KIZMAK YOK

94-MUZIR YAYIN YAPIYORLAR…

Şaka yapmıyorum. Ciddi söylüyorum. TRT ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Mustafa Kalemli’nin muzır yayın yaptıklarını okuyucularıma ihbar ediyorum.

Bilindiği gibi ANAP iktidarı küçükleri muzır neşriyattan korumak için bir yasa çıkarmıştı. Amacı çocukların küçük yaşta cinsellik yoluyla ahlâklarının bozulmasını önlemekti. Küçükleri muzır yayınla korumak için kadın ve erkek dergileri poşete sokuldu. Bazı oyunlar yasaklandı. Bazı kitaplar cezalandırıldı. Bazı oyuncular para cezalarına çarptırıldı.

İnsan muzır yayını gidip kendisi alır. Muzır yayını kendisi izler.

Muzır filme gitmek istiyorsa kendisi gider. Muzır dergi almak istiyorsa gidip kendisi alır. Ama Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Mustafa Kalemli, TRT gibi, ailelerin hep bir arada olduğu akşam saatlerinde erkekli kadınlı, küçüklü büyüklü ailenin bulunduğu bir odaya haberler kanalıyla hop diye girip muzır yayın yapamaz.

3.2.1986 günü öğle radyolarında ve aynı günün akşamı televizyonda Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı aynen şu sözcükleri kullanmıştır. “AIDS’e yakalanmamak için PREZERVATİF KULLANIN..”

Şimdi ailecek hep birlikte izlenen televizyonda Bakanın bu prezervatif sözcüğünü ilk defa duyan bir kız ya da oğlan çocuğu anasına-babasına “Bu prezervatif ne” diye soramaz mı? Çocukların “Bu prezervatif” nedir diye sorduklarını; duruşma salonlarında duruşma sırasını bekleyen yurttaşların, görevlilerin, avukatların dile getirdiğini duyduğum için bu satırları yazmak gereğini duydum.

Yine bu konuşmasında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı AIDS’in aynı cinsten kişilerin birbirleri ile cinsel ilişkileri sonucu geçtiğini de söylemeden duramadı. Şimdi çocuklar analarına, babalarına “Cinsel ilişki ne demektir?”, “Aynı cinsten kişilerin cinsel ilişkileri nasıl olur?” diye sorsa nasıl yanıt verilecek…

Sayın Bakan ve TRT yetkilileri AIDS hastalığı hakkında bilgi verirken başka araç mı bulamıyorlar… Bunun için TRT ile ailenin içine nasıl girebilirler. Muzır yayına bundan iyi örnek olabilir mi? Muzır değil de nedir bu yaptıkları…

Özgür Gaziantep, 12 Şubat 1987

95- BÜYÜK BASININ BÜYÜK YAZARLARINA

KIZMAK YOK

93-KADINLAR KÖLE OLAMAZ

 Geçtiğimiz günlerde 19 Kadın Derneği ve 5000’e yakın kadın Anıtkabir’e giderek Ata’nın önünde saygı duruşunda bulundu. Kendilerine tanıdığı haklar için, Ata’ya içtenlikle saygı duruşunda bulundu. Atatürk için yine içten olarak, yerin cennet olsun, denildi.

Bu töreni Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği düzenlemiş. Törene çağrılı 20 kadın derneğinden 19’u çağrıya uyarken yalnızca Semra Özal’ın başkanlığını yaptığı Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı’nın üyeleri törene katılmamış.

Bu tören, üniversiteli kız öğrencilerin okula türbanla girmek istemelerine tepki gösteren Üniversiteli Kadınlarımızca düzenlenmiş.

  Şimdi şeriatın tesettür kuralı uyarınca etekleri yerde sürünen bayanlarımızın istediği olsa, şeriat düzeni uygulamaya konsa, şeriatçı yöneticilerin ilk yapacağı iş ilkokulu, ortaokulu, liseyi ve üniversiteyi  kız öğrencilerin yüzüne kapamak olacaktır. Çünkü şeriata göre kadının okumasına gerek yoktur. Kadının yeri evdir. Görevi de kadınlık, mutfak ve anneliktir… Bu durumda, eğer türbanlı kız öğrencilerimizin mücadelesi başarılı olursa bundan en çok zarar görenlerin de yine bu kızlarımız olacağından kuşku yoktur.

Böylece kadın hareme kapatılacaktır. Erkeğin egemenliği altına girecektir. Erkeği kendisine kötü işlem yapsa bile boşama hakkı olmayacaktır. Çünkü şeraitte boşama hakkı erkeğindir. Kadının böyle bir hakkı yoktur. Ancak kocası deli ise, iktidarsızsa boşama hakkı vardır…

İşin en ilginç yanı şeriat egemen olduğu takdirde bir erkek, aralarında eşitliği sağlayacağı inancında ise, dörde kadar kadın alacaktır. Bu şeriat mücadelesi yapan kızlarımız dört kumayla nasıl oturacak? Erkeğini başka kadınlarla paylaşmaya nasıl dayanacak? Bu şeriata uyar ama kadın yapısına uyar mı? Ahlaka uyar mı? Ya hülle?… (Kuran; 2/229,230)

Hele şu mirasta kadınlara yarım, erkeklere tam verileceğini bu şeriat mücadelesi yapan bayanlarımız bilmez mi? Şeriata göre iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına eşittir. Şeriat kadın erkek eşitliğini de kaldırmaktadır. Kadını erkeğe itaate zorlamaktadır. Bu ise kadını köleleştirmekten başka bir anlama gelmez.

Şeriat mücadelesi yapan kadınlarımız erkek karşısında köleliği nasıl kabul edebilirler? Eğer şeriat geçerlilik kazanırsa, şeriat kuralları yasaların yerini alırsa, kadın doktor olamaz, yargıç, savcı olamaz. Diğer mesleklerin hiçbirini yapamaz. Parti başkanı, hükümet başkanı, devlet başkanı olamaz… Bütün bunlar kadını toplum yaşamından soyutlamak olmaz mı? Kadını köleleştirmek anlamına gelmez mi?

Aklı başında bir kız ve kadın kendisini köle yapan bir anlayış için nasıl mücadele eder? Bu akılsızlık değil mi? Denebilir ki din için köle de oluruz, hülle de yaparız, yeter ki şeriat kuralları egemen olsun. Ama bir parça aklı olan kadın köle olmaya, hülleye razı olur mu? Unutmayın ki aklı olmayanın dini de yoktur.

Tabiat (Görünen Tanrı. Bak. Kuran. 57/3) bize aklı niçin vermiştir? Körletelim diye değil, işletelim diye…

Türk Üniversiteli Kadınlar Birliği ve Örgütü Türk kadınının onurunu kurtarmış, saygınlığını artırmış ve meydanın boş olmadığını göstermiştir. Aklı başında olan her Türk kadını Ata’nın yolundan gitmeli ve Atatürk tarafından kendilerine tanınan haklara dört elle sarılmalıdır…

Özgür Gaziantep, 11 Şubat 1987

94-MUZIR YAYIN YAPIYORLAR

KIZMAK YOK

92- RESİM YAPMAYALIM MI?.. 

Bu konuyu düşünmeye başladığımdan beri işin içinden çıkamıyorum. Nasıl olur da akla ve mantığa uygun olduğu söylenen bir dinde resim yapmak, heykel yapmak yasak olabilir…

Heykel yapmak, resim yapmak niçin günah olsun? Bir güzelin resmini yapmakla ona can ve ruh vermek arasında ne ilgi olabilir. Resmi, heykeli yapılanlara can vermek gibi bir koşul yok ki.

Böyle bir yaratıcılığın yasaklanmış olmasının en büyük zararını halkımız görmüştür. Çünkü gerek resim yapmak, gerek heykel yapmak güzel sanatların bir koludur. İnsanın yaratıcılığı ile ilgilidir. İnsanın yaratıcılık özelliğini geliştirir. İnsanın düşünce alanını geliştirir. Böylece insanın hayal dünyası gelişir. Hayal dünyası gelişen insan yaratıcı olur, topluma yararlı olur…

Bu gün Batı Dünyası’nda “Yaratıcılık Allah’a mahsustur.” denilmediği için bütün ressamlar, bütün heykeltıraşlar, bütün çizgi romancılar ve bilim kurgucular orada yetişmektedir. Bunların yetişmesi ile ne olmaktadır, çocuklar çağdaş dünyanın tekniğine hazırlanmaktadır. Uzay yolculuğuna hazırlanmaktadır.

Bizde ise Yaratıcılık “Allah’a mahsustur” denildiği için insanlarımızın yaratıcılığı körletilmiştir. Bu yüzdendir ki Doğu Dünyası bir tırnak keseceğini icat edememiştir. Türklerin barutu ve saati icat ettiğini övünerek belirtiriz; ancak, bu icadın bile “yaratıcılık Allah’a mahsustur” ilkesinin yaygınlaşmasından önce olduğu gerçeği de unutulmalıdır…

İslâm dini, insanın yaratıcılığını körleten bu resim ve heykel yapma yasağını nerden almıştır. Elbet bunun bir dayanağı olmalıdır. Acaba bu resim ve heykel yapma yasağının dayanağı aşağıya aldığım Eski Ahitteki şu ayetler olmasın:

Tevrat, Çıkış, 20/4: “Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın.”

Belki suret yapmamanın İslâmi kaynakları da olabilir. Bu konuda İslam Peygamberi tarafından söylendiği belirtilen şöyle bir söze rastladım: “Kıyamet gününde Allah tarafından en büyük cezaya çarptırılacak olanlar ressamlardır. (Hz. Muhammed, Hadis ve sözleri Roger Arnaldez, Burhanettin Semi Tercümesi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1982, Sayfa 138.)

Yine aynı sayfada İslam Peygamberi’nin şöyle söylediği de belirtilmektedir. “İnsan ve hayvan (suret) resimlerini yapanlar kıyamet gününde ceza göreceklerdir. Yaptığınız bu şeylere can verin bakalım! denecektir. Suret resmi olan yere melekler girmezler.”

Anlaşılan Yahudiler ve Hıristiyanlar yaratılışlarında olan yaratma gücünü geliştirerek güzel resimler, güzel heykeller yapmışlar. Bu sayede kalıcı yapıtlar vermişler, ekonomilerini geliştirmişler, gelir kaynaklarını, istihdam alanların, yaratıcılık güçlerini artırmışlar. Onlar yaratıcılıklarını geliştirirken bizler “Yaratıcılık Allah’a mahsustur” deyip yaratma ve buluş özelliğimizi körletip durmuşuz. Hem de, “Enel-Hak” diyen ve en büyük yaratıcı insandır diyen tasavvufçu düşünürlerimizin çıkmış olmasına ve bu uğurda kellelerini vermiş olmasına karşın…

Bütün bunlara karşın yaratıcılık durdurulamamıştır. Özetlersek: Mimarî alan, mezar taşları, tezhip ve ebru sanatında gelişmeler olmuştur…

Özgür Gaziantep, 3 Temmuz 1987

93-KADIN KÖLE OLAMAZ

KIZMAK YOK

91- ŞERİATTA ŞİDDET…

Önce 21 Haziran 1987 günlü Cumhuriyet Gazetesinin 2. sayfasından Sayın Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Dindarlık, Dinsizlik ve Din Düşmanlığı Üzerine” başlıklı yazısından şu tümceyi alıyorum.

“Çünkü Müslüman ahlakında cebir olmadığı gibi, öldürmek de yoktur.”

Bu sözleri sıradan bir yurttaş söyleyip yazsa idi üzerinde durulmayabilinirdi. Bu sözleri yazan koskoca hukuk profesörüdür. Hem de ordinaryüslüğü var. Kaldı ki ilerici bir kişiliği yanında Atatürk’e tutkunluğu da olan bir kişi. Atatürkçülüğünden, ilericiliğinden de kuşku duyduğum yok. Ne var ki koskoca bir bilim adamının, bilgisinden kuşku duymadığım bir kişinin, bu sözleri yazmasına şaşmadım değil.

Şaşkınlığım şuradan doğmaktadır: Sayın Hocamız İslam’da şiddet yok, demeye getirmektedir. Ne var ki Sayın Hocamızın vardığı bu yargı gerçekle hiç bağdaşmamaktadır. Çünkü gerek Kuran’daki ayetler, gerekse hadisler ve gerekse İslâm tarihindeki olaylar İslamiyet’in ganimet ekonomisiyle geçindiğini, kanla, kılıçla yayıldığını göstermektedir. Örneğin Azeri şair Mirza Alekber Sabir’in KORHİREM adlı bir şiiri vardır ki İslam’daki cebir ve öldürme duygusunu çok güzel belirtmektedir.

“Yalınayak düşüyorum çöllere, çalı diken görüp korkmuyorum.” Şair şiirinde sayıp, döküyor, gülyabani görüp korkmuyor, vahşi hayvan görüp korkmuyor. Volkan görüyor, korkmuyor, yırtıcı hayvan görüyor korkmuyor. Cin görüyor, can görüyor korkmuyor. Böyle sayıp döktükten sonra şiirini şöyle bağlıyor: “Ancak bu korkmazlıkla doğrusu / Arkadaş, vallahi billahi, tillahi, nerde Müslüman görsem korkirem! / Boşuna korkmuyorum, nedeni var: Sonunda neyleyim, bu yok olmuşların / Kan-kan düşüncelerini görüp korkuyorum / Korkuyorum, korkuyorum, korkuyorum…”

Koskoca şair durup dururken korkmuyor. Elbette bir bildiği var. Maide suresi 33’te şöyle yazar: “Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ya boyunları vurularak öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin ayaklarının çapraz kesilmeleri, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir.” Daha bunun gibi nice kanla, kılıçla, ayetler vardır. Yalnız bununla da kalmamaktadır. Merak edenler okudukları takdirde göreceklerdir.

Örneğin Hz. Muhammed’in şöyle bir sözü de vardır. “Onlar, Allah’tan başka Allah olmadığına inanıncaya, bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yiyinceye ve namazımızı kılıncaya ve zekâtlarını verinceye kadar, insanlarla öldürülmem emrolundu. İnsanlar bunları yerine getirdikleri zaman, benden karılarını ve mallarını kurtarmış olurlar.”

İsterseniz bir de Hz. Muhammed’in eylemine bakalım: “Eşrefoğlu Ka’b, genç bir şairdi. Peygamberi ve ona inanları eleştiriyordu. Peygamber bir gün arkadaşlarına sordu: “Bu adamı öldürebilecek kimse var mı? Mesleme oğlu Muhammed, ortaya atıldı: “Ben varım!” Eşref oğlu Ka’b nasıl öldürülecekti? Planlar yapıldı. Hadis kitaplarının yazdığına göre, yalanlar uyduruldu. Tuzak hazırlandı. Bir gece kalesinde bulunan şairin kafası kesilerek plan sonuçlandırıldı. Ve kesik baş Peygambere alınıp götürüldü.”

Hz. Ali’yle ilgili şu olay da çok ilginçtir. Hz. Ali kâfiri yenmiş, altına almış, göğsüne oturmuş. “Haydi bakalım salavat getir, Müslüman ol!”

Bunun üzerine yerde yatan kâfir, Hz. Ali’nin yüzüne tükürmüş. Ali hemen kâfirin döşünden kalkmış. Kâfir şaşırıp kalmış. “Ya Ali niçin öldürmedin! Oysa ben senin yüzüne tükürdüm.” Ali’nin yanıtı ilginç: “Ben seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olacaktım. Çünkü yüzüme tükürünce öfkelendim!” Ali’nin bu jesti karşısında kâfir şahadet getirip Müslüman olmuş. Yani Ali, kendisi için öldürmeyecek: ama şeriat için öldürecek…

İslâm’da, Müslüman ahlâkında cebir ve öldürme olayına bunlardan daha güzel örnek olabilir mi? Sayın Hocamız, Tevbe suresi 29. ayetini nasıl görmezden gelir. Bu ayet: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” emrini verilmektedir.

Ya şu ayetlere ne diyeceğiz: “Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Şimdi vurun boyunlarının üstüne. Vurun onların bütün parmaklarına.” (K. 8/12. 47/4)

Daha böyle onlarca buyruk varken, “Müslüman ahlâkında cebir ve öldürmek yok!” denebilir mi? Şeriattan başka Müslüman ahlakı olabilir mi? Müslüman ahlakı şeraitin dışına çıkabilir mi?

Dediğim gibi böyle bir sözü sıradan bir vatandaş söylemiş olsa idi, üzerinde durulmayabilinirdi. Onun bilgisizliğine bağışlanırdı. Ama hukuk konusunda, din konusunda, Atatürk konusunda otorite sahibi olmuş bir kişinin bu sözleri söylemesi her şeyden önce gerçeğe saygısızlık değil mi?

“Halkın sorumluluğu aydınların boynundadır.” Aydınlar gerçekleri saptırmadan olduğu gibi halka iletmekle yükümlüdürler. Yoksa dünya’nın dengesi, düzeni bozulur. Doğru ile eğri, gerçekle yalan, şimdi olduğu gibi, birbirine karışır. Kıyamet kopar; yani toplumsal denge bozulur…

Bu halkın ekmeğini yiyoruz. Bu halkın verdiği vergilerle yapılan okullarda okuduk. Bu halka doğruyu söylemekle yükümlüyüz…

Yazarken de, konuşurken de halka olan sorumluluğumuzu unutmamalıyız ve daima doğruyu söylemeliyiz. Çünkü Tanrı ile aydın arasında bir sözleşme vardır. Bu sözleşmeye göre aydın, halka doğruları söylemekle yükümlüdür.

“Çünkü Müslüman ahlakında cebir olmadığı gibi, öldürmek de yoktur.” Yoktur öyle mi…

Müslümanlıkta Müslüman birine şiddet yoktur. Ancak kâfire vardır. Kâfirin katli vaciptir,

Özgür Gaziantep, 1 Temmuz 1987

92- RESİM YAPMAYALIM MI?

KIZMAK YOK

90- ŞERİATÇININ TİCARETİ… 

Mesleğimiz gereği duyuyoruz şeraitin yaptığı ticareti. Şeriata göre ticaret helâl, faiz haram, şeraite göre faiz haram olduğu için ne verilir ne alınır(!) Ama ticaret helâl olduğu için kaça satarsan sat günah değil…

Konuyu bilenler bu tür ticarete Konya usulü ticaret diyorlar. Bilindiği gibi Konya şeriat kurallarına daha sıkı bağlı. Sonra unutulmadı ise Konya’da yapılan bir şeriat mitingi bardağı taşıran son damla olmuş ve 12 Eylül hareketinin başta gelen gerekçesi sayılmıştı…

Şimdi şeriatın nasıl faize para alıp verdiğini bir örnekle anlatalım. Şeriatçı bir yurttaşın paraya ihtiyacı var. Yahudi’den, Hristiyan’dan alacak değil ya. Varıyor şeriatçı bildiği bir adama. “Benim üçyüz bin liraya ihtiyacım var, nasıl yapsam acaba” diyor. Faizci, yol gösteriyor. “Gel şu buzdolabını sana satayım?” diyor. Satış işlemi başlıyor. Pazarlıkta anlaşıyorlar. Faizci buzdolabını 420 bin liraya borç isteyene satıyor. Buzdolabını alan bir kuruş vermiyor, ama karşılığında 420 bin liralık bono veriyor. Şimdi faizcinin elinde 420 bin liralık bir bono var. Borçlunun da elinde bir buzdolabı… Bu olayda yalnızca satış işlemi yapılmış oluyor. Borç isteyenin elinde bir kuruş yok. 420 bin lira borçlandı ama elinde bir buzdolabı var.

Bu aşamadan sonra faizci: “Şu buzdolabını bana sat! İhtiyacın olan 300 bin lirayı vereyim.” Bu kez paraya ihtiyacı olan adam 420 bin liraya aldığı buzdolabını faizciye veriyor. Verirken de 300 bin lira alıyor. Böylece iki kere satış işlemi yapılmış oluyor. Bu satış sonucu faizcinin buzdolabı yanında bir de 420 bin liralık bonosu oluyor aktifinde. Borç alanın elinde ise 300 bin lira para var… Buna karşılık 420 bin lira borçlanmış oluyor… 4 ay sonra ödemek koşulu ile…

Böylece buzdolabının sahibi bu satış işleminden yüzde yüz yirmi lira kazanmış oluyor. Yani faizcilik yapmamış oluyor(!) Borç para alan da faize para almamış oluyor, ticaret yapmış oluyor. Bu işleme şeriatın ticareti adı veriliyor.

Bunun adına İslâm hukukunda hiley-i şeriye derler. Yani yasanın yasakladığı işlemi, yasanın yasaklamadığı bir başka işlemle elde etmek..

Böylece söz de faiz yasağına uymuş oluyorlar. Ticaret de helâl olduğuna göre, ticaret yoluyla kazanç sağlamış oluyorlar.

Ne var ki yukarıda örneklediğimiz olayda açıkça görüldüğü gibi görünen işlem her ne kadar satış ise de arkasında tefecilik var.

4 ay için 300 bin lira borç alan adam karşılığında 420 bin lira borçlanmış oluyor. Yani yıllık yüzde yüzyirmi faizle borç para almış oluyor.

Sizin anlayacağınız şeriata göre faiz haram, ticaret helâl. Allah’ı aldatmak serbest…

Siz söyleyin okuyucularım Allah’a karşı böylesine aldatıcı işlemlerle bir başkasının sıkıntılı durumundan yararlandıktan sonra şeriatçıyım diyenlere yazıklar olsun size demez misiniz?

Siz demezseniz ben derim… Gerçek dindar böyle iş yapar mı?

Özgür, Gaziantep, 4 Mart 1987

91-İSLÂMDA ŞİDDET

KIZMAK YOK

  1. SAKAL SÜNNETTİR…

Okuduğum Gazete Cumhuriyet. Tarihi de 4.2.1987. Sayfası yedi. “Ankara Taşı” köşe başlığı ile yayınlanan köşede bir bin liranın fotoğrafı.

Bizim sivri akıllı Bismillah diye başlamış parada gözüken Atatürk’e sakal bıyık yapmaya. Bin liralıktaki Atatürk’e kara kalemle bir güzel sakal ve bıyık yapmış. Herhalde Atatürk’ün Trablusgarp, Çanakkale cephelerinde düşmanla boğuşurken çektirdiği sakallı, bıyıklı, kalpaklı fotoğraflarından esinlenmiş olacak. Hayır, bundan değil… Kafasındaki karanlığı, karanlık düşünceyi Ata’nın fotoğrafına yansıtmış. Çünkü binliğin sol köşesine de “sakal sünnettir” diye yazmış.

Bütün bunları yaptıktan sonra da yaptığını beğendiğinden olacak. “Yakışıklı oldun lan!” demeyi de unutmamış. Aynası iştir kişinin sözüne bakılmaz, denir. Bunu yapan kişinin zekâ düzeyi, kültür düzeyi hemen anlaşılıyor. Kültür ve edebiyat düzeyi yüznumara kültürü…

Geri kalmış, toplumda yer kapamamış kişiler o acaip resimleri yüznumara duvarına yaparken, o çirkin tümceleri ve şiirleri tuvalete yazarken nasıl bir iş yaptığını sanarsa; bizim, sivri akıllı da paradaki Atatürk’e “sakal sünnettir” diye sakal, bıyık yaparken Allah’a hizmet arz ettiğini sanmış, kendisini Allah yolunda cihat yapan bir mücahit pozunda görmüştür…

Humeyni’den maaş alıp da Alman radyolarından, İran radyolarından, Atatürk’e kin kusan, Atatürk Cumhuriyeti’ni hedef alan “Kara Ses”in çömezleri yanında özlemcileri de büyük Atatürk’ün paralardaki görüntüsüne dayanamayıp elbette “sakal sünnettir” diye sakal, bıyık yapacak. Bunu yaparken de Allah yolunda cihat yaptığını sanacak.

Olacak gibi değil!…

Özgür Gaziantep, 14 Şubat 1987

90-İRTİCANIN TİCARETİ

KIZMAK YOK

  1. DÜŞÜNÜRSEK…

Hani Mevlana’nın çok yinelenen bir dizesi vardı:

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel

Ateşperest olsan da, putperest olsan da, Hristiyan olsan da yine gel!”

Meğer bu söz Mevlana’nın değilmiş. Bu dize, İran’lı ozan Ebu Said Bio-Ebl’i Hayr’ınmış. Nereden mi öğrendim, söyleyeyim. Bunlar, Toplum ve Tarih Dergisi’nin Şubat sayısında yazılı imiş. Yazan da Hukukçu Profesör Coşkun Üçok…

Eğer böyle sağlam bir kaynak ve dayanak olmadan sıradan bir yazar yukarıdaki dizeleri Mevlâna’nın değil de İran’lı Ozan’ın olduğunu söylemiş olsaydı, söyleyenin ulusçululuğundan kuşku duyulurdu. Çünkü bizde yeni bir düşünce, yeni bir görüş hep tepki ile karşılanmıştır. Bildiklerimiz, inançlarımızdır hep doğru sanılmıştır. Bilgilerimizin, inançlarımızın sarsılmasına da alışmamışızdır.

Oysa insan, hayvan değildir, insanın düşünceleri de, inançları da, insan geliştikçe gelişir. Ancak olgunlaşmamış insanların düşünce ve inançları değişmez. Bu konuda Mevlana’nın oğlu mu, İslâm peygamberi mi: “İki günü bir olan aklanmıştır!” diye güzel bir söz söylemiştir. İki günü bir olmakla anlatılmak istenen insanın ruhsal alanda, düşünsel alanda göstermesidir. Ne var ki kendilerine maneviyatçı diyen kişiler ruhsal ve düşünsel gelişme üzerinde durmuyorlar. Bu sözü, maddi anlamda alıyorlar. Bugün dünden daha çoksul değilsek, kasamız bugün dünden daha dolu değilse, banka hesabımız bugün dünden daha kabarık değilse yaşadık sayılmaz diyorlar… Ama aldanıyorlar, insan mutluluğu parada, pulda bulamaz ki…

İsa bu konuda şöyle demiş: “İnsan yalnız ekmekle yaşamaz ki…”

Ama, söz söylemeye gelince mangalda kül bırakmıyoruz. En doğrusunu, en iyisini biz biliyoruz. Dediğim gibi; düşüncelerimizin, inançlarımızın doğru olup olmadığından hiç mi hiç kuşku duymuyoruz… Yalnız biz mi? Bütün dünya böyle… Hristiyan’ı da, Yahudi’si de, Budist’i de, Brahmanist’i de…

Oysa düşünenlere, inançlarının doğruluğundan kuşku duyanlara, mana âleminde iki günü bir olmayan düşünce ve inanç adamlarına saygı duymalıyız… Onlara destek olmalıyız, köstek olmamalıyız…

Özgür Gaziantep, 13 Şubat 1987

  1. SAKAL SÜNNETTİR

KIZMAK YOK

  1. MUCİZE…

Ansiklopedilerden biri şöyle yazıyor: “Hz. Muhammed’in mucizesi yoktur. Halk arasında anlatılan mucizeler hiçbir belgeye dayanamaz.”

Yeni çıkan gazetelerden biri Ansiklopedinin yazdığı bu bilgiye bozulmuş. Nasıl olur da Hz. Muhammed’in mucizesi yok denirmiş. Bunlar halka yalan-yanlış bilgi veriyorlarmış. Bunların bu yalan yanlış yayınlarına bir son verilmeli imiş.

Hz. Muhammed’den önce gelmiş olan peygamberlerden Musa’nın İsa’nın mucizesi olduğu söylenir, yazılır da İslâm Peygamberinin mucizesi niçin olmasın. Onların mucizesi varsa elbet de Hz. Muhammed’in de mucizesi olacaktır.

Bilindiği gibi İslâm anlayışına göre; gerek Tevrat olsun, gerekse İncil olsun bu kutsal kitaplar değişikliğe uğramıştır. Ne var ki değişikliğe uğradığı sanılan bu kitaplardaki akıl almaz mucizelerin varlığına inanılır. Eğer değişiklik iddiası işe yarayacaksa önce şu mucize anlayışından işe başlamalı. Çünkü değişiklik iddiasının temel dayanağı bu iki eski kutsal kitapta yazılan akla, bilime aykırı mucizeler olmalı…

Örneğin Musa’nın asasının yılan olması; yine, Musa’nın Nil nehrini ikiye yarıp kendine bağlı olanları  bu nehrin ortasından geçirmesi.

İsa Peygamberin ise; ölüyü diriltmesi, denizde yürümesi gibi mucizevi olaylar.

İslâm dininin akıl ve mantık dini olduğunu söyler dururuz. Öyleyse asanın yılan olması, Nil nehrinin ikiye ayrılması, ölünün dirilmesi, İsa’nın denizde yürümesi olaylarını akıl ve mantıkla bağdaştırabilir miyiz? Bu durumda hemen şöyle bir savda bulunulabilir: ’’Allah neye kadir değil ki?” işte böyle denilir denilmez ben de Kuran’daki ayetlerle karşı çıkarım. Kuran’daki Isra Suresinin 90-93. ayetleri şöyle: ”Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen, yine o yükselmene inanmayacağız. De ki: Fesuphanallah! Ben peygamber olan insandan başka bir şey miyim!”

Kuran’a göre olay şöyle geçmekledir. Müşrikler Hz. Muhammed’den bir mucize göstermesini islemektedirler. Hz. Muhammed’de “Ben Peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim!” demektedir. Yani benden olağanüstü bir şey istemeyin. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. İnsanları hayran bırakacak doğaüstü olayları yaratma, yapma gücüm yok. Ben ancak Allah’ın bana bildirdiklerini, bildirmekle yükümlüyüm, demekte.

Bir Müslüman için başvurulacak en gerçekçi kitap Kuran olduğuna göre başka kaynaklara dayanarak Hz. Muhammed’in de mucizeleri olduğunu ileri sürmek; ya Kuran’ı anlamamaktır, ya da İslam dinini gerektiğince bilmemektir…

Ola ki Kuran’da Hz. Muhammed’in mucize gösterdiğine ilişkin bir başka ayet vardır da ben bulamadım. Ya da cahilliğimden bilmiyorum. Olabilir, gözümden kaçmış olabilir. Bilmiyor olabilirim. Ancak bu konuda bilgisi olanlardan da dilekte bulunuyorum.

Kuran’a dayanarak Hz. Muhammed’in şöyle şöyle mucizesi vardır. İşte Kuran’ın şurasında, şurasında şöylece yazılmaktadır, diye bildirirlerse, sevinir, onlara bilmediğimi bildirdikleri için de teşekkür ederim.

Eğer bir mucize ile insanlar, hayran bırakıp yola getirmek işe yarasaydı yukarıdaki olayda olduğu gibi, Hz. Muhammed “Ben Peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim” demezdi. Kendisinden mucize isleyen müşriklere isledikleri mucizeyi gösterirdi. Ne var ki insanları korkutarak, hayran bırakarak, şaşkına çevirerek akıllarını kullanmalarını engellemekle bir yere varılamaz.

Din bir yaşam yöntemidir. Yaşam yönteminin en büyük kılavuzu akıl ve mantıktır. Büyüklerimiz şu sözü sıkça da söylemişlerdir: “Aklı olmayanın imanı da yoktur. Aklı olmayanın dini de yoktur.”

Bütün dinler akla, mantığa boş verdiği oranda yaşama gücünü yitirir. Gerçek dışı olaylarda birleşeceğimize gerçekte birleşelim. Çünkü bütün insanları bir araya getirecek olan akıldır, gerçektir, sağduyudur.

Özgür Gaziantep, 10 Kasım 1986

  1. DÜŞÜNÜRSEK

KIZMAK YOK

86-DOMUZLAR…

Avrupa Birliği’ne alınma uğraşımız için bir Fransız senatörü şöyle diyordu: “Türkler dinleri ile kültürleri ile gelenekleri ile Avrupalı değillerdir. Türkler Avrupalıdan çok Asyalıdırlar. Bu nedenle Avrupa topluluğuna alınmamalıdır…”

Sağcı Fransız senatörünün bu kanıya niçin vardığını bilemeyiz. Ancak şunu ileri sürebilirim ki eğer domuzlara karşı takındığımız tavrı öğrenmiş olsaydı belki bu domuzlara yaptığımız işlemi de örnek olarak gösterebilirdi.

Mustafa Ekmekçi bu konu üzerinde çok durdu. Dünkü yazısında da bu konuyu ele alıyordu. İzmit’te bir adam domuz çiftliği kurmuş. Bu çiftlikteki domuzları sayesinde Avrupa’ya ihracat yapıp memleketimize döviz kazandırmak istiyormuş. Gel gör ki bazı bağnaz kişiler domuzlara karşı savaş açmışlar. “Dinimize göre domuz sevilmeyen bir hayvan. Etini yemek de haram…” diye valiye yakınmada bulunmuşlar.

Halkın bu tepkisi üzerine domuz çiftliği mühürlenmiş. Domuzlar içeride kendi başlarına kalmışlar. Ne yem, ne de su veren var… Domuzların sahibi çiftliğin mühürlü kapısını açıp giremiyormuş. Duvarın üstünden domuzlara yem atıp yaşatmaya çalışıyormuş. Domuzlar açlıktan yavrularını ve birbirlerini yiyerek yaşamaya çalışıyorlarmış. Bu ne acımasızlık… Domuz da olsa, hayvanlara karşı yapılan bir insafsızlık değil mi bu?

Yunus Emre, şöyle demiyor muydu: “Yaratılmışı severiz yaratandan ötürü!”

Domuz da bir yaratılmış değil mi? Öyleyse domuza karşı bu anlayışsızlık neden? Sen etini yemezsen yeme. Sen üretmezsen üretme… Ama üretip de yurdumuza döviz kazandıranların elini kolunu bağlamak niye?…

Domuz, eşini kıskanmazmış. Sanki eşini kıskanmayan başka hayvan yokmuş gibi… Bırakınız hayvanları insanlar arasında bile eşini kıskanmayanlara rastlamıyor muyuz?

Bir de domuzun pis olduğunu, kendi pisliğini yediğini ileri sürerler. Pislik yiyen başka hayvan yok mu? Tavuklar pisliği eşeleyerek karınlarını doyurmaz mı?

Domuzun kendi yavrusunu yediğinden de söz ederler. Başka hayvanlar içinde de var yavrusunu yiyen… Kedilerin, köpeklerin yavrusunu yediklerini görenlerimiz çok…

Bırakınız hayvanların kendi yavrusunu öldürmesini, gazetelerde gayrimeşru çocuklarını öldürüp atan analarla karşılaşmıyor muyuz? Öyleyse bu hayvana karşı bu düşmanlık neden?

Hani bir türkü vardır. Zor dostum zor diye. Gerçekten de olaylara yansız bir gözle bakmak, hoşgörülü olmak; insanları, hayvanları sevmek kolay değil. Kültür ister, eğitim ister, ruh asaleti ister. İnsanın kendi kendisi ile barışık olmamasının sonuçları; hayvanlara, diğer dindekilere, diğer felsefedeki insanlara düşmanlık olarak yansır.

İnsanın içinde düşmanlık duygusu, kin duygusu oldu mu ondan hayır gelmez. Bu düşmanlık, bu kin: domuza karşı da olsa, bunu duygularında taşıyan insanın kendi kendisine bile hayrı yok demektir.

Dünya sevgi üzerine kurulmuştur. Yeter ki içinde düşmanlık duygusuna, kin duygusuna, nefret duygusuna yer verme… Bir kere insanın ruhuna düşmanlık, kin, nefret duygusu girdi mi bu duygular kurt gibi onun ruhunu da, benliğini de kemirir de kemirir…

Düşmanlık duygusu ne zaman hoş görülür? Ne zaman ülkeyi savunmak söz konusu olursa…

Bunun dışında düşmanlık yoktur, sevgi vardır…

Sev kardeşim sev… İnsanı da sev, hayvanı da sev…

Özgür Gaziantep, 25 Ekim 1986

  1. MUCİZE

KIZMAK YOK

  1. KALIPLAŞMIŞ DÜŞÜNCE… 

Batı düşüncesinden uzak, Osmanlı kafasındaki aydınlarımız ileriden beri batı kültürüne karşı olmuşlardır. Bazıları da “Batının tekniğini alalım ama kültürünü almayalım!” diye ileri görüşlülük taslamıştır. Oysa batının kültürü ile tekniği birbirinin ürünüdür. Kültürü olmazsa tekniği de olmaz…

Batıyı öykünmeye gerçek aydınlar da karşı çıkmışlardır. Bunlara göre amaç öykünmek olmamalıdır; amaç, özümsemektir.

Batının öykünülmesine herkes karşı çıkar. Batı öykünülmemeli, özümsenmeli ki yararlı ola; yoksa, öykünme ile bir yere varılmaz.

Osmanlı kafasından kurtulamayan aydınlar, kendi kaynaklarımıza dönmeyi salık verirler. Kendi kültürümüzün, kendi düşün adamlarımızın düşüncelerinin özümsenmesini isterler. Ancak bir koşulla: Din dışı düşünceye kaymamak koşuluyla.

Oysa kalıplaşmış düşünce olmaz…O düşünce değildir, doğmadır. Düşüncenin din dışı olanı da vardır. Dine koşut olanı da…

Ne var ki bizde din dışı düşünceler daha kaynağında “dinsizlik”, “zındıklık” suçlaması ile anında bastırılmıştır. İnsanoğlunun gelecekteki yaşantısı dinsel kurallara göre, daha dünyaya gelmeden önce belirlenmiştir. Örneğin; ayaklarını nasıl kullanacağı, ayakyoluna giderken ilkin hangi ayağını atacağı, camiye girerken hangi ayakla gireceğini, yine ayakyolunda hangi eli ile ve hangi elinin parmağı ile temizleneceği dinsel emirler olarak daha çocukken insanın kafasına yerleştirilmiştir.

Böyle olunca insanoğlu aklını çalıştırma gereği duymamaktadır. Akıl, bir bilgisayar gibi programlanmakta, şeriatça nasıl programlanmışsa öylece hareket etmektedir. Bunun zararı da akla olmaktadır. Çünkü böyle programlanan insanın   düşünmesine, yaratmasına gereksinimi kalmamıştır. İşle bu nedenle tüm İslâm dünyası geri kalmıştır…

Bu dinsel uygulamaya karşı çıkan kendi din bilginlerimiz de vardır. Aklın önemini vurgulayan aydınlarımız; açık görüşleri, parlak zekâları, cesurca girişimleri ile halk katında yer almışlar, saygı görmüşlerdir.

Osmanlı şeriatla bütünleştiği için Sünni düşünce dışında hiçbir düşünceye gelişme olanağı tanımamış, bu amaçla binlerce kişiyi kılıçtan geçirmiştir…

Kendi kaynaklarımıza, kendi düşün adamlarımıza dönmek istiyorsak; Mevlana’ya, Hacı Bektaşî Veliye, Yunus Emre’ye, Şeyh Bedrettin Simavi’ye, Pir Sultan Abdal’a yönelmeli; onların, hayatlarını, düşüncelerini bilmeliyiz. İsmail Maşuki (Oğlanlar Şeyhi), Sütçü Beşir, Molla Kabız, Molla Lütfi gibi din bilginlerinin dinsel düşünceye getirdikleri yorumlarını, görüşlerini, uygulamalarını incelemeliyiz.

Osmanlı kafasındaki aydınlar kendi kaynaklarımıza dönse bile; bunların özgür düşüncelerine, yaratıcılıklarına, akla verdikleri değerlere, bu dünyaya verdikleri öneme, yaşama şevkle sarılmalarına, çalıp söyleyip oynamalarına katlanamaz. Çünkü Osmanlı kafasındaki aydın için bu dünya önemli değildir. Önemli olan öteki dünyadır. Bu dünya yalancıdır, bu dünya geçicidir.

Osmanlı düşüncesini kafalarından atamayan aydınlarımız Osmanlı döneminde yetişen din bilginlerimizin yıllarca önce ileri sürdükleri düşünceleri kabul edemeyecek kadar geri yapıdadırlar. Eğer Osmanlı döneminde yetişen din bilginlerimizin dine getirdikleri; aydınlık görüşlere, yaratıcılığa, hareket ve canlılığa saygı duysalardı bu gün Türkiye’miz Avrupa’dan da ileri olurdu…

Şimdi bile Çağdaş Cumhuriyet’in çocuklarının aklını, yaratıcılığını köreltme çabası ile Allah’a hizmet arz ettiklerini sanan aymazlar vardır. Bu tür çabaların boşuna olduğunu söylemekte de yarar vardır. Çünkü eninde sonunda aydınlık karanlığı boğacaktır…

Özgür Gaziantep, 9 Eylül 1986

86-DOMUZLAR