tespiti yukaridaki bulgularin isiginda olmustur.
Tylor (1871) Primitive Culter adli yapitinda büyüyü “Sahte Bilim” olarak tanimlamistir. Büyü eylemiyle amaçlanan olay arasinda dolaysiz bir neden – sonuç iliskisi kurduklarini belirtir. Bir bos inanç yada saplanti olarak degil “simgesellik ilkesine dayanan, oldukça akilci bir benzerlik süreci üstüne kurulmus, mantikli bir düsünce biçimi” olarak ele alir.
X

http://www.geocities.com/omermalik_2000/muhammed.htm

x
BİLİM ile DİN

http://www.humanizma.net/forum/read.php?f=13&i=799&t=799

Yazan Kisi: berken
Tarih: 09-06-03 22:44
Bilim ile din bagdasmaz. Din adamlari ne derse desin, ister peygamberin “Ilim Çin’de de olsa alin” sözünü örnek versinler, ister baska bazi gerekçelerle bilimi yüceltsinler, ve islamin ya da herhangi baska bir dinin bilimle çelismedigini söylesinler, özünde bagdasamaz iki düsünce biçimi olan bilim ile dini uzlastirmak mümkün degildir.
Bunun sebebini anlamak inançlilarin çoguna zor gelir. Bizlerin, sirf dine ve Tanri’ya karsi içimizde besledigimiz bir düsmanliktan dolayi bu tür karalayici sözlerle dine saldirdigimiza inanmak isterler.
Bu yüzden, bu düsüncemizin sebebini burada örnekleriyle açiklamak istiyorum.
Din ile bilimin birinci önemli farki “yanlislanabilirlik” noktasindadir. Bilimde, yanlislanabilir olmayan bir kavramin bilgi degeri yoktur.
Yanlislanabilirligi kisaca açiklayacak olursak, bir önermenin yanlislanabilir olmasi demek, eger yanlissa, yanlisliginin ortaya çikartilabilir olmasi demektir. “Elimde kirmizi bir balon var” yanlislanabilir bir önermedir. Eger yanlissa, yani elimde bir balon yoksa, ya da baska renk bir balon varsa, bunu anlamak çok kolaydir. Fakat “Ölümden sonra hayat var” yanlislanabilir degildir. Ya da “Komsunun basina gelen kötü olay, benim bedduam yüzündendir” gibi bir önerme, yanlislanabilir degildir. Bilimde, yanlis olmasi durumunda, bunu anlamaya imkan olmayan bu tür ifadelerin bilgi degeri yoktur.
Fakat dinde bu tür yanlislanamaz pek çok ifade vardir. Dolayisiyla dinsel bilginin pek çok örneginin, test edilip, yanlis olup olmadiginin görülmesi mümkün degildir. Aslinda dinde yanlislanabilir ifadeler de vardir, ve onlarin da bir kismi yanlislanmistir. Fakat, bu ayri bir konu ve bu yazida asil üstünde durmak istedigimiz nokta dinin pek çok bilgisinin genel olarak yanlislanabilir olmadigidir.
Evrenin Tanri’nin ol demesiyle olustuguna, öbür dünyada bizleri ödül veya cezanin bekledigine, vs. inanirken uygulanan mentaliteyi, bilimsel alanda uygulamaya kalksak, herhangi bir bilimsel problemde, karsimiza çikan ve durumu açikliyor gibi görünen ilk açiklamaya dört elle sarilir ve pek çok hata yapardik.
Örnegin, “Dünya düzdür” gibi bir önerme, dis dünyayla ilgili gözlemlerimize uydugu için, bundan kusku duymaz ve dünyanin yuvarlak oldugunu bu yüzyilda bile belki hala ögrenmemis olurduk. Bir önermenin, dis dünya verilerine bakilarak dogrulanmasi kolaydir. Tek derdimiz durumu açikliyormus gibi görünen bir ifade bulmaksa, bu pek çok durumda mümkündür. Hatta gözlemlerle de dogrulanabilen birden fazla açiklama gelistirilebilir pek din ve bilim çok durumda. Eger bunlari yanlislamaya ugrasmazsak, yanlis olduklarindan süphe edip yanlisliklarini ortaya çikartacak testlere tabi tutmazsak, çok kolay yanilabiliriz. “Dünya düzdür” yanlislanabilir bir önermedir. Yanlisliginin ortaya çikartilmasi mümkündür. Örnegin, en basiti “Dünya düz olsaydi, denize açilan geminin diregi, gemi kiyidan uzaklastikça, ufukta kaybolmazdi” gibi bir gözlemle, “Dünya düzdür”ün yanlislanmasi mümkündür. Fakat buna ragmen, sirf insanlar yanlislamaya ugrasmadigi için, yüzyillarca “Dünya düzdür” açiklamasina inanildigi düsünülürse, bir de teorik olarak dahi yanlislanmasi mümkün olmayan açiklamalarin toplumda genis sekilde kabul görmesinin birakacagi izi ve bu durumun dünyayi algilayisimizi nasil geri birakacagini varin siz düsünün.
Nitekim bugün durum budur. Dünya üzerinde yüzmilyonlarca, belki milyarlarca insan, öldükten sonra yasayacaklarini ve ceza ya da ödül alacaklarini düsünüyor. Görünmez, her seye kadir ve her seyi bilen bir varligin evreni ve bizi yarattigina inaniyor. Bunun “Dünya düzdür” örnegindeki gibi yaniltici bir varsayim oldugunu hiç de azimsanmayacak sayida bir kesim biliyor bereket, ama yine de bu yeterli degil ve bu yüzyilda bile insanlarin dünyayla ve evrenle ilgili kavrayislarinin bu derece sig oldugunu görmek, gerçekten endise verici.
Yanlislanabilir olmayan birseye inanmanin yaratacagi problemleri görmemek, zihnini böyle bir tavra alistirmak, sadece kolay aldanmaya degil, dünyayi yanlis algilamaya ve dünya ve evrenle ilgili kavrayisimizin siglasmasina da sebep olur. Dinsel bilgiler ve dinsel düsünce tarzi ise bize pek çok bu tür imkan verir.
Bilimle din arasindaki birbaska fark, bilimde yargilarin deneyden (testten) sonra, dinde ise önce yapilmasidir.
Bilimde yargilar deneyden (testten) sonra yapilir. Deneyin sonucuna göre, gerekirse yargilar degistirilir. Dinde ise yargilar bastan verilir, dogrular bastan bellidir, ve deneyin sonucu bu bilgilere göre yorumlanir. Bu yüzden bir mümini kuranda geçen bir ifadenin yanlis olduguna ikna edemezsiniz örnegin. Çünkü kuranda geçen tüm ifadelerin dogrulugunu bastan kabul etmistir. Eger herhangi bir ifade, günümüzde bilinen bazi gerçeklere aykiri düserse, basitçe bu ifadenin yorumlanis tarzini degistirir. Dini ifade hala dogrudur, bastan beri dogrudur, sadece mümin geçmiste onu yanlis anlamistir. Açiklamasi budur.
Bunu da ancak kurandaki sözkonusu bilginin sorgulanmasina sebep olacak yeni bir bilgiyi baskasi bulup ortaya çikardigi zaman yapar. Müminin kendisinin kurandaki bilgilere aykiri düsecek, dolayisiyla, o bilgiyi yorumlayis tarzini degistirmesine sebep olacak türde bir bilgi ortaya çikarmasi bile mümkün degildir. Çünkü o bilgileri sorgulayacak türde bir eylemi bile olamaz müminin.
Dolayisiyla, dinsel düsünce sekli, dogrularin sorgulanmasinin önünde de bir engeldir. Insanlarin Adem ve Havva’dan türedigine inanan biri, daga, bozkira çikip, ilkel insan fosili aramaz. Kutsal kitaplara göre dünya 6000 yil kadar önce, toplam 6 günde yaratildigi için, dünyanin yasini ve nasil olustugunu merak edip tespit etmeye çalismaz. Bu tespitleri ancak düsünce tarzlari ve eylemleri dinle motive edilmemis bilim adamlari yapar, ve müminlerin bu konudaki tek eylemleri, bu yeni bilgilerin isiginda kendi inançlarini ve kutsal kitaplari “yorumlama” tarzlarini gözden geçirmek olur. (6 günü, 6 asama olarak degistirip, buna mecazi diyerek örnegin). Tüm enerjilerini, kendi dogru bildikleri seyleri yeni bilgiler isiginda gözden geçirip, gerekirse yorumlayarak, dogruluklarindan emin olmaya ayirmak zorunda kalirlar. Yeni bilgi ortaya çikartamazlar. Çünkü eski bilgileri sorgulamazlar. Eski bilgiler kutsal bilgi ve sorgulanmayaçak, dogrulugu kesin bilgi oldugu için, ancak baskalari asil dogru bilgiyi ve asil gerçegi gözlerine soktugunda gerçeklerle yüzlesmek zorunda kalirlar. Bunun disinda, dogrulari sorgulamak ve ortaya çikarmak için bir motivasyonlari, ve bir gerekçeleri yoktur.
Yani, dinsel düsüncenin bilimle bagdasmayan ve hatta bilimi engelleyen birbaska unsuru, bilimsel arastirma konusunda motivasyon birakmamasidir.
Dinsel bilgi Tanrisaldir ve dogrudur. Sorgulanmasinin bir geregi yoktur. Hatta sorgulanmasi bir günahtir. Bu durumda, bir müminin, evrenin ve canliligin yaratilisi, insanin ortaya çikisi, dünyanin yasi, vs. gibi dis dünya ile ilgili algilayisimizin temelinde yer alan noktalarla ilgili sorgulayici bilimsel arastirmalar yapmak için bir motivasyon ve mantiksal bir gerekçe bulmasi kolay degildir. Cemaat liderleri ve dini önderleri, bilimsel aktivitenin günlük hayattan gözlenmis pratik yararlari yüzünden bilimi ve bilimsel arastirmayi sözlerle tesvik etmeye çalissalar da durum budur. Bu yüzden ne islami kesimden, ne de hristiyan ve musevilerin fundamentalist kesiminden dogru dürüst bilimsel bulus çikmaz.
Ayrica, üç büyük dindeki öbür dünya inanci da, bilimsel aktiviteyi engelleyen birbaska unsurdur. Öyle ya, eger bu dünya faniyse ve gerçek hayat, sonsuz süreli olarak öbür dünyadaysa, ve bu dünyadaki hayat sadece öbür tarafa hazirlik için geçirilmesi gereken bir imtihansa, siz sözlerle bilimi ne kadar özendirirseniz özendirin, bilimsel eylem, müminleri inandirdiginiz bu diger açiklamalarla çelisecektir. Imtihan dünyasinda yapilmasi gereken sey, her tutarli düsünen müminin görecegi gibi, bolca ibadet yapip öbür dünyaya hazirlanmaktir. Yoksa, bütün ömrünü milyonlarca böcek ve kelebek türünü siniflandirarak veya dag tas dolasip yeryüzündeki kaya tabakalarinin olusumunu inceleyerek geçirmek degil. Bu tür eylemlerin gerektirdigi yasam tarzinin, müminin yasamasi gereken türde bir yasamla (5 vakit namaz ve günlük hayatin her ayrintisinda dinsel prensiplere uymak gibi) uyusmamasi bir yana, isin bir de müminin böyle bir monoton, uzun süreli ve sikici bilimsel aktiviteye kendi hayatinda yer ve gerekçe görmemesi yönü vardir. Çünkü müminin hayatinin daha önemli bir yönü vardir. Müminin hayati bir imtihandir ve önemsiz ayrintilarla harcanmamalidir. Hayattaki en önemli sey, hatta tek önemli sey, iyi ibadet edip, iyi bir mümin olmak ve öbür dünyaya iyi hazirlanmaktir.
Dolayisiyla, dinci kesim ne derse desin, bilimle dinin bagdastigi ve dinin bilime köstek olmadigi, vs. türündeki iddialarini kanitlayamazlar. Çünkü ortada, yukarida açikladigimiz somut gözlemler vardir. Hem dinine bagli olup, hem de bilimsel alanda çesitli buluslar ortaya çikartmis birilerinin tespit edilip örnek olarak getirilmesi bu gerçegi degistirmez, çünkü burada tartistigimiz konular tek tek kisilerle ilgili degil, toplumla ve toplumsal davranislarla ilgili sosyolojik konulardir.
Eski zamanlarda buluslar yapilmis olmasinin da kafa karistirici bir tarafi yoktur. Bütün mesele bulusu yapan zihniyetin ne oldugudur.
Buluslarin nasil yapildigi bellidir. Yeni bir bilgi ortaya çikarmak, eski bilgiyi sorgulamayi, eski açiklamadan farkli olan hipotezler ortaya çikarmayi ve bu hipotezleri test etmeyi gerektirir. “Gülün Adi” filmindeki bilimsel zihinli rahibin de yaptigi budur, küçük bir cocugun oyun oynarken yaptigi da budur. Küçük bebeklerin, ellerine aldiklari bir cismi evirip çevirip bakmalari, agizlarina götürmeleri, cismi saga sola vurmalari ya da çekistirmeleri, aslinda birer deneydir. Çocuk kendi kafasinda dis dünyanin nasil isledigini anlamaya çalismaktadir. Küçük cocuklar bile, bilim adamlarinin uyguladigi yöntemleri uygulayarak ögrenir (ilkel sekliyle).
Dinde karsi çikilan nokta ise, imanin gerektirdigi zihniyetin, bu evrensel bilgi arttirma kurallariyla çelismesidir. Dinin tesvik ettigi zihniyet, eski bilinenlerden süphe duyup sorgulamaya engeldir. Din dogrulari vermistir, bu yüzden sorgulayip deney yapmayi gereksiz kilar dinsel zihniyet.
Fakat bunu %100 basariyla gerçeklestiremez elbette. Çünkü insanoglunun sorgulayici yönü de vardir. Din sadece bunu zorlastirmakla yetinir. Tamamen köreltemez. Eger köreltebilseydi, insanoglunun dinsel düsünce batagina battigi karanlik çaglardan çikmasi mümkün olmazdi.
Yarginin testten sonra degil önce yapilmasi gibi bir düsünme sekline kendini alistiran birinin, basarili bir bilimsel zihin gelistirmesi mümkün degildir. Bu yüzden gerçek bilim adamlari arasinda inançli orani çok düsüktür. (1998 yilinda Nature dergisi tarafindan ünlü bilim adamlari arasinda yapilan bir anketin sonucuna göre, bu bilim adamlari arasindaki inançli oranini %7.9, inançsiz oranini %76.7 ve agnostik oranini da %23.3’tür).
Bilim dine ragmen gelisir. Çünkü dinsel düsünce, insanoglunu son zerresine kadar esir alamaz. Fakat bilim gelistiginde, insanoglunun dinsel düsünceyle bagdasmayan özellikleri sebebiyle gelisir.
Bilim ile din bagdasmaz. Din, bilimin ve bilimsel gelismenin önünde bir engeldir. Bu yüzden de insanlara, özellikle de genç nesle bilimsel düsünmenin ilke ve kurallari ögretilmeli, dinsel degil bilimsel kafalar yetistirilmelidir.
X
İNANÇLININ MANTIĞI
Yazan Kisi: berken
Tarih: 12-21-03 21:24
Teist’teki mentalite oyle terstir ki, bir cumleden ne anlasilacagi, ve cumlenin dogru olup olmadigi, cumleyi soyleyen kisiye baglidir. Yoksa mantiga, akla, bilime, sagduyuya degil. Neyin dogru olduguna bastan karar verilmistir. Cumle bu karara gore test edilir. Karar cumlenin test edilmesinden sonra, bu testin sonucuna gore verilmez. Yoksa, olur ya, mazallah, dogmalariyla celisen birseyleri kabul etmek zorunda kalabilirler. Oyle bir riske girilir mi hic?
Dogrunun ne olduguna testten once karar verirler.
Ondan sonra da kalkip dinin ne bilgilerinin, ne de yonteminin bilimle celismedigini soylerler.
Kuran’a gore evren 6 gunde yaratilmistir dersin. Oradaki gun bizim bildigimiz gun degil derler.
Allah yeryuzunu yaygi gibi yayip uzatmis, daglari da destek olsun diye direk gibi dikmis kurana gore dersin. Bunlar mecazi anlatimlar, oyle degil o is derler.
Yakin gogu insanlar gece yon bulabilsinler diye yildizlarla kandil gibi suslemis ve bu gok boslugunda kuslar ucar kurana gore dersin. Yildizlar icin, yeryuzunden bakan insanin bakis acisindan bir anlatim bu derler, mantiksiz bir yon bulmazlar, kuslarin uctugu gokten ise uzayin degil, yakin atmosferin kastedildigi yorumunu yapip, yine kendilerini rahatlatirlar.
– Eger cumlenin incil’de gectigini soylerseeniz, dogaldir, zaten tahrif edilmis kitap diyecek.
– Eger cumlenin kuran’da gectigini soylerseeniz, bu sefer “Acaba bu cumlede ne demis olabilir?”, “Bu cumleyi nasil anlamaliyim ki bilimle celismesin” diyecek. Ona gore de yorumlar yapacak. “Efendim, burada ayin rengi ile ilgili sembolik bir anlatim yapilmakta, vs” tarzinda.
Iste teist mantigi boyle ters bir mantiktir. Bu kadar sartlanmis, ve bu kadar antibilimseldir.
Bu yuzden musluman ulkelerden hicbir bilimsel bulus cikmaz. Hristiyanlarin fundamentalist kesiminden de.
Bilim adamlari arasinda yapilan anketlere baktiginizda, uzman bilim adamlarinin ezici cogunlugunun ya ateist, ya agnostik, ya da panteist veya deist oldugunu gorursunuz.
Bu durumun sebebini anlamak zor degil. Cunku teist mentalitenin anti bilimselligi cok acik.
Bilim tarihi arastirmacilari açisindan bilimin ne olduguna baktigimizda , büyüyle bilim arasinda bir bag oldugunu düsünebiliriz. Günümüzde birçok bilim tarihi arastirmacisi bilimi söyle tanimlamaya çalisiyorlar: BILIM; dogayi, özellikle dogaya iliskin kuram yada beklentilerimizi sürekli sorgulama etkinligidir. Insan için yasam çevresini, giderek tüm evreni anlamaya çalismak köklü bir ihtiyaçtir. Bilim arayisi, günlük sorunlarin dürtüsünden çok olup bitenleri ögrenme, anlama ve açiklama merakindan kaynaklanan bir çabadir.
Alexandre Koyre; neopozitivizmin gözlemci-deneyci bilim anlayisinin en köklü elestirmenlerindendir. Bilimi söyle tanimlamaya çalisiyor; “Bilim, mantiksal, ussal süreçlerin
ürünü degildir. Bilimin temelinde us disi, mantik disi, metafizik, büyüsel, dinsel hepsinden önemlisi felsefi ögelerin bulunmasidir. Dolayisiyla bilimsel ilerleme, yalniz deneysel yaniyla degil kuramsal yaniyla da ele alinmalidir”. Crombie’de “Bilimde salt deneycilik hiç bir yere götürmez, olgularin gerçek nedenlerini bulgulamayi saglamaz, sadece olgularin dogru tanimlarinin yapilmasini saglar. Bilim, kendisini hakikate götüren yolda, gerçegin bilgisine ulasma amacindan vazgeçerek degil, tersine onu gözü peklikle kovalayarak ilerler” diyerek bu görüsleri destekler.
Görmekteyiz ki, 40 bin yil önceye ait arkeolojik ve antropolojik arastirmalar ve Bilim tarihi arastirmacilarinin bilimin ne oldugu konusundaki vardiklari sonuçlar; Üst Paleolitik Çag insaninin faydaci ve pratik kaygiyla da olsa, büyü diye ifade ettigimiz “ Bilimsel düsüncenin ve bilimin” temelini attiklaridir. Bilgin antropolog J.L. Myres Notes and Queries adli dergide “Natural Science” baslikli makalesinde “Ilkelin bilgisi gözleme dayali açik ve kesindir” diyor. A.A. Goldenweiser ise “ilkel insan çagdas bir doga bilimcisinin ruh haliyle donatilmistir” görüsünü ortaya atiyor.
B. Malinowskin’nin Yeni Gine ve çevresindeki takimadalarinda yaptigi alan çalismalarindan çikarsamalari ise söyle : Bu topluluk deneyli balikçi, çaliskan zanaatçi ve tüccardirlar fakat geçimleri tarimdir. En ilkel aletler, sivri bir çubuk ve çapayla topraktan bol ürün almayi ögrenmislerdir. Topragi ve fideyi seçebiliyorlar, hangi mevsimde neyi dikeceklerini, ne kadar su vereceklerini, aniz yakmayi, nadasi bilmelerine ragmen yine de yaptiklari her iste büyü vardir. Her yil kesin olarak saptanmis sira ve düzende bahçelerde bir dizi ayin yaparlar. Kano yapiminda mühendislik harikasi yaratirken, kano yapim bilgilerine ragmen hesaplanamaya akintilarin, muson rüzgarlari zamanindaki ani firtinalarin ve bilinmeyen sig kayaliklarin tehlikelerine karsi hemen büyü devreye girer. Ilkel Malinezyali, bir bitkinin yalniz büyüyle ürün vermeyecegini; iyi ölçülmezse, dogru yapilmazsa bir kanonun hiçbir zaman su üstünde duramayacagini; bir savasin ustalik ve serinkanlilik olmadan kazanilamayacagini bilir. Kendini hiçbir zaman salt büyüye yaslamaz, tam tersine zaman zaman onu tümüyle dikkati disinda birakir. Fakat bilgisinin ve akil yöntemlerinin yetersiz kaldigini gördügü yerde büyüye sarilir. Geleneklerine baglidirlar, gençlige geçis inisiasyon törenleri vardir. Adaylar uzun bir düsünce ve hazirlama evresine alinirlar. Daha sonra yapilan bir dizi sinavdan olusan inisiayon yapilir. Hafif bir kesikten sünnete uzanan yaralanma ile son bulur. Yüklenen sinav, adayin ölümünün ve yeniden dogusunun tasarimlanmasidir. Çogunlukla bu teatral olarak canlandirilmaktadir. Eskiler bilgiyi bu inisiayon töreninden basariyla geçenlere dereceli olarak verirler. Geleneklerini kutsayarak, paha biçilmez bir güç ve süreklilik kazanarak hakikati ararlar. Nedenlerin nedenlerini arastirirlar. Bunun sosyolojik islevi; Kosullar ne olursa olsun gelenegin topluluk için çok büyük deger tasidigi ve toplulugun üyeleri için hiçbir seyin varolana uyum ve onu korumak kadar önemli olmadigidir. Toplumsal düzen ve uygarlik yalnizca eskilerin ögreti ve bilgisine bagli kalinarak korunabilir.
Zaman içinde dünyada nasil bir degisiklik oldu da yasadigimiz zamana baktigimizda yeryüzünde bos inançlar ve taassup hala hüküm sürüyor?
10 Bin yil önce buzul çaginin sona erip de tarim toplumuna geçise kadar I.Ö 30 bin yil büyü bilim, sanat iç içe gelmistir. 10 Bin yil önce Tarim toplumuna geçen insan, Avcilik toplayiciliktan yerlesik düzene geçmis, topraktan ürün elde etmeyi, hayvanlari üretmeyi ögrenmistir. Bu asamada bireyin kendi ihtiyacindan fazla bir arti degeri olmaya baslamistir. Böylece insanlar arasi üretim iliskileri baslamistir. I.Ö 5 Bin yil önceye gelindiginde, üretim iliskisi içinde, arti degeri elinde bulunduranlar varsilliklarini güç olarak algilamislar, yönetenler sinifina ve devlet düzenine geçmislerdir. Doga olaylari karsisinda güçsüzlügünü fark eden, geleceginden kaygi duyan insan, merak ve nedenleri bilme isteginden dolayi nedenleri aramaya baslar. Kendine göre saptadigi nedenleri kutsal sayarak Tanrilastirir. Korku ve umutla yakararak ya da meydan okuyarak daha yüksek varliklara seslenir., kötü ruhlara, atalarina ya da tanrilarina. Tanrilar vardir artik. Ay tanrisi, ates tanrisi, bereket tanrisi, su tanrisi, günes tanrisi v.s. Insanlar yararci bir yaklasimla gereksinimleri ve hayal güçleri kadar Tanri yaratmislardir. Bilinmeyen seylerden duyulan korku ve gelecek kaygisi herkesin din dedigi seyin dogal kökenidir. Dinin bu baslangici da büyü gibi nedenlerin nedenlerini arastirma, sorgulama sürecine girip bilime hizmet etmeye baslamistir. Ancak dinin bu baslangicini tespit etmis olan, erki elinde bulunduran yöneticiler; insanin gelecek kaygisini, bilinmeyene karsi olan korkusunu beslemis ve yasa haline getirmisler ve ona gelecekteki olaylarin nedenlerine iliskin kendi uydurduklari görüslerini eklemislerdir. Böylece baskalarina hükmedebileceklerini ve kudretlerinden en büyük faydayi elde edebileceklerini ummuslar ve elde etmislerdir.
Dinlerin baslamasiyla, büyüdeki birey faydaciligi cemaat faydaciligina dönmüstür. Din adina cemaatin ekonomik çikarlari her seyin üstünde tutulmaya baslamistir. Sofist filozof Keoslu Kritias’a göre (I.Ö 5 yy) din, “insanlari ahlak ve adalete yöneltebilmek için onlari korkutmak amaciyla uydurulmustur”. Platon’a göre ise (Politeia, Devlet kitabinda) din, “yönetenlerin yönetilenlere devlet yararina söyledigi güzel yalanlardir”. Dinin baslangiciyla birlikte, insan ile ruhani güçler arasindaki iliskileri yürütecek din adamlari ortaya çikmistir. IÖ. 3000’li
yillarda yagin bir sekilde, Mezopotamya’da, Uzakdogu’da ve Misir’da Rahipler toplumlari yönlendirmeye baslamislardir. Bu rahiplerin bir kismi yönetenlerin tarafinda olmus bir kismi da insan ahlaki ve toplumsal adalet için çalismislardir. Erki elinde bulunduran yöneticilerin kudretleri için, devlet adina faydaci bir tutum içindeki din adamlari; büyü ayinlerindeki büyücünün amaci her zaman söyleyebilmesine karsin dini bilgiler için “bu böyledir” ya da “Tanri buyrugudur” sözlerini kullanirlardi. Onlara göre, tanrinin kulu olan zayif insan yüksek güçlere karsi gelirse basina her türlü felaket gelirdi.
Insan ahlaki ve toplumsal adalet düsünceleri ile hareket eden Rahipler ne yapiyorlardi?
Onlar nedenlerin nedenlerini, toplumun ahlak ve adaletle yönetilmesi için, insanlarin yarari için arastiriyorlardi. O dönemin biliminin gelismesi için çaba harcayanlar, aritmetigi, geometriyi, astronomiyi, müzigi bilen, aklini kullanan bu grup rahipler, din ile bilimi bir birine ters düsürmeden piramitleri, hiyerografiyi, çivi yazisini, tekerlegi, devlet yönetimiyle ilgili yasalari insanlik tarihine armagan etmislerdir. Bu rahipler çalismalarinda töresel nitelikteki bilgi ve görgülerini kapali bir topluluk içinde sembollerle anlatir, asamali olarak alir ve verirlerdi. Onlara göre doga ve Tanri birdir. Evren ve Tanri birdir. Tanri yaradan degil var olandir ve evrenin toplamidir.
Tanri buyrugu ile hareket ettiklerini söyleyenlerle bilimsel yaklasimla hareket edenler arasinda çatismalar ortaya çikmistir. Bu çatismalara girmek istemeyen Rahipler Ezoterik (Batini) doktrinlerin (Panteizm) temelini atmislardir. Ezoterik ögreti içindeki Rahipler, kapali bir grupturlar, aralarina alacaklari adaylari özenle seçerler, özel bir inisiasyon töreniyle aralarina alirlar, bilgi ve görgülerini “derece” silsilesiyle verirler, semboller, sembolik terimler, özdeyisler ve allegoriler kullandiklari çalismalar yürütürlerdi. Benzer törensel çalismalara Malenezyalilar’dan, Uzak dogu dinlerinden, Misir’dan, Sümer’den, eski Anadolu Ahiliginden günümüzde Bektasilige bir çok Batini doktirinlerde rastlamak mümkündür.
Yine de günümüzde, yapici ve yaratici insanlardan olusacak insanligin nasil olmasi gerektigi konusunda bilebildiklerimi sizlerle paylasmak isterim:
Yapici ve yaratici insan, gücünü, dogrudan dogruya doga üstü varliklardan alan bir “büyücü” ya da dinsel ideolojik tanridan alan bir “din adami” degildir.
Yaratici insan, gücünü :
• Yasamin ve çevresinin farkinda olmasindan,
• Merakindan,
• Bilimsel süpheciliginden,
• Görevine bagliligindan,
• Deneyim çoklugundan,
• Dogruluk sevgisine dayanan bilim ahlakindan,
• Tüm insanlara adaletli davranmaktan,
• Ölüm tehlikesi karsisinda bile dogru bildigi yoldan sasmamaktan,
• Yurtseverliginden,
• Hosgörü ve Toleransindan,
Özet olarak “Kendini Bilmekten gelen hakikat severlikten” almaktadir.
Yasadigimiz dünyaya baktigimizda, yeryüzünde bos inançlar ve taassup hala hükmünü sürdürmekte, din adina insanlar birbirini öldürmekte, sevgisizlik her yeri kaplamakta. Zenginlik, makam ve kuvvet kötüye kullanilmakta, gözleri bürüyen dünyaya egemen olma hirsi insanlara korku, kaygi ve ümitsizlik saçmaktadir.
Içinde yasadigimiz günler; yapici ve yaratici özellikleri tasiyan insanlarin, “kritik analitik düsünmeye” kuvvetle ihtiyaç duydugu günlerdir. Akla ve bilime her türlü ideolojinin önünde deger veren bu insanlarin, gün geçtikçe önemi daha da artmaktadir.
Bizlerin düsünmesi ve yapmasi gereken;
• Körü körüne bir fikre saplanmamak,
• Baskalarinin bizlere sundugu ideolojilere rast gele inanmamak,
• Basmakalip düsüncelere, kaliplasmis sloganlara, ön yargilara, bos inançlara kendimizi kaptirmamak,
• Her seyi aklin süzgecinden geçirmek,
• Taassupla mücadele etmek,
• Kendi egilimlerimizin, tutkularimizin, hirsimizin, bencilligimizin ve çikarciligimizin insani pürüzler oldugunu fark etmek,
• Bu pürüzlerimizi düzeltebilmek için durmadan çalismak.
• Düsüncelerimize vurulmus zincirleri kopararak, özgürlesmis benligimizle, gerçege ulasma amacindan asla vazgeçmeden, gözü peklikle, durmadan kendimize bakarak, iç görü kazanarak yürüyen insanlardan olabilmek.
• X

—– Original Message —–
From: Omer Malik
To: din_ve_toplum@yahoogroups.com
Sent: Wednesday, February 04, 2004 4:51 PM
Subject: Re: [din_ve_toplum] KURANDA BILIMSEL MUCIZELER

****Allah, bundan 14 asir once, insanlara yol gosterici bir kitap olan Kuran-i Kerim’i indirdi. Tum insanligi bu kitaba uyarak kurtulusa ermeye davet etti.
( Zeki Kentel’in Kuran’danki bilimsel mucizeleri sayıP dökmesi üzerine Ömer Malik yanıt veriyor.)
Bu nedenle bütün islam alemi kurtulmus durumda..:-) 14 asirdir her gün biraz daha kurtulusa dogru gidiyorlar..
OM, 4.2.2004
X
——-Original Message——-
From: cumhuriyethalkpartisi@yahoogroups.com
Date: 04 Subat 2004 Çarsamba 22:00:59
To: siyaset-gundem@yahoogroups.com;
cumhuriyethalkpartisi; CHPYAHOO; BANDIMA “GEMISI
Subject: [cumhuriyethalkpartisi] TARIHINI INKÂRI GÖZE ALMIS IHANET IÇINDEKI AYDIN!
“TARIHINI INKÂRI GÖZE ALMIS IHANET IÇINDEKI AYDIN! SANA SESLENIYOR VE SORUYORUM:
Batili olma histerisi içinde bulunmaktan bunalmadin mi?
Batinin sana telkin ettigi ve tedrisatini mecburi kildigi Muasir Devlet fobisinden kurtularak gerçekleri daha net kavramanin zamani geldi de geçmiyor mu?
Islâmiyetin toplumlara gaddarca tahrif edilerek telkin edilmesinin neticesinde günümüzde yetisen neslin çaresizlik içinde maddeci zihniyetin zebunu olmasina, cemiyetlerin ahlâk inkirazi içinde iflasa sürüklenmesine seyirci mi kalacaksin.
Islâmi, Bedevi Kanunu olarak görenlere, dünya üzerinde yazili ilk Anayasa’ya sahip olan ümmetin Islâm Ümmeti oldugunu haykirmayacak misin?
21-24 Ocak 1951 tarihinde Karaçi’de Seyyid Süleyman Nevdî baskanliginda ve aralarinda Mevdûdi’nin de bulundugu 31 kisilik komisyon tarafindan hazirlanmis ISLAMI DEVLET ANAYASASININ PRENSIPLERININ günümüz anayasalarinda dahi bulunmayan adil hükümleri muhtevi oldugunu görmedin mi?
Turan Kurtulmus’un “aydin ihaneti” adli kitabindan soruya çevrilmis paragraflardir bu okuduklariniz.
Kitabi Hedef Yayinlari 1 Mayis 1978’ de basmis.”
Ben simdi bu sorulara olumsuz yanit verince bakiniz, sayin yazar ne diyor:
“Asagida bir örnegini sundugumuz Islâm Devleti Anayasasinin kaynaklarini: Kur’ani Kerim…. Hz. Peygamberin(s.a) sünneti… Hulefa-i Rasidin Tatbikati… Müctehidlerin Ictihadlarina dayali oldugunu tekrarlamamizi zait addederim.
ISLAM DEVLETININ ANAYASASINDA BULUNAN TEMEL PENSIPLER:
RAHMAN VE RAHIM OLAN ALLAH ADIYLE.
(Degerli Arkadaslar bu yazida bu anayasa prensiplerinden birinci maddeyi paylasacagim. Kismet olursa devam ederiz.)
1-Hem kanun vaz’i hem de yaratma bakimindan gerçek hakim ALLAH’TIR.”
Birinci maddenin ifadesine baktigimizda: Kanunlarin yapimcisinin, kanun koyucu kaprisleri içinde bogulmus bir beser olmadigini görüyoruz, kanunlar bir laik devletin anayasa mahkemesinde görev almis onbes tabii üyenin insiyatifi ve keyfi yargilarina bagli degil.
Aksam yedigi yemekten midesi bozulup uyuyamayan, dolayisiyle sinirleri ve kararverme gücü zaafa ugramis kisi degil,
Aksamdan esi ile kavga edip gündüz karar verme makaminda adalet dagitmak zorunda, kisiligi silik insan degil,
Çevresindeki olaylarin etkisinde kalmis ön yargili yargiç durumundaki, kararlarini kendisine bahsedilen maddi imkânlara veya siyasi tercihine göre veren
ADALET temsilcisi degil…
Ya kim? ALLAH…
Evet, birinci maddede karar her seyden ve hatadan münezzeh olan ALLAH tarafindan verilmis ve kanunlari o yapmistir. Allah’in yaptigi kanunlari degistirmek Allah’in adaletine inançsizlik ve onun yaptigini begenmemek demektir.
Iste LAIK DEVLET demek, ve laik devlet prensiplerini getirmek biz Allah’in insanlara getirdigi kanunlari eksik ve yetersiz buluyoruz, begenmiyoruz demektir.
Su halde: Bu fikriyatla hareket etmeyi itiyat edinmislerin karsisina çikan ve ben ALLAH’in kanunlarina inaniyor ve iman ediyorum diyenleri hangi mantik haksiz bularak cezalandirabilir. Ve eger ezalandirirsa bu ceza ADIL bir ceza mi telakki edilmek lazimdir? Diyelim cezalandirilmadi, o takdirde Islâm prensiplerine göre yetisip, Islâmi tedrisat görmüs kisi, ben laik devlet kavramina karsiyim, Allah’in içtimai hayata gerekli kanunlari var, onunla idare olmak isterim, bu benim inancimin geregidir derse ve laik devlet yöneticilerini tasvip etmeyip kurulacak Islâmi bir Sûrâ’da yargilarsa ve de ehil olan ve islâm nizamlarina göre icraat yapacak olanlara deruhte edecektir, milletin çogunlugunun karari bu minval üzeredir derse! Acaba ne olur?
Cevap mâlum… Laik Devletin koruyucu kuvvetleri silah zoruyla kendi milletini “halka ragmen yönetim” düsturu içinde mahkûm eder veya kursuna dizer. Adina da ayaklanma der. Iste onun için böylesine bir toplumsal bölünmenin taraflari Allah için, Allah’in seriati için savasanlarla, bâtili savunanlar arasinda vuku bulmus savasin müsebbipleri durumuna düserler ki, bu taktirde Laik düzeni savunanlar Allahi inkar edenler sinifinin temsilcileri olarak nitelendirilirler.
Misir’da idama mahkum edilerek asilan müslümanlar da bu tür bir adalet (!) anlayisinin kurbanlari olmus ve masum müslümanlar idi., daha da örnekleri çoktur. Ne var ki, Müslüman cemiyetlerin yöneticileri BATILI anlamda yönetim fikrinden sarfinazar etmedikleri sürece bu kabil haksiz idam olaylarina sikça rastlanacaktir.
Degerli Öbek arkadaslarim; Prensiplerin ikincisine sonraki yazimda yer verecegim. Ancak madde basligini simdiden yazayim:
2. KANUNLAR KUR’AN-I KERIM’E VE SÜNNET’E ISTINAD EDER. BU IKI KAYNAGA AYKIRI HIÇBIR KANUN VAZEDILEMEZ.”
Degerli Arkadaslar; Birinci maddeyi okudunuz. Bundan 25 yil önce Anayasa prensipleri tartisilarak kaleme alinmis ve Türkiye’mizde de kitap olarak basilmis. O günlerin gençleri, delikanlilari simdi devletin çesitli kademelerinde yöneticilik yapacak yaslarini yasiyorlar.
Devleti din kurallarina oturtan prensiplerle yönetmeye yeminli yöneticilerle karsilasinca sasirmanin alemi yok. Bu devleti teslim edecek kadar inançsiz degiliz.
Kimin zorda oldugunu herkes görecektir. Yeter ki uyurgezer olmayalim. Yeter ki yurttas olmaktan kaynaklanan sorumluluklarimizi baskalarina havale etmeyelim.
En basta –kendi çevremden baslamam uygun düsecegi için- Cumhuriyet Halk Partisi adina ve onun adiyla yola çikanlar olmak üzere ATATÜRK’TEN MIRASIMIZ Demokratik Laik Sosyal Hukuk Devleti olarak taniya geldigimiz Türkiye Cumhuriyeti’ni her yurttasin kararlilikla sahiplenmekte oldugunun bilinciyle hepinize Dostça Selamlar…
Bahattin ASLAN, 4.2.2004
X
TANRİÇALARİN GAZABİ
Mine G. Kirikkanat

http://www.radikal.com.tr/veriler/2004/02/04/haber_104970.php

Mina tepesindeki seytan, bu yil da 244 Müslüman’in canini aldi. Her yil hac zamani, ölü sayisi degisse de mutlaka bir katliam yasaniyor Mina’da. Hac sürecinde seytan taslayanlarin birbirini ezerek öldürmesi, seytan taslamak gibi bir ritüel haline geldi. Mina’daki seytan ya da seytanlar, 1374 yilda milyarlarca haci adayinin attigi taslara ragmen bir türlü yerlerinden edilemediler, kovulamadilar. Hâlâ isbasinda olduklari ise, her yil yinelenen kiyimdan belli. Ben artik bu toplu linçlerin, rastlantisal olmadigini düsünmeye basladim. Mina, tekin bir yer degil. Ugursuz. Mina’yi mesken tutan eger seytansa, kendisine tas atanlara karsi özel bir garazi var.
Tarihsel garazlar ve hinçlar özel ilgi alanima girdiginden, üsenmedim, Mina’da hakkindan gelmeye kalkanlari üçer beser haklayan seytanin geçmisini inceledim. Meger Mina tepesinde seytani simgeleyen üç tas sütunun yerinde, 1374 yil önce üç tanriçanin putu varmis sevgili seyirciler. Size daha önce onlardan söz etmistim: Allat, Uzza ve Menat.
Baska bir deyisle, meger SEYTAN, kadinmis… Dogrusunu söylemek gerekirse, daha arastirmadan ne bulacagimi sezmistim. Size bu satirlarda Islami kültürden degil, Islamiyet öncesinden söz ediyorum elbette. Necm suresi öncesinden… Islamiyet tarihinden önceki tarihten. Isteyen internete girip bakabilir, konu hakkinda her dilde yüzlerce kaynak var. Çok tanrilidan tektanriliya, tarihteki tüm dinler birbirlerinden alintilar yapmis, her yeni din bir öncekinin mabedi üstünde yükselmis, taslarini kullanmistir. Örnegin Efes’teki Meryem Ana’nin evinin yerinde, Meryem Ana’dan önce tanriça Artemis’in tapinagi oldugunu bilir misiniz? Roma tanrilari Yunan tanrilarina öykünmüs, Yahudilik ve Hiristiyanlik yayildiklari bölgelerde kendilerinden önce var olan dinlerin kutsal mekân ve tapinaklarina sahip çiktiklari gibi, ritüellerini de ögretilerine uyarlayarak benimsemislerdir. Islamiyet de ayni yöntemi izlemis ve kendisinden önceki tektanrili dinler kadar, çoktanrili inançlari da ‘transformasyon’ yoluyla ögretisine mal etmistir.
Tektanrili dinlerin en baslica ve ortak amacinin, anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçis oldugunu artik biliyoruz. Dinden bagimsiz tarih, günümüzde bu geçisin nasil gerçeklestirildigini de anlatiyor, anlamak isteyene. Disi tanriçalarin yerine tek, ama erkek tanri geçirerek. Ancak bu bazen kolay olmamis ve Islamiyet, disi tanriçalari tahtindan indirebilmek için ‘seytan’ ilan eden üç tektanrili dinden yalnizca biri, sonuncusu oldugu için de kadin / seytan’a karsi tavri en radikali. Henüz, demek gerek tabii.
Bilmem dogru bilmem yanlis, ama tarih, Kâbe’nin simdiki Kâbe’den önce Allat, Uzza ve Menat adli tanriçalara tapinilan bir mabet oldugunu ve 605 yilinda yikilarak yerine Islamiyet’in kutsal mekâni haline gelen mabedin insasina baslandigini yaziyor. 630 yilinda pek çok tapinagin yani sira, ayni tanriçalarin Mina’daki putlari da yikilmis ve yerlerine, günümüzde seytan olarak taslanan sütunlar yapilmis. Bilmem dogru bilmem yanlis, Islamiyet öncesi Mekke’de sabah yildizi Uzza, mutluluk tanriçasi Menat ve gökyüzü tanriçasi Allat’in, görünmeyen bir büyük tanri, Allah’in kizlari olduguna inaniliyor. Kimi kaynaklar, Allah adinin Allat’tan geldigini ileri sürüyor. Islamiyet, bu inançtan yalnizca Allah’i taniyarak kizlarini ret ve putlarini seytan ilan ediyor. 615-616 yillarindaki ‘Seytan Ayetleri’ olayinin temelinde de, henüz tam olarak kökü kazinamayan bu üç tanriça var. Ve bence, Mina’da hâlâ onlarin hayaletleri geziyor. Ve taslana taslana ayakta kaldiklarina göre, hayaletleri bile korkutmaya yetiyor hâlâ, erkek egemen toplumlari. Kadindan korkmayan erkek mi var?
Perşembe, Ağustos 16, 2007
X
x