Hayri

KIZMAK YOK

84-KİM ŞEHİT?..

Melih Cevdet, Cumhuriyet’teki yazısında İran-Irak savaşını ele alarak ölen de öldüren de Müslüman… Bunların hangisi şehitlik mertebesine erecek diye bir soru atmış ortaya.

Gerçekten de Iran: savaşı Müslümanlık uğruna yaptığı savında, öyle ki bütün dünyaya İslâm devrimi ihraç etmek çabasında. Bu kafa ile büyük Atatürk’ün lâiklik ilkesine de saldırmakta. Allah’ın ve Peygamberinin sözü geçmez de Atatürk’ün sözü nasıl geçer demekte. Anlaşılıyor ki Humeyni kendisini dinin koruyucusu sanmakta. Oysa Kuran’da dini biz koruyacağız diye ayetler bulunmakta. İslâm dininin Humeyni’ce korunmasına hiç de gerek bulunmamakta… Ne var ki sen gel bunu Humeyni kafalılara anlat.

Gelelim Irak’a. Irak da Müslüman bir ülke. İran’ın saldırıları nedeniyle binlerce Müslüman kara toprağa girmekte. Humeyni ile Saddam Hüseyin zıtlaştıkça vurulup toprağa düşen Müslümanlar her iki tarafta da artmakta… Şimdi bunların hangisi şehit olacak? İşte üzerinde durulması gereken soru bu. İki Müslüman toplum birbirine girmiş. İkisinden de ölenler var. Bunlardan hangisi şehitlik mertebesine varacak ve cennete gidecek? Düşünülmesi, üstünde durulması gereken bir soru değil mi?

İslam Peygamberi, müşriklere karşı savaşta ölen müminlerin şehit olacağını, ölünce cennette ağırlanacağını belirtmişti. Ama kendisinden sonra Müslüman’ın Müslüman’a kılıç çekeceğini aklından bile geçirmediği için bu konuda söz söylememişti. Ne var ki kendisinden birkaç yıl sonra Hz. Ali ile Muaviye birbirine girdi. Yüzlerce, binlerce Müslüman din uğruna, şehitlik uğruna birbirlerinin kanına girdiler. Bu savaşlarda İslam Peygamberinin en yakınları öldü ve bunlara şehitlik mertebesi bile çok görüldü.

Müslüman’ın Müslüman’la savaşında ölenlerden hangisinin şehit olacağı konusu Timurlenk’in de kafasını kurcalamış olacak ki Yıldırım Beyazıt ile yaptığı Ankara savaşından sonra din bilginlerine sormuş: “Osmanlı da Müslüman olduğu gibi biz de Müslüman’ız. Bu savaşta ölen de Müslüman, öldüren de Müslüman… Her iki yandan ölenler de var, öldürenler de var. Bunlardan hangisine şehit diyeceğiz?”

Din bilginleri öyle yanıt vermiş ki Timurlenk’in beğenisini kazanmışlar. Din bilginleri diyesi ki “Tanrı’yı yücelten askerler şehittir.”

Hadi çık çıkabilirsen işin içinden. Bu durumda Timurlenk’in askeri savaşı kazandığı için, Tanrı’nın adını yücelten asker oluyor ve dolayısıyla Timurlenk’in askerlerinden ölenler şehitlik mertebesine eriyor. Osmanlı’dan ölenler, yaralananlar ise ne şehit ne gazi…

Gelelim İran-Irak savaşında kimlerin şehit olacağına. İki liderin birbirlerine olan husumetleri yüzünden ölüp de toprağa girecek olanlara dense dense: “Ne şehit oldu ne gazi, boşu boşuna gitti Acemle Arabi” denebilir.

Yoksa şöyle mi düşünmeli, haklı bir savaş uğruna ölenleri şehit sayabiliriz. Bu takdirde Müslüman olmayanların savaşında ölenler için ne diyeceğiz? Bu gün Hitler’in, Mussoli’nin haksız saldırıları karşısında kendi yurtlarını savunmak için ölenlere ne demeli? Karışık bir sorun değil mi?

Derine dalmayalım mı? Bu işe karışmayalım mı? Zaten istedikleri de bu değil mi?

Özgür Gaziantep, 5 Eylül 1986

  1. KALIPLAŞMIŞ DÜŞÜNCE

KIZMAK YOK

  1. TANRI BABA ŞİİRİ

“Tanrı Baha bir sabah uyanınca / Biz insanları düşündü nasılsa / Gitti pencereye. “Kim bilir?” dedi. / Belki o gezegen yok oldu, gitti / Ama baktı, uzakla, çok uzakta / Bir köşecikte, fırfır dönüyor dünya…

 

Şeytan canımı alsın dedi Tanrı, / Alsın vallahi çocuklar / Bir şey anlıyorsam, / Bu dünyalıların tutumlarından.

Ey. benim minnacık yaratıklarım / Ak ve kara, donuk ve yanıklarım dedi Tanrı, en babacan haliyle. /

Sözde ben yönetiyormuşum sizi / Oysa görüyorsunuz. / Allah’a çok şükür, / Benim de sürüyle bakanlarım var.

 

Şeytan canımı alsın dedi Tanrı, / Alsın vallahi. / Bu bakanları ikişer üçer / Atmazsam kapı dışarı.

Boşuna mı şarap verdim, kızlar verdim size / Güzel güzel yaşayasınız diye, / Nasıl olur da siz bana ‘Orduların Tanrısı’ dersiniz! / Ne yüzle adımı alıp dilinize. Top atarsınız birbirinize..’

 

‘Şeytan canımı alsın’ dedi Tanrı / Alsın vallahi çocuklar / Bir tek orduya kumanda ettiysem bu güne dek / Şu süslü püslü zibidilerin / İşi ne yaldızlı tahtlar üstünde? / Nedir o kasılmaları, böbürlenmeleri? / Beslediğiniz bu karınca beyleri. Sözde benden kutsal haklar almışlar/ Benim inayetimle kral olmuşlar.

 

‘Şeytan canımı alsın’ dedi Tanrı / Alsın vallahi çocuklar / Sizleri böyle kötü yönetenler, / Geldiyse benden.

Bir de o kara bücürler var. / Benden geçinen / Burnum illallah dedi tütsülerinden / Yaşamayı oruca çevirmiş bu softalar / Benim adıma lanet yağdırmaktalar, / Verdikleri parlak vaazlara gelinceeee, / Onlar benim için Arapça, İbranice. / ’Şeytan canımı alsın dedi Tanrı / Alsın vallahi / Bir şey anlıyorsam bu heriflerin anlattıklarından..1

‘Artık bana karışmayın çocuklar, / Sevişin, güle güle oynayarak yaşayın, / Sizi yakar makarım diye de korkmayın, / Kralına da, yobazına da basın kalayı!’ /

Ama keselim artık. Allahaısmarladık / jurnalciler duyarsa yandık.

‘Şeytan canımı alsın’ dedi Tanrı / Alsın vallahi çocuklar / Bu yüzsüz herifleri/Sokarsam kapıdan içeri, / Kapıdan içeri, kapıdan içeri…”

***

Bu şiirin yazarı Fransız taşlama yazarı Pierre Jean Beranger, 1770- 1857 yılları arasında yaşamış. Şiir de bu tarihler arasında yazılmış besbelli. Şiirde Fransız kralı, bakanları ve Hıristiyan din adamları yerilmekle, eleştirilmekte, taşlanmaktadır.

Şair kendi döneminin siyasal ve dinsel uygulamalarını taşlayarak eleştirmektedir. Şiirde: insanların Tanrı adına davrandıkları savı ile ilgili olarak ince bir alay vardır.

Şimdilerde bu şiiri Rahmi Saltuk, düzenlenen gecelerde, konserlerde, sazı ile dile getiriyormuş. Kendisinden önce de büyük saz ustası Ruhi Su söylermiş.

Rahmi Saltuk geçen yıl Marmaris’te bir konserde bu şiiri söylediği için hakkında soruşturma açılmış. Muğla Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılama sonunda Rahmi Saltuk da, şiir de beraat elmiş. Sözde bu şiirle hükümetin manevi şahsiyeti tahkir ve tezyif ediliyormuş. Günümüzden iki yüz yıl önce yazılmış olan şiirle günümüz bakanlarının, hükümetinin ilgisi ne? Böyle bir şeyin altında bir suç. bir hakaret, bir aşağılama aranırsa bu memlekette, ne sanat gelişir, ne düşünce… Bu nedenledir ki bizde özgür düşünceye, zeka parıltılarını yansıtan taşlamalara pek alışılmamış. Ama buna karşın yine de taşlama şairlerimiz vardır, insanları, insana yakışmayacak tutum, davranış ve yargıları ile pek de güzel alaya almaktadır.

Her alaycı düşüncede, her taşlama şiirinde bir gerçek payı vardır.

Kızılacağına bunların gerisindeki gerçekler araştırılmalıdır…

Höt hötçülükle bir yere varılmaz ki…

Çağdaş uygarlığa ulaşılamaz ki…

Özgür Gaziantep, 1 Eylül 1986

84-KİM ŞEHİT

KIZMAK YOK

  1. ÖRTÜNMEK… 

Sayın Cumhurbaşkanımızın ilginç buluşları var. Bundan önceki Cumhurbaşkanlarımızın aklından bile geçmeyen: örnek davranışları var.

Bunların başında zamanlı zamansız kurumlara yaptığı baskınlar var.

Herhangi bir hazırlık yapılmasına olanak vermeden yaptığı bu incelemeler yüzünden birçok kurum kendilerine çeki düzen vermeden yakalanmaktalar…

 

Yine milli ve dini bayramlarda sıradan yurttaşların gecekondulardaki evlerine gidip bayramı onlarla birlikte geçirmek de var.

Onların bayramını kutlamak, bayramı onlarla birlikte geçirmek de var.

Bunlar daha önceki Cumhurbaşkanlarımızın aklından geçirmedikleri davranışlar.

 

Cumhurbaşkanlığı çalışmalarını yurt düzeyine yaymayı bir alışkanlık haline getirmesi de var.

Örneğin bu kez Erzurum’a gitti. Cumhurbaşkanlığı makamının işlevlerini Erzurum’da görecek.

Gelecek yıl olası ki bir başka geri kalmış yöremizde karargah kuracak.

Böylece devlet yöneticileri Cumhurbaşkanımızın sayesinde yurdun her yanında sosyal, ekonomik, kültürel durumu görmüş olacak.

 

Sayın Cumhurbaşkanımız Erzurum’a gittiğinde, kendisini karşılamaya gelenler arasında yüzü peçeli kadınların çokluğunu görünce üzülmüş.

Onlara dinde örtünme olmadığını söylemiş.

Güneş Gazetesi’ne göre: “Hangi din adamı yüzünüzü kapatın diyorsa bana gönderin onunla konuşayım.” demiş.

 

Dinde örtünme din adamlarının sözü değil. Örtünme emri Kuran-ı da geçiyor.

Ahzap suresi 59. ayette şöyle deniyor:

“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle, bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar.”

Bu durumda örtünme emri Allah’ın emri sayılıyor.

 

Yine Sayın Cumhurbaşkanımız, heykel yapmanın, resim yapmanın, müzikle uğraşmanın günah olmadığını da söylemiş.

 

Elbette günah değil ama bu konuda da İslam peygamberinin sözleri var:

“Kıyamet gününde. Allah tarafından en büyük cezaya çarptırılacak olanlar ressamlar.”

 

Yukarıya iki söz aldık: Biri ayet, diğeri hadis. Bu sözler dinin sosyal ve kültürel konulara yaklaşımını gösterir.

Yaratıcılık Allah’a özgüdür diyerek Türk toplumunun mimarlık ve süsleme sanatı dışındaki resim, heykel, müzik, plastik sanatlar alanındaki yaratıcılığı önlenir.

Müzik konusunda da “Çalgı sesini duyunca ayağınız kırılıncaya kadar kaçın” denir…

Bu gibi konularda dini yaklaşımla başarı sağlanamaz.

 

Kadınlarımızın örtünmemesini istiyorsak onların içinde yaşadıkları sosyal ve ekonomik durumu değiştirmek gerek.

 

Bu gün doğuya iş alanları açarsak, yurttaşların gelir ve kültür düzeyini yükseltirsek kendiliklerinden güzel sanatlara yönelirler, üzerlerindeki örtüyü atarlar…

Yaratıcı olurlar.

Üretici olurlar…

 

Yeter ki bu toplumun üzerinden çağımıza ters düşen, bilime ters düşen, düşünce ve inanışların; akılcı, bilimsel düşünce ile ortadan kalkması için çaba gösterilsin.

 

Ama “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurullarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” der.

Anayasa’ya madde konulursa: yurttaşlarımız, bilimsel ve ulusal düşünce ile bunlara karşıt olan yukarıya aldığımız Allah ve Peygamber sözleri arasında şaşırır kalır.

 

Böylece yurttaşlarımızın sağlıklı düşünmesini engellemiş oluruz.

Yaratıcılıklarını köreltmiş oluruz…

 

Halk asker değil ki: “Al vaziyetini” deyince, esas duruşa geçsin…

Önce yurttaşın ekonomik ve kültürel durumunu düzeltmelisin…

Özgür Gaziantep, 29 Ağustos 1986

  1. TANRI BABA ŞİİRİ

KIZMAK YOK

  1. KIYAMET KOPMUŞ MU KOPACAK MI?

 

Gazetemiz KIYAMET konuşunda bir araştırma yapmaya başlamış.

Ahmet Durmuş adlı arkadaşımız, kıyamet konusunda yaygınlaşan söylentiler üzerine, bir araştırma yapıp yayınlayacakmış.

 

Bu yazımın gazetede çıktığı gün kıyamet konusunda yapılan araştırma sonuçları bile yayınlanmış olabilir belki…

Vardır kıyamet kavramı, insanoğlunu toplu olarak yaşamaya başladığı ilk çağlardan beri…

 

Kıyamet kavramının etkinliğinden anlıyoruz ki, insanoğlu topyekûn yok olmaktan çok korkuyor.

Topyekûn yok olma korkusu ile ne yapacağını şaşırıyor.

 

İlk çağlardan beri yaşanan bu kıyamet korkusu;

Topluma yön vermek isteyenlerin ortak bir yolu…

 

Buna dayanarak; imana gelin, doğru yolu seçin, yoksa imansız gideceksiniz.

İmansız giderseniz de öte dünyada hesap vereceksiniz…

 

Kitleler topyekûn yok olma korkusu ile şaşkınlığa uğrar.

Kendilerine dayatılan düşüncelere boyun kırar…

 

Bir toplum, ne zaman bunalım içine düşse,

Sağlıklı yaşam olanaklarını yitirse,

İşsizlikle, pahalılıkla, haksızlıkla karşılaşsa düşer kıyamet endişesine…

 

İki başlı çocuk doğar.

Çocuk doğar doğmaz hemşireden su ister…

 

Bazı kadınlar sakallı çocuk doğurur.

Bu da insanları korkutur…

 

Böylesine hikâyeler uyduruldukça halkın dikkati dağılır.

Yoksulluk, pahalılık, işsizlik, zorluk içinde yaşayan halkın bilinci sarsılır…

Böylece halk sorunlarının çözümüne yabancılaştırılır…

Adaletsizliklere, haksızlıklara, rüşvetlere, vurgunlara alıştırılır…

 

Gelir dağılımındaki adaletsizlikler kendisini ilgilendirmez.

Nasıl olsa kıyamet kopacak der..

Bu da egemenlerin işine gelir…

 

Haklısı da haksızı da gümleyip gidecek.

Haksızlık, rüşvet, yolsuzluk kendisinin neyine gerek.

Nasıl olsa bütün insanlar toptan ölecek…

 

Kendisine düşen kimsenin işine karışmamak…

Halis muhlis biri olarak Allah’ın huzuruna çıkmak…

 

Bu arada halkı kıyamet korkusu ile şaşkına çevirenler kendi yolunu bulur.

Komisyon, rant, rüşvet, yolsuzlukla cebini doldurur.

Yoksullar çocuklarını İmam Hatiplerde,

Egemenler ise Avrupa’da, Amerika’da okutur…

 

Dikkat ediniz toplum ne zaman işsizlik, pahalılık, parasızlık sorunları ile karşılaşsa bu kıyamet kavramı ortaya atılır.

Böylece halk, bir süre kıyamet korkusu ile oyalanır.

 

Nasıl olsa kıyamet kopacak.

Varlıklısı da,  yoksulu da hesap verecek…

 

İşsizsen, açsan, perişansan üzülme.

Nasıl olsa hep birlikte gideceğiz güme…

 

İş ararsın bulamazsın.

Okumak istersin okuyamazsın.

Oturduğun evin kirasını veremezsin.

İşe girmek istersin güvenlik soruşturmasından sıyrılamazsın.

Es kaza karakola, hapishaneye düşersen ummadığın olaylarla karşılaşırsın.

 

Rüşvetsiz işini gördüremezsin.

Aldığın aylıkla geçinemezsin.

Emekli maaşınla ancak çay içer, simit yersin.

Sen yoksulsun, yatıp kalkıp şükredeceksin…

Bir de oturmuş kıyamet kopacak dersin.

Kıyamet kopmuş da, sen habersizsin…

 

İşte kıyamet budur:

Toplumda değer kavramının yok olması ve toplumsal dengenin bozulmasıdır.

 

Yoksa dedikleri gibi kıyamet kopsa ne yazar,

Kopmasa ne yazar?

Zaten yaşıyoruz kıyameti azar azar…

Özgür, Gaziantep, 28 Ağustos 1986

KIZMAK YOK

  1. KIYAMET KOPMUŞ MU KOPACAK MI?

Gazetemiz KIYAMET konuşunda bir araştırma yapmaya başlamış.

Ahmet Durmuş adlı arkadaşımız, kıyamet konusunda yaygınlaşan söylentiler üzerine, bir araştırma yapıp yayınlayacakmış.

 

Bu yazımın gazetede çıktığı gün kıyamet konusunda yapılan araştırma sonuçları bile yayınlanmış olabilir belki…

Vardır kıyamet kavramı, insanoğlunu toplu olarak yaşamaya başladığı ilk çağlardan beri…

 

Kıyamet kavramının etkinliğinden anlıyoruz ki, insanoğlu topyekûn yok olmaktan çok korkuyor.

Topyekûn yok olma korkusu ile ne yapacağını şaşırıyor.

 

İlk çağlardan beri yaşanan bu kıyamet korkusu;

Topluma yön vermek isteyenlerin ortak bir yolu…

 

Buna dayanarak; imana gelin, doğru yolu seçin, yoksa imansız gideceksiniz.

İmansız giderseniz de öte dünyada hesap vereceksiniz…

 

Kitleler topyekûn yok olma korkusu ile şaşkınlığa uğrar.

Kendilerine dayatılan düşüncelere boyun kırar…

 

Bir toplum, ne zaman bunalım içine düşse,

Sağlıklı yaşam olanaklarını yitirse,

İşsizlikle, pahalılıkla, haksızlıkla karşılaşsa düşer kıyamet endişesine…

 

İki başlı çocuk doğar.

Çocuk doğar doğmaz hemşireden su ister…

 

Bazı kadınlar sakallı çocuk doğurur.

Bu da insanları korkutur…

 

Böylesine hikâyeler uyduruldukça halkın dikkati dağılır.

Yoksulluk, pahalılık, işsizlik, zorluk içinde yaşayan halkın bilinci sarsılır…

Böylece halk sorunlarının çözümüne yabancılaştırılır…

Adaletsizliklere, haksızlıklara, rüşvetlere, vurgunlara alıştırılır…

 

Gelir dağılımındaki adaletsizlikler kendisini ilgilendirmez.

Nasıl olsa kıyamet kopacak der..

Bu da egemenlerin işine gelir…

 

Haklısı da haksızı da gümleyip gidecek.

Haksızlık, rüşvet, yolsuzluk kendisinin neyine gerek.

Nasıl olsa bütün insanlar toptan ölecek…

 

Kendisine düşen kimsenin işine karışmamak…

Halis muhlis biri olarak Allah’ın huzuruna çıkmak…

 

Bu arada halkı kıyamet korkusu ile şaşkına çevirenler kendi yolunu bulur.

Komisyon, rant, rüşvet, yolsuzlukla cebini doldurur.

Yoksullar çocuklarını İmam Hatiplerde,

Egemenler ise Avrupa’da, Amerika’da okutur…

 

Dikkat ediniz toplum ne zaman işsizlik, pahalılık, parasızlık sorunları ile karşılaşsa bu kıyamet kavramı ortaya atılır.

Böylece halk, bir süre kıyamet korkusu ile oyalanır.

 

Nasıl olsa kıyamet kopacak.

Varlıklısı da,  yoksulu da hesap verecek…

 

İşsizsen, açsan, perişansan üzülme.

Nasıl olsa hep birlikte gideceğiz güme…

 

İş ararsın bulamazsın.

Okumak istersin okuyamazsın.

Oturduğun evin kirasını veremezsin.

İşe girmek istersin güvenlik soruşturmasından sıyrılamazsın.

Es kaza karakola, hapishaneye düşersen ummadığın olaylarla karşılaşırsın.

 

Rüşvetsiz işini gördüremezsin.

Aldığın aylıkla geçinemezsin.

Emekli maaşınla ancak çay içer, simit yersin.

Sen yoksulsun, yatıp kalkıp şükredeceksin…

Bir de oturmuş kıyamet kopacak dersin.

Kıyamet kopmuş da, sen habersizsin…

 

İşte kıyamet budur:

Toplumda değer kavramının yok olması ve toplumsal dengenin bozulmasıdır.

 

Yoksa dedikleri gibi kıyamet kopsa ne yazar,

Kopmasa ne yazar?

Zaten yaşıyoruz kıyameti azar azar…

Özgür, Gaziantep, 28 Ağustos 1986

  1. ÖRTÜNMEK

Sayın Cumhurbaşkanımızın ilginç buluşları var. Bundan Önceki Cumhurbaşkanlarımızın aklından bile geçmeyen: yararlı, örnek alınması gereken davranışları var. Bunların başında zamanlı zamansız kuramlara yaptığı baskınlar var. Herhangi bir hazırlık yapılmasına olanak vermeden yaptığı İm incelemeler yüzünden birçok kurumlar kendilerine çeki düzen veremeden yakalanmaklalar…

Yine milli ve dini bayramlarda sıradan yurttaşların gecekondulardaki evlerine gidip bayramı onlarla birlikte geçirmek de var. Onların bayramını kutlamak, bayramı onlarla birlikte geçirmek de var. Bunlar daha önceki Cumhurbaşkanlarımızın aklından geçirmedikleri davranışlar.

Cumhurbaşkanlığı çalışmalarını yurt düzeyine yaymayı bir alışkanlık haline getirmesi de var. Örneğin bu kez Erzurum’a gitti. Cumhurbaşkanlığı makamının işlevlerini Erzurum’da görecek. Gelecek yıl olası ki bir başka geri kalmış yöremizde karargah kuracak. Böylece devlet yöneticileri Cumhurbaşkanımızın sayesinde yurdun her yanında sosyal, ekonomik, kültürel durumu görmüş olacak.

Sayın Cumhurbaşkanımız Erzurum’a gittiğinde, kendisini karşılamaya gelenler arasında yüzü peçeli kadınların çokluğunu görünce üzülmüş. Onlara dinde Örtünme olmadığına ilişkin sözler söylemiş. Güneş Gazetesine göre. “Hangi din adamı yüzünüzü kapatın diyorsa bana gönderin onunla konuşayım.” demiş.

Dinde örtünme din adamlarının sözü değil. Örtünme emri Kur’an-ı Kerim’de geçiyor. Ahzap suresi 59. ayette şöyle deniyor: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle, bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar.” Bu durumda örtünme emri Allah’ın emri sayılıyor. Bu konuda din adamlarına söyleyecek sözü olmasa gerek.

Yine Sayın Cumhurbaşkanımız, heykel yapmanın, resim yapmanın, müzikle uğraşmanın günah olmadığını da söylemiş. Elbette günah değil. Ama bu konuda da İslam peygamberinin sözleri var: “Kıyametgününde. Allah tarafından en büyük eczaya çarptırılacak olanlar ressamlardır.”

Yukarıya iki söz aldık. Diri ayet, diğeri hadis. Bu sözler dinin sosyal ve kültürel konulara yaklaşımını gösterir. Yaratıcılık Allah’a özgüdür diyerek Türk toplumunun mimarlık ve süsleme sanatı dışındaki resim, heykel, müzik, plastik sanatlar alanındaki yaratıcılığı önlenmiştir. Müzik konusunda da “Çalgı sesini duyunca ayağınız kırılıncaya kadar kaçın” denmiştir.

Bu gibi konularda dini yaklaşımla başarı sağlanamaz. Kadınlarımızın örtünmemesini istiyorsak onların içinde yaşadıkları sosyal ve ekonomik durumu değiştirmek gerek. Bu gün doğuya iş alanları açarsak, yurttaşların gelir düzeylerini yükseltirsek kendiliklerinden üzerlerindeki örtüyü atarlar, güzel sanatlara yönelirler. Yaratıcı olurlar. Üretici olurlar…

Yeter ki bu toplumun üzerinden çağımıza ters düşen, bilime ters düşen, düşünce ve inanışların, bilimsel düşünce ile, ulusal düşünce ile ortadan kalkması için çaba gösterilsin. Ama “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurulularında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” diye Anayasa’ya madde konulursa: yurttaşlarımız, bilimsel ve ulusal düşünce ile bunlara karşıt olan yukarıya aldığımız Allah ve Peygamber sözleri arasında çatışmaya düşer. Böylece yurttaşlarımızın sağlıklı düşünmesini engellemiş oluruz. Yaratıcılıklarını köreltmiş oluruz…

Millet asker değil ki… “Al vaziyetini” deyince, esas duruşa geçsin…

Özgür Gaziantep, 29 Ağustos 1986

  1. TANRI BABA ŞİİRİ

KIZMAK YOK

  1. UYGULAMAYA BAKARLAR…

Toplumlar hukukun eşitliğini sağlayıncaya değin çok çile çekmişlerdir. Önceleri bir takım zümre ve sınıflara işlediği suçlardan ötürü ceza verilemezdi. Yani onlara yasa uygulanmazdı. Örneğin ortaçağ hukukunda düklerin, düşeslerin, soyluların, kontların serflerle aynı hukuka tabi olmadıklarını görürüz.

O çağda kişilerin ekonomik durumlarından ötürü de ayrıcalıkları vardı, halkın üstünde sayılırlardı… Halkla aynı işleme tabi tutulmazlardı. Siyasî, felsefî, dinî inançları yüzünden de insanlar yasa önünde değişik uygulamalara tabi tutulmuştur. Şimdi tarihte bu uygulamaları görünce geçmişte yaşamış toplumların bağnazlıklarına bakıp acı acı gülüyoruz.

Anayasamızda: “Herkes, dil. ırk. renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Aynı maddede (Anayasa Mad. 10) “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.” demektedir.

Böylece Anayasamız, devlet organlarını hukuka ve yasaya uygun davranmaya zorlamaktadır. Ne var ki uygulamada hukuksal eşitsizliğe aykırı, yasa önünde eşitliğe aykırı çeşitli uygulamalar görerek hukuk adına üzüntü duymaktayız. Örneğin şu güvenlik soruşturması, tam bir suçsuz ceza uygulaması. Ortaokulda iken müsamereye çıkan, ancak oynadığı oyun sakıncalı görülen öğrenci, çocukken oynadığı bir oyunun mesajı yüzünden ömür boyu işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır… Karakolda dayak, hapishanelerde işkence… Var mı bunun yeri hukukta, anayasada, yasada?

Gelelim şu Bülent Ersoy olayına. Bu kişi erkek görünüşünde ama ruhsal bakımdan kadın yapılı. Bu yaratılışta bunun ne suçu var? Tabiatın bir kusuru bunun yaratılışı. O diyor ki ben kadınım, hukuk diyor ki, yok sen kadın değilsin, erkeksin.

Şimdi buna Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’nın 12. maddesi uyarınca: “Sen sahneye çıkamazsın!” deniyor. Oysa bu madde: Kız ve kadınların gazino, bar gibi benzeri yerlerde çalışmasını en büyük mülki amirin iznine bağlamış!”.

Yargıtay Bülent Ersoy’a: kadın değil, erkek demiş. Öyle ise bu madde Bülent Ersoy’a uygulanamaz. Ama uygulanıyor. Bülent Ersoy kadın gibi giyiniyormuş, makyaj yapıyormuş… Yahu insaf… Yalnız Bülent Ersoy mu kadın gibi sahneye çıkan… Şimdi adlarını saymayayım…

Daha ne Bülent Ersoylar var ki sahnelere çıkmakta, hem de televizyonda arzı endam etmekte…

Soruyorsun:

“Örf ve adetlerimize uygun olmayacak şekilde boyananın sahneye çıkması yasaktır, şeklinde bir kanun var mı?”

Koskoca İstanbul Vali Yardımcısı:

“Hayır öyle bir kanun yok!” diyor…

Öyle ise senin bu davranışın yasaya aykırı… Aykırı ya, çünkü Bülent Ersoy’a uygulanan işlemin yasal dayanağı yok… Bu aşamada konu idare mahkemelerine intikal etse öyle sanıyorum ki idare mahkemeleri İstanbul Valisi’nin bu uygulamasını kaldırır. Çünkü iİdarenin her türlü işlem ve eylemi yasalara uymalıdır.

Bülent Ersoy’a verilen bu ceza 12 Eylül’ün genel havasından kaynaklanmış olduğunu hukukçularımız ve, psikologlarımızca bilinmektedir. 12 Eylül geçiş dönemi idi. Uygulamaları geçti. Demokrasiye geçiyoruz. Öyle ise hukuka, yasaya saygılı olmalıyız. Görülen lüzum üzerine deyip işin içinden çıkamayız. Avrupa, Amerika karşısında güç durumda kalırız. Hani Avrupa Konseyine girmeye çalışıyoruz da, biz Avrupa ülkesiyiz diyoruz da…

Avrupalı öyle külyutmaz, uygulamaya bakar…

Gaziantep, Özgür Gaziantep, 23 Ağustos 1986

  1. KIYAMET KOPMUŞ MU KOPACAK MI?

KIZMAK YOK

79-CUMA SELAMLIĞI…

Cuma selamlığı tarihe karışmıştır. Hani Osmanlılar döneminde Osmanlı padişahları her cuma namaza giderken halk da yol kenarında sıralanarak “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!” derlermiş ya.. Hayır, tarihe karışmamış. Sayın Demirel’imiz Cuma selamlığını modem bir şekilde uyguluyormuş.

2 Ağustos 1986 günlü gazeteler Demirel’i namaz kılarken, vaaz dinlerken, tespih çekerken, diz çökmüş olarak iki eli önünde huşu içinde düşünürken fotoğraflarını çekmişler…

İşin ilginç yanı Eyüp Sultan da namaz kılmaya gelirken ve namazdan sonra çok sayıda yurttaşın elini sıkmış. Cami avlusunda bir grup yurttaşımız da: “Başbakan Demirel!” diye slogan atmış. Bu kalabalık cami avlusundan sonra da Demirel’i öperek ve otomobiline kadar “Muhteşem Süleyman!”Yasaksız Türkiye!” sloganları ile uğurlamışlar…

Bir başka gazetede okuduğuma göre Demirel’imiz yaz tatilini Tuzla’daki evinde geçiriyormuş. Her Cuma da namazını bir büyük semtin bir büyük Camisinde kılıyormuş. Böylece İstanbul halkının gönlünü fethediyormuş. Aynı zamanda yüce Tanrı’ya da borcunu eda ediyormuş…

Atalarımızın çok güzel bir sözü vardır. İbadet de gizli kabahat de gizli… Atalarımızın bu çok değerli sözü şimdilerde değişik bir biçimde uygulanıyor. İbadet de açık, kabahat de… Bu yüzden de bürokrat kesimdekilere yöneliş yolsuzlukların, rüşvetlerin dedikodusu ayyuka çıkıyor. Bakanlardan, memurlardan içerde yatanlar bulunuyor…

İleriden beri çok söylenmiştir. Öyle ki en çok söyleyenlerden biri de Demirel’dir. Demirel sık sık politikayı camilere, üniversitelere, kışlalara sokmayalım deyip dururdu. Şimdi arkasında milletvekilleri o cami senin, bu cami benim; İstanbul’un şu semti senin, bu semti benim alayı-vala ile Camilere namaz kılmaya giderse ve de cami avlularında kendisi için atılan sloganları dinlerse bu camilere politika sokmak olmuyor mu?

Atatürk döneminde, İnönü döneminde politikacılar, yöneticiler, camiye gitmesini bilmiyorlar mı idi? Onlar isteselerdi Demirel’den çok daha güzel yaparlardı bu işi… Ancak onlar lâik Cumhuriyet ilkeleri ile bağdaştıramazlardı bu tür davranışları. Çünkü bu tür namazlar lâik olmayan ülkelerde kılınırdı ve adına da Cuma Selamlığı denirdi. Demirel unutmasın bu işi kendisinden çok daha iyi yapacak olanlar da çıkacak!..

Bizden hatırlatması…

Gaziantep, Özgür Gaziantep, 9 Ağustos 1986

  1. UYGULAMAYA BAKARLAR

KIZMAK YOK

  1. LAİKLİK UYGULAMASI…

Meclis Camisi’ne minare yapılacakmış. Cumhuriyet gazetesi haberi 31 Temmuz 1986 günü bu başlıkla veriyor. 4 eğilimli iktidarın MSP kanadı mimarın yaptığı projeyi beğenmemiş. Mimar da projesinin beğenilmemesi üzerine şöyle demiş: “…sanata bu denli müdahaleyi kabul etmiyorum. Ben yalnızca size karşı sorumlu değilim. Geldiğimiz nokta itibariyle birçok çevreye karşı sorumluyum. Öyle ki Türkiye sınırlarının ötesinde sorumluluk taşıyan bir mimarım. Benim kalemim bundan öteye yürümez beyler!”

Mimarın tepkisini yerinde buluyorum. Herkes kendi düşüncesi doğrultusunda doğru bildiğini savunacak. Bizim doğru bildiğimiz de Türkiye Cumhuriyeti’nin “…Lâik ve Sosyal bir hukuk devleti” (Md. 2) olduğudur.

Yine Anayasamızın 68. maddesi de şöyle yazar: “Siyasi partilerin tüzük ve programları… Lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz”

Şimdi siyasi partiler Lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı hareket edemez de Türkiye Büyük Millet Meclisi “…lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı harekete nasıl öncülük eder?”

Yine bu Meclisin üyeleri Meclise ilk adım attıklarında şöyle yemin etmediler mi? (Mad. 81): “…demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma…”

Atatürk’ün ilke ve inkılâplarında (12 Eylül hatırına İnkılâp dedim. Yoksa ben devrim demeyi severim.) cami yaptırmak var mı? Atatürk isteseydi Büyük Meclise bir cami yaptıramaz mıydı? Atatürk çağdaş bir devlet adamıydı… Bir devletin, bir hükümetin dini olmayacağını biliyordu…

Anayasamız Cumhurbaşkanlarına da görev yüklüyordu. Mad. 103’e göre de Cumhurbaşkanları yeminlerini şöyle yapıyordu: “Cumhurbaşkanı sıfatıyla… Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma… Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Büyük Meclis Yasama Organının görev yaptığı bir makamdır. Büyük Meclis bir tapınak değil ki…

Şimdi yurdumuza gelen turistler Büyük Meclise geldiklerinde modern minaresini görünce burasının Türkiye’nin Büyük Meclisi değil de Türkiye’nin en büyük tapınağı olduğu sanacaklar. Lâik Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Tapınağı diyerek fotoğraflar çekerek memleketlerine götüreceklerdir.

Böylece Batı’ya lâiklik uygulamasının nasıl olduğunu göstereceğiz. Hep biz batıyı öykünecek değiliz ya biraz da batılılar bizi öykünsünler… Hep biz Batı’yı örnek alacak değiliz ya biraz da Batılılar bizi örnek alsınlar.

Örnek alsınlar da lâiklik ilkesi nasıl uygulanırmış görsünler. Hiçbir şeyde Batı’ya öncülük edemedi isek lâiklik ilkesinin çağdaş uygulamasında öncülük edeceğiz ya…

Lâiklik uygulaması dediğin böyle olur… Dünyada bizden lâik bir Cumhuriyetin olmadığını böylece dünyaya göstermiş oluruz ya…

Ne mutlu Türküm diyene!..

Gaziantep, Özgür Gaziantep, 8 Ağustos 1986

79-CUMA SELAMLIĞI

KIZMAK YOK

  1. KAÇINIYORLAR…

Ara seçimler nedeniyle radyoda ve televizyonda seçimlere katılan 12 partinin seçim çalışmalarını dikkatle izliyorum. Can kulağı ile bu partilerin konuşmacılarını dinliyorum. Sizlere de dinlemenizi salık veririm. Ancak benim dikkat ettiğim konulara dikkat etmek koşulu ile.

Şimdi beni bir merak sardı. Dikkat ettim seçime katılan partiler Atatürk’ün adını ağızlarına almamak için büyük bir özen göstermekteler. Kendilerine milliyetçi, muhafazakar, medeniyetçi, memleketçi diyen partiler bile Atatürk’ün adından söz etmemek için gereken titizliği gösteriyorlar.

Bu partiler içinde Menderes’ten, Demirel’den söz eden partililer var. Menderes’in, Demirel’in devamıyız, onların felsefesini yaşatıyoruz diyen partililer var da Atatürk’e sahip çıkan partililer hemen hemen yok gibi.

Bilindiği gibi ilerden beri Atatürk’e ilericiler sahip çıkarak O’nun ilke ve devrimlerini savunmuşlardır. Halkın büyük bir çoğunluğu geleneksel üretim tarzı içinde hapsedildiğinden Atatürk’ün halka rağmen halk için yaptıklarından rahatsız olmuşlardır. Atatürk, toplumun belli bir kesiminde reformcu atılımlar yaptığı için ekonomik durumunu düzeltemeyen halk kesiminin de tepkisini görmüştür. Ekonomik devrim yapılarak halkın yaşam düzeyi yükseltilmiş olsa idi halkımız Atatürk’ü anlamış olacaktı…

İşbaşına gelen her iktidar Atatürk’ün ilke ve devrimlerinden yavaş yavaş ödün verdiği için bu gün Atatürk’ün adından söz etmek oy yitirmek korkusuna dönüşmüştür. İktidarın tutumu yüzünden şeriatçı akımlar örgütlenerek Atatürk’ün ilke ve devrimlerine yönelik saldırıları gündeme getirerek halk kesiminde büyük bir taban oluşturmaktadır.

Halktan oy isleyen partiler de bu durumu bildiklerinden Atatürk’ten söz etmemeye özen gösteriyor. Görüşümde isabetsizlik olup olmadığı konusunda sizleri seçim konuşmalarını dikkatle dinlemeye çağırırım. Bu gün Ecevitlerin partisi bile Atatürk’ten söz etmemek için gereken özeni gösteriyor. Bu tutum ise Atamıza karşı büyük saygısızlıktır. Atatürk’ün adını ağızlarına almaktan çekinen bu partililerin 10 Kasımlarda Atatürk’ü anma törenlerinde senden benden çok Atatürkçü olmalarına ne demeli?…

Gaziantep, Özgür Gaziantep, 2 Ağustos 1986

  1. LAİKLİK UYGULAMASI

KIZMAK YOK

  1. ÇOCUKLARA KIYMAYALIM EFENDİLER!..

Yaz tatillerinde oyun çağındaki çocukların camilerin zeminindeki rutubetli odalara Kuran Kursu diye girişlerini gördükçe içim sızlıyor. Dönem boyunca ilkokula gitmişler. Şimdi dinlenmeyi hak etmişler. Parklarda oynamak, evlerde dinlenmek, alanlarda koşmak hakları…

Gel gör ki büyük çoğunluğu okullar tatil olunca Kuran Kursları’na koşuyor.

Şu kız çocuklarını başörtüsüne boğmak ne? Koşul mu Kuran Kursu’na giden öğrencilerin başörtüsü takmaları? Ergen de değil bu kız çocukları başörtüsüne boğularak; “Dikkat et, sen kızsın! “diye aşağılanmak mı isteniyor?…

Usumun alamadığı bir şey var. Analar babalar körpecik çocuklarını niçin Kuran Kursu’na gönderiyor? Eğer amaçları sevap kazanmaksa kendileri niçin gitmiyor? Kolay mı Arapçayı okumak? Buna okuyup öğrenmek de diyemeyiz ya… Ezbere dayanan bir öğretim sık sık yinelenmezse unutulur gider. Nitekim de öyle oluyor. Öğrenme ezbere dayandığı için unutulup gidiyor. Unutulacak bir şeyi niçin öğretirler bilmem ki… Yazık değil mi bu çocuklarımıza?

Sonra bakıyorum, bu Kuran Kursları’na gidenlerin çoğu orta halli, fakir fukara çocukları. Varlıklıların çocukları yok denecek kadar az bunlar arasında. Eğer Kuran Kursu’ndan mezun olmak ekonomik, dinsel bir çıkar sağlamış olsa idi, varlıklılar buna da el atarlardı… Eğer Kuran Kursu’na gitmekte bir yarar sağlanmış olsaydı bunu varlıklılar daha iyi değerlendirirdi.

Küçük çocuklarımız, şimdi Arapça Kuran okuyorlar. Tatil bitince okullarına dönecekler. Latin harflerinden Türkçe okumaya başlayacaklar. Arapçanın, Latincenin zıtlığı nedeniyle çatışma içine düşecekler.

Beyler, çocuklarımıza kıymayalım…

Zor olan şeyi çocuklarımıza yüklemeyelim…

Eğer Arapça okumak kolaysa, sevapsa, bir de bir de siz deneyin beyler!..

Gaziantep, Özgür Gaziantep, 21 Eylül 1986

  1. KAÇINIYORLAR