LAİKLİK 65’İN DEVAMI…

Ulusçuluğun etkisi ile etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya başladığı 19. yüzyılın ilk yarısında hatta sonlarında bile, Osmanlı yönetiminin Türk’e olan yaklaşımı değişmemişti. 1874 yılında “Dünya Tarihi” kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, “Osmanlı devletin adıdır, milletimizin adı Türk’tür” görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.(14) Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26.

Koçu Beyin, 4. Murat’a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları yazıyordu:

“…mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, Çingene, tatar, kurt, ecnebi, Laz, Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler…”

“Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, Çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kalleş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu.”  Bu sözler yazılıp Türk olduğu söylenen Padişaha veriliyordu. (Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145.)

Abdülhamit’in Araplara ve İslamiyet’e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında “Türküm” demek, Türk’ten söz etmek büyük suçtu”. (Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63).        

Devletin dayandığı kendi halkına bu denli yabancılaşmasından olsa gerek, Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. ( M. Rauf İnan, Atatürk’ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.)

… Zaten, yeryüzünde dini ile birlikte dilini de değiştiren bir millete Osmanlı Devletinden başka rastlanmamıştır.  Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler “azınlık” konumunda kaldı.

1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: “Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün ‘Türk’ veya Türkmen’ olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin ‘eşek kafalı’ anlamında, ‘Türk kafa’ diye homurdanırsın.” (Ramsay’dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.)

Aynı yıllarda, Türk-Yunan Savaşı ortamında Şair Mehmet Emin‘in yayımladığı kitapta, “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur” dizeleri yer alıyordu. Ancak, üstünlüğü kanıtlamak için şiirler yeterli değildi. Kendi yöneticisi tarafından aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı tarihin en zor dönemini yaşıyordu.

Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı’nın, Türk’e yaklaşımından farklı değildi. Türkologlara göre Türkler; insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar; anlamaya da çalışmazlar… İslam dininin Türkler üzerindeki etkisi iyi sonuç vermemiştir. Türkler, Müslüman Asya’nın Avrupa’ya karşı savaşan askeri oldu. Müslümanlık, Türk dehasına ters düştü. İslam, bu “Yarı Çinliler”den “Acımasız İranlılar” yarattı. (Türkoloji uzmanı Cahun’dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308.)

Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.

“Sorma bana oymağımı boyumu, 

Beş bin yıldır millet gibi yaşarım… 

Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı, 

Türküm, bu ad her unvandan üstündür,”  diye haykırıyordu.

Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunmak olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler. Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır:

“Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir….

Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. …lakabımız ‘makak’tı. (bir çeşit şempanze maymun türü) Gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu. İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: ‘Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.’ Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum;‘Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali.’  

İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türk’e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul’dadır.

Ancak biz başa dönerek, Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım. Böylece,  padişah analarının kökeni öğrenilecek, Türk Ulusunun kanı ve canı üzerine kurulan saltanata karşın, Türk’e düşman oluş nedenleri daha iyi anlaşılacak, “ecdat” özlemi çekenlerin “ecdadı” daha iyi tanınmış olunacaktır.

(Uğurol Barlas’ın 30.3.2015 iletisi. Kendisine teşekkürler…)

 

LAİKLİK 65’İN DEVAMI…

Osmanlı düşüncesinde, “kavmi necip” olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; “Türk” deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. “Türk hükümeti”, “Türk ordusu”, “Türk ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu.

1913 tarihli “Mecmuai Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında; “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslüman’ız. Buhara’lı hanlar bile kendilerini Türk saymazlar; Zira onların ecdadı da vaktiyle Türkistan’ı zapt etmiş olan Araplardan başkası değildir,” demekle Anadolu’da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr ediyordu. Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı “İslam’da Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türk’e karşı savaş açmış ve “Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok…Gerekli olan şeriatı öğrenmektir,” demiştir. 1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türk’e Türklük benliği vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunmuştur.

Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.

Bu tutum ve koşullar içerisinde “Türk” kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içinde “Türk” yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez “Osmanlı Efendisine Türk’ demek hakaret sayılmış”, “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur. (Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen’den aktaran, Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.1.) 

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. (Hikmet Bayur, a.g.y., s.15)

İstanbul’un alınmasından 4. Murat’ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenli olanlardan sadece 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı  gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır. Padişahlar, yakın korumalarını da hep devşirmelerden seçmişlerdir.  10) Hikmet Bayur, a.g.y., s.17Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içerisinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi’nin kurduğu; Türk geleneğini, dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu’da yayılmaya başladı. Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendî Tarikatı, yeniliklere karşı koymak alışkanlığını güden Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık gösteriyordu. Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. “Kaba Türk”, “Anlayışsız Türkler”, “Pis Türkler” gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu. (Özer Ozankaya, Türkiye’de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.)

Osmanlı yönetiminde Türk’e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:

“Türk değil mi Merzifon’un eşeği; 

Eşek değil, köpekten de aşağı.”

Osmanlı’nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:

“Şalvarı şaltak Osmanlı 

Eğeri kaltak Osmanlı 

Ekmekte yok, biçmekte yok 

Yemekde ortak Osmanlı”

(Özer Ozankaya, a.g.y., s.121).

Kendi yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum beklenemezdi. Yabancılar, Türkleri “yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir” (13)  Warshew’den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311. şeklinde yorumluyorlardı.

DEVAMI VAR…

LAİKLİK 65

 

65 TÜRKLERİ SEVMEYEN OSMANLI

“Osmanlıcılara Sunulur …”

Yatıp, kalkıp Atatürk‘e dua edelim…

Yoksa yeryüzünde ne Türk, nede o çok sevdikleri  Osmanlı kalacakmış…

Bunları bir de bazıları!! Anlayabilseler..

“Ne mutlu Türk’üm” diyemeyenlerin neden Osmanlıcılığa sarılışlarını iyi açıklayan bir  derleme…

Türk’ü Sevmeyen Osmanlı

Osmanlı padişahlarının ne denli Türk asıllı oldukları kuşkuludur. Çünkü kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan; komşu ülkelere saldırmak ve onlardan savaş tazminatı ve ganimeti almak siyasetine dayalı olarak güçlenip zenginleştikten sonra, yatak odalarını, Harem’ler kurarak zenginleştiren padişah-halifelerin birçoğu sayesinde, soy birliği bozulmuş olduğu görülmektedir. …

Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hemen hep yabancılardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahına kadar devam etti”(1)  Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan… C.2, s.440.

Belki bu özelliklerinden dolayı, “halife” sanlı padişahlar, bu sanın yarattığı olanaklardan yararlanarak, yönetimi altında bulunan ve özellikle “Türk” kimliği taşıyan insanları tıpkı bir sürü gibi yönetmeyi yeğlemişlerdir. Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede, “Türk iti şehre gelince Faresice ürer” denilmektedir.  (2) Burhan Oğuz’dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118.

Osmanlı şairlerinden Baki’nin, “Muhteşem Süleyman” olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle:

“Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.  

Ey hoca, Türk toplumundan olanın başı kabadır. 

Türk, sultan olmak yeteneğinden yoksundur.”

Yine bir Osmanlı şairi olan Nef’i ise;

“Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır” demiştir. Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde, “Baban da olsa Türkü öldür” nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammed’e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir kıt’asını yineleyelim:

 

“Sakın Türk’ü insan sanma, 

Bir an bile olsa Türk’le birlikte olma.“

 

Türk eline şeker olsa o şeker zehir olur.

Türk’ün başın keserken sakın gam yeme. 

Baban da olsa Türk’ü öldür.” ( Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121)

 

Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve “İşine devam et” demiştir.  Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611),  55 bin insan (Kızılbaş Türkmenler) doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu’nun yanıtı “Vurun şu pis Türkün başını” olmuştur.” Cellâtların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı’nın yetkilisi,  öldürülen çocuk da Anadolu’nun evladı bir Türk’tür. (Olayı ayrıntıları ile Osmanlı tarihçisi Naima’dan öğrenmek olasıdır.)

Yavuz Sultan Selim’in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk unsur arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişmiştir. Şeriata dayalı yönetim anlayışı üst yönetime egemen olur iken, Anadolu’da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili ve Türk kültürü kendini korumak olanağı bulmuştur. Yönetimin Anadolu’yu dil aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. Bu nedenle Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40 bin kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır. Çetin Yetkin, Türk Halkı… s.161.) 

Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır:

“Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltizamına derman yok.” Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır. Osmanlı tarihçisi Naima “Tarihi”nde Türkler için; “nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır.”   (Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul, C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.) 

Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar.” (Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12.)

DEVAMI VAR…

LAİKLİK 64’ÜN DEVAMI…

Bir tek uluslararası ismimiz Behçet Bey’dir. Kendisini tanımıyorum ama Behçet Hastalığı dünya tıp literatürüne girmiştir. Tabii gönül isterdi ki
hastalığı değil ilacını bulsaydı ama zamanla o da olacaktır. Yani koca tarihe baktığınızda bula bula bir hastalık bulmuşuz. O da tam bir icat sayılmaz aslında. Hastalığı Behçet Bey üretmediğine göre. Mesela matbaayı biz bulmadığımız gibi bulanı da ciddiye almamışız. O yüzden hala büyük harfleri ya da küçük harfleri ya da hiçbirini tanımayan insanlar yaşıyor aramızda. Söylememe gerek yok ama onun da sizin gibi bir oy kullanma hakkı var.

Tarih boyunca bilime hiç katkıda bulunmamış bir topluma birçok icattan yararlanma imkânı verdiği için dünyaya şükran borçluyuz. Adamlar telefonu buldu, biz de bari en azından jetonu bulsaydık.

Bizim orta öğretimimizde akılda kalan cümle sudur:  Yahu bu matematiğin günlük hayatımızda bize ne faydası olacak?… Hemen herkes matematikten nefret eder ve faydasız bir şey olduğunu düşünürler. E bir toplum ya dayak yememiş ya da hesap bilmiyor durumundaysa batar tabii. Matematik insanoğlunun bulduğu en yararlı derstir.

Matematikten anlamamak bir kusurdur. Ama bununla övünmek eşekliktir. Çünkü bu başarısız öğrenciler arasında yaygındır. Onlar akılları sıra matematikten anlayanı ve başarılı notlar alanı marjinal yapmak isterler… Yani onlara göre matematikten kalmak değil ondan geçmek tuhaftır. Çalışkan öğrenciye inek derler ama tembel ve sorumsuz öğrenciye takılmış herhangi bir hayvan ismi yoktur.

Matematikten hoşlanmayan öğrenciler sonraki hayatlarında genellikle tercihlerini hep yanlış yapan insanlar olurlar. Sanırım ülkemizdeki seçim
sonuçları buna kanıt oluşturmaya yeter. Kendi yerel zenginliklerimizin de farkında değiliz.

Sözgelimi Bodrum’daki otellerin neredeyse hiçbirinde Bodrum zeytini yoktur. Köylerinde yüzlerce çeşit peynir yapılan turistik bir beldede oraya üç yüz kilometre uzaktan gelmiş ve otelin satın alma müdürünün zimmetine geçirdiğinden artanla alınmış bir beyaz peynir sunulur. Yani otelin hemen arkasındaki tepenin yamacındaki köyde yapılan muhteşem keçi peynirinden otelde kalan İtalya’nın haberi olsa sırf o peynir için seneye bir daha gelecek ama maalesef bu olmamaktadır. Üstelik getirilen peynirin yanına bir parça hıyar, biraz da maydanoz konarak turiste ’bizim yalnızca peynirimiz değil sebzelerimiz de iğrençtir’ mesajı verilmektedir.

Cem YILMAZ. (Uğurol Barlas’ın 11.2.2015 tarihli iletisinden… Kendisine teşekkürler…)

LAİKLİK 64

64 CEM YILMAZ’DAN…

Demokrasinin en tuhaf tarafı oylama sistemidir. Yani her seçmenin bir oy hakkı vardır ama hiçbir işe yaramamaktadır. Çünkü her insanın bir oy hakkI olması adaletsizlik. Adını yazmayı bilmeyenle yazıyı icat edenin eşit oy hakkı olması bütün düzensizliğin kaynağıdır.

Bence sağlam bir bilgisayar ağıyla vatandaşların üretime katkısı, ödediği vergi tutarı, yaptığı hayırlı ve hayırsız iş sayısı öğrenilip beli bir katsayıyla çarpıldıktan sonra kişinin verebileceği oy sayısı hesaplanabilir.

Düşünsenize ikiyiz milyar vergi verenin de bir oy hakki var o tutardan fazla vergiyi kaçıranın da. Orman yakanın da bir oy hakki var ağaç dikenin de… Seçme durumu bu. Seçilenlerde de durum farklı değil. En fazlasından ilkokul bitirmiş olma serti aranıyor o kadar. Yani heykel yapan da seçilebiliyor, içine tüküren de! Memlekete katkı ne kadar fazlaysa oy hakkının da o kadar fazla olması gerekir. Var olan durum bence hukuka aykırıdır.

Oylamada bu haksızlık yapılırken sonuçları değerlendirmede de yanlış yapılmaktadır.

Enflasyon devletin alenen suç işlediğinin kanıtıdır. Çünkü devlet besbelli ki kalpazanlık yapmaktadır.

Yani devlet açık açık sahte para basmaktadır ve bunları aslından ayırmak imkânsızdır.

Ekonomi neden battı söyleyeyim: Bir kere ekonomi üreticiler arasındaki bir tüketici ilişkisine dönmedikçe refah gelmez. Her üretici aynı zamanda bir tüketicidir ama pek çok tüketici sadece tüketicidir. Hiçbir şey üretmez, hiçbir işe yaramazlar. Hiçbir meslek erbabı değildirler.

Hiçbir konuda yetenekleri yoktur. Ya da o böyle olduğuna inanmıştır. Mükemmele yakın okey oynar ama bu spor henüz olimpiyat kapsamına alınmamıştır maalesef.

Bir ekonomide bu kadar TÜKETİCİ olursa batar tabii.

Dünyanın en az icat yapılan ülkesi Türkiye’dir. Zaten ‘başımıza icat çıkarma simdi!’ diye bir deyimin üretildiği bir ülkede sonuç başka türlü olamazdı.

Ama ülkende sağlam bir telif hakları yasası yoksa insanın içinden icat yapası da gelmez herhalde.

Yani demem o ki en azından bir vantilatör filan icat edebilirdik. Ya da tost makinesi. Bunlar atla deve değil diye söylüyorum.

Yani MR cihazı demiyorum mesela. O zor tamam ama herhalde bir teflon tava yapabilirdik. Ama kendi icatçılarımıza deli muamelesi yapınca uygarlığa katkı sağlanamıyor tabii. Her mahallede vardır kendisi hakkında ‘Bu mu? Manyağın teki mucit o! Kendi kendine acayip şeyler icat eder..’ diye bahsedilen biri.

DEVAMI YARIN…

LAİKLİK 63’ÜN DEVAMI…

Ayrıca Türkiye, AKP tarafından 2004 yılında yapılan anayasa değişikliği İle uluslararası sözleşmelerin iç hukuktaki yasalardan üstün olduğunu ve öncelikle uygulanacağı hükmünü kabul etti. işte anayasa 90/son fıkrası: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmaları aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”

Bu durumda;

1) TC Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi’ni kabul ederek kendisini bağlamıştır.

2) AİHM’nin bireysel başvuruları kabul etmesini onaylamıştır.

3) AİHM’nin vereceği kararları uygulayacağını kabul etmiştir.

4) Uluslararası antlaşmaların, iç hukuk kurallarından daha üstün olduğunu kabul etmiş ve bunu anayasasına koymuştur.

5) Bu durumda AÎHM’nin kararlan yasal olarak geçerlidir.

6) AİHM kararına karşı, bir yasa çıkarılsa bile, bu yasa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. Verilen bu bilgilerden sonra, AİHM karan bireysel midir, yürürlükte midir, kabul edilir mi, kabul edilemez mi gibi sorular hukuken ortada kalmaktadır.

Dönüp dolaşmaya, hukuka karşı hile yapmaya ve takiyye yapmaya gerek yoktur.

29 Haziran 2004 tarihli Leyla Şahin davasında TC Anayasa Mahkemesinin karar gerekçelerinin bağlayıcılığı konusu üzerinde de durulmuştur.. Bu konu ayrıca mukayeseli hukuk açısından da irdelenmiştir.

Sözü edilen kararın 52. paragrafında Anayasa Mahkemesi’nin E. 1998/58 K. 1999/19 sayılı kararında aşağıdaki önemli hüküm tekrarlanmıştır.

Aynen şöyle:

“Başta yasama organı olmak üzere yasama ve yürütme, kararların yalnız sonuçlan ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Gerekçeleriyle birlikte kararlar, yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler.” Görüleceği gibi Anayasa Mahkememiz, bu kararında Anayasa Mahkemesi kararlarının bir bütünlük içinde gerekçeleri ile hüküm ifade edeceğini belirtmiştir. AİHM de bu hükme gönderme yapmıştır.

Mukayeseli Hukuk Açısından

Sözü edilen Leyla Şahin kararında, türban ve İslami başörtüsü tartışmalarının Avrupa’daki durumuna da gönderme yapılmaktadır.

Kararda, Avrupa ülkelerinde, İslami başörtüsü hakkındaki tartışmanın yükseköğretim kurumlarından çok ilk ve orta dereceli okullarda görüldüğünü, konunun genellikle yerel  düzeyde çözümlendiğini, Belçika’nın Fransızca konuşulan bölümlerinde devlet okullarının İslami başörtüsüne izin vermediğini, Belçika mahkemelerinin, “bu gibi davalarda sürekli olarak devlet eğitiminin eşitlik ve tarafsızlık ilkelerinin din özgürlüğünden önce geldiğim” kabul etmiş ve şikâyetçilerle ailelerinin aleyhinde karar verdiği belirtilmiştir. Konuyla ilgili diğer hususlar AİHM kararının 54, 55, 56 ve 57 numaralı bölümlerinde yer almıştır.

Şöyle ki, Fransa’da:

Laikliğin, cumhuriyetçi değerlerin temeli Fransa’da, devlet okullarında İslami başörtüsü takılması sorunu çok canlı bir tartışmanın doğmasına sebep olmuştur. Laiklik Komisyonu, Cumhurbaşkanı’na bu konudaki görüşünü bildirdikten sonra, Ulusal Meclis laiklik İlkesi uyarınca, ilk ve orta dereceli devlet okullarında bir dini eğilimi ortaya koyan işaretlerin taşınması ve dini kıyafetler giyilmesiyle ilgili düzenlemeler getiren bir yasa tasarısını 10  Şubat 2004 tarihinde onaylamıştır. Yasanın 1. maddesi aşağıdaki gibidir:

“İlk ve orta dereceli devlet okullarında öğrencilerin bir dini eğilimi açıkça ortaya koyan işaretleri taşımaları ve kıyafetleri giymeleri yasaktır. Okul kuralları, disiplin işlemlerinin Öğrenciyle yapılan görüşme sonrasında uygulanacağını belirtip Üniversitelerle ilgili olarak, Laiklik Komisyonu önceliğin Öğrencilerin dini, siyasi ve felsefi inançlarım ifade etme hakkının üniversitelerin işleyişiyle ilgili kuralların ihlal edilmesine yol açmaması gerektiğini belirtmiştir.

Leyla Şahin ‘in bu davalarda hukuki iddiası neydi? Leyla Şahin ve avukatları, yükseköğretimde İslami başörtüsü takılmasına getirilen yasağın din özgürlüğü ve Özellikle de kişinin dinini açıklama hakkına yapılan haksız bir müdahale olduğunu belirtmekte ve bu hususun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9, maddesini ihlal ettiğini ileri sürmekteydi.

Bu noktada AlHS’nin 9. maddesi ne diyor; ona bakabiliriz:

“1. Herkes düşünce, vicdan ve din Özgürlüğüne sahiptir. Bu hak din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancım açıklama özgürlüğünü de içerir.

2. Din veya inancını açıklama özgürlüğü, ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgülüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.”

AİHM’nin bu konudaki yargısı şöyledir: “Mahkeme, sözleşmenin 9. maddesinde hükme bağlandığı gibi, düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün sözleşmenin anlamı içerisinde demokratik bir toplumun’ temel taşlarından biri olduğunu vurgular.

• Bu Özgürlük, dini boyutuyla, inananların kimliğini ve yaşam anlayışlarını meydana getiren hayati unsurlardan biridir, ancak aynı zamanda ateistler, agnostikler, septikler ve bu konuyla ilgilenmeyenler için de çok önemli bir değerdir. Asırlar boyunca, büyük güçlükler sonucunda elde edilen ve demokratik bir toplumun ayrılmaz bir parçası olan çoğulculuk buna dayanır.

• Bu özgürlük, başka şeylerin yanı sıra, bir dini inanca sahip olma ya da olmama ve dinin gereklerini yerine getirme ya da getirmeme özgürlüğünü de içerir.”

(Başka kararların yanı sıra bkz. Kokkinakis ve Yunanistan. 25 Mayıs 1993. Seri A No: 260-A p.17, Prg 3 ve Buscarini ve diğerleri, San Marino (GC) No. 24665/94&34, ECHR- 1999/1)

Bu hususları belirten AİHM, sözleşmenin 9. maddesinin “bir din ya da inançtan kaynaklanan ya da esinlenilerek gerçekleştirilen bütün eylemleri korumadığını”, özellikle “kamu alanında bir dinin emrettiği şekilde davranma Özgürlüğünü her durumda güvence altına almadığım, bu konuda AÎHM’nin çok sayıda karan olduğunu” belirtmiştir. Bu konuda Özellikle sözleşmenin 9. madde 2. fıkrasına bakmak gerektiğini de belirtmiştir.

+

Siz bakmayın bu mahkeme kararlarına… Prof. Rennan pekünlü, bu kararlara uyduğu için tıkıldı zindana…

Av. Hayri Balta,

LAİKLİK 63

63 HUKUKA TAKLA ATTIRAN BİR ÜLKE: TÜRKİYE…

 

Siz Bakmayın Bu Mahkeme Kararlarına…

Prof. Rennan Pekünlü, Bu Kararlara Uyduğu İçin Tıkıldı Zindana…

 

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi iken, yönetmelikleri, genelgeleri ve kuralları ısrarla çiğneyerek türban takmakta direnmesi sonucu sınavlara alınmayan Leyla Şahin, bir seri dava açmış ve iç hukuk yolları tükenince, AÎHM’ye müracaat ederek  dava açmıştı. 21 Haziran 1998 tarihinde yapılan bu başvuru incelenmiş ve 29 Haziran 2004 yılında AİHM’nin 7 kişilik yargıçlar kurulu kararını vermişti. Bu karar Leyla Şahin’in aleyhine çıkmıştı.

Bunun üzerine Leyla Şahin AİHM”nin Bu kararına karşı 17 yargıçtan oluşan Büyük Daire ‘ye (Grand Chamber) başvurdu. Bu kez de, Leyla Şahin’in itirazı geçersiz bulundu ve Büyük Daire gerek Türk mahkemelerinin gerekse AİHM’nin ilgili dairesi tarafından alınan 29 Haziran 2004 tarihli kararının, Avrupa Birliği Sözleşmesince güvence altına alman Temel Hak ve Özgürlüklere aykırı olmadığını 10 Kasım 2005  tarihinde karar altına aldı.

 Bu karar, kuşkusuz hukuk tarihimizde ve turban (sıkmabaş) bir siyasal simge olarak gören ve kullanan siyasal partiler açısından da son derece önemli.

 AİHM’nin bu önemli kararında, gerek Danıştay’ın, gerek Anayasa Mahkemesi’nin, gerekse AİHM’nin daha önce aldığı Refah Partisi davasma dair hükümlere  ve Avrupa’daki diğer dava ve dosyalara hukuksal göndermeler yapılmıştır. AÎHM’nin Büyük Dairesi’nin son kararının hukuken ne anlama geldiği üzerinde durulmalıdır. Çünkü türban konusu, Türkiye’nin siyasal yaşamını son 25 yıldır işgal etmektedir. Bu karardan sonraki Başbakan, Dışişleri ve Meclis Başkanı’nın siyasal çıkışları, bu konunun daha uzun yıllar siyasal yaşamımızı etkileyeceğini göstermektedir. Bu son kararın anlaşılması için Leyla Şahin konusuna eğilmemiz gerekiyor.

Leylâ Şahinin Öyküsü

Leyla Şahin davası 7 yıllık geçmişi  olan bir öyküdür.  1973 doğumlu Leyla Şahin, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi beşinci  sınıf öğrencisi iken yatay geçiş yaparak  26 Ağustos 1997’de istanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne kaydolmuştur. Leyla Şahin’in ilk dört yıl türban takmadığı hususu 29 Haziran 2004 tarihli AİHM kararında açıkça yazılmıştır. Şahin, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne devam ederken 23 Şubat 1998’de istanbul Üniversitesi öğrencilerinin, üniversite kampusuna (yerleşke) alınmasını düzenleyen bir genelge yayımlandı. Bu genelgenin içeriği ve kapsadığı hususlar şöyle Özetlenebilir•

Anayasa, yasa, yönetmelikler, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile üniversite yönetim kurulu kararları doğrultusunda, (yabancı öğrenciler dahil) bayan öğrenciler başları bağlı olarak (sıkmabaş-türban), erkek öğrenciler sakallı olarak ders, staj ve uygulamalara alınamazlar.

• Bu gibi öğrenciler önce uyarılacak, dershaneden çıkmıyorsa bir tutanakla durum tespit edilecek ve ilgili öğrenci hakkında işlem yapılmak üzere anabilim dalı, bölüm ve dekanlığa bildirilecektir. Genelgeden 17 gün sonra, 12 Mart 1998 ‘de türbanlı Şahin, gerekli uyarıya uymadığı için onkoloji sınavına alınmadı. 20  Mart 1998’de de ortopedi bölümüne, l0 Nisan 1998’de nöroloji dersine, 10 Haziran 1998’de de kamu sağlığı sınavına aynı gerekçelerle kabul edilmedi.

•  Leyla Şahin, bu noktada sözü edilen 23 Şubat 1998 tarihli İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü genelgesinin iptali için 29 Temmuz 1998 tarihinde İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nde dava açtı.

• İstanbul Bölge idare Mahkemesi, 19 Mart 1999 tarihli kararıyla, yasaların, İstanbul Üniversitesi Rektörü’ne, üniversitede düzenin sağlanması için yetki verdiğini, bunun da öğrencilerin kılık-kıyafetlerinin düzenlenmesini kapsadığını belirtti ve bu ne İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerinin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi, ilk kez Avrupa devletleri tarafından 20 Mart 1950’de Roma’da imzalandı. Bu sözleşme Avrupa devletleri yönünden 3 Eylül 1952’de yürürlüğe girdi.

Türkiye bu  sözleşmeyi 1954 yılında 6663 sayılı yasa ile onayladı (19.3.1954 tarih ve 8662 sayılı  Resmi Gazete). Bu sözleşme Türkiye Cumhuriyeti ‘açısından 18 Mayıs 1954’te yürürlüğe  girdi.

Türkiye Özal döneminde, 1987’den itibaren AÎHM’nin bireysel başvurulan kabul kavramını empoze etmeye çalışan aşırı siyasi hareketlerin olduğunu gözden kaçırmamıştır ” demiştir.

 • Laiklik ilkesi, Anayasa Mahkemesi tarafından vurgulandığı üniversitelerde bir dini işaret olarak İslami başörtüsü takılmasının yasaklamasının temelinde yatan başlıca nedendir…. Dini sembolleri takmalarını kabul etmenin, çoğulculuğun değerleri, başkalarının haklarına saygı ve özellikle kadın ve erkeğin kanun önünde eşitliğinin öğretildiği ve uygulamaya konulduğu böyle bir bağlamda, bu tür değerlerin gelişmesine aykırılık teşkil eder Böylece, AlHM, Leyla Şahin’in açtığı davada 2004 Temmuzunda;  “Üniversiteye girmeden önce, türbanla öğrenim yapamayacağım bildiği halde türban giymekte ısrarının, kendi dini değerlerini başkalarına dayatma anlamına geldiği” sonucuna varmıştı.

Leyla  Şahin’in avukatları bu karara karşı bir temyiz niteliğinde başvuru yaptı. AİHM’nin kararlarını bozma yetkisine sahip olan Büyük Daire’ye (Grand Chamber) başvurdu. 7 yargıcın verdiği karar, bu kez 1 yargıç tarafından yeniden ele alındı, irdelendi. 10 Kasım’da açıklanan Büyük Daire kararı, Leyla Şahin’in itirazını yersiz buldu. Leyla Şahin’e  “türbanını çıkarması koşuluyla üniversitede okuyabileceğini belirten eski İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun haklılığını vurguladı.

 Kararın özeti:

 • Karar, türban için İslami başörtüsü deyimini kullanıyor ve AÎHM’nin eski kararına gönderme yapılarak bu karardaki görüşlerinin benimsendiğini de vurguluyor. Diğer hususlar şunlardır:

 • Bu kararla;  eşitliğin, hukuk devletinin ve demokrasinin teminatı ve garantisi olan laikliği koruması amaçladığı, bu amacın hukuka uygun ve meşru olduğu,

• Demokrasin korumayı amaçlayan yasa kararının özeti:

• Karar, türban için İslami başörtüsü deyimini kullanıyor ve AİHM’nîn eski kararına gönderme yapılarak bu karardaki görüşlerinin benimsendiğini de vurguluyor. Diğer hususlar şunlardır:

 • Bu kararla; eşitliğin, hukuk devletinin ve demokrasinin teminatı ve garantisi olan laikliği korumayı amaçladığı, bu amacın hukuka uygun ve meşru olduğu,

  • Demokrasiyi korumayı amaçlayan yasal düzenlemelerin olayın gerektirdiği ölçüye ve demokratik hukuk devletinin gereklerine uygun olarak yapıldığı,

  • Davacı Leyla Şahin’in eğitim görme hakkından, önceden bildiği kurallara karşın kendi kurallarım dayattığı için mahrum kaldığı,

 • Türban yasağıyla, davacının eğitim görme hakkından daha ön plana geçen bir değerin korunduğu, kimilerinin kendi dini değerleriyle başkalarını baskı altına alma durumunun engellendiği,

• Türban yasağının, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından, laik  sistemi koruma gibi çok Önemli bir değeri savunma kaygısıyla alındığı, İslami başörtüsü yasağının hukuka ve yasalara uygun kararlara dayandığı ve demokratik hukuk devleti ilkelerine aykırı bulunmadığı sonucuna varıldığını bildiriyor

AIHM ne dedi?

AİHM Değerlendirmesi:

• Çok sayıda dinin bir arada bulunduğu tek ve aynı nüfusu barındıran demokratik toplumlarda, çeşitli grupların menfaatlerini uzlaştırmak ve herkesin inançlarına saygı gösterilmesini sağlamak için kişinin dinini veya inancını gösterme özgürlüğüne sınırlamalar getirmek gerekli olabilir.

• AİHM, eski kararlarında, özellikle İsviçre’ye karşı Dahlab kararında vurguladığı gibi, “demokratik toplumlarda devletin başkalarına özgürlüklerinin ve haklarının, kamu düzeninin ve kamu güvenliğinin korunması için güdülen amaç ile bağdaşmadığında, başörtüsü takılması konusunda sınırlama getirmeye yetkili olduğunu tespit ettiklerini” kaydetmiştir.

Başvuranın küçük çocukların sınırında okul öğretmeni olarak görevli olduğu, yukarıda bahsedilen Dahlab davasında, mahkeme, cinsiyet eşitliği ilkesiyle bağdaştırılması zor olan Kuran’ın kadınlara başörtüsü takma zorunluluğu getirmiş görünmesinin, bunun güçlü ‘dış sembol’ etkisi yaratabileceğini ve bunun bir tür başkalarını dini inancından vazgeçirme etkisi oluşturup oluşturmayacağının sorgulanabileceği, diğer konuları yanında özellikle vurgulanmıştır.

• Aynı şekilde AÎHM, Türkiye’de laiklik ilkesinin, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına  saygıyla uyumlu olan devletin temel ilkelerinden biri olduğunu ifade etmiştir (Refah Partisi ve diğerleri, yukarıda zikredilen dava), Halkın büyük bir çoğunluğunun belli bir dinden olduğu Türkiye gibi bir ülkede, bu dini icra etmeyenleri ya da başka bir dinden olanları köktendinci hareketlerden korumak için üniversitelerde alman önlemlerin sözleşmenin 9/2 maddesine göre haklı görüldüğünü, TC Anayasa Mahkemesi kararının demokrasiye uygun olduğunu belirtmiştir.

AİHM Kararının Hukuki Hükümleri:

• Anayasa Mahkemesi, “laikliğin Türkiye’de demokratik değerlerin güvencesi olduğunu, bireysel vicdanı ilgilendirdiği sürece, inanç özgürlüğünün kısıtlanamayacağı ve vatandaşların kanun karşısında eşit olduğu ilkesini” belirtmiş ve aşağıdaki noktalan vurgulamıştır:

• Laiklik aynı zamanda bireyi dış baskılardan korur. Kişinin dinini ifşa etme hakkına bu değer ve ilkeleri korumak için kısıtlamalar getirilebilir.

• Bu türlü bir laiklik kavramı AİHM’ye göre Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi’nin temelini oluşturan değerlerle uyumludur.

• AİHM bu ilkenin desteklenmesinin Türkiye’de demokrasinin korunması için gerekli olduğunu kabul eder.

 • AİHM aynca Türk anayasa sisteminde kadın haklarının korunmasına verilen önemi kabul etmekte ve cinsiyet eşitliğini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin temelini oluşturan anahtar ilkelerden biri olarak tanımaktadır. Bu husus, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin ulaşması gereken bir amaçtır. Görüldüğü gibi AÎHM aynı zamanda bu uygulamayı diğer Avrupa ülkelerine önermektedir.

 • AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye bağlamında (türban) sorununu değerlendirmesinde, zorunlu bir dini vecibe gibi takdim edilen veya algılanan böylesi bir simgeyi takmanın, onu takmamayı seçenler üzerinde yaratacağı etkiyi göz önüne almak zorundadır hükmünü kabul etmiştir.

• AİHM, burada Refah Partisi kapatılma kararına gönderme yapmış ve “Mahkeme daha önce Türkiye’de kendi dinlerinin sembollerini ve dini inançlar üzerine kurulmuş bir toplum ve bunlar üzerinde karar vermesini ve vereceği kararlan da uygulayacağını kabul etti.

LAİKLİK 61

61 DÜŞÜNCE ve İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ SINIRSIZDIR…

Bir yazısında, “Paşalar sermaye düzeninin koruyucusu” dediği gerekçesiyle Genel Kurmayın hakkında yaptığı suç duyurusu üzerine yargılanan Gazeteci Rahmi Yıldırım dün hakim karşısına çıktı.

Cumhuriyet Savcısı: “Ne denli sert ve kırıcı olursa olsun, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırsız olduğunu” belirterek Yıldırım’ın beraatını istedi.

Yıldırım, aralarında, aralarında Orhan Pamuk’un da bulunduğu çok sayıda yazara açılan davaya dayanak olan TCK 301. maddeden beraat eden ilk gazeteci oldu.” (Vatan, 25.10.2005)

+

Böyle bir davanın açılmasını anlamsız buluyorum.

Niçin anlamsız bulduğumu anlatmak için önce 301. maddeyi buraya alıyorum…

 “Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama:

MADDE 301 –

(1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, 6 aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydın iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.

(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.

+

Anayasamızın 35. maddesi: “Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir.” der.

Başta hükümet organları olmak üzere bütün organların; bu arada TC’nin koruyup kollamakla yükümlü Paşaların yönetiminde olan Ordu’nun da mülkiyet hakkının korunmasına hizmet etmek asli görevleri arasındadır.

durumda “Paşalar sermaye düzeninin koruyucusu” sözünden alınmanın ne anlamı var.

Paşalar, Anayasada belirlenen görevlerini yapmış olmuyor mu? Paşalar, aynı zamanda emeğin de hakkını korumakla yükümlüler…

Bu davada önemli olan Cumhuriyet Savcısının “Ne denli sert ve kırıcı olursa olsun, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırsız olduğunu” belirtmesindedir.

Bu davanın önemi buradadır. Demek ki başta hükümet olmak üzere devletin bütün organları; yargısı da, ordusu da, korkmadan eleştirilebilinir.

Artık  bütün yasama, yürütme, yargı organları  saydam (şeffaf) olmak zorundadır.

Yurttaşlar da bu saydamlığa aykırı durumları korkmadan, acımasızca eleştirebilmelidir ki çağdaş uygarlığa ulaşabilelim.

Av. Hayri Balta, 29.10.2005

+x

LAİKLİK 60

60 UTANÇ SINIFI

İstanbul Gazi İlköğretim Okulu’nda velisi bağış yapmayan çocuklar “Gariban” sınıfında toplanıyor.

 

İşte UtandIran Diyaloğ

Müdür: Çocuğun senin için kıymetliyse o bağışı yapacaksın, 100 milyon liradan aşağı olmaz.

Veli: Başbakan bağış vermeyin, isteyeni şikâyet edin diyor.

Müdür: Git kardeşim, şikâyet et o zaman.

Veli: Devlet size almayacaksınız diyor.

Müdür: Devlet bana, bildiğin gibi yap, diyor.

Veli: Para yoksa okutamayacak mıyız çocuğumuzu?

Müdür: Okutacaksın ama sadece okuryazar olacak.

Veli: Para verenlerin eğitimi farklı, diğerleri farklı mı olacak?

Müdür: Mecbur, ne yapalım. Para vermeyenlerin çocukları gariban sınıfında okuyacak…

Yalnızca okur yazar olacak…

 VATAN, 15 Eylül 2005

+

Her sene, bu hikâye, gelir önümüze.

Devlet der “İsterlerse para vermeyin!”

Müdür der: “Devlete boş verin!”

Burası Türkiye’dir.

İnsanın başına beklemediği şeyler gelir.

Her türlü hukuksuzluk yapılır.

Yakınmaya kalkarsan: “Git, hangi taş büyükse ona başvur!” denir…

Hayri Balta, 19.9.2005

LAİKLİK 59

59 SÜPER AYDINIM BÖYLE YAPARSA, KARA CAHİLİM NE YAPMAZ

Yorum yapmıyorum.

Çünkü söyleyecek söz bulamıyorum.

Bilgilerinize sunuyorum:

Sabah gazetesinin eski ve yeni patronları, genel yayın müdürü hakkında ağır yazıları yazan Fatih Altaylı Türk basın tarihindeki transfer rekorunu kırarak SABAH’A geçti

 

Fatih Altaylı’nın Hürriyet’ten ayrılıp SABAH’a geçmek için Turgay Ciner’e ait Kanal 1 adlı televizyonun yüzde 20 hissesini aldığı, Ciner, Star TV’yi satın alırsa, oradan da yüzde 10 hisse sözü aldığı biliniyor.

Altaylı’nın transfer ücreti olarak Ciner’den yaklaşık 2 milyon dolar aldığı konuşuluyor.

 

İmzayı attıktan sonra, yeni patronu Turgay Ciner Altaylı’ya 110 bin Euro (180 milyar TL) değerinde bir saat etti.”

 

Gerek Fatih Altaylı’nın gerekse SABAH yönetimin unutmak istediği Fatih Altaylı imzalı yazılarını okudukça yüzüm kızarıyor.

Hayri Balta: “Bir insan parayla yön değiştirir mi?” diyor…

Ne var ki ne ahlak, ne karakter kaldı.

Parayı alan düdüğü çaldı.

Fatih Altay’lı her yazısında:

“Ne zaman adam oluruz?” diye sorardı.

Nasıl adam olunacağını bize gösterdi…

H. B. 5.8.2005