KIZMAK YOK

127- AYİNLİ DÜĞÜN…  

Olayı Gaziantep’te BUGÜN gazetesinden öğrendim. Gaziantep’te Hoşgör Yatılı Kuran Kursu binasında ayinli düğün yapılıyormuş. Hoşgör semtinde oturanlardan bazıları gazetemize olayı duyurmuşlar. Laiklik ilkesinin çiğnendiğini ileri sürmüşler. Öyle ki Gaziantep Valisi’ni ve diğer Atatürkçü yetkilileri göreve çağırmışlar…

Gazetemiz yöneticileri konuya yorum getirmeleri için il ve ilçe müftülüklerinin görüşlerini sormuşlar. Her iki müftünün yorumunu da yayınlamışlar. Ne var ki müftülerin görüşleri birbirleriyle çelişkili. Müftülerden biri, Mehmet Köse, ’’Yanlış!” derken diğeri. Mustafa Yücel, “Hiçbir sakınca yoktur!” diyor…

Olayı gazetede okuyunca bu konuda da kendi görüşümü açıklamak gereğini duydum. Ayinli düğün töreni yapmak Lâiklik ilkesine aykırı mı, değil mi?

Laiklik sanıldığı gibi din düşmanlığı değildir. Laiklik varsa din ve inanç özgürlüğü vardır. Çünkü laiklik bütün dinlere aynı gözle bakar ve birini diğerlerinden üstün tutmaz. Bağnazlar ise bunu bir türlü kabul etmez.

Bir kere lâiklik ilkesi bizde yanlış anlaşılmıştır. Dinsel inancın gerektirdiği ayinlerle, na’tlarla, şuğullerle niçin uğraşılmalı? Tekke ve zaviye ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun’un yasaklanmış olduğu; tarikatlar, şeyhlik, müritlik, dedelik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılıktır. Aslında bunlar dinin de yasakladığı, batıl eylemlerdir…

Vur deyince öldüren memurlar, birtakım yerlere yaranmak amacıyla klasik Türk Musikisine çalışanların, dinsel çalgı aletleriyle ilahi okuyup ayin yapanların bile tepesine binmişlerdir. Genelde de bu baskılar yoksul halk çoğunluğuna yönelik olmuştur.

Lâiklik ilkesi aslında bütün inanışlara güvence getirmektir.

Her cemaat inancını yerine getirirken devletin koruması altında olmalıdır…

Devlet, her inanç sahibinin başkasına zorla inanç kabul ettirmesini önlemeye çalışmalıdır…

Konuyu böyle özetledikten sonra şimdi ben de görüşümü söyleyebilirim: Ayinli düğün töreni laikliğe aykırı değildir. Tersine lâiklik ilkesi gereğidir. Yeter ki yapmayanlara “Sen Müslüman değil misin, niçin ayinli düğün yapmıyorsun? denmesin.

Gaziantep’te Bugün, 12 Eylül 1990

128- ÇIKMAZ YOL

KIZMAK YOK

126- TURAN DURSUN…

Aydın  şehitler kervanına bir kişi daha katıldı: Turan Dursun…

Turan Dursun, gazeteciliğe sonradan başlamıştır. Aslında o eskilerin deyimi ile bir Din Alimi idi…

Ne var ki o, kimsenin değinmediği konulara değindi.

Şeriatın kaynaklarına indi.

Okudukça derinlere daldı.

Derinlere daldıkça karanlıktan kurtularak aydınlığa vardı.

Turan Dursun güç koşullar içinde kendi kendine okumuş bir kişi idi.

Şimdi ise ölümsüzlüğe ulaştı.

Adını parklara verecekler, caddelere, sokaklara koyacaklar.

Tıpkı Abdi İpekçi, Çelin Emeç, Muammer Aksoy ve diğerlerinde olduğu gibi..

Kulleteyn adlı romanında nerede, nasıl ve hangi koşullarda okuduğunu büyük bir gözlemci özelliğiyle ayrıntıları ile anlatarak edepli ve edepsiz aydınların yapamadığını yapmıştır.

Siyasal eğilimi yoktu. Anayasa’ya, yasalara saygılı ve bağlı idi…

Tek suçu karanlığa karşı olmaktı.

Ülkesini karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kendi yaşamından örnekler vererek bilgisizliğin nasıl sonuçlar yaratacağını açıklamaya çalıştı.

Ama bu canına mal oldu.

Demek ki karanlıkların aydınlığa dönüşmesini istemeyenler, istemediklerini öldürecekler…

Ensesine bir kurşun… Haydi yallah!.. diyecekler…

Karanlığa karşı olanların hiçbirinin can güvenliği yoktur.

Karanlık ışığı söndürmek için artık eyleme geçmiştir.

Sen namaza gitmiyorsun, sen oruç tutmuyorsun, sen imanın koşullarını yerine getirmiyorsun, diye gözünün kestirdiğine yüklenecektir.

Kimse de sesini çıkarmaya cesaret edemeyecektir.

Sesini çıkarana, “dinsizi mi koruyorsun” diye denilecektir.

Bütün bu öldürmelerle Allah’a hizmet arz ettiklerini sanacaklardır…

Ve bu Allah’a hizmet arz edenler kendi kendilerine bir kere olsun sormayacaktır:

“Bütün İslâm ülkeleri neden batının sömürgesi durumuna düşmüştür?”

Karanlığı aydınlatmak zordur. Namaza gitsen, oruç tutsan bile seni izler.

Hoşlanmadıklarına “Sen münafıksın, samimi Müslüman değilsin!” diye baskı eyler…

Yani Turan Dursun öldürüldü ama kalanların can güvenliği olmadığı gibi, huzuru da yoktur.

Çünkü şeriatçılar zapt edilemez olmuştur…

Ben Devlet ve Hükümet yetkililerine soruyorum.

Devlet ve hükümet yetkilileri yurttaşların can güvenliğini sağlayamayacaksa niçin vardır?..

Gaziantep’te Bugün, 10 Eylül 1990

127- AYİNLİ DÜĞÜN

KIZMAK YOK…

125- KORKMAYALIM, BİRAZ DÜŞÜNELİM… 

Körfezdeki olayları televizyonda görüyoruz.

Gazetelerden okuyoruz.

Bütün bunlar Körfez’e doğru ilerleyen ABD gücünden, İngiliz, Fransız, Kanada, Avustralya ve hatta Sovyet deniz güçlerinden söz ediyor.

Bir de insanlar, İsrail güçlerinin iki günde bir Lübnan topraklarını bombaladığını düşünürsek bu Ortadoğu’daki mümin Arapların çilesi nedir diye sormaktan kendimizi alamıyor…

Oysa Kuran’da: Nisa suresi, 141’de: “… ve kafirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” (Suudi Tercümesi)

Diyanet Çevirisinde ise şöyle yazılmaktadır: “Allah inkârcılara inananlar aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.” deniyor…

Öyleyse Ortadoğu’daki Mümin Arapları ablukaya almak için Körfeze doğru ilerleyen Hıristiyan, Yahudi ve hatta Sovyetler gibi Allahsız kâfirler bu yolu nereden buluyorlar.

 

Kuran’da böyle yazılmasına karşın ne görüyoruz; bütün inkarcılar, bütün kâfirler ve hatta Allahsız komünistler Ortadoğu’daki inanırlar, müminler aleyhine yol buluyorlar.

Dünyanın çeşitli limanlarından, hava alanlarından yol bularak Irak’taki, Ürdün’deki, FKÖ’ndeki inanırların, müminlerin yaşam yollarını kesiyorlar.

Birkaç güne kadar Müslümanların üzerlerine bomba kusacaklar.

Binlerce masum inanır, mümin bu bombaların altında yok olacaklar…

Ve yine Kuran’da: “… kim oraya girerse güvenlik içinde olur.” diye yazmaktadır. (Diyanet Çev. Al-i İmran, 97)

“Oraya giren emniyette olur.” (Suudi Çevirisi) denir.

Orası denilen yer Haçtır, Mekke, Medine’dir.

Bundan birkaç yıl önce Vahhabiler Mekke’de olay çıkararak Kâbe’yi kana bulamıştır.

Yine Kabe’de İranlı müminlerin çıkardığı olayı ve bu yıl Mina’da tünelde ölen ve 5-6 bini bulmuştur.

Mekke’de saltanat süren Suudi Krallığı bile kendisini emniyette göremediği için, Allah’a sığınacağına Amerikan’ın korumasına sığınmıştır.

Suudi Arabistan Krallığını korumak için her on dakikada bir Amerikan uçağı kutsal topraklara inip inip kalkmıştır…

Şimdi akıl sahibi olarak düşünen bir insan bu çelişkiler üzerinde durmamalı mı?

Durmazsak gerçek saygısına (Allah’a) saygısızlık etmiş olmaz mı?

Bu durumda aklını kullanan insan  “Ne oluyor arkadaş, işte yazılanlar, işte yaşananlar, işte çelişkiler..” diye ortaya çıkarsa çok mudur?..

İnsaf be Sayın Barlas (Sayın Barlas’ın bana Sayın demeye dili varmıyor, dili dolaşıyor: (Sevgili, şey yani Sayın Balta” diyerek kendisini zorluyor…) Benim yazdıklarımla Kenan Evren’in söyledikleri arasında tam tersine ve yüzde yüz çelişki varken nasıl benimle Kenan Evren arasında koşutluk kuruyor?

Ben Kenan Evren gibi: “En son din, en mükemmel din İslamiyet” demiyorum ki…

Ben,  çelişkileri vurguluyorum, düşünmeyi öneriyorum ve “En son ve en mükemmel dünya görüşü Lâikliktir:” diyorum.

Gaziantep’te Bugün, 3 Eylül 1990

KIZMAK YOK

TANRI KELAMI… (2)

Din konusuyla neden ilgileniyorum. Bir kere biz bu ülkenin yurttaşıyız ve bu toplumda yaşıyoruz.

Her ne denli kabul etmesek de İslâm kültürünün etkisi altındayız.

Bu kültürü bilmek zorundayız. Ama din kültürünü okuyup araştırdığımız zaman ayrımına varıyoruz ki Peygamberlerin söylemek istediğini ne Hıristiyan cemaati, ne Yahudi cemaati, ne de İslâm cemaati anlayamamış.

Bütün bu cemaatler yanlış bilgilendirilmişler, yanlışa kodlanmış.

Doğruyu gerçeği söyledin mi hemen tepki gösteriyorlar.

Hiç de üstlerine görev olmadığı halde insanı öldürmeye kalkıyorlar (Ramazanlarda oruç tutmadığı için öldürülenleri hatırlayalım…)

Bunun yanında benim Atatürkçü bir kişiliğim de var.

Bugün herkes 10 Kasımlarda Atatürkçülükten söz ediyor.

Ayrıca Atatürkçülüğün eskidiğinden de söz edenler var.

Bunun yanında Atatürkçülüğün saldırı altında olması gerçeği de var.

Bugün Atatürkçülüğe yapılan saldırılar din adına yapılıyor.

Şimdi ben bir Atatürkçüyüm.

Atatürkçü Düşünce Demeği’nin kurucu üyelerindenim ve halen de Atatürkçü Düşünce Derneği Yönetim Kurulu üyesiyim..

Ayrıca, “Atatürkçü ve aydın oluşum” mahkeme kararıyla da saptanmış biriyim…

Bilindiği gibi Atatürkçülüğe yapılan saldırılar din adına yapılmaktadır.

Eğer bir insan din adına Atatürk’e ilkelerine, ülkülerine saldırıyorsa bu inanış olmaktan çıkar ve siyasal bir ideoloji durumuna gelir.

Bütün dinler ortaçağ ideolojileridir.

Atatürk ise akıl çağının öncüsüdür.

Ortaçağ ise iman çağıdır…

Ve akıl çağının aydınları, düşünürleri, yazarları şeriat saldırısına karşı gerçekleri açıklamazlarsa gerçek saygısını yitirmiş oldukları gibi insanlığa da kötülük yapmış olurlar.

Bu nedenlerle halkımızın din diye bildiği, bellediği şeylerin simgesel bir kavram olduğu konusunda elimizden geldiğince açıklamalar yaparak gerçeği ortaya çıkarmak zorundayız.

Böylelikle hem dine hizmet etmiş oluruz hem de insanlığa hizmet oluruz.

Aydın olarak görevimiz aklını imana kurban etmiş din adamlarının etkisinden kurtarmalıyız.

Dinsel terimler ve kavramların hemen hemen hepsinin simgesel bir anlamı vardır.

Tanrı bir simgesel anlatımdır. Kutsal Kitapların gökten inmesi simgesel bir anlatımdır.

Kuran Tanrı kelamıdır deniyor ya bu da simgesel bir anlatımdır.

Şeytan, Cennet, Cehennem bir simgesel anlatımdır.

Bizler simgesel anlatımların gerçeklerini halka anlatmakla yükümlüyüz.

Bu işi politikacılar yapamaz, krallar, sultanlar yapamaz.

Gerçeği halka anlatmak bunların çıkarına aykırıdır.

Bu işi ancak halkına karşı sorumluluk duygusu olan aydınlar yapar…

Şimdi yukarıda sıraladıklarımızdan “TANRI KELAMI” kavramını ele alalım. “Kuran Tanrı Kelamı”dır denince ne anlamalıyız? İşte aydının görevi burada başlar.

Bakınız bu konuda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Neşet Çağatay 31 Ocak 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında aynen şöyle demektedir.

Unutmayalım bu sözleri söyleyen bir İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olup aynı zamanda din profesörüdür…

“Kuran, Tanrı tarafından gökten indirilmiş değildir. Çünkü Yüce Tanrı gökte değil her yerde ve bizimledir!”

Koca İlahiyat Profesörü, Mollaların tersine:

  1. “Kuran Tanrı tarafından gökten indirilmiş değildir,” diyor.

  2. “Yüce Tanrı gökte değil; her yerde ve bizimledir” diyor.

Öyleyse bizler neden, avuçlarımızı, göğe doğru yükselterek dua ediyoruz.

Bunun nedenini halkımıza anlatmalı değil miyiz?

Tanrı bizimledir diyor.

Bu ne demektir?

Bu konular üzerinde, biz Türk aydınları sorumluluğumuz gereği, durmamalı mıyız?

Aydın olarak bunları halka açıklamak zorundayız.

Yoksa Evren Paşa gibi halkı gaza getirmek gibi bir düşüncem yok.

Düşüncem bir aydın olarak kendi düşüncemi açıklamak, gerçekleri söylemektir.

Halkımıza karşı sorumluluğumu yerine getirmektir…

Şimdi Tanrı Kelamı denince ne anlamalıyız? Bu konuda uzman olduğundan kuşku duymayacağımız Mevlana ne demiş, bir de buna bakalım:

Mevlâna’nın Tanrı Kelamı hakkındaki düşüncelerini Ariflerin Menkıbeleri adlı kitabın 317. sayfasından aktarıyorum:

“Bir gün Sultan Veled buyurdu ki; dostlardan biri gelip bana, babamı şikayet ederek Danişmentler; “Mevlâna, Mesnevîye niçin Kuran diyor, diye benimle münakaşa ettiler. Ben kulunuz onlara cevaben “Mesnevi Kuran’ın tefsiridir” dedim.

Babam bunu işitince bir müddet sustu. Sonra “Ey köpek, niçin Kuran olmasın, ey eşek, niçin Kuran olmasın, ey kız kardeşi fahişe, niçin Kuran olmasın?

- Peygamberlerin, velilerin söz kalıpları içinde ilahi sırların nurlarından başka bir şey yoktur.

Tanrı’nın kelamı onların temiz yüreklerinde kaynamış ve ırmak gibi olan dillerinden akmıştır.”

Özetle belirtirsek Mevlâna kendi oğluna öfkelenerek Mesnevi niçin Kuran olmasın diye çıkışıyor?

Hem de günümüzden 7 yüz yıl kadar önce açıklıyor…

Ve anlatıyor: “Tanrı’nın kelamı Peygamberlerin, velilerin temiz yüreklerinde kaynamış ve ırmak gibi olan dillerinden akmıştır!” diyor ve bu nedenle kendi temiz, yüreğinden kaynayıp ırmak gibi akan 6 ciltlik Mesnevisi için niçin Kuran olmasın diye sertçe tepki gösteriyor.

Demek ki Tanrı Kelamı denince Peygamberlerin, Velilerin söz kalıpları içinde söylediği sözleri anlamalıyız.

Peygamberler bu sözleri vahiy yoluyla aldıklarını söylerler, şairler (Veliler) de ilham yoluyla aldıklarını söylerler. Peygamberlere gelen vahyin kaynağı ile şairlere gelen ilhamın kaynağı da aynıdır. Allah: (İnsanları iyiliğe yönelten duygu = Ruhul Kudüs)…

Öyle ki bir arkadaşımız bile olumlu, güzel söz söyleyince ona “Yahu seni Allah mı söyletti” demekten kendimizi alamayız.

Yine bir keşif sırasında “Allah kalbime doğdurdu” diye aynı gerçeği ifade ederiz…

Şimdi genç kızlarımız “Tesettür kuralı Tanrı emridir” diye sokaklara dökülüyorlar.

Oysa Kuran’ın dokuz yerinde Tanrı bir şeyin olmasını murat ettiği takdirde “OL demesi yeterlidir!”

Sonra yine Kuran’ın birkaç yerinde “Tanrı dilediğini yerine getirendir” denmektedir.

Bütün bu sözler yukarda bir yerlerde oturan bir güç tarafından Peygamber’e vahiy yoluyla iletilmiş sözlerse o zaman bir Atatürk gelip de Kuran’daki tesettür kuralını işlemez hale getiremez.

Örneğin Kuran’daki muamelata ilişkin kuralları işlemez duruma getiremez.

Çünkü Allah’ın emrini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.

Örneğin güneşin doğuşunu, ayın yörüngesini, yıldızların kayışını hangi insan değiştirebilir?…

Buna hangi insanın gücü yetebilir?…

Çünkü bunlar gerçekten Allah’ın (Evren’in) iradesine tabi olarak bir yörüngede gidip gelir…

İşte bu nedenlerle Kuran’ın 275 yerinde ”Niçin düşünmüyorsunuz, niçin akıl erdirmiyorsunuz?” diye buyrulduğu için insanlarımıza aklı ve düşünmeyi önermiş…

Demek ki gerçek Diyanetçilerin anlattığı gibi değil. Derinlerde bir giz var.

İşte aydının görevi, derinlerdeki bu gizi bulup çıkararak halka mal etmektir… En büyük ibadet budur…

Bu yazdıklarımı yineleyerek okuyunuz.

Eğer ne demek istediğimi anlarsanız düğüm çorap söküğü gibi sökülür…

Şimdi bir ayet sunuyorum.

Bütün din adamlarına soruyorum:

Allah’tan başka bir Allah mı var ki; Allah, sevmediği bir kişi için: “(K. 63/4) Allah onları kahretsin!” diyor.

Bu ayete göre Kuran Tanrı sözü değil; Peygamber sözüdür. Ancak insan sevmediği birinin kahrolmasını Allah’tan isteyebilir.

Ne var ki kimilerinin bu gerçeği anlamayacak kadar kalp gözü kapalıdır…

Sayın Barlas bana takılarak bu yazıları yazmama neden olduğu için Barlas’a dostça teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.

Gaziantep’te Bugün, 30 Ağustos 1990

xxx

125- KORKMAYALIM, BİRAZ DÜŞÜNELİM…

KIZMAK YOK

120- TANRI KELAMI… (1)

Sayın Orhan Barlas, 11.8.1990 günlü “Benim de Kafam Basmıyor” başlıklı yazısıyla, incitmemeye çalışarak, bana takılmış.

Sayın Orhan Barlas, 20.7.1990 günlü “Akıl Erdiremiyorum” başlıklı yazımdaki konulara değinmiş ve kendisinin de akıl erdiremediğini belirterek “Ayetlerle, Hadislerle Org. Evren de halkımızı yola getirmek istedi. Pek başarıya varamadı. Onun beceremediğinin Balta üstesinden gelebilir mi? Denemeye değer.” diyerek benim olmazla uğraştığımı ansıtmaya çalışmıştır.

Sayın Barlas’a, bana söz hakkı verdiği için teşekkür ederim. Gönül isterdi ki bu tepkiler şeriatçı kesimden gelsin. Onlar da Barlas büyüğümüz gibi kızmadan, incitmeden, ne demek istediğimi öğrenmeye çalışsın. Öyle yazılar yazılır ki böylelikle Gaziantep’te BUGÜN Gazetesi Türkiye basınının yapamadığı, yapamayacağı, hizmeti de yapmış olur…

Bir kere şu gerçeği belirteyim. Sayın Barlas’ın sözünü ettiği yazımın başlığı “Akıl Erdiremiyorum” değildi. O yazımın başlığı “AKIL ERDİRİYORUM” idi. Ne var ki, yazımın başlığı, hangi neden ve düşünceyle olduğunu bilmediğim bir şekilde değiştirilmiş ve tamamen benim anlatmak istediğime ters bir biçimde “AKIL ERDİREMİYORUM” şeklinde çıkmıştır. Bunun nedeni arkadaşları incitirim gerekçesiyle sorulmamıştır. Ama böylece de benim anlatmak istediğimin tersi bir anlam çıkmıştır ve Barlas da fırsatı kaçırmayarak açığımı yakalamakta gecikmemiştir.

Böylece bir soruya yanıt vermiş oluyorum. Yani aklım ermiyor değil; aklım eriyor, İslâm’ın Kutsal kitabında 275 yerde “Düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musun?” dendiği halde İslâm dünyasının aklını imana kurban ettiğinin nedenlerini pek iyi biliyorum.

İslâm’ın kutsal kitabı akıl etmeyi buyurduğu aklın işlevini neden yitirmiştir. Aklı İslâm doğmalarını kullanmak amacıyla neden kodlanmıştır. Yani İslâmda akıl, mollaların buyurduğunu yerine getirmek için neden bilgisayar işlevi görmektedir.

İslâm akla bu denli önem vermişken, akıl niçin işlevini yitirmiş, insana özgü yaratıcılık özelliği İslâm dünyasında neden kendisini göstermemiştir.

Yine İslâm dünyasında bir tırnak keseceği icat eden neden çıkmamıştır? Bütün bu özetlediğim soruların yanıtlarını biliyorum ve “akıl erdiriyorum”…

İslâm toplumunun Cumhuriyetle-Demokrasi ile yönetilmemiş olması birinci nedendir… Eğer İslâm tarihine bir göz atılınca görülür ki İslâm dünyası tarih sahnesine çıkışından bu yana hep padişahlıkla, sultanlıkla, krallıkla, imparatorlukla, diktatörlükle, emirliklerle, kumandanlıkla yönetilmiştir. Bu yöneticiler de halkın hak aramasını, haksızlıklara karşı tepki göstermesini önlemek amacı ile düşünmeyi, akıl yürütmeyi engellemişlerdir. Bu nedenle İslâm şeriat’ında düşünce ve inanç özgürlüğüne yer verilmemiştir. Demokrasi gelişmemiştir; Bu da ikinci nedendir…

Bu gerçeği Atatürk çok güzel yakalamış ve şu sözleri ile belirtmiştir:

“Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak için elzemdir, işte biz de burada din ve dünya için, bilhassa hakimiyet için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.”

Ama ne olmuştur. Camiler “din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünüp konuşmak” üzere değil de birbirlerinin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için gidilip gelinen bir tapınak haline getirilmiştir. Bundan da İslâm dünyası zarar görmüştür. Ve bu zararın sonucu olarak da bugün İslâm Dünyasının kutsal Toprakları en büyük şeytan denilen Amerikan Askerlerinin koruması altındadır. Suudi Krallığı ile İsrail Yahudileri bir kısım İslâm’a karşı ittifak kurmuşlardır… Bütün bunlara akıl erdirememek için insanın aklını imana kurban etmiş olması gerektir…

Gelelim şu “Ayetlerle, hadislerle Org. Evren’in yola getirmek islediği halkı Balta mı yola getirecek?” sorusuna.

Bir kere şu gerçeği dile getireyim ki halkı yola getirmek gibi bir düşünce içinde hiçbir zaman olmadım. Çünkü ben, sağ olsun geri zekalı akrabalarım sayesinde, daha yeni yeni düşünmeye ve uçmaya başladığım dönemlerde dinsizlikle, komünistlikle suçlanmış ve öyle ki bu nedenle yargılanmış kişilerdenim. Ne var ki beraat etmeme karşın hem devlet katında, hem hükümet katında, hem de halkım katında dışlanmış durumdayım. Değil ben küçük fıkralarla, Hindistan’da yaşayan Satya Sai Baba gibi mucizeler göstererek ortaya çıksam bile yine de arkamda bir kişi olsun toplayamam. Çok şükür ki bunun bilincindeyim.

Şimdi bağnaz, dar görüşlü ve de geri zekalı akrabalarım sayesinde toplumdan dışlanmış durumdayım diye kendi düşünce ve inanç sistemim hakkında açıklama yapmamalı mıyım? Hakkımda her şey söyleyebilirler ama bir insan olduğumu yadsıyamazlar… Sonra benim düşünce ve inançlarımı açıklamam, anlatmam Anayasal bir hak, doğal bir hak… Ben bu hakkımı kullanırken inanırları inançları nedeniyle incitmemeye çalışarak kendi inançlarımı ve düşüncelerimi belirtmeye çalışıyorum.

Yalnızca Gaziantep’te BUGÜN GAZETESl’nde yazdıklarım okunursa görülür ki ben öyle sıradan konular üzerinde durmuyorum. Hemen hemen yazdığım yazıların dörtte üçü ile tabuların üzerine gidiyorum. Elden geldiğince insanlara düşünmenin yararlarını açıklıyorum. İnsanların imanla, ibadetle değil; ancak ve ancak aklını kullanarak (düşünmekle) gerçeğe varacağını açıklıyorum ki bu da az bir çaba değil…

Gaziantep’te Bugün, 25 Ağustos 1990

xxx

122- TANRI KELAMI (2)

KIZMAK YOK

119- ŞERİATÇI KIZLARA… 

Elimde gazete, okuya okuya gidiyorum. Arkamdan biri yanaşıyor. İcra ile kaldırdığımız malları kendisine yediemin olarak bıraktığımız kişi. “Ne yazıyor!” diyor. Kendisine İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan İslami Kürt Partisi yandaşlarının fotoğrafını gösteriyorum: “Bak, bu kara çarşaflı gencecik kızlar şeriat gelsin !” diye gösteri yapıyorlar!

“Şeriat gelinse ne olur?”

Kendisi dindar bir kişi, her rastladığında bana takılır. “Ah bir namaz kılsan, bir de oruç tutsan söz söylenecek tarafın kalmaz!” gibilerinden…

Kendisine açıkladım; “Şeriat gelince bu kara çarşaflı gencecik kızlar bir erkeğe ikinci, üçüncü, ya da dördüncü bir eş olarak gidebilecek!”

“Bunlar böyle olacağını bilmiyorlar mı?“

“Bilseler şeriat gelsin derler mi?”

Sonra kendisine soruyorum:

“Sen kendi kızını, kendi kız kardeşini bir erkeğe; ikinci, üçüncü, ya da dördüncü bir eş olarak verir misin?”

Elektrik çarpmış gibi irkildi. Durdu. Ben de durdum.

Ne söyleyeceğini merak ediyordum.

Düşündü, düşündü: “Yok arkadaş, bizim dinimizde, mezhebimizde kızımızı, kız kardeşimizi bir erkeğe; ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak vermek yok!”

Benim yanıt vermemi beklemeden uzaklaştı gitti…

Bu yediemin kendi halinde temiz bir insan. Bana takılırken de samimi. Ama fanatik değil. Müslümanlığı çağa uygun, toplumsal bir gelişmeye uğramış… Aklını imana kurban etmemiş…

Gazetemi okuya okuya işyerine geliyorum, iki yıl önce Haç’ça gidip gelmiş bir vekil edenim beni bekliyor. O da soruyor:

“Gazetelerde ne var ne yok!”

Kendisine gazetedeki kara çarşaflı gencecik kızların fotoğraflarını gösteriyorum.

“Bak bunlar şeriat isteriz diye gösteri yapıyorlar. Şeriat gelince ne olur biliyor musun?”

“Ne olur?”

Açıklıyorum: “Örneğin bu kızlar bir erkeğe ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak gidebilecekler!”

Pek önemsemiyor.

Hacı Müvekkilime soruyorum, “Allah’ını seversen bana doğruyu söyle. Sen kızını, ya da kız kardeşini bir erkeğe; ikinci, üçüncü, ya da dördüncü eş olarak verir misin?” diyorum.

Düşünüyor, konuyu biliyor, sağduyu sahibi bir adam. Gerçeklerden kopmamış. “Hayır Hayri Bey, veremem!” diyor.

Bu yanıtı veren de samimi bir Müslüman.

Müslümanlığından kuşku duyamam…

Ben bu soruyu her sayısı toplanan Aylık İslamcı Militan Dergi AK-DOĞUŞ’un yazı işleri müdürüne ve yazarlarına sordum bir mektupla.

Mektubu olduğu gibi dergilerinde bastılar da “Kızımızı, kız kardeşimizi bir erkeğe: ikinci, üçüncü, dördüncü bir eş olarak veririz ya da veremeyiz!” diyemediler. (Bu mektup Balta’dan İnciler, s. 250’de…)

Bu kez de kara çarşaf giyerek eylem yapan kızlarımıza soruyorum. “Siz gerçekten bir erkeğe ikinci, üçüncü, ya da dördüncü bir eş olarak varır mısınız?”

Bilmem bu soruma nasıl yanıt verirler. Ama ben şöyle bir yanıtı şimdiden kendilerine hazırlayayım:

 

“Yaratılmışı severiz yaratandan ötürü, dedikleri halde Müslümanlar domuzu niçin sevmezler?”

Yanıt: “Eşini kıskanmadığı için domuza karşı nefret duyarlar…”

Peki dört kadın bir erkeği paylaştığında kadınlar erkeklerini kıskanmayacak mı?

Kıskanırsınız, kıskanırsınız, hele bir erkeği iki, üç, dört kadınla paylaşın da ben göreyim sizi… Ya bir de başınıza Hülle olayı gelirse… (Bakınız, Kuran, Bakara, 230.)

Demek istediğim uğrunda mücadele ettiğiniz şeriat sizi köleleştirecek. Aklı başında hiç bir kadın buna evet diyemez ve kocasını üç kadınla paylaşamaz…

Ve de Hülle olayına razı olamaz…

Gaziantep, Bugün, 24 Ağustos 1990

120- TANRl KELAMI… (1)

KIZMAK YOK

 

118- İYİ HUYLU CİNLER…

 

Okuyucularıma “iyi huylu cinlerle görüşüp konuşmanın yollarını” göstereceğim…

Örneğin okuyucularım arasında milli piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmak isteyenler, okuttukları öğrenicinin sınavda kazanmasını isteyenler, âşık olan okuyucularım sevdiği ile evlenmek istiyorsa, iflasla karşı karşıya olan tüccarlar, bonosunu ödeyememek gibi bir durumda olanlar, evine icra memurları ile gelen alacaklılardan kurtulmak isteyen borçlular, hele hapishanelerde af umudu ile çürüyenler “iyi huylu cinlerle görüşüp konuşurlarsa”; cinler, dileklerinin yerine gelmesi için gereken yardımda bulunulacaktır kendilerine…

İyi Huylu Cinlerle Görüşüp Konuşma

“Cinlerden biriyle konuşmak istediğinizde aşağıdaki tavsiyeleri temiz kalp ve salih bir niyetle gusül abdesti alıp hiç kimsenin bulunmadığı karanlık ve ıssız bir yerde yapmalısınız:

Bu arada üç kere euzübillahimincşeytanirraciym yedi kere La hav-levela kuvveti illa billahilaliyyil aziym okuduktan sonra sağ tarafa bakarak ervahıl mü’müniyn dedikten sonra üç kere de bikatlamadiyş dedikten sonra tezdadu biha sirran ala sirrikum. Essalü müaleyküm eyyühel ervahuddahiriyne min cannil mümminiyne denildiği zaman cinlerin selamına mukabele ettiğini duyarsın. İşte o zaman arzu ve dileklerini onlara bildirirsen sana gereken yardımda bulunacaklardır.”

Gördünüz mü sayın okuyucularım iyi huylu cinlerle görüşüp konuşmanın yollarını…

Bu satırları Gizli İlimler Hâzinesi, Nazar ve Koruma Çareleri, ŞifaIı Dualar adlı kitabın 26. sayfasından alıyorum. Her hakkı mahfuzdur. Kısmen bile alıntı yapılamaz, deniliyor ve önsözünde de “Her türlü şer ve belaların ise Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde bildirilen dualarla ve manevi tedavi usulleriyle geçmesi mümkündür. Başvurulacak en doğru ve güvenilir yoldur.” deniliyor.

Bütün bunlar din adına yapılıyor. İnanç özgürlüğü diye savcılarımız, oy hatırına politikacılarımız susuyor.

Halkımız ise dinlerin bile yasakladığı bu hurafe ve safsatalardan medet umuyor…

“Allah’ım yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (K. Fatiha/3) ayetini unutuyor…

Bizler ise bunların oyu ile iktidar olan politikacılarımızın hukuk dışı uygulamaları ile gittikçe geriye gidiyoruz…

Gaziantep’te Bugün, 22 Ağustos 1990

119- ŞERİATÇI KIZLARA

KIZMAK YOK

117- DİN…

      

Yazılarımı izlemiş olan okuyucularım yanlış bir izlenime kapılarak benim dine karşı bir kişi olduğum sanısına kapılabilirler.

Eğer böyle bir izlenim edinmişler ve de böyle bir sanıya kapılmışlarsa yanılmışlar.

Yalnız şurası bir gerçek ki dini bir şekilcilik olarak almıyorum.

Dini şekilcilik olarak alanların bir yere varacağını sanmıyorum.

Şekilcilik olarak görünen tapınmalar simgesel anlatımdan bir şey anlamayacak olanların gittiği yoldur.

Erişmiş din bilginlerinin; örneğin Mevlana’nın Şems ile temasından sonra şekilcilik olan birçok tapınma kurallarından vazgeçtiğini, müziğe, raksa yöneldiğini bilmeyenimiz yoktur…

Din bir bilimdir; hem de sosyal bilimlerin en derin ve gizemli olanlarındandır.

Bu nedenle hiçbir zaman gerçekleri arayan, bu yolda çaba gösteren bir din anlayışını küçümsememişimdir…

Bunlara, hangi dinden olurlarsa olsun, her zaman saygı duymuşumdur.

Ancak benim dincilerle ters düştüğüm nokta, şeriat devletine karşı oluşum ve akla öncelik verişimdir.

Çünkü halk arasında da söylendiği gibi “Aklı olmayanın dini de yoktur!”

Gerçekten de hayvanların, delilerin dinsel sorumlulukları yoktur…

Öyle ki belli bir yaşa gelinceye değin çocukların bile dinsel sorumluluğu yoktur.

Demek ki din duygusu aklı başında olanların sahip olabilecekleri bir duygudur.

Din (yaşam yöntemi) duygusu Tanrı bilgisi (Evren ve toplum yasaları) doğadandır.

Şeriatlar ise Tanrı’dan değil peygamberlerdendir…

Din; insana, doğruyu güzeli, iyiyi araştırıp yaşamına uygulatmaya çalışır.

Hangi düşünce ve inanışta olursa olsun insanları sevmeye alıştırır.

İşte, dinin gerçek amacı budur.

Yoksa; imana davet, cihat, fetih ve ganimet değildir…

Bu şeriattır…

Din bir yaşama yöntemidir.

Laiklik de bir yaşam yöntemidir.

Her ikisi de kötülüklerden kaçınma, korunma yöntemidir.

Geleceğini (ahreti) kurtarma yöntemidir.

Yeter ki Allah’ı (içimizdeki iç beni) bilelim,

Allah’ın (içimizdeki iç benin) uyarılarını dikkate alalım.

Din; geleceği sağlam temeller üzerine oturtmak, hesap vermekten korkmamaktır…

İçinde bulunduğumuz yaşam anını toplumsal yasa ve kurallara göre değerlendirmek ve yaşamaktır.

Din eylem ve düşüncelerinden ötürü daima huzur içinde olmaktır.

Sağlam bir din anlayışı olan kişi daima huzur ve güven içindedir.

Doğru dürüst yaşayanlar daima mutludur, yani cennettedir.

Yaşamını doğruluk, dürüstlük üzerine kuranlar; tedirginlik, güvensizlik, huzursuzluk, kötümserlik görmeyecektir…

.

Bu bakımdan diyebilirim ki insanlığın en büyük kazancı din duygusuna (akla, sağduyuya, vicdana) sahip olmasıdır….

Ancak bu din duygusu insanı doğru yola sokmalıdır.

Bunun yanında kötülüklerden alıkoymalıdır.

Her geçen gün, kendisini yüceltmeli ve olgunlaştırmalıdır.

Şeriatlar Tanrı’nın değil peygamberlerindir…

Ama din Tanrı’nındır, bir tanedir…

Bu da bütün insanlardaki olgunlaşmış akıl, sağduyu, vicdandır…

Gaziantep’te  Bugün, 9 Ağustos 1990

118- İYİ HUYLU CİNLER

KIZMAK YOK

116- SATYA SAİ BABA

Satya Sai Baba adını ilk olarak duyuyorum. Halen Hindistan’da yaşayan bir Peygamber diyorlar…

Kendisini görüp gelenler anlatıyor. Şimdilerde 60 yaşlarında imiş. 96 yaşına değin yaşayacağım dediğini anlatıyorlar…

Arkadaşımız, adını duyunca merak edip Hindistan’a gitmiş.

Kendisini görmüş, dinsel törenlerine katılmış.

Anlattıklarını kabul etmeyince bana filmini göstermeyi önerdi.

Amerikan film şirketlerinden biri Satya Sai Baba’nın dinsel törenlerini ve mucizelerini filme almış.

Film üç bölüm olarak hazırlanmış.

Birinci bölüm Satya Sai Baba’nın çocukluk, gençlik ve öğrencilik yıllarına ilişkin.

İkinci bölüm dinsel törenlerine, öğretilerine ve mucizelerine ilişkin…

Üçüncü bölüm ise doğrudan doğruya İsa Peygamberin kaybolmuş yıllarına ilişkin.

Zaten filmin adı da İsa’nın Kaybolmuş Yılları.

Bilindiği gibi İsa Peygamberin gençliğindeki 18 yıla kayıp yıllar deniyormuş…

Nerede yaşadığı, ne yaptığı bilinmiyormuş…

İşte bu 3. bölümde İsa’nın kaybolmuş yılları ele alınıyor.

Kendisinin 12-13 yaşlarında iken Kudüs’ten Hindistan’a doğru gittiğini, orada Hintli yogilerden öğretiler aldıktan sonra Kudüs’e gelip peygamberliğe başladığını anlatırken mucizeleri ile Satya Sai Baba’nın mucizeleri arasındaki benzerliğe dikkati çekiliyor…

Gerçekten de Satya Sai Baba İncil’de anlatıldığı gibi kendisine getirilen kötürüm hastaları, yatalak hastaları iyi etmeye çalışıyor.

Onlara umut veriyor.

Güven veriyor.

Elleri ile başlarını meshediyor.

Burada dikkatimi çeken iki mucizesini anlatmadan geçemeyeceğim. Başparmağı ile işaret parmağını hastanın başında birbirine sürtüyor ve ellerinden kutsal sayılan küller dökülüyor.

Hiçbir yere değmeden iki parmağı arasında bu küller nasıl oluşuyor. Şaşılacak şey. Yine sağ elini boşlukta bir yarım daire şeklinde hareket ettiriyor…

Bir de bakıyorsun elinde bir kolye… Bu kolyeyi hastanın boynuna kendi eliyle takıyor.

Filmde bunlar bütün açıklığı ile görüntüye geliyor…

Şimdi hemen akla şöyle bir soru gelebilir; “Allah neye kadir değil” gibisinden. Ama Satya Sait Baba’nın öğretmeye çalıştığı din bütün Çin ve Hint dinlerinde olduğu gibi Allah’a dayanmıyor.

Doğrudan doğruya İnsana dayanıyor.

İnsandaki sevgi dolu yüreğe dayanıyor.

Satya Sai Baba müzikle de ilgileniyor.

Yüz binlerce kişinin karşısında orkestra şefi gibi hem şarkı söylüyor, hem topluluğu yönetiyor, hem de ritm tutuyor.

Filmdeki kişiliğini, fiziğini incelemeye çalışıyorum. Başında gür kara saçlar, dikleşmiş saçının her teli.

Bir kavuk büyüklüğünde saçlar başında peruk gibi.

Gözler çok iri.

Yüz yuvarlak, burun ve dudaklar iri.

Yürürken, konuşurken gayet soğukkanlı, dilek mektupları topluyor.

Bu dilek mektuplarını toplarken kendinden emin görünüyor…

Herkes eteklerini öperken, ayaklarına kapanırken, önünde yerlere kapanırken kendisi dilek mektuplarını topluyor. Derde deva olacağını söylüyor…

Öğretileri, filmdeki sözleri çok güzel…

Bu güzel sözler için mucizeye ne gerek var.

Demek ki insan söze önem vermiyor, mucize istiyor…

Hâlâ insanlar mucizenin ardına düşüyor…

İlle de olağan üstü işler olsun diyor…

Oysa sirklerde hayvanlar da olağanüstü işler yapıyor.

Şimdi hayvanın ardına mı düşelim olağanüstü işler yapıyor diye…

Önemli olan sözdür, yaşamdır, davranıştır…

Bütün bunlara karşı Satya Sai Baba’nın filmini, filmdeki dinsel törenleri, mucizeleri, hastaları iyi etmesi, öğretileri dikkatimi çekti.

Gördüğüm günden bu yana düşünüyorum.

Muhakkak bunda bir numara var diyorum…

Bir de Hıristiyanların bu filmle İsa ve Satya Sai Baba arasında bağlantı kurmalarını gerçekçi buluyorum.

Hiç olmazsa Isa’nın gösterdiği mucizelerle Satya Sai Baba arasında koşutluk kuruluyor.

İsa’nın mucizelerini Allah’a değil de götürüp Hindistan’daki yogilere dayıyor.

Böylece gerçek payı daha bilimsel toplumsal oluyor…

Satya Sai Baba’nın mucizelerinde bizim bilmediğimiz bir numara var.

Bu tür olağan üstü gösterileri Yogi’ler çok güzel yapar.

Satya Sai Baba’ya bu tür gösterilerle din yaymayı yakıştıramıyorum. Sözler ve davranışlar güzelse mucizeye ne gerek var diyorum…

Gaziantep, Bugün, 3 Ağustos 1990

117- DİN

KIZMAK YOK

115- ENDÜLİJANS…

Ortaokul ve lisede iken tarih kitaplarını okuduğumuzda, papazlara çok kızardık.

Bu papazlar, atarmış Hıristiyan dinine mensup olanlara çok güzel kazık…

Para karşılığında Cennet’ten arsa satarlarmış.

Karşılık olarak da bir belge verirlermiş.

Bu belgeye de Endülijans denirmiş.

Elbette bu olaylar Ortaçağ’da oluyor.

Böylece papazlar da servet yapıyor.

Kısacası kendileri cennet nimetlerine bu dünyada kavuşurlarmış.

Fakir fukara Hıristiyanlar da Cennet’e gideceğiz diye avunurlarmış.

Biz bunları okurken Hıristiyan papazların halkı aldatmasına kızardık.

“Olur mu böyle şey” diye yazıklanırdık…

Batı toplumu bu din sömürüsünden Rönesans, reform yoluyla kurtuldu.

Ne var ki doğu toplumları Rönesans ve reform görmedikleri için hala bu din sömürüsünün oyuncağı oldu…

.

Son haç felaketini bayram süresince hep birlikte televizyonda izledik. Gazetelerden okuduk, içimiz burkuldu.

Yüzlerce yurttaşımız dönüşü olmayan bir yolculukta yok oldu…

Kendileri çöllerde, arkada kalanlarının gözleri yollarda kaldı.

Halkımız din adına bu felakete katlandı.

Bayram ertesi yayınlanan Milliyet gazetesinde Demir Hoca adlı birisi açıklamada bulunuyor:

“İki kere Hac’ca gittim.

Bu yıl gidemedim.

Keşke gideydim de ben de öleydim!..”

Gerekçesi açık: Haç yolunda ölünce doğru cennete…

Cennete gidip gitmeyeceği belli değil başka yerde ölse.

Ya bu adam Haç’ça gitmeden önce faizcilik yapmışsa,

Namussuzluktan içerde yatmışsa,

Başkasının malını çalmışsa

Haksız servet sahibi olmuşsa,

Öksüzün, yetimin, dulun anasını ağlatmışsa…

Haç yolunda iken ölmüşse Cennet’e mi gidecek?

Yaptıkları yanına kar mı kalacak?

Bütün bu sorular güme gidiyor.

Cennet’e gitmek için kutsal topraklarda ölmek yetiyor.

 

Yeter ki öl kutsal topraklarda,

Sanki cennetin kapısı Mekke, Medine yollarında…

 

Yarının tarih kitapları günümüz zihniyetini yazacaktır.

Öğrenciler bu yanlış zihniyeti halka aşılayanlara kızacaktır…

 

Tıpkı bizim papazlara kızdığımız gibi…

Kimler aşılıyor halkımıza; ahlakla, bilimle, gerçekle ilgisi olmayan bu zihniyeti?

Gaziantep’te Bugün, 31 Temmuz 1990

116-SATYA SAİ BABA