ALEVCİ Mİ, ALEVİ Mİ?..

ALEVCİ Mİ, ALEVİ Mİ?..

(Derleme ve…)
+

İÇİNDEKİLER
A
Ahilik 2
Ahilik – Alevilik 1
Alevcilik Başka Alevilik Başka/Alevciilik En Eski Dindir Başta 26
Aleviler… 20
Alevilik 22
Alevilik Bir Torun Sevgisidir 9
Alevilerde Kafa Karışıklığı 3
Aleviliğin Gizli Tarihi 10
Alevilik, Islam Ve Diger Dinler 7
Alevilikte Eleştiri Özgürlüğü 5
Aleviler Kimlerdir? 15
Aleviler-Kürtler 4
Alevilik 22
Alevilik Dogmatik Ve Bağnaz Değildir-Alevilik Rasyoneldir 16
Alevilik Nedir? 14
Alevi mi? Alevci ni? 12
Alevilikte Kadın Erkek Eşitliği Vardır 19
Aleviler Laik Toplum Laik Devlet İlkesini Savunurlar 18 Alevi Öğretisi Evrenseldir Hoşgörü Üzerine Yükselir 17
Aluviler 13
B
Bülent Ünver Yazıyor 21
İ
İslam Bizim Neremizde? 11
K
Komun’un Savunma Aracı Olarak Alevilik 8
M
Mustafa Kemaloğlu 23
P
Pir Sultan Silvanius mu,Yoksa Pir Sultan Abdal mı? (1)- 27
Pir Sultan Silvanius mu,Yoksa Pir Sultan Abdal mı? (2)- 28
T
Tanınmayan Alevilik 25
Tarihsel, Otantik ya da Üstyapı Olarak Alevilik Nedir? 6
Y
Yeni Alevi Açılımı 24

ALEVİLİK BAŞKA ALİCİ’LİK BAŞKA
ALEVİLİK EN ESKİ DİNDİR BAŞTA

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar; beni de doğruları söylediğim için; ya sustururlar, ya kısa kes derler ya da bulunduğum ortamdan kovarlar.
Şimdi yine bir doğruyu söylemekle karşı karşıyayım. Allah’ın emridir doğruyu söylemek. Bismillah deyip başlayalım. Ama önce şu M. Ali Birand’ın bu günkü Posta gazetesinde çıkan yazısını okuyalım:
“ÖĞRETSELER ALEVİ OLURDUM
Sünni’lerin önemli bölümü Aleviler’i küçümser. Aleviliği bir oyun gibi görürler. Devlet ve toplum katmanındaki egemenliklerini kaybetmemek için, öğretilmesini de istemezler. Bu çarpıklık artık düzeltilmelidir.
Eskiden o kadar farkında değildim. Aradan yıllar geçtikçe, Sünniler’in Aleviler’e karşı nasıl bir susturma ve ezdirme politikası güttüklerini daha iyi görmeye başladım.
Sünniler’e göre Alevilik, bir nevi oyundur. Müslümanlıkla pek de ilgisi olmayan uçuk bir oluşumdur. Ünlü “mum söndürürler” lafını da Sünniler çıkartmışlardır.
Aleviler çok haklı. Devlet, Sünniler’in elinde. Durum böyle olunca da, Alevilik geri plana itiliyor. Öğrenilmemesi için elden gelen yapılıyor.
Ben kendimden örnek vereyim. Okulda bana Aleviliğin ne olduğu anlatılmış olsaydı, büyük olasılıkla Aleviliği seçerdim. Onların dünya görüşünü, dine yaklaşımlarını, felsefelerini kendime daha yakın görüyorum.
Sünniler devletçidir. Otoriteye boyun eğerler, haklarını pek aramazlar. Mutaassıptırlar. Aleviler ise, dünyanın ve yaşamın tadını çıkarırlar. Liberal bakışlı insanlardır. Haklarını aramayı bilirler. Aşırı tutucu değillerdir.
İşte bundan dolayı, Alevilerin “zorunlu din dersine” karşı çıkmalarını, çok haklı bir istek olarak görüyorum. Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Aleviler’i Müslümanlık dışı görüyormuş gibi bir tutum ve söylevin içine girmesini de açıkça ayıplıyorum.
Mehmet Ali Birand, Posta. 8.7.2006”
+
Altını çizdiğim son tümce hariç M. Ali Birand’ın görüşlerinin hepsine katılıyorum; ancak, “Aleviler’i Müslümanlık içi” görmesine katılamıyorum.
Önce Alevilik’ten başlayalım. Hacı Bektaş Veli yolundan gidenlere mensubiyet eki olarak “i” eklenmiş ve Bektaş-i denmiştir. Bir iki örnek daha; Kadir-i, Hanbal-i, Hanef-i, Malik-i hep aidiyeti, mensubiyeti anlatır. Alevi de Alev’den gelir. “i” eki alarak Alev-i olmuştur. Eğer Aleviler Ali yolundan gelmiş olsalardı dilimiz kuralı gereği; “ci” eki alarak Alici denmesi gerekirdi.
Ne var ki zaman içinde Aleviler Sünniliğin baskısı ile asimile olmaları yanında canlarını kurtarmak için (Yavuz Sultan Selim’in ve Kuyu Murat Paşa’nın katliamlarını hatırlayalım…) Ali kolundan olduklarını belirtmişlerdir. Yaptıkları takiyye nedeniyle; söylemlerine, şiirlerine, duazlarına islami motifler katmışlardır. Böylece Aleviler Ali’nin yolundan gidenler sanılmıştır. Ne var ki zamanla gerçekten de Alici olmuşlardır.
Ne var ki Alevilik Alev’den gelir. Aydınlık, ışık anlamına olan Alev’den türemiştir. Alev’e aidiyeti belirtmek içinde “i” ekini alarak Alevi denmiştir.
Alevilik bütün dinlerden eski bir dindir. Gerçi bütün dinler eskidir; ancak dinler içinde en eskisi ve en iyisi Aleviliktir. Sazı vardır, sözü vardır. Çalgısı vardır, içkisi vardır, dansı vardır. Kadın erkek eşitliği, tek evlilik, ibadette birliktelik vardır. Bütün bunlar ise İslam’a aykırıdır… Peki, nasıl olur da böyle bir inanışa sahip olanlara Müslümanlığın bir kolu denebilir? Alevilik en eski bir dindir ama; aynı zamanda çağımıza yaraşır ve çağımızın aradığı bir dindir.
Yerimiz daralıyor; bu günlük şu şiirle yetineyim:
“Ta ezeldeki kandildeki nurdayım
Binde bir can ermedi bu sırra”.
Türkçesi: “En eski, geçmişten beri, güneşteki ışıktayım. Binde bir insan ulaşmadı bu sırra.” Dermani
Özetlersek: Aleviler; güneş’i, aydınlığı, ışığı kapsayan Alev sözcüğünden hareketle kendilerine Alev-i demişlerdir ve asıl inançlarını bütün dinlerden gizlemiştir. Öyle ki inançlarını ve canlarını kurtarmak için bütün dinleri sahiplenmişlerdir. Çünkü bütün dinler; Alevileri, sapkın olarak görmüş ve gelişmelerine izin vermeyerek kitleler halinde öldürmüşlerdir.
Bu günlük bu kadar; bakalım kimler bize taş atar…
hayri@bilgebalta.com – 21.8.2006
X
PİR SULTAN SİLVANİUS MU?
YOKSA PİR SULTAN ABDAL MI?

Sözde bodrum Gündoğan koy’una dinlenmeye gittik. Ne denize girdik ne de plajda gezdik.
Tek yaptığım balkondan Gündoğan koy’unu izlemek oldu. Aman bu Gündoğan koy’u ne güzel bir koydu.
Koyu çevreleyen dağların yamaçlardaki ormanlar kıyıma uğramış. Yerine beton yığını villalar yapılmış. Villalar da maviye inat beyaza boyanmış.
Koy’da plajlar sıra sıra. Yatlar, motorlar, kayıklar, jetskiler, yelkenli kayıklar; amaçlı, amaçsız dolaşıp dururlar.
Gencecik delikanlılar, oğlanlar, kızlar; sörf yaparlar. Kimi delikanlılar kızlara caka satmak için; koy’da motor yarışı yaparlar.
Sordum, konuk olduğum evin sahibine: “İstanbul’daki denizle ne var fark Ege’deki bu denizde?”
Böyle bir soru beklemiyordu benden. Ne deyeceğini şaşırdı birden…
“Öyle büyük bir fark yok. İstanbul’un yoğun trafiğinden, koşuşturmasından uzaklaşarak kafamızı dinlendiriyoruz bir süre. Tatil yaparak dinleniyoruz böylece, bir de söyleyecek bir şeylerimiz oluyor döndüğümüzde…”
+
Ev sahibi bana soruyor. “Sen niçin denize gitmiyorsun? Balkonda oturup kitap okuyorsun?”
“Ne olacak denize girince?”
“Yanacaksın güneşte, değişiklik olacak, teninde…”
“Ne olacak değişiklik olunca benim tenimde?”
“…”
+
Otobüsle Bodrum’a gelirken yollarda plaj panolarında reklamlar görüyordum. Panolardaki reklamları okudukça gülüyordum.
Bir reklamda şöyle yazıyordu aynen; sere serpe yatmış bir kızın yanında: “Yanık tenin kışkırtıcı lezzeti” Böyle bir reklamla plajlarına çağırıyordu yerli ve yabancı turistleri.
Düşüncelere daldım okur okumaz. Bu insanlar yazdıklarının, okuduklarının anlamına niçin varmaz.
İnsan teni; kavun karpuz değil ki, lezzeti olsun. Yanıt ten dondurma külahında yalanmaz ki lezzeti olsun.
İnsan teni; yansa da yanmasa da tahrik edici olur. Cinsellik duygularını frenleyememiş kişilerin ise insan teni görünce kimyası bozulur…
Bütün şeraitçiler ise insanın kimyası bozulmasın diye çareyi insanı kapatmakta bulur. Böylece kadını da, erkeği de korumuş olur… Korumuş mu olur?
Artık gelebiliriz asıl konumuza. Söyleyeceklerim var: “Pir Sultan Silvanius mu; yoksa, Pir Sultan Addal mı?” konusunda.
Bodrum Gündoğan’a dinlenmeye giderken okumak üzere yanıma aldığım kitaplardan birinde ilginç bir olayla karşılaştım. İnanamadım. Niçin bu zamana değin böyle bir olay duymadım?
Daha Alparslan’nın Malazgirt savaşı olmamış. Anadolu daha Müslümanlaşmamış. Ama burada yaşayan bir halk var. Burada yaşayanlar Hıristiyanlar tarafından dışlanırlar, katliamdan geçirilirler, toplu halde asilime olsun diye Almanyalara, Fransalara, İspanyalara sürgüne gönderilirler. Ne var ki bunlar inançlarından zerrece ödün vermezler. Kıyımdan kurtulmak için “asıl Hıristiyan bizleriz” derler. Biliyorsunuz şimdi de Aleviler “Asıl Müslüman bizleriz” derler.
Günümüzden 1200 yıl önce Anadolunun Şebinkarahisar beldesinde yaşayan Pir Silvanius Bizans imparatoru IV.Konstantin tarafından, kendi iktidarı için ve de inançlarını, kendi inançlarına aykırı gördüğü için idama mahkum edilir. İdamı gerçekleştirmek için Pir Silvanius’un en yakın müridi görevlendirilir ve de tıpkı bizim halkımız arasında söylencelerde olduğu gibi müritleri tarafından taşlanmaya zorlanır…
Ne var ki bu olay halk arasında söylenmesine karşın Osmanlı arşivinde görülmez. Ama Pir Sultan Silvanius olayı Bizans arşivlerinde görülür. Ne var ki Anadolu Alevileri; ruhlarında katmerleşip süren bu acı olayı unutmamak güncelleştirerek yaşatıp dururlar… Şimdi okuyabiliriz:
“Pir Sultan Abdal’a atfedilen, müridi tarafından taşlanan “pir”in hikâyesi, İmparator IV. Konstantin zamanında, kendi müridi tarafından taşa tutularak öldürülen Pir Silvanius’un öy¬küsünün neredeyse aynısıdır.
‘Osmanlı yazılı belgeleri, Pir Sultan Abdal’dan ve O’nun dizelerinde yer alan Alevi karşı çıkışından hiç söz etmezler. Dolayısıyla Pir Sultan Abdal’ın darağacına giderken, müritle¬ri tarafından taşlandığına dair rivayeti destekleyecek bir yazı¬lı bulguya Osmanlı arşivlerinde rastlanmaz. Pir Sultan Abdal-Hızır Paşa efsanesinin tarihlendiği on altıncı yüzyıldan, sekiz yüzyıl önce yaşanmış Pir Silvanius’un öyküsü ise kendi ça¬ğında Bizans’ın resmi kayıtlarına geçmiş bir gerçektir.
Acaba Aleviler yüreklerinden atamadıkları eski bir sızı¬yı, zamana ve kendilerini çevreleyen yeni koşullara göre güncelleştirerek ve yeni öznelerle bezeyerek canlı mı tuttular? Pir Sultan ne kadar Pir Silvan’dır? Pir Silvan Pir Sultan’ın içinde ne kadar vardır? Bunu net olarak söylemek için henüz erken.
Müridi tarafından taşlanarak öldürülen Samsat’lı Silva¬nius’un adı Latincedir. Orman halkından olanları tanımlayan Silvanius sözcüğünün Türkçe’deki tam karşılığı “ağaç-eri”dir.” (“ALEVİLİĞİN KAIP BİN YILI (325 – 1325) Erdoğan Çınar. Chiviyazıları. Mjora Kitaplığı. 2006. s. 85. Ayrıca daha geniş bilgi için 55-58. sayfalara bakınız…)
Bu günlük bu kadar. Kitapta daha ne gerçekler var. Alevilik ve Alicik konusunda araştırma yapmak isteyenler bu kitabı muhakkak ve muhakkak bulup okumalıdırlar.
Gün. Tarihi: 23.8.2006

BEKTAŞİ FELSEFESİ AĞIR BASACAKTIR…
İlhan Selçuk
Ortalıkta kızılca kıyamet koptuğundan ve de haramzadelerle uğraşmaktan son günlerde Baba Erenleri unuttuk…
Oysa cemaatçi faşizm Anadoluyu sardı, gidip gelenlerin anlattıklarına göre, artık meyhane bir yana, kimi illerde bir kadeh içki içecek lokantayı bile ara ki bulasın…
Oysa Anadolu yeryüzünde ve İslam coğrafyasında Bektaşinin anayurdu değil mi…
Osmanlı döneminde bile bizim toplum bugünkü gibi softalaşmamıştı…
*
Bektaşi on parasız kalmış, ne yapsın, camiye gitmiş, herkesle birlikte duaya başlamış:
– Ey koca Allahım, bana para ihsan eyle ki doya doya bir rakı içeyim…
Yanındaki softa duayı işitince köpürmüş, Bektaşiye:
– Behey dinsiz imansız, demiş, Allahtan rakı parası istemeye utanmıyor musun?..
Bektaşi softaya sormuş:
– Peki, sen Allahtan ne istiyorsun?..
Softa:
– İman…
Bektaşi:
– İyi ya, demiş, herkes kendinde olmayanı ister…
*
Bektaşi Babasına sormuşlar:
– Allah var mı?..
– Elbette var, seksen yıldır boğuşuyoruz, hep onun dediği oluyor…
*
Bektaşinin bir türlü ödeyemediği bir borcu varmış, camiye giderek duaya başlamış:
– Ey Allahım, borcumu ödeyecek kadar para ihsan eyle!.. Ben bunlar gibi günde beş kez gelip seni taciz etmem, bir daha uğramam…
*
Bektaşinin evinin kapısını hırsız çalmış, Baba Erenler de mescidin kapısını söküp evine takmış…
Komşuları öfkelenmişler:
– Sen ne yaptın?..
Bektaşi:
– İşi Allaha havale ettim, demiş, hırsızı yakalasın, benim evin kapısını bulup kendi evine taksın…
*
Bektaşiye sormuşlar:
– Dünya neden böyle?..
Hemen yanıt vermiş:
– Altı günde yaratılan dünya bu kadar olur…
*
Mollanın biri Bektaşiye:
– Sana günde beş lira vereceğim, ama, her gün namaz kılacaksın…
Anlaşmışlar…
Ancak Bektaşinin aptes almadan namaz kıldığını gören molla sormuş:
– Erenler, neden aptes almadan namaz kılıyorsun?..
Bektaşi:
– İmanım, o senin dediğin sulu namazdır, beş liraya kılınmaz…
*
Bektaşi her cenazenin arkasından dermiş ki:
– Yuh olsun gidene…
Sonunda hastalanmış, yatağa düşmüş, çevresinde toplananlar sormuşlar:
– Şimdi ne diyeceksin?..
Bektaşi hemen yanıtını yapıştırmış:
– Kalanlara yuh olsun…
*
Bektaşi mizahının dünyada eşi menendi yoktur, bugün ülkeye egemen olan ham ervahların bu mizahın inceliğine ulaşmaları olanaksız…
Dincilik vaktiyle Anadolu toplumuna aşılanan yaşama keyfine de düşman…
Ne var ki, eninde sonunda, Alevi-Bektaşi hayat felsefesinin Türkiyedeki vazgeçilmezliği insanımızın bilincinde ağır basacaktır…
X
1. ALEVCİ Mİ? ALEVİ Mİ?..

Pir Sultan efsanesinin kaynağı; daha Türkler kılıç zoru ile Müslümanlaştırılmadan yüz yıllarca önce Anadolu’da Rum Hıristiyanları arasında yaşayan; Akılcı, Alevci, Aydınlık, Güneş, Işık gibi aydınlığı simgeleyen, Alevden esinlenerek aydınlanmayı ilke olarak kabul eden Ortaasya’dan gelme bir Türk topluluğu bulunmakta idi. Bu topluluğun da Pir Sulivan adında bir önderleri, öğreticileri vardı.
İşte bu bu Pir Sulivan, Alevi Bektaşi topluluğunun mürşidi Pir Sultan efsanesinin kaynağıdır. Bu olayın aslını öğrenmek isteyenler aşağıda adını verdiğim dört kitabı incelemelidir.
1.”Aleviliğin Gizli Tarihi” Erdoğan Çınar. Chiviyazıları yayınevi
2. “Aleviliğin Kayıp Bin Yılı” Erdoğan Çınar. Chiviyazıları yayınevi
3. Tanrı’nın Gizli Dili (Alevilik Batınilik Ezoterizm) Süleyman Diyaroğlu, Chiviyazıları yayınevi
4 “Kayıp Bir Alevi Efsanesi” Erdoğan Çınar KALKEDON yayınevi
Alevciler kendi tarihlerini incelemek istiyorlarsa aşağıda adlarını verdiğim bu 4 kitabı okuyup incelemelidir.
Öyle okumadan, incelemeden “Biz Müslümanlığın dışında değiliz. Biz Ali soyundanız ve onun yolundanız…” sözleri boşlukta kalmaya mahkûmdur…
Kendi tarihlerini bilmek ve tarihleri hakkında bilerek konuşmak isteyen Aleviler ya da Alevciler adlarını verdiğim bu dört kitabı anlaya anlaya, yineleye yineleye okumalıdırlar…
Adını verdiğim bu kitaplardan “Kayıp Bir Alevi Efsanesi” adlı kitap hakkında yayınevi şu bilgileri vermektedir:
+
“Aleviliğin Gizli Tarihi” ve “Aleviliğin Kayıp Bin Yılı” kitaplarının yazarı Erdoğan Çınar’ın geçmişin kalıntılarından sıyrılıp, günümüze ışık tutan kitabı “Kayıp Bir Alevi Efsanesi” Nisan ayında Kalkedon Yayınevi’nden çıkıyor…
Çınar, Pir Sultan Abdal hakkında bugüne dek ezbere bilinen öğretilerin gölgesinden sıyrılarak, bizleri gerçeklerin huzuruna davet ediyor…
Erdoğan Çınar, Pir Sultan Abdal Efsanesi hakkında yüzyıllar boyunca ezbere öğretilen bir geçmişten sıyrılarak, tarihin derinliklerinde ve gerçeklerin içinde ulu Piri arıyor… Ve belki de yalnızca bu coğrafya halkının efsaneleştirdiği o büyük kişilikten de ötesini, koskoca bir tarihi keşfetmemiz için ışık tutuyor. Araştırmasının sonucunda bulduklarıyla sadece geçmişi değil, geleceği de aydınlatıyor…
Pir Sultan Abdal yola önderlik etmiş, ocak kurmuş ulu bir Alevi mürşidi idi. Haksızlığa karşı ödünsüz tavrı ile kendisinden sonra zulme direnen geniş halk yığınlarına rehber oldu. Pir Sultan Abdal şimdi kendisini efsane suretinden kurtarıp asıl kimliği ile yeniden var ederken, Alevilerin kaybolan geçmişlerini bulmalarına da aracılık ediyor. O, Alevilerin geçmişte yol göstericisiydi. Bugün de halkına, Onu sınırsızca sevenlere asıl geçmişlerine giden yolda rehber oluyor, geçmişini arayanlara ışık tutuyor. Onlara beklenmedik bir fırsat yaratıyor.
Pir Sultan Abdal’ın yedinci yüzyılda yaşamış gerçek bir tarihi kişilik olan Pir Silvanus olduğu gerçeğine bir kısım Alevi esnaflarının ve geçmişin yalanlarına terzilik etmiş çevrelerin kışkırtıcı cümlelerle tepki vereceklerini ve bu tepkilerini samimi Aleviler üzerinde gidermeye çalışacaklarını şimdiden tahmin edebiliriz. Ancak yalan tacirlerinin tezgâhlarındaki o çok kullanılmaktan aşınmış içi boş, hamasi cümlelerin artık nitelikli alıcısı kalmamıştır.
Geçmişin doğruları bugünün temelsiz dayatmalarına direniyorlar. Gerçekler yalan denizinde boğulup gitmeden zapta geçmek istiyorlar. Alevilerin kendi tarihleri ile tanışmalarının vakti gelmiştir.
Gerçek erenler; “Zühre yıldızı, ışığın aynasını elinde tutar hiçbir karanlık zümre yıldızının şavkını kıramaz” demişlerdir.
Zühre yıldızı karanlığın içinden parlıyor. Gerçeklerinden ayrı düşmüş canlar ışığın aynasında kendilerine kavuşuyorlar.
Ulu mürşidin üzerindeki örtü kalkıyor. Pir Sultan Abdal’ın aziz sırrı aydınlanıyor.
+
Yazıcıoğlu, şu açıklamayı yaptı: “İslam tarihinin hiçbir döne¬minde kendisini İslam içinde görüp de camiye alternatif başka bir ibadethane kuran mez¬hep ve tarikat olmadığı gibi, tasavvuf! adap ve erkânın yürütüldüğü mekânlar da hiçbir zaman caminin alternatifi bir ibadethane ola¬rak algılanmamış ve isimlendirilmemiştir.”
X
2. ALUVİLER

Daha Türkler kılıç zoru ile Müslümanlaştırılmadan BİNLERCE yıl önce, Hititlerden de önce, Anadolu’da Luvi uygarlığı vardı. Güney ve Batıanadolu’da yaşan bu insanlar ışıktan; yani güneşten süzülüp geldiklerine inanırlardı. Bunlara aynı zamanda “Işık İnancı”na bağlı olduları için “Işık Halkı” da denirdi…
Yurdumuzda ve Balkanlarda yaşayan Bektaşilerle Alevilerin kökenleri Aluviler=Luviler denilen bu topluluktur. Aluvi adı ile bu Alevi adı arasındaki benzerliğe dikkatinizi çekerim… Bu olayın aslını öğrenmek isteyenler aşağıda adını verdiğim dört kitabı incelemelidir.
1.”Aleviliğin Gizli Tarihi” Erdoğan Çınar. Chiviyazıları yayınevi
2. “Aleviliğin Kayıp Bin Yılı” Erdoğan Çınar. Chiviyazıları yayınevi
3. “Kayıp Bir Alevi Efsanesi” Erdoğan Çınar KALKEDON yayınevi
4. Aleviliğin Kökleri, Abdal Musa’nın Sırrı. Kalkedon Yayınları
Aluviler= Aleviler, kendi tarihlerini incelemek istiyorlarsa adlarını verdiğim bu 4 kitabı muhakkak okumalıdır. Okumakla yetinmeyip muhakkak anlamalıdır.
Okunduğu takdirde, görülecektir ki: “Biz Müslümanlığın dışında değiliz. Biz Ali soyundanız ve onun yolundanız…” sözleri boşlukta kalmaya kalacaktır…
Aluviler=Aleviler, kendi tarihleri hakkında bilgi edinmek istiyorlarsa adlarını verdiğim bu dört kitabı anlaya anlaya, yineleye yineleye, sindire sindire okumalıdırlar…
“ALEVİLİĞİN KÖKLERİ Abdal Musa’nın Sırrı” adlı kitabı yayınlayan Kalkedon yayınları kitabın arka sayfasında şu bilgiyi vermektedir.
+
ALEVİLİĞİN KÖKLERİ Abdal Musa’nın Sırrı

Helenler, Latinler ve Bizanslılar bu coğrafyayı binlerce yıl boyunca işgalleri altında tuttular. Bu topraklar üzerinde, su kemerleri, köprüler, tiyatrolar, kamu binaları ve mabetler inşa ettiler. Şehirler, saraylar kurdular, saltanatlar sürdüler. At bindiler, kılıç kuşandılar, ordular düzdüler.
Geçmişin istilacıları bu topraklar üzerine doğal olarak kendi hayat tarzlarını, kültürlerini ve inançlarını da yaymaya çalıştılar. Ne var ki Anadolu halkı kendisine dışarıdan dayatılan ithaİ inanç ve kültürleri asla benimsemedi.
Binlerce yıl sürmüş istilalarının sonunda Anadolu’nun kültür hayatında onlara ait ne varsa onlarla beraber, geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu. Anadolu’nun birçok yerinde uzun sürmüş işgallerin fiziki kalıntıları bulunmakla beraber, bugün Anadolu insanının yaşayışında, inancında ve kültüründe Helen, Latin ve Bizans etkisine rastlamak hemen hemen imkânsız gibidir. Şairin dediği gibi, bu toprakların ‘nazlı, seher-sabah uykularını’ parçalayan istilacılar, bir gölge bile bırakmadan geçip gittiler.
Sel gitti kum kaldı. Luvi kültürü bu coğrafyada on bin yıldır varlığını sürdürüyor. Luviler, bu toprakların sessiz sahipleri ve en eski yerlileri aramızda yaşamaya devam ediyorlar. Luviler’in (Kelimeyi özgün hali ile önündeki ‘A’yı düşürmeden telaffuz edecek olursak Aluvilerin) bugün adına Aleviler dediğimiz inanç topluluğunun ataları oldukları, yadsınamaz ve inkâr edilemez bir doğru olarak geleneksel bilgilerimizi alt-üst ediyor, ezberlerimizi zorluyor.
Hiçbirimiz doğruları ihmal ederek entelektüel dünyanın içinde yer almaya devam etme ayrıcalığına sahip değiliz. Hiç kimse cebindeki bir avuç çöl kumu ile bu muazzam geçmişin, bu görkemli mirasın üzerini ebediyen örtme becerisini gösteremez.
Tarih ‘gayri kabil-i rücu’ olarak yaşandı ve çok gerilerde kaldı. Zaman tünelinde geçmişe yolculuk yapıp, tarihi olayları geleneksel bilgilerimize uygun olarak yeniden biçimlendirmemiz de mümkün değil.”
Adını verdiğim bu 4 kitabı okumanızı öneririm. Okuduğunuz takdirde nelerden habersiz olduğumuz anlaşılacaktır.
Ufkumuzu açan ve içinde yaşadığımız karanlığa ışık olan Yazar Mimar Erdoğan Çınar’a; hayranlığımla saygılar…
Av. Eren Bilge, 23.8.2008

3. ALEVİLİĞİN GİZLİ TARİHİ

-Erdogan Çınar Araştırmacı-
Sevgili Kardeşler.
Alevilikle ilgili dört ciltlik kitabi bulunan kendisi bizzat Alevi kökenli olan yazar. Alevilik konusunda aydınlatıcı bilgiler vermiştir. İmkânınız varsa bu dört ciltlik kitaba sahip olabilirsiniz. Ben size bu araştırmanın kısa bir özetini gönderiyorum.
Sevgilerimle.
Şükrü Boyacıoğlu, 22.10.2009
+
NOT: Bu röportaj BİRGÜN gazetesinde yayınlanmıştır. (HB)
+
Aleviliğin Gizli tarihi yazarı, Erdoğan Çınar’la söyleşi
Alevilik nedir sorusuna verilen cevaplar Alevi camiasını parçalamış durumda. Bir yandan İslamcı çevrelerin Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır söylemi ardında Aleviliği İslam’ın içinde eritme çabaları ve Aleviliği İslam’ın içinde gören Alevilerin bu bakışa destekleri, diğer taraftan bazı Alevilerin Aleviliğin İslam’la bir ilgisinin olmadığını söylemeleri ve yazmaları bu kesimde işleri kızıştırdı.
Başbakan Erdoğan’ın alt kimlik-üst kimlik tartışmaları çerçevesinde Türkiyeliliği ve İslam’ı bir üst kimlik olarak gören açıklamaları Alevi camiasında huzursuzluğu arttırdı. Alevi dernekleri ve yazarları bu İslam içinde değerlendirilme baskısına Aleviliğin Müslümanlıkla bir ilgisinin olmadığı ve Aleviliğin kökünün İslamiyet’ten çok daha eski dönemlere uzanan bir kadim uygarlık olduğu cevabını veriyorlar.
Bu konudaki tartışma Alevi camiasında derin bir ilgiyle izleniyor. Şimdi ortaya çıkan sorular can alıcı önemde: Aleviler Müslüman değil mi? Aleviler Aleviliği bilmiyor mu? Aleviler bir etnisite mi? Alevi ismi Hz. Ali’den gelmiyor mu? Yüzlerce yıldır Hz. Ali resimleriyle ve kılıcı Zülfikar ile kendilerini simgeleyen Aleviler bugün kendilerinin farklı bir kimlik sahibi bir toplum olup olmadığını tartışıyorlar. Bazı Aleviler Diyanet kurumunda bir yer edinmeye çalışırken diğerleri neden buna karşı çıkıyorlar? Birgün bütün bu konuları masaya yatırıyor ve yukarıdaki soruların cevaplarını Alevi camiasında arıyor. Alevilerin önde gelen simalarıyla konuştuk. Cevaplar tüm Türkiye’yi sarsacak nitelikte. İlk konuğumuz araştırmacı yazar Erdoğan Çınar. (Hakan Tanıttıran Gülşen İşeri)
‘Alevi adı Hz. Ali’den gelmez’
»Siz Alevi camiasında oldukça ilgi gören kitabınızda Alevi kelimesinin Hz. Ali’den gelmediğini söylüyorsunuz. Peki nedir bu sözcüğün kökeni ve bugüne kadar yaygın kabul gören bu anlayış hatalı mıydı?
Yaygın bir inanışın aksine bana göre Alevi sözcüğü Ali sözünden türetilmiş bir söz değildir. Çünkü Türkçe dilbilgisi kurallarına göre Ali sözcüğünden Ali’yi seven, Ali’nin yolundan giden anlamında bir kelime türetmek gerekirse, Alici veya Alili olması gerekiyor. Hiçbir zaman Alevi olmazdı. Eski Türkçe de sonuna geldiği kelimeye aidiyet kazandırır. İnsan-insani, tarih-tarihi, mimar-mimari gibi. Alevi sözcüğü alev kelimesinin sonuna –i eki gelmesi ile oluşturulmuş, aleve ait, ışığa ait, alevden gelen, ışıktan gelen anlamında bir kelimedir.
Zaten 16. yüzyıla gelinceye kadar Alevilik içinde asıl zümreyi oluşturanlara verilen isim ışıklar veya ışık taifesi idi. Ancak ışık ve ışık taifesi sözcükleri küfre dönüştükten sonra ve bu insanlar üzerine sürek avlar ve katliamlar düzenlendiği içindir ki bu insanlar isimlerini değiştirmek zorunda kalmışlar. Alevilik tüm tarihi boyunca defalarca isim değiştirmiştir. Alevilik kadar farklı isimlere bürünen bir başka topluluk, bir başka inanış daha yoktur yeryüzünde. Bu onlara karşı sürdürülen saldırıların ve katliamların doğal sonucudur.
»Osmanlıdaki Alevi katliamlarının dışında tarihin başka dönemlerinde de Alevi katliamları var mıdır ve bu katliamların nedeni nedir?”
Katliamların nedeni temelde farklılıklardır. Egemen düşünce kendisinden olmayana bir müddet tahammül etse de, daha sonra onu ortadan kaldırmaya yöneliyor. Güçlünün kendisinden olmayana tahammülsüzlüğüdür neden. Elbette Osmanlı katliamları ilk değildi bunun öncesi de vardı. Alevilere yönelik yapılan katliamların içinde Osmanlının yaptıkları Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin yaptıklarına kıyaslandığında devede kulak kalacak kadar azdır.
»Alev ve Alevi sözcüklerinin Ortadoğu’daki aleve tapanlarla, Zerdüştlerle bir ilgisi var mı?”
Hayır. Alevi sözcüğünün aleve tapanlarla, ışığa tapanlarla bir ilgisi yoktur. Alevi inanışında var oluşun kaynağı ışıktır, enerjidir. Var oluş güneşten yansıyan enerjinin vücut bulmasıyla ortaya çıkmıştır. Alevilik, yeryüzündeki yaradılışın esasının ışık vasıtasıyla olduğunu kabul eden bir inanıştır. Işık vasıtadır. Alevilik ışığı yaradan gibi değil, yaratanın görünen yüzü olarak görür. Bu ikisi birbirine çok yakın gibi dursa da, birbirinden çok farklı şeylerdir.
»Alevi sözcüğünün kökeni nerelere kadar gidiyor?”
Milattan önce 2000 yıllarında Anadolu’da Luviler yaşamış. Hititlerle beraber var olmuşlar, ancak biraz Hititlerin gölgesinde kalmışlar, biraz da kendileri böyle olmasını istemişler. Çok önemli bir uygarlık oldukları ve bu uygarlığın evrenin, yeryüzünün ve insanlığın var oluşuna ilişkin çok önemli bilgilere sahip olduğu yeni yeni anlaşılmaya başlandı.
Luvi sözcüğü Hitit dilinde “ışık insanı” demektir. Zaten günümüzde de birçok dilde “lu” kökü ışık anlamında kullanılır. İngilizce de light Almanca da licht, Latince de lüx gibi. Alev sözcüğü de ışığın kaynağındaki yansımaya verilen isimdir. Anadolu da sadece Luviler yok; Likyalılar da var. Likya ışık ülkesi demektir. Aleviler de Safavi savaşları sırasında kendilerine uygulanan büyük katliamlar öncesine kadar kendilerine ışık taifesi olarak adlandırdılar, ancak ışık taifesi katli vacip hale gelince mecburen isim ve kisve değiştirdiler. Ama isim ve kisve değiştirirken özlerine sadık kaldılar ve bir kelime oyununun arkasına sığınıp varlıklarını bir müddet daha gizlemeyi denediler.
Alevi sözcüğü o zamandan itibaren kullanılmaya başlandı. Bazı araştırmacılar bunu daha yakın zamanlara taşıyorlar ama ben alevi sözcüğünü Kul Nimet’in nefeslerinde buldum, bana göre Alevi sözcüğü ilk kez 16. yüzyılın son çeyreğinde kullanıldı.
»Yani daha önce kendilerine “Işık insanları” diyorlardı.
Işık taifesi diyorlardı ve 16. yüzyıldan önceki Osmanlı arşivleri incelendiği zaman fermanlarda Alevi sözcüğüne rastlanmaz ağırlıklı kullanılan isim “ışık taifesi”dir. Bu konuda yapılmış araştırmalar ve ortaya çıkarılmış belgeler var.
»Bu, Aleviler’in kendilerine verdikleri isim. Peki, dışarıdan onlara verilen isim nedir?”
Aynı isim kullanılıyordu. Işık taifesi, Aleviler’in kendilerine verdikleri isimdir ama dışarıdan da aynı isimle anılıyorlardı. Bugün Alevi geçmişine baktığımızda Aşık-ı Sadık’lar veya diğer ozanlar geçmişte kendilerine Işık diyorlardı, onların ismi Işık’tı. Onlar da savunmasız bir şekilde Anadoluda köyden köye dolaşıp bu inanışın misyonerliğini yaparken ağır tehditler altında kaldılar. Işık sözcüğü o dönem Osmanlı da kullanılan Arap harfleri ile yazıldığı zaman yazılışı aşık ile aynıdır. Orada başka bir küçük oyun gizlidir.
»Bu da bir gizlenme, bir örtüydü sanırım.”
Evet, bir gizlenmeydi. Bir de Siraçlar var. Onların geçmişteki ismi ışıklardı. Yine bu mezalime maruz kalmamak için isimlerini siraçlar olarak değiştirdiler. Siraç Arapça bir kelime o da ışık demek. Siraçlar bugün Anadolu’daki on iki büyük alevi topluluğundan bir tanesidir ve Anadolu coğrafyasında çok yaygındırlar.
»Alevilik Hz. Ali’yle örtünmüş, gizlenmiş diyorsunuz. Neden Ali?”
Alevi sözcüğüyle Ali ismi arasında uzak bir ses benzerliği dışında bir ilişki yoktur. Bu ses benzerliğini kullanmışlardır. Işık insanı ışıktan gelen anlamında Alevi sözcüğüyle yer değiştirmiş. Alevi sözcüğünün kullanılması Ali ile olan ses benzerliğinin ardına saklanma kaygısındandır.
»Yani Hz. Ali’nin mazlum, mağdur kimliğiyle bağlantısı yok mu?”
Var. Kerbela Olayı, Alevilikte sırdan uzak, sırra vakıf olmayan asıl büyük kitleyi mağdur olmuş insanların sempatisini kazanmak için çok iyi kurgulanmış, kullanılmıştır. Aleviler mağdurun yanında olmayı seviyorlar. Ali, Alevilik içinde çok etkili bir isimdir. Ancak Ali derken 7. yy’da yaşamış İslami şahsiyeti kastedilmez.
“Kimi kastediyorlar?”
Kastedilen bir kişi değil bir kavramdır. Şimdi Genç Abdal’dan (Güvenç Abdal) iki dörtlük okuyayım.
Yoğ iken yerle gökler ezelden
Kudret kandilinde pünhan Alidir
Kün deyince bezm-i elestten evvel
Alemi var eden sultan Alidir.

Müminler sırrını ilden sakınır
Kendin bilmezlere sözün dokunur
Genci Abdal dört kitapta okunur
Evveli ahiri destan Alidir.

Şimdi dünya kurulmadan varolan ve alemi var eden bir varlığı hangi özneyle anarsak analım ister Ali ister Muhammet diyelim bu, 7. yy’da yaşamış etiyle canıyla kanıyla varolmuş İslam’ın 4. halifesi olan Ali olması mümkün değildir.
Aşağı yukarı Alevi sırrına vakıf tüm Alevi Aşık-ı sadıklarının nefeslerinde bu durum böyledir. Bir dörtlük daha okuyayım:

Şah-ı Merdan cuşa geldi sırrı aşikar eyledi
“Yağmuru yağdıran benim” deyi Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalabıdı Yedi Sema gürledi
Hem Sakidir, hem Baki’dir, Nur -Rahman’ım Ali!
Sefil Ali

Şimdi, Saki, Baki ve Nur-u Rahman, esirgeyen, bağışlayan ışığım Ali diyor aşık. Bu vasıfların, niteliklerin bir insanda toplanması ve bunun da 7. yy’da yaşayan Hz. Ali olması mümkün değildir. Aleviler bunu binlerce yıldır söylüyorlar, dinliyorlar. Bunu söyleyen birisinin kendisini Müslüman hissetmesi zaten mümkün değildir.
»Anadolu da on iki büyük Alevi aşiretinin olduğunu söylüyorsunuz, hep on iki rakamı çıkıyor karşımıza? Bu da bir gizlenme şekli mi, hepsi bir kod mu yani?”
Evet hepsi bir kod. Alevilik’te edilen her sözün, her kelimenin altında mutlaka geniş anlamlar yüklüdür. Bu anlamlar da sadece bir tane değildir, herkes ufkunun elverdiği kadarını görür. Alevilik büyük bir deryadır, bir ummandır Alevilik. Kişi bu ummandan kabının yettiği kadarını alır. Aleviliği anlamak için insanın kendi kabının geniş olması gerekir. Kendi anlayışının, algılamasının, eğitimi ve görgüsünün geniş olması gerekir.
Alevilik insanlık tarihi kadar eskidir
»Kitabınızda yer verdiğiniz Alevi kültürünün sembolleri insanlık tarihinin binlerce yıllık geçmişinde sıkça rastlanan semboller. Nasıl bir ilişki var insanlık tarihindeki sembollerle Alevi sembolleri arasında? Örneğin 8 köşeli yıldız sembolü.”
Sekiz köşeli yıldız bugün bir müze olarak kullanılan Hacı Bektaşi Veli Dergâhı’nda dergâhın mührü olarak sergileniyor. Mühür bir nevi kimliktir, kimlik cüzdanı gibi bir şeydir. 8 köşeli yıldız geçmişte ‘Mu’ inanışında, mu ana kıtasına bağlı kolonilerde, mabetlerde kullanılan da bir semboldür. O inanışa bağlı dergâhlarda kullanılan bu mühür bugün Hacı Bektaşi Veli dergâhının mührü olarak hala kullanılmaktadır. Sadece dergâhın mührü olarak değil, bütün mezar taşlarının bir köşesinde bulunmaktadır. Hacı Bektaşi Veli Dergâhı zannedildiği gibi 1240 tarihindeki bir oluşumla ortaya çıkmış bir oluşum değildir. Bu dergâhın altında inanılmaz sayı da mumya bulunmaktadır. Bu mumyaların üzerinde bir karbon testi yapılacak olursa görülecektir ki bu mumyalar en az 3-5 bin yıllıktır. Dergâhta pirlerin, mürşitlerin, dedelerin babaların kitabeleri kayıptır. Bu dergâh Hacı Bektaşi Veli zamanında kurulmuş bir dergâh değildir. Hem 8 köşeli yıldızdan hem de mumyalardan bu dergâhın çok eski bir inanışın devamı olduğu bellidir. Bu iki kanıt bu dergâhın kadim bir inanışın taşıyıcısı olduğunu açıkça gösterir. Aleviliğin çok eski ve kadim bir geçmişi olduğunu bilmemiz Aleviliği anlamamız açısından oldukça önemlidir.
İslamla başlatanlar derler ki; “Aleviliğin bütün ibadeti Alevi Ayin-i Cem’inin içerisindedir. Alevi Ayin-i Cem’i ilk nerede görülmüşse Alevilik orada başlamıştır.
Buna ek olarak Alevi Ayin-i Cem’inin 1400 yıl önce Hz. Ali’nin toprak damlı evinde, Arabistan Yarımadası’nda yapıldığını ve orada başladığını söylerler. Hâlbuki ben kitabımda çok açık olarak bundan 5500 yıl önce yazılmış bir Sümer tabletinde Alevi Ayin-i Cem’inin bugün Anadolu’nun herhangi bir Alevi köyünde yürütüldüğü biçimiyle, demiyle, çerağıyla, zakiriyle, 12 hizmetlisiyle Sümerlerde de yürütüldüğünü ortaya koydum. Tarihin kabul ettiği ilk yazılı belgedir Sümer tabletleri. Bu tabletlerden önce de vardı bu kadim inanış ama bilinen yazılı tarih bu kadar.
“Yani size göre insanlık kadar eski bir inanıştır o zaman Alevilik.”
Evet öyledir ve bu benim görüşüm değil bilimsel bulgulardır. Ben sadece üstü örtülmüş bir takım gerçekleri gün yüzüne çıkarıyorum.
“Örtüyü kaldırıyorsunuz sizin deyiminizle.”
Evet. Bakın bir nefes daha okuyayım;

Sorma ne hacet bizlere sofu
Ta evvel künyede ismimiz vardır
Dünya kurulmadan yüz bin yıl evvel
Şu yeşil kandilde cismimiz vardır.

“Yazdığınız kitap bir nevi turnusol kâğıdı mı oldu?”
Evet. Geçmişte söylenmiş, yazılmış bir sürü şey var. Bunlara inanan geniş bir kesim de var. Şimdi bu insanlar bu kitabı eline aldı, okudu ve bana gelmeden önce muhtemelen onlara gittiler. Dediler ki; “Siz böyle böyle diyordunuz ama öyle değilmiş, ne diyorsunuz?” Artık onlardan hesap sorma zamanı başladı. Bu konuşulması gerekenlerden bir tanesidir.
İkinci bir konu Aleviler bunu biliyorlar mıydı? Alevi inanışıyla ilgili, Alevi inanışının aslıyla ilgili her şey Alevi nefeslerinde Alevi cemlerinde var. Alevilik binlerce yıldır nefeslerde yaşıyor. Ebetteki biliyorlar Aleviler gerçeği. Ama bu bir çeşit cümlelerle ifade edilmeyen, bilgiden ziyade bir sezgi olarak vardı. Aleviler kendilerinin Müslüman olmadıklarını, Müslümanlıktan farklı olduklarını seziyorlardı demek biliyorlardı demekten daha doğru bir yaklaşım.
“Arada bir çelişki görüyorlardı; tarif edilmemiş olsa da öyle mi?”
Genel algılama Aleviliğin İslamiyet’ten ayrı olduğu şeklinde değil de farklı olduğu yönündeydi. Aleviler camiye gitmiyorlar, namaz kılmıyorlar, oruç tutmuyorlar, hacca gitmiyorlar diye Müslüman olmadıklarını söylemek eksik bir anlatım olur. Asıl önemli olan Alevi inanışının temeldeki inanış kalıplarının İslamiyet’ten farklı olmasıdır.
Şöyle söyleyeyim Alevilerin inandığı Allah ile Müslümanların inandığı Allah aynı Allah değildir.
Müslümanlıkta yaratan ve yaratılan diye bir ayrım vardır. Yaratılışın dışındaki daha ulu bir varlık yaratılmışları yaratmıştır.
Alevilerde böyle bir inanış yoktur. Aleviler yaratılışın tamamını yaratanın kendisi olarak görürler. Yani yaratılmışın dışında bir ilahi varlığa inanmazlar.
Alevilik ve İslam daha Allah’ın tanımında, yaratanın tanımında birbiriyle uzlaşmaz, örtüşmez bir şekilde birbirlerinden ayrılırlar. Geleneksel tarzda izah etmek gerekirse, Allah’tan başka tanrı yoktur der Müslümanlar. Aleviler bunu Allah’tan başka varlık yoktur diye ifade ederler. İkisi birbirinden çok farklı şeylerdir.
Yaradılışı, yaratan ve yaratılan olarak ikiye ayırmayı Aleviler doğru bulmazlar. Varlıkta ikilik yaratmaktır bunun anlamı Alevilikte hakir görünür.
Aleviler varlığın birliğine inanırlar. Varlığın birliği de Alevilerde çok bilinen bir tabirle “ene’l hak” diye tarif edilir. Ene’l hak sözcüğü 910 yılında Bağdat’ta işte çok ağır tarihin en ağır cinayetlerinden birine kurban giden Hallacı Mansur tarafından ifade edilmiştir. “Ben Allah’ım” demektir.
Ancak bunun derinliği de, yaratılmış her şeyin, yaratanın bir parçası olduğunu, bu parçaların bir araya gelmesiyle yaratanın ortaya çıktığının ifadesidir. Daha temel olarak Allah inancında ayrılırlar. Aynı Allah’a inanmayan insanlar aynı dinden olabilirler mi? Hıristiyanlıkta, Yahudilikte ve Müslümanlıkta aynı tanrıya inanılır ama bunlar ayrı dinlerdir. Alevilerle Müslümanlar aynı tanrıya bile inanmazlar.
“Yani Alevilik tüm tek tanrılı dinlerden de ayrılıyor, öyle mi?”
Alevilik tüm semavi dinlerden ayrılır. Sadece Müslümanlıkta değil. Çünkü yaratılmışın dışında bir yaratanın varlığına inanmıyorlar.
“Bugüne değin Müslümanlık içindeki dört hak mezhep dışında kaldığı tartışılıyordu. Şimdi siz bütün semavi dinlerin dışında mı olduğunu söylüyorsunuz?”
Evet, tamamen böyle. Başka bir şey daha söyleyeyim; Aleviler cennete de cehenneme de inanmazlar. Tüm semavi dinlerde öldükten sonra cennete ya da cehenneme gidileceğine inanılır. Alevilikte böyle bir inanç yoktur. Aleviler nurdan geldiklerini ve devriye çemberi tamamladıktan sonra aynı nura geri döneceklerine inanırlar. Bir çembere inanırlar, bu çemberin içinde önce “kadir-i mutlak” tan nura, nurdan dört kuvvete düştüklerine inanırlar. Bu dört kuvvet dört nesneyle temsil edilir (ateş, toprak, su ve hava)
Bunlar bilimsel gerçeklerdir: Bugün herkes kabul ediyor ki bir gezegenin doğumundan bir çocuğun doğumuna kadar evrende her şeyin kontrol eden dört kuvvet vardır. Alevi nefeslerinde de bu vardır. Sıradan insanlar kolay anlasınlar diye ateş, toprak, su ve hava olarak adlandırılır.
Sonra bu nur dört kuvvetin kontrolünde önce cansız nesneye, sonra nebata sonra hayvana sonra insana ve ardından olgun insana yani İnsan-ı Kamil’e ulaştıktan sonra tekrar geldiği kaynağa döner. Alevilikte başka bir evrene, başka bir mekana veya öbür dünyaya, cennete ya da cehenneme gidiş yoktur. Sadece İnsan-ı Kamil oluncaya kadar dünyaya geliş gidişe inanılır.
“Yani reenkarnasyona mı inanıyorlar?“
Tam öyle değil ama; ona yakındır. Eğer bir insan İnsan-ı Kamil mertebesine ulaşmadan ölmüşse-ki ona ham ervah denir bu kişinin arkasından sonra Devr-i Asan olsun diye dua edilir. Bu duayla ona İnsan-ı Kamil olmakta kolaylık dilenir. Olgun insan ölmez hakka yürür. Olgun insanın ardından Hakk’a yürüdü denir.
Hakk aslında gerçektir. Alevilik kökü çok eskiye giden on binlerce yıl öncesine giden çok soylu ve kadim bir inanıştır ve kendisini sürekli sembollerle, simgelerle ifade etmiştir. Bunun nedeni Alevilik başka dinlerin hâkim olduğu coğrafyalarda, iklimlerde yaşamasıdır. Yaşarken de saklanmıştır. Saklanırken de uzlaşmacı bir tavır takınarak yaşadığı coğrafyadaki inanışların öznelerini kullanmıştır.
“Alevi toplumunda kendisini Müslüman hisseden bir kesim var. Bu hissedişin nedeni 1400 yıllık İslam kültürünün yarattığı bir şey midir? Yoksa İslami alışkanlıklar ve ritüeller Alevi toplumunun içine mi işlemiştir?”
Mevlana’nın güzel bir sözü var: ‘Olduğun gibi görün yoksa göründüğün gibi olursun.’ Aleviliğin uzun yıllar başka bir dinin içinde ya da başka bir dinin hükümdarlığında kendilerini açık ve serbest bir biçimde ifade edememeleri sonucunda kendisini Müslüman hisseden insanların varlığı doğrudur. Burada Aleviliğin tarifini doğru yapmak lazım. Alevilik semavi dinlerin dışında bir gizli inanıştır.
Diğer dinlerde olduğu gibi Müslüman ya da Hıristiyan ya da Musevi ana babadan doğan çocuk anne babanın dinine geçer. Alevilikte bu yoktur. Alevi olabilmek için belli bir olgunluğa geldikten sonra kendi özgür iradenle Aleviliği kabul etmen gerekir. Doğan çocuk Alevi sayılmaz. Belli bir yaşa gelip aklı erdikten sonra bir rehber eşliğinde ve bir musahip edinerek yola girip yemin etmesinin ardından ancak alevi sayılır.
Bu Aleviliği diğer semavi dinlerden ayıran çok gelişmiş bir özelliğidir. Yola giren insanda yola girdikten sonra hemen Aleviliğin sırlarına vakıf olamaz. Aleviliğin sırrı dört kapının ardında gizlidir. Yani girersin birinci kapının onuncu basamağına yükselirsin ardından başka bir kapı gelir onu açarsın bir on basamak daha çıkarsın ve sonra bir kapı daha.
Dördüncü kapının onuncu basamağında Alevi sırrı insana verilir. Buna göre yoldaki adamı çevirip Aleviler Müslüman mıdır diye sormak ve onun verdiği cevabı muteber saymak mümkün değildir. Erkâna girmemiş, ikrar vermemiş insanın Aleviliği tarif etmesi mümkün değildir. 1960’lı yıllardan sonra köyden şehre göçler yaşandı Alevi köyleri boşaldı şehre gelen Alevilerin büyük kısmı Aleviliğin ilk kapılarındaki insanlardır. Alevilik konusundaki bilgileri sınırlıydı.
Onlardan doğan çocuklar da Aleviliği bilgileri sınırlı anne babalarından öğrendiler. Bu anne babalardan doğan çocukların kendilerin Müslüman olarak tanımlamaları Alevi yolunu bilmemelerinden kaynaklanır. Çünkü Alevi yolu, Alevi erkânı 1960’lardan itibaren dağılmıştır. Bugün Alevi erkânı kaybolmuştur. Aleviler gerçek bir Alevi bilgisinden mahrumdurlar.
“Aleviliği dördüncü kapının onuncu basamağındaki bir kişi doğru anlatabilir ve Aleviliğe vakıf olabilir diyorsunuz. Şu anda siz bize Aleviliği anlatıyorsunuz, peki sizin durumunuz ne?”
Doğru Aleviliği anlatıyorum ancak Aleviliğin benim yazdığım kitapta da burada söylediklerim dışında birçok sırrı, vasfı var. Ben hepsini anlatmıyorum. Ben sadece bilebildiğimi vakıf olabildiğimi anlatıyorum. Hatta daha çok Aleviliğin ne olduğunu değil ne olmadığını anlatıyorum. Bu arada da vakıf olduğumun da çok azını anlattığımı da söylemeliyim.
“Konuşmalarınızda Alevi sırrına vakıf olan ve olmayan ozanlar ayrımı var. Bu ozanlar nasıl ayrılıyor?”
Bu ayrım sadece ozanlar için değil tüm Aleviler için vardır. Aleviliğin kurumsal yapısı içinde dört kapı vardır; Şeriat Kapısı, Tarikat Kapısı, Marifet Kapısı ve Hakikat Kapısı ve bu kapıdaki insanlara şeriat ehli, tarikat ehli, marifet ehli ve hakikat ehli denir. Yani her ehil başka bir şey söyler.
Alevi nefeslerinden tarikat ehli başka bir anlam çıkarır, marifet ehli başka bir anlam çıkarır, hakikat ehli başka bir anlam çıkarır. Her söze en az dört anlam yüklenmiştir.
Onun için Aleviliği çok iyi tanımlamadan çok iyi bilmeden Alevilerin kendilerini Müslüman’ım ya da değilim diye tanımlamaları doğru değildir. Sokaktaki insana mikrofon uzatıp Müslüman mısın diye sormak ve Müslüman’ım cevabı almak Alevilerin Müslümanlığı konusunda bir şey ifade etmez. Çünkü o insan Alevilik üzerine bir fikir yürütmek için yetiştirilmemiştir. Ehil değildir.
Devrani’nin bir nefesi bu. Devrani diyor ki; dünya kurulmadan yüz bin yıl evvel başka bir kandilde, gezegende cisim olarak vardık. Bir başka biçim değil cisim olarak vardık. Bu nefesleri çoğaltabiliriz. Eğer Alevi Âşıkların söyledikleri inanmazsak biz bunlara Alevi âşığı olarak kabul etmeyiz, onların yolundan gitmeyiz. Ama kabul edersek söylediklerini de kabul edeceğiz. Sadece Yunus Emre’yi kabul etmekle olmuyor bu iş. Onun söylediklerini de kabul edeceksiniz. Pir Sultan’ı kabul etmekle olmuyor söylediklerini de kabul etmek gerekiyor. Kul Himmet’i, Genç Abdal’ı keza öyle. Bunların hepsinin nefeslerinde Aleviliğin tarihi ve inanışın aslı çok net olarak yatıyor.
“Alevilerin Ayin-i Cem’inde bütün bunlar anlatılıyor diyorsunuz. Ne anlatılıyor Cem törenlerinde?”
Alevi Âyin-i Cem‘i, evrensel bir gösteridir. Evrenin ve insanın yaratılışının mistik bir sunumudur, ruhani bir şölendir. Ritüellerin, söz, müzik ve dansla bezendiği, masalsı bir anlatımdır. Zengin sembollerle donanmış koreografinin içinde, engin sırlar ve kadim bilgiler gizlenmiştir. Alevi Âyin-i Cem‘i içinde dans, müzik ve söz, çarpıcı bir uyum içinde bir araya gelerek, var oluşun hikâyesine dönüşür. Alevi Âyin-i Cem‘i, var oluşun hikâyesini başlangıcından alarak, sırası içinde bu güne taşır. Alevi Âyin-i Cem‘i içinde sahnelenen her figürün, her sözün, her notanın, derin anlamları vardır.
“Aleviler yıllarca Hz. Ali’nin resimleriyle, kılıcı Zülfikar’ın kolyeleriyle yaşadılar. Kendilerini Müslüman olarak tanımladılar. Genelde Aleviliğin Şia’yla bir ilişkisi olduğu, Şia’nın bir kolu, bir farklı yorumu olduğu düşünülürken siz onlara Müslüman değilsiniz diyorsunuz. Aleviler bütün bunları bilmiyorlar mıydı?”
Ben kitabımı yazarken Aleviliğin doğru anlaşılması için Alevilik üzerindeki Ali ipoteğinin kaldırılması gerekir diye başladım. Kabul etmek gerekir ki alışılmadık bir cümle bu. Alevilerle Aleviliğin kendi inanışları arasında kalın bir perde olduğunu ve o perde kaldırılmadıkça Aleviliğin aslının anlaşılamayacağını düşünüyorum. Kabul ediyorum sert ve radikal bir çıkış bu. Bu konu ile ilgili çeşitli konuşmalar yaptım, konferanslara katıldım ve yüzlerce mail aldım. Çok açık söylemeliyim ki bu iddiama ciddi bir karşı çıkış olmadı. Sadece Alevi esnafları bu düşünceme karşı çıktı. Zaten Alevilerle Alevi esnafları da birbirinden ayırmak lazım.
“Alevi esnafları derken kimleri kastediyorsunuz?”
Aleviliği bir başka bünyenin içinde eritmek üzere kendini görevli kılmış insanların varlığını hepimiz biliyoruz. Yani Aleviliğin kendisini tarif yerine Aleviliği bir başka din ve inanışın içinde asimile etmeye programlı insanların -ki bunların sayısı çok az yazdıklarıma tepkisi var. Alevilerin de onlara tepkisi var. Diyorlar ki bunlara; “bunca zamandır bize doğruları söylemediniz.”
Onlar bu kitaptan sonra geçmişte onlara inanmış kişilere hesap verme durumunda kalmışlardır.
NOT:
Yazar, Erdoğan Çınar’ın anlattıkları burada bitti. Aşağıdakileri de tamamlayıcı olarak buraya ben aktardım. H. B.

4. İSLAM BİZİM NEREMİZDE?

Hacı bilmem hoca bilmem
Beş vakit namazı kılmam
Ramazanda oruç tutmam
İslam bizim neremizde?

Çarşafım yok türbanım yok,
Ehl-i sünnet fermanım yok
Arafat’ta kurbanım yok,
İslam bizim neremizde

Cemimde yok sazımda yok
Karımda yok kızımda yok,
kırpık sakal yüzümde yok
İslam bizim neremizde,

Dem çekerim dolumda yok,
Bilimde yok ilimde yok,
Türkçe duam dilimde yok,
İslam bizim neremizde

Mezhep deyip nifak sokmam,
Tekbir ile insan yakmam,
Tespihim yok takva takmam,
İslam bizim neremizde,

Kandilimiz gecemiz yok
Arapçamız hecemiz yok
Hülleyecek kocamız yok,
İslam bizim neremizde?

Muhammet’le Ali öldü,
Soyu sopu sürgün geldi,
Meydan Muaviye’ye kaldı,
İslam bizim neremizde,

Ehl-i beyt benim dostum
Ezdiler bağrıma bastım,
Ben İslam’a çoktan küstüm,
İslam bizim neremizde,

Saltanatı halifesi,
Hiç tanımam neyin nesi,
İrticası, Kara sesi
İslam bizim neremizde,

Tutturmuşlar ehl-i sünnet,
Ne cehennem ne de cennet,
Kül köle değilim ümmet,
İslam bizim neremizde,

Tüm dinlerden alıntım var,
Şamanlıktan kalıntım var,
Çok üzgünüm anlatmak zor
İslam bizim neremizde,

Özümde benlik yazılmaz,
Kimseye kuyu kazılmaz,
İç abdestim hiç bozulmaz,
İslam bizim neremizde,

Arıyorum tarıyorum,
Can gözüm var görüyorum,
GAZİ METİN soruyorum,
İslam bizim neremizde?

Hüseyin Gazi Metin (Alevi Dedesi)

5. ALEVİLİK NEDİR?
Derleyen Naci Kaptan

Allah,eyvallah kapısında,
döktüğün varsa doldur,
ağlattığın varsa güldür.
Yıktığın varsa kaldır.
Doğru gez.
Dost gönlünü incitme.
Mürşide teslim ol.
Yalan söyleme,haram yeme.
Zina etme.
Elinle komadığın şeyi alma.
Gözünle görmediğin şeyi söyleme.
Gelme gelme,dönme dönme.
Gelenin malı,dönenin canı.
Riya ile ibadet,şirk ile taat olmaz.
Söylediğin meydanın,
sakladığın senin.
Allah eyvallah…

Anadolu etnik, inançsal, kültürel farklılıkları bünyesinde barındıran çok renkli bir mozaiktir. Büyük ve zengin tarihsel geçmişi ile bir dünya kültür mirası coğrafyasıdır. Doğaldır ki bu dünyanın insanlık ailesi için son derece değerli birçok inançsal/kültürel unsuru yeterince bilinip tanınmamaktadır.
Anadolu’da yaşayan kültürel inançsal topluluklardan birini de kendilerine özgün yapıları ile Aleviler meydana getirir.

6. ALEVİLER KİMLERDİR?

Alevilik çeşitli ve farklı kültürlerden, dinlerden, inançlardan aldığı ögeleri sentezleyerek bünyesine alarak orjinal bir öğreti yaratmıştır. Alevilikte Hırıstiyanlık’tan, İslamiyet’ten, Budizim’den, Mani inancından, Zerdüşlük’ten, Anadolu’nun yerli inançlarından vb. unsurlar görülür. Düşünüldüğünün tersine Alevilik İslamiyet’ten farkı, onun şartlarına, olmazsa olmazlarına uzak duran bir felsefedir.
Alevilik; insanı merkezine koyan (insanı merkez alan) Anadolu’ya özgü eşi benzeri olmayan bir felsefe, bir inanç, bir yaşam biçimi, bir kültür, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de aşan bir toplumsal olgudur.
Aleviler Anadolu toprakları üzerinde 1000 yıldır yaşamlarını sürdürmektedirler. Anadolu Alevi nüfusu ise 20 milyon civarındadır.
Alevilik Anadolu’daki resmi dinsel anlayışın dışında oluşmuş ve olmuştur. Bu nedenledir ki tarihte Anadolu’da kurulan gerek Selçuklu devleti zamanında gerekse Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyeti altında sürekli olarak Aleviler baskı ve zulüm görmüşler, aşağılanmışlar, horlanmışlar, yadsınıp yok edilmeye kalkışılmışlardır.
Alevilik Osmanlı’nın resmi dinsel anlayışı olan Şeriatı/İslamiyeti yadsıyan bir inanç/öğreti olduğundan Aleviler birçok katliama maruz kalmış, tarihsel süreçte kendi varlığını korumak için bedeller ödemiştir. Avrupa’da ortaçağda yaşanan engizisyonun bir benzeri Anadolu’da Aleviler üzerinde uygulanmıştır.

Hümanizm Aleviliğin Temel Karakteridir…
Aleviler tarihte salt inançlarından/ kültürlerinden/öğretilerinden dolayı birçok katliam yaşamış olmalarına rağmen Alevi öğretisinin temelini insan sevgisi yani hümanizm oluştur. Aleviler insanda tanrısal özellikler görürler. Onlara göre insan tanrının yeryüzündeki yansımasıdır. İnsana gösterilecek sevgi ve saygı yeryüzündeki her türlü ibadetten daha değerlidir. İnsana değer verilmelidir çünkü insan dünyadaki her şeyin yaratıcısıdır. İnsan yaratan ve yaşatandır. Hümanizm, insan sevgisi temelinde tüm “kerametlerin/ mucizelerin” insanda olduğuna inanır. Bunu “her ne arar isen insanda ara” özdeyişiyle dile getirir.
Aleviler insanlar arasındaki her türlü ayrımcılığa karşıdırlar. İnsanın insan olarak doğmasından ötürü saygıya, hak ve özgürlüklere layık olduğuna inanırlar.
İnsan hakları evrensel bildirgesinde ifadesini bulan temel insan haklarının bütün insanlar için gerçekleşmesi gereğine inanırlar.
Alevi toplumu barıştan, dostluktan, hoşgörüden yana, bilime ve gelişime açık zengin sanatsal ve estetik değerleri ile insanlığın gelişimine katkıda bulunmaktadır.
Alevilik dünyada yaşayan tüm insanlık ailesini/tüm insanları dost ve kardeş bilir. Farklı olmayı insanlık için bir zenginlik sayar.
Aleviler Demokrasiden Yanadır
Aleviler ve Alevi öğretisi demokrasiye bağlıdır. Bu onun tarihsel geleneğinden, Alevi öğretisinin yapısından kaynaklanır. Aleviler kendilerini demokrasi cephesinde görür. Çünkü demokrasi genel anlamıyla halka ve çoğulculuğa dayanan ama bireyin ve azınlıkların haklarına güvence veren inançların, düşüncelerin, siyasi eğilimlerin özgürce tartışıldığı farklılıkların kendisini ifade edebildiği çoğunluk ilkesinin hakim olduğu ve sorumluluklarının yüklendiği bir ortamı varkılar.
Yoksul Anadolu insanlarının varoluş öğretisi olan Alevilik sürekli bir gelişim, oluşum ve değişim içerisinde olmuştur. Alevilik 1000 yıllık tarihi boyunca mazlumdan yana zalime karşı, ezilenden yana ezene karşı, zulme, zorbalığa baskıya karşı haktan ve haklıdan yana olmuştur.
Kendi dışındaki inançsal, dinsel, kültürel farklılıkları bir gerçeklik olarak gören ve saygı ile yaklaşan Aleviler tüm toplumsal kararların o toplumda varolan bireylerin ortak iradesi ele alınması gereğini savunur.
Alevilikteki toplumun iradesini arama anlayışı günümüzde demokrasi olgusu ile bütünüyle örtüşmektedir. Günümüz Alevi topluluğu tamamıyla demokrasiden yanadır. Yaşadıkları ortamlarda eksiksiz bir demokrasinin gerçekleşmesi için uğraş vermektedirler. Alevi hareketi insanını doğası ve tarihi birikim bakımından dolayı özgürlükçüdür ve demokrasi yanlısıdır. Çünkü özgürlük insan kişiliğini ve düşüncesinin gelişmesi, gerek bireyin gerek toplumun yaratıcı, yetenekli ve sürekli gelişebilmesi için başta gelen koşuldur. Özgürlük, aynı zamanda yenilenme, gelişim ve değişim için gereklidir.
Bu anlamıyla Alevi örgütlenmesi, inanç özgürlüğünü, siyasi örgütlenme özgürlüğünü, düşünce ve basın yayın özgürlüğünün, insan hak ve özgürlüklerini savunur. Tüm sorunların ancak demokrasi temelinde çözülebileceğine inanırlar.

7. ALEVİLİK DOĜMATİK VE BAĜNAZ DEĜİLDİR ALEVİLİK RASYONELDİR

Alevilik dogmatik ve bağnaz değildir. Aleviler kuralcı ve biçimciliği reddederler. Öze, önem verirler. Diğer dinlerde, inançlarda olan, insan yaşamının her alanına müdahale eden kendileri dışında “doğruyu” görmeyen katı donuk yaklaşımları Alevilikte bulamazsınız. Dogmatizme karşı, bilimden yana, insan aklının ve iradesinin özgürlüğüne inanırlar. Alevilik eleştirel bir yaklaşımı savunur. Alevi öğretisinde “mutlak”lık, “değişmez”lik söz konusu değildir. Kılık-kıyafetten, ibabet etme biçimine, dünyaya, yaşama bakışta bu farklılıkları açık seçik görmek mümkündür.
Bu durum aynı zamanda Aleviliğin bir zenginliğidir. Aleviler hiç kimsenin kendileri gibi inanmak ve düşünmek zorunda olduğunu dayatmazlar. Kimseyi kendilerine benzetmek istemezler. Herkesi kendilerini ifade ediş biçimlerine göre algılarlar, eşit koşullarda bir arada özgürce yaşamayı savunurlar. Alevilik rasyoneldir. Alevilikte akıl ve mantığa aykırı düşüncelere / inançlara / uygulamalara yer yoktur. Alevilik gerçekliği temel aldığından dolayı, realisttir, ilericidir.
Alevilik Çaĝdaştır Sürekli Bir Deĝişim ve Gelişimden yanadır
Alevlik donmuş, kalıplaşmış bir öğreti/inanç değildir. Tüm tarihi boyunca sürekli bir gelişim, değişim ve ilerleme içerisinde olmuştur. Alevilikte bir söz vardır: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!”
Aleviler tüm çağdaş yeniliklere öğretilerini uyarlamayı bilmişlerdir. Alevilik yaşadığı ülkeye, zamana, mekâna, yenilik ve değişimlere uyma yeteneğini her zaman gösterebilmiştir. Alevilik bilimsel ve teknolojik gelişmelerden yana olmuş, değişim ve gelişime her ortamda öncülük etmişlerdir. Bilim dışılığı, akıl dışılığı şiddetle reddeder. Bilim her koşulda Aleviliğin yol göstericisi olmuştur. Bir Alevi özdeyişi bu anlayışı şu şekilde ifade eder: “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!”

8. ALEVİ ÖĜRETİSİ EVRENSELDİR HOŞGÖRÜ ÜZERİNE YÜKSELİR

Anadolu Aleviliği evrensel özellikler gösterir.
Bu nedenle yalnız başına hiçbir ulusa, etnik guruba mal edilemez, onunla sınırlanıp daraltılamaz.
Alevilik yeryüzünde yaşayan tüm insanları din, dil, ırk, inanç, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bir ve eşit olarak görür. Alevi öğretisinde “72 millete bir nazarla bakmak” ilkesi esastır. Bu tüm insanlar için eşitlik ve kardeşlik demektir.
Aleviler geçmişten bugüne hiçbir ulusa kendi dışındaki hiçbir inanca ve kültüre arşı düşmanlık beslememiştir. Tersine kardeşçe bir arada eşitçe yaşamayı öne çıkartmıştır. Çok kültürlü, çok inançlı, çok milliyetli bir barış ve kardeşlik ortamını özler.
Alevi öğretisi hoşgörü temeli üzerine kurulmuştur
Aleviler hiçbir insanı inancından dolayı kınamazlar, hakir görmezler, küçümsemezler. Hiç bir insandan kendileri gibi inanmalarını talep etmezler. Kendi yollarına girmeye zorlamazlar. Kimseyi kendilerine benzetmek istemezler. İslamiyet’in fetih anlayışına şiddetle karşıdırlar. Dinsel bağnazlığa, fundamentalizmi şiddetle reddeder.
Alevilik ırkçılığı insanlık suçu olarak değerlendirir
Uluslarüstü bir inanç bir yaşam tarzı olan Alevilik, kendisini Alevi gören, Alevi hisseden bütün uluslardan insanların, yani Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Arnavut ve diğer ulusların ortak bir inancı kültür mozaiğidir.
Aleviler, Anadolu’nun zengin mozaiğinden, ulus ve inanç kültür kimlikleri temelinde eşit koşullarda kardeşçe bir arada yaşamayı hayata geçirecek, imha ve inkar politikalarını reddeder ve yeni bir toplumsal barış projenin yaratılmasından yanadırlar.

Bu çerçevede Alevi öğretisi Alevi inancı ve kültürü her türlü ırkçı-şovenist ve milliyetçi akımı reddeder. Ona karşı mücadele eder. Bu anlayışlarda barışçı, eşitlikçi ve evrenseldir.

9. ALEVİLER LAİK TOPLUM LAİK DEVLET İLKESİNİ SAVUNURLAR

Alevi toplumu yaşadığı her toplumda kamusal ve toplumsal hayatın laiklik ilkesine uygun olarak yapılandırılması gereğini savunurlar. Laiklik, siyasal, hukuksal ve felsefi bir bütünlük arzeden, imam ve inanç yerine aklın hâkimiyetini, bilimi öne çıkaran laiklik aynı zamanda, siyasi iktidarların dini kudretten ayrılması dinin kamu hayatı üstündeki etkisini sınırlamak ve genel olarak devletle din işlerinin birbirinden ayrılması anlamını da taşır. Laiklik ilkesinin reddi, kamusal ve toplumsal hayatın bir inanca, bir dine göre şekillendirilmesi çağdışılıktır, toplumsal bir çatışma nedenidir.
Laiklik inananların, farklı inananlar farklı düşünenlerin kendi tercihlerinin ortak güvencesidir. Bunun için laiklikte devlet inançlar karşısında taraf değil, ortak güvencedir. Laiklik inanç dünyasının sivil topluma devridir. Bu çerçevede laiklik demokrasinin temel bir ilkesidir. Bunun içindir ki Aleviler laiklik ilkesini ısrarla benimserler. Laiklik için mücadeleyi her zaman yürütür ve savunurlar.
Alevilik Doğa ve Çevre Dostudur
Alevi öğretisi doğa ve insan dostudur. Alevilikte “her şeyin bir canı/ruhu” olduğu inancı vardır. Dolayısıyla dağın, taşın, ağacın, ırmağın, böceğin yani doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkların da bir canı vardır. Ve hiç bir canı incitmemek gerekir. Aleviler doğayla dosttur. Doğanın tahrip edilmesine, insanların insanca yaşayacağı ortamın yok edilerek çevrenin kirletilmesine karşı dururlar. Hatta Alevilikte ağaçların, dağların, suların kutsallığı söz konusudur. Bu kutsallık yaşam kaynağı olan doğanın korunmasından kaynaklanıyor olsa gerekir.
10. ALEVİLİKTE KADIN ERKEK EŞİTLİǦİ VARDIR 19

Alevi felsefe ve öğretisinde cinsiyet ayrımcılığına yer yoktur. Kadın ve erkek toplumda eşit statüdedirler. Alevilik tüm kültür ve inanç eylemlerinde kadın ve erkeğin eşit biçimde yer almasını öngörür. Alevilikte kadın erkek eşitliği “aslanın dişisi de aslandır” özdeyişi ile dile getirilir.
Sanat Aleviliĝin Varoluş Unsurudur
Sanat Alevi öğretisini var eden temel unsurların başında gelir. Aleviliğin toplumsal/inançsal kurumlarının başında gelen “cem” adı verilen toplantılar saz, şiir, semah eşliğinde yürütülür. Alevilik’te Alevi felsefesini dile getiren şiirleri söyleyen ozanlara büyük saygı duyulur. Ozanların eren/evliya olduğu dahi düşünülür. Şiirler saz eşliğinde ezgili bir biçimde söylenir. Bir müzik aleti olan saz da Alevilikte kutsal addedilir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları semahlar (yani dans) da Aleviliğin vazgeçilmez unsurlarındandır. Sazı, şiiri, semahı ile Alevilik estetize edilmiş bir yaşam sunar. Estetik güzellik adeta Aleviliğin kendisidir.
Aleviler Dünyaya Kucak Açıyor
Farklı ulusların, toplulukların, inançlarından, kültürlerinden, tarihi birikim ve estetik değerlerinden süzülüp gelerek özgün bir öğreti oluşturan Anadolu Aleviliği sosyolojik gelişime uygun olarak bugün kıtaları kapsayan bir geniş coğrafyaya yayılmış bulunmaktadır.
Ne var ki bütün varlığına rağmen Alevilik Türkiye’de resmi olarak yok sayılmakta, inkâr edilip yadsınmaktadır. Aleviliğin inkârı yalnız Türkiye için değil insanlık ailesi için de önemli bir kayıptır.
Dünya insanlığını sevgi, saygı ve hoşgörü ile birbirine kaynaştırarak barış içinde uyumlu bir şekilde bir ararda yaşamalarını özleyen/öngören Alevilik bunun için tüm dünya insanlığına kucak açmış bulunmaktadır.
Kaynak: PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ –
Ali Yıldırım http://www.psakd.org

11. ALEVİLER…

Aleviler ; 25 milyondur…
Aleviler ; bu ülkenin yüz akıdır…
Aleviler ; aydındır…
Aleviler ; iyi vatandaştır.
Aleviler ; okuyan, bakan, gören, dinleyen, bilen, anlayan, düşünen insanlardır.
Aleviler ; her zaman uygarlıktan yanadır.
Aleviler ; inançlarında samimi oldukları için kimliklerini asırlardır acı çeke çeke koruyabildiler.
Aleviler ; tarihin bir kanlı hesabını sorarken, sadece kendi dizlerine vurdular.
Aleviler ; “incinsen de incitme” derler.
Aleviler ; doğaya saygılıdır.
Aleviler ; Allah’ın yarattığı tüm canlıları sevdiler.
Aleviler ; kadını ikinci sınıf vatandaş sayarak, bir mal gibi görerek, ona şüpheyle bakarak, insan yerine koymayarak, kapalı kapıların arkasına hapsetmezler.
Aleviler ; kadına güvenirler.
Aleviler ; yobaz değildir.
Aleviler ; saz çalarlar.
Aleviler ; semah dönerler.
Aleviler ; ozanları-şairleri yakmazlar, edebiyatçıları kovmazlar, aydınları vurmazlar.
Aleviler ; “el, dil, bel sağlamlığı” isterler.
Aleviler ; çağdaş dünyanın reddettiği, akıl dışı hurafelere, batıl inançlara kanmazlar.
Aleviler ; Mustafa Kemal Atatürk’ü severler.
Aleviler; ulusumuza çağdaşlık kapılarını aralayan devrim yasalarına yürekten bağlıdırlar.
Aleviler ; laik cumhuriyete sahip çıkarlar.
Aleviler ; Dönek değildir.
Aleviler ; Kendi çıkarları için, hangi iktidar gelse ona yanaşıp yalakalık yapmazlar.
Aleviler ; Hiçbir zaman küçük hesaplar yüzünden Türkiye ’nin aydınlık yoluna ihanet etmediler, etmezler.
Naci Kaptan

12. BÜLENT ÜNVER YAZIYOR

Sayın Öğreticim,
Önce saygı, sevgi en içten.
Bu gün evime ADSL aldım. Ve internet’e kavuşma mutluluğu yaşarken, ilk mailimi size yollamak istedim. www.aleviweb.com sitesinde sizin makalelerinizi yolluyorum. Sizin düşüncelerinizi beğenen ve hatta tanışmak, yazışmak isteyen üyeler var. Kendilerine sizin site adresini verdim.
Sayın Öğreticim,
İşlerimi yoluna koydum. Şunu iyi bilmelisiniz ki sizinle olan bağı koparmış
değilim. Böyle bir olumsuz düşünce aklımdan bile geçmez. Çünkü beynimde
gelişen büyük gelişmenin farkında olduğum için bilgi alışveriş yapmayı
zamana bırakmıştım. Sözünüzü de dinledim. Artık sizinle yoğun yazışma içinde
olmak istiyorum. Yarın Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi 59, 60 sayılı dergiyi 27 Mayıs Milli Devrim Derneğine bırakıyorum.
www.aleviweb.com sitesine şu makalenizi ilettim.
+
Sevgili Purelife,

Önce saygı, sevgi sana Bülent Ünver’den. Aramıza katıldığın için hoş geldin.
Verimli çalışmalarını beklerim. Yazında:” Aleviyim, ama Müslüman değilim”.
Bu nasıl bir ifadedir, çıkamıyorum içinden. Anadolu’nun Ali’si ile Arap Ali’si
birbirinden farklı değildir” diyorsun.
Önce şunu sormak istiyorum:” Bu düşüncene beni, bizleri inandırmak mı
istiyorsun? Senin düşüncen sana aittir ve sana göre doğrudur. Buna sonuna
kadar saygı duyarım. Ancak sana ait olan düşünce bana ait olmadığı için,
senin düşüncen bana yanlıştır.
Yazında: “Anadolu’nun Ali’si ile Arap Ali’si birbirinden farklı değildir”
diyorsun. Bu düşüncene nasıl vardın? Araştırma, deney, gözlem, saha çalışması, kültür karşılaştırması yaptın mı? Bunu açıklayabilir misin?
Alevi kökenlisin, Alevi kültürünü çok büyük bir ihtimal biliyorsundur ama
İslam kültürünü biliyor musun? Evet İslam kültürünü biliyorum diyebilirsin,
o halde bana İslam kültürünü anlatabilir misin? Kuran’ı Kerim ve Yüce Meali,
Hadisler olan; Sahih-i Buhari Muhtasari, Tirmizi, Ebu Davud, Müslim.
Bunların genel yapısını bana yazabilir misin?
Sana göre Kuran’da: Başka dinden olanlara karşı din düşmanlığı var mı?
Sana göre Kuran’da: Kadını aşağılama, kadını erkekten üstün tutma var mı?
Sana göre Kuran’da: Şiddet ayetleri var mı? Kısas var mı?
Sana göre Kuran’da: Öteki dünya inancı nasıl? Öteki dünya’da müminlere neler
sunulmuş?
Sana göre Kuran’da: Şairleri lekeleyen ayetler var mı?
Anadolu’nun Ali’si ile Arap Ali’si birbirinden farklı değildir” diyorsun. Bir bakalım aradaki farka!
Şu sözler İslam’ın Hz. Ali’sine aittir:
1. Biatten dönenlerle savaştım, gerçekten sapanlarla mücade ettim. Dinden
çıkanları kahrettim. Nehc’ül Belaga s: 133. Bakınız.
2. Benim sözlerimi duydukları halde itaat etmeyip isyan edenlere, öleceğim
güne kadar yürür de yürürüm, vurur da vururum. Çünkü İslam’ın en yüce
rüknüdür. Bakınız Age: s:110.
3. Namaz da her temiz kişinin Allah’a yaklaşmasıdır. Her şeyin zekatı vardır., her zekatı da oruçtur. kadının savaşı ise, kocasıyla iyi geçinmesidir. Namaz vaktinde kıldır. Bil ki yaptığın yapacağın her şey namaza bağlıdır. Allah hürmeti vacip olan evini Kabe’yi ziyaret edip hacetmesini size farz kıldı.
İslam; Peygamber efendimize inanmak ve yolunda savaşmaktır. Savaş İslam’ın en yüce rüknüdür ve namaz kılmaktır. Çünkü İslam’ın esasıdır. Ve Ramazan ayında oruç tutmaktır. Bu da azaptan bir kalkandır. Kuran’ın ipine sarıl, onu kendine dost et. Bakınız: age: s: 390,110, 338
4. Hz Ali’nin Öteki dünya görüşü: Bil ki sen ahiret için yaratıldın.
Görüldüğü gibi İslam’ın Ali’sinin bu düşüncesi, Anadolu Alevilerin
düşüncelerine, yaşam biçimlerine kesinlikle uymamaktadır.
İslamiyet’te; Kadını kapatmakla, mirastan; kadına bir, erkeğe iki vermekle,
kadına dövme emri vermekle, Nisa Süresi 34 ayete bakınız. Kadını toplumdan
soyutlamakla, zina ve hırsızlık yapanı taşlayarak recm, ya da kırbaçlayarak
cezalandırmakla, hırsızın elini kesmekle, kısasa kısas uygulamakla, erkeğe
dört kadın sunmakla, kafir mümin ayrımı yapmakla, dinden döneni öldürmekle
ve Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalıncaya değin kafirlerle savaşın
K. 2./193, 8/39 demekle bu katı kuralların Anadolu Aleviliğiyle hiç bağlantılı
değildir. Demek ki arada çok büyük fark vardır.
Av. Hayri Balta, www.tabularatalanayalana.com web sitesine bakınız.
+
Sevgili Purelife.
Anadolu Alevilerin gönlünde: “Yiğitler şahı, şahı merdan, yoksuldan, yetimden yana hümanist bir Ali var. Tarihsel Ali de Anadolu Alevilerinden çok farklı. O tarihsel Ali: “Astığı astık, kestiği kestik olan, insanları ateş kuyularında yakan, kılıcından kan hiç eksiz olmayan, kafirleri (Yahudi ve Hıristiyanları) İslam dinine davet eden bir ayetullah var. Ve hatta bir çöl gerillası var.
Faik Bulut, Alisiz Alevilik adlı kitabı okumanı tavsiye ederim.
Sende çok iyi biliyorsun ki, “Alevi kültürünün; Sazı vardır, sözü vardır. Çalgısı vardır, içkisi vardır, dansı vardır. Kadın erkek eşitliği, tek evlilik, ibadette birliktelik vardır, Hümanizm vardır. Bütün bunlar ise İslam’a aykırıdır.” (Hayri Balta)
Peki, nasıl olur da böyle bir inanışa sahip olanlara Müslümanlığın bir kolu, yorumu denebilir? Denebilir mi?
Anlaşılan o ki sen İslam Tarihini incelememişsin, inceleme gereği duymamışsın.
Anadolu Alevileri “SEVGİ BİZİM DİNİMİZ BAŞKA DİN TANIMAYIZ” derken ve sürekli barışı dile getirirken, türkülerinde barış güvercini uçsun dünyada derken,
“Hararet nardadır, saçta değildir
Keramet hırkada taç da değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.” derken, ve insanlığı en üstün bir varlık olarak tanımlarken, insan sevgisiyle yoğrulurken, İslam’ın Alisi sanıldığı gibi insan sevgisi ile yoğrulmamıştır.
Alinin zülfükarı çatal çataldır. Her çatalından kan damlamaktadır. Bu da İslam’ın barış ve hoşgörü dini olduğu söylemini yalanlamaktadır. Salt bu çift çatallı kılıç bile “insancıl” ve 72 milleti bir gören, “yaratılmışı severiz yaratandan ötürü” diyen Alevilik felsefesi ile bağdaşmamaktadır ama Alicilikle bağdaşmaktadır.
Şunu çok iyi analiz etmeliyiz ki, Aleviliği; “Ali Muaviye olayına bağlamak yanlıştır. Ali-Muaviye olayına bağlı olan Irak, İran’daki Şiilik’tir. Şiiliğin karşıtı ise Sünniliktir”.
Tarih Profesörü sayın Ahmet Yaşar Ocak’ın “Aleviliğin kökeni ve doğuşu
konusunda tarihsel perspektif yanlışları” adlı makalesinde bakın ne diyor. Lütfen dikkatli okumanı öneririm.
Bu konudaki genel kabul, olayın Peygamber sonrasında hilafet üzerindeki tartışmalar ve kavgalardan doğuşudur. Büyük bir ihtimalle Alevi (Ali’ye mensup) teriminin ve Alevilikle Bektaşilikteki Hz. Ali kültünün ilk bakışta doğruluğu izleniminin de etkisiyle olsa gerek, bu ön kabul istisnasız hemen hemen Alevi, hatta Sünni kökenli birçok yazar tarafından benimsenmiştir.
Hâlbuki İslam tarihini doğru bilenler şunu çok iyi bilirler ki bu mücadeleler, Aleviliğin değil, Şiiliğin doğuşunu hazırlayan olgulardır. Oysa sözü edilen yaklaşım, Aleviliğin Şiilik’ten doğduğu şeklindeki yanlış ve çok yanıltıcı bir varsayımı beraberinde getirir ki bu, tarihsel olguyla kesinlikle uyuşmaz; çünkü Nejat Birdoğan’ın bir kitabında gayet yerinde olarak söylediği gibi, “Kerbela olmasaydı da Alevilik olacaktı”, Aleviliğin kökeninin ve doğuşunun ne Hz. Ali’nin hilafet mücadelesiyle, ne de bu mücadelenin cereyan ettiği mekan ve zamanla uzak yakın en ufak bir ilişkisi
yoktur.
Alevilik, daha doğrusu sonradan bugünkü şekliyle Aleviliğin temelini hazırlamış olan heterodoks Türk-İslam dediğimiz olay, o zamanlar hiç şüphesiz ki adı bu olmamakla beraber, Hz. Ali kültünden tamamen uzak bir şekilde 10. yüzyılda Türklerin İslamiyet’i kabule başlamaları ile birlikte doğan ve gelişmeye başlayan bir olaydır. Bu olaya Şii etkilerin karışımı ve heterodoks Türk Müslümanlığının bugünkü bildiğimiz Alevilik şekline gelişi, çağdaş, bilimsel araştırmaların kesin olarak ortaya koyduğu üzere, 15. yüzyılın sonralarıyla 16. yüzyılın başlarında Safevi propagandasıyla başlar.
Tarihi tersine döndürmek mümkün olmadığına göre, bu tarihsel gerçek
değişmeyecektir.
Bilgi Toplumda Alevilik Sempozyumu, A.Y.Ocak, Hazırlayan İbrahim Bahadır
Pir Sultan Abdal Sanat Dergisi 42 sayı ve ayrıca
http://lidya.hacettepe.edu.tr/~b0152631/turkiye.htm bakınız.
A.Y. Ocak, Kalenderiler, TTK Yayınları lütfen okumanı tavsiye ederim.
Sevgili Purelife. Bu konuyu iyi okumanı isterim.
Türkiye’de ki Anadolu Alevileri Irak’taki Şia/Caferileri genelde Alevi diye bilinirler.
Bizim Alevi dediğimiz topluluk Caferi/Şia’dır. Ve bu insanların; gelenekleri, yaşam felsefeleri biz Anadolu Alevilerine en ufak bir benzerliği bile yoktur. Kerbela’da Şantiyemizde görev alan 200 yakın Caferi/Şia vardır. Şantiyemizde İnşaat Mühendisi olarak görev alan Kerbela’lı Hamza adında ki bir Caferi ile aramızda şu konuşma geçti. Aklımda kaldığı için aynen aktarıyorum.
Hamza: Siz Müslim misiniz? Yani Müslüman mısın diyor.
Bülent: Ben Aleviyim.
Hamza: Alevi nedir?
Bülent: Türkiye’deki Aleviler sizleri Alevi diye bilir.
Hamza: Ben Alevi ilk defa duydum. Biz Caferiyiz.
Burada çok açık bir şekilde görülüyor ki: Şia Hamza Alevi kelimesini bile
bilmiyor. Kaldı ki Alevi felsefesini bilecek? Ve bu Ceferi arkadaşım, benim
ofisimde asılı Hacı Bektaş-i Veli’ye bile bu kim demişti. Anadolu Alevileri
gelenekleri ve görenekleri kısaca yaşam felsefesi aynıdır. Yanılıyor muyum?
Çünkü aynı kültürün insanıdır.
Örneğin Bir Erzincan’lı Alevi kökenli bir insan, Hacı Bektaş-i Veli’yi bilir. Hacı Bektaş-i Veli’nin yaşam felsefesini bilir, onun dünya görüşünü bilir. Yine aynı şekil de Babai önderi Baba İlyas Horasani’yi bilir ya da Abdal Musa’yı, onun öğrencisi Kaygusuz Abdal’ı bilir, yine Kaygusuz Abdalın şiirlerini bilir, onun esrar içtiğini şiirlerinden bilir.
Kaygusuz Abdal’ın Tanrıyı sorgulayan nice şiirleri vardır, bunu da bilir.
“Yücelerden yüce gördüm,
Erbapsın sen yüce Tanrı
Bu Allahlığı sen, nereden
Satın aldın, kaça Tanrı?” diye.
Eğer ki bu şiiri Kaygusuz Abdal günümüzde İran’da, Irak’ta yazsaydı sonuç ölümdü…
Bir Çorum Alevi’si, bir Erzincan Alevisinin tüm geleneklerini bilir. Aynı şekilde Erzincan da Çorumu bilir. Çünkü aynı kültürün insanlarıdır. Peki, biz Anadolu Alevisi birbirimizin kültürü bilmeimize rağmen Irak’ta, İran’da yaşayan ve Hz Ali’ye tapanlar bizim kültürümü neden bilmezler?
Türkiye’de yaşayan bazı Anadolu Alevileri Irak’ta ki şialara Alevi der ve Alevi bildiğiniz o insanlar Hacı Bektaş-i Veli’yi bilmiyor. Madem Alevilik İslam’ın yorumudur diyorsun.
Bir akıl sorgulaması yapalım.
Türkiye’de ki Anadolu Alevileri Irak’ta bulunan Caferileri, iğer adıyla Şia’ları, Alevi diye tanımlar. Peki, Türkiye’de ki Anadolu Alevileri birbirlerinin kültürleri bilir iken ve yaşam biçimleri de aynı olmasına rağmen neden bizim yaşam felsefemizi ve kültürümüzü Caferiler / Şia’lar bilmemektedir? Mademki onları da Alevi biliyoruz, bizim kültürümüzü bilmeleri lazım. Anadolu Alevileri gibi yaşamaları gerekmez mi? Ama bilmiyorlar. Ve Madem onları da Alevi diye tanımlıyoruz, neden Hacı Bektaş
Veliyi bilmezler. Neden Ayin-i Cem yapmazlar? Alevi kelimesini dahi bilmeyen bir topluluk (Caferi/Şia) nasıl oluyor da Aleviliği İslam’ın içine çekmeye çalışan bazı yazarlar ve bazı dernek yöneticileri bu kültür karşılaştırması neden yapmıyor?
Şunu çok iyi bilmelisin ki, Anadolu Alevilerinde kafa karışıklığı var. Oda
şundan ibadettir. Hemen, hemen çoğu Aleviler Hz Ali ile Aleviliğin doğduğunu
sanarlar. Hâlbuki yapılan bilimsel çalışmalar bunu doğrulamıyor. Ali ile Muaviyenin çekişmesi Aleviliği değil, Şialığı doğurmuştur ve gerçekten de Şialığın başlangıç noktası da buradandır.
İslam tarihini iyi okuyup ve özellikle Kuran-ı Kerim ve Hadisleri okuyanlar Alevi kültürü ile İslam kültürünün birbirine hiç uymadığını açık bir şekilde göreceklerdir.
Alevilik İslam’ın yorumudur diyorsun. Bu düşünceye kesin dille varıyorsun.
Bana göre, Tarih Profesörü Ahmet Yaşar Ocak ya da Türkoloğ İrena Melikofftan
daha uzmansın.
7 ay Irak’ta Şia bölgeler de yaşadım. Kerbela, Necep, Samawa, Balgat vs. O
insanları yakından tanıdım. Sen Türkiye’de yaşıyorsun. Ama o insanların içinde olmadığın için kesin dille diyorsun ki Alevilik İslam’ın bir yorumu. Nerde çıkarıyorsun bunu? Kültür karşılaştırması yapmadan ve özellikle Şia/Caferileri tanımadan, onların yaşam biçimlerini öğrenmeden nasıl bu kadar kesin konuşuyorsun? Kerbela’da iken muharrem ayında törenlerine katıldım. Bu arada tören çıkışı da ölümden kurtuldum. Bu bombalamayı yapanlar da İslam’ın Alicileri.
Anadolu Aleviliği ile Şia kültürünün çok iyi analiz edilmesi gerekir. Bir örnek vereyim. Vinsan’a işe giren İnşaat işçileri Irak’a gitti. Bir kısmı Şia şehri Kerbela’ya, bir kısmı da yine Şia şehri Samawa’ya. Bunların hepsi de Alevi kökenlidir. Kerbela şantiyesine vardıklarında kafaları Arap çorbasına döndü. Hatta orda Uydudan tv izlerdik, Su Tv’yi izlediğimiz bir Mühendis arkadaşım: “Yahu arkadaş benim kafam karıştı, biz bunlara uymuyoruz, Türkiye’de boşuna Ali demişiz diyen çok işçi çıktı aramızdan ve şuan o işçilerimiz Aleviliği İslam’la bağdaştırmıyor.
Bakın İslam’ın Ali’sine tapanların yaşamı nasıl? Bir gör!
İslam’ın Ali’sine tapanlar;
1. İslam’ın Ali’sine tapanlarda kadın satma vardır. Hoşuna giden bir erkek para karşılığı kadını satın alabilir. Kadın bir hayvandır. Kadının Caferilerin yaşamında kesinlikle değeri hiç yoktur. Caferi/Şia kadını kapalıdır. Sadece gözleri görünür. Kadınlar namaz kılar, Muharrem orucu tutar ve Şeriat kurallarını eksiksiz yerine getirir. Anadolu Alevilerin bu bağnaz kuralları red ettiği bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği kimse inkar edemez. Ancak İzzettin Doğan gibiler de bu gerçeği göremez.
2. İslam’ın Ali’sine tapanların en az 5 kadını vardır. Ben Kerbela’da
12 kadınla evli olan erkeği biliyorum. Erkekler nöbete göre kadınlarla cinsel ilişkiye giriyor. Bu konu Sahih-i Buhari Muhtasarı Hadisin de de geçer. Kuran’da da kadını aşağılayan ayetler de vardır. “Kadınlar sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi girin.” (Bakara Süresi 229 ayet.)
Kadınlarınızı dövün Nisa Süresi 34 ayet.
Kadınları aşağılayan hükümleri iyi öğrenmek isterseniz, İlhan Arsel’in “Şeriat ve Kadın” adlı kitabını lütfen okuyunuz. Okurken de Kuran’dan hadislerden karşılaştırma yapın. Ola ki Sayın Arsel’in İslam düşmanı olarak görenler çıkabilir.
3. İslam’ın Ali’sinin kadını bir iş yerinde çalışamaz. Kadın topluma giremez. Kadın ahıra atılmış bir hayvan misali sürekli evinde erkeğine hizmet etmek zorundadır.
Kadın erkeğe karşı çıkarsa, namaz kılmazsa, açık giyinirse sonu ölümdür.
Buna Recm denir. Yani taşlanarak öldürme.
4. İslam’ın Ali’sine tapanlarda şıhlık vardır. Sen Anadolu Alevilerinde Şıh
olanı gördün mü?
5. İslam ülkelerinde resmi tatilin Cuma günü olduğu biliyor musun?
Şunu çok iyi bilmelisin ki Anadolu Alevilerin silahı bağlamadır (Saz). Irak’ta, İran’da yaşayan İslam’ın Ali’sine tapanlarında silahı kaleşnikoftur, Kılıçtır, ölümdür, öldürmektir.
Anadolu Alevilerinde Ayin-i Cem vardır, Irak’ta, İran yaşayan İslam’ın Ali’sine taparlarda aşırı dincilik vardır. Ayin-i Cem’i bilmezler.
Anadolu Alevilerinin gönlünde önce insan vardır, Irak’ta, İran’da yaşayan İslam’ın Ali’sine tapanlarda sopalarla “yallah, yallah” diyerek camilerde zorla namaz kılma mecburiyeti vardır. Namaz kılmazsa öldürme vardır.
İran’ın eski lideri Ayetullah Hümeyninin şia olduğunu biliyor muydunuz? Ve
bu kişinin uygulamaları Anadolu Alevilerine yakıştırabilir misin?
Anadolu Alevilerde Dem (İçki) vardır, Irak’ta, İran’da yaşayan İslam’ın Ali’sine tapanlarda içki yoktur. Yasaktır. İçki içenlere; recm yani taşlanarak ya da idam edilerek, ya da gözleri oyularak öldürme vardır.
Şimdi sen bu olumsuzluğu Anadolu Alevi kültürüne ve Anadolu Alevilerin yaşam
biçimlerine yakıştırabilir misin?
Tüm eleştirine açığım.
Sevgilerle
Bülent Ünver, 24.09.2006
+
Sayın Ünver,
HB, önce sevgi der.

Sende önemli gelişme gördüm.
Verdiğin yanıtları beğendim.

Gerçekten araştırmacı olmuşsun.
Kendine ömür boyu yetecek konu bulmuşsun.

Ömrünce bu konuda araştırma yapman yeter sana.
Böylece en büyük hizmeti yapmış olacaksın insanlığa.

Alevilik ile Alicilik arasında dağlar kadar ayrım vardır.
İlk yapılacak iş bu ayrımı ortaya koymaktır.
İyice biliyorum ki aşıyı benden alan Bülent Ünver
Bu işi herkesten iyi yapacaktır…

Yeter ki yapıştığın sapanın sapını bırakma.
Kim ne derse desin yolundan sapma…

Şimdi sana bir arkadaş adresi veriyorum.
Bununla da iletişim kurmanı istiyorum…

İnsanlık elden gitti gidecek…
Bu insanların aklını başına kim getirecek?

Düşünmeden hareket ediyorlar.
Uçurumdan atlayan koyunlar gibi birbirinin arkasından gidiyorlar.

İnsanlar bir araya gelince sürüye dönüşüyor.
Aklını çalıştırmıyor; yalanda yarışıyor, uydurmada uyuşuyor.

Ne ise, bu günlük yeter sana.
Şimdi kal sağlıcakla…
hayri@tabularatalanayalanabalta.com – 25.9.2006
X
13. ALEVİLİK

Alevilik, ‘Anadolu Müslümanlığı’ değildir. Anadolu Müslümanlığı, devletin Türk-İslam sentezci görüşüdür. Eğer Anadolu Müslümanı idiyseler, niye bu ülkede Aleviler yok sayıldı?”
“Cumhuriyet kurulduğunda Alevilere rol verildi. Laik cumhuriyetin güvencesisiniz, dendi. Biz laikliğin güvencesi olduk ama laik cumhuriyet bizim güvencemiz olmadı.”
“Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı, gerçeklerden kaçınmadır. Çünkü gerçeklerle yüz yüze gelindiğinde şu söylenecek: Dersim’de katliam yapıldı ve o sırada CHP iktidardı.”

NEDEN KEMAL BÜLBÜL
Türkiye’nin bütün sorunları çok büyük; çünkü bu ülkenin bütün sorunları çok eski. Sorunlarımızın en eskisi, en acıklısı ve en kanlısı da Alevi sorunu. Aleviler tam bin yıldır gizleniyorlar. Selçuklu döneminde de, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nda da, 87 yıllık Cumhuriyet’te de hep gizlendiler. Çünkü inançları ve kimlikleri yüzünden hep baskı gördüler, hakarete uğradılar, ezildiler, katledildiler. Bu yüzden olmalı, diğer sorunlar için kullanılmayan başlıklar Alevi sorunuyla ilgili kullanılıyor. Aleviliğin gizli tarihi, Alevilerin büyük sırrı gibi… Alevilerin hâlâ devlet baskısı yüzünden tartışamadıkları gizli kalmış bir tarihi mi var? Bin yıllık eziyet ve inkârcılıktan yılıp açıklayamadıkları sırları mı var? Maalesef hepimiz için büyük bir utanç ama Alevilerin hâlâ bütün yönleriyle konuşamadıkları gizli kalmış uzun bir geçmişleri var. Alevilerin, cemevinin ibadethane olarak resmen tanınmasıyla ve okullarda Sünniliği öğreten zorunlu din derslerinin kaldırılmasıyla ilgili bugünkü temel taleplerinin ardındaki tarihî birikimi ortaya koymaya çalıştık. Alevilerin ortak bir Alevilik tanımı var mı? Alevilik nedir? Alevilik İslam’ın içinde midir, başka bir din midir? Alevilikle Hz. Ali arasındaki bağ nedir? Sünnilerle Aleviler arasındaki en önemli fark nedir? Alevileri Sünnileştirme gayreti var mı? Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te neler yaşandı? Alevilerin CHP’yle ve Kemalizm’le ilişkileri nedir? Aleviler AK Parti’den korkuyor mu? Bu konuları Eğitim-Sen ve Eğit-Sen’in kurucularından olan, bir dönem HADEP Ankara İl Başkanlığı yapan, o sırada bir basın açıklaması yüzünden Murat Bozlak’la birlikte iki yıl hapiste tutuklu kalan ve altı yıldır da Pir Sultan Abdal Derneği’nin ve Alevi Bektaşi Federasyonu’nun yönetiminde bulunan eğitimci Kemal Bülbül’le konuştuk. Aleviler, Ankara’da yaptıkları zorunlu din dersini protesto için bir günlük oturma eylemini, önümüzdeki cumartesi günü İstanbul’da yapacaklar
+
NEŞE DÜZEL: Bugün bazı Aleviler, Aleviliği Müslümanlığın bir mezhebi olarak görürken, bazıları onu bir başka din olarak tanımlıyor. Sizce hangi tanım doğru?
KEMAL BÜLBÜL: Önce izninizle şunu söyleyeyim. Ben sizinle bunları, federasyon veya dernek adına değil, kendi adıma konuşuyorum. Şimdi soruyu şöyle cevaplayayım. Bütün tevhit dinleri ve inançlar bir genel kültür atmosferi içinde yer alırlar. Dolayısıyla karşılıklı olarak etkileşirler. Coğrafi olarak yan yana, iç içe olan kültürlerin ve inançların birbirini etkilemesi çok doğaldır. Alevilik de çevresinde bulunan inançlardan etkilendi ve onları etkiledi.
Aleviliğin çevresindeki inançlar dediğiniz İslamiyet ve Hıristiyanlık mı?
Alevilik, İslam’dan etkilenmiştir. Bakın, şu var. Bir inancın ne oluğunu belirleyen şey, o inancın neye kutsal dediğidir.
Alevilik inancı neye “kutsal” diyor?
İnsana, “sen içinde yaşadığın kâinatın bir parçasısın” diyor. Alevilik, “Kâinattaki her şey sureti haktandır” der. Yani kâinattaki her şey hakkın bir yansımasıdır, hakkın bir parçasıdır. “Hak ile Hak olmak” deriz biz buna. O ve ben iç içeyiz. Ben oyum, o da ben. Ben O’ndanım, O’na aidim. O da bana ait. Vahdet-i vücut, varlık birliği, vahdet-i mevcut gibi tabirler budur. En el Hak kavramı da bununla ilişkilidir. Dediğim gibi inançlar arasında bir etkileşim vardır.
Aleviliği İslam dışı mı değerlendiriyorsunuz?
Birbiriyle etkileşim içinde görüyorum. Alevilik, Aleviliktir. Bir kere Alevilik semavi dinleri, hak dini olarak görür. “Bunlar hak dinidir kitapları da hak kitaplarıdır” der. Aleviliğin diğer dinlere ve inançlara saygısını Yunus şöyle ifade eder. “Hak bana bir gönül verdi, ha demeden hayran olur. Bazen gider şadan olur, bazen gider giryan olur. Bazen gider mescitlere yüz sürer anda yerlere. Bazen gider kiliseye İsa ile ruhban olur.” Yunus, mescidi de, kiliseyi de hak görüp, her şeyin kendine ait bir özgünlüğü olduğunu ifade ediyor.
Alevilik, Anadolu Müslümanlığıdır diyenler de var. Bu tarif hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu tarife katılmıyorum. Alevilik, sadece Aleviliğin kendisidir. Anadolu Müslümanlığı devletin resmî ideolojisinin şekillendirmeye çalıştığı bir bakış açısıdır. Bu, Türk-İslam sentezci bir bakıştır. “Dini, cinsi uludur” tabirlerini kullanan Türklük mantığı bu ülkede sadece devletin kurumlarına değil, topluma da sirayet etmiş durumda.
Sünnilerle Aleviler arasındaki en önemli fark nedir?
İnancı, yaşama biçimidir. Sünniliğin inanç merkezi camidir. Camide Sünni inancın gereği yapılır, namaz kılınır, Aleviliğin inanç merkezi cemevleridir. Cemevlerinde cem olunur. Farklılık buradan başlar. İnanç ritüelleri tamamen farklıdır. Geçmişte Aleviler Anadolu’da köylerde yaşıyorlardı. Köylerde dedenin, pirin, rehberin ya da köyde ileri gelen birinin büyük bir odası olurdu ve orada cem gizli yapılırdı. Anadolu Müslümanlığı diyenler bu gerçeği niye görmezden geliyorlar?
Gizliliği mi?
Evet. Eğer Alevilik, Anadolu Müslümanlığı idiyse, Müslüman olduğunu ileri sürenler niye bu inancın yaşanmasına, ceme ve cemevine karşı çıkıyorlardı, müdahale ediyorlardı? Bu ağır bir çelişkidir!
Cemevlerinin ibadethane olarak resmen kabul edildiği hiçbir dönem oldu mu?
Maalesef olmadı. Osmanlı’da da olmadı, Türkiye Cumhuriyeti’nde de olmadı. Cemevinin olmaması için sistem elinden geleni yapıyordu. Cem ve cem olmak yasaktı. Dedelerin sakalları yolunuyordu. Şimdi sakallar yolunmuyor ama bu zorlamalar, dayatmalar hâlâ bitmedi. Cemevinin hâlâ yasada karşılığı yok. Alevilik hukuki güvenceye kavuşturulmuş değil. Cemevinin ibadethane olduğu kabul edilmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, “cemevi ibadethane değildir” diyor. 2002 yılına dek Alevi ismiyle bir dernek kurmak bile yasaktı.
Aleviler hâlâ korkuyorlar mı?
Bir çekince var. Çünkü devlet ve yasalar nezdinde Alevilik inancı ve kimliği kabul görmüyor. Devletin Türk-İslam sentezini savunan bakışı baskı yaratıyor. Üstelik devletin bu “tekçi” bakışı topluma da sirayet ettiğinden, Aleviler bulundukları mahallelerde, işyerlerinde kendilerini özgürce ifade edemiyorlar, kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Yunus, “Gelin tanış olalım. İşi kolay kılalım. Sevelim sevilelim. Dünya kimseye kalmaz” der. Sünnilerle Aleviler arasında tanış olma noktasında hâlâ bir sorun var.
Alevilerle Sünniler yüzyıllardır birlikte yaşıyorlar. Hâlâ mı birbirlerini tanımıyorlar?
Birbirlerinin niteliklerini, inanç özelliklerini, sosyal yaşam biçimlerini kabullenmek, doğal görmek, demokrasinin gereği olarak farklılıklara saygı duymak konularında sorunlar var. Çünkü devlete göre Alevilik yok. Devletin bu zihniyeti, eğitim sisteminde verdiği mesajlarla topluma yayılıyor. Selçuklu’dan ve Osmanlı’dan beri süregelen bu bakış, Cumhuriyet’e de sirayet etti.
Alevilerin en önemli farklarından biri sanırım kadının toplumdaki yeri. Alevilerde kadının toplumdaki yeri nedir?
Alevi dedesinin eşi de anadır. Yani dedenin Alevilikteki yeri neyse eşinin de yeri odur. Ana, canlar nazarında dedenin eşitidir. Alevilikte kadın sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamda üretici güçtür. Kadın ve erkek ayrı yaşamaz. Bizim evimize misafir geldiğinde annem ve ablalarım misafire hoş geldin der, hâl hatır sorarlar. Birlikte yemek yerler. Bizde ayrı gayrı olmaz.
Alevi kadınlar örtünür mü?
Örtünenler var ama günümüzde tartışılan türden saç görünmesin mutaassıplığıyla değil bu örtünme. Benim annemin beyaz bir tülbendi vardı, o tülbendi bir hareketle başına dolardı. Gerektiğinde de çıkarırdı. Bazen eşarp takardı.
Aleviler başörtüsüne nasıl bakıyor?
Başörtüyle ilgili rahat bir bakışları yok tabii. Örtünmeyle ilgili kendilerine bir baskı gelebilir diye çekinerek bakıyorlar. Aleviliğin inkâr edildiği, hukuki güvencenin bulunmadığı, katliamların yaşandığı, cemlerin yasaklandığı bir coğrafyada Alevi yurttaşlar devletin tekçi zihniyetine güvenemiyorlar.
Aleviler, zorunlu din dersine karşı. Çocuklarına hiç din dersi verilmemesin mi istiyorlar Yoksa Aleviliği öğreten din dersleri verilmesini mi istiyorlar?
Okullarda din dersi verilmemesini istiyorlar. Laik sistemin gereği olarak, devletin dinî kurumları kurmak, dini örgütlemek, finanse etmek ve dini öğretmek gibi bir görevinin olmadığını düşünüyorlar. Alevilerde çoğunluk, okullarda Aleviliği öğreten din dersini de istemiyorlar. Eğer bütün dinlerin ve inançların tarihini anlatan genel bir ders olacaksa, bu dersin de seçmeli olmasını istiyorlar. Aslında Sünnilerin de zorunlu din dersinden şikâyet etmeleri lazım.
Din derslerinde sadece Sünnilik öğretiliyor. Niye şikâyet etsinler?
Okullarda öğretilen, halkın, İslamiyet’in Sünniliği değildir. Onlara dayatılan devletin Sünniliğidir. Dayatılan Sünnilik, Diyanet’in biçimlendirdiği Sünniliktir. Bu Sünnilik şekilcidir. Yoksa Sünniliğin de, İslamiyet’in de devasa bir felsefesi var. Sünni tarikatların birçoğunda zaman zaman tasavvufi bakış açısı vardır. Ama devletin Sünniliğinde şekilci yaklaşım öne çıkarılmış ve tekleştirme yapılmaya çalışılmıştır. Alevilik ise tümden inkâr edilmiştir.
Alevileri Sünnileştirme gayreti var mı?
Var. Cemevlerinin ibadet yeri kabul edilmemesi, zorunlu din dersi, Alevileri Sünnileştirme gayretleridir işte! Zorunlu din dersinden öte, bizim bir de tarih dersi belamız var. Okullarda öğretilen sosyal bilgiler ve tarih derslerinde de tekçi bakış egemen. Bu bakış açısı Türk-İslamcıdır.
“Tarih dersi belası”na bir örnek verir misiniz?
Tarih dersinde Yavuz Sultan Selim’in bu kadar göklere çıkarılması, övülmesi Alevileri incitiyor. Yavuz, Alevi katliamı yaptı. Tarihte, “Alevilerin katli vaciptir” diye fetvalar veren şeyhülislamlar var, Kuyucu Murat Paşalar var ki aslında onun ismi Kıyıcı Murat Paşa’dır. Referandum sırasında Başbakan’ın Çorum’daki konuşmasında sözünü ettiği Ebusuud Efendi, Aleviler için “katli vaciptir” diye fetva verenlerdendir. Başbakan, Alevi katliamının olduğu bir kentte ondan söz etti. Siyasiler ve bürokratlar hâlâ kapsayıcı ve çoğulcu ve adil bir dil yakalayamadılar. Açılım diyorlar ama açılım için önce tarihte yaşanan felaketleri, baskıları olumlayan konuşmalar yapmayacaksınız. Farklı inançların ve kültürlerin varlığını kabul eden bir dil kullanacaksınız. Siyasetin de, eğitimin de, edebiyatın da dili böyle olmalı.
Alevilerin büyük bir kesiminin desteklediği CHP’nin kullandığı dil sizce nasıl? Dersimli bir Alevi Kürt olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisine Dersim katliamı sorulduğunda, “Ben o sırada daha doğmamıştım” diye bir cevap verdi.
CHP o sırada doğmuştu ama! Tarihî gerçeklerle karşı karşıya gelmekten kaçınmaktadır. Çünkü bu gerçekle karşı karşıya gelindiğinde şu söylenecek: “Dersim’de bir katliam yapıldı ve o sırada CHP iktidardı.” Aleviliğe bakışta mevcut hükümet ile CHP’nin bakışı arasında büyük bir farklılık yok. Kılıçdaroğlu meseleye çoğulcu bakış açısıyla yaklaşmalı.
Alevilerin büyük kesimi referandumda CHP’yi destekledi. Niye CHP’yi destekliyorlar?
Şunun için destekliyorlar. CHP’nin şu anda genel başkanı alevidir. Aleviler o kadar mahrum ve yoksun kalmışlar ki bunun bile çok değerli ve önemli olduğunu düşünüyorlar.
Aleviler Cumhuriyet döneminde sadece Dersim’i değil, Koçgiri Katliamı’nı da yaşadılar. Aleviler kendi tarihlerini açıkça dile getiriyorlar mı?
Aleviler kendi tarihleriyle yeterince yüzleşmiyorlar. Böyle bir sorunları var. İsmail Beşikçi, “Kerbela’da 72 kişi katledildi. Aleviler bunu unutmadı. Dersimde 72 bin kişi katledildi ama Aleviler bunu unutmak üzere” der. Bunun anlamı bellek yitimidir, kendi tarihine yeterince sahip çıkmamaktır. Egemen sistem hafızalarını nasıl sileceğini biliyor.
Alevilerin CHP ve Kemalizm’le ilişkileri nedir?
Aleviler kadim zamanlardan beri CHP’li değil. Alevilerin CHP’liliği 1970’ten beridir. Orta yaş Alevi kesim, “Biz Selçuklu’da katledildik. Osmanlı’da katledildik. Cumhuriyet döneminde katledildik. Dersim’de, Koçgiri’de katledildik. Bu katliamlardan bir korunma yolu olmalı” diye düşündüler. İnönü, “biz ortanın solundayız” deyince, bu bir korunma yolu olabilir düşüncesiyle CHP’ye tutundular. Ama ortanın solunu üreten CHP Alevi toplumunun demokratik haklarının tanınması için bir proje üretmedi. Sol siyaset, Sivas gibi katliamlar karşısında bile gerekli demokratik, siyasal ve hukuksal tutumu takınmadı.
Aleviler statükoyu, sistemi pek sorgulamıyor ama… Niye?
Cumhuriyet kurulduğunda Alevilere bir rol verildi. Siz laik cumhuriyetin güvencesisiniz dendi. Aslında biz Aleviler laik cumhuriyetin güvencesi olduk ama laik cumhuriyet bizim güvencemiz olmadı. Koçgiri’de, Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta, Gazi’de katliamlar yapıldı.
Aleviler AKP’den korkuyor mu?
Bir çekince var. AKP’nin baskın Sünni zihniyetinin Türkiye’nin sorunlarına demokratik çözüm getireceğine inanmıyorlar. Başbakan’ın belediye başkanıyken, “cemevi, cümbüş evidir” dediğini Aleviler unutmuyor. Devlet katı tekçiliğiyle tutucu ama, AK Parti hükümeti de Sünniliği öne çıkararak çoğulcu değil. Aksine statükocu. Aslında temel sorun şu: Toplumda farklı adacıklar ve bu adacıklarda yaşayan insanlar var. Eğer bu ülkede etnik ve inançsal sorunlar çözülecekse, çoğulcu bakabilen, herkesin haklarının savunulduğu bir ortak algıyla çözülecek. Bugün Kürt demokratik hareketi Alevileri görmeden ya da Aleviler, Kürt demokratik hareketini görmeden bir gelişmenin olması mümkün değil.
Aleviler de üniversiteli kızların başörtüsü özgürlüğünü savunmak zorunda değiller mi bu durumda?
Önce Alevilerle Sünniler bir tanış olmalı. Çünkü tarihten gelen yabancılık var. İlk adım Sünni bakış açısından gelmeli. Cemevini ibadethane olarak kabul etmemek, Sünni kesimin demokrasi mücadelesini eksik bırakıyor. Okullarda okutulan Yüz Temel Eser arasında, Ömer Seyfettin’in, Haldun Taner’in, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kitaplarında, Aleviliğe hakaret eden, Aleviliği iten kavramlar ve yaklaşımlar var. Bunu hükümet yetkililerinin bilmemesi mümkün değil.
Sizce bu cumhuriyet laik mi?
Bence, “Türkiye laiktir laik kalacaktır lafı” bitti. Türkiye laik değil ama laik olacak! Devletin, dini örgütleyen, bir inancın, bir dinin tarafı, eğiticisi, örgütleyicisi, finansörü olan bir kurumu olmayacak. Okullarda eğitim programı, etnik ve inanç kimliklerinin kabul edildiği çoğulcu bir yapıya kavuşacak. Devletin dinle ilişkisi kesilecek ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum bulunmayacak. Dinî inançları sivil toplum örgütleyecek. Sünniler de kendi camilerine, kendi imamlarına sahip çıksınlar… Kendi cami hocalarının maaşını kendileri versinler. Aleviler, “Diyanet İşleri kalksın” diyor.
Aleviler bu konuda bir bütün değiller. Bir kesimi Diyanet’in içinde Alevilere ait bir bölüm olsun istiyorlar ama…
Alevi Bektaşi Federasyonu ve ona bağlı birçok Alevi kurumu Diyanet’in kaldırılmasını istiyor. Aleviler Diyanet İşleri Başkanlığı’nı istemezler. Çünkü Diyanet, devlet İslamiyeti’ni ve Sünniliğini örgütlüyor. Aleviler, devlet Alevisi olmak istemezler. Aleviler, tarihten gelen kendi Aleviliklerini olmak isterler. Özleri neyse onu olmak isterler. Zaten çoğulcu, laik, demokratik bir Türkiye’de Diyanet’in olmaması gerekiyor. Şu anda Diyanet’in 130 bine yakın çalışanı var. Diyanet mart ayından beri aile imamlığı projesini uyguluyor.
Nasıl?..
Bu proje, Tekirdağ, Ankara, Amasya, Elazığ, Karabük’te beş pilot ilde başladı. Örneğin, Ankara’nın Çankaya, Beypazarı, Keçiören ilçelerinde cami hocalarına, mahallede çok çeşitli etkinlikler düzenleme, evleri ziyaret etme, spor organizasyonları, sempozyumlar yapma gibi yetkiler verilmiş. Diyanet İşleri Başkanı, “cami hocalarıyla toplum arasında kopukluk var. Bu kopukluğu gidermek için biz bunu yapıyoruz” diyor. Aslında bu bir asimilasyon projesidir. Alevileri asimile etmek istiyorlar.
Bunun için ne yapıyorlar?
Herkesi Sünni olarak algılıyorlar. Çankaya’nın İlker semtine gidin bakın. Orada yaşayan toplumun büyük çoğunluğu Sivaslı, Çorumlu Alevidir. Beypazarı büyük bir Alevi nüfusun yaşadığı bölgedir. Tekirdağ’daki Bedrettiniler, Gülşaniler Alevidir… Zaten 12 Eylül’den beri Alevi köylerine sistematik olarak cami yapılıyor. Mülki amirler, muhtara, “köyünüze yol, su istiyor musunuz” diye soruyorlar. Onlar da doğal olarak istiyorlar tabii. Caminiz de olsun istemez misiniz diyorlar. Yani cami isterseniz diğerlerini de yaparız demek istiyorlar.
Aleviler orduyu destekliyor genellikle ama orduda açıkça Alevi olduğunu söyleyen çok fazla subay yok. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Devlette ancak, Aleviliğini unutmuş, bir yana bırakmış olanlar bir şey olabilirler. Çünkü Aleviler devlete göre hâlâ potansiyel suçludur. Mesela Alevi bir general olamaz. Mesela yargıda da, Aleviliği Kemalizm’le özdeştirdikleri zaman bir şey olurlar. Aleviliği resmî ideolojiyle özdeşleştirdikleri zaman devlette bir şey olurlar.
Aleviliğin Kemalizm’le ilişkisi nedir?
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sürecinde, Samsun, Amasya, Erzurum Sivas güzergâhından Ankara’ya gelirken Hacıbektaş Dergâhı’na uğradı. O sırada bir Osmanlı subayıydı. Aleviler onun gelişini çok büyük olay olarak değerlendirdi. Zira o güne dek Osmanlı Alevilere zulmetti. Aleviler Osmanlı’ya, “Şalvarı şaltak Osmanlı. Eğeri kaltak Osmanlı. Ekende yok, pişende yok. Yiyende ortak Osmanlı” diyordu. Aleviler, Mustafa Kemal’e değer verdiler ve desteklediler. Cumhuriyet kurulduktan sonra şeriat mahkemelerinin, saltanatın ve hilafetin kaldırılması Alevileri memnun etti. Ancak Tekke ve Zaviyeler Kanunu’yla, Mustafa Kemal’in ziyaret ettiği Hacı Bektaş Veli Dergâhı da dâhil, Alevilerin dergâhları, tekkeleri kapatıldı. Bugün Kızılay Meydanı’na çıksanız ve insanlara “Alevi misiniz” diye sorsanız…
Alevi olduklarını söylemezler mi?
Büyük çoğunluğu söylemez Alevi olduğunu. Yaşananlar zihinlerden atılamıyor. Türkiye’de toplum eksik biliyor. Aleviler sadece Yozgat, Tokat, Amasya’da katledilmedi. Aleviler tarihte Trakya’da, Akdeniz’de de katledildi. Alevilik için sözlü kültür deniyor. Yazılı kültür bıraktınız mı ki! Dergâhlar basıldı, yağmalandı, yakıldı, yıkıldı. Hacı Bektaş Veli velâyetnamesi ölümünden iki yüzyıl sonra döneminin zihniyetiyle tekrar yazıldı. Bu yüzden de birileri Hacı Bektaş Veli’ye Yeniçeri Ocağı’nı kurdurttu. Oysa Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı devirde Yeniçeri Ocağı yok ki…
Yeniçerilerin Alevi, Bektaşi olduğu doğru değil mi?
O Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli’nin Bektaşiliği değildi. Şöyle anlatayım.. Osmanlı, Alevileri hep tehlike olarak görmüş. Bu tehlikeye karşı da Hacı Bektaş Dergâhı Osmanlı tarafından kuşatılıp Osmanlı’ya benzetilmeye çalışılmış. Hacı Bektaş Veli’nin yolundan gidenler buna itiraz etmişler. Belli bir dönem sonra ikili bir iktidar oluşmuş ve Bektaşilik ortaya çıkmış. Hacı Bektaş Veli Alevidir ve cem yürütür. Hiçbir zaman ben Bektaşi’yim dememiştir. Sistemle Aleviler arasında bir noktada durdular Bektaşiler…
neseduzel@gmail.com, Taraf, 1.11.2010
X
14. MUSTAFA KEMALOĞLU’NDAN…

Alevi olmayan diger muslumanlarda da kafa karisikligi var. Musluman oldugunu soyler, ama Kuran okumadigi icin Kuran’daki akildisi, bilimdisi, insanlikdisi ayetlerden haberi yoktur, ayni sekildeki hadislerden de haberi yoktur, gercek islama uygun yaşamaz, islama uygun davranmaz.. Günün birinde bu ayet ww.kuranayetleri.cjb.net)
ve hadislerle karşılaşıp, kendisine islam seriatiyla yonetilen toplumlarin gerçek müslümanlığından ornekler verilince önce şaşırır, sonra inanmak istemez, mantığı islamiyete karşı gelse de yıllardır cehennem korkusu ile yıkanan beyninde çelişki fırtınaları oluşur..
Sağlam kişilige ve mantıga sahip olan islamiyeti reddeder, cehennem korkusuna yenilenler “ya varsa?” deyip tam müslümanlığa geçiş yapamazlar ama uyduruk müslümanlıklarına devam ederler..
M. Kemaloğlu, 22.3.2004
X
Mustafa’nın dediği gibi, bu kafa karışıklığı sadece Alevilere has değil ki. Aramızda en eğitimli görünenlerde dahi içten içe cehennem (kabirde sorguya çekilme vb) korkular yaşıyor.
Bir ilkokul öğretmeni ile tanışmıştım. İslam’la tek alakası “ben müslümanım” demekten ibaretti. Ne kadar anlattıysam da dinin o korkulu yönünden sıyrılmasını başaramadım.
Bir başka tanidiğim ise gece gündüz içki içiyordu. Öyle ki aşırı içkiden yüzü gözü şişmeye başlamişti. Ailesi onu alkoliklerin tedavi edildiği bir kliniğe yatırdı, fakat adam klınıkten çıkar çikmaz tekrar içmeye başladı. Sonunda öğrendik ki kendini dine vermiş, namaz kılmaya başlamış ve içkiyi bırakmış. Eh, böylelerine dokunmamak gerekir. Bu gibi durumlarda inancın doğru veya yanliş olmasınıin önemi yok. Mühim
olan bir işe yaraması. En azından bu adama yarar sağlamış.
Benim ailem de tam tatlı su müslümanlarıydı. Babam dincilere ve Atatürk düşmanlarina çok kizardi. Fakat senede bir kaç defa camiye giderdi. (Sadece bayram
namazlari, Kadir gecesi vs) Annem de ne zaman güzel bir uygulama ile karşilaşsa,
bunun İslam dinince de çok makbul olduğunu, zaten “gerçek islam” in bu gibi şeyleri teşvik ettiğini falan öne sürerdi. (Bu söylem günümüzde de geçerlidir.)
Ve bizim evde hiç Kur’an okunmazdi. (Anlayarak, Türkçe mealini okumayı kastediyorum.) Kur’an benim gözümde korkutucu, kocaman, yeşil kapli bir kitaptı. Bazen, kimbilir içinde ne güzel şeyler yaziyordur, diye düşünürdüm.
Ben yıllar sonra ateşli bir İslam savunucusu olup çiktim. Bazen kendime neden böyle bir karar verdiğimi soruyorum. O yillarda ben kesinlikle tehlikeli sulara yelken açmıştım; fakat tutarlıydım.
Babamla sık sık bu konuda kavga ediyorduk. Ben, bir insan ya hakki ile müslüman olur, ya hiç olmaz diyordum. O ise hala “gerçek islamda bu gibi aşırıliklar yoktur” diyerek beni ikna etmeye uğraşıyordu. Hatta bir gün Filistin meselesi yüzünden kahvaltı sofrasında kavga ettik. Ben, Allah benim de canımı acı çeken kardeşlerimle birlikte alsin, diyerek bir vuruşta sofrayı devirdim ve kapıyı vurduğum gibi dışarı çıktım.
Bir şeyi belirtmem gerekir. Hayatımın bir döneminde İslam’in biricik hakikat olduğunu savunurken, hala Kur’an okumuş değildim. Okuduklarim hep Kur’ana gönderme yapan kitaplardı. (Sadeleştirilmiş hali ile Nurcularin bazi kitaplari, Türk-İslam ülküsü, N. F. Kisakürek’in kitaplari, F. Gülen’in kitapları, S.Yeşil isimli pek taninmayan bir şahsin kitaplari; çeşitli dergiler: Zafer, İslam, Cuma, Sızıntı vs)
Yıllar sonra ilk defa Kur’an okurken, duyduğum hayal kırıklığını anlatamam. İçten içe bir şeylerin yanliş olduğunu seziyordum; ama bunu itiraf edemiyordum. Bakara suresi ile birlikte cehennemde yolculuğa çikmiştim. Her şey tersti. İlk sorular o zaman kafamda doğmaya başladi. Neden yüce tanrı bir şeytana diş geçirememiş ve onun insanları aldatmasına izin vermişti? Madem hepimiz en üst seviyede bir ilahi kaderin, levh-i mahfuz da yazılı olan takdirin kurbanıydık, o zaman neden tanrı bizleri cezalandırıyordu? Neden tanrı, kendisini inkar edenleri yaratmıştı? Neden dünyadaki kötülüklere müdahale etmiyor ve milyonlarca masum insanın aci çekmesine izin veriyordu?
Mutlaka bilmediğim ilahi bazi hikmetler vardır, diye düşünüyordum.
Benim dinden kopuşum birdenbire olmadı. Çok uzun, çok sancılı bir süreç yaşadım. Birden çok faktör var.
Bir gün felsefeci F.W. Nietzsche tarafindan yazilan “The Anti-Christ” kitabını okurken, aradığım pek çok cevabın orada olduğunu farkettim. Nietzsche karşıkonulamaz bir şekilde, Roma devletine isyan eden ve mazlumlarin acilarını paylaşan gerçekten değerli bir insanin, ölümünden 200 yil sonra nasil tanrilaştırıldığını anlatıyordu.
Kafamda şimşek çaktı. Aynısını biz Muhammed’e yapmıştık ve bütün dinsel/psikolojik argümanlar birbirleri ile birebir örtüşüyordu. (Mutlaka Muhammed ve İsa ayni şekilde değerlendirilemez. Fakat ölümlerinden sonra evrensel hakikatin biricik merkezi gibi görülmeleri kayda değer.)
Gerçek, gözümün önünde duruyordu ve tek yapmam gereken şey, onu kabul etmekten ibaretti.
O günden beri böyle yaşıyorum. (Kafirler için yaşasin cehennem!)
Saygilar hepinize.
Levent Erturk, 22.3.2004

15. YENİ ALEVİ AÇILIMI

Din, din, din…
Her yerde din. Her şey de din. Eğitimde din, sağlıkta din, ticarette din, magazinde din, bilimde din, öyle ki sporda bile din.
Cumhuriyet tarihi boyunca dinin toplumsal yaşama belki de en çok hâkim olduğu bir döneme girmekteyiz. Tüm göstergeler bu yönde. Yakında Başbakan girdiği kapılardan sağ ayağıyla mı yoksa sol ayağıyla mı içeri adım atıyor diye magazin yapılmaya başlanırsa hiç şaşırmayacağım.
AKP’nin yeni alevi açılımı gerekçeleri ne olursa olsun son tahlilde Alevi Kültürünü din ekseninde yeniden tanımlama çabasıdır. Dinden kasıt ta elbette İslamiyet, zaten kendilerini İslam dışı gören Alevilerin kimlik tanımlamalarının reddedilme önkoşulunu da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Türk toplumsal yaşamının tüm dinamikleri bu parti ve yandaşları tarafından bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs ve sinsilikle sürekli dinsel temelde yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Bu yeni açılım önemli bir nüfus kitlesine sahip Alevilerin de ister istemez kültür zemininden daha sığ bir alan olan din alanına itilmesiyle sonuçlanacaktır. Bu ise toplumsal kırılma noktalarından biri olan uyuyan bin yıllık Alevi fay hattının yeniden tetiklenmesi demektir. Bu fay hattının hareketlenmesi ulus düzleminde bir risk teşkil ettiği kadar, Alevilerin kendi içinde de uyumakta olan çatışma alanlarının üzerindeki küllerin üflenmesi demektir. Küllerin altındaki canlı kor olan Alevi-Sünni düşmanlığı çağlar boyunca yaşana geldiği gibi bu ulusu yakabilecek dini çatışma risklerini günümüzde de hala içinde taşımaktadır. Maraş Katliamı pek de uzak olmayan bir geçmiştedir. Dinsel bağnazlık ve yobazlık belki de eski zamanlardan daha canlıdır ve tehlikeli biçimde kitleselleşmektedir. Kendinden olmayan inanç biçimlerine ve kültürlere saldırı örneklerini sıralamaya gerek yok sanırım. Rahip Santoro Cinayetinden, Malatya’da bir kitapevindeki katliama, hatta Hrant Dink Cinayetine kadar yaşananlar uzak geçmişin değil bugünümüzün konularıdır. Dün de Süryani bir rahip kaçırıldı. Aslen ulusal bir zenginlik olması gereken kültürel çeşitlilik, bir hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlük ortamında yeni çatışma alanlarına dönüştürülmek istenmektedir. Bunu ortaya çıkaran etmenlerin arasında hoşgörü şampiyonlarının olması ise başlı başına bir ilginçliktir. Toplumsal yaşamı ve kültürleri tümüyle dinsel referans çerçeveleri içinden yorumlayan bu hoşgörü şampiyonları, özellikle de başı çeken dinler arası diyalogcular arkasına aldıkları uluslararası güçlerin de desteğiyle Türk Toplumu içindeki alt kültürlerin dinsel kimliklerini öne çıkarma gayreti içindedirler. Ancak bu dinsel yükseliş Ulusun bütünlüğüne tehdit oluşturabilecek yeni toplumsal çatışma alanlarına da gebedir.
Tarih boyunca toplumların parçalanmasını incelediğimizde, özellikle de Osmanlı tarihini incelediğimizde özellikle devlet otoritesinin zayıf düştüğü dönemlerde dinsel çeşitlilik bir merkezkaç kuvveti olarak ortaya çıkmıştır. Dış güçler ülkeyi parçalama projelerini çoğunlukla ülke bütünlüğüne tam olarak entegre olamamış dini cemaatler, azınlıklar ve etnik unsurlar üzerinden yürütürler. Kültürel çeşitlilik bu güçler tarafından bu dönemlerde çok rahat bir Truva Atına dönüştürülebilir. Dinsel açılımlar ise çoğunlukla gümüş tepside sunulan zehirli dolmalardır. Bunun böyle olmasının temel nedeni ise dinsel inançların yapıları gereği bölünerek çoğalan karakteristikte olmalarıdır. İnanç doğası gereği bir algılama ve yorumlama alanı olduğu için en küçük birime yani bireye kadar bölünerek çoğalır. Bu çoğunlukla çatışma alanı ile sonuçlanan bölünmeyi İslamiyet düzleminde, mezheplerden, tarikatlara, cemaatlerden bireylere kadar gözlemlemek mümkündür. Üzerinde uzlaşma sağlanmış bir İslam hukuku olmadığı içinde bu bölünen birimlerin toplumsal düzen talebi ve seçim keyfiyetleri anarşiye dönüşme potansiyelini her zaman içinde taşır. Devletimizin kuruluş sürecinde son derece akıllıca bir karar olarak Türk Milletini oluşturan öğeler içinde bu nedenle din birliği sayılmamıştır. Keza İslamiyet içinde de bu tür bir birliktelik tarih boyunca hiçbir zaman söz konusu olamamıştır. Sonu gelmeyen mezhep çatışmalarından Alevilik de fazlasıyla nasibini almıştır. Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman, İslamiyet bu ülkenin harcıdır, çimentosudur diyenlere “atma Recep! din kardeşiyiz” demek en güzeli.
Diyanet içinde Alevi toplumunun yer alması son derece demokratik, inanç özgürlüğü ve eşitliği kavramları bazında gerçekleşen bir açılım olarak gözükse de Alevi toplumunun dini bir cemaat olarak tanımlanma çabası, din gibi dar bir alana doğru itilen bu özel kültürün debisini kontrolsüz biçimde artırabilecektir. Hele Alevi kültürünün İslamiyet üst kimliği altında zorlamalı biçimde tanımlanma çabası, yalnızca bir mezhep hatta tarikat olarak değerlendirilmesi, bu kültürün Sünni yapı içinde asimilasyonuna doğru giden bir yolun başlangıcı gibi gözükmektedir. Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile örülüdür; Aleviler bu güne kadarki dışlanmışlıklarını aşabilecek bir girişim olarak algılayabilirler bu açılımı, nitekim yüzeysel bir bakışla öyle de gözükmektedir. Ancak konjektürel durumu incelediğimizde bu iyi niyetli girişimin zamanlamasının hiç de uygun olmadığını görebiliriz. Salt Alevilere ilişkin bir konjektürellikten söz etmiyorum burada. Din, özellikle tarikatlar eliyle toplumsal yaşam içinde gereğinden çok daha fazla bir belirleyiciliğe soyunmuşken, Aleviliğin de bu kervana katılması ve Alevilerin, kendi kültürlerinin dini kimlik içerisinde tanımlanılma çalışılmalarına katkıda bulunmaları din dediğimiz fay hattındaki stresi artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Elbette Aleviler, muazzam bir bütçeye sahip Diyanet İşlerinin finansal olanaklarından Sünniler kadar nemalanmak istemektedirler. Bu elbette Sünnilerin olduğu kadar onlarında hakkıdır. Bu hakediş, Cem Evlerinin camiler gibi finanse edilmesi, Dedeler ve diğer Alevi din adamlarının imamlar gibi resmi kadrolara alınması, devlet memuru ve diğer stratejik olanaklara kavuşması dolayısıyla da alevi ulemasının palazlanması demektir. Hele bunlar genelde gariban kimlikte iken maddi olanaklara kavuşmaları ile süreç içerisinde Alevi ruhban sınıfını ortaya çıkmasına yolaçabileceği gibi, ekonomik varsıllık, Aleviliğin özünü de yozlaştırma tehditlerini içermektedir.
Evet, elbette insan odaklı bir inanç sistemi olması nedeniyle Alevilik diğer birçok inanç sistemine karşı bir “üstünlük” taşır. İnsanı hiçleştiren, kul kavramının yanlış bir yolda yüceltilmesiyle insanı özne olmaktan çıkarıp dinsel ritüellerin nesnesi haline getiren inanç biçimlerine karşı tasavvufi inançların özelde de bu tür bir inanç biçimlerinden biri olan Aleviliğin yükseltilmesine olanaklar sağlamak siyasi bir proje olarak doğru olabilir. İnsan odaklı inançlar köktendinci akımların panzehiri gibidir. Bu panzehir de mistiklik zehrini kendi içinde taşısa da yine de inanç bağlamında ehven-i şerdir.
Alevilik de kendi içinde toplumsal doku bakımından türdeş değildir. Kendi içlerinde baskın karakteristiği değişen dinsel ve kültürel temelde cemaatlere bölünmüşlerdir. Bu yeni açılım daha şimdiden bu gruplar arasında ve özellikle de içerdiği kuşkular nedeniyle büyük bir tartışma başlatmıştır. Sanki hiç derdimiz yokmuş gibi birde bu çıktı diyesim var ama konu böyle hafife alınacak bir konu değil. Binlerce yıllık bir yara yeniden kaşınılıyor. Hem de bu yaranın açılabilmesi için gerekli arınıklıkta bir ortamın olmadığı apaçıkken. Cerrahların ehliyetli olup olmadıkları ise herkesin malumu…
Konu aynı zamanda iktidar tarafından bir “yapay gündem belirleme” yöntemi olarak kullanabilme potansiyelini içermektedir. Kamuoyu dikkati bu gibi enstrumanlarla asal konulardan ikincil derecede gündemlere saptırılabilmektedir. Halen hazırda yaşanan ağır bir ekonomik kriz, bu gibi ikincil önemde konularla sürekli perdelenmektedir.
Alevilik kendini hakim biçimde “Türk” olarak tanımlar, hatta Alevilerin çoğunluğu inançlarını Türk Tipi İslamiyet olarak tanımlamakta ve bununla gurur duymaktadırlar. Oysa Sünnilik milliyet kavramını reddeder. Kuşkucu bir bakış, bu Alevi Açılımı denilen girişimin altında Anadolu’dan Türklüğün atılmasına dair projeleri bile arayabilir. Hele bu çabaların ardında ümmetçiler ve AB dayatmaları varsa.
Tarihin garipliklerinden biri daha tecelli edecek gibi görünüyor: bir topluluk kendilerine verilmesi düşünülen en demokratik hakları olan dini ve kültürel haklarını reddederek ait olduğu ulusun bütünlüğünü kurtarmak durumunda. Ne gariptir ki tarih boyunca olduğu gibi ödün vermek zorunda kalan yine Aleviler.
Tuncay Temiz, 29 Kasım 2007

16. TANINMAYAN ALEVİLİK

Uzatmayalım, kısaca açıklayalım: Bizimkiler Avrupa’da bir toplantıda “Aleviliği bir din olarak tanımışlar.” Ne var ki Türkiye’ye gelince: “Hayır, Alevilik bir din değildir; Müslümanlığın bir kolu…” demişler…
Önce bu savda bulunanlara bir soru: Müslümanlığın hangi kolunda Camide saz çalıp kadınlı erkekli semah dönmek vardır.
Camide kadın erkek bir araya gelemez. Erkekler önde, kadınlar arkada namaza dururlar; oysa Aleviler Cem Evlerinde kadınlı erkekli karşı karşıya dans ederler; Semaha katılmayanlar ise birada otururlar… Birlikte saz çalarlar, deyiş okurlar…
Farklılık yalnız bu kadar da değildir. Birliktelik yok; sayısız ayrılıklar ve Islama aykırılıklar var.
Bir kere bilelim ki Alevilik İslam’dan tarihi İslam’dan öncedir. M. Ö.500 yıllarına dayanır. İslamiyet’in orya çıkışı ise M.S. 650 yıllarına varır. Arada bin yüz yıllık bir mesafe vardır.
Aleviliğin adının Ali’den geldiği söylenir. Oysa dilimizin kuralına göre Ali’den Alevilik gelmez. Dilimizin kurlına göre Ali’yi sevenlere dense dense Alici denir de, Alevi denmez.
Alevi adı Alev’den gelir; çünkü alevin kötülüğü yakıp yok ettiğine inanılır. Ayrıca alev aydınlatır ve aydınlanmanın simgesidir. Bu nedenledir ki bütün dinlerde mum yakılır.
Aleviliğin bir adı da Luvilerden gelir. Bunlar M.Ö. 500 yıllarında Ortaasya’dan Anadolu’ya göçmüşlerdir.
Bunlar dini önder olarak babalarını, dedelerinı, analarını tanırlar. Ademe secde ediniz kuralı gereğince olgunlaşmış insanın (İnsanı kamil) çevresinde toplanırlar ve onların öğretilerine göre yaşamlarına yön verirler. Alevilerde şarap makbul bir içecektir. Oysa İslam’da Kuran ve Sünnet esas alınır. İçki yasaktır.
Alevilik her dönemde inançlarından ötürü baskı, kıyım ve zülme uğradıkları için takiye yolunu seçmişlerdir. Oturumlarında Muhammet’ten, Ali’den söz etmeleri takiyeden başka bir şey değildir. İleri gelenleri ile oturup konuşursanız ve o da size güvenirse İlhan Arsel’den çok İslam’a eleştiri getirirler. Buna karşın İslam’ın kılıcı olmaktan da kendilerini kurtaramamışlardır… Bu nedenle de Alevi ailelerin evlerinin bir köşesinde Hz. Ali’nin çift çatallı kılıçlı kılıcı ile birlikte asılı tablolar görürsünüz. Oysa Alevilikte kan dökme de yoktur.
Alevilik inancı saygı gösterilir; kendi inançlarını, törelerini uygulamaya izin verilirse, zamanla, evlerindeki İslamî motifler bulunan bütün tablolar kaldırılır. Bunu bilen Sünniler de hiç bir dönemde Alevilere yaşam hakkı tanımamışlardır. Ortam oluşur oluşmaz kafalarına çökmüşlerdir…
AB’ye girmek isteyenlerin ilk yapacakları iş Avrupa’da dile getirdikleri gibi Aleviliği ayrı bir dön olarak kabul etmektir…
Av. Hayri Balta, 1.3.2013
X
17.ALEVCİLİK BAŞKA ALİCİLİK BAŞKA
ALEVCİİLİK EN ESKİ DİNDİR BAŞTA

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
Doğruları söyleyene ya sus ya kısa kes derler
Ya da yazdığın gazeteden atarlar.

Şimdi yine bir doğruyu söylemekle karşı karşıyayım.
Allah’ın emridir doğruyu söylemek, Bismillah deyip başlayalım.
Ama önce şu M. Ali Birand’ın 8.7.2006 tarihli Posta gazetesinde çıkan yazısını okuyalım:

“ÖĞRETSELER ALEVİ OLURDUM

Sünni’lerin önemli bölümü Aleviler’i küçümser. Aleviliği bir oyun gibi görürler. Devlet ve toplum katmanındaki egemenliklerini kaybetmemek için, öğretilmesini de istemezler. Bu çarpıklık artık düzeltilmelidir.
Eskiden o kadar farkında değildim. Aradan yıllar geçtikçe, Sünniler’in Aleviler’e karşı nasıl bir susturma ve ezdirme politikası güttüklerini daha iyi görmeye başladım.
Sünnilere göre Alevilik, bir nevi oyundur. Müslümanlıkla pek de ilgisi olmayan uçuk bir oluşumdur. Ünlü “mum söndürürler” lafını da Sünniler çıkartmışlardır.
Aleviler çok haklı. Devlet Sünnilerin elinde. Durum böyle olunca da, Alevilik geri plana itiliyor. Öğrenilmemesi için elden gelen yapılıyor.
Ben kendimden örnek vereyim. Okulda bana Aleviliğin ne olduğu anlatılmış olsaydı, büyük olasılıkla Aleviliği seçerdim. Onların dünya görüşünü, dine yaklaşımlarını, felsefelerini kendime daha yakın görüyorum.
Sünniler devletçidir. Otoriteye boyun eğerler, haklarını pek aramazlar. Mutaassıptırlar. Aleviler ise, dünyanın ve yaşamın tadını çıkarırlar. Liberal bakışlı insanlardır. Haklarını aramayı bilirler. Aşırı tutucu değillerdir.
İşte bundan dolayı, Alevilerin “zorunlu din dersine” karşı çıkmalarını, çok haklı bir istek olarak görüyorum. Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Aleviler’i Müslümanlık dışı görüyormuş gibi bir tutum ve söylevin içine girmesini de açıkça ayıplıyorum.
Mehmet Ali Birand, Posta. 8.7.2006”
+
Altını çizdiğim son tümce hariç M. Ali Birand’ın görüşlerinin hepsine katılıyorum,
Ancak, “Aleviler’i Müslümanlık içi” görmesine katılamıyorum.
Önce Alevilik’ten başlayalım. Hacı Bektaş Veli yolundan gidenlere mensubiyet eki olarak “i” eklenmiş ve Bektaş-i denmiştir. Bir iki örnek daha; Kadir-i, Hanbal-i, Hanef-i, Malik-i hep aidiyeti, mensubiyeti anlatır. Alevi de Alev’den gelir. “i” eki alarak Alev-i olmuştur. Eğer Aleviler Ali yolundan gelmiş olsalardı dilimiz kuralı gereği; “ci” eki alarak Alici denmesi gerekirdi.
Ne var ki zaman içinde Aleviler Sünniliğin baskısı ile asimile olmaları yanında canlarını kurtarmak için Ali kolundan olduklarını belirtmişler. (Yavuz Sultan Selim’in ve Kuyucu Murat Paşa’nın katliamlarını hatırlayalım…)

Yaptıkları takiyye nedeniyle; söylemlerine, şiirlerine, duazlarına islami motifler katmışlar.
Böylece Aleviler Ali’nin yolundan gidenler sanılmıştır. Ne var ki zamanla gerçekten de Alici olmuşlar.

Alevilik Güneş’in Alev’e benzetilmesinden gelir.
Aydınlık, ışık anlamına olan Alev’den türemiştir.
Alev’e aidiyeti belirtmek içinde “i” ekini alarak Alevi denmiştir.

Alevilik bütün dinlerden eski bir dindir.
Kaynağı: Mu İmparatorluğudur, çok eskilerden gelir.

Gerçi bütün dinler eskidir;
Ancak dinler içinde en eskisi ve en iyisi Aleviliktir.

Sazı, sözü, çalgısı vardır,
içkisi vardır, dansı vardır.
Kadın erkek eşitliği, tek evlilik, ibadette birliktelik vardır.
Yaratılan yaratan ikiliği yoktur.
Bütün bunlarda ise İslam’a aykırılık vardır.

Peki, nasıl olur da böyle bir inanışa sahip olanlara Müslümanlığın bir kolu denebilir?
Alevilik en eski bir dindir, illa dindar olmak gerekiyorsa Alevcilik yeğlenmelidir.

Yerimiz daralıyor; bu günlük şu şiirle yetinelim:
“Ta ezeldeki kandildeki nurdayım
Binde bir can ermedi bu sırra”. diyelim.

Türkçesi: “En eski, geçmişten beri, güneşteki ışıktayım.
Binde bir insan ulaşmadı bu sırra.” Dermani

Özetlersek: Aleviler; güneş’i, aydınlığı, ışığı kapsayan Alev sözcüğünden hareketle kendilerine Alev-i demişlerdir ve asıl inançlarını bütün dinlerden gizlemiştir.
Dinlerinin sırları; Dedelerden, Babalardan sözlü olarak sonraki Dedelere, Babalara aktarılarak gelmiştir.
Ser vermişlerdir, sır vermemişlerdir.
Sırlarını, inançlarını ve canlarını kurtarmak için bütün zor karşısında kendilerine baskı yapan dinleri sahiplenmişlerdir.
Çünkü bütün dinler; Alevileri, sapkın olarak görmüş ve gelişmelerine izin vermeyerek kitleler halinde öldürmüşlerdir.

Bu günlük bu kadar,
Bakalım kimler anlar…
Av. Hayri Balta
X
17. PİR SULTAN SİLVANİUS MU,
YOKSA PİR SULTAN ABDAL MI? (1)

Sözde bodrum Gündoğan koy’una dinlenmeye gittik.
Ne denize girdik ne de plajda gezdik.

Tek yaptığım balkondan Gündoğan koy’unu izlemek oldu.
Aman bu Gündoğan koy’u ne güzel bir koydu.

Koyu çevreleyen dağların yamaçlardaki ormanlar kıyıma uğramış.
Yerinİ beton yığını villalar almış.
Villalar da maviye inat beyaza boyanmış.

Koy’da plajlar sıra sıra sıralanmışlar.
Yatlar, motorlar, kayıklar, jetskiler, yelkenli kayıklar;
Amaçlı, amaçsız dolaşıp dururlar.

Gencecik delikanlılar, oğlanlar, kızlar; sörf yaparlar.
Kimi delikanlılar kızlara caka satmak için; koy’da motor yarışı yaparlar.

Sordum, konuk olduğum evin sahibine:
“İstanbul’daki denizle ne var fark Ege’deki bu denizde?”

Böyle bir soru beklemiyordu benden.
Ne deyeceğini şaşırdı birden…
“Öyle büyük bir fark yok. İstanbul’un yoğun trafiğinden, koşuşturmasından uzaklaşarak kafamızı dinlendiriyoruz bir süre.
Tatil yaparak dinleniyoruz böylece, bir de söyleyecek bir şeylerimiz oluyor döndüğümüzde…”

Ev sahibi bana soruyor. “Sen niçin denize gitmiyorsun?
Balkonda oturup kitap okuyorsun?”

“Ne olacak denize girince?”
“Yanacaksın güneşte, değişiklik olacak, teninde…”
“Ne olacak değişiklik olunca benim tenimde?”
“…”

Otobüsle Bodrum’a gelirken yollarda plaj panolarında reklamlar görüyordum.
Panolardaki reklamları okudukça gülüyordum.

Bir reklamda şöyle yazıyordu; sere serpe yatmış bir kızın yanında: “Yanık tenin kışkırtıcı lezzeti”
Böyle bir reklamla plajlarına çağırıyordu yerli ve yabancı turistleri.

Düşüncelere daldım okur okumaz.
Bu insanlar yazdıklarının, okuduklarının anlamına niçin varmaz.

İnsan teni; kavun karpuz değil ki, lezzeti olsun.
Yanık ten dondurma külahı değil ki yalandıkça lezzeti olsun.

İnsan teni; yansa da yanmasa da tahrik edici olur.
Cinsellik duygularını frenleyememiş kişilerin, insan teni görünce kimyası bozulur…

Bütün şeriatçılar kimyamız bozulmasın diye çareyi kadını kızı kapatmakta bulur.
Böylece kadını da, erkeği de korumuş olur…
Korumuş mu olur?

Artık gelebiliriz asıl konumuza.
Söyleyeceklerim var: “Pir Sultan Silvanius mu;
Yoksa, Pir Sultan Addal mı?” konusunda.
İlginç bir açıklamada bulunacağım yarın bu konuda…

hayri@bilgebalta.com – 30.7.2006 – 31.7.2006 Pazartesi için…
(Bitmedi, yarın sürdüreceğiz…)
X
18. PİR SULTAN SİLVANİUS MU,
YOKSA PİR SULTAN ABDAL MI? (2)- 28

Bodrum Gündoğan’a dinlenmeye giderken okumak üzere yanıma aldığım kitaplardan birinde ilginç bir olayla karşılaştım.
İnanamadım.
Niçin bu zamana değin böyle bir olay duymadım?

Daha Alparslan’nın Malazgirt savaşı olmamış.
Anadolu daha Müslümanlaşmamış.

Ama Anadolu’da yaşayan bir halk var.
Bu halk, Hıristiyanlar tarafından dışlanırlar…

Asilime olsun diye toplu halde Almanyalara, Fransalara, İspanyalara sürülürler.
Ne var ki bunlar inançlarından zerrece ödün vermezler.
Kıyımdan kurtulmak için “asıl Hıristiyan bizleriz” derler.
Biliyorsunuz şimdi de Aleviler “Asıl Müslüman bizleriz” derler.
Bütün bunlara karşın kitleler halinde öldürülürler…

Günümüzden 1200 yıl önce Anadolu’nun Şebinkarahisar beldesinde yaşayan Pir Silvanius Bizans imparatoru IV. Konstantin tarafından, kendi iktidarı için ve de inançlarını, kendi inançlarına aykırı gördüğü için idama mahkûm edilir.
İdamı gerçekleştirmek için Pir Silvanius’un en yakın müridi görevlendirilir
Ve de tıpkı bizim halkımız arasında söylencelerde olduğu gibi halk tarafından taşlanarak linç edilir…

Ne var ki bu olay halk arasında söylenmesine karşın Osmanlı arşivlerinde mühimmelerinde, kayıtlarında, tarihlerinde görülmez. Ama Pir Sultan Silvanius olayı Bizans arşivlerinde görülür.

Anadolu Alevileri; ruhlarında katmerleşip süren bu acı olayı unutmamak için güncelleştirerek yaşatıp dururlar…
Bu olayı unutmamak ve unutturmamak için binlerce yıldır her bir araya gelişlerinde yineleyip dururlar.

Şimdi şu satırları dikkatle okuyabiliriz: “Pir Sultan Abdal’a atfedilen, müridi tarafından taşlanan “pir”in hikâyesi, İmparator IV. Konstantin zamanında, kendi müridi tarafından taşa tutularak öldürülen Pir Silvanius’un öy¬küsünün neredeyse aynısıdır.
‘Osmanlı yazılı belgeleri, Pir Sultan Abdal’dan ve O’nun dizelerinde yer alan Alevi karşı çıkışından hiç söz etmezler. Dolayısıyla Pir Sultan Abdal’ın darağacına giderken, müritle¬ri tarafından taşlandığına dair rivayeti destekleyecek bir yazı¬lı bulguya Osmanlı arşivlerinde rastlanmaz. Pir Sultan Abdal-Hızır Paşa efsanesinin tarihlendiği on altıncı yüzyıldan, sekiz yüzyıl önce yaşanmış Pir Silvanius’un öyküsü ise kendi ça¬ğında Bizans’ın resmi kayıtlarına geçmiş bir gerçektir.
Acaba Aleviler yüreklerinden atamadıkları eski bir sızı¬yı, zamana ve kendilerini çevreleyen yeni koşullara göre güncelleştirerek ve yeni öznelerle bezeyerek canlı mı tuttular? Pir Sultan ne kadar Pir Silvan’dır? Pir Silvan Pir Sultan’ın içinde ne kadar vardır? Bunu net olarak söylemek için henüz erken.
Müridi tarafından taşlanarak öldürülen Samsat’lı Silva¬nius’un adı Latincedir. Orman halkından olanları tanımlayan Silvanius sözcüğünün Türkçe’deki tam karşılığı “ağaç eri”dir.” (“ALEVİLİĞİN KAYIP BİN YILI (325 – 1325) Erdoğan Çınar. Chiviyazıları. Mjora Kitaplığı. 2006. s. 85. Ayrıca daha geniş bilgi için 55-58. sayfalara bakınız…)
Bu günlük bu kadar.
Kitapta daha ne gerçekler var.
Alevilik ve Alicik konusunda araştırma yapmak isteyenler bu kitabı muhakkak ve muhakkak bulup okumalıdırlar.
Av. Hayri Balta, 30.7.2006

19. ALEVİLERDE KAFA KARIŞIKLIĞI

İsmail BEŞİKÇİ

Bir Alevi’ye “Neden namaz kilmiyorsun, neden oruç tutmuyorsun, neden Hicaz’a gitmiyorsun?” şeklinde sorular sorduğumuzda, “Biz Alevi’yiz, bizim inancimizda, bizim geleneğimizde namaz, oruç vs. yok” diyor.
“Alevi isen o zaman dördüncü halife Ali’ye bağlilik nedendir, `Hüseyin çileleri’ nedendir, on iki imama bağlilik nedendir?” diye sorulduğu zaman ise Alevi epeyce şaşırıyor.
Dördüncü halife Ali’ye bağlılığın Müslümanlık olduğu, `Hüseyin çileleri’ çekmenin, on iki imama bağlılığın Müslümanlık olduğu, Şiilik olduğu, Müslümanliğin da namaz, oruç, Hicaz’a gitmek vs. gibi şartlari olduğu anlatiliyor.
Ayni Alevi’ye “Sen hem dördüncü halife Ali’ye, on iki imama bağli olduğunu söylüyorsun `Hüseyin çileleri’ çekiyorsun hem de Müslüman olmadığını Alevi olduğunu, Alevilikte namaz, oruç, hac olmadığını söylüyorsun bu bir çelişki değil midir?” şeklinde yeni bir soru soruyorsun… Alevi olduğunu söyleyen buna vurgu yapan kişinin kafasi iyice karişiyor, ne diyeceğini bilemez oluyor. Ama yine de, Alevilik’ten de, dördüncü halife Ali’den de, on iki imamdan da vazgeçmiyor.
Kafa karışıklığı, düşüncelerde duygularda bir berraklık olmaması günümüz Alevilerinde çok sık rastlanan bir durum oluyor. Bazi gazetelerin son yillarda Alevilerle, Alevi gençlerle ilgili röportajlar yayımladıkları, anket sonuçları yayimladıkları görülüyor, bu röportajlarda, anketlerde Alevilerin, özellikle Alevi gençlerin çok karışık düşünceler ve duygular aksettirdikleri görülmektedir.
Alevilere kendilerini nasil algiladiklari, kimlikleri hakkinda sorular sorulduğu zaman, dinleri, inançlari sorulduğu zaman “Müslüman bir Alevi’yim” veya “Alevi bir Müslüman’im” gibi cevaplar verdikleri görülüyor. İçten çelişkili olan bu kavramları, bu ibareleri Aleviler gayet rahat bir şekilde kullanabilmektedirler.
Hâlbuki Alevi ise Müslüman değildir, Müslüman ise Alevi değildir. Alevilik, Yahudilik gibi, Hiristiyanlik gibi, Müslümanlik gibi, Budizm gibi farkli bir dindir, farkli bir inançtir.
Yahudilik nasil Müslümanlik değilse, Hiristiyanlik nasil Müslümanlik değilse Alevilik de Müslümanlık değildir. “Yahudi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Yahudi’yim”, “Hiristiyan bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Hiristiyanım” birbirleriyle çelişen ibarelerse, içten çelişkili kavramlarsa “Alevi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Alevi’yim” kavramları da içten çelişkili kavramlardır. Aleviliğin bir mezhep olmadığını, ayri bir inanç, ayri bir din olduğunu belirtmeye çalışıyorum.
Alevilerin büyük kısmı “Ali’yi sevmek, on iki imama bağlilik Aleviliktir. Ali sevgisini on iki imam sevgisini yüreğimizden hiçbir güç çekip çikaramaz…” diyorlar.
Müslümanlar da, örneğin Selamet Partisi veya Fazilet Partisi de “Ali’yi sevmek Alevilikse biz Ali’yi herkesten daha çok severiz. On iki imamı da…” diyordu. “Öyleyse biz de, Aleviyiz” diyordu. Alevinin kafasi bu sözlerle bir defa daha karışıyordu. Alevi bu akıl yürütmeler karşısında bocalayıp duruyordu.
Ahmet Şık ve Hatice Yaşar 7-13 Nisan 2002 tarihleri arasinda Radikal gazetesinde bir röportaj yayımladılar. Röportaj, “Alevi Gençler Konuşuyor” başlığı altında yayimlandı.
“Kendinizi nasil tanımlıyorsunuz? Sizce etnik kimlik mi daha önde yoksa dinsel kimlik mi?” “Alevi olduğunuzu gizleme ihtiyacını hissettiniz mi? Alevi olduğunuz için baskı ya da farklı muamele ile karşılaştınız mı?”, “Kendinizi Alevi olduğunuz için farkli görüyor musunuz?” gibi sorulara gençlerin verdiği cevapların bazilari şöyle:
“Alevi’yim, demokratim. Elbette İslami inaniş içindeyim. Kürdüm ama kendimi tanıtırken bunu ön planda tutmam. Mezhep kimliğim ön planda gelir.”
“Alevi’yim Müslüman’ım.”
“Alevi’yiz Müslüman’ız. Biri soracak olursa Türküm ve Alevi’yim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı içinde olmadım.”
“Alevi’yim. Aleviliği seviyorum. Hoşgörü, sevgi gibi birçok şeyi Alevilikte öğrendim. Müslüman’ım ama yobaz değilim.”
“Kendimi Alevi olarak düşünüyorum. Dinsiz insan düşünemem. Alevilik Müslümanlıktan ve Anadolu’dan çikma… Bazi ortamlarda Aleviliğimi gizledim.”
“Müslüman’im ama herkesle barışık biriyim. Ayrımcı değilim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı duymadım. Baskı da görmedim.”
“Alevi’yim, Alevilik Müslümanlık içinde bir mezhep.”
“Alevi’yim, Erzincanlı’yım, bunu hemen söylerim. Kur’anı Kerim’de belirlenen İslamın şartları var. Yardimlaşma, dayanışma içinde yaşıyorum. Bence bunlar namazın yerine geçer. Kiz lisesinde din hocamla tartişmaya girdim. `Aleviler Ali’ye inanir Muhammed’i tanimaz’ dedi. `Cem’de Allah, Muhammet, Ali diye başlariz’ dedim…
Sünnilik Alevelek ayrımı yapmak doğru değil… Yanlış bir şey söylenirse sessiz kalmam. Ama Alevi’yim diyorsam bunu iyi bilmek zorundayım.”
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Kendimi İslam içinde tanimlarım ama Taliban da Müslüman diyorlar, Recep Tayyip Erdoğan da… Allah, Muhammet, Ali üçlemesi içinde Ehlibeyt içinde görüyoruz kendimizi. Özetle Türküm Alevi’yim. Beş yil öncesine kadar Aleviliğimi gizledim.”
“Alevi’yiz, Müslümanım.”
“Ailemden gördüğüm kadariyla Alevi’yiz, Müslümanız, Aleviliğimi asla gizlemedim.”
“Dinle çok fazla alakam yok ama uzak da değilim ama Alevi’yim.”
“Köken olarak Alevi’yim. Alevi kültürü ile yetiştirildim. Bunun içinde Kur’an da var. Sünnilik ve Aleviliğin zamanla ayrıldığı düşünülüyor. Ama ikisi de Müslümanliğa girer.”
“Kendimi Alevi olarak tanımlıyorum. Müslümanlık? Derine inersek çok karışır…”
“Alevi’yim, mezhep ya da dini anlamda demiyorum. Bir kültür, bir felsefedir bana göre. Peygamberimiz Hz. Muhammet. Biz de Allah, Muhammet, Ali üçlüsüne inandiğimiz için, ben de kesinlikle Müslümanım. Etnik kimlik geri planda kalmalı bence. Aleviliğimi gizlemem.”
“Alevi’yim, tabii ki Müslüman’ım.”
“Ehlibeyti bilen Müslüman’dır. Alevilik de onun bir parçası. Benim için ne etnik kimlik, ne dinsel kimlik önemli. Alevi olanlar artık bu niteliklerini gizlemiyorlar.”
Ahmet Şık ve Hatice Yaşar yüz gençle konuştuklarını söylüyorlar. Bunlardan yirmi dördü ile yaptıkları konuşmaları yayimlamışlar. Bu gençlerin yaşı 18-29 arasinda değişiyor. Gençler arasında lise öğrencisi olanlar da var, üniversite öğrencisi olanlar da var. İşçi, müzisyen, özel şirket elemanı, muhasebeci, terzi, elektrik kaynakçısı, makine mühendisi, eczacı kalfası, turizmci olan gençler de var.
Bu gençler arasinda semah hocaları olanlar da var. Gençlerin bir kısmı erkek, bir kısmı kadın. Bu küçük bir soruşturma bile Alevi gençlerin duygularında ve düşüncelerinde ne kadar büyük bir karışıklık olduğunu gösteriyor. Bu durumda kafa karışııklığının Alevi gençleri belirleyen temel bu niteleme olduğu söylenebilir.
Konuşmaları yukarıda belirtilen on yedi kişiden sadece ikisinde kuşku var. Bu kuşku Aleviliği, Müslümanliği sorgulamaktan kaynaklanıyor olabilir.
Şiilik şüphesiz Müslümanlıktır. Bu çok açı4ktır ama Alevilik de Şiilik değildir. Bu da çok açıktır. Türkiye’nin toplumsal yapısını ve sorunlarını izleyenlerin ve gözleyenlerin bir kısmının çok basmakalıp bazı ibareler ortaya koyduklari görülmektedir.
“Türk-Kürt çelişkisi”, “Alevi-Sünni çelişkisi” gibi bazı çelişkilerden söz edilir. Buradaki “Alevi-Sünni çelişkisi” çok yanlış kurulmuş bir kavram çiftidir. Doğru kurulmuş kavram çifti “Alevi-Müslüman çelişkisi” olmalıdır. “Şii-Sünni çelişkisi” yine doğru kurulmuş bir kavram çiftidir.
Şiiliğin Müslümanlikla ilgili bir olgu olduğunu söyledik. 7. Yüzyilin ortalarinda İslamiyet’teki iktidar mücadelelerinin Şiiliği ortaya çikardığını görüyoruz. Şiilik her şeyden önce bir Araplık olayıdır. Araplardaki iktidar mücadelesinde daha doğrusu peygamberin ölümünden sonra yerine geçecek halifenin tayini konusunda gerçekleşen mücadelede muhalefeti temsil edenlerdir. Ama Şiiliğin iktidar biçiminde kurumlaşması, devlet dini olarak kurumlaşması, İran’da Farslarda gerçekleşmiştir.
Şiiliğin dinsel ibadetlerinde, dinsel inançlarinda Kur’an, cami, namaz, hac vs. elbette vardir. Ama Alevilikte cami, namaz, hac vs. yoktur. Kur’an da yoktur. Örneğin Alevi inancından olan, Aleviliği yaşayan köylerde camiye rastlanmaz.
Aleviliğin en önemli özelliklerinden biri de Alevilikte sazin, sözün olmasıdırr. Sazın, sözün olmadığı bir cem düşünülemez. Müslümanlıkta ise müzik yoktur. Örneğin Müslümanlıkta saz/bağlama hiç yoktur. Müslümanlıkta Alevi semahlarınıi andıran hiçbir figür yoktur. Ama bazen ilahiler def, davul gibi bazi vurmali çalgilar eşliğinde okunmaktadir. Alevi cemlerinde de vurmalı çalgılar yoktur.
Gerek dördüncü halife Ali, gerek on iki imamlar İslamiyet’i yaymak için çok büyük çaba içinde olmuşlardir. Örneğin Halife Ali’nin bölgenin yerli halklarına İslamiyet’i kabul ettirmek için çok yoğun baskiların uyguladığı bilinir.
Alevi inancinda olanların, Kizilbaşların ise böyle bir sorunu yoktur. Yani İslamiyet’i yaygınlaştırarak bütün halkları İslamiyet’e katmak gibi bir sorunu yoktur. Alevilerde Aleviliğin propagandasını yapmak, herkesi Alevi yapmak gibi bir uğraş da yoktur, böyle bir inanç da Alevi geleneklerine aykırıdır.
Alevilik İslamiyet’ten önce Mezopotamya’da yaşayan bir inançtir. Zerdüşt kökenli bir inançtir. Örneğin Ezidilik ile Alevilik arasinda çok siki bir bağ vardir. Her iki inancin da Zerdüşt kökenli olduğu söylenebilir.
Alevilik Mezopotamya kökenli, Zerdüşt kökenli bir inançtır. Ezidilik ile çok yakin bir benzerliği vardir. Fakat Alevilik sanıldığının tersine Orta Asya kökenli, Şamanizm kökenli bir inanç değildir.
İkinci halife Ömer, üçüncü halife Osman ve dördüncü halife Ali döneminde İslamiyet’in çevredeki halklara kabul ettirilebilmesi için çok yoğun bir baski uygulandi. Bu baskı Mezopotamya’da da gerçekleşti. Örneğin Kürtlere İslamiyet’ın kabul ettirilmesinde çok ağir bir şiddet kullanıldı.
İşte bu ağir baski karşisinda bazi yerli halklar İslamiyet’i kabul ediyor göründüler. Dağlarin zirvelerine, gözden irak yerlere çekilerek, içten, kendi inançlarını yaşamayı sürdürdüler. Ama dağların arkalarında, zirvelerinde hiç bir zaman İslam’in gereklerini yerine getirmek gibi bir çaba içinde olmadılar. Kendi inançlarını, geleneklerini yaşamayı sürdürdüler.
Alevi semahının, figürlerinin incelenmesi Orta Asya’nın, örneğin Türkmenistan’ın folkloruyla karşilaştırılması bunu açıkça ortaya koyar.
2002 yili başlarinda Kanal 7’de “Ekonomi Vizyon” isimli bir program yayinlanıyordu. Bu programda Türkmenistan’daki ekonomik gelişmeler, ekonomik atilimlar dile getiriliyordu.
6 Ocak 2002 tarihinde öğleden sonra yayınlanan programda, Türkmenistan Devlet Başkanı’nın “Büyük Safar Murat Türkmenbaşı”nın “Ruhname” ismiyle hazirladiği ve yayinladığı kitaptan söz ediliyordu. Devlet başkani Türkmenbaşi’ndan “Büyük Safar Murat Türkmenbaşi” diye iltifat içeren ibarelerle söz ediliyordu. Ruhname isimli kitabin içeriğinde Selçuklular, Oğuzlar, Alparslan, Tuğrul Bey, Dede Korkut, Köroğlu gibi konular vardi. Seyfullah Türksoy isimli muhabirin hazırladığı ve sunduğu bir programdı bu. Ruhname isimli kitabın yazılması, basılması, dağıtılmasğ kutlanıyordu. Sık sık Tükmen-Türk kaynaşmasından söz ediliyordu. Devlet kurmak-millet kurmak sık sık dile getirilen kavramlardı. Programa Türkiye’den Kutlu Aktaş, Yalim Eralp, Saffet Arikan Bedük gibi emekli bürokratlar, TRT Genel Müdürü Yücel Yener de katilmişti. Tekstil fabrikaları sahibi Ahmet Çalık da oradaydı
Bir saate yakın süren programda sik sik folklor ekipleri de ekrana geldi. Erkekler ayrı, kadinlar ayrı oynuyorlardı. Oyunlarda daha çok Hint etkisi, Çin etkisi göze çarpıyordu. Çok yumuşak dönüşler, çok yumuşak eğilişler, yumuşak hareketlerle sağa sola savrulmalar, süzülüp elips çizmeler göze çarpan hareketlerdi.
Folklor ekipleri sık sık ekrana getirildi. Her defasinda kadınlarin ve erkeklerin ayrı ayrı oynadıkları görülüyor. Bu oyunlarda Alevi semahını andiran hiçbir figür olmadığı gibi gerek kadinların, gerek erkeklerin giyim kuşamlarında da Alevi giyim kuşamini andıran, hiçbir şekil, hiçbir figür yoktur.
Alevilerde kadinlar-erkekler karışık bir şekilde semah yürürler. Kadınların ve erkeklerin karışık oynamaları Alevi semahlarının önemli bir özelliğidir. Yaşlı kadın ve erkeklerin de semah yürümeleri Alevi semahlarının diğer önemli bir özelliğidir. Çocuklar da semah yürüyebilir. “Büyük Safer Murat Türkmenbaşi”nin Ruhname’sinin kutlandığı eğlencelere ise folklor gösterilerine, oyunlara ise hep gençlerin katıldığı gözlenmektedir.
Alevi semahlari Alevi cemleriyle çok yakından ilgilidir. Cem her şeyden önce bir araya geliş demektir. Dinsel ve inançsal bir tapınma durumudur. Ama cem sadece bu değildir. Cem toplumsal belleği nesilden nesile taşiyan bir kurumdur. Paylaşımın, direnişin, suçlardan ve kötülüklerden arıinmayı, kendi kendini yönetmeyi hedefleyen bir mekanizmadır.
Semah yürümek cemlerin sonunda gerçekleşen bir oyundur. Semahın ağir semah, orta semah, hızlı semah olmak üzere bölümleri vardir. Cemlerde söylenen nefesin ritmine göre semah yürümenin hızı da ağırdan hızlıya doğru değişir. Türkmenbaşi’nın Ruhname’sinin kutlandığı gösterilerde sergilenen oyunlar ise orta kararlılıkta bir hizda sürüp gidiyordu.
Semahlarda semah yürüyenlerle, semaha katilan öbür Aleviler arasinda yoğun bir iletişim vardir. Duygu, düşünce ve ruh olarak semah yürüyenlerle, ceme katilan öbürleri arasında yoğun bir bütünlük vardir. Ceme katılan herkes semah yürüyenlerin bir parçasıdır.
Türkmenistan’da yukarıda anlatmaya çalıştığımız gösterilerde ise oyuncuların dişindakiler sadece onlarin seyircisidir. Burada sadece bir eğlence söz konusudur. Alevi semahlarinda ise duygu, düşünce, kutsal bir varliğa sevgi sunma ön plandadır.
Büyük Safer Murat Türkmenbaşı’nın 62. yaş yildönümü de 2002 yılına rastlıyordu. 62. yaş yildönümünde de büyük kutlamalar yapildi, ayni oyunlar bu kutlamalarda da sergilendi.
2001 yilinda TRT’de “İpek Yolu” belgeseliyle ilgili bazı gösterimler olmuştu. Bu TRT’nin de katkılarıyla çekilen bir belgeseldi. Bu çekimi yapanlar Çin’den başka, Kazakistan, Kirgizistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerde de çekimler yapmışlardı. Bu çekimler sırasında da bu ülkelerin folklor zenginlikleriyle ilgili programlar ekrana getirilmişti, Kazakistan, Kirgizistan, Özbekistan gibi ülkelerdeki halk oyunları da Türkmenistan’daki halk oyunlarına benziyordu.
Bu oyunlarda da, örneğin Turnalar Semahı’nı, Kırklar Semahı’nı andıran hiçbir figür yoktu. Bu semahlarda keskin dönüşler, kırık adimlar, örneğin sağa dönüyormuş gibi yaparken sola sıçramalar kutsal bir varliğa saygı sunma halı önemli figürler olarak görülüyor.
Yeldirme, Alevi semahlarinin çok önemli bir figürü oluyor. Türkmenistan’daki “İpek Yolu” adlı belgeseli izlediğimde, hep Alevi semahları aklıma geliyordu. “Alevilik Orta Asya kökenlidir, Şamanizm kökenlidir, Türklerin Orta Asya’dan getirdiği bir inançtır, gelenektir” diyenler acaba bu programlari izlemişler midir? İzleyenler acaba neler düşünüyor? Alevi semahlarının köklerini bu oyunlara, bu gösterilere bakarak bulabiliyorlar mı?
Orta Asya’ya bakarak Alevi semahlarının kökenleri hakkında hiçbir şey öğrenilemez, ama Ezidilerin ibadetlerine bakıldığında Ezidilerin güneşe yüzlerini çevirip dua etmeleri izlendiğinde, kutsal günlerde gerçekleştirdikleri rakslara bakıldığında Alevi semahının kökenleri hakkında çok sağlıklı bilgiler elde edilebilir.
İpek Yolu programı yapimcilarindan Ali Atila Erdem’e bu izlenimlerini anlatmıştım. “Türkmenistan’da, Kazakistan’da, Kirgizistan’da öyle olabilir ama Azerbaycan’da öyle değil demişti.”
Aslında, örneğin üç fotoğraf bu düşünceleri açık bir şekilde ortaya koyabilir. Türkmenistan folklorunu gösteren bir fotoğraf, herhangi bir Alevi semahını gösteren bir fotoğraf ve Ezidilerin güneşe durup dua etmelerini gösteren bir fotoğraf.
Orta Asya’dan Horasan’a, Mezopotamya’ya, Anadolu’ya gelen Oğuzlarin önemli bir kesiminin Alevi inancının benimsemeleri çok doğal. Çünkü göçebe olup at sırtında dolaşanlar için, yerleşik olmayanlar için Alevi inancı çok elverişlidir. Günde 5 vakit namaz buyuran, oruç, hac buyuran İslamiyet’in ise göçebe yaşamı karşısında benimsenmesi çok zordur.

20. ALEVİLER-KÜRTLER 4

Alevilerin yaşadıkları, karşı karşıya oldukları en büyük tehlike asimilasyondur. 19. Yüzyılın ikinci çeyreğinden beri Alevilere uygulanan politika, asimilasyondur.
1826’dan beri Vak’a-i Hayriye’den beri Alevilere asimilasyon politikası uygulanmaktadiır. Bu tarihte Yeniçeri Ocağ’nın kaldırılması ile birlikte Bektaşi dergâhları da yıktırılmıştkır.
Sultan Mahmud bundan sadece Hacibektaş’taki dergâhı istisna kılmıştır. Hacibektaş’taki dergâh yıktılmamış, kilerevinin karşısına cami yaptırılmıştıir. Bu camiye de bir Nakşibendi şeyhi gönderilmiştir. Dergâh cemaati artik Nakşibendi terbiyesiyle yetiştirilecektir. Asimilasyon başlamiştir. Alevilerin Müslümanliğa asimile edilmeleri, aynen Kürtlerin Türklüğe asimile edilmeleri gibi bir süreçtir.
Alevi köylerine cami yapilması 20. yüzyilin başinda Jön Türklerle birlikte iyice gelişmiştir. Cumhuriyetle birlikte ise sistematik bir politika olmuştur. Her Alevi yerleşim birimine cami yaptırmak, camiye bir imam tayin ettirmek, Alevileri Müslümanlaştırmanın etkin bir yoludur.
Dr. Cemşit Bender’in, On iki İmam ve Alevilik (Berfin, 5. Baski, 2003) kitabinda “Resmi İdeoloji ve Alevilik” başlığı altında yer alan bir bölüm var. (s. 141-145) Bu bölümde Dr. Cemşid Bender 1992 yılında Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığında yaptığı bir görüşmeyi anlatıyor.
Görüşme konusu Alevilik. Dönemin Diyanet İşleri Başkani Said Yazıcıoğlu’ndan randevu alınıyor, fakat son anda Said Yazicioğlu tartışmaya girmeme gibi bir ilkesi olduğunu belirterek, görüşmeyi kendi adina Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili İrfan Yücel’in yapmasını istiyor. İrfan Yücel de Aleviler’in Müslüman olduğunu, camileri olduğunu, namaz kıldıklarını, oruç tuttuklarını söylüyor. Alevilerin Müslüman olduğunu, Alevilerin köylerinde de cami olduğunu sık sık dile getiriyor.
Dr. Bender Alevi köylerine zorla cami yapıldığını, örneğin Dersim’de Vali Kenan Güven’in vatandaşlardan toplanan paralarla cami yaptırdığını bu konudaki düşüncelerini soruyor. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili yine Alevilerin Müslüman olduğunu, her Müslüman köyünde cami olmasını istenen bir şey, güzel bir şey olduğunu söylüyor.
Osmanlı, Alevileri Müslüman bir grup olarak görmüyor, Alevi’yi Kızılbaş’ı, Alevi olarak, Kızılbaş olarak görüyor ama yok edilmesi gereken, Müslümanlar içinde yaşamamasi gereken bir grup olarak görüyor. Bunun için vahşete varan uygulamalar da yapıyor. Bu vahşetten korunmak için de Alevilerın dağlarin yüksekliklerinde, anayolların çok uzağinda kendilerine yer aradıkları, yerleşim birimleri oluşturduklari biliniyor. Buysa toplumun Alevi/Kızılbaş olarak kalmasını inançlarını geleneklerini yaşamasını, iç özerkliğini korumasını sağliyor.
Cumhuriyetle birlikte düşüncede ve duyguda tek tip insan yaratma politikasi doğrultusunda Kürtler Türklüğe asimile edilirken, Alevilerin de Müslümanlığa asimile edilmesine gayret ediliyor. Aleviler inançlarını, geleneklerini, iç özerkliklerini bu şekilde yavaş yavaş yitirmeye başliyor “Müslüman’ım ama Aleviyim”, “Aleviyim ama Müslüman’ım”, “Müslüman Aleviyim”, “Alevi Müslüman’ım” ibareleri bu şekilde ortaya çikiyor.
Osmanlı’nın Alevi’ye karşi tutumunun daha dürüstçe olduğunu düşünüyorum. Çünkü Osmanli Alevi’yi Alevi olarak görüyor, ama fiziki olarak onu yok etmeye çalışıyor. Aleviler de yok olmamak için kendilerince önlem alıyorlar. Cumhuriyet ise Alevi’yi Müslüman olarak görüyor, fiili olarak Müslümanlaştırmaya, Aleviliği yok etmeye çalışıyor. Alevi kurumlarını, Alevi inançlarını, geleneklerini bozuyor, etkisiz kılıyor.
Asimilasyon şüphesiz sadece Kürtlere, Alevilere uygulanan bir politika değildir. Asuriler, Ezidiler, Çerkesler, Lazlar vs. de bu politikanın etki alanı içindedir. Bir zamanlar Kürtler “en iyi Türk biziz, esas Türk biziz, has Türk biziz” derlerdi. 1960’larda böyle bir slogan vardi. Bunun gibi zaman zaman “en iyi Müslüman biziz, esas Müslümanlar Alevilerdir” diyen Alevilere de rastlanmaktadır. Bu asimilasyonun yoğunluğu ve yaygınlığıyla ilgili bir göstergedir.
1994’den önceki, yani Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığına seçilmesinden önceki Güney Afrika yönetimini düşünelim. Yerli halkın ve beyazların ayrı ayrı mahalleleri, ayrı ayrı okulları vardı. Lokantaları, sinemaları, otelleri hep ayrıydı. Nüfusun % 20 kadarını oluşturan beyazlar, yerli halkı kendi içlerine almak istemiyorlardi.
Yerliler “Bantustan” denilen dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlarda, çok büyük bir mağduriyet içinde yaşiyorlardi. Kanalizasyon, elektrik, su, konut gibi temel hizmetler çok yetersizdi. Ama toplum kendi geleneklerini, kendi inançlarınıi yaşıyordu, Güney Afrika toplumu iç özerkliğe sahipti, işte bu iç özerklik giderek iktidarı yarattı.
1994’de yapilan ilk demokratik seçimlerde “Afrika Ulusal Kongresi” iktidara geldi. Nelson Mandela cumhurbaşkanlığına seçildi. Nelson Mandela’yı uzun yillar cezaevinde tutan, Afrika Ulusal Kongresi’ni terör örgütü ilan eden beyaz yönetimin Cumhurbaşkani, De Klerk ise Nelson Mandela’nin yardımcısı oldu. 1990’ların ortalarinda “Dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da böyle bir süreç yaşandı.
Ali Yildirim’in Alevi Öğretisi (İtalik, 2000) kitabinda çok ilgi çekici bir bölüm var. Bu bölüm “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” başliğini taşiyor. (s. 176-183) İranli dini liderlerden Şeriat Medari, dönemin Diyanet İşleri Başkani Süleyman Ateş’le yaptiği resmi bir görüşmede Türkiye’deki Alevilerden şikâyet ediyor, Alevilerin ateistleştiklerini söylüyor. “Ya siz ilgilenin Sünnileştirin, ya da bize birakin Şiileştirelim” diyor.
Bu sözün başbakanliği döneminde Tansu Çiller için hazırlanmış Alevilik Raporu’nun ilk sayfasinda yer aldığı belirtiliyor. “Türkiye’de Alevilik, Aleviler ve Alevilerde Siyasal Yapı, Siyasal Kültür” başliığını taşıyan 107 sayfalik raporun 24 Aralik 1995 seçimleri öncesinde Tansu Çiller’e sunulduğu belirtiliyor.
Raporun bir bölümünün de, Diyanet İşleri Başkanliği Baş Müfettişi, Abdülkadir Sezgin’in hazırladığı not ediliyor. İranlılara verilen cevap açıktır. “Biz Alevileri Sünnileştiriyoruz” buradaki Sünnileştirme Müslümanlaştırma anlamina geliyor. Her Alevi köyüne cami yapılması, cemevi yapılmışsa bile muhakkak bir de cami yapılması, camiye bir de imam, müezzin tayin edilmesi asimilasyonu yaygın bir yolu oluyor.
Cemevlerinde resmi ideolojiyi güçlendirici konuşmalar yapilması, bu yönde programlar oluşturulması yine kararlı bir şekilde yaşama geçiriliyor. İran’la yapilan böyle bir pazarlık Alevi kitlelerde nasil bir düşünce, nasil bir duygu yaratıyor acaba. “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” ne anlama geliyor. Sünniliğin ve Şiiliğin Müslümanlığın iki yorumu olduğunu düşünürsek, asimile edilmek istenen kitlenin Müslüman bir kitle olmadiği açık değil mi?
Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi çöktükten sonra Şii Araplar çok büyük bir hareketlilik içine girdi. Nisan, Mayis aylarinda (2003) İmam Hüseyin’in şehit edilmesinin yildönümünde on binlerce Şii Kerbela’da toplanmaya başladi. Şiilerin çoğu buraya yürüyerek gitmeye çalişiyordu. Yüzlerce Şii demir zincirlerle sirtini, başini dövüyordu. Sirtindan başindan kan çikariyordu. Binlerce Şii sürüne sürüne İmam Hüseyin’in Kerbela’daki türbesine, dördüncü halife Ali’nin Necef’deki türbesine varmaya çalışıyordu. Bütün Şiilerin “Hüseyin Çileleri” çekmediği söylenebilir. Ama bu süreçte olan, bu çileleri çeken on binlerce Şii’nin olduğu da gerçektir.
Şiiler, “Hüseyin Çileleri” çekerken, insan ister istemez Alevileri hatırlıyor. Aleviler şüphesiz Kerbela’ya, Necef’e filan gitmiyor. Alevilerde böyle bir hac anlayışı, geleneği yok. Yukarıda belirtildiği şekilde “Hüseyin Çileleri” de çekilmiyor. Tüm bunlara rağmen bazı Alevilerin kendilerini on iki imama bağlı hissetmeleri, bunu sik sik vurgulamaları, her Alevi evinde dördüncü halife Ali’nin resimlerinin asılı bulunmasıirdelenmesi gereken bir durumdur.
Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlılık tamamen Şiilikle ilgili
bir olaydır. Aleviliğin bu açidan Şiilikle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, Aleviler neden bunu açıkça ifade edemiyor.
Aleviler elbette tarihte yaşanmış bir zulümle ilgilenebilir, böyle bir ilgi Alevi inancıyla, Alevi yaşam biçimiyle de uyuşur. Hatta bir gereklilik olarak da ortaya çıkar. Ama sanki Alevi cemaatinin bir üyesiymiş gibi, Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlanmak şaşırtıcıdır.
“On iki imam çileleri” çeken Aleviler acaba tarih boyunca sırf Alevi oldukları için kendilerine gösterilen şiddeti biliyorlar mı? Ali Yildirim’in “Osmanli Engizisyonu” (Öteki, 1998) kitabi bu şiddetin, işkencenin, katliamın boyutlarını irdeleyen değerli bir çalişmadır.
2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta Alevilere karşi çok ağir bir katliam gerçekleştirildi. Mart 1995’de de İstanbul’da Gazi Mahallesinde ve Ümraniye’de bir kırım gerçekleştirilmişti. Daha önce de Çorum’da (Temmuz 1980), Maraş’ta (Aralik 1978) yine Alevilere dönük zulümler, katliamlar oldu. Bu katliamlarin Alevilerin yüreklerinde ağir yaralar açtığı da bir gerçektir.
Acaba Alevilerin yüreklerini yaralayan bu olaylara İranli Şiiler, Irakli Şiiler ne kadar üzüldüler? Veya İranli Şiiler, Irakli Şiiler bu katliamları kendilerine dert ettiler mi?
Aleviler tamamen Araplıkla, Şiilikle ilgili bir olay olduğu halde, `Hüseyin Çileleri’ çekerek 1400 yıllık bir davayı günümüzde de sürdürmeye çalışıyorlar. Acaba Alevilerin Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da uğradıkları zulümler Şiileri dertlendirmiş midir?
Şiilerin Kerbela’daki çile çekmelerini izlerken, insan ister istemez şu konuyu da düşünüyor. Kerbela törenlerinde Alevi semahlarını andiran hiçbir bölüm, hiçbir gösteri yok. Aleviler bunları karşilaştırarak, Alevilik, Şiilik konusunda Aleviliğin Şiilik olmadiği konusunda neden berrak bir düşünce oluşturamıyor.
Şurasi çok açıktır dördüncü halife Ali hiçbir zaman Alevi olmamıştır. O, İslam Sünneti’ne sıkı sıkıya bağlıdır, kendinden önceki halife Osman, halife Ömer, halife Ebubekir gibi… Burada, acaba bilmediğimiz bir “sır” mi vardir?
Örneğin Hasan Sabbah Alamut’ta yaptiği çeşitli konuşmalarda bu sırrı açıklıyor. (Wladimir Bartol, Fedailerin Kalesi Alamut, Çeviren Atilla Dirim, Yurt Kitap-Yayin, s. 166-173; s. 441 vd., s. 452-454)
Burada bu “ırrı” açma gereğini duymuyorum. Ama Hasan Sabbah’n kavrayışının çok dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Kanımca Tapinak Şövalyelerinin de böyle sırları vardi. Acaba Alevilerin de benzer srları var mı? Bu sır ne olabilir? Şurası çok açıktır ki Alevilerin Ali’siyle tarihsel kişilik olan Ali, yani dördüncü halife olan Ali çok farklı kişilerdir.
Alevilerin Ali’si halktan herhangi bir kişidir, Alevilerin Ali’si Doğa-Tanri-İnsan bütünlüğünde yer alir. İnsan Ali doğanın-Tanrının kendisidir. Dördüncü halife Ali ise yeryüzünü, gökyüzünü, bütün canlı ve cansız varlıkları yaratmiş Allah’ın bir temsilcisi olarak kavranılmaktadır. İslamiyet’i yaymak için çevre halklara çok ağir şiddet gerçekleştirmiştir. Alevilerde böyle bir tanr anlayışı yoktur. Doğa-Tanri-İnsan bir bütün oluşturmaktadır. Doğayı gören insan, tanrıyı da görür, tanri her insanda ayrı ayrı tecelli eder.
Müslümanlardaki yani Sünnilerdeki ve Şiilerdeki tanrı anlayışıyla, Alevilerdeki Tanrı anlayışının çok farklı olduğunu belirtmeye çalışıyorum. 19 yüzyilda yaşamış Hilmi Dede’nin
“Ayine tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme”
Şiirinde sözü edilen örnek insan Ali’dir. Tanri Ali’nin kişiliğinde gözlere insan niteliğinde görünür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Şiirinde Tanri’ya Kafa Tutanlar, Okat Yayınları, İstanbul 1968, s. 119)

21. ALEVİLİKTE ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ 5

Alevilik ile Müslümanlık arasinda çok derin bir fark vardır. Bu doğanin, toplumun ve insanın kavranmasi sürecinde ortaya çıkan bir farktır.
Müslümanlıkta Kur’an her şeye egemendir. Doğa, toplum, tarih insan hakkinda en doğru bilgilerin Kur’anda yazıldığı kabul edilir. Kur’an eleştirilemez. Kur’andaki bilgilerin doğruluğundan kuşku duyulamaz. Bu bilgiler tartışılamaz. Halbuki Alevilikte sınırsız bir tartışma özgürlüğü vardır. Alevilikte doğa, tarih, insan, Ali (dördüncü halife Ali değil) her şey tartişilir.
İslam teolojisinde varoluş tanrının yoktan var etmesidir. Yaratan-yaratılan ikilemi teolojisinin en önemli unsurudur. Alevilikte ise yaratanla yaratılanın birliği vardir. Alevi inancında varoluş Tanrı’nın kendi özünden fişkirmasıdır. Alevi Tanrı’yı kendi içinde bilir. Alevi inancında yer, gök, deniz, her şey Tanrı ile doludur.
Alevilikte Doğa-Tanrı-İnsan birdir, bütündür. İnsan Ali doğanın ta kendisidir. Hallac-ı Mansur’un (9-10. yy.), Yunus Emre’nin (13. yy.), Nesimi’nin (14- 15. yy.), Süruri’nin (16. yy.), Hilmi Dede’nin (19. yy.), Edip Harabi’nin (19. yy.) şiirlerinde bu niteliği görmek mümkündür.
Kaygusuz Abdal’ın,
“Hakkı ister isen Âdem’de iste
Irak’ta, Mekke’de, Hac’da değildir” deyişi yine aynı anlama gelmektedir.
Tanrı’nın bir parçası olması nedeniyle insan kendi geleceğini kendi belirler. Fiillerinden sorumlu, her biri Tanrı’nın bir parçasi olan insan şüphesiz özgürlükçü bir düzeni seçecektir. İslami teolojide ise insanın kaderi Allah tarafindan belirlenir. İslam inancında insan Tanri anlayışı içinde kaybolur, yok olur. İnsan Tanrı’nın varliğinda eridiği için artık insandan eser kalmaz.
Alevi inancındaysa insan Tanrı’yı kendi içinde yoğurur, Tanrı’ya yeni bir ruh ve şekil verir. Alevi ozanlar her zaman yeri, göğü, insanı, her şeyi yaratan Tanrı anlayışına karşı direnmişler “senin karşında ben de varım, senden ayrı ben de varım…” demek istemişlerdir.
Alevilikte dogmatizm yoktur. İslam’daysa yoğun bir dogmatizm
vardır. Kaygusuz Abdal’in şu şathiye/yergi’sine bakalım.
“Kıldan köprü yaptirmişsin
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı”
Kaygusuz Abdal’ın 14. yy. sonu 15. yy. başında yaşadığı bilinir. Bu şiirde din ve Tanrı eleştirisi vardır. Tanrı’nın var olduğu var sayılan gücünü göstermesi istenmektedir.
Böyle bir eleştiri ancak Alevi şairlere has bir eleştiridir. Müslüman bir kişinin böyle bir Tanrı eleştirisinde bulunması olası değildir. Bu şiir 1950’lerdeki lise edebiyat kitaplarinda şiirin ruhuna aykiri bir yorumla değerlendirilmektedir. Örneğin “şair, Tanrı’ya ulaşmak için insanlarin nefislerini yenmeleri gerektiğini belirtiyor. Tanrı’ya ulaşmak için nefsini yenme zahmetine katlanmayan insanlari yeriyor. İnsanlarin Tanri’ya ulaşmak için kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden geçmeleri gerektiği anlatılıyor…” (Ağah Sirri Levent, Türk Edebiyati, Lise II, İnkilap Kitabevi, 1951, s. 63-64; Nihat Sami Banarli, Metinlerle Türk Edebiyati, Lise II, Remzi Kitabevi, 1951, s. 54-55; Abdurrahman Nisari, Metinle Türk Edebiyati, Lise II, İnkilap, 1955, s. 55-56; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatindan Seçme Parçalar, İnkilap ve Aka, 1973, s. 72-73)
Böyle ters, şiirin ruhuna hiç uygun olmayan bu yorumlara rağmen bu şiir, bu şatiye/yergi 1950’lerde liselerde okutulan Türk Dili ve Edebiyati kitaplarina konabilmiş. Günümüzdeki kitaplarda da bu şiire, şatiye/yergiye yer veriliyor mu acaba.
16. yy.’da yaşadığı söylenen Azmi Baba’nın
“Yeri göğü ins-ü cin-i yarattın
Sen ey mimar başi eyvancı mısın?
Ayı, günü çarhı, burcu varettin
Ey mekan sahibi Rahşancı mısın?”
Şeklinde başlayan şiiri de şatiye/yergi kabul etmek mümkündür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s. 78-84)
Yunus Emre’ye veya Müridi Molla Kasım’a atfedilen bir şiir de, şatiye/yergi kabul etmek mümkündür. Bu şiir şöyledir.
“Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne evler yapasım gelür
Altında gayya vardır içi nâr ile pürdür
Varup ol gölgesinde biraz yatasum gelür.” (Nihat Sami Banarli, a.g.e. s. 55)
Yunus Emre’nin de, “Ya ilahi ger sual etsen bana” diye başlayan “kiı gibi köprü gerersin geç deyi” diye devam eden bir şiiri vardir. Bu şiirde de örneğin Tanrı’nın terazi tutması, kötülükleri tartıya vurmasi, eleştirilmektedir. Terazi tutmak tacirlerin, bakkalların işidir, denilmektedir.
“Terazi korsun hevesat dartmağa
Kastedersin beni oda atmağa
Terazi ana gerek bakkal ola
Ya bazergan, tacir-ü aktar ola” (İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s. 42-43)
Doğanin, tarihin, toplumun, insanın kavranışındaki bu çok farklı bakışlar, birbirlerine çok zit olan anlayışlar elbette Alevilik-Müslümanlık farkının temelinde duran bir konudur. Bütün bunlara rağmen şunu da belirtmekte yarar vardır.
Dördüncü halife Ali’ye bağlılık, on iki imama bağlılık gibi konular Alevileri de dogmatik bir düşünceye doğru çekmektedir. Aleviler bu konuları kolay kolay tartışamamaktadırlar. Buysa Aleviliğin temelindeki düşünce ve kavrayışa zıttır. Bu bağlılıklarla Alevilik kendi öz değerlerinden yavaş yavaş kopmaktadır.
Aleviler çocuklarına Ebubekir, Ömer, Osman gibi isimler vermezler. Bunu birinci halife Ebubekir’in, ikinci halife Ömer’in, üçüncü halife Osman’in, dördüncü halife Ali’nin haklarını yemelerine, Ali’nin haklarını vermemek için mücadele etmelerine bağlarlar. Bu suretle Aleviler tarihsel bir davayı 1400 yıla yaklaşan bir davayı
günümüzde de sürdürürler. Halbuki İslamiyet’in kavranması konusunda, dördüncü halife Ali ile önceki üç halife arasinda hiç fark yoktur. Nitekim halife Ali’nin çocuklarının içinde isimleri Ebubekir, Ömer, Osman olanlar da vardir. Halife Ali’nin kızlarından önceki üç halife ile Ebubekir’le, Ömer’le, Osman’la evlendirilenler de vardir. Bu konuda Faik Bulut’un “Ali’siz Alevilik” (Doruk 1997, daha sonra Berfin) kitabı önemlidir. Faik Bulut’un “Yol” dergisinde Şakir Keçeli’yle yaptığı tartışmalar da dikkate değer. (Yol, sayı: 5/2000, sayı: 9/2001, sayı:10/2001)
Alevi inancına Şii unsurlarının nasıl karıştığı incelenmeye değer bir konudur. 15. yüzyılın sonları, 16. yüzyılın başları İran’da Şah İsmail’in yönetime gelmesi, Safevi Hanedanlığı’nın kurulması, Osmanlı’da Şah Kulu Ayaklanması (1509-1510) Yavuz Sultan Selim’in padişahlığı ve Çaldıran Savaşı (1514) ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gereken bir süreçtir. Alevi inancına Şii unsurların karışması kanımca bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönemden önce Alevi inancında acaba “Dördüncü halife Ali’ye bağlılık”, “On iki imam’a bağlılık” var mıydı?
Yukarida Hacibektaş Dergâhı’ndaki caminin 1826 yilinda yapıldığığını belirtmiştim. Örneğin bu tarihten önce Alevi köylerinde, Alevi yerleşim birimlerinde cami olup olmadiği araştırılabilir.
Alevilik, Osmanlı toplumunda özellikle İmparatorluğun yükselme döneminde dışlanan bir inançtı. Aleviler de hep dışlanan bir grup olmuştur. Şiilik de genel İslam anlayışı içinde hep muhalefette kalmıştır, muhalefette kalan, dışlanan grupların birbiriyle ilişki kurması doğaldır. Ama Şiiliğin Alevi inancı ve anlayışı içinde, Alevi gelenekleri içinde kurumlaştığı görülmektedir. Bu kurumlaşmanın Alevi inancının geleneklerini bozduğu da görülmektedir.
İşte Şiiliğin Alevi inancı içindeki bu kurumlaşma sürecinin incelenmesi gerekir. Bu süreçte, Velayetname, Menakipname gibi eserlerin tahrip edildiği, bozulduğu, bu eserlere yeni bölümler eklendiği, bu eserlerden bazi bölümler çikarildiği çok büyük bir olasılıktır.
Yine bu süreçte Alevi ocaklarına, yeni Silsilenameler düzenlendiği çok büyük bir olasılık dahilindedir. “Menakib-i Haci Bektaş Veli”, Haci Bektaş Veli’yi on iki imamlardan Musa el Kazim’a bağlamaktadır. Halbuki Musa el Kazim 798 tarihinde ölmüştür. Hacı Bektaş Veli ise 1207 tarihinde doğmuştur. Hacım Sultan Velayetnamesinde ise Hacı Bektaş’in doğrudan doğruya Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olduğu yazilmaktadır. Halbuki Ahmet Yesevi 1166 yilinda ölmüştür. Haci Bektaş ise yukarıda değindiğimiz gibi 1207 de doğmuştur. Velayetnamelerin veya menakipnamelerin 1481-1501 yillari arasinda derlenip toparlandığı, yaziya geçirildiği söylenmektedir. (Nejat Birdoğan, Anadolunun Gizli Kültürü Alevilik, Hamburg Alevi Kültürü Merkezi Yayinları, 1990, s. 73-74, 96-97)
Bu noktada Alevilerdeki bu “sır” kavramının değerlendirilmesinde de yarar vardır. Alevi sırrı nedir? Bu sir kimde saklanmaktadır. Her durumda şu söylenebilir: Şiiliğin temel kavramlarının Aleviliğe aşilanması, Alevilerde giderek çok büyük bir kafa karışıklığın yaratılmasına neden olmuştur. Bu kafa karışıklığı sadece Anadolu Alevilerinde görülen bir durum değildir. Mezopotamya Alevilerinde, İran Alevilerinde, Suriye Alevilerinde, Nusayrilerde, Kafkasya Alevilerinde de rastlanan bir durumdur.
Alevi inancina bazi Şii unsurların karıştığını söylüyoruz. “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” önerisiyle ilgili bazı somut gelişmelere de dikkat çekmekte yarar vardır. Örneğin Çorum merkezindeki Alevilerin Şiilere benzemeye başladıkları, kendilerine ait bir cami yaptıkları, camiye gittikleri gözleniyor.
Şiilerin Hüseyin’in Kerbela’daki, dördüncü halife Ali’nin Necef’teki türbesine sürünerek vardıklarını belirtmiştim. Türbelere, dergahlara sürünerek girme geleneğin baz yerlerde, bazı Alevilerde de görüldüğü gözlenmektedir. Bunları Şiileşmenin bir göstergesi olarak değerlendirmek mümkündür.
Aleviler-Türkler ilişkisi ile Aleviler-Kürtler ilişkisinin ayri ayri değerlendirilmesi gerekir kanisindayim. Ahmet Şık’in ve Hatice Yaşar’ın “Alevi Gençler Konuşuyor” röportajina yine işaret etmek gereğini duyuyorum. Bazi gençler Kürt olduklarını ama Alevi kimliklerinin her zaman etnik kimliğin önünde olduğunu söylüyorlar. İşte bu kavrayişa, bu düşünceye, bu duyguya ve bu tutuma işaret etme gereğini duyuyorum.
Bu anlayışın, bu sürecin gelişiminin incelenmesinde yarar vardir. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman bu anlayış egemen güçler tarafindan yönlendiriliyor olabilir. Etnik kimliğin ön plana çıkarilmaması, gerilerde tutulmasını egemen değerlerle uyuşan bir düşünce ve tutum olduğu açıktır. Mehmet Bayrak’ın “Alevilik ve Kürtler” (Özge, 1997) kitabı bu konuda değerli bir inceleme, araştırma ve belgeler kitabıdır.
Ali Ülger, 1990’ların başında yayinladığı “Yeni Divan”, 1990’larin sonunda yayınladığı “Pir” dergilerinde Alevi/Kizilbaş Kürtlerin sorununu dile getirmeye çalışmştır. Haşim Kutlu “Alevi Kimliğini Tartışmak, Kitap 1, Aleviydiler, Hem de Kizilbaş” (Belge, 1997) ve “Temel Özellikleriyle Kızılbaş Alavilik, Talib’in El Kitabi” (Tarihsiz) isimli kitapları Alevilik ve Kürtler konusunda dikkate değer incelemelerdir.

22. TÜRKİYE LAİK BİR DEVLET MİDİR?

Yukarıda, Türkiye’nin Alevilere karşi asimilasyon politikası uyguladığı, Alevileri Müslümanlaştirmak için çok yoğun bir çaba içinde olduğunu belirtmiştik.
Laiklik ise devletin en önemli söylemlerinden biridir. Alevi inancini, geleneklerini yok etmek, Alevileri Müslüman yapmak laiklik ilkesiyle örtüşen bir davraniş midir? Hiç değildir.
Laiklik her şeyden önce devletin bütün inançlara eşit mesafede bakmasini sağlayan bir ilkedir. Cami karşısında cemevinin hiçbir varlığının taninmamasi laiklikle bağdaşan bir durum değildir.
İran devlet yetkilileri Aleviler için “ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” diyorlar. Bu laiklik ilkesiyle bağdaşan bir süreç midir? Burada dikkate değer bir örnek vermek gereğini duyuyorum. Yol dergisi 4. sayisinda (Mart-Nisan 2002) Hacı Bektaş Dergahı’nın krokisini yayinladi. (s. 96) Haci Bektaş Dergâhı’nda cemevi yanında bir de cami var.
Dergâhı ziyaret edenler veya her yil 16 Ağustos’ta Hacı Bektaş Veli’yi anma törenine katılanlar, caminin her zaman açık olduğunu görürler. Dergâh, cemevi ise müze gibidir, resmi çalışma saatleri dışında kapalıdır. Bunun ötesinde müzelere giriş ücretli olduğu gibi, dergâh ve cemevi de ücretlidir.
Hacı Bektaş Dergâhi’na bu caminin 1826 yilinda yapıldığını yukarıda belirtmiştik. Bu, camiye ve cemevine bakışın çok farklı bir örneğidir. Türkiye’nin laik bir devlet olmadığını tek başına bu örnek bile göstermektedir. Türkiye laik bir devlettir diye konuşanlar, Alevileri Müslüman kabul edenlerdir. Yani resmi ideolojinin Aleviler karşısındaki düşüncesini sorgusuz sualsiz kabul edenlerdir. Resmi görüşün başka bir çabası da Aleviliği Türklerin dini, Türkmenlerin dini olarak kabul ettirmeye çalişmasıdır. Açık bir şekilde bilindiği gibi Kürtler arasinda da Alevi olan önemli bir kitle vardır.
Laiklik Türkiye’de çok sık konuşulan bir ilkedir. Fakat bu konu daha çok türban, başörtüsü gibi, İmam Hatip okulları gibi konularda dile getirilen bir ilkedir. Bu konuda yapılan tartişmaların, konuşmaların daha çok teorik düzeyde yapıldığı da görülmektedir.
Alevilik-Müslümanlık-Devlet ilişkisi ise somut bir konudur. Ama bu konuda bir değerlendirme yapılmamaktadır. Halbuki sosyal bilimler ancak somut sorunların irdelenmesi sürecinde gelişir.
Türkiye’de teorik konularda çok geniş tartışmalar yapilabiliyor. Ama somut konulara girmekten kaçınılıyor. Somut konulara girmek kaçınılmaz olduğu zaman da bu ancak resmi ideoloji çerçevesinde yapılabılıyor. Bütün bunlar düşün özgürlüğü olayı ile çok yakından ilgilidir.
Aleviler her yil 16 Ağustos’ta Hacı Bektaşi Veli’yi anma törenlerinde devlet ve hükümet yetkilileriyle bir araya gelmektedirler. Bu günlerde bu laiklik anlayişi sorgulanabilmelidir. Aleviler devlet ve hükümet yetkilileriyle tartişabilmelidir. Bu, Alevilerin kaçınamayacakları bir görevdir.
Alevilerin kafa karışıklığından kurtulmaları gerekir, Alevilerin Alevilik konusunda berrak düşünce ve duygulara sahip olmaları gerekir. “Alevi Müslümanım”, “Müslüman Aleviyim” gibi söylemlerle Aleviler hiçbir yere yürüyemez. Bu gibi söylemlerle Aleviler kendi ayaklarını kendileri zincirlemektedir. Kafası karışık olanın sadece Aleviler olmadığı; basının, sivil toplum kurumlarının da kafasının karşık olduğu da söylenmelidir. Örneğin, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü’nde Aleviliği şöyle tarif etmektedir.
“Peygamberin damadı Ali ve nesline üstün değer verenleri gösteren isimdir ki, genel olarak Şiy’i mezhebinden olanlar bunu benimser. Fakat Sunni tarikatlarinda da manevi nezheplerin (inabe) bir kismi Ebubekir’e, bir kismi Ali’ye ulaştiği için onlara özel anlamda “Aleviye”, “Bekriye” tarikatları denir. Yaygin olani birinci anlamdır. Anadoluda Kızılbaş, Tahtacı, Saraç, Sürek vb. adlarla taninan çeşitli kapalı cemaatleri “Alevi” dirler. Fakat bunlardan İzmir yakınındaki Dede doğrudan doğruya Esterabad’a bağli olduğu halde, ötekiler Hacı Bektaş’da Çelebiler’e bağliydilar. (Sosyoloji Sözlügü, M.E.B. Yayinevi, Devlet kitaplari, 1969, s.14)
Profesör Hilmi Ziya Ülken, Aleviliği, peygamberin Ali nesline yani Müslümanlığa bağlayarak büyük bir hata işlemektedir. Alevilik ile Şiiliği karıştırması yine büyük bir hatadır.
Halbuki profesörün bir de 1924 tarihinde “Mihrap” mecmuasında yayınladığı bir yazısı vardır. (Sayi 13-14, 1924) Bu yazının başlığı, “Anadolu’da Dini Ruhiyat ve Müşahadeleri”dir. “Yol” dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2000, s. 43-53) yeniden yayımlanmıştır. “Anadolu Tarihinde Dini Ruhiyat Müşehadeleri, Barak Baba ve Geyikli Baba” (Latin harflerine çeviren Ahmet Taştan)
Profesör Ülken bu yazıyı kaleme alırken Şakaik-i Numaniye isimli bir eserden söz etmektedir. Bu eserde Padişah Orhan’ın (14. yy.’in ilk yarisi) yararlıklarından dolayi Geyikli Baba’ya vakfetmiş olduğu emlak yanında “Baba Mayhordur” diye iki küp rakı ve iki küp şarap gönderdiği de belirtilmektedir.”
İki küp rakı ve iki küp şarap olgusu, Geyikli Baba’nın bunları tüketiyor olması irdelenmesi gereken bir konudur. 1924’de bu tür olguları dile getiren Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in 1969’da bunlara hiç değinmemesi Aleviliği Müslümanliğa bağlaması dikkate değer bir konudur. 1924’den, 1969’a olguların ele alınmasında ve değerlendirilmesinde ilerleme mi var, gerileme mi?
Kafa karışıklığının, yazarlarda ve yayın organlarında da izlemek mümkündür. Örneğin bu yazarlar, bu yayın organları Prof. Dr. İrene Melikof’u vazgeçilmez bir Alevi uzmanı olarak değerlendirmektedirler. Halbuki Prof. Melikof Alieviliği Müslümanlık içinde değerlendiren, Müslümanlık dışında bağımsız bir Alevi kategorisinden hiç söz etmeyen bir araştırmacıdır.
Prof. Melikof’a göre Şaman gruplar Orta Asya’dan Horasan’a, İran’a, Anadolu’ya gelmişler. Burada İslam’la karışarak yeni bir din yaratmışlardiır. Yeni dinlerinden, eski kültlerini de sürdürmüşlerdir.
Prof. Melikof, yeni din oluşturulurken, Maniheizm gibi bir takım inançların etkilerinin de olduğunu söylemektedir. Ama Maniheizm’i Orta Asya kökenli bir inanç gibi sunmaktadir. Prof. Melikof Aleviliğin Kürtlerle, Yezidilikle, Zerdüştlükle bağını kurmamaya özen göstermektedir. Bu bakımdan resmi görüşe çok yakın bir profesördür. Prof. Melikof bu görüşlerini “Uyur İdik Uyardılar, Alevilik-Bektaşilik Araştirmaları” Cem Yayınevi, İstanbul, 1993, isimli kitabında açıklamaktadır.
Hukuk felsefesi ve hukuk sosyolojisi profesörü Dr. Niyazi Ökten de “Orta Asya ve Alevilik” yazisinda (Cem dergisi, 1993) Prof. Melikof’un görüşlerini benimsediğini belirtmektedir. Prof. Ökten “Laiklik, Din ve Alevilik Yazilari” (Der Yayinlari, geliştirilmiş 2. basim, 1995) isimli kitabinda Aleviliğin İslam’ın Anadolu yorumu olduğunu söylemektedir.
Prof. Ökten şöyle demektedir. “… yanıbaşımda olan, halka yayılan, yüzyillardır süre gelen Anadolu Aleviliğini görememiştim. Anadolu Aleviliği sanki bana sadece bir folklor gibi gelmişti. Güzel türküler, anlamlı şiirler, arada sirada isyan etmiş `Kızılbaş’ların İslam’ın özgürlükçü, liberal, sevgiye dayalı yorumu içinde olduğunun bilincine varamamıştım” (s.6)
O zaman Prof. Melikof’a ve Prof. Ökten’e sormak gerekir. Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) Şeyhülislami Müftü Hamza’nın, Kanuni Sultan Süleyman’in Şeyhülislamı Ebusuud Efendi’nin fetfaları İslam’ın veya özgürlükçü İslam’ın neresinde durmaktadır. Osmanlı engizisyonu en çok kimlere karşi çalışmıştır. 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’de Sivas’ta , 1995’de İstanbul’da Gazi Mahallesi’nde ve Ümraniye’de gerçekleşen Kızılbaş/Alevi katlıamı İslam’ın veya özgürlükçü İslam’n neresinde durmaktadır? İran ile Irak 1980’lerde sekiz yıl savaşmışlardır. Bunlardan hangisi İslam’i veya Özgürlükçü İslam’ı daha iyi temsil etmektedir.
Prof. Ökten, yukarıda belirtmeye çalıştığımız ifadesinde `yanıbaşımızda’ olan Anadolu Aleviliği’ni tanımadığını, bunu sadece folklor gibi algıladığını, daha sonra ise Anadolu Aleviliği’nin İslam’ın özgürlükçü yorumu olduğunun, sevgiye dayalı yorumu olduğunun bilincine vardığını, tanıdığını söylüyor.
Bu nasıl tanımadır? İslam’da veya özgürlükçü İslam’da saz-söz var mı? Semah yürüyüşüne benzer bir ibadet biçimi var mi? Şarap içmek, raki içmek var mı? Kadin erkek eşitliği var mı? Ama buna benzer ibadet biçimleri Yezidilik de var. Prof. Ökten Yezidileri fark edebiliyor mu, tanıyabiliyor mu?
Prof. Mümtaz Turhan, “Mecburi Kültür Değişmeleri” konusunu incelerken, “… Mesela İspanyollar Meksika’da yerlileri kiliseye gitmeye, Hiristiyan merasimine iştirake mecbur ederken, ayni zamanda putperest dinlerini de terk etmeye zorluyorlardı.” demektedir. (Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1951, s. 102)
Prof. Mümtaz Turhan, Meksika yerlileri ile ilgili düşüncelerini Ralph Linton isimli bir Amerikali antropologun “Amerikan Yerlisi Yedi Aşirette Kültürlenme” isimli kitabına dayandırmaktadır. Bu araştırma da 1940 yilinda yayimlanmiştir. (Bak. Emre Kongar, Türk Toplum Bilimcileri, Cilt 2, Remzi Kitabevi, İstanbul 1988, Emre Kongar tarafindan hazirlanan Mümtaz Turhan’la ilgili bölüm, s. 239)
Profesörlerin bu tutumu karşisinda insan şaşırıyor. Prof. Mümtaz Turhan, “Mecburi Kültür Değişmeleri”, konusunu incelerken Meksika yerlileri ile ilgili bir çalişmayı dayanak yapıyor. Peki, böyle bir konu irdelenirken her Alevi köyüne cami yapılarak, camiye imam tayin edilerek ve bütün bunlar zorla yapılarak, Alevilerin Müslümanlığa asimile edilmeleri neden incelenmiyor. Türkiye’de bu konu dinamik bir şekilde yaşanırken, neden Meksika yerlileri söz konusu ediliyor. Amerikalı bir antropologun Meksika yerlileri ile ilgili bir çalışması, yerlilerin zorla Hiristiyanlaştırıldığı konusu, yani sadece bu konu inceleniyor.
Bütün bunlar bilimin kavramlarıyla, siyasetin kavramlarıyla, bilim yöntemiyle eleştirilebilmelidir. Eleştirilmeye en çok ihtiyacı olanlarda kanımca profesörlerdir. Bilim sınırsız bir düşün özgürlüğü ortamında gerçekleştirilebilen bir düşünce yöntemi.
Örneğin profesörlerin tutumları, yazıları, kitapları ayrıntılı bir şekilde eleştirilebilmelidir. Ama bu eleştirilerden dolayi herhangi bir idari veya cezai bir yaptırım gündeme gelmemelidir.
Bu eleştiriler elbette Kürt sorunu, odak noktası yapılarak gerçekleştirilen eleştiriler olacaktır. Bu noktada özgür eleştiri dinamik bir şekilde çalişabilmelidir. Çünkü gizlenen, karanlıklarda bırakılan, açıklığa kavuşturulması istenmeyen o dur.
Ermeni ve Asuri soykırımı, Alevi sorunu, Alevilik-Müslümanlık-Laiklik ilişkisi yine bu çerçevede ele alınması gereken sorunlardır. Çünkü bilimin temel görevi gizleneni, karanlıklarda bırakılanı, bilinmeyeni, bilinmesi istenmeyeni aydınlığa kavuşturmaktır.
Kanımca profesörlerin tutumları hakikati araştırmak çerçevesinde değerlendirilemez. Profesörlerin tutumları kafa karışıklığını daha da artıran, yaygınlaştıran bir doğrultuda gelişiyor. Bu ise ancak resmi görüşe hizmet olarak algılanabilir. Hâlbuki bilim hakikati araştirmak tutumunda, endişesinde olan bir düşün yöntemidir. Bütün bunlar birinci planda resmi ideolojinin, resmi görüşün eleştirilmesini gerekli kılar.
Deniyor ki sinirsiz bir düşün özgürlüğü olmaz, kişilere hakaret olmadığı sürece, şiddet özendirilmediği sürece, her düşünce, daha doğrusu her düşüncenin açıklanması özgürce yapılabilir.
Biz bilim yönteminden söz ediyoruz. Bilim yöntemiyle düşünenler neden başkalarına hakaret etsinler? Düşüncelerini, duygularını bilimin kavramlarıyla, siyasetin kavramlarıyla ifade edenler, “hakaret etmek” gibi bir endişe içinde olmazlar. Karşısındaki kişiye hakaret; bilimin, siyasetin kavramını kullanamamaktan doğan bir endişenin yarattığı gerginlik sürecinde ortaya çıkan bir duygu açıklamasıdır.
“Terör” iddialarına gelince, insanlar elbette sırf kişisel keyifleri için dağa çikmazlar, silahlı mücadelelere girişmezler. İşte “terör” denen bu olayın, maddi alt yapısının da bilimin ve siyasetin kavramlarıyla ilgilenmesi gerekiyor.
İnsanları, grupları öyle bir mücadeleye sevk eden temel etkenler nelerdir? Mücadeleye kimler katılıyor, toplumun hangi kesimleri katılıyor? Katilanların yaş ortalamaları nedir? Bu kişiler, gruplar kendilerini nasıl tanıtıyorlar? İsteklerini nasıl ifade ediyorlar? Mücadeleye kadınlar da katılıyor mu? vs.
Bilim olgulardan hareket eder, bilimin hareket noktası olgulardır. Bu olguyu olduğu gibi algılamak, onu değiştirmeye, yok saymaya çalışmamak, çarpıtmamak anlamına gelir. Bu haliyle fizikteki, yani doğadaki olguların ele alınışıyla, sosyal bilimlerdeki olguların ele alınışında fark yoktur.
Doğada örneğin bir kaya nasıl “kaya” olarak algılanıyorsa, toprak olarak algılanmıyorsa, sosyal bilimlerde de örneğin Alevi, “Alevi” olarak, Müslüman, “Müslüman” olarak, Kürt ise “Kürt” olarak algılanmalıdır. İşte bu noktada söylemeye çalıştığım çok açıktır. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, iktisat gibi sosyal bilimler alanında; hukuk gibi normatif bilimler alanında; psikoloji gibi insan bilimleri alanında çalışan profesörlerdir.
Profesörler veya profesörlerin çok büyük bir kısmı böyle yapmıyor. Hakikati araştırmak, duygusuyla, endişesiyle değil resmi görüşe hizmet etmek endişesiyle hareket ediyor. Örneğin Kürt’ü Türk olarak algılıyor, Kürt’e Türk muameles yapıyor. Alevi’yi Müslüman olarak algılıyor, Alevi’ye Müslüman muamelesi yapıyor. Böylece olgulardan değil resmi görüşün bilgilerinden hareket etmiş oluyor. Başka bir deyişle resmi görüşü, resmi ideolojiyi bir daha doğrulamak, bu bilgiye meşruiyet vermek, ciddi bir yönelme, ciddi bir hareket noktası oluyor. Kanımca sosyal bilimlerdeki tıkanmanın, sosyal bilimlerde gelişme sağlanamamasının temel nedeni budur.
Bütün bunlara rağmen iyi olan gelişmeler de var. Pir Sultan Abdal dergisinin, Yol dergisinin, Munzur dergisinin yayınlarını sürdürüyor olmaları iyi bir gelişmedir. Bu dergilerde bilim, kültür, sanat konularında araştırmalar yayımlanmaktadır. Munzur dergisinde Dersim yöresiyle ilgili etnografya çalışmaları da yer almaktadır.
Pir Sultan Abdal Derneğinin, Hüseyin Gazi Derneğinin, Kalan kültür grubunun faaliyetini sürdürüyor olmaları da önemlidir. Ayrica Haşim Kutlu, Ali Ülger, Mehmet Bayrak gibi birçok yazar Alevilik konusunda kayda değer yayınlar yapmaktadır.
Cevaplar:
Ce: BEŞİKÇİ YE CEVAP TNT 07.1.2004 21:16 (0)
Alevilerde kafa karısıklıgı İbrahim Seven 07.1.2004 16:15 (3)
Ce: alevilerde kafa karışıklığı/alevilik kureyş islamının laubalileştirilmesi mi? Balcı Hasan 07.1.2004 20:35 (1)
Ce: Alevilerde kafa karışıklığı/alevilik kureyş islaminin. Laubalileştirilmesi mi? Balcı Hasan 08.1.2004 10:54 (0)
Zazaları her seferinde unutuyorsun. Helal demokrat kardeş.
Anarşist 07.1.2004 17:30 (0)

23. TARİHSEL, OTANTİK YA DA ÜSTYAPI OLARAK ALEVİLİK NEDİR?

Birinci Kitapta Besikçi’nin, Aleviler uzerindeki baskıya, devrimci demokratik bakış açısından, yani özünde burjuva bakış acısından, tutarlı olarak karşı çikmadığını, bu tutarlılıktan yoksun karşı çkışın onu nasıl çelişkilere düsürdüğünü göstermiştik.
Denebilir ki, birinci kitap, Aydınlanma’nın bakış açısından Pozitivizmin, Devrimci Demokratik bakış acısınddan Kemalizm’in; ama ozellikle Beşikçi’deki ters yüz olmuş biçimiyle Kemalizm’in elestirisiydi.
Ikinci Kitapta ise, politik ifadesi Devrimci Demokrasi olan, Burjuva Aydınlanmasının eleştirisi yapıldı. Bu anlamda Ikinci kitap, Birinci Kitabin elestirisi gibi de okunabilir. Diğer bir ifadeyle Ikinci Kitap, Sosyalizmin Devrimci Demokrasiyi eleştirisidir. Tarihsel Maddeciliğin Burjuva Rasyonalizmini eleştirisi ve aynı zamanda Tarihsel Maddeciliğin Burjuva Rasyonalizminin kalıntılarından bir arınma çabasıdır; yani ozeleştiridir.
Bu bakımdan, Aslında Beşikçi’nin Eleştirisi burada bitirilebilir. Eleştirinin metodolojik temelleri koyulmustur. Bundan sonrasi olgular ve ayrıntılardır. Her hangi bir kişi, küçük bir çabayla bunları sonsuz kere deneyip sağlayabilir.
Fiziksel bir yasayı ifade eden bir formül düşünelim. Örnegin meshur E=m.c2 förmülünü ele alalım. Bu formülde Kütle ve enerjinin çeşitli nicelikleri ele alınarak bu formülde dile getirilen bağıntının doğru olup olmadığı sonsuz kere kontrol edilebilir. Yıldızlar, atom bombaları vs. bu formulun doğruluğunu ölçmekte kullanilabilir. Bundan sonrası artık teknik ve ayrıntılı çabaya ilişkindir. Enerjinin farklı biçimlerini toplamak, aynı enerji türüne dönüştürmek öyle hesaplamak, kütleyi tam olarak bilmek, ışık hızının n büyüklüğünü hassas deney ve ölçerlerle tam olarak hesaplamak gibi işleri yapmak herkesin yapabileceği işlerdir. Burada artık o görunmez ilişkiyi keşfederkenki yaratıcı çabaya gerek yoktur.
Ayni şekilde, buraya kadar ifade edilen din, ulus, üstyapılar teorisine dayanarak, bundan sonra insanlık tarihinde ya da günümüzde bu teori sonsuz biçimler içinde tekrar tekrar kontrol edilebilir. Bu nedenle sosyolojik eleştiri burada bitirilebilirdi. Dinlerin inanç olmadığı; dinlere inanç demenin bir inanç olduğu ve modern toplumun dininin bir yönü olduğu gösterilmiş bulunuyor.
Ne var ki, dünya tarihsel bir gericilik döneminde yaşıyoruz. Gericilik dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler; görünmeyen, derinden işleyen ilişkilere, yani toplumsal yasalara daha az ilgi gosterirler. Ayrıntılar, aslında burjuva dünyasının ufkunu aşmayan eleştiriler daha büyük ilgi görürler. Insanlar olgular ve bu olguların yüzeydeki, görünür nedenleriyle ilgilidirler. O nedenlerin ardındaki nedenlere pek kimse kafa yormaz olur.
Bunun elbette bir iç mantığı vardir. Toplumda kökten bir değişime yönelen veya böyle bir değişim gereğinin ortaya cıkardığı her hareket, temel nedenleri arastırmaya, dolayısıyla daha metodolojik, daha genel sorunlara ilgi duymaya egilim gösterecektir. Ülkedeki sistemi bölgeyi hatta dunyayı değiştirmek istiyorsaniz, elbette günün olaylarına birkaç bin yıllık mesafeden bakmanız; en derindeki nedenlere inmeniz gerekir.
Bu nedenle devrimci yukseliş dönemlerinde, bu günün tam tersi bir eğilim görülür. Genel yasalar, nedenlerin ardındaki nedenler esas dikkatlerin ve ilginin merkezine gelir. Bu nedenle, devrimci yükseliş dönemlerinin tartışılan konuları, doğrudan yaşanan olaylarla tamamen ilgisizmiş gibi görünür.
Ornegin altmışlı yılları göz önüne getirelim. O dönemde, Osmanlı toprak düzeninden, Diyalektiğin ne olduğuna; doğa yasalarindan sanat teorilerine kadar son derece soyut konuların gündemi doldurduğu görülür. Somut veya güncel olaylar, genel metodolojik sorunların, genel yasaların ve tarihsel eğilimlerin tartışılması bağlamında gündeme gelir.
İçinde bulunduğunuz dönemde ise, eğilim tam tersinedir. Metodolojik sorunlar bile olgulara ilişkin bir tartışmaymış gibi ele alinmaktadır. Yani şimdi olduğu gibi, var olan sistem içinde, küçük, siradan değişikliklerin peşinde iseniz veya her türlü değişikliği reddediyorsanız, elbette genellemelere ihtiyacınız olmaz.
Bu nedenle yazdıklarımızın bu günün dünyasıyla, bu günün ruhuyla hiçbir ilişkisi yoktur. Onlar unutulmus ve bilinmeyen bir dünyanın ruhunu korumaya ve yaşatmaya çalışırlar.
Bu günün dünyasında bir yankı bulma şansları yoktur. Ama devran hep boyle gidecek diye bir kural da yoktur. Gun gelir ruh hali derinden derine değişmeye başlar, o zaman küçük bağlantılar bile büyük önem taşırlar.
Bu nedenle kuluçkada da olsa beklemek üzere tohumları saçmaya devam etmek gerekiyor. Ve yine bu nedenle “zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy” deyişine uygun olarak, buraya kadar genel olarak soylenenleri, Besikçi’nin metnine ve tartıştığı konulara bağlı kalarak, somut olgular ve çokarsamalar düzeyinde ele alalim.
Yani bundan sonra elestirinin daha somut, zamane ruhunun ihtiyaçlarına daha uygun bölümü başlıyor.
Bir bakıma şimdiye kadar, dinin ne olduğunu tartısıyorduk, simdi, o genellemeleri, somut Alevilik bağlamında, ele alıp tartışacağız.
Üç FarklıAlevilik
Daha önce de değinildiği gibi, Aleviliğin üç farklı biçimini kesinlikle birbirinden ayırmak gerekiyor [1]. Beşikçi’nin temel yanlışı, tam da modern toplumunun dininin kabulüne uygun olarak, bu üç farklı Aleviliği bir ve aynı Alevilik gibi ele almasıdır.
Bu vesileyle yazının başında yaptığımız ayrımı tekrar hatırlatalım.
Üç farklı Alevilik vardır.
1) Aleviliğin Türkiye’de özgül olarak baskı altında bulunuşuna bir tepki olarak, modern bir sosyal hareket olarak Alevilik.
2) Bu günün, kendini bir inanç olarak gören, aslında rasyonalizm ya da ulusçuluk dininin bir bileşeni olan Alevilik.
3) Tarihte var olmuş, otantik, komünün üstyapısını olan Alevilik.
Bu farklar çok önemlidir. Örneğin, günümüzün Aleviliğin Inanç olduğunu söyleyen Alevi’si, gerçekte Alevi değildir artık. Çünkü, dinlerin bir inanç olduğu modern toplumun inancıdır. Kendisinin Alevi inancından olduğunu söyleyen aslinda bununla, modern toplumun dinleri inanç olarak tanımlayan inancından olduğunu; modern toplumun dininin bir amentüsünü söylemiş olur.
Aynı şey İslam için de geçerlidir. İslam inancından olduğunu söyleyip, kelimeyi şahadet getiren, artık gerçekte Müslüman değildir; bu eylemiyle İslamiyet’e olan inancını değil; İslamiyet’in de diğer dinler gibi bir inanç olduğunu soyleyen modern toplumun dinine olan inancını ve bağlılığını ifade etmiş olur.
Yani bugünün Alevi’si de, Sunni’si de, Hiristiyan’ı da, Budist’i de, hatta Ateist’i de, hep aynı dinin muminleridirler. Onlar, dinlerin inanç olduğunu söyleyen dindendirler; yani rasyonalizm dininden, yani ulusçuluk dininden, yani özel, politik ve ekonomik olanı ayırarak toplumu örgütleyen modern toplumun dinindendirler.
Aslinda durum tıpkı kapitalizm öncesinde olduğu gibidir. Kapitalizm oncesinde nasıl var olan dinlerin dışında bir var ulus mümkün değilse; bu günün toplumunda da, bu toplumun dininin dışında var oluş mümkün değildir. Yani Ateistler bile bu toplumun dinindendirler. Dinin bir inanç oldugunu soyleyen bir Ateist ile bir Müslüman ve bir Alevi, aynı ortak inançta olduklarını ifade etmiş olurlar.
Bu günkü dinler tartışması, yani Aleviler, Sunniler, Ateistler arasındaki tartışma, eski çağın dinlerinin içindeki mezhepler tartışması gibidir. Modern toplumda hangi inancın, modern toplumun ihtiyaclarına daha uygun bir inanc olduğu tartışmasıdır.
Bu gunun toplumunda kendilerinin inanç olduğunu soyleyen dinler, tarihteki dinlerin devamcısı olduklarını soylemektedirler ve kimsenin bundan en küçük bir kuşkusu bulunmamaktadır. Ama bu baştan aşağı yanılgıdır; dinleri onların kendi haklarındaki iddialarıyla değerlendirmedir.
Tarihteki dinler tüm toplumsal yaşamı belirliyorlardı; tümüyle üstyapıydılar. Bu günkü dinler ise, modern toplumun üstyapısı içinde, onun politik olmayanla, özelle sınırlı, organik bir bileşenidirler. Onlar modern toplumun organik bir parçasıdırlar, bir zamanlar var olmuş dinlerle (üstyapılarla) özden bir ilişkileri kalmamıştır.
Bunu şöyle bir benzetmeyle açıklamak mümkün olabilir.
Modern biyoloji ve evrim teorilerine göre, hücre içindeki organellerin bir çoğu, önceleri bağımsız canlılardı. Bunlar sonradan başka tek hücreli canlılarla simbiyoz bir yaşama girdiler ve sonunda bu günkü hücrenin olmazsa olmaz bir organik bileşeni; yapıtaşı haline dönüştüler. Örneğin hücre içindeki mitokondriler boyledir. Virusler hariç günümüzde bütün hücreler, içlerinde mitokondrileri barındırırlar.
İşte dinlerin bu günkü durumları biraz bu örneğe benzer, mitokondrlerin eskiden bağımsız canlılar olmaları gibi; bu günün din denen ve modern toplumun sitoplâzması içinde bir mitokondri gibi işlev gören inanç olarak dinler; bir zamanlar tümüyle bağımsız başka canlılar gibiydiler; yani bağımsız birer üstyapıydılar. Bir zamanların bağımsız yasayan canlilari olan motokondriler ile bu gunun artik hucre disinda bagimsiz bir varligi olmayan; hücrenin organik bir bileşeni olmuş mitkondriler arasındaki ilişki gibidir, bu günün toplumundaki din ile bir zamanların dinlerinin ilişkisi.
Beşikçi öncelikle bu farkı görmüyor ve yok sayıyor. Ama hemen anlaşılabilecegi gibi bu gormeyişin ve yok sayışın nedeni, tam da modern toplumun dini açısından tarihe bakması; tüm tarihi inanç olarak dinlerin tarihi ve ulusların tarihi olarak gormesinin sonucudur.
Ama sadece bu ikisini karıştırmıyor Beşikçi. Bu gun baskı altına alınmaya karşı bir sosyal hareket olarak Alevilik ile tarihteki Alevilik ve inanç olarak Aleviliği de bir ve aynı Alevilik olarak görüyor [2].
Aleviliğin özgül olarak baskı altında olmasına karşı, yani modern toplumun dininin saf ve ideal biçimde egemen olmaması nedeniyle ortaya çıkan, bir hareket olarak Alevilik ile, bir inanç olarak Alevilik arasında da hiçbir özdeşlik ilişkisi bulunmamaktadır. Eğer Alevilik üzerinde özgül bir baskı olmasa, yani modern toplumun dinine uygun olarak, tüm inançlar aynı eşitliği ve özgürüğü yaşasaydı, Alevilik biçimindeki modern sosyal hareket olmazdı. Yani devlet camilere imam yetiştirmese, Alevi köylerine cami açmasa; camileri desteklemese, Sunni coğunluğun Alevilere yapacağı ayrımcığa karşı duran tedbirler alsa, Aleviler de Cem evi açmak ihtıyacını duymaz, Alevi gençleri göğüslerine Zulfikar madalyonları asmazlardı. Yani, bir sosyal hareket olarak Alevilik, Sermayenin gerçek tarihsel hareketinin bir ünühü ve sonucu olarak ortaya çıkar ve başarıya ulaştığı takdirde nesnel sonucu, bir inanç olarak Aleviliğin ve sermayenin ideal var oluş koşullarını yaratmaktır. Yani kimse inancından dolayı bir baskı altında olmaz, din tamamen kişisel bir sorun olur.
Bu sosyal hareket, kendisini ne kadar gercek Alevi kimliğine dönüş olarak tanımlasa da özünde, modern toplumun dininin ideal biçimini savunan, yani her hangi bir inanç uzerinde basko olmasına karşı çıkan bir harekettir. Kendi iddiası olan gerçek otantik Aleviliğe bir dönüş olduğu iddiasının aksine, bir inanç olarak Aleviliği savunur; aslında Aleviliğin de bir inanç olmasi için bir harekettir; yani modern toplumun dinini en ideal haliyle egemen kılmak için bir harekettir. Yani modern toplumun dinine bir gençlik aşısıdır.
Beşikçi’nin yapmak istediği, bu sosyal hareket olarak Aleviliğe nasıl başarılı olacağına dair bir program, strateji ve ideoloji önermeye çalışmaktır. Bu niyet elbette, ezilenlerden yana soylu bir niyettir.
Ama bu soylu niyet, onun nasıl epistemolojik, politik ve teolojik olarak çelişkiler içine düşmesini engellemiyorduysa; sosyolojik olarak da bu uç Aleviliği karıştırmasını engellemiyor.
Büyük yanlışı, bu günkü inanç olarak Aleviligi ve sosyal hareket olarak Aleviliği, Tarihsel Alevilikle, otantik Alevilikle, bir ustyapi olarak Alevilikle bir ve aynı şeymiş gibi ele almasıdır.
Ama biz sşmdi tarihsel Alevilik hakkında Beşikçi’nim görüşlerini ele alırken, bu yanlısı yapmadığını veya bu uç Alevilik arasında bir fark olmadığını var sayacağız.
Yani Beşikçi’nin Alevilik hakkındakı onermelerini Tarihsel, Otantik veya Üstyapı olarak Alevilik hakkında sosyolojik önermeler olarak ele alıp, sosyolojik onermeler olarak tartısacağız.
Tekrar edelim. Sosyolojik eleştiri için:
1) Beşikçi’nin tarihsel, inanç olarak ve sosyal hareket olarak Aleviliği doğru olarak ayırdığını veya bunların gerçekten Beşikçi’nin varsaydığıi gibi bir ve ayni şey olduğunu varsayıyoruz.
2) Beşikçi’nin önermelerinin politik veya teolojik bir tartışmadaki önermeler degil; doğrudan sosyolojik önermeler olduğunu var sayıyoruz.
Şimdi tekrar Beşikçi’nin temel önermesini hatırlayalım:
“Alevilik, Yahudilik gibi, Hiristiyanlik gibi, Muslumanlik gibi, Budizm gibi farklı bir dindir, farklı bir inançtır. Yahudilik nasıl Müslümanlik değilse, Hiristiyanlık nasıl Müslümanlık değilse Alevilik de Müslümanlik değildir. (…) Aleviliğin bir mezhep olmadını, ayrı bir inanç, ayrı bir din olduğunu belirtmeye çalışıyorum.”Simdi, bir sosyolojik onerme olarak, sosyoloğlar arası bir tartışmada, Aleviliğin ne olduğu uzerine bir tartışmada, bu önermeler doğru mudur ve ne anlama gelmektedir? Onu gorelim.
Yukaridaki alıntıda Tarihsel Alevilik hakkında ortak olarak şu önermeler ifade edilmektedir:
1) Alevilik bir inançtır,
2) Alevilik Muslumanlik, Hiristiyanlik, Budizm gibi bir dindir.
3) Alevilik Islamiyet içinde bir mezhep degildir.
Bu üç önermenin üçü de sosyolojik önermeler olarak; tarihsel, otantik Aleviliğe ilişkin onermeler olarak yanlıştır.
Yani sosyolojik olarak ele alındığında:
1) Alevilik bir inanç değildir; tümüyle ustyapıdır.
2) Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Budizm gibi, aynı kategoriden bir din değildir.
3) Islamiyet içinde bir mezheptir.
Yani Beşikçi’nin Aleviliğin ne olduguna dair butun onermeleri sosyolojik olarak yanlıştır. Niçin ve nasıl yanlıstırlar? Bunları görelim.
Tarih, Toplumlar ve “Din”ler
Eğer kafanız, hiçbir bilimsel değeri olmayan “Prokrutes Yatagı” ya da “deli gömleği” gibi “Ilkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum” gibi şemalar ve ilerleyen bir tarih anlayışıyla çorbaya dönmemişse, var olan tüm insanlik tarihi ve toplumlar üç başlık altinda toplanabilirler.
Kandaslığa Dayanan Sınıfsız Toplum:
Biz buna Komün diyeceğiz. Akılda kalması için yuvarlak hesap 50.000 yıl önceden beri, yani en az Homo Sapiens [3]’in ortaya çıkışından beri var olmuştur.
Artik sadece cografi olarak tropik ormanlar, coller, tundralar; erişilmez okyanus adaları ve dağ başları gibi uygarlığın pek giremediği yerlerde son örnekleri yaşamaktadır.
Ayrıca, yaşayan son izleri modern toplumun gözeneklerinde (mesanelerinde) çekirdek aile olarak son savunma mevziine çekilmiş; modern toplumun organik bir bileşeni haline gelmiş; isgücünün yeniden uretiminin sosyal masraflarını düşürerek kar oranının düşmesine karşı bir işlev goren, toplum.
Yazi, Sınıflar, Devlet yoktur.
Arti Ürüne Ekonomi Dışı Cebir ile El Koyan Sınılı Toplumlar ya da Klasik Uygarlıklar:
Bunlar da, birer sıfır atarak ve yuvarlayarak kolayca akılda kalmasi için 5.000 yil önce Aşağı Mezopotamya’da dogmus ve 500 yil oncesine kadar Magripten Çin’e uzanan bir kuşak boyunca yayılmıştır.
500 yildan beri tam bir geri çekiliş içindedir. Artı ürünün zorla, yani ekonomi dışı cebirle ele geçirildiği; arti değerin genellikle, malların eşitsiz bir değişimine yani değer transferine dayandığı (Tefecilik ve Bezirganlik), dolayısıyla toplumun genel bir zenginleşmesine yol açmadığı, esas olarak tarım üretimine dayanan uygarlıklar.
Dünyadaki köylük bölgelerin ve kasabaların büyük bölümünde bu toplumun ve yaşamın son kalıntıları vardır.
Yazı, Sınıflar, devlet vardır. Yazı egemen sınıflarla sınırlıdır
Modern Kapitalizm ya da Burjuva Uygarlığı:
Yine akılda kalması için yuvarlak hesap 500 yıl önce, Kuzey Avrupa’da, Ingiltere’de doğmuş toplum. Bu gün bütün dünyayı egemenliği altına almıştır.
Sömürünün kaynağı üretimden edilen artı değerdir, dolayısıyla sömürü sonunda bir bütün olarak toplum zenginleşir.
Ekonomi Dışı Zor, yani vergiler ve ganimet, belirleyici değildir artık. Vergiler aracılığıyla gelirlerin yeniden dağıtımında belli bir etki olarak varlığını sürdürür. Eşitsiz değişim ise birinci ve üçüncü dunya arasindaki ticarette büyük bir değer transferine yol açsa da, bunların ikisi de onun kendine has, onu o yapan özellikler değildir, kapitalizm bunlar olmadan da var olabilir. En belirgin karakteristigi, genelleşmiş meta üretimi olmasıdır. Her şey metalaşır, yani değer yasası her şeyi belirler tüm toplumsal süreçleri kendine tabi kılar.
Yazı, sınıflar, devlet vardır. Yazı genelleşir.
*
Bunların her biri kendi içinde de bir evrim geçirir. Yani elli bin yil önceki komün ile bu gün yaşayan ve birçok uygarlık ve kültürlerin etkisi altında belli bir değişim geçirmis komün elbette farklılıklar gösterir ama bunlar temeldeki özdeşliği değiştirmez. Ayni sey uygarlıklar için deç. İlk Sümer uygarlığı ile örneğin Grek veya İslam uygarlığı arasında da büyük farklar vardır. Ama özdeki ortaklıkları aynıdır. Keza, Kapitalist toplumlar da doğduklarından bu yana değişirler; ticari, manüfaktur, sinai, fordist, post fordist kapitalizmler birbirinden çok farklıdır ama onlari özdeş kılan nitelikler varlığını sürdürür.
Ve bu toplumlar sadece zaman içinde birbirlerini izlemezler; sadece zaman icinde temel karakteristikleri çerçevesinde bir evrim geçirmezler, ayni cağda da bir arada bulunurlar.
Ve bu bir arada bulunuş basit bir toplam gibi, birbirine su sizdırmayan kaplar gibi bir arada bulunuş değildir. Komün ve tefeci bezirgan ilişkiler, kapitalizmle ve ona tabi olarak, tıpkı insan ve bağırsaklarındaki bakteriler gibi bir simbiyoz ilişki içine de girebilirler ve böylece tıpkı karmaşık eko sistemler, hayat birlikleri gibi toplumsal bir sistem de oluştururlar. Örneğin komünün son kalıntısı aile, iş gücünün yeniden üretilmesinin bir aracı olarak bir işlev görüp yaşamını kapitalizme bağlı olarak sürdürebilir. Veya tefeci-bezirganlık modern finans kapitalle et ve tırnak gibi olabilir. Toplumsal ilişkilerin hiçbir kitaba sığmayan karmaşıklını yaratan bu simbiyoz ilişkilerdir.
Dünya tarihine ve toplumlara, onun en ayırıcı karakteristiklerini ve bütünsel karmaşıklığını içeren böylesine bir bakış olmadan, ne tarih ne modern toplum ne de bugünkü politik ve sosyolojik gelişmeler anlaşılamaz.
Şimdi bu alfabetik sınıflamadan ve açıklamalardan sonra bu toplumların diğer karakteristiklerine gelelim.
07 Mayis 2004 Cuma
xxx
X
Sosyolojik Elestiri (18)
Alevilik Inanc midir?
Komun’un Ustyapisi Olarak Alevilik
Komunde uygarligin temel ayirici cizgileri olan siniflar, devlet, yazi yoktur.
Komunde yazi yoktur. Bilgi, yani toplumun binlerce yildir biriktirdigi tecrubeler sentezi, yazi bilinmedigi icin kusaktan kusaga, soz ve davranisla aktarilir. Bu bilginin korunmasi icin ona dokunulmalik kazandiran kutsallik ve akilda kalmasi ve kusaktan kusaga aktarilmasi icin, ritim ve kafiye, yani muzik, siir ve dans hayati onemdedir ve henuz birbirinden ayrilmamistir.
Yazi olmadigi icin okullara gerek yoktur. Siniflar olmadigi icin, belli bir sinifin imtiyazlarini ve somurusunu koruyacak ve saglayacak silahli adamlar, hapishaneler, mahkemeler, bunlarin yetistirilmesi icin okullara ve butun bunlarin giderlerini karsilamak uzere vergi memurlarina gerek yoktur. Yonetici otoritesinin kaynagini silahli guclerde degil, bilgisinde ve tecrubesinde, insanlarin onu gonullu kabullenisinde bulur.
Devlet yoktur ki sosyolojik bir kategori olarak siyasi olan olsun ve ozel ondan ayri olarak tasavvur edilebilsin. Burjuva toplumu, inanci kisisel, ozel alana iliskin olarak tanimlar. Ama komunde ozel yoktur ki inanc diye ozele ait bir sey olabilsin. Dolayisiyla her sey bir tek toplumsal icindedir. Burjuva sosyolojisinin “Din” diyerek inanc ve siyasal olmayan olarak tanimladigi sey, aslinda Komunun tumuyle ustyapisindan yani kendisinden baska bir sey degildir. Vulger Marksizm’in aydinlanmanin ve burjuva sosyolojisinin etkisi altinda “Bir ustyapi kurumu” olarak tanimladigi din, aslinda tum ustyapidir. Dinin disinda hicbir sey yoktur.
Ister Alevilik, ister Samanizm, ister Ezidilik veya baska bir bicim veya adlandirma olsun, bunlarin hepsi ozunde komunun orgutlenisi, ustyapisi, ya da kendisinden baska bir sey degildirler. Yani Samanizm, Alevlik, Ezidilik veya dunyanin baska yerlerinde baska adlar ve bicimlerde var olmus diger “din”ler, inanc anlaminda din degil, Komun’un farkli cag ve bicimlerde orgutlenisi, Komun’un kendisi, tum ustyapisidir. Burada Samanizm ile ilgili kisa bir aciklama yapmak gerekiyor. Samanizm’in Turklerin Islamiyet oncesi dini oldugu yonunde yaygin bir yanlis anlama oldugundan, Samanizm “Turklerin Otantik Dini” gibi anlasilmaktadir [1].
Bu bastan asagi yanlis bir onyargidir. Samanizm evrenseldir. Afrika’daki kabile buyucusu, Engizisyonun yaktigi cadilar; Alevi dedeleri; Kizilderili kabilelerinin buyuculeri, ilk Magara diplerine resimleri yapanlar vs. hepsi Samandir. Animizm, Totemizm, Samanizm ayni olgunun farkli etnolog ya da antropologlarla yapilmis farkli adlandirmalaridir. Samanizm yerine, totemizm, ruhculuk vs. de denebilir. Onemli olan adlandirma degildir. Biz burada, uluslar arasi yazinda yaygin olarak kullanildigi ve yerlestigi icin Samanizm’i kullaniyoruz ama bunun Turklukle hicbir ilgisi yoktur. Tamamen sosyolojik bir kategori olarak, sinifsiz toplumlarin ustyapisini, “din”ini adlandirmak icin kullaniyoruz.
Hemen gorulecegi gibi, sinif, devlet, yazi olmamasi, bir cok farkli bicimlere ragmen butun Alevi toplumlarinin ortak karakteristikleridir. Alevilik uzerine butun arastirmalar, Alevligin “Kitapsizlik” oldugunu, yani yazi, yani uygarlik olmadigini; Dedenin onemini; muzik, siir ve dansin birligini ve onemini; toplumda silahli adamlarin yeri olmadigini, kadinin toplumdaki yuksek yerini vurgular. Butun bunlar Aleviligin Komun’un “din”i oldugunu gostermektedir. O Komun’un orta dogudaki uygarliklarla iliski icinde, komun niteligi cercevesinde ortaya cikmis ve gelismis bir ustyapisidir. Diger bir ifadeyle Samanizm’in (sinifsiz toplumun dininin, ustyapisinin) gelismis bir bicimidir.
Bu gelismeyi soyle anlamak gerekir. Ornegin, birkac milyar yil onceki ilk tek hucrelilerin veya bakterilerin, oldukca “ilkel” bir yapilari vardi. Ama evrim sadece tek hucreliler, sungerler, yumusakcalar, omurgalilar vs. seklinde bir yol izlememistir. Ayni zamanda tek hucrelilik cercevesinde de bir evrim yasanir ve ortaya cok kompleks tek hucreli canlilar cikar.
Ornegin, Terliksi Hayvan bir tek hucrelidir. Muhtemelen evrimin cok ileriki bir asamasinda ortaya cikmistir. Karmasiklik bakimindan belki bir Meduza veya bir Sungerden daha gelismis olabilir. Ama butun gelismisligine ve karmasikligina ragmen bu onun tek hucreli oldugu gercegini degistirmez.
Alevilik de, belki Sumerlerin veya eski Misirlarin diniyle karsilastirildiginda, tipki bir Terliksinin, bir Sunger ya da Deniz Anasi’ndan (Meduza’dan) cok daha kompleks bir yapiya sahip olmasi gibi, cok geliskin bir yapiya ve felsefeye sahiptir muhtemelen. Ama daha gelismis gorunmesine ragmen, bu, Sumer veya Eski misirlilarin dininin bir “uygarlik dini”; Aleviligin bir “komun dini” olmasi gercegini; yani birilerinin cok hucreli digerinin tek hucreli oldugu gercegini degistirmez.
Aleviligi de boyle kavramak gerekir. O da bir tur terliksi hayvan gibidir. Komun’un kendini orgutleyisidir, ama, elli bin yil once, magaralarin derin kuytu koselerine hayvan resimleri cizen Samanlarin bulundugu Komun’e gore cok gelismis ve karmasiklasmis bir komundur; cok gelismis ve karmasiklasmis bir Samanizm’dir. Ama tipki o cok gelismis terliksi hayvanin, ne kadar karmasik olursa olsun yine de tek hucreli olmasi gibi, Alevilik de bir komunun dinidir; o dinin bir bicimidir. Nasil bir terliksinin cekirdek, sitoplazma ve zardan olusan tek hucreli bir canli olma niteligi degismez ise, Alevi toplum da Komun’dur [2]. Yazi, siniflar, devlet yoktur.
Daglar Orta Dogu ve Akdeniz’de, uygarligin etkilerinden kendini en cok koruyabilmis, Komun’un en uzun yasadigi yerler olmuslardir. Bu nedenle, Islam aleminin neredeyse butun daglari, asagi yukari Alevi’dir. Arnavutluk daglari alevidir. Balkan daglari alevidir, Anadolu’nun daglari Alevi’dir, Kurdistan daglari Alevidir, Lubnan daglari Alevidir: Atlas daglari Alevidir. Himalayalar Alevidir. Elbette bu Alevilikler bir cok farkliliklar da tasir. Cok farkli tarihleri, dilleri gelenekleri vardir. Ama bir sey ortaktir. Devlet, siniflar, yazi yoktur.
Alevilik, bir inanc degil, Komun’un kendisidir, Komun’un orgutlenisidir. Komun’un ayri, kendi var olusu disinda bir inanci yoktur ki ona ilkel Toplumun “inanci” denebilsin. Alevilik, bugunku, politik olanin disi olarak tanimlanmis, inanc olarak tanimlanmis anlamiyla, yani pozitivist burjuva anlamiyla din degildir. Aleviligin oldugu bir toplumda, modern toplumun anladigi anlamda inanc veya din denen bir kavram yoktur ki Alevlik bir Din veya Inanc olsun. O kendini, “ben kendimi siyasi olmayanla sinirliyorum” dememektedir ki din olsun, inanc olsun. Bir “Siyasi olan” kavrami bile yoktur ki boyle bir ayrimi yapabilsin.
Toparlarsak, Aleviligi, sosyolojik olarak bir din veya inanc olarak tanimlamak, burjuvazinin ya da modern kapitalizmin silah, uretkenlik ve ideoloji zoruyla onu olmaya zorladigi tanimin icine hapsetmeyi kabullenmek ve onu savunmak demektir ve hicbir bilimsel degeri yoktur. Ismail Besikci ise, tami tamina bunu yapmaktadir.
Dersim “Ayaklanmasi”: Aleviligin Bir Inanc Olmayisinin Kaniti
Aleviligin bir inanc olmadigi ve kendisinin inanc oldugu dusuncesiyle bir arada bulunamayacagi ve Aleviligin bir inanc oldugu dusuncesine gore orgutlenmis bir toplumun Alevilik uzerinde diktatorluk oldugu, yani kapitalizmin ust yapisinin komunun ustyapisi uzerinde bir diktatorluk oldugu, en acik bicimde, Aleviligin veya Komun’un “dini”nin Komun’un orgutlenmesi ve kendisi olarak varligini surdurmeye calistigi noktada ortaya cikar.
Ornegin Aleviligin otantik biciminde, seriata ya da modern hukuka dayanan mahkeme diye bir sey yoktur. Ne Cumhuriyetin ne de Seriatin mahkemeleri vardir. Tum komun kendisi bir mahkemedir. Dara cikan sanik hakkindaki karari tum komun verir ve uygular. Bu cogu kez, fiziksel bir aciyi bile gerektirmez. Sadece toplumdan dislanmis olmak bile yeter. Insan komun disinda, cemaat disinda var olamayacagi icin; yani ortada henuz bir birey bile olmadigi icin; Komun’un disinda bir var olus mumkun olmadigi icin; komun uyesi icin bu dislanma (aforoz) olume es deger bir cezadir. Tabii bu cezayi uygulayacak kadilara ve onlari yetistirecek bilim adamalarina, ogretmenlere veya mahkemelere ve hukuk fakultelerine gerek yoktur. Dolayisiyla butun bunlar icin vergilere, odemeyenleri iceri tikacak polislere ve hapishanelere de.
Ama an demokratik, en “inanc ozgurlugu”nden yana devlet bile, Alevilige, kendi din ya da inanc tanimi ve sinirlamasini ona kabul ettirebilmek icin, sozde ozgurluk adina, en buyuk siddeti uygular.
Sadece Alevilik boyle degildir. Butun dinler boyledir. Dinler inanc olduklarini, ozele iliskin olduklarini kabul etmedikleri takdirde, bu onlara zorla, siddetle kabul ettirilir, eger uretim ve ideolojinin gucuyle bu basarilamiyorsa. Cunku sorun hangi hukuk gecerli olacaktir sorunudur. Aleviligin ya da komunun dari mi, Burjuva Cumhuriyet’in mahkemesi mi? Sinifsiz toplumdaki gibi vergi olmayacak midir? Yoksa vergiyi devlet mi alacaktir? Sinifsiz toplumda herkes silahli oldugundan askerlik diye bir sey yine bilinmeyecek midir? Yoksa, Burjuva devletin ordusunda askerlik yapilip, silahlar teslim mi edilecektir?
Yani Alevilik veya dinler bir inanctir demek, gercek dinler uzerinde bir diktatorlugu, bir siddeti savunmaktir. Dinlerin bir inanc oldugunu soyleyenler, dinlerin kendilerinin inanc olduklarini kabul etmeyip, tum toplumsal ve siyasal hayati eskisi gibi duzenlemeye devam etmeleri karsisinda ne yapacaklari noktasinda susmaktadirlar. Besikci’nin yaptigi da tami tamina budur. Bir yandan Islamiyet’in siddetinden, yayilmaciligindan soz eder modern humanist bir ozgurlukcu olarak, diger yandan Alevilik de, dinler de bir inanctir der. Bu, o din inanc oldugunu kabul etmedigi takdirde zorla boyle yapilmasi icin bir fetvadir.
Sadece inanc olmayi kabul etmeyen bir dine inanc olmanin nasil kabul ettirildiginin en son ve tipik orneklerinden biri “Dersim Ayaklanmasi” denen olaydir.
Binlerce yil boyunca Dersim, Fars, Islam (Orta Dogu) ve Bizans (Akdeniz) uygarliklarinin ortasindaki daglik bolge olarak, tipki Afrika veya Amazon Ormanlari veya fethedilmemis Avustralya ve Amerika kitalari gibi, uygarligin fetih edemedigi, Komun’un varligini surdurdugu bir ozgurluk adasi olarak kalmistir. O zamanki askeri araclar hicbir zaman bu daglik bolgenin fetih edilmesini; oralarda yasayan Komunun uygarliklarca boyun egdirilmesini mumkun kilacak bir duzeye erismemistir. Dolayisiyla Komun, Dersim’de 1930’lara kadar varligini surdurmus, oralara uygarlik ne Islam uygarligi olarak ne de burjuva uygarligi olarak girememistir [3].
1938’deki “ayaklanma”da ortada bir “Ayaklanma” veya “Isyan” da yoktur . Devlet tarafindan baslatilan ve bahane yaratilan bir cezalandirma, ezme, boyun egdirme soz konusudur. Aslinda, binlerce yil antik uygarligin fetih edemedigi bu bolgeyi, uygarlik, burjuva uygarlik olarak ucaklarla nihayet 1938’de fetih etmistir.
Bugunku, ulusal hareketlerin ve o uluslarin kendileri icin bir tarih yaratma cabalarina bagli olarak savunduklarinin, kendileri icin bir tarih yaratma ve gelenek insa etme cabalarinda ifade edilenin aksine bir “Zaza” veya “Kurt” ayaklanmasi da degildir. Olay Alevilik biciminde yasayan, Komun’un zorla parcalanmasi ve “din” ve “inanc” haline getirilmesi icin bir siddet kullanilmasidir. Modern burjuvazinin ve kapitalizmin Komunu yok edisidir. Elbette, Kurt milliyetcisi, Nuri Dersimi gibi kimi aydinlar bunu ulusal bir ayaklanmaya cevirmek yolunda girisimlerde de bulunmuslardir. Ama bunlar onun gercek niteligini degistirmez.
Olay, devleti, askerligi, vergiyi bilmeyen ve tanimayan, bilmek ve tanimak istemeyen Dersim’e vergi, askerlik, mahkemeler, yazi, okullarin sokulmasi ve sonunda onlarin da kendilerini “inanc” olarak tanimlamayi kabul etmek zorunda kalmalaridir. Bu gun hicbir Alevi artik, devletin mahkemelerini tanimiyorum bizim geleneksel yargilarimiz yeter diyerek mahkemelere gitmezlik ve devlet mahkemelerinin kararlarini tanimazlik etmemektedir; askerlige gerek yok, biz hepimiz silahliyiz diyerek askerlige gitmemeye kalkmamaktadir; bizim kulturumuzde yazi yok diyerek okula gitmemeye kalkmamaktadir. Kalkarsa yine silah zoruyla hepsini yapmak zorunda kalacagini bilmektedir. “Isyan”, denen sey tam da bu vergi ve askerligi kabullenmemeydi. Dersim bunlari tanimiyor ve tanimak istemiyordu.
Artik bugun Dersim’li Aleviler de kendilerini sadece bir “inanc” ile sinirli, politik olanin disiyla, kisisel olanla sinirli olarak tanimlamayi kabul etmis bulunmaktadirlar. Ve bu kabul edilmis ve fiili bicimiyle Alevilik, artik bir “inanc” bir “din”dir. Ama Alevilerin bunu, gerek zorla, gerek ideolojik egemenlikle, gerek modern toplumun sagladigi emek uretkenligiyle (ornegin okula giderek ilerde daha iyi bir yasam) kabul etmis olmasi, gercek otantik, tarihsel Aleviligin bir inanc oldugu anlamina gelmez. Bu gun butun Aleviler, eski Aleviligin de bugunku Alevilik gibi bir inanc olduguna inansalar da, bu onlarin inancindan bagimsiz olarak Aleviligin inanc olmadigi gercegini degistirmez. Bu sadece, burjuva ideolojisinin zaferini, kendi kurbanlarinin bile onun ideolojisinin bilincsiz savunuculari oldugunu gosterir.
Toparlarsak, sayin Besikci’nin, “Bilimsel” diyerek savundugu, Aleviligin bir “inanc” oldugu tezi, Kemalizm’in Alevilere, ya da Burjuvazinin Komun’e zorla kabul ettirdigi anlayisi ideolojik planda savunmaktan baska bir sey degildir.
Tek fark, binlerce Dersimlinin olumunden sonra, artik bunu yasamaya kalkacak ve savunacak Alevi kalmadigi ve hepsi “inanctir” dedikleri icin, Besikci’nin bu siddete gerek duymamasi ve o siddetin mirasini yemesidir. Maalesef cok acidir ama gercek tami tamina budur. Besikci’nin trajedisi, kendisine karsi savasi, hele ozellikle ideolojik savasi yuruttugu Kemalizm’in ideolojik savunusunu yapiyor olmasi ve bunun farkinda olmamasidir. Ama daha da kotusu, onun dostlari ve dusmanlarinin da bunun farkinda olmamasidir. Dolayisiyla onun farkinda olmasinin onunde bir engel olmalaridir.
Diktatorluk Kavraminin Anlami
Burjuvazi devrimci caginda kendisinin insanlara daha buyuk mutluluk ve refah getirdiginden yola cikarak, yaptiginin bir siddet oldugunu reddetmiyor ve bunu bir siddet olarak savunuyordu. Burjuvazinin bu devrimci doneminin gelenegi daha sonradan iscilerce sahiplenilmistir. Bu nedenle, sosyalistler burjuva demokrasisinin bir diktatorluk oldugunu soylemislerdir. Bu nedenle proleter demokrasisinin ayni zamanda bir proleter diktatorlugu olacagini gizlememislerdir. Sonradan, burokrasinin diktatorluk kelimesine yukledigi, politik anlamda, diktatorce bir yonetim anlaminda bir diktatorluk degildir bu. Sosyolojik olarak diktatorluktur. Her sistem bu anlamda bir diktatorluktur.
Bunu en iyi Alevilik, Islam ve ulusculuk arasindaki iliskide gorebiliriz. Sadece, diger “”din”leri “inanc” olmaya zorlamak bir diktatorluk degildir. Alevilik de Islam ve Burjuva toplumu; Islam da Alevlik ve Burjuva toplumu karsisinda bir diktatorluktur.
Klasik Alevi bir toplumda, var sayalim ki, birileri cemlere katilmamaya, ornegin Islam’a inanmaya baslasinlar. Ya dislanir ve aforoz edilirler ya da yok edilir. Ikisi bir arada yasayamaz. Bu gun bile, Aleviler Sunnilerle evlenmezler, evlenen dislanir. Bu da bir baskidir. Ki bugunku Aleviligin eski Alevilikle ilgisi de yoktur. Bugunku Alevlik artik kendinin inanc oldugunu kabullenmis bir Aleviliktir. Buna ragmen boyledir.
Ya da Islam toplumunda aleviler biz kadinin emrini dinlemeyecegiz diyemezler, bizim memura ihtiyacimiz yok vergi vermeyecegiz diyemezler. Dedikleri an bu onlara zorla kabul ettirilir. Yani Islam da Alevilik karsisinda diktatorluktur. Ama bunlarin her kisi de ayni zamanda, onlari inanc olarak tanimlayan modern toplum karsisinda da diktatorlukturler; tipki modern toplumun da onlarin karsisinda diktatorluk olmasi gibi.
Ya biri ya digeri gecerlidir. Ya kadinin hukmu, ya laik yargicin ya da darin hukmu gecerlidir. Biri gecerli ise digerleri gecerli olamaz. Olmaya kalkarsa zorla gecersiz kilinir.
Ornegin bu gun, siyasal olani ulusal olana gore tanimlamis devlette Musluman, “ben inancim geregi kadinin kararina gore yargilanmak istiyorum” diyemez. Derse, isyan etmis sayilir ve yok edilir. Alevi, benim okula ihtiyacim yok, toplulugumun binlerce yil boyunca yasamini surdurmesini saglayan kutsalligi ve birikmis bilgileri ogrenmek icin, okula gerek yoktur veya ben mahkemelerin degil bizim ortak mahkememiz olan darin kararlarina uymak istiyorum; dolayisiyla beni ilgilendirmeyen okullar, silahli adamlar ve kadilar icin vergi vermek istemiyorum diyemez. Bunu dedigi an, tipki seriati isteyen Musluman gibi, isyan etmis sayilir ve imha edilir. Burjuvazinin, dini sadece inancla sinirlayan tanimi icine zorla sokulur. Yani aslinda, dini inancla sinirlayan burjuvazinin anlayisi, klasik Aleviligin veya Islamiyet’in kendini tanimlayisi uzerinde kesin bir diktatorluktur.
Ama bunun tersi de dogrudur, yani devleti, siyaseti, kisiseli tanimayan bir Alevilik de, dini siyasi ve toplumsal olanla tanimlayan Islamiyet de aynen bugunku, dini bir vicdan sorunu goren anlayis uzerinde bir diktatorluktur.
O halde biri varsa digeri yoktur. Yani, “Din”i vicdanla ve kisisel olanla; politika ve kamusal alan disiyla tanimlayan varsa, artik “din” yoktur. Ama “din” varsa, yani Alevilik veya Islamiyet varsa, modern toplumun tanimladigi anlamda, “ozel”e, “inanc”e iliskin anlaminda “din” ve ulus yoktur.
Besikci ise sorunu boyle almiyor bir sosyolog olarak. Bir yandan ornegin, Islam’in zorlayici ve siddete dayanan karakterinden soz ederken, diger yandan Islam ve Aleviligin inanc olarak tanimlanmasinin siddete dayanan karakterini ve bu siddeti onayladigini gizliyor. Alevilik ve Islam bir inanc olmayi reddettikleri an, onlari inanc olarak tanimlayan bugunku modern toplumun ya da ulusculugun onlara Islam’in Alevilige davrandigindan daha az siddetle davranmayacagini gormezden geliyor.
Biz ise, Aleviligi ya da Islamiyet’i bir inanc olarak tanimlamanin onlar uzerinde bir diktatorluk oldugunu gizlemiyoruz. Ama onlarin birbiri karsisinda ve kendilerini bir inanc olarak kabul eden sistem karsisinda bir diktatorluk olduklarini da gizlemiyoruz.
Ve sadece bu kadar da degil, bugunku toplum sadece gecmisin siyasal ve toplumsal sistemleri karsisinda bir diktatorluk degildir. Bugunku toplum, siyasal olanin ulusal olanla tanimlanmasina dayandigindan, ulusal olanin tipki diger dinler gibi inanca, kisisel alana atilmasini savunan sosyalist anlayis karsisinda da bir diktatorluktur. Ve nihayet bizim programimiz olan, ulusun da bir inanc olmasi gerektigi, yani onun da diger dinlerin yanina yollanmasi; siyasal olanin ulusa degil, tum insanliga gore belirlenmesi ve siyasal, ozel, ekonomik ayrimlarinin kaldirilmasina dayanan onerdigimiz sistem de, siyasal olanin ulusal olana gore belirlenmesine dayanan bugunku sistem uzerinde bir diktatorluk olacaktir.
Bu diktatorluk, tipki bu gunun, kendilerinin inanc oldugunu kabul etmis dinlerinin ozgurlugunu garanti etmesi gibi; ozele iliskin oldugunu kabul etmis uluslarin ozgurlugunu garanti edecektir. Herkesin istedigi ulustan olma ozgurlugu olacaktir ve tipki devletin dini gibi olmadigi gibi ulus da olmayacaktir. Ceza sucun cinsinden olacaktir. Goze goz, dise dis. Madem ki, kendisi eski toplumlarin sistemlerini “Inanc” veya “Ozel” gettosuna tikmistir; kendisi de, modern toplumda politik olani belirleyen ulusal olan da; yani modern toplumun dini olan milliyetcilik de; siyaset disi olanla tanimlanip “inanc”, “ozel” gettosuna, gercekte ait oldugu yere tikilmalidir. Bu da pratik olarak tum sinirlarin kalkmasi demektir.
Islam ve Diger Uygarlik Dinleri Bir Inanc midir?
Besikci’nin onermesi sadece Aleviligin degil, Islamiyet’in de bir “Inanc” oldugu varsayimina dayaniyor. Ve bu varsayim da yanlistir, cunku sadece Alevilik degil, sadece Samanizm veya diger komun “din”leri degil; Islamiyet de veya diger uygarlik “din”leri de inanc degildirler.
Insanlarin sinifli topluma gecisiyle birlikte, devlet, siniflar, para, yazi yani tarima ve ticarete dayanan klasik kapitalizm oncesi uygarliklar ortaya cikar. Cok tanrili Sumer dininden Islamiyet’e kadar butun bu uygarliklarda ortak olan yazi, devlet ve siniflardir. Sadece On Asya ve Akdeniz alaninda boyle degildir bu. Pers-Iran (ki bugunku Kurdistan’dan Cin ve Hint uygarliklarina kadar olan alani kaplar), Hint ve Cin uygarliklari gibi butun buyuk uygarlik alanlarinda ortaktir bunlar. (Amerika Kitasinda Aztek, Maya ve Inka uygarliklari bu kategoriye girerler. Daha dogrusu uygarliklara gecis karakteri daha agir basar.)
Bu orijinal uygarlik bolgelerinin her birinin, belli bir tarihsel donemden sonra cikmis kendi “dini” vardir. Cin uygarlik alaninda Konfucyus veya Taoculuk; Hindistan’da Hinduizm (Brahmanizm), (Budizm Hint uygarlik alaninda dogmasina ragmen, genellikle daha az uygarlasmis uzak Asya alanlarinda, medeniyete daha az bulasmis alanlarda etkili olmustur. Biraz Uzak Asya’nin Protestanligi gibidir), Pers uygarlik alaninda Zerdustluk ve sonra Islam formu altinda Siilik; Orta Dogu ve Akdeniz uygarlik alaninda Musevilik, Hiristiyanlik ve Islamiyet. Hatta bu uygarliklarin icinde bile, uzun yillar surmus imparatorluklar, alt bolunmelerin sinirlarini cizerler; yani dinin ve politikanin ayrilmazligi gorulur. Dogu Roma (Bizans) ve Bati Roma’nin sinirlari, Ortodoksluk ve Katolikligin sinirlaridir; Roma Imparatorlugu’nun Kuzey sinirlari Protestanlikla Katolikligin sinirlarini cizer. Benzeri Siilik ve Sunnilik biciminde Iran ve On Asya uygarliklari arasinda da gorulur. Pers uygarlik alani Siilik; Arap uygarlik alani Sunnilik ustyapisindadir.
Bu “Din”lerin veya “Felsefe”lerin egemen oldugu toplumlarda, ister Buda gibi tanrisiz olsun; ister Hinduizm gibi arkaik bicimlere dayaniyor olsun; ister Semitik gelenekte oldugu gibi bir yaraticinin varligini var sayiyor olsun; ister Sumer, Misir veya Yunanlilarda oldugu gibi cok tanrili olsan, hepsinde ortak olarak: yazi, kitap rahipler, devlet, vergiler, siniflar vardir. Yani bunlar Uygarlik “dini”dir. Ama burada da “din” kelimesini parantez icinde yazmak gerekir. Cunku bunlar da, Besikci’nin ya da pozitivist sosyolojinin ona verdigi anlamla din degildir. Bunlar hep siyasal hem de toplumsal alani orgutlerler. Yani bu dinler uygarliklarin, siyasi ve toplumsal orgutlenmeleridirler [4].
Devlet ve siniflar varsa, siyasi olan da var demektir. O halde bu dinler de burjuvazinin ona atfettigi din taniminin aksine, kendilerini sirf inancla tanimlamaz ve sinirlamazlar. Onlar boyle tanimlama diye bir problemleri olmadan, fiilen o uygarlik alanlarinda tum toplumsal ve siyasal hayati duzenlerler. Gerisi, tipki her yerin Aleviliginin yazi, devlet, sinif olmamasi ortakligi temelinde farkli olmasi gibi; farkli uygarlik alanlarini ve caglari yansitan, ozu degistirmeyen farkliliklardir.
Bu bakimdan, Islamiyet de, tipki, butun antik uygarliklarin “dinleri” gibi, bir “din” degil, tum toplumsal ve siyasi hayati duzenleyen bir uygarlik ve sinifli toplum orgutlenmesi ve siyasi bicimidir; yani tumuyle ustyapidir. O sinifli toplumlarda kisisel olan yoktur. Bugunku anlamda, ozele ait anlaminda inanc olarak tanimlanabilecek bir alan yoktur. Dolayisiyla inanca, ozele iliskin degildirler.
Bu gun, toplumsal hayati, insanlar arasi iliskileri duzenleyen, kamu hukuku ya da medeni hukuk denen alani da kapsarlar. Bu gun bu iliskileri, yani nasil evlenilecegini, bir evliligin gecerli olmasi icin ne yapmak gerekecegini vs. burjuva yasalari tanimlamaktadir; eskiden bu dinler tanimliyorlardi. Kiliseler, camiler, tapinaklar, manastirlar her zaman, insan hayatinin en temel, dogum, olum, evlenme, cemaate kabul gibi alanlarinda soz sahibiydiler sinifli toplumlarda. Bu gun ise, evliligin gecerli olmasi icin, medeni hukuka gore bir belge, dogdugunuzu kanitlamak icin dogum kagidi; oldugunuzu kanitlamak icin doktor raporu vs. gerekir. Ve butun bunlari ancak, o burjuva uygarliginin okullarinda okumus, burjuva devletinin memurlarindan elde edebilirsiniz.
Antik uygarliklarin dinleri, bu gun burjuva uygarliginin onlari tanimladigi anlamda dinler degil, bu gun burjuva uygarliginin, kendine hak gorduklerini yapan; siyasi ve toplumsal iliskileri duzenleyen kurumlar ve ideolojilerin butunuydu. Kendilerini hicbir zaman bir inanc olarak tanimlamiyorlardi. En boyle tanimaz gorunenleri bile fiiliyatta devlet ve kamu hayatini belirliyorlardi [5].
Ornegin Islam, kendini kisisel ve vicdani bir toplumsal kurum olarak mi tanimlamaktadir? Hayir. Boyle tanimlamasi mumkun degildir, cunku kendisi zaten vicdani olanin siyasi olandan ayrilmadigi bir donemin ve anlayisin urunudur. Ornegin, Islam bir hukuka sahiptir. Hukuk ise her seyden once, iliskiyi duzenleyen kurallar demektir. Bu kurallara uymayana mueyyide (yaptirim) demektir. Hangi dusunce ve davranisa hangi yaptirimin uygulanacagina karar verecek kadilar; bu kadilarin kararlarini uygulayacak silahli adamlar; bu silahli adamlar ve kadilarin iase, ibadesi icin mal veya para olarak vergileri toplayacak vergi memurlari; butun bunlarin hepsinin yetistirilmesi icin okullar ve bu okullar ve ogretmenler icin de yine vergiler vs. demektir. Islam bir uygarlik dini oldugu icin, din ayni zamanda siyasi, yani devlet iktidarina iliskin duzenlemeler demektir.
Halbuki, Besikci, Islam’i bir “din”, bir “Inanc” olarak tanimlarken, onu carpitmakta, butun dunya tarihine ve toplumlara burjuva toplumunun gozluguyle bakmaktadir.
Burjuva Uygarliginin Devrimci ve Gerici Bicimi
Besikci, “dinleri” bir inanc olarak tanimlayarak burjuvazinin ideolojik egemenligine hizmet ediyor dedik. Ama bu sadece burjuvazinin ideolojik egemenliginin degil, onun en gerici bicimlerinden birinin egemenligidir. Yani pozitivizmin.
Burjuvazi, ya da onun dini, henuz devrimci oldugu donemde bir bakima soyle diyordu aydinlanmaci filozoflarin diliyle:
“Evet eski dunyada din hic de inanca iliskin degildi, bu nedenle de insanliga bir mutluluk getiremediler. Krallara, asillerin imtiyazlarinin ve baskilarinin dayanagi oldular. Tam da bu nedenle, onlarin politik alandan dislanmalari, ozele, inanca ait alana yollanmalari gerekmektedir. Bu gunun dunyasinda siyasal olan kendini Allah’a veya kana, asalete veya baska bir seye gore tanimlayamaz, boyle bir tanimlama insanligin yararina bir islev goremez, bu nedenle, dinler bugunku toplumda ancak inancla, ozel olanla kendilerini surdurdukleri takdirde var olabilirler. Aksi takdirde onlara karsi siddet uygulanir. Evet bu onlar uzerinde bir diktatorluktur, ama bu diktatorluk mesruiyetini insanlara saglayacagi daha buyuk refah, ozgurluk ve esitlikten alir. Ve unutmayalim ki onlarinki de bizim uzerimizde diktatorluktur.”
Ne var ki daha sonra, burjuvazi, ezilenlerden korkusu, gericilesmesi ve bunun ideolojik ifadesi olan pozitivizm ile birlikte bu demokratik ve devrimci karakterini birakir, artik onlarin bir inanc olmadiklarini, inanc olmaya zorlandiklarini gizlemeye baslar, sanki hep inancmislar, tum toplumlar burjuva toplumunun cesitli bicimleriymisler, ayni kategori ve kurumlara sahipmisler gibi bakar butun tarihe.
Aslinda pozitivizmin ya da metafizik sosyolojilerin butun islevi de budur, tum toplumu ve tarihi bu acidan bir bilimsellik maskesi takarak yeniden yazmak ve baskalarini unutturmak. Bu anlayis bir kere ortaya ciktiktan ve yerlestikten sonra, yani tum tarihte ve toplumlarda da din politik ve toplumsal olandan dislanip inanc alanina tikildiginda artik tum insanlik tarihini uluslarin tarihi olarak yazmak icin yol acilmis olur. Boyle bir tarihcilik uzerinden de, dile, soya, kana dayanan bir tarihin ve dolayisiyla dine, dile, soya dayanan gerici ulusculugun ve uluslarin yaratilmasinin yolu acilmis olur.
Yani burada ayni zamanda, artik politik olanin, yurttaslikla ve onun haklariyla belirlemekten ve ulusu yurttaslarin haklarina gore tanimlamaktan vazgecilmis; ulusal olani da dil, etni, soy, kultur, din ile belirlemeye, yani bir gerici milliyetcilige, devrimci demokratik karakterini yitirmis bir ulusculuga gecilmis olur.
Bu nedenle Aydinlanma burjuvazinin devrimci doneminin dusuncesiyken, pozitivizm ya da son durusmada hepsi de pozitivist olan metafizik sosyolojiler, burjuvazinin gerici doneminin; aydinlanma ulusun yurttaslikla, yurttasligin haklarla tanimlandigi donemin dusuncesiyken; pozitivizm ulusun dinle, dille, soyla, kanla tanimlandigi bir donemin yontemi, toplum ve tarih anlayisi olarak ortaya cikar.
Aydinlanma ulusculugunun bir tarihe ihtiyaci yoktur, o aksine tarihsiz oldugu yeni bir baslangic oldugu, tarihte kokleri olmadigi onun anti tezi oldugunu iddia eder. Bu nedenle, tarihteki toplumlari modern toplumun gecmisteki benzerleri gibi ele almaz. Ama pozitivizm soz konusu oldugunda, butun tarihte ve toplumlarda da dinler simdiki gibi siyasal, ozel ayrimi varmis gibi ele alinarak, o etniye, soya, dile, dine dayanan uluslara bir tarih yaratmanin kosullari ve yontemi yaratilir
Pozitivizmin temel ideolojik ve teorik islevi budur. Bunun icin gerici burjuvazinin, demokratik geleneklerin terkinin; yurttaslik haklarina dayanan tarihsiz bir ulus tanimindan etniye, dile, dine dayanan tarihli bir ulus tanimina gecisin ideolojisidir. Bu nedenle Pozitivizm Kemalizm’in ve Turk milliyetciliginin de dayandigi sosyoloji ve metodoloji daha dogrusu ideoloji olmustur. Turkiye’ye pozitivizmi getiren Z. Gokalp’in ayni zamanda Turk Milliyetciliginin babasi ve Ittihat Terakki’nin ideologu olmasi bir rastlanti degildir.
Ama Kurt milliyetciliginin sekillenmesinde, Ziya Gokalp’in Turk milliyetciginin sekillenmesinde oynadigindan hic de daha az rol oynamayan Besikci’nin bir pozitivist olmasi da rastlanti degildir. Hatta Ziya Gokalp’in ruhunun Besikci’nin bedeninde yasamaya devam etmesinden baska bir sey degildir bir bakima.
Besikci bu gerici gelenegi reddedecek yerde, aynen kabullenmekte, sahiplenmekte ve yeniden uretmektedir. Ama onu daha tehlikeli yapan, onun politik sonuclarina karsi cikarken bunu yapmasidir. Bu onun gerici ozunun gorulmesini engellemekte, bu gerici ozun ilerici ve ozgurlukcu bir kabuk icinde yayilmasina hizmet etmektedir. Bu nedenle, ezilen ulusun hareketinde, onun butun plebiyen niteligine ragmen devrimci ve demokratik bir yontem ve program gelisememektedir. Kurtler ulusal baskiya ulusun tanimindan etniyi, soyu, dili; yani Turklugu, Kurtlugu, Arapligi politik olanin tanimlanmasindan cikaran bir programla degil; ulusu Kurtlugu, Turkluge, Arapliga gore tanimlayan bir programla mucadele ediyorlar. Bir ulusal baskiya karsi hakli olan bu mucadele, kendisine karsi mucadele ettigi ve kurbani oldugu ulusculugun tum ozelliklerini, tipki bir DNA molekulunun kopyasi gibi kendi icinde tasiyor.
Ve tam da bu nedenle, Besikci, Ocalan’in bu yondeki el yordamiyla yuruttugu cabalara ve sonuclara karsi tavir alarak, gerici milliyetciligin guclenmesine, bu cabalarin akim kalmasina hizmet ediyor. Aleviler uzerine bu yazisi ise, ayni gerici yaklasimi bu sefer Alevi hareketine aktarmaya calisiyor.
Toparlarsak, Besikci, aslinda Komun’un orgutlenisini, ustyapisini ve kendisini (Aleviligi); antik uygarliklarin ustyapisini, yani tum politika ve toplumsal hayati duzenleyen “din”lerini (Islamiyet’i); inanc olarak, din olarak tanimlayarak ve bu anlayisi butun toplumlara ve tarihe yayarak, sadece sosyolojik olarak yanlis bir onermeyi savunmamakta; o kendisine karsi mucadele ettigini soyledigi Kemalizm’i en ozunden savunmaktadir.
08 Mayis 2004 Cumartesi

24. ALEVİLİK, ISLAM VE DİGER DİNLER 7
Sosyolojik Elestiri (19)

Besikci, Aleviligin Muslumanlik, Hiristiyanlik, Budizm gibi farkli bir din oldugunu soylemektedir:
“Alevilik, Yahudilik gibi, Hiristiyanlik gibi, Muslumanlik gibi, Budizm gibi farkli bir dindir, farkli bir inanctir.”
Gunumuzun Aleviligi anlaminda, yani bir inanc olarak Alevilik anlaminda, sosyolojik olarak bu onerme dogru bir onermedir., Cunku gunumuzun Budizm’i, gunumuzun Islam’i, gunumuzun Hiristiyanligi ya da gunumuzun Yahudiligi de kendilerinin bir inanc olduklarini soylemektedirler. Bu anlamda, yani bunlarin hepsi farkli inanclardir; modern toplumun dinleri inanc olarak goren dininin farkli tarikatlaridir anlaminda, dogru bir onermedir.
Ama gunumuz Aleviligi, yani bir inanc olarak Alevilik anlaminda sosyolojik olarak dogru olan bu onerme, ifade edildigi politik baglamda yanlis bir onermedir.
Bu onermenin politik bir onerme olarak yanlisligini ilk Kitapta gostermistik. Cunku, bu onerme, gizli bir varsayim olarak, devletin kimin farkli bir din olduguna karar vermesinde bir sorun gormuyordu. Sadece devletin bu karari bilimsel olculerle varmasini talep ediyor ve bu baglamda bilimsel olculerle de Aleviligin ayri bir din oldugunu kanitlamaya calisiyordu. Bunun ardinda da, bilimsel olarak ayri bir din oldugunu kanitlayamayanlarin, diger dinlerle esitligi talep hakki bile olmayacagi gizli varsayimi bulunmaktaydi. Butun bu akil yurutmenin tutarli ve radikal bir demokrasiyle ilgisinin bulunmadigi; aslinda tami tamina Kemalizm’in din ve toplum iliskileri anlayisini paylastigi gorulmustu.
Politik baglamda dogru olan anlayis, devletin kimin farkli din oldugu konusunda soz ve yetki sahibi olmasini reddeden ve politik bir baglamda ayri bir din tartismasina girmeyi reddeden anlayistir.
Ama, Inanc olarak Alevilik ve dinler soz konusu oldugunda sosyolojik olarak dogru olan bu onerme, Tarihsel ve Otantik olarak; Ustyapi olarak dinler soz konusu oldugunda, sosyolojik bir onerme olarak, yanlis bir onermedir. Cunku sosyolojik bir onerme olarak Alevilik ile Yahudilik, Hiristiyanlik, Muslumanlik ve Budizm arasindaki temel farki yok etmektedir.
Aleviligin Islamiyet ile farkini, Yahudilik, Hiristiyanlik; Budizm’in Islamiyet’le farki gibi, ayni kategoriden bir fark olarak ele almak, onun butun bu dinlerle olan temel farkini yok etme, gormeme anlamina gelir.
Bunun ardinda ise, tarihin ve toplumun bir surec olarak anlasilmamasi; durgun, statik seyler olarak anlasilmasi anlayisi yatar.
Alevilik, defalarca belirtildigi gibi, sinifsiz toplumun, komunun ustyapisinin bir bicimidir. Islam’in egemen oldugu yerlerdeki bir bicimidir. Kolay anlasilmasi icin soyle diyelim: Alevilik Islam uygarliginin egemen oldugu alanlardaki Komun’un, sinifsiz toplumun dinidir. Alevilik Kitapsizliktir.
Yahudilik, Hiristiyanlik. Budizm ise uygarliklarin, sinifli toplumlarin ustyapisinin bir bicimidir. Yani yine kolay anlasilmasi icin, uygarliklarin dinleridirler, sinifli toplumlarin, devletli, yazili toplumlarin dinleridirler. Hepsinin kitaplari vardir.
Hatta bu uygarlik dinleri icinde, Yahudilik, Hiristiyanlik ve Islam ile Budizm de farkli uygarlik alanlarinin dinleri olarak ayrilirlar. Ilk ucu Orta Dogu, Budizm Uzak Dogu uygarliginin dinidir.
Sinifsiz bir toplumun dinini, sinifli toplumlarin dinleriyle ayni kategoriden bir dinmis gibi koymak, onun ozunu yok etmek, ne oldugunu anlasilmaz kilmak demektir. Murekkep baligi da suda yasar, o da bir baliktir demekten farkli degildir. Murekkep Baligi nasil balik degilse; Alevlik de Budizm veya Islam gibi bir din degildir.
Aleviligin, diger dinler gibi bir din olmadigini onun yaygin oldugu bolgeler bile gosterir.
Alevilik ayri bir din olsaydi, genellikle Islamiyet’in yaygin olmadigi alanlarda yayilmis olmasi gerekirdi. Yahudiligin ozel kast konumu bir yana birakilirsa, Hiristiyanlik, Budizm, Hinduizm, Islamiyet, farkli yayilma alanlarina sahiptir. Elbette sinir bolgelerde bu gecisler boyle net degildir ama her birinin diger dinlerin disinda esas olarak belirleyici ve egemen oldugu alanlar vardir. Ornegin Hindistan alt kitasinda Hinduizm, Orta dogu’da Islam, Avrupa’da Hiristiyanlik egemendir.
Ama Alevilik soz konusu oldugunda Aleviligin Islam, Hiristiyanlik veya Budizm’den ayri bir egemenlik alani yoktur.
Hatta aksine, Alevilik sadece Islam’in egemen oldugu yerlerde gorulur. Budizm’in, Hiristiyanligin egemen oldugu yerlerde Alevilik gorulmez. Eger Alevilik Budizm veya Hiristiyanlik gibi, onlarla ayni kategoriden bir din olsaydi, Islam’in disinda da (ornegin Yahudilik gibi) gorulmesi gerekirdi. Halbuki Islam’in yayilmadigi, egemen olmadigi yerlerde Alevlik gorulmez.
Demek ki Alevilik ile Islam arasindaki iliski, Yahudiligin, Hiristiyanligin, Budizm’in Islam’la iliskisi gibi bir iliski degildir. Islam’in yayilmadigi yerlerde Alevilik yoktur, Islam nerede egemense ise orada Alevilik de gorulur. Yani Islam ve Alevilik arasinda cok yakin bir iliski vardir.
Ama ote yandan, Alevlik, Islam’a Yahudilik ve Hiristiyanliktan degil, Budizm ve Hinduizmden bile cok daha uzaktir. Bunu en basit bir gozlem bile gosterir. Gotik katedralleri, Camiler, Budist ya da Hindu tapinaklari, hepsi, belli devletler ve uygarliklar tarafindan insa edilmis, devasa yapilardir. Ama boyle devasa bir tek anitsal eser bile yoktur Alevilige ait. Aleviligin tapinagi yoktur zaten. Tapinak demek uygarlik demektir.
Aleviligin Islam’a Hiristiyanliktan, Budizm’den bile daha uzak olmasi ama ayni zamanda onun sadece Islam’in yaygin oldugu yerlerde gorulmesi ilk bakista bir celiski gibi gorunur. Ama ortada bir celiski yoktur, sadece tarihe ve toplumlara Metafizik, Tarih ve Toplum ustu kategorilerle degil, bir surec olarak; uretim iliskileri ve onlarin belirledigi ustyapilar olarak; siniflar mucadelesi olarak bakmak gerekir.
Besikci ise Tarihe bu kategorilerle bakmiyor. Gerici milliyetciligin kategorileriyle, pozitivizmin kategorileriyle bakiyor. Kurtluk, Turkluk gibi tarih ve toplum ustu duzeye yukseltilmis kategorilerle bakiyor. Aleviligin bir Kurt veya Turk dini oldugu gibi, son derece gerici bir tarih anlayisina dayanan tartismalara giriyor. Getirdigi argumanlarin aslinda, Aleviligin, Islam uygarliginin yayildigi yerlerde, Komun’un dini, ustyapisi oldugunu kanitladigini bile goremiyor.
Besikci’nin onermelerini tersine cevirirsek, Paradoksal bir ifadeyle, Alevilik Besikci’nin iddiasinin aksine, Islam’in bir bicimidir, ama Islam’a da Budizm’den bile daha da uzaktir. Yani Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hiristiyanlik gibi bir din degildir.
Simdi Tarihsel Maddeciligin kavramlari ve bakisiyla bu paradoksun paradoks olmadigini gorelim.
Bir Politik Parti Olarak Alevilik
Cok yaygin bir yanlis kaninin aksine [1], Marx’in da acikca vurguladigi gibi [2], tarihte ve toplumlarda siniflarin ve sinif mucadelesinin varliginin gosterilmesi ve kabulu Marksizm’in ayrici fikri ve on kosulu degildir. Siniflar ve sinif mucadelesi Marksidan cok once henuz devrimci barutunu yitirmemis burjuvazinin dusunur ve tarihcilerince bulunmus ve kabul edilmistir.
Burjuvazi devrimci barutunu yitirince, sinif mucadelesini, siniflari ve sinif mucadelesinin varligini inkar ederek surdurmus; kabul etmek zorunda oldugunda da siniflari uretim munasebetleri icindeki konumlariyla ve cikarlariyla degil, gelir duzeyleriyle tanimlamistir, yani sinif kavraminin icerigini bosaltmistir. Hele siniflarin tarihsel ve kulturel konumlanislari gibi daha derine giden cozumleme araclari burjuvazinin sususunu ve dusmanligini cekmistir her zaman.
Siniflar ve sinif mucadelesi konusunda gerici burjuvazinin yonteminin, pozitivizminin bu ozellikleri, aynen Ismail Besikci’de de gorulmektedir.
Yukarida, Besikci’nin, Aleviligin Islam’dan ayri bir din oldugunu soylemesi, sadece onun diger dinler gibi bir uygarlik dini olmadigini ortme, dolayisiyla bir tarihsel evrim fikrinin reddi anlamina gelmez, ayni zamanda, Aleviligin sinifsal karakterini de gormemek anlamina gelir. Cunku Alevilik, Antik uygarliklar karsisinda komunun ust yapisi oldugu gibi, ayni zamanda bir siyasi partidir. Yani belli bir sinif mucadelesinin, belli bir sinifin egilimlerinin ve cikarlarinin korunmasinin araci olma islevi gorur.
Ilk bakista burada bir celiski varmis gibi gorulur. Sinifsiz bir toplumun, yani komunun orgutlenisi ve Ustyapisi olan Alevilik nasil olmaktadir da ayni zamanda sinifli bir toplumda bir sinifin cikar ve egilimlerini yansitan bir siyasi parti islevi de gormektedir? Bu bir celiski degil midir? Ilk bakista oyle gibi gorunur ama degildir. Cunku siniflar ayni zamanda sadece ekonomik degil, cogu kez, somut tarihte, tarihsel bir konumlanisi da yansitir. Yani Devlet ve egemen siniflar karsisinda iktisadi konumlanis bakimindan koyluluk ayni zamanda, tarihsel konumlanis olarak komundur, uygarlik oncesidir, sinifsiz toplumdur. Yani bir bakima evrimin farkli iki asamasi ayni zamanda iki farkli sinif olarak var olur. Bu ne demek? Bunu biraz acalim.
Siniflar ve sinif mucadelesi, sosyolojik bir olgudur. Yani, bizim isteklerimiz, irademizden, niyetlerimizden, onun varligini kabul edip etmememizden bagimsiz olarak vardir. Oylesine vardir ki, sinif mucadelesinin varligini reddetmenin kendisi de sinif mucadelesinin bir gorunumunden baska bir sey degildir.
Siniflarin egilimleri daima, bir sekilde kendilerini ifade edecek kanallar bulurlar. Bu kanallar bulus hem egemen siniflar hem de ezilen siniflar acisindan gecerlidir.
Ornegin, egemen siniflar, bir kole partisi olan Hiristiyanligin bayragini alip, onu baska yorumlardan gecirerek, bir devlet ve egemen sinif partisi ve ideolojisine donusturup, ezilenlerin bayragini onlara karsi kullanirlar.
Benzeri Islam tarihinde de gorulur, Kureysli patricilere karsi bir Plep partisidir Islam. Mekke esrafi tarafindan, en sembolik ifadesiyle; Muaviye’nin askerlerinin mizraklarina Kuran yapraklari asmasiyla, pleplerin bayragi pleplere karsi zengin siniflarin bir bayragi haline getirilir.
Benzeri Modern Tarihte de gorulur. Marksizm’e karsi en buyuk katliam, Marksizm bayragiyla yapilir. Sovyetlere egemen olan burokrasi ve onun teorisyeni Stalin tarafindan, “Marksizm Leninizm” diye diye; isci sinifi, Proletarya Diktatorlugu diye diye, Marksizm yok edilir; Isci Sinifi uzerinde bir diktatorluk kurulur.
Burjuva devrimlerinde de farkli olmaz. Napolyon imparatorlugunu, Fransiz devriminin uc renkli bayragiyla ilen eder. Ornekler cogaltilabilir. Yani egemen siniflar cikar ve egilimlerini, ezilenlerin en zafer kazanmis bayraklari ve parolalari icinde bile ifade etmenin ve onlari tumuyle kontrol altina almanin yollarini ararlar ve bulurlar.
Ama bu sadece egemen siniflar acisindan boyle degildir, yani sadece onlarin sinifsal egilim ve cikarlari, en zit gorunen bicimlerin icinde bile kendini ifade edecek bir kanal bulmakla kalmaz; ezilen siniflarin egilimleri de, ezen siniflarin bayraklari ve ideolojileri icinde kendilerini ifade edecek kanallari bulurlar ve yaratirlar.
Bir sure sonra, artik egemen siniflarla ozdeslesmis bir ideoloji olmus Hiristiyanlik icinde, baslangicta Hiristiyanligi yaratan ezilenlerin egilimi, bu sefer Kilisenin resmi Hiristiyanligini yeniden yorumlayarak, kendine akacak damarlar bulur. Daha saf ve ozgun bir Hiristiyanlik parolasi ornegin, reformasyon ve koyluler savasi doneminde oldugu gibi bu egilimleri ifadenin araci olur.
Benzeri sosyalist harekette de gorulur. Aslinda, dunyaya gozlerini Stalin ile acmis ve gercek devrimci Marksizm hakkinda on yargilarla dolu yeni radikal kusaklar, Stalin’in adini dokunulmazlastirip, onu radikal yorumlara tabi tutarak devrimci egilimleri bir sekilde yeniden uretmenin yolunu bulurlar. Butun Arnavutluk cizgisindeki en hizli Stalinist parti ve orgutlerin yaptigi tami tamina budur. O sinifsal cikar ve egilimler bir sekilde akacak kanallar bulur ve bu kanallari yaratir.
Islam tarihinde de oyle olur.
Peki Islam gibi, zaten kitabi yaziya gecirilmis ve Allah sozu diye dokunulmaz kilinip seriat alimlerinin elinde en gerici yorumlari resmilestirilmis bir sistemde bu egilimler nasil kendileri icin bir kanal yaratacaklardir?
Cok basit. Nasil, Ibni Haldun, daha sonra, “Akli bilimler, Nakli bilimler” ayrimi ile, “Din Alimlerinin” mudahalesini, “nakli bilimler” alanina sokup “akli bilimler” alanini bu mudahale ve kaygilardan azade kilarsa; nasil daha sonra burjuvazi toplumu ozel ve siyasi gibi alanlara bolerek ve dini ozele atarak ayni seyi politik alaninda yaparsa oyle, asagi yukari ayni mantik ve mekanizmayla.
Ezilenlerin egilimleri de, Kuran’in bir “zahiri” bir de “hakiki” anlami vardir deyip, Kelam’i bir kenara atarak, onu her turlu yoruma acik hale getirirler. Bundan sonra o zahiri olmayan anlamin, hakiki anlamin ardina gizlenerek her turlu muhalif egilim kendini ifade ve orgutlenme olanagi bulur.
Boylece butun sehir uretmenleri, hem meslek orgutler hem de sinifsal partileri olan tarikatlarda orgutlenirler. Bu tarikatlarin hepsi kendini bir sekilde getirir Ali’ye baglar. Ki bu da rastlanti degildir.
Muhammet’in olumunden sonra, “Ergin Halifeler” donemi boyunca Islam icindeki mucadelenin tarihi, aslinda bir plep partisi olan Muslumanligin, Kureysli patricilerce tekrar ele gecirilmesinin tarihidir.
Ama bu mucadele ve ele gecirilis esnasinda Islamiyet’in yayilisi sonucunda taraflarin nitelikleri de degisir. Artik dunun Kureysli particileri, Mekke kentinin Tuccar asilleri olmaktan cikmis, bir uygarligin, bir imparatorlugun devlet siniflari; bezirganlari olmuslardir. Ayni sekilde, Mekke’nin Plepleri de, artik klasik orta dogu uygarlik alaninin ezeli somurulen koyluleri olmuslardir. Baslangicta, plepler silahli, onlarin uzerinde yukselen bir silahli adamlar toplulugu yokken; artik somurulen koyluler silahsizdir; Islam’i ele gecirmis Kureys’li patricilerin elinin altinda silahli adamlar bulunmaktadir.
Ama madem ki dunun patricileri, uygarligin egemen siniflari olarak Seriat araciligiyla sinifsal egilimini Islam’a dayatir; dunun pleplerinin egilimleri de uygarligin uretmenliginin egilimleri olarak tarikatlar biciminde kendine akacak bir kanal yaratir. Boylece pleplik de kendi damarini klasik uygarliklarin muhalif partilerine Batini tarikatlara aktarir.
Baslangictaki uygarliga gecis asamasindaki Mekke kentinin Kureysli – Muslim (Partici – Plep) savasinin yerini Seriat (Bezirgan Uygarligi, Devlet) ve Tarikat (Ezilen emekci siniflar) kavgasi alir. Islam’in ilk yillarindaki catismalarin tarihi bu donusumun tarihidir. Kokeninde, pleplik bulundugu icin, butun ezilen partileri, kendilerini ilk Islam doneminde Patricilere karsi pleplerin onderi olan Ali’ye baglarlar.
Ve Mekke’nin gonlu uzlastirilarak yani parayla satin alinarak Musluman olmus Kureysli zenginleri ve esrafi nasil feth ettikleri Bizans ve Sasani uygarliklarinin kurum ve gelenekleriyle kendi egemenliklerini silahlandirdilarsa, ezilenler de ayni seyi onlara karsi yaparlar. Binlerce yillik Orfeusculuktan, Mazdekcilige, Katarlardan, Maneizme ezilenlerin partilerinin butun gelenekleri de, kendi birikim ve tecrubeleriyle bu muhalif, hakiki anlamin ardina gizlenmis Islam tarikatlarini silahlandirirlar, birikimi onlara aktarirlar.
Aslinda, dunun Hiristiyanlik icindeki kafiri olan Katar ya da Bogomil, Zerdustluk icindeki kafiri olan Ezidi, ya da Maneizm, bu sefer Muslumanlik icinde bir kafirlik ve kitapsizlik olarak varligini surdurmeye devam eder. Butun tarihcilerin ve sosyologlarin ayrintilar arasinda kaybolmasina yol acan, bu canli sureci, sinif mucadelelerinin ve geleneklerinin bu surekliligini kavrayamayislaridir.
Simdi Aleviligin nasil olup da hem bu geleneklere dayanan ezilenlerin yoksul koylulerin partisi oldugu (sehir uretmenlerinin partisi de esas olarak Bektasilik denebilir) hem de sinifsiz toplumun, yani komunun orgutlenisi, ustyapisi oldugu, bu birbiriyle celisirmis gibi gorunen olguya gelebiliriz.
Burada Antik uygarliklarin yapisi ve siniflarin tarihsel konumlanisini iyi kavramak gerekir. Koyluluk sadece koyluluk degildir, o zaman icinde bir konumlanisi da ifade eder. Koylu, ayni zamanda, komun olarak yasayan, uygarliga gecmemis olandir. Bu gun bile, dunyanin koyleri hala uygarlik oncesi, kasabalari klasik antik uygarlik, sehirleri modern kapitalizm gibidir goren goz icin. Klasik uygarliklarda bu cok daha boyleydi. Kapitalizm oncesinde sermaye, her zaman toplumun yuzeyinde kalir. Onun ardinda bir kapali ekonomilerin koyluluk denizi vardir. Somurunun, arti urune el koymanin temel bicimi Harac, yani vergilerdir. Harac Komun’un parcalanmasini zorunlu kilmaz. Koyluluk ayni zamanda harac odeyen, somurulen koylu; ama ayni zamanda Komun, sinifsiz toplum olabilir.
Haracci ekonominin temel sermayesi olan bezirgan sermaye de ancak boyle bir temel uzerinde, yani koyluluk ve komunlerin kapali ekonomiler denizi uzerinde var olabilir. Cunku Bezirgan ticaretinde arti degerin kaynagi, ucuza alip pahaliya satmaktir. Ucuza almak ise, onun degerinin bilinmemesini, yani kapali ekonomiyi var sayar buyuk olcude [3]. Kapali ekonomi ise Komun’un yasamasini olanakli kilar.
Ama Komun ayni zamanda, “kavimler gocleri” ya da “Barbar Akinlari” ya da “Tarihsel Devrimler” ile ayni zamanda tekrar tekrar guclenir tarih boyunca.
Antik, kapitalizm oncesinde arti deger uretimden degil, deger transferinden elde edildiginden, yani sonunda toplum genel olarak zenginlesmis olmayacagindan, sadece birinin zenginlesmesi digerinin yoksullasmasiyla olacagindan, sermaye sahibinin zenginlesmesi (tefeci ve bezirganligin gelismesi) uretmenlerin yoksullasmasiyla olabilir. Bu da uretimin gerilemesine yol acar. Bu da uygarligin curumesine ve ticaret yollarinin tikanmasina. Antik tarihin cikmazi da tam buradan dogar [4]. Bu cikmazi, barbar kavimlerin akinlari cozer. Ama barbar kavimlerin akini demek ayni zamanda, Komun’un tekrar guclenmesi de demektir [5].
Kaldi ki, klasik uygarlikta, ticaret esas olarak luks tuketim mallariyla, egemen siniflarin tuketimiyle sinirlidir. Egemen siniflarin varligi ise, buyuk olcude haraca dayanir. Arti urun, vergilerle, cogu kez dogrudan urun olarak, ayni olarak ele gecirilir. Dolayisiyla haraca dayanan bir ekonomi, Komun’un yasamasinin kosullarini sunar [6].
Harac, Komun’un dagilmasini zorunlu kilmaz. Aksine, onun daha da guclu olarak yasamasini destekler. Komun veya Komun’u olusturan koyluler, Devlet’e belli bir vergiyi odedikten sonra, devlet onlara karismaz. Koyluler, Komun’u yasamaya devem edebilirler.
Boylece antik uygarliklarda koyluler Devlet karsisinda koylu sinifi ama kendi icinde bir komundurler. Yani aralarindaki sorunlari butun komunlerdeki gibi Kan davalariyla veya kendi mahkemeleri olan darlarla cozebilirler. Kendi iclerinde bunu uygulayacak askerlere gerek yoktur. Ozetle, komun, bir uygarlik alaninda arti urununun bir kismina veya tamamina el koyulan koyludur ayni zamanda. Yani siniflarin tarihsel ve kulturel konumlanisi denen olgu nedeniyle, koyluluk ayni zamanda komundur, uygarlik oncesidir. Bu nedenle, Alevilik hem komundur hem de koy uretmenlerinin partisidir. Cok kaba olarak, Bektasiligin sehir uretmenlerinin, Aleviligin Koy uretmenlerinin partisi oldugu soylenebilir.
Alevligi diger dinler gibi bir din olarak ele almak, onun bu sinif mucadelesi araci olma; siyasi parti olma niteligini gormeme sonucunu verir. Ismail Besikci’nin yaptigi tami tamina budur. Alevlilige Budizm veya Hiristiyanlik gibi bir dindir demek, sadece onun Komun’e has bir olgu oldugu gerceginin ve boylece tarihsel degisim, evrim fikrinin gizli bir reddi oldugu anlamina gelmez; ayni zamanda onun kapitalizm oncesinin bir partisi, yani bir mezhep oldugu gerceginin; ve boylece siniflar ve sinif mucadelesinin de gizli bir reddi anlamina gelir.
Ozetle, Besikci Aleviligi, digerleri gibi bir din olarak tanimlarken, hem evrim hem de sinif mucadelesini sosyolojik analizin bir kategorisi olarak kullanmamakta ve onlari reddetmektedir. Bu en gerici, tipik, Kemalizm’in dayandigi metodolojiden, pozitivizmden baska nedir ki?
09 Mayis 2004 Pazar
demir@comlink.de

http://www.comlnik.de/demir/

X

ALEVİLİK BİR TORUN SEVGİSİDİR 9
2008 08:32:38 | yollayan: Atilla Aybalık

Türkiye’de, Alevilik ile ilgili çok şeyler yazılmış çizilmiştir.
Yıllarca, Aleviler hakkında iğrenç iftiralar atılmış, Aleviliğin müslümanlık ile alakası bulunmadığı, bazen devlet destekli kuruluşlarca bazen de Alevi düşmanı kesimlerce kitlelere her fırsatta söylenmiştir.
Günümüzde ise; Alevilerin sayıca çoğalmasından ötürü, özellikle sağ görüşlü ve dini ön planda tutan AKP türü partilerin Alevi’lere yaklaşımında biraz da olsa bir yumuşama sözkonusu olmuştur.
Nedenini söylemeye gerek bile yoktur. Aklı selim bilir!
***
Uzun uzadıya İslam dini hakkında bilgiler vererek, yada şu veya bu kitapların okunması hakkında tavsiyelerde bulunarak, siz sevgili okurlarımı yönlendirmek değildir bu kısa yazının amacı.
İsteyen istediği dini kitabı alır okur. Sünnilik ile Alevilik hakkında bilgiler edinir. Kendine göre doğruları bulur, yanlışları saptar.
Ya da azımsanamayacak bir kitlenin yaptığı gibi, kendisine öğretildiği gibi araştırmaya gerek duymadan Aleviliği karalamaya devam eder.
Çünkü, sünni yönetiminin her daim iktidarda bulunduğu bir Türkiye’de, bundan başka farklı bir yaklaşımı beklemek hayalcilik olur.
***
Konuyu daha fazla derinlere itmeden, Alevilik ile ilgili bazı saptamalar yapmak istiyorum.
Soralım ve cevaplıyalım.
Alevi kimdir?
Yüce Allâh’ın (c.c.) son Peygamberi Hazreti Muhammed’in (s.a.a.), ümmetine emânet olarak bıraktığı Kur’ân ve Ehl-i Beyt yolunda en derin aşk ve sarsılmaz bağlılıkla yürüyen yol ehli olup; Hz. Peygamberimizin (a.s), kendisi için; “…dünyâ ve âhirette kardeşimsin…”buyurduğu İmâm Ali’ye (a.s) candan bağlı olan ve O’na benzemeye çalışan kimsedir.
Hz. Ali kimdir?
Hz. Ali, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in amcasının oğludur. Hz. peygamberin yanında, onun eğitimi ile büyümüştür. Ve ilk İslamiyet’i kabul eden kişidir. Ayrıca Hz. Peygamberin damadıdır da, dolayısıyla Peygamber soyunun sürdürücüsüdür.
Hz. Hasan ve Hüseyin kimdir?
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma ile damadı ve aynı zamanda amcasının oğlu da olan Hz. Ali’nin çocuklarıdır..
Yukarıda üç soru sorulmuş ve bu sorulara çok net cevaplar verilmiştir.
Bu cevaplara hiçbir müslümanın itiraz edeceğini sanmıyorum.
***
Şimdi Basit Düşünceli Adam olarak saptamamızı yapmaya çalışalım.
Torun sahibi olanlara sesleniyorum.
Torun ya da torunlarınızı neden çok seversiniz?
Cevaplar :
-Çünkü, çocuğumun bir parçası.
-Soyumuzun devamı demek.
-Ağacımızın bir meyvesi.
-Onda kendimi görüyorum.
-Derlerdi de inanmazdım. Torun sevgisi bir başka!
-Bana yaşama sevinci veriyor. Hayata bağlıyor.

Bu soruyu, dünyanın herhangi bir yerinde yaşıyan ve torun sahibi olan bir kişiye sorun, üç aşağı beş yukarı yukarıdaki cevaplardan birini alırsınız.
Çünkü; torun sevgisi bir başka TATLIDIR.
***
Şimdi soralım :
İslam Peygamberi Hz. Muhammed, torunları Hasan ve Hüseyin’in Kerbala’da katledilmesine –eğer yaşasaydı- nasıl tepki verirdi acaba?
Ya da buna izin verirmiydi?
Müslüman bir toplum olarak bu sorulara cevap aradık mı hiç?
Aleviliği kötülemekten başka ne yaptık?
***
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’i seveceğiz..
Ama;
Alevileri kötülüyeceğiz. Alevileri müslüman olarak dahi kabul etmiyeceğiz.
Torunlarımızı seveceğiz.
Ama;
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in torunlarının katledilmesini görmezden geleceğiz.
Onun torunlarını sevmiyeceğiz. Torunlarını sevenleri ise hiç sevmiyeceğiz.
Ne yaman çelişki değil mi?
Atilla Aybalık
Alaturkaonline.com
X
AV. HAYRİ BALTA’NIN ÖZGEÇMİŞİ

1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü.
Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki bağlarında geçirdi.
Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…
Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…
1945 yılında Gaziantep Lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, utancından bir daha okula gidemedi…
Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı.
Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik ve kilimci kalfalığı yaparak sağlamaya çalıştı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursunu bitirdi.
Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini bıraktı.
25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tekke ve tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef çaldı ve kimi zaman da ney (nay) üfledi.
Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı.
Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı.
Yargılama sonunda mahkeme: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…
1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi.
Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü.
Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…
Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi.
Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi.
Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1981 yılında (49 yaşında) avukatlığa başladı.
Hukuk Fakültesi öğrencisi iken: 27 Mart l977 yılında ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…
Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Kurucu Yönetim Kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirip kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma gelince ADD’ deki görevini ve avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde tek başına yaşamaktadır.
Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte elektrik sobası ile geçirdi…
65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyon değerinde taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, kalanını dört kızına bıraktı…
Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da bir üniversitede Siyaset Bilimi Hocalığı yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiştir.
Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve açılmasına da neden olmuştur.
Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için ayrıldı.
Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı.
Bu günkü tarih itibariyle basılmış 25 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız olarak okuyuculara dağıtılmaktadır… (Kitapların listesi aşağıdadır…)
2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli Sitesinde aydınlanma savaşını sürdürmektedir.
Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; bireyciliğe karşı toplumculuğu, dine karşı bilimi, şeriata karşı cumhuriyeti, teokrasiye karşı laikliği, vahye karşı aklı, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini savunmaktadır.
Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…
Av. Hayri BALTA, 18.2.2014
+
TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:
ALFABETİK OLARAK:

1. Alevci mi, Alevi mi?
2. Allah Denince 1/6
3. Allah Denince 2/6
4. Allah Denince 3/6
5. Allah Denince 4/6
6. Allah Denince 5/6
7. Allah Denince 6/6
8. Aydınlanma
9. Aydınlara Mektup
10. Bir Aydın Adayı
11. Cambaz
12. Erenler-Ozanlar-Yazanlar 1
13. Erenler-Ozanlar-Yazanlar 2
14. Erenler-Ozanlar-Yazanlar 3
15. Kızma Yok
16. Laiklerin El Kitabı
17. Laikliği Benimsemeden…
18. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir
19. Muhbir ve Tertipçilerim
20. Muzır’dan Kes!..
21. Röportaj ve …
22. Sırların Sırrı
23. Son Nokta
24. SSS (Sevenler Soranlar Sövenler)
25. Taç’a Atılanlar
26. Tanrı’ya Yakınlık
27. Yitmiş Bir Adam
NOT:
Yayınlanacak olanlar: www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemizde sıralanmaktadır.
Şu adresten de bana ulaşabilirsiniz: hayri@tabularatalanayalanabalta. com
Av. Hayri Balta, 18.2.2014
X
xxx