TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA

IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X

Cok sevgili dostum Hayri Balta, Sevgiyle seni ve Meliha hanimi selamlariz. Her zaman aklimizda ve dualarimizdasin; Ne yapiyorsun? Sagduyulu akilsal cengini surduruyorsun, herhalde. Hakli cabalarin birgun elbette ugununu getirecektir. Duamiz budur. Cunku ancak bununla o yer gercek tadini bulacak.
Cikan kitaplardan birer kopye istemistin. Burada cok kitap ciktigi yok; bunlari elde etmek icin Kutsal Kitap Sirketi’nde Behnan Konutgan’dan iste. Elektronik adresi sudur: behnankonutgan@kitabimukaddes.com< Onlar Ankara’ya sikca kitap yoluyorlar; sana da yeni kitaplardan gondersinler.
Ataturk’le ilgili kisa yazimi almistin, sanirim. Dusuncerlerini yazmadin; ama uyustugunu sanirim. Yeni yilda gercek sevgi ve esenlik uzerinde olsun, Meliha hanimin da. Polat’in esini goruyor musun? Gorusen benden cok selam ilet. Cok, cok sevgiyle, dostun Thomas Cosmades, 13.1.2004
X
Değerli Dosttum Cosmades,
Önce saygı, sevgi. Size ve sevgili eşiniz hanımefendiye.
Sözünü ettiğiniz mektubunuzu almış, okumuştum. Ancak mektubu ve ekini koyduğum yeri bir türlü hatırlayamadım. Adres defterinde de e-posta adresinizi bulamayınca çaresiz sizden ikinci bir haber beklemeye başladım. Dün buldum, size mektup gönderecektim ki bu gün e-posta geldi…
Biraz önce bir avukata gönderdiğim yanıt mektubumu göndermiştim size. Alır almaz yanıt vereceğinizi umuyorum. Ne var ki bizim aydınlarda aldıkları mesaj hakkında görüş bildirme geleneği yok.
Ne ise şimdi de size “Tanrı Söver mi?” başlıklı bir yazımı gönderiyorum. Bir haftadır bu yazı www.hayribalta.cjb.net adresindeki Sitemin giriş sayfasında yayınlanmaktadır. Ayrıca aynı adresteki sitemizin Kuran’dan bölümünde “Tanrı Fikir Değiştirir mi?, Tanrı Çelişkiye Düşer mi?, Tanrı Beddua eder mi?, Tanrı Yemin Eder mi?” başlıklı yazılar da var…Siz ve yakın arkadaşlarınız okuyup, değerlendirip görüş bildirirse sevinirim.
Bu vesile ile Behnan Konutgan’a da bilgi için bu yazıyı gönderiyorum. Eğer Hıristiyanlık, İsa, İncil ve Tevrat’la ilgili yeni çıkan kitaplardan gönderirse sevinirim. Özetle Tevrat’ta geçen konuları ve kavramları alfabetik olarak açıklayan kavram dizini kitaplarından… Ör. Yeni Yaşam Yayınları’nın ABC DİZİNİ GİBİ…
Adresimi veriyorum: “Av. Hayri Balta, MESA, 12. Cad. 270. Cad. Horonket Sitesi, No. 6/10. Batıkent, 06370 Ankara” Telefon numaram ise: 0312 255 92 21’dir. Bu konuda siz de kendisini bilgilendirirseniz sevinirim.
Şimdi kalınız sağlıcakla, saygı, sevgi hepinize..
Av. Hayri Balta, 13.1.2004
+
TANRI SÖVER Mİ?

Biliyorum, yazılarımda İslam anlayışına ters düşen yazılar yazıyorum. Ama bilinmelidir ki amacım kimseye hakaret olmadığı gibi kimsenin inançları ile alay etmek de değildir.
Bizi yaratan hiçbir canlıya vermediği kadar bize akıl vermiştir. Akıl sayesinde gerçeği görmeyi, geleceğimizi biçimlendirmeyi amaçlamıştır.
Maddeci görüşe sahip olan; yaratan madde desin; ruhçu görüşe sahip olan; yaratan Tanrı desin; nasıl bilirse öyle bilsin, amaç: Akla göre hareket etmektir.
Bu gerçeği İslam inancı bile kabul etmiştir. Öyle ki: “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azâb verir.” (K. 10/100) demiştir.
Buna göre insanoğlu şiddetli bir cezaya, eziyetlere, büyük sıkıntılara uğramamak için aklını kullanmak zorundadır.
Şimdi asıl konumuza girebiliriz. Aslında yazımızın başlığı “Tanrı Küfür Eder mi” olmalıydı… Çünkü sövmenin Arapça karşılığı “Küfretmek”tir.
Sözlüklerde sövmenin karşılığı ise: “Bir kimsenin namus, onur ve kişiliğine yapılan her türlü saldırı. Onur kırıcı ve çoğu; ayıp, kaba, çirkin, basma kalıp sözler söylemek”tir.
Halkımız sövmeyi iyi karşılamaz. Söven bir kimseyi küfürbaz olarak adlandırır. Ayrıca psikoloji kitapları söven (küfreden) kimsenin sövme yoluna acizlikten, çaresizlikten, güçsüzlükten başvurduğunu ileri sürerek sövmeyi ruhsal bir rahatsızlığın belirtisi olarak görür.
Aklı başında hiç kimse böyle bir olumsuzluğu ne Tanrı’ya ne de Peygamberine yakıştırabilir. Bir kimsenin herhangi bir kişiye; “beyinsiz, dilini sarkıtıp soluyan köpek, sapıklar, eşşek, dört ayaklı hayvan, yaban eşeği, alçak zorba, soysuz…” demesi küfür, yani sövme kapsamına girer.
Böyle sözleri hasmına bile söylemek “Şüphesiz sen büyü bir ahlaka sahipsindir.” (K. 68/4) denilen Peygambere yakışmayacağı gibi Tanrı ya da yakışmaz. Ne var ki bu ifadelere İslam’ın temel kitabı ve de Tanrı Kelamı denilen Kuran’da rastlıyoruz. İnanılacak gibi değil, değil mi? Ama ne denli üzülseniz de, ne denli bana kızsanız da gerçek böyle… Şimdi Diyanet Kuran’ından okuyalım öyleyse:
“2/142: İnsanların beyinsizleri…”
“7/176: …fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.”
“25/24: Onlar şüphesiz davarlar gibidir. Belki daha sapık yolludurlar” (Davar: Dört ayaklı hayvan…)
“56/51: Sonra siz ey sapıklar, yalanlayanlar”
“62/5: … onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin duru gibidir.” (Merkep: Eşek…)
“68/14: Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.”
“74/50-5l: Arslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler.”
Bu sözleri Tanrı’ya mal etmek Tanrı’yı bilmemek yanında Tanrı’ya saygısızlık olduğu gibi onu aşağılamak anlamına da gelir. Aklı başında bir kişi Tanrı’nın böylesine acizlik göstereceğine, kendi yarattığı insana küfür ederek onu aşağılayacağına olanak vermez. Kaldı ki ben bu sözleri ahlak ve edep timsali (K.68/4) olarak gösterilen peygambere bile yatıştıramıyorum.
İşe, Kuran’ın Türkçeleştirilmesine karşı çıkanların amaçları bu tür sözlerin halk tarafından bilinmemesi isteğidir. Çünkü Kuran’ın Türkçe çevirilerini okuyan sıradan bir insan kendi kendine sormadan edemeyecektir. “Tanrı veya güzel ahlak sahibi peygamber nasıl olur da böyle söver?” diyecektir.
Bu durumu Atatürk de görmüştür. Kuran’ın türkçeleştirilmesine karşı çıkan Kazım Karabekir paşaya şöyle demiştir. “Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..” (Atatürk Kazım Karabekir-Paşaların Kavgası s.159 ve Kazım Karabekir Anlatıyor. Yayına hazırlayan Uğur Mumcu. 1. Baskı 1990. s. 94)
Eğer çağdaş uygarlığı yakalayacaksak, gavura el açmak istemiyorsak, AB’ye biz al diye yalvarmak istemiyorsak, IMF’nin verdiği ev ödevlerini yapmak istemiyorsak; yaşamımıza akla göre dizayn etmek zorundayız. Artık vahiy yoluna değil akıl yoluna sarılmalıyız. Geri kalmışlıktan kurtulmamızın tek yolu akılcı eğitimdir.
Sahi Türk ulusuna Kuran Müslümanlığı dayatmaya kalkan; Demokrasi ve laikliği İslam dünya görüşü ile bağdaştırmaya çalışan Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri onlarca kitabında bir kere olsun bu ayetlere değinmemiştir. Hele görürseniz sorun kendilerine…
Bilinmelidir ki Muhammed Arapların önderidir. Mustafa Kemal Atatürk ise Türklerin… İnsan aynı zamanda iki önderi kendine örnek alamaz. İkisinden birini diğerine yeğlemelidir. Kaldı ki bu iki önderin dünya görüşleri birbirine tamamen terstir..
Babaannemin bir sözü vardı, sık sık söylerdi: “Uluların sözünü dinlemeyen uluyu uluyu gider…” Uluyu uluyu gitmek istemiyorsanız Atatürk’ün akılcı yoluna sarılmaktan başka çıkış yolu yoktur.
H.B. 6.1.2004
x
Sevgili Hayri Balta, Buğun nasılsın? Rab her gününü ve saatini mutlu kilsin. Bacılarım, Bacılarım! yazısı listemden kaybolmuş. Lütfen gönderebilir misin? Çok sevgiyle,
Thomas, 19.1.2004
X
Sayın Cosmades,
Gönderdiğiniz iki adet Dünya Görüşleri başlıklı makaleler için teşekkür ediyorum. Bu tür bilgilendirici makalelerinizi bekliyorum.
Aşağıdaki sorunuzu yanıtlamak için Peygamber Hanımları” başlıklı yazımı gözden geçirdim. Aynı şekilde yazdığım bir yazı göremedim. Sizden ricam hangi tarihli ve başlıklı bu konuya değinmişim; hatırlatırsanız, sevinirim: “Bir sorum var: İslam Peygamberinin Esleri adli yazında Fatima (Ummu Sureyk) Surayh kızının sonu temiz çıkmamış. Şöyle diyor: ya….li olduğunu görünce hemen boşamıştır. Svk, 3. Bu da anlaşılamıyor. Ye…li acaba yaralı yoksa yaşlı olarak mi okunmalı. Yanıt verirsen sevineceğim.” Thomas, 17.1.2005
Son olarak istemiº olduğunuz BACILARIM BACILARIM başlıklı yazımı gönderiyorum.
Eşiniz hanım efediye sevgi, selam..
Şimdi kalınız sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 20.1.2004
X
COSMADES

http://www.isamesih.org’tan:

Dünya Görüşleri
Tarih: 11.01.2005 Saat: 07:51
Konu: Haberler
Dünya Görüşlerine Giriş
Jerry Solomon
Geçenlerde, bir arkadaşım bana yakın bir dostuyla, (Joe diyelim) arasında geçen bir konuşmadan söz etti. Joe bir doktordur. Hristiyan değildir. Konuşma şu şekilde sürmüş: “Joe, sen kusursuz bir doktorsun. Hastalarınla kalpten ilgileniyorsun. Tesadüf yoluyla evrim geçirdiğimize inandığına göre neden insanlara bu kadar çok özen gösteriyorsun? Bizi değerli kılan nedir?” Joe soru karşısında afallamış ve yanıt verememiş. “Dünya görüşü” bir darbe yemişti.
Dünya görüşü kavramı son birkaç yıl içerisinde sürekli çoğalan bir ilgi gördü. Hem Hristiyan hem de Hristiyan olmayan bakış açılarından dünya görüşleri konusunda birçok kitap yazıldı. Konuşmacılar sık sık terime atıfta bulundular. Yeri geldiğinde film ya da müzik eleştirilerinde bile deyime yer verildi. Bütün bu ilgi bizim “Terim ne anlama geliyor?” ve “Onu kullanmak ne fark yaratır?” sorularını sormamıza neden oluyor. Niyetimiz bu soruları yanıtlamak. Ve umuyoruz ki bundan sonra hepimiz, hem çevremizdeki insanlarınkine hem de kendi dünya görüşlerimize yeterli özeni göstereceğiz.
Dünya Görüşü Nedir?
Dünya görüşü nedir? Sayısız yazarca değişik tanımlar önerilmiştir. Örneğin, James Sire “Dünya görüşü, dünyamızın temel yapısı hakkında sahip olduğumuz bir önvarsayımlar (ya da kanılar) takımıdır.” şeklinde iddia eder (1) Phillips ve Brown “Dünya görüşünün herşeyden önce dünyanın bir açıklama ve yorumu sonrasındaysa bu bu bakışın yaşama uygulanışı. Kısaca dünya görüşümüzün “dünyanın bir görünüşü ve dünya için bir görüş” olduğunu belirtir. (2) Bize göre en kısa ve anlaşılır açıklamayı Walsh ve Middleton sağlarlar: “ Dünya görüşü takipçilerini dünya içerisinde yönlendiren dünyanın bir modelini sağlar”(3) Daha fazla ayrıntılandırılabileceğinin farkında olmakla birlikte bu bizim kullanacağımız tanım olacaktır.
Dünya Görüşü İhtiyacı
Dünya görüşleri birçeşit gözlük ya da kontak lens benzeri iş görürler. Yani, dünya görüşü dünyayı anlamlandırabilmek için tıpkı gözlerimiz için doğru reçeteli gözlük kullanmanın şeyleri görmemizi sağlaması gibi doğru “reçeteyi” sağlar. Ve her iki örnekte de yanlış bir reçete tehlikeli hatta ölümcül bile olabilir. Dünya görüşü sorunlarıyla uğraşan insanlar çoğunlukla umutsuz hatta intihara eğilimlidirler. Bu nedenle uygun dünya görüşü belirlenmesine özen göstermemiz bizim için önemlidir. Arthur Holmes dünya görüşü ihtiyacının 4 ayaklı olduğunu söyler: “düşünce va yaşamı birleştirme ihtiyacı, iyi yaşamı tanımlama ve yaşamda umut ve anlam bulma ihtiyacı, düşünceyi yönlendirme ihtiyacı, eylemleri yönlendirme ihtiyacı” (4) Yine uygun dünya görüşü için önemli bir ihtiyaçta gittikçe farklılaşan bir kültürle başa çıkmak için yardım sağlamaktır. Her biri gerçeklikle ilgili iddialarda bulunan türlü türlü dünya görüşüyle karşılaşırız. Bu dünya görüşleri karışımı boyunca bilgelik yoluyla seçim yapmaya zorlanırız. Bu ihtiyaçlar herkesçe ister bilinçli olsun ister bilinçsiz deneyimlenirler. Her birimizin bu ihtiyaçlarımız gidermek için kullandığımız bir dünya görüşümüz vardır. Uygun dünya görüşü bizi hakkımızdaki entelektüel ve felsefi alana yönlendirerek yardımcı olur.
Dünya görüşleri o kadar yaşantımızın bir parçasıdırlar ki farkında olmasak ta onları her gün görür ya da duyarız. Örneğin, filmler, televizyon, müzik dergiler, gazeteler, hükümet, eğitim, bilim, sanat, ve bütün diğer kültür öğeleri dünya görüşlerinden etkilenmişlerdir. Eğer önemlerini görmezden gelirsek bu bizim zararımıza olur.
Dünya Görüşlerini Sınamak
Bir dünya görüşü bazı sınavları geçmelidir. İlkin rasyonel (akılcı) olmalıdır. Bizden çelişkili şeylere inanmamızı beklememelidir. İkinci olarak delillerle desteklenmelidir. Gözlemlediklerimizle tutarlı olmalıdır. Üçüncü olarak, gerçekliğin tatmin edici kapsayıcı bir açıklamasını vermelidir. Dördüncü olarak, yaşamak için tatmin edici bir temel sağlamalıdır. Bizi bu dünyada hayatımızı sürdürebilmek için başka dünya görüşlerinden öğeler almak zorunda hissettirmemelidir.
Bütün Dünya Görüşlerinde Bulunan Öğeler
Dünya görüşlerini bu sınavlardan geçirmenin yanı sıra dünya görüşlerinin ortak öğeleri bulunduğunu da farketmeliyiz. Bu öğeler bellidir. Bunları kendi dünya görüşünüzü oluştururken ya da başkalarıyla paylaşırken aklınızda bulundurmanız önemlidir. Bunlardan 4 tane vardır:
İlk olarak, birşeyler vardır. Bu çok açık görünebilir ama reddedecek birileri çıkacağından bu gerçekten de dünya görüşü inşasının önemli bir temel parçasıdır. Ama inkar edilmesi kendi kendini çürütür çünkü herkes neden ve sonuç ilişkisini yaşar. Evren rasyoneldir, öngörülebilir.
İkinci olarak, her insanın mutlakları vardır. Yine birçokları bunu reddetmeye çalışacaklardır ama onu reddetmek aynı zamanda ileri sürmektir. Her birimiz sonsuz (en üst) bir referans noktası ararız. Bazıları için bu Tanrıdır; diğerleri için bu devlet ya da aşk veya iktidar ve bazıları için de bu referans noktası kendileri ya da insandır.
Üçüncü olarak, iki çelişik ifadenin ikisi de doğru olamaz. Bu sürekli reddedilen temel bir mantık yasasıdır. İdeal olarak konuşursak yanlızca tek bir dünya görüşü gerçekliği doğru biçimde yansıtabilir. Önde gelen, hoşgörünün (tolerans) nihai fazilet olduğu görüşü ışığı altında bunu fazla vurgulamak mümkün değildir. Birinin hatalı olduğunu söylemek hoşgörüsüzlük ya da dar kafalılık olarak damgalanmaktadır. Bunun iyi bir örneğini insanlar bütün dinlerin aynı olduğunu söylediklerinde duyarız. Örneğin bu Hinduların Tanrı, İsa, kurtuluş, cennet, cehennem ve bir dizi diğer öğretiş konusunda Hristiyanlarla hemfikir oldukları anlamına gelir. Bu saçmalıktır.
Dördüncü olarak, herkes inanca sahiptir. Herbirimiz mutlaka kanıt olmaksızın bazı şeylerin doğru olduğunu varsayarız. Bunlar bir inancın temellendiği çıkarımlar ya da varsayımlardır. Bu, örneğin, yanlızca bilim adamının tam olarak yansız olacağını öne süren biriyle karşılaştığımızda önemlidir. Bazı sık rastlanılan varsayımlar şöyledir: kişisel bir Tanrı vardır; insan organik olmayan maddeden evrilmiştir; insan özünde iyidir; gerçeklik maddidir.
Karşıt dünya görüşüne sahip insanlarla diyalog kurduğumuzda bu ortak öğeleri anlamamız daha sabırlı dinlememize ve düşüncelerimiz daha akıllıca ifade etmemize yardımcı olabilir.
Altı Dünya Görüşü Sorusu
Hiç Hristiyan olmayan bir arkadaşınızın düşüncesine ulaşmada yollar bulmakta zorlandığınız oldu mu? Aşağıdaki soruların yardımcı olacağına eminiz. Ve ayrıca inanıyoruz ki bunlar sizin de dünya görüşü konusu üzerine düşünmenizi teşvik edecektir.
Bu soruları çeşitli Hristiyan olmayan yanıtlarla birlikte cevaplaycağız. Hristiyan yanıtları bu makalenin ilerleyen bölümlerinde ele alınacak.
İlk olarak, Neden hiçlik değil de bir şeyler vardır? Aslında, kimileri şeylerin hiçlikten geldiğini söyleyebilir. Diğerleriyse bazı şeylerin kişilik dışı ruh ya da enerji nedeniyle var olduğunu söyleyebilirler. Ve birçokları maddenin ebedi olduğuna inanır.
İkinci olarak, İnsan doğasını nasıl açıklarsınız? Sık sık insanlar ne iyi ne de kötü olan boş birer beyaz sayfa olarak doğduğumuzu söyleyeceklerdir . Bir diğer popüler yanıtta iyi doğduğumuz ama bizi tersi şekilde davranmaya toplumun ittiğidir.
Üçüncü olarak, Bir insan öldüğünde ne olur? Birçokları yine birinin ölümünün tıpkı maddenin çözülmesi gibi olduğunu söyleyeceklerdir. Kültürümüzde artan oranlarda insanlar ölümün reenkarnasyon ya da birliğin gerçeklenmesine yol açtığını söylemektedirler.
Dördüncü olarak, Neyin doğru ve yanlış olduğunu nasıl belirlersiniz? Çoğu kez etiğin göreceli ya da durumsal olduğunun söylendiğini duyarız. Diğerleriyse tamamiyle belirlenmiş olmamızdan dolayı seçim özgürlüğümüz olmadığını iddia ederler. Kimileri basitçe, “olmalı”yı “olan”dan çıkarırlar. Tabii ki tarih bize “güçlü doğruyu belirler” yanıtının trajik sonuçlarını göstermiştir.
Beşinci olarak, Bildiğinizi nasıl biliyorsunuz? Bazıları aklın bilgi kaynağımızın merkezi olduğunu söylerler. Şeyler yanlızca usavurma yoluyla bilinebilir. Diğerleriyse bilginin yanlızca duyularda bulunduğunu iddia ederler. Bizler sadece algılananları biliriz.
Altıncı olarak, Tarihin anlamı nedir? Bir yanıt tarihin mekanistik bir evrenin bir parçası olarak belirlenmiş olduğudur. Bir diğer yanıtsa tarihin neden ve sonuçla birbirine bağlı ama amaçtan yoksun bir doğrusal olaylar akışı olduğudur Yine diğer bir yanıtta tarihin anlamsız olduğu çünkü yaşamın absürd olduğudur. (5)
Dikkatli Hristiyan yukarıdaki yanıtların inançlarına aykırı olduğunu hemen farkedecektir. Bunlar kesin kimi yerde de irkiltici farklardır. Dünya görüşleri çarpışma halindedir. Bu nedenle çelişmenin ana sebebi olan dünya görüşleri hakkında az da olsa birşeyler bilmemiz gerekir. Ve kesinlikle de Hristiyan bir dünya görüşü ifade edebilmek için yeterli olmalıyız.
Dünya Görüşlerinden Örnekler
Kusursuz kitabı The Universe Next Door’da James Sire, bugün ve geçmişten en önemi dünya görüşlerinin bir kataloğunu yapar. Bunlar, Hristiyan Teizmi, Deizm, Doğacılık (Natüralizm), Nihilizm (Hiççilik), Varoluşçuluk, Doğu Panteizmi ve Yeni Çağ (New Age) ya da Yeni Bilinçtir. (New Consciousness) (6)
18’nci yüzyıl boyunca önde gelen bir dünya görüşü olan deizm neredeyse tamamiyle gözden kaybolmuştur. Deist Tanrıya inanır ama bu Tanrı evreni yaratmış sonra terk etmiştir.
Daha yeni bir dünya görüşü olan Nihilizm birçok genç insan ve bazı entellektüeller arasında yaygındır. Nihistler gerçeklikte değerli hiçbir şey görmezler, yaşam absürttür.
Varoluşçuluk yaygındır ve sık sık hatta bunun farkında olmayan bazı Hristiyanlar’da bile görülür. Varoluşçu Nihilist gibi yaşamı absürt görür ama ona göre insan bu absürtlük karşısında kendisini yapmak için tamamen özgürdür.
Hristiyan Teizmi, Doğacılık ve Yeni Çağ Panteizmi bugün Amerika’daki en güçlü dünya görüşleridir. Şimdi bunları tek tek inceleyeceğiz.
Hristiyan Teizmi
Gelin daha önce sorduğumuz 6 soruya geri dönelim ve kısaca Hristiyan Teist’in nasıl yanıtlayacağını görelim.
Soru: Neden hiçlik değil de birşeyler vardır?
Yanıt: Evreni hiçlikten yaratan sonsuz-kişisel Tanrı vardır.
Soru: İnsan doğasını nasıl açıklarsınız?
Yanıt: İnsan başlangıçta Tanrı’nın benzerliğinde iyi olarak yaratılmıştı ama günah işlemeyi seçti ve böylelikle de bütün insanlığa “günahlı doğa”yı geçirdi. Bu nedenle insana yaratıcısı tarafından değer bahşedilmiştir ama olumsuz davranışı onun doğasıyla uyum içindedir.
Soru: Bir insana öldüğünde ne olur?
Yanıt: Ölüm ya Tanrıyla yaşama ya da ondan sonsuza kadar ayrılığa bir geçittir. Gidilecek yer bizim Tanrı’nın günahlılığımıza karşın koyduğu koşullara verdiğimiz karşılığa bağlıdır.
Soru: Neyin doğru ya da yanlış olduğunu nasıl belirlersiniz?
Yanıt: Davranışlar için rehber Tanrı tarafından vahyedilmiştir.
Soru: Bildiğinizi nasıl bilirsiniz?
Yanıt: Akıl ve deneyim meşru öğretmenler olabilirler ama aşkın bir kaynak zorunludur. Bazı şeyleri yanlızca bize Kutsal Kitap yoluyla Tanrı tarafından söylenmiş olması sayesinde bilebiliriz.
Soru: Tarihin anlamı nedir?
Yanıt: Tarih, Tanrı’nın insanlar için niyetinin gerçekleşmesine doğru ilerleyen doğrusal ve anlamlı bir olaylar dizisidir.
Hristiyan Teizmi’nin Batı kültüründe uzun bir tarihi vardır. Bu Batı kültüründe yaşamış bütün bireyler Hristiyandı anlamına gelmez. Bu dünya görüşü baskındı, en etkili olan oydu demektir. Hatta Hristiyan olmayanlar için bile bu bir gerçekti. Ama artık bu geçerli değildir. Batı kültürü Doğacılık adı verilen görüş doğrultusunda bir değişim geçirmiştir.
Doğacılık
Her ne kadar çeşitli biçimlerinde Doğacılık, çok eskiye dayanıyor olsa da biz terimi Batı kültüründe görece küçük bir zaman diliminde etkili olmuş bir dünya görüşüne atfen kullanacağız. Tohumlar 17’nci yüzyılda atılmış 18’nci yüzyıldaysa çiçek vermeye başlamıştır. Çoğumuz Doğacılıkla Marksizm ya da Seküler Humanizm adı verilen görüşler aracılığıyla karşılaşmışızdır.
Bu dünya göürüşünün temel öğretileri nelerdir? İlkin, Tanrı konumuzun dışındadır. Bu öğretiş Doğacılık terimini daha iyi anlamamıza yardımcı olur; bu doğaüstücülüğe dayanan Hristiyan Teizmi’yle doğrudan karşıtlık içindedir. İkincisi, ilerleme ve evrimsel değişim kaçınılmazdır. Üçüncüsü, insan özerk, kendi (ben) merkezlidir ve kendi kendini kurtaracaktır. Dördüncüsü, eğitim yaşam rehberidir; akıl ve özgürlük bütün insani kapasitenin kullanılabilmesini garanti eder. Beşincisi, bilim hem bilgi hem de ahlak için nihai kaynaktır. Bu öğretişler yaşamlarımızın içine işlemişlerdir. Örneğin medya, hükümet ya da eğitimde rahatlıkla görülebilirler. Etkilerine karşılık sürekli uyanık olmamız gerekir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Post Modernizm” Doğacılığın inanılırlığının yerini almaya başladı. Onunla beraber gerçeğin hiçbir anlamda varolmadığı sonucu geldi. Bu belki de kültürel etkide bulunacak bir sonraki büyük dünya görüşü ya da anti dünya görüşüdür. Bugün birçok üniversite kampüsümüzde büyük rağbet görmektedir. Ancak aynı zamanda geçtiğimiz onyıllar önümüze Batılı elbisesi giyinmiş başka bir kadim dünya görüşünü getirmiştir.
Yeni Çağ Panteizmi
Çeşitli Panteizm biçimleri Doğu kültürlerinde binlerce yıl boyunca önemli yer tutmuşlardır. Ama bizim kültürümüze etkide bulunmaları 1950’lerden itibaren başlamıştır. O zamandan önce de öğretişlerini pazarlamak için çeşitli girişimlerde bulunulmuştur ama bu girişimler o yıllara kadar o denli ilgi görmemiştir. Bugünse artık Yeni Çağ Hareketi adı verilen şeyde rahatlıkla gözlemlenebilmektedir.
Bu dünya görüşünün temel öğretişleri nelerdir? Birincisi, herşey birdir. İnsanlar, hayvanlar ya da yaratılışın geri kalanı arasında nihai bir ayrım yoktur. İkincisi, herşey bir olduğuna göre herşey tanrıdır. Bütün yaşamda tanrısallıktan bir parça vardır. Üçüncüsü, eğer herşey bir ve herşey tanrıysa o zaman her birimiz de tanrılarızdır. Dördüncüsü, insanlar bilinçlerinde bir değişiklikle kendi tanrılıklarını keşfetmelidirler. Kollektif bir metafizik unutkanlık hastalığına yakalanmışızdır. Beşincisi, insanlar “kötü karma”yı tamamlamak için belirsiz doğum, ölüm ve reenkarnasyon devirleri boyunca yolculuk ederler. Altıncısı, Yeni Çağ müritleri siyah ve beyaz kavramlarıyla değil ama gri kavramıyla düşünürler. Bu nedenle iki çelişen ifadenin her ikisinin de doğru olabileceğine inanırlar.
Günümüzde bu öğretişler, popüler seviyede kitaplar, dergiler, televizyon ve filmler gibi çeşitli medyalar aracılığıyla ileri sürülürler. Muhtemelen en görünür öğretmen Shirley MacLaine’dir. Ama bu inançlar artan oranlarda tıp, psikoloji, sosyoloji ya da eğitim gibi alanlardaki entellektüeller arasında da bulunur.
Sonuç
Dünya görüşleri konusunu kısaca inceledik. Gelin bu makalenin başlangıcında onayladığımız tanıma geri dönelim: “Dünya görüşü takipçilerini dünya içerisinde yönlendiren dünyanın bir modelini sağlar” Eğer dünya modeliniz, Hristiyan Teizmi’nde olduğu gibi sonsuz-kişisel bir Tanrı’yı içeriyorsa bu inanç yaşamınız için bir rehber sağlamalıdır. Eğer modelimiz, Doğacılık’ta olduğu gibi Tanrı’yı inkar ediyorsa yine böyle bir inanış da rehber vazifesi görür. Ye da eğer modeliniz, Yeni Çağ Panteizmi’nde olduğu gibi sizin tanrı olduğunuzu ileri sürüyorsa yine o zaman yaşamınız böyle bir anlayışla yönetilir. Bu örnekler bize, bizi sürekli bu tip ve daha bir çok fikirle ilişkiye sokan bir kültürde yaşıyor olduğumuz hatırlatmalıdır. Bunların hepsi aynı anda doğru olamaz.
Bu nedenle bazılarımız daha önce olduğumuzdan daha derin düşünme ihtiyacıyla karşılaşabilir. Bazılarımız Hristiyan Teizmi dünya görüşüne aykırı olan bu şeyleri yaşamından çıkarma ihtiyacı duyabilir. Bazılarımız düşüncelerimizin gündelik yaşamla birlik içinde olması gerekliliğini daha iyi anlamaya ihtiyaç duyabilir. Bazılarımız, iyi bir yaşam, umut ve anlamın yalnızca Tanrı’nın yanıtları sayesinde bulunabileceğini daha iyi anlamak ihtiyacı duyabilir. Bazılarımız Tanrı’nın fikirlerinin düşüncelerimizi daha eksiksiz biçimde yönetmesine izin verme ihtiyacını ve bazılarımızsa Tanrı’nın hareketlerimize tam olarak rehberlik etmesi ihtiyacını duyabilir.
Tartışmamız ışığında, Pavlus’un antik Kolose’deki İnanlılara tembihi daha güncel ya da yardımcı olamazdı. Şöyle yazmıştı:
“Dikkatli olun! Mesih’e değil de, insanların geleneğine, dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefeyle, boş ve aldatıcı sözlerle kimse sizi tutsak etmesin” (Kol. 2:8)
19.1.2004
x
Dünya Görüşlerine Giriş – 2.Bölüm
Rick Wade
Giriş
Eski Probe çalışanı Jerry Solomon birkaç yıl kadar önce dünya görüşleri konusu üzerine temel bir giriş yapıp 3 büyük dünya görüşünün; Hristiyan Teizmi, Doğacılık ve Yeni Çağ Panteizmi’ni özetlediği bir makale yazmıştı.(1) Biz bu makalemiz de 4 dünya görüşüne daha göz atacağız: Deizm, Nihilizm,Varoluşçuluk ve Postmodernizm. Makalelerimizde bu felsefelere sık sık gönderimde bulunuyoruz bu nedenle referans olarak kısa bir tanımda bulunmak faydalı gözüküyor. (2)
Dünyagörüşleri- Bazı Temeller
Dünya Görüşü nedir? 19’ncu yüzyıl kilise tarihçisi James Orr dünya görüşü için “ [o] şeyleri bütün olarak kavrayabilmek için bir felsefe ya da teolojinin bakış açısından aklın üzerine alabileceği en geniş görüşü belirtir” demiştir. (3) Gelişmiş bir dünya görüşü, diğerlerinin yanında, köken, amaç ve yazgı ya da bazılarının dediği gibi “neden, nereden ve nereye” sorularına yanıt verir. (4)
Ancak kimileri de böyle bir Hristiyanlık görüşünün çok entelektüel ya da içrek (ezoterik) olduğunu veyahut da Hristiyanlığın doğası itibariyle herhangi bir felsefi fikirler grubu içerisine sokulmaya uygun olmadığını söyleyeceklerdir. Hristiyanlığın, onu gerçek hayattan çok uzak gösterecek fazlasıyla felsefi bir resminin sunulabileceği doğrudur. Ama bu yine de bilişsel öğenin değerini azaltır mı? Elçi Pavlus’un inancın rasyonel yönünü hasaba katmakla hiçbir sorunu olmadığını hatırlayın. Yaşanabilmesi için bir Hristiyanlık bilgisine sahip olunmalıdır. Efs. 1:17,18’i okuyun. (5) Koloseliler’de Pavlus’un o günkü felsefeyi reddetmeleri için okurlarına nasıl entelektüel temeller verdiğine dikkat edin. (1:9)
Hristiyanlığı dünya görüşü yoluyla düşünmek için birkaç sebep vardır. Kilise tarihçisi James Orr 100 yıldan fazla bir zaman önce böyle bir bakış açısını ilk olarak Hristiyanlığın, aralarından açık büfe tarzı seçimler yapabileceğimiz birbirleriyle bağlantılı sayısız inançlar içerir görülmesi nedeniyle gerekli gördü. Şöyle demiştir: “ Bütün kalbiyle İsa’ya Tanrı’nın Oğlu olarak iman etmiş olan kişi böylelikle bununla birlikte çok daha fazlasına da bağlılık bildirmiştir. O, yanlızca Hristiyanlıkta bulunan, bir Tanrı görüşüne, bir insan görüşüne bir günah görüşüne, bir Kurtuluş görüşüne, yaratış ve tarihte bir Tanrı amacı görüşüne, bağlılığını bildirmiştir. Bu, tamamiyle felsefi ya da bilimsel bakış açılarından oluşturulmuş kuramlarla belirgin bir zıtlık içerisinde olan bir ‘Weltanschauung’ ya da ‘Hristiyan dünya görüşü’ oluşturur.” (6) Bu nedenle Hristiyanlık doğası itibariyle bir dünya görüşü oluşturur.
İkinci olarak, Orr der ki Hristiyanlık bir bütün olarak saldırı altında olduğuna göre yine bir bütün olarak savunulmalıdır; yalnızca bireysel öğretişler olarak değil ama bütün bir doğaüstü vahyedilmiş din kavramı olarak. “Hristiyanlığın karşılamak zorunda olduğu karşı çıkış” der Orr “artık belirli öğretişler ya da yaratış ve jeoloji arasındaki ilişki örneğindeki gibi doğa bilimleriyle sözde çelişki noktalarıyla sınırlı değildir, ancak bütün bir dünya ve içerindeki insanı tasavvur ediş şeklimize, doğal ya da ahlaki olsun bütün parçasını oluşturduğumuz şeyleri, tasavvur ediş şeklimize kadar uzanır.” (7)
Dünya Görüşlerini Değerlendirmek
Bir dünya görüşünü hangi kıstaslara göre değerlendirmeliyiz? Gerçekliğin doğru bir tanımının rasyonel olması, kanıtlarca desteklenmesi, bütün gerçeklik için en geniş açıklamayı sunması ve insan deneyimiyle uyum içinde olmasını beklemeye hakkımız vardır. Rasyonel doğasıyla ilgili olarak hem kendisiyle çelişki içinde olmamalı hem de bir sistem olarak tutarlı olmalıdır. Kanıtla ilgili olarak, yalnızca doğa ve tarihi olgularla tutarlı ve onları açıklıyor değil ama aynı zamanda tarihteki özel olaylarla ilgili açıklama da sunabilmelidir. (Burada özellikle yaşam, ölüm ve dirilişini kapsar biçimde İsa’nın kişiliğini ve yaptıklarını düşünüyorum). Bir dünya görüşü çevremizde ve kendimizde gördüklerimizi açıklama yeteneği ölçüsünde “Neden?” sorusunu yanıtlar. İnsani deneyim üzerine hem kendilerimiz hakkında bildiklerimizi açıklamalı hem de en derin özlem ve amaçlarımızı yanıtlamalıdır.
Daha da ötesi, mucizeler ya da peygamberlikler gibi doğaüstü öğeler karşısında şaşkınlığa düşmemeli ve bu tür raporların mümkün olduğu kadar araştırmayla doğrulanmasına çabalamalıyız.
Son olarak başka biçimde bilinemiyecek ifşa edilmiş herhangi bir gerçek, her ne kadar kendi başımıza bilebileceklerimizi aşıyor olsa da ve anlaşılması güç de olsa, insani deneyimin sınırları içerisinde bildiklerimizle nihai olarak çelişmemelidir.
Gelin şimdi dört dünya görüşümüzün üzerinde düşünmeye geçelim.
Deizm – Tarihsel Arkaplan
17 ve 18’nci yüzyılları kapsayan Aydınlanma adı verilen dönem Batı insanının dünya görüşünde önemli değişikliklere sahne oldu. Rönesansta sanatlar ve bilimlerde büyük buluşlara yol açan bilginin çiçeklenmesi insanın değerini yükselten bir bakış açısının oluşmasına neden oldu. Hristiyan kilisesinde bile “Hristiyan Hümanizmi” adı verilen bir şey gelişti. Her ne kadar takip eden Aydınlanma döneminde “Hristiyan” kısmı kaybolmaya ve insan gerçek olan herşey üzerine nihai otorite olarak yalnız bırakılmaya başlanmış olsa da. Ama bu değşim bir gecede olmadı. Tanrı’nın hala tanındığı ama bazılarına göre onun yaratımıyla bir zamanlar olan temasını artık yitirdiğine inanılan bir zaman vardı. Gökyüzüne itilip orayla sınırlandırılmıştı. Tanrı’nın dünya üzerindeki lütufkar ilgisi nosyonları yok olmuşlardı. Böylelikle deizm; dört dünya görüşümüzden ilki doğmuş oldu.
Bu dönüşümde birkaç etken rol oynadı. Birisi; bilimin, özellikle de dünyanın rasyonel düzenli bir açıklamasını sağlayarak gizemli doğaüstü yönleri ortadan kaldırdığı öne sürülen Newton fiziğinin yayılmasıydı. Bir diğer etkense bir ya da iki yüz yıl önceki insanların örgütlü din üzerine yaklaşımlarına olumsuz etkide bulunan din savaşlarıydı. Son olarak, başka insanlar ve dinleri üzerine Hristiyanlığın evrenselden çok yerel görünmesine neden olan gittikçe artan bir farkındalık söz konusuydı(8). İlahi yasa yerini doğal yasaya bıraktı. Şimdi Tanrı’dan kaynaklanan “vahyedilmiş din” ve doğada keşfedilen “doğal din” vardı. Ve yansız ve evrensel olduğuna inanılan “doğal din” gerçek “vahyedilmiş din” olarak kabul edilebilecek şeyin standartı haline geldi.
Tanımlanışı
Öyleyse Deizm, “Doğal din vahyedilmiş dinde doğru olan herşeyi içerir; sonrakiyle ayrıldığı zamanlarda, farklar ya ahlaken önemsiz ya da batıl inançlardan kaynaklanmaktadır” inancıdır. (9) Doğal dinden yüksekte hiçbirşey yoktur. Akıl Tanrı’yı ve Onun dileğini bilmeye yeterlidir bu nedenle vahye gerek yoktur. Ahlaki açıdan insanın görevi basitçe bütün insanların mutluluğunu aramak olan Tanrı’nın dileğini yerine getirmektir.
Deistler Tanrı inancını nasıl korudular? Bir yazara göre, Newton’cu evren görüşü bir Tanrı talep eder görünür; evrenin çapraşık düzeni akıllı bir tasarlayıcıyı akla getirir. Gerçekte bu Tanrı’nın her zamankinden büyük görünmesine neden olmuştur. Ancak, Tanrı insan ilişkilerinde aktif bir rol almaktan çıkarılmıştı. Aşkınlığı içkinliğinin yok edilmesi pahasına vurgulanmıştı. Aynı zamanda her ne kadar Tanrı doğal yasanın yaratıcısı olsa da, o “insanın hergün karşılaştığı ikincil nedenler dizisinin gerisine çekilmişti” (10) Tanrı insanların sıradan deneyimlerine dahil olabilmek için fazla büyük görülüyordu. Yaşamlarımızın ayrıntıları üzerine Tanrı’nın payı konusunda bir ilgi ve tarihte ilahi bir amaç yoktu. Tanrı bilgisi “dini çağrışımlarının çoğundan temizlendi” (11)
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılışı
Üç büyük etken deizimi Kutsal Kitapsal Hristiyanlıktan ayırır. İlki Tanrı muazzam aşkınlığı nedeniyle gerçek yaşamın işlerinden ayrılmıştır. Sire’ın belirttiği gibi “Tanrı uzak, yabancı, başka bir gezegendendir”(12). Ancak Kutsal Yazılar Tanrı’nın yaratımına dahil olmayı hem doğal düzeni destekleyerek (Ko. 1:17) hem de insanoğluyla ilişki kurarak devam ettiğini öğretir.
İkincisi, deistler insanı yalnızca katı yasalara göre saat gibi işleyen evrenin bir parçası olarak gördüler. İnsan Tanrı’nın yaratımı ve onun benzerliğinde yapılmış olarak kabul edildiğinde bile temelde bir günahkar olarak görünmedi. Kaybolan şeyler, günah ve lütuf ve yargı hakkında Tanrı’yla olan insan etkileşimi draması anlayışıydı. İnsan artık kendi kendisinden sorumluydu. Ancak, gerçekte özgür değildi çünkü doğal neden ve sonuç sistemine hapsolmuştu. (13)
Üçüncüsü, dünya düşmüş olarak değil ama Tanrı’nın onu yaratmış olduğu gibi görüldüğü için doğal düzen iyi ve doğru olanı yansıtıyordu. Pope’un söylemiş olduğu gibi “Bir gerçek açıktır, her ne mevcutsa doğrudur” (14) Ancak bütün deistler bu kadar ileri gitmedi. Etik deistler için çok önemliydi, ahlakı öznel/kişisel alana yönlendirmediler. Ancak hata yapmak doğada gözlemlenebilen soyut bir ahlaki etik ilkeye karşı olduğu kadar Tanrı’ya karşı değildi.
İçsel Zayıflığı
Hernekadar bugün çok az insan deist olma iddasında olsa da deizmin bugün hala inançlarımızda kendini gösteren kimi yönleri vardır. Örneğin kimileri her şeye gücü yeten ama insanların gündelik yaşamlarıyla doğrudan ilgilenmeyen, doğal dünya yoluyla bilinen ama kendisini yetkin bir biçimde ve nihai olarak Kutsal Yazılar’da ya da İsa yoluyla göstermemiş olan bir Tanrı’dan bahsederler.
Ancak deizmin yetersiz konumu onun uzun zamandır ciddi bir dünya görüşü olarak sunulmasına engel olmaktadır. Deistler Tanrı hakkında bilgileri olduğuna inanırlar ama ampirik bilgiyle yani doğa yoluyla edinilen bilgiyle sınırlıdırlar. Eğer yalnızca doğa yoluyla bilgi edinirsek bütün bir resmi göremeyiz ve Tanrı hakkında kesin biçimde o bize söylemediği müddetçe (bu da vahyin kendisidir) bilemeyeceğimiz bazı şeyler vardır. Özel bir vahiyden öğrenilmiş bazı şeyleri varsayıp kaynağını açıklamıyorlarmış gibi görülebilirler.
Bundan dolayı ya Tanrı resmin içinde tutulmalı ve önemi kabul edilmelidir ya da tamamen ortadan kaldırılmalıdır. İkincisi doğacılığın verdiği karşılıktır. Bu dünya görüşü bir önceki makalede açıklandığından bundan sonra nihilizm’e (hiççilik), doğacılıktan yetişmiş bir ruh haline, geçeceğiz.
Nihilizm
Mademki artık Tanrı insani deneyimin sınırına itildi neden artık onu tamamen ortadan kaldırmayalım? Bütün pratik değerini kaybetti, artık ona neden inanalım ki? Böylece doğacılık; bir tek varoluş düzeni yani doğa olduğu, doğaüstü bir düzenin varolmadığı inancı başladı. Bu görüş önceki makalede tartışılmıştı, dolayısıyla burada genişletmeyeceğim.
Tarihsel Arkaplan
Birçoklarına göre doğacılık bir nefes temiz havaydı çünkü artık yanıtları bulmak için dine bakmak gerekmiyordu. Doğacı inançlarıyla modern insan, insanın kendisi için iyi bir yaşam gerçekleştirebilmek olasılıkları konusunda daha iyimser olmaya eğilimliydi. Doğaüstününün sınırlarından kurtulmuş olarak insan kendisinden her ne isterse onu yapmakta özgürdü.
Ancak birçokları bu “özgürlüğün” belirgin faydalarını göremedi. Doğacılık doldurmakta yetersiz kaldığı bir boşluk üretti. Gerçekten de yalnızca evrimsel gelişimin bir başka evresimiyiz? Şuanki gerçeklik bütün varolanmıdır? Evrende sonsuz, aşkın bir değer yokmudur? Ortaya çıkan dünya görüşü (ya da belki de ruh hali demeliyiz) nihilizmdi. Nihlizm gerçekte bir felsefe değildir çünkü dünyanın herhangi bir sistematik kavranışını bize sunmaz. Felsefe olmaktan çok anti felsefedir çünkü temelde bir inkardır; her bir şeydeki gerçek değerin inkarı. Gerçek bir doğru ya da yanlış, güzellik, bilgi, vs yoktur.
Nihilizmle sıkça ilişkilendirilen bir isim de 19’ncu yüzyıl filozofu Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche Tanrı’nın ölmüş olduğuna karar verdikten sonra Tanrı’nın ölümüyle birlikte batılı insanın Tanrı inancına dayanan yüksek değerlerinin de gitmiş olduğunu gördü. O ayrıca bu kaybın gerektirdiği özgürlük kaybının da farkına vardı. Yani sadece evrimin doğal ürünleri, sadece maddi bedenler ve akıllar olmamız gerçek bir özgürlük olmadığı anlamına gelir. Bizler belirlenmiş bir evrenin belirlenmiş parçalarıyızdır.
Nihilizmin yükselişinin bir başka açıklaması toplumsal ve siyasal öğeleri devreye sokar. Bu yüzyıl boyunca birçok insan birçok “izm”leri denedikten sonra hiçbirine güvenilemeyeceğine karar verdi. Böylelikle basit bir faydacılık, işe yararlılığın önemli tek şey olduğu fikrini geliştirdiler. Alman teolog Helmut Thielicke şu yorumda bulundu:
“Faydacılıkla doldurulmuş ve istila edilmiş bir dünyada kaçınılmaz olarak her şeyin “sahte”, en azından üretilmiş bir yalan olup olmadığı ve bu putlar merasiminin en sonunda her zaman yeni bir ideolojiye bürünen ama sonuçta yine de hiçlik olan bir Hiçlik olup olmadığı sorusu ortaya çıkar.”(15)
Tanımlanışı
Thielicke devam eder, “Nihilizm bir program değil bir değer yargısıdır. O akla gelebilecek en azından herhangi bir mantıki dizi içersindeki bütün değer yargılarının sonuncusudur. Ve bu haliyle de bir ölüm yargısıdır. Nihilizmin başka hiçbir istek ya da amacı yoktur; bir çizgi çizip sonunu getirmekten memnundur.”(16)
James Sire, Breath’i, Samuel Beckett’in bir oyununu, tiyatroda nihilizmin başta gelen örneği olarak gösterir. Sahnede aktörler yoktur sadece bir çöp yığını vardır. Sahne ışığı azalır sonra artar sonra tekrar azalır. “Sözler yoktur sadece oyunu açan “kaydedilmiş” bir çığlık bir nefes alımı, nefes verimi ve sonra oyunu kapatan ilkiyle aynı bir “kaydedilmiş” çığlık. Beckett için yaşam böyle bir “nefes”tir. (17)
Öyleyse Nihilizm bir kayıp felsefesidir, moda bir dünya görüşü olarak onunla oynayanlar ya onu anlamıyorlardır ya da anlamaya çalışmamışlardır. Bir yazarın söylediği gibi “Nietzsche kolay yoldan ateizmin yerine acı veren ateizmi koymuştur” (18)
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılması
Nihilizm açık bir biçimde Hristiyan öğretişiyle uyumsuzluk içerisindedir. Tanrı ölmemiştir ve onun doğa ve istenci bizleri aşan değer ve anlam için bir yapı sağlar. Tanrı dünyada etken ve Planlarını gerçekleştirmek için çalışıyor olduğu için umutlanmak için gerçek bir temel vardır.
İçsel Zayıflığı
Nihilizmin aynı zamanda kendi içsel zayıflıkları vardır. Temelde doğacı olduğu için doğacılığın zayıflıklarını taşır. Bizi herhangi bir gerçek özgürlükten mahrum kılar çünkü doğal düzenin ya katı bir nedensel temelde ya da tesadüf yoluyla (ya da ikisi birden) işlediğine inanılır. Ama yine de Nihilistle, tıpkı başka herkes gibi sanki dikkate değer bir özgürlükleri varmış gibi hareket ederler. Bizler gündelik olarak doğru seçimler yapmak ve eğer yapmazsak sonuçlarına katlanmak sorumluluğuyla karşı karşıya geliriz. Aynı zamandaysa nihilistlerin katı doğacılığı bilgi iddalarını şüpheli hale getirir. Eğer beyinlerimizdeki kimyasallar ve elektrik devreleri basitçe fiziksel neden ve sonuç yasalarını takip ediyorlarsa neden düşüncelerimizin bizlerin dışında herhangi bir gerçekliği yansıttığını yanlızca beyin hücrelerimizin gelişi güzel faaliyetinin bir parçası olmadıklarını düşünelim. Son olarak ahlak, sadece bir “varolan olması gerekendir” sorunu olamaz öyle olsa reforma yer kalmazdı. Başka bir insan ya da kültürün sadece daha çok işe yarayacağı için değil doğru olduğu için bir şeyler yapması gerektiği suçlaması gayri meşru olurdu. Bu nedenle nihilizm varlığımız, bilgimiz ve ahlakımızla iligili olarak bizleri boş bırakır. Bütün bunlarla birlikte anlam kaybı da gerçekleşir.
Ama bu nihilistin zaten bildiklerini söylemektir! Samimi nihilistler bu dünya görüşünü modaya uymak için edinmemişlerdir. Sözleriyle yalnızca basitçe dünyayı gördükleri şekli yansıtmaktadırlar ve buna kederlenirler.
Nihilizme nasıl yanıt verebiliriz? Nihilistlerin sergiledikleri varoluşsal tutarsızlıklara işaret ederek işe başlayabiliriz. Örneğin her ne kadar hiçbirşeyin anlamı olmadığını söyleseler de çeşitli işlere verdikleri zaman ve çabayla onların düşündüklerinin anlamlı olduğunu ima ederler. Nihilist sanat, örneğin Dada, bir şeyler söylemeye çalışır; bir anlama sahip olma iddasındadır. Eğer bir anlama gelmezse nihilizmin açıklamak istediği dünya imajını iletemez. İkincisi, bütün anlamsızlık iddaları dünyanın hali üzerine olmak zorundadır. Ama eğer bilgi yoksa, nihilistler dünyanın nasıl olduğunu bilemezler. Üçüncüsü o, basitçe bu anlam, değer ve huzur üç örneği olmak üzere varlığımızın gereksindiği her şeyi yadsır.
Çok az insan tamamen nihilistik bir dünya görüşüyle yaşayabilir. En taviz vermez sinikler [alaycı] kendilerini, -ne kadar küçük olsa da- veya yaşamın anlamsızlığını haykırıyor da olsa anlamlı olduğunu düşündükleri bir şeye adarlar. Anlam ve değer kaybının umutsuzluğunun hissedilmesi gerçekten böyle şeylerin istenir olduklarını ima eder. Nihilistler ne yapabilirler? Yaşamlarına son verebilir böylelikle böyle saçma bir dünyaya tahammül etmekten kurtulurlar. Yaşamlarını değerden yoksun felsefeleriyle, yaşamlarını ayrı tutmak yoluyla sürdürmeyi başarabilirler. Ye da yaşama değer ve anlam veren bir şeyler arayabilirler. Varoluşçulukta saçma bir evrende anlam arayan bir dünya görüşü buluruz.
Varoluşçuluk
Varoluşçuluk temelde seçimlerimizin kim olduğumuzu belirlediğini savunan bir dünya görüşü ya da gerçekte bir dünya görüşleri koleksiyonudur. Kendi anlam ve değerimizi yaratırız. “Varoluş özü önceler” diye söylenir. Yaptıklarımız, yaptığımız seçimler, özümüzü belirler. Böylece varoluşçular anlamsız bir dünyada kendi anlamlarını yaratmak peşindedirler.
(Burada theistik ve ateistik varoluşçuluk biçimlerinin bulunduğunu not etmeliyim. Burada biz sadece ateistik türevini hesaba katacağız)
Tarihsel Arkaplan
Varoluşçuluk hem felsefi hem de deneyimsel köklere sahiptir. Felsefeyle ilgili olarak doğacılık insanı Tanrısız, modernist düşünce tarafından onaylanan kökten bireycilik ve özerklik ise bireyleri yapa yanlız bırakmıştır. Yaşam deneyimleriyle ilgili olaraksa teknoloji bizleri sadece makinenin herhangi bir parçası haline getirmiştir; Ye verimli ol ya da yoldan çekil modernist bir yaklaşımdı. İlave olarak teknolojinin doğa kirliliği ve atom bombası gibi bazı yan ürünleri yaşamı daha riskli hale getirmişti. Ve sonra Avrupalı’ların kapılarının önünde gerçekleşen iki korkunç dünya savaşı geldi. Sonuç insanın tamamen yalnız ve tehlikede olduğu düşüncesiydi. Bu etkenler bir umutsuzluk felsefesi için sahneyi hazırladı.
Tanımlanışı
Umutsuzluk varoluşçuluğun temellerinde vardır. “Bölünmüş bir dünya”, “belirsiz dünya” “altüst olmuş” içine “atılmış” ve “lanetlenmiş” ama yine de “çoşkulu” ve “özgür” olduğumuz kayıtsız ya da hatta “saçma” gözüken bir dünyada yaşıyor olduğumuz söylenir.” (19) Varoluşçular akıl, ulus ya da gelenekten gelen çözümleri kabul etmeyi reddederler. Para, fiziksel zevk, şöhret gibi alışılageldik mutluluk yollarının insanların ümidini kırdığını görmüşlerdir. Tabii ki ateist varoluşçular Tanrıya bakmayı reddederler. Tanrı yalnızca felsefe salonlarında değil ama aynı zamanda kentin sokaklarında da ölmüştür ve insan kendi başına kalmıştır.
Gerçek sorun, onlara göre, insanları gerçek mutluluktan ayıran insanlık durumunun hatalı anlaşılmasıdır. Bizi bir zerre kadar umursamayan devasa ve korkutucu bir evrende yalnızızdır. Bu farkına varış, bir yanda bir ürperti diğer taraftansa eksiksiz özgürlükten kaynaklanan neşenin birbirlerini karşılıklı etkilemesiyle bir keder yaratır. Neden varolduğumuzu ya da kaderimizin ne olduğunu bilmeyiz; ne nereden geldiğimiz bize söylenmiş ya da herhangi bir şeyin değeri verilmiştir. Bunun kararını vermek tamamiyle bize (bana) bağlıdır. Her ne kadar evrenin benim fikir ve arzularıma uyup uymayacağına güvenemeyecek olsam da bir şeyler yapmam gerekir, bir faaliyette bulunmalıyım. Kendimden herne yapabiliyorsam onu yapmaya mahkumumdur. Ve özgün olabilmek için kendime ve hepsinin ötesinde kendi seçtiğim değerlerime sadık olmalıyım.
Varoluşçuluk, öyleyse, her şeyden önce bir değer teorisidir. İnsanlık durumuna ve iyi bir yaşamı neyin oluşturduğuna odaklanır. Bu onu, insanlık dışı bir dünyada yaşayan insanın acınacak haline duyarlı birçokları için popüler kılmıştır.
Varoluşçuluk bu ülkede çok çekici olduğunu 60’larda kanıtlamıştır. O bireylere adet ve gelenekleri bir kenar atıp kendi kurallarını yapmak “özgürlüğü” vermiştir. Onun izlerini bizlerin, bireysel olarak, kendi yaşamlarımız söz konusu olduğunda değer için nihai otorite olduğumuz şeklindeki yaygın nosyonda ya da deneyimi akla yeğleyişimizde ya da “anı yaşa!” yaklaşımımızda görürüz.
Kendi yaşamını belirlemek için geleneksel ahlaka sırtını dönmek Pleasentville filminde; bir siyah beyaz tv dizisi olan Pleasantville ‘in dünyasına naklolan 2 genç insanın hikayesinde gözlemlenebilir. Kahramanların yaşamları yalnızca cinselliklerini ifade etmeye başladıklarında renklenmeye başlar. Kız sonunda kendini akademinin sağlıklı alanında bulur ama bu onun yalnız yaptığı bir seçimdir; o kendi varoluşunun sorumluluğundadır.
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırma
Ateist varoluşçulukla Hristiyanlık arası zıtlıklar çok açıktır. Kutsal Kitap bizlerin nereden geldiğimizi bildiğimizi; evrenin herhangi bir devasa çöplük değil ama gerçek ve yaşayan Tanrı’nın bizlerin de birer parçası olduğumuz planlarını uyguladığı bir ortam olduğunu öğretir. Gerçek, ahlak ve değerler için bizlerin ötesinde duran bir kaynağımız vardır. Nereye gittiğimizi biliriz. (ya da bilebiliriz) Öte yandan her ne kadar kayda değer oranda özgürlüğümüz olsa da kendimizi istediğimiz şey yapacak mutlak özgürlüğe sahip değilizdir. Ne de tamamen yalnızızdır; zengin ve anlamlı yaşamlar deneyimlemek için Tanrı’nın kaynaklarına sahibizdir.
Yaşamdaki tehlikelere işaret ederek olumsuz durumumuzu dikkate almada ve görünüşte saçma bir dünyada sağlam durmak için azimli olmada yanlış bir şey yoktur. Sorunlar tamamen yalnız olduğumuz ve yaşamlarımızın yükünün tamamen sırtımızda olduğuna inanmakla başlar. Tanrı bugün ve gelecekteki yaşamlarımızın yükünü üzerine almıştır. Tek başımıza değiliz.
İçsel zayıflığı
Varoluşçulukta da içsel sorunlar vardır. Örneğin eğer varoluşçuların söyledikleri durumdaysak neden kaygılanmamız gerektiği merak edilebilir. Neden kendi varoluşumuzu yaratırken özgün olmak ya da iyi niyetle hareket etmek için tasalanmalı ki? Can sıkıntısı için neden canımız sıkılsın? Neden sadece yiyip içip neşelenilmesin? Değer ölçütleriye ilgili olarak nasıl herkesin kabul etmesi gereken bazı değerler, iyi ve kötü, güzellik ve çirkinlik için evrensel ölçütler olduğu nosyonunda nasıl kaçınılabilir? Bazı şeylerin saklanmaya değer bazılarınınsa çabalamaya değmez olduğuna inanmaktan vazgeçemeyiz.
Varoluşçulukta eylemleri yargılamak için ya da basit bir olumlamadan: “Bunu ben seçtim”in ötesinde yaşamdaki önemli kararlar için bir temel yoktur.
Bu kadarı yeterli mi?
Postmodernism
Şu ana kadar tartışılan dünya görüşlerini belirli bir mesafeden ele almak bizler için kolaydır.
Muhtemelen bu makaleyi okuyanlardan çok azı, deist, nihilist ya da hatta varoluşçudur. Bunlar birçoğumuzca denenmiş ve unutulmuş dünya görüşleri dolabına güvenli bir biçimde tıkılabilirler. (her ne kadar birçoğumuz kendi düşünüşümüzde bunların bir ya da bir kaç öğesini bulabilecek olsa da) Durum postmodernizmle; inceleyeceğimiz son dünya görüşüyle ilgili olarak tamamiyle farklıdır çünkü o yüzyıl sonu batılı insanoğlu düşüncesinin temel ruh halini tanımlar. Hepimiz farkında olsak da olmasak da postmodernizm denizine batmışızdır ve onun varsayımları düşüncemizde o kadar derine kök salmıştır ki Hristiyan olanlar bile çoğu zaman postmodern yaklaşımlar sergilerler.
Tanımlanışı
Gerçekten de nedir şu postmodernizm? 1970’lerde Jean François Lyotard, Quebec hükümeti Üniversiteler Konseyi’ne “en yüksek gelişmiş toplumlarda bilgi üzerine bir rapor” sundu. Bu rapor Postmodern Durum: Bilgi Üzerine bir Rapor adıyla yayınlandı.(20) Bu kitap postmodernizmi anlamada ölçüt olabilecek bir metin olarak bizzat başlığında bize bu dünya görüşünün doğası hakkında bir ipucu verir. Postmodernizm gerçekten de bir felsefe değildir çünkü felsefe geleneksel olarak içinde yaşadığımız gerçeği anlayabilmek için kullanılan bir alet olmuştur. Postmodernistler bunun yapılamayacağına inanırlar. Dolayısıyla postmodernizm bir felsefe olmaktan çok bir durum ya da ruh halidir. Kısaca postmodernizm aydınlanma rasyonelizmine karşı bir tepkidir. Ama aynı zamanda, geç 19’ncu yüzyılla geç 20’nci yüzyıl arasında bir zamanda başlayan tarihsel bir zaman devri, bir dönemdir. (21) Bu makalede biz postmodernizme zaman devrinden çok bir ruh hali olarak eğileceğiz.
Tarihsel Arkaplan
“Aydınlanma rasyonelizmi”yle Avrupa’da 17’nci ve 18’nci yüzyılda geliştirilen bilgi ülküsüne atıfta bulunuyoruz. O modernite adını vediğimiz şeyin entelektüel temelini oluşturmuştur. İki konu Aydınlanma’da önemliydi: eleştiri ve iktidar (eleştiri burada sıkı analize gönderimde bulunmaktadır) Amaç, bir yazarın söylediğine göre “insanları mitten, batıl inançtan ve doğanın gizemli güçlerinden büyülenme hallerinden” özgürleştirmekti. (22) Gerçek, vahiy yoluyla değil ama bilimsel araştırma ve akıl yoluyla bulunuyordu. Bilgi artık tutkulardan arınmış, nesnel ve kesin olmalıydı. Her şey artık sayılabilirlik ve yararlılık kurallarına uygunluk göstermeliydi; hesaplanabilir ve işlevsel olmalıydı. Akıl gerçekte bir tek çeşit akla indirgenmişti, matematik ya da bilimsel kesinliğinkine. (23)
Postmodernistler bilgi sayılmaya indirgendiğinde bir şeylerin kaybolduğuna inanırlar.
Aydınlanma rasyonelizmiyle ilgili birkaç sorun vardı. İlk olarak bilim ve ondan kaynaklanan teknoloji gelişimiyle elde edilen yeni bulunmuş bilgi insanların yaşamın önemli sorunlarını hiçbir aşkın yardım olmaksızın çözebileceklerini düşünmelerine yol açtı. Ancak sonradan görüldü ki akıl sahip olduğu düşünülen güce sahip değildi. Bütün öğrenimimiz ve teknolojimizle bugün hala yaşamlarımız üzerinde arzulamış olduğumuz güce sahip değiliz. Bu yüzyıldaki doğal felaketler ve iki Dünya Savaşı gibi büyük savaşlar insanların, bizleri hasta etmiş olan herşeyi basitçe akıl yoluyla düzeltemeyeceğimizi fark etmelerini sağladı.
Bunlar ve bilim tarafından keşfedilen yeni gizemler gibi diğer etkenler neyin gerçek olduğunu gerçekten bilebilme yeteneğimizin altının oyulmasına hizmet etti. Gerçekte, postmodernistler gerçeğin önermelerin dışsal gerçeklikle tekabüliyeti biçimindeki klasik gerçeklik anlayışından yüz çevirirler. Bazı çok etkili postmodernistler şimdilerde faydacılığı, işe yararlığın umut edilebilecek tek şey olduğu inancını desteklerler. Bu, söylemeye cüret edeceğim ki çoğu olmasa da birçok Amerikalının da düşünme biçimidir.
Gerçeklik üzerine bir başka postmodernist nitelik de şudur. Postmodernizm, modernizmin bireysel yaklaşım niteliğini reddiyle uyumlu olarak gerçeğin bireysel aklın işlerinde değil ama toplulukta bulunduğunu savunur. Bir yazarın belirttiği gibi, “Gerçek toplulukta kişisel refah ve topluluğun kişsel refahını kolaylaştıran temel kurallardan oluşur”(24) Düşüncemiz de tıpkı varlığımızın tüm diğer alanları gibi mensubu bulunduğumuz toplulukça biçimlenir. (25) Örneğin, siyaseten ve sosyolojik olarak bu, bireyin daha büyük grubunkine uyum sağlamasının beklendiği anlamına gelir.
Yine bilginin Sekülerleşmiş (laikleşmiş) doğasından ve genel olarak gerçeği bilmenin yarattığı güvenin kayboluşundan kaynaklanan bir başka sorun da nihai gerçeklerin bilgisinin kaybedilmesiydi. “Bütünleştirici meta anlatılar” olamaz, yani her şeyi kapsayan şeylerin varolma biçimleriyle ilgili büyük hikayeler ya da açıklamalar olanaklı değildir. Bu hem özgürleştirici hem de ürtkütücü olabilir: hiçbir düşünce sistemiyle sınırlandırılmış olmama anlamında özgürleştirici, neyin gerçek olduğu hakkında karanlıkta kalmamız anlamında ürkütücü. Bu biraz, hiçbirinin besin değerini bilmeden çeşitli yemeklerden seçim yapabileceğimiz bir kafetaryada yemek yemeye benzer.
Aydınlanma rasyonelizmiyle ilgili ikinci bir sorun da olgunun (gerçek/değer ayrımı) değerden ayrılmış olmasıydı. Aydınlanmanın matematik ruh hali değerler hakkında yargıda bulunulmasına izin vermiyordu: bu ayrı bir şeydi. Öyleyse yargılarda bulunabilmek için hangi dayanaklar kalmıştı? Buradan post modernizmin etik ikilemi kaynaklanır: Yargıda bulunmak için herhangi bir dayanağa sahip olmadan nasıl yargıda bulunulur? (26) Bir yazar bizzat Yahudi Soykırımı’nın Aydınlanma düşüncesi için bir model olduğunu öne sürer. “Ölüm kamplarının dünyasında” diye yazar Thomas Docherty, “her şey rasyonalize edilmişti”. Hangi ırklar ve insan çeşitlerinin yaşamını sürdürmeleri hangilerininse sürdürmemelerini belirleme arzusunda görülen bir doğaya hükmetme arzusu vardı. İşlem çok düzenli ve verimliydi. Teknolojik gereçler de, aynı zamanda, Nazilerin amaçlarını gerçekleştirmeleri için verimli olarak kullanılmışlardı.(27) Aklı bile amaçlarına ulaşma da bir müttefik olarak kullandılar. Bu nedenle Aydınlanma rasyonalizminin ülküleri tamamiyle şeytani amaçlar için kullanılabilir.
Üçüncüsü, Aydınlanma’da aklın sekülerleştirilmesi sonucu gelecekle ilgili sürekli artan bir kötümserlik gelişti. Danışılacak aşkın bir Varlık olmadan tarihin nereye gittiğini kim bilebilecekti? Ve kim gidilen yönünün gerçekten de ilerleme olduğunu söyleyecekti? “Artık tarihin sözde ilerlediği noktayı hiçbir biçimde bilmiyoruz.” der Docherty. “İnsanlık teleolojisi ilerleyiş olan seküler bir harekete girişti”(28)
Öyleyse postmodernizm bizi nihai gerçeklerin bilgisinden, değer yargıları ve geleceğe dair umut için bir dayanaktan yoksun bırakır. Genel olarak, öyleyse, postmodern ruh hali karamsardır. Öyleyse neye inanmamız ya da ne yapmamız gerektiğini nasıl biliriz? Neden burada olduğumuz ya da nereye gittiğimizle ilgili bize rehberlik yapacak bir bilgi ve herhangi bir aşkın kaynaktan gelen değerleri belirlemekle ilgili bir dayanak olmayınca insanlar basitçe bizim için gerçek olanı seçmemiz gerektiği düşüncesiyle yetişirler. Artık bilgiye istenç dahil edilmiştir(29) Postmodernistlerin sordukları soru: “Neye inanmayı seçerim?” ve “Ne yapmayı seçerim?”dir.
Postmodern ruh hali yaşamın çeşitli alanlarında kendini göstermiştir. Bir tanesi dil anlayışındaki değişikliktir. Dil artık toplumsal olarak oluşturulmuş görülür; artık topluluğun iletmesini istediği şeyi iletir. Edebiyat, öyleyse bir yazar ve onun kültürel topluluğunun önyargılarını yansıtır olarak anlaşılır: yazar açıkça kendi ya da topluluğunun faydasına olacak şeyi söylemektedir. Gerçek anlamı bulmak için metni yapısöküme uğratmak öyleyse lidere kalmıştır. Madem ki yazar okur üzerindeki iradesini sürekli kılmak istemektedir, okur şüpheci bir ruh hali edinir ve her ağacın arkasında siyasal iblisler aramaya başlar. Madem ki bir metnin anlamı okurca belirlenir, bir metin, okurlarının sayısı kadar çok yoruma sahip olabilir.
Örneğin, sanatta soyuta dönük bir yönelim vardı çünkü resmedilen herhangi bir nesnenin özünü tam olarak temsil edilemeyeceğimiz düşünülüyordu. Tam olarak temsil edilemeyen şeyler soyut olarak sunulmalıydı. Aynı zamanda artık genel olarak kurallar olmadığından, iyi sanatı tanımlayan ya da tahdit eden de bir kural yoktu. Sanatçi yaptığı şeyi yaparken keşfediyordu.
Mimari postmodernizmin yüzünü gösterdiği ilk alanlardan biriydi. Her zaman geleceğe bakan bir modernizmin ölümü ve yine kuralların kaybolmasıyla mimari, işlevsel, ileriye bakan bir tarzdan eklektik bir tarza geçti. Eski binalar geçmiş de takdir edilebileceği için yeniden restore edildi. Birkaç faklı tarz bir arada karıştırılabilirdi. Bir yazarın söylediği gibi, “postmodern tarz tasarım, tarihsel ve tarzsal olarak çoğulcudur” (30)
Daha önce Hristiyanların bile farkında olmaksızın postmodern inançları desteklediklerinden sözetmiştim. Bugün bu genç insanların düşünüşünün o kadar parçasıdır ki kilisede bazı kişiler bile bunu üzerinde düşünmeden “sana göre doğru ama bana göre değil” ruh hali içerisinde kabul ederler. Dallas’ta bir müjdeci Vaftizci kilisesinin Pazar okulunda öğretmenlik yapan genç bir bayan, bir gazeteciye kendisinin Kutsal Kitabın öğrettiklerine inandığını fakat bunun zorunlu olarak herkes için doğru olmadığını söyledi. (31) Belki de Kutsal Yazıların iddialarını anlamamıştı ama daha büyük ihtimalle Hristiyanlığı “benim gerçeğim, senin gerçeğin” çerçevesine uydurmuştu.
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılması
Her ne kadar Hristiyanlar postmodernistlerden öğrenebilecek olsalar da (özellikle Aydınlanma’nın aşırılıklarıyla ilgili) postmodernizm ve Hristiyanlık arasındaki temel farklılıkları görmek önemlidir. En önemlisi, bizler nihai gerçeği bilebiliriz çünkü “o” Kendisini ve İsteğini bize açıklayan bir “Kişi”dir. Sonuç her ne kadar Aydınlanma’nın bilmemizin mümkün olduğunu düşündüğü bütün gerçeği olmasa da, gerçeği bilebiliriz. Tarihin gittiği yerle ilgili bir fikrimiz vardır ve ahlaki yargıda bulunmak için de dayanağa sahibizdir. (32)
İçsel Zayıflığı
Postmodernizm uzun süre yaşayamaz. Üzerine bir yaşam felsefesi inşa edilebilecek herhangi bir şeyden yoksun olmasının yanında aynı zamanda içsel sorunlarda sergiler. Gerçeğe estetik bir yaklaşımda, başka deyişle maddi olarak değil de tarz olarak yargıda bulunmayı sevebilecek olsak da başkalarının evrensel doğruluk ve ahlak kodlarıyla bize muamelede bulunmalarını isteriz. Aynı zamanda artık biliyoruz ki olgu(gerçek) ve değer arasında kesin bir ayrım yapabilmek artık mümkün değildir. En kesin ve nesnel bir bilim adamı bile bizzat yaptıkları işin değeriyle ilgili seçimde bulunmak zorundadır. Başka deyişle, bir proje diğerlerinin yerine tercih edilmelidir ve bu tip seçimler belirli değerleri yansıtırlar. Ama bir kültürel topluluk bile nihai gerçeği bilemez ve sadece faydacı bir bakış açısıyla değerlerini seçebilir olduğu için nihai olarak kültürel topluluklarda da denge yoktur.
Belirtmiş olduğum gibi, postmodernizm dört dörtlük bir dünya görüşü değil bir ruh halidir. Modernizmin ölümüyle birlikte oluşan boşluğu bir şeylerin doldurması gerekir. Bu bazı Hristiyan düşünürleri heyecanlandıran şeydir. Çünkü artık doğaüstünü engelleyen kapı, Hristiyanların Mesih’te bulunan gerçek, değer ve gelecek yönünde umudun bütün insanoğlu için bulunduğu müjdesini ilan edebilmeleri için, ardına kadar açılmıştır.
19.1.2005
x
İslamiyet ile Hristiyanlığın Dünya Görüşü Farklılıkları
Tarih: 22.04.2004 Saat: 14:58
Konu: Öğretiş/Doktrin
Özellikle İslami kültür altında herkesin aşağıdaki farklılıkları ve İslami varsayımları (önyargıları, önkoşulları) bilmesi bence hayat değiştirici, yaşamsal öneme sahiptir. Bu nedenle Ateist, Hıristiyan, Deist vs. gibi her inançtan insanların okuması gereken çok değerli bu makaleyi sizlere sunmaktan sevinç duyuyorum.
İSLAMİYET İLE HRİSTİYANLIĞIN İLAHİYAT BOYUTLARI
İslam ve Hıristiyanlığı birbirinden ayırmanın anahtarı hakkında son bir söz söyleyeceğim. İlk polemikçiler bu anahtarı İncil’in mi yoksa Kuran’ın mı gerçek vahiy olduğunu sorgulamak olarak kabul ettiler. Bu gerçekten bir anahtar olmakla beraber, aslında sadece daha geniş bir sorunun parçacığıdır ve daha geniş bağlamda ele alınmadıkça uygun olarak yanıtlanamaz. Asıl anahtarın Tanrı’nın doğasını ve yarattıklarıyla olan ilişkisini sorgulamak olduğunu düşünüyorum. İslam ve Hıristiyanlık biçimsel benzerliklere rağmen, bu soruyla birbirinden tamamen ayrılmaktadır. Benim İslami Tanrı öğretisi ile olan tartışmam burada başlar.
Konu İslami Tanrı düşüncesi, insan ve Tanrı ile ilişkisi, Mesih ve Kurtuluş, Kutsal Ruh, Esinleme ve Kutsal Yazılar, Topluluk ve Kilise, Melekler ve Şeytan ve son olarak Eskatoloji başlıkları altında açıklanmıştır. Her başlıkta ilk olarak İslami bakış açısına, sonra bunun Kutsal Metinlerle çeliştiği noktalara ve son olarak İslami bakış açısının sonuçları ve İncilsel yaklaşımın genel hatlarına odaklanılmaktadır.
A. İSLAMİ TANRI DÜŞÜNCESİ
1. Temel İslami Varsayımlar:
(a) Tanrı Tamamen Farklıdır (Yücelik). İslam Allah’ı yaratılmış herşeyden (insan da dahil olmak üzere) farklı ve tarihsel alandan tamamen uzak tutar. Yücelik (Tenzih) Tanrı’yı tanımlamakta kullanılan dilde herhangi bir somut anlamı ifade etmemektedir; Tanrı’yı belirtmekte kullanılan kelimenin ima ettiği anlam ile, insanı belirtmekte kullanılan kelimenin ima ettiği anlam arasında kesinlikle bir ilişki ya da benzerlik sözkonusu olamaz. Örneğin, insandaki merhamet ile benzerlik kurarak Tanrı’nın merhametini anlayamayız. Tanrı’nın merhameti ve insanınlığın ki tamamen ayrıdır. İslam böyle negatif bir ilahiyata sahip olduğundan, Tanrı’nın ne olduğunu değil, ancak ne olmadığını söyleyebilir. Yücelik aynı zamanda Müslüman için Tanrı’nın tarihsel süreç içerisinde dünyada gerçek anlamda asla mevcut ve de gerçek bir insan şeklinde olamayacağını ifade etmektedir. Bu, O’nun yüceliğine ters düşmektedir. O ancak Yaratıcı Sözü aracılığıyla dünya üzerinde etkin olmaktadır.
(b) Tanrı Eşsiz Olandır (Tevhid). İslam, Tanrı’nın mutlak birliğinde ısrar etmektedir. Tanrı hiçbir şekilde ayrıştırılamaz. “Tek Olan” olarak, “Sebeplerin Yaratıcısı” ve “Çok”un kaynağıdır. Tamamen Yüce olduğundan, O’nun tekliği, yaratılmış olanların tekliğinden tamamen farklıdır.
(c) Tanrı Dünya ile yalnızca Yaratıcı Sözü aracılığı ile ilişki kurar. Sözü ile, herşeyi yoktan varetmiştir. Aşari öğretisine göre Tanrı’nın yaratışı süreklidir, ilk ve son defa olmamıştır. Aslında O, insanın uzuvlarını yaratırken davranışlarını da yaratmıştır. Böylece, Yaratıcı Sözü ile insanla ilgili herşeyi belirler (takdir) ve kaderini ebediyen yazar (mektub). Bu yüzden İslam’da yaratılış “ilahi takdir” düşüncesini içermektedir. Son olarak Peygamberleri aracılığıyla Sözü’nü yollayarak (tenzil) insana bilmesi gerekenleri açıklar ve işaretleri ile peygamberlerin mesajlarını onaylar. Peygamberlerin görevi O’nun Sözü’nü kaydetmek ve Tanrı’nın gücü ve korumasında zaferle insanlara duyurmaktır. Tüm bunlar Tanrı’nın tamamen yüce ve yarattıklarından ayrı olduğunu kesin ifade eder.
(d) Tanrı doğruluk ve erdem konusunda bile tamamen özgür ve sınırsızdır. O, daha önce açıkladığı doğruları veya yükümleri sonradan açıkladıklarıyla feshetmekte özgürdür. İyi ve kötü eylemler Kuran’da emredilip yasaklanmalarına göre ayırd edilmelerine rağmen, aynı eylemi bir durumda “iyi” olarak yargılarken, başka bir durumda “kötü” olarak yargılayabilir. Tanrı’nın insanı yargıladığı ve kaderini tayin ettiği kriterler insan tarafından bilinemez. O, günahkarı mahkum etmekte veya affetmekte özgürdür.
2. İncilsel Bakış ile Uyuşmazlıklar
(a) Tanrı hem bu yaşamda hem de sonraki yaşamda insan için bilinmez ve tanınmazdır. “Tenzil” olmadığı sürece (Tanrı vahiy göndermedikçe) insan Tanrı ya da Tanrı’nın insandan talepleri hakkında hiçbirşey bilemez. Yücelik İslam’da, Tanrı hakkında somut bir bilgiye sahip olmanın olanaksızlığını ifade eder. Tanrı ve insan arasında, kişisel olarak Tanrı’yı tanımayı metafiziksel bir imkansızlık haline getiren geçilemez bir uçurum bulunmaktadır. Bu, Kutsal Kitap’ta bulunan insanın Tanrı’nın suretinde yaratılması (genel vahiy) sebebi ile sezgisel olarak Tanrı’yı ve Yasası’nı ve kendi suçluluğunu bilmesi (Rom. 1&2) öğretisi ile ters düşmektedir. Kutsal Kitap asla ortadan kalkmayacak bir yaratıcı-yaratık ayrımını öğretir fakat bunu kesin bir tanınamazlık ya da bilinemezlik boyutuna taşımaz. İslam bu ayrımı Tanrı’yı insana kesinlikle bilinemez olarak tanıtarak yapmaktadır.
(b) Tanrı Kişisel ya da Ruhsal bir varlık değildir. Müslüman düşüncesine göre, Tanrı’nın bir kişilik (veya ruh) oluşu fikri O’nun yüceliğine ters düşmektedir. Kişilik insana benzerliği çağrıştırmakta ve bu yüzden reddedilmektedir.
(c) Tanrı Tarihte etkin değildir, ne yeryüzüne gelir ne de tarihe girer. Tanrı’nın beden alması İslam’ın “Mutlak Yücelik” öğretisine aykırı olduğundan olanaksızdır. Tanrı ne kişisel olarak etkin olabilir ne de Kutsal Kitap’ın belirttiği gibi tarih sürecinde kendisini açığa çıkarır. Yücelik kavramı, O’nun ilahi takdir yolu ile ve vahiy göndererek tarihte etkin olmasını gerektirmektedir. İslam’ın tarihe bakış açısı, tarihin önemli olmadığıdır. Tarih bize Tanrı hakkında hiçbirşey açıklamaz. Bu, Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın Yüce olduğu gibi her yerde etkin olduğu, tarih sürecinde çalıştığı, insanın tam olarak anlayamayağı biçimde de olsa İsa Mesih kişiliğinde yeryüzüne geldiği ve böylece tarih boyunca kendisini açıkladığı yönündeki bakış açısı ile çelişmektedir.
(d) Tanrı günahtan nefret etme ve günaha bakamama anlamında Kutsal veya Doğru değildir. İslamda, kutsallık ve doğruluk gibi ahlaksal nitelikler Tanrı’ya uyarlanamaz. Bu, insana benzerliği çağrıştırmaktadır ve bu da Tanrı’nın Yüceliğine aykırıdır. İslama göre, Tanrı insandan sadece tamamen farklı olduğu için ayrıdır; Kendisi kutsal ve insan günahkar olduğu için değil. Bu nedenle, insanın Tanrı’dan ayrılması normal, kaçınılmaz ve sonsuza dek kalıcıdır. Oysa Kutsal Kitap’a göre bu ayrılık anormaldir ve Tanrı tarafından geçici olması tasarlanmış bir durumdur.
(e) Tanrı’nın yarattığı herhangi bir varlığa karşı şefkati veya başka duyguları yoktur. Tanrı insanla bir sevgi ilişkisine girmez ve insanı Kutsal Kitap’taki gibi değerlendirmez. Şefkatli, Merhametli, Sevgili gibi güzel isimleri olsa da, bu nitelikler insan için kullanıldığı zamanki anlamları ifade etmez. Tanrı duygularını gösterseydi, bu O’nu insan benzerliğinde yapardı ve bu zayıflık olurdu. Birilerine bereket, zenginlik, sağlık verirken diğerlerine yoksulluk açlık ve cehennem yargısı vermesi O’nun Egemen iradesinin bir sonucudur. Bizim itaatkarlığımızdan hiçbir kazancı ve başkaldırışımızdan hiçbir kaybı yoktur. Tüm bunlar, Tanrı insanoğlunu sevmek kelimesinin en üstün anlamı ile sever diyen Kutsal Kitap öğretisi ile elbette çatışmaktadır. Kutsal Kitap’ın bakış açısında insanın sevgisi,Tanrı’nın mükemmel ve karşılıksız veren sevgisinin yanında kusurlu ve günahla bozulmuş bir benzerlikten ibarettir.
(f) Tanrı’nın insanlar için kesin birşeyler yapmak üzere antlaşma yapması düşünülemez. Bu, açıkça Tanrı’nın “İstediğini Yapma” özgürlüğüne aykırıdır. Kutsal Kitap bunun tersine, Tanrı’yı “Antlaşma Yapan” ve “Sözüne Sadık” bir Tanrı olarak tanımlar. Antlaşmasına sadık kalacağına güvenilmelidir.
(g) Tanrı Üç Varlıktan oluşmamaktadır. Üçlü birlik öğretisi İslam’ın “Tanrı’nın Mutlak Birliği” kavramına aykırıdır. Tanrı kişilikten ve her türlü tanınabilir nitelikten soyunmuş; soyut ve fizik ötesi bir Birliğe sahiptir.
3. Konu ile ilgili diğer İslami yaklaşım ve düşünceler:
(a) Müslümanlar dini lisanı materyel olarak ve harfi harfine anlama eğlimindedir. Bunun nedeni, inandıkları Yücelik kavramına göre dünyasal veya tarihsel olayların ve kavramların (örneğin gelenekler ve Eski Antlaşma’daki Tanrı halkının tarihi) ruhsal gerçeklerin birer benzeri ya da türleri olamayacağıdır. Ruhsal gerçekleri simgelemek için lisanın mecazi olarak kullanımı, İslami düşünce yapısına tamamen yabancıdır. Müslümanlar herşeyi harfi harfine ve materyalist bir yaklaşımla almaktadır. Bu yüzden Üçlü birlik öğretisi daima Üç Tanrı’ya inanmak ve İsa’nın Tanrı’nın Oğlu oluşu çok tanrılı inançlardaki gibi fiziksel olarak anlaşılmaktadır. “Ruh” bile görünmez bir öz olarak anlaşılırken sonuç olarak Tanrı Ruh’tur ifadesi olanasıksız olarak nitelenir. Somut bir terim herhangi bir şekilde mecazi anlamda kullanıldığında bunun özel olarak belirtilmesi gerekmektedir. İslamın İmana bakış açısı, Tanrı’ya olan bakış açısıyla uyumludur. Müslümana göre Tanrı dünyadan yukarıda, uzaklarda bulunmaktadır ve tanınamaz ve kişiselleştirilemezdir. Bu yüzden iman sadece zihinsel bir kabul ve sözlü ikrar ile İslami Yasanın gereklerine uygun eylemleri içermektedir. İman İslam’a göre temel olarak, doğruluğa ve Tanrı’nın bildirdiği yükümlülüklere boyun eğmeye eşdeğerdir. Bu, doğru dine (İslam) ve Tanrı’nın belirlemiş olduğu kadere teslim olmak demektir; kişinin kendisini Tanrı’ya emanet etmesini ve bağlamasını içermez. İslam’a bağlılık şartıyla,Tanrı’nın merhametine karşı belirsiz bir ümit içermektedir. Tanrı özgür olduğundan ve kendisini antlaşmaya bağlamayacağından, Tanrı’nın vaatlerini yerine getireceği düşüncesi yoktur. Bu nedenle Kişisel olarak ilişki kurulup tanınabilir, tarihte etkin bir Varlığa karşılık vermek (Kutsal Kitap’ın İmana bakış açısı) yerine sadece Tanrı kavramını zihinsel olarak kabul etmektir.
4. Sonuçlar
(a) İslami Düşüncenin Sonuçları
(i) Bu bakış açısı insanı Tanrı ile kişisel bir ilişki kurmaktan ve O’nu kişisel olarak tanımaktan yoksun bırakır. Yücelik yaklaşımı böyle bir ilişkiyi sadece sakıncalı kılmakla kalmayıp, aynı zamanda nesnesel doğada imkansız hale getirmektedir.
(ii) Bu bakış açısı insanı gerçek akılcılıktan yoksun bırakır. Tanrı tanınamaz ve bilinemez olduğundan, insan kendisini veya yaşadığı evreni anlamak için hiçbir üstün referans noktasına sahip değildir. Varlığının anlamı yoktur, anlam bulmaya çalışmak insan için önemsiz ve yararsızdır. Sadece kaderine teslim olmalıdır.
(iii) Bu bakış açısı son olarak, insanı güzel ahlaklı olmaktan yoksun bırakır. Tanrı tamamen özgür ve ahlaksal niteliklerden bağımsız olduğundan, insan ahlak konusunda üstün bir standarttan yoksundur. Kısaca, ahlak ve doğruluk görecelidir.
(b) İncilsel Değerlendirme ve Yaklaşım:
İncilsel bakış açısından, Romalılar 1 ve 2’de ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, İslami Tanrı öğretisi Gerçeği tamamen bastırarak yerine yanlış bir Tanrı kavramı getirmektedir. Böylece, Müslümanları varoluşlarından gelmesine rağmen Tanrı tarafından verilen Tanrı, Tanrı Yasası ve kendi suçluluğunun bilincinden yoksun bırakmaktadır. Kutsal Kitap’ın Tanrı’ya bakış açısı, bir önyargıyı ortadan kaldırmaktadır; İslam Yaratıcı-Yaratık ayrımı yapar ve insanın günah nedeniyle Tanrı ile olan ayrılığını kesin ve kalıcı bir ayrılık haline getirir ve ardından Kutsal Kitap’ın Tanrı görüşünün akıl dışı olduğunu iddia eder. Müslümanlar bu İslami yaklaşımı iyice özümsemiş olduklarından, bu tutumun etkisi altındadır. Bu yüzden onlara Tanrı’yı öğretirkenki görevimiz konuyu katı bir Kutsal Kitap Tanrı öğretisi temeline yatırmaktır. Tanrı’nın bizlerden o kadar ayrı, uzak, tanınamaz, kişilik alamaz görünmesinin ve Üçlü birliğinin akıldışı sayılmasının nedeninin insanların Tanrı hakkındaki Gerçeği gizlemeleri ve yerine yanlış bir öğretiyi yerleştirmeleri olduğunu Kutsal Metinleri kullanarak basit bir biçimde göstermeliyiz.
B. İSLAMA GÖRE İNSAN ve TANRI ile İLİŞKİSİ
Bir önceki bölümde bu konuya değinmiştik, fakat şimdi daha detaylı olarak ele alacağız.
1. Temel İslami Varsayımlar ve Yaklaşımlar.
(a) İnsan, Tanrı’nın yarattığı en üstün yaratıktır. Tanrı Meleklere insanın önünde diz çökmelerini buyurdu (Kuran 7:11) ve insanı yeryüzündeki vekili (Halife) yaptı (2:30)
(b) İnsanın Tanrı ile ilişkisi temel olarak, bir kölenin Efendisi ile olan ilişkisidir. Bu ilişki Tanrı’ya hizmet ederek, emirlerini yerine getirerek ve yasakladıklarından kaçınılarak yürütülür. Böyle bir Tanrı/insan ilişkisi, Tanrı’nın mutlak yüceliği kavramından kaynaklanır. Bu ilişkinin koşulları Dini Yasa olan Şeriata dayanır.
(c) İnsan şu anki hali gibi iyi fakat zayıf ve değişken olarak yaratıldı (da’if) (4:32). İnsan, Aden Bahçesi’ndeyken Tanrı’nın emrini “unuttu”, Şeytan’ın önerisini dinledi ve sonuç olarak Aden Bahçesi’nden dünyaya düştü (fiziksel olarak). Tanrı’nın mevcut uzaklığı (Yücelik) bu “düşüş” ile ilgili görülebilir fakat aslında sadece fiziksel bir uzaklığı kapsamaktadır; bu ahlaksal boyutta bir uzaklık değildir. İnsan eğer yaşamında Tanrı’nın önderliğini takip ederse, Tanrı istediği takdirde sonraki yaşamında Bahçe’ye girmeye yine hak kazanabilir (2:35-38 ve diğer ayetler).
(d) İnsan Tanrı ile ilişkisini “inançsızlıkla” (küfür, tanrısızlık), “Tanrı’ya eş koşmak” anlamındaki Şirk ile, O’nun yüceliğine karşı bir günah işleyerek, Tanrı’nın Yasasında yasak olarak bildirdiği şeyleri (Haram) yaparak ya da yükümlülük olarak bildirdiği şeyleri (Farz) yapmayarak bozar. Günah genel olarak Tanrı’nın emrettiğini yerine getirmeme veya Haram olarak bildirdiğini yapmak olarak adlandırılır. İnsan bunu yapar, çünkü zayıf, unutkan, cahildir ve bu yüzden günah ahlak bozukluğu değil, sadece bir hatadır.
(e) İnsanlara “doğuştan gelen” din verilmiştir. Allah insanı bir tür içten gelen İslami bilgiyle veya tabiatla (fitre) donatmıştır (30:30). Bu tabiat başlangıçta tarafsızdır fakat eğitimle ya kuvvetlendirilir ya da engellenir. “Her doğan çocuk doğal olarak (İslama) isteklidir”; onu Yahudi veya Hıristiyan ya da başka bir dine mensup kılan ebeveynleridir. İslam böylece insana olan çağrısını içinde ve kendi doğasında olana geri dönmeye davet ederek yapar. İhtiyacı olan tüm bilgiyi Dini Yasa’da sunar.
2. Hıristiyan Bakış açısı ile uyuşmazlıklar.
(a) İnsan ahlaksal ve ruhsal benzerlik anlamında “Tanrı Suretinde” yaratılmamıştır. İslamın insanın Tanrı’nın halifesi olduğu ve O’nun adına yaratılış üzerinde egemenlik kurduğu yönündeki kavramı “Tanrı suretinde yaratılma” düşüncesine kısmen paraleldir. İnsanda bir miktar Tanrı benzerliği olması düşüncesi İslam’in mutlak yücelik öğretisine tamamen karşı gelmektedir. “O’nun gibi hiçbirşey yoktur” (42:11). İnsanın ruhsal yenilenme ile “Tanrısal özyapıya ortak olması” (2 Pet. 1:4) veya “Tanrı’nın benzeyişinde tazelenmesi” (Kol 3:10) ve O’nunla kişisel bir ilişki yaşaması Müslümanlarca anlaşılamayan kavramlardır.
(b) İnsan doğuştan günahlı değildir. Suçu yüzündenTanrı’dan ayrı düşmemiştir ve O’nun gazabı altında değildir. İslama göre insanın mevcut durumu günahlı değildir; “ayrılık” ahlaksal bir düşüş veya sapma yüzünden değil Tanrı’nın yüceliğinden kaynaklanmaktadır. Ne acizdir ne de Tanrı’yı hoşnut edecek iyi şeyleri yapamaz haldedir. İslam, Kutsal Kitap’taki orjinal günah kavramını inkar etmektedir.
(c) İnsanın temel problemi günahtan çok cehalettir. Müslümanlara göre insan, bir tür Tanrı bilincini ifade eden doğal bir dine sahip olsa bile, bu sadece doğuştan gelen bir sezgidir. İslam, insanın doğuştan Tanrı Yasasını veya kendi günahlılığını bilmesini kabul etmez. İnsanın sorunu temel olarak ahlaksal değil, Tanrı Yasası konusundaki bilgisizliğidir. Bu bilgi mutlak doğruluk standardı olan Kuran tarafından sağlanır.
(d) İnsanın, güce veya günahının yol açtığı mahkumiyetten kurtuluşa ihtiyacı yoktur. Çünkü doğuştan günahlı değildir. Kıyamet günü gelip yargı başladığında, cehennemden kurtulmaya ihtiyaç olacaktır fakat bu kurtuluş İslam’ın Yasasını takip ederek kazanılabilir. Günah Yasayı yerine getirme konusunda hata yapmak olduğuna göre, İnsanın temel ihtiyacı Yasa’yı bilmektir.
3. Sonuçlar.
(a) İslami Yaklaşımın sonuçları. İnsanın Tanrı’dan ayrılığı ve mevcut durumu, insanı değil Tanrı’yı izlemeye iter ve bu da kuralcılığı doğurur. İnsan “zayıf” olsa bile iyi olanı takip edebilme yetisinde kabul edilir. Hiçbir eylem veya davranışın özünde günah olmadığı, yalnızca dini yasada “haram” olarak bildirildiği takdirde günah olduğu ve diğer şartlarda günah olmayacağı fikrini düşünün. Bunun bir sonucu olarak, insan vicdanındaki Tanrı Sesi etkisizleşir ve Müslümanlar günahlılıklarının, ahlaklarındaki bozukluğun, suçluluklarının ve kendilerini kurtarma konusundaki acizliklerinin bilincine varamazlar. Ayrıca, insanın “Tanrı Suretinde” yaratıldığını reddederek Tanrı ile kişisel bir ilişki kurma isteği ve çabasından yoksun kalırlar.
(b) İncilsel Değerlendirme ve Yaklaşım. İslamdaki insan öğretisi, Tanrı öğretisinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve gerçeği önleyerek yerine alternatif getirme mekanizmasını açıkça sergiler. İnsanın doğuştan gelen ahlaksal sorununu reddedip bunun yerine basit bir bilgisizlik kavramı koyarak Müslümanları günahlılık ve kurtuluş ihtiyacı bilincinden yoksun bırakır. Aynı şekilde, arayış içindekiler ve yeni imanlılar toplumlarının Gerçekle yüzleşmeyi reddedişlerinden derinden etkilenirler.
C. İSLAMIN MESİH’E ve KURTULUŞA BAKIŞI
1. Temel İslami Öğretiler.
(a) İslami Mesih Öğretisi. Mesih sadece Tanrı’nın sözünü duyurmuş, “Tanrı’nın izniyle” mucizeler gerçekleştirmiş, çarmıha gerilmekten Tanrı tarafından kurtarılmış ve cennete canlı olarak alınmış, yeryüzüne döndüğünde İslamı benimseyip yeryüzünü İslami kurallara göre yargılayacak olan bir peygamberdir (2:81,254; 3:37-52; 4:155-6,169; 5:19,50-51,76-79,112-117; 19:16-36; 23:52; 47:57-64; 57:26-27 Sureleri).
(b) İslama göre Kurtuluş kavramı. İslamda kurtuluş düşüncesi “refah, esenlik, gönenç” anlamına gelen Arapça “falah” kelimesi ile açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre kurtuluş İslam ulusunca tarih içerisinde gerçekleştirilmiştir (Ümmet). Kurtuluş Tanrı’nın Vahyini göndermesi ve Kendi Dinsel Topluluğunu kurması ile gerçekleşmiştir. Bir kişi bu topluluğa katılır ve Dini Yasa’ya uygun yaşarsa, kurtuluşa sahip olur. Dini, politik ve sosyal etkinlik Tanrı’nın kurtarış eylemi olarak görülür. Kurtuluş ancak yargı gününden tamamlanır; Tanrı kişinin günahlarını Yasaya göre yaptığı eylemleri ve Kendisine olan inancını temel alarak bağışlar.
2. İncilsel Yaklaşım ile Uyuşmazlıklar
(a) İslamın Mesih öğretisi İncilsel metinleri reddeder. Mesih’e inanmayı ve saygı duymayı öğretir fakat İncil’in Mesih hakkındaki iki çok önemli öğretisini – O’nun Tanrılığını ve Ölümünü – reddeder.
Mesih’in Tanrılığının inkarı: Müslüman için “Tanrı Oğlu” terimi küfür anlamına gelen fiziksel babalık sıfatını ifade eder. Böylece, Müslümanlar sürekli olarak Hıristiyanların asla yüklemediği yanlış bir anlamı bu kavrama yüklerler ve bunu yanlış algılarlar. Genç nesil her zaman “Tanrı Oğlu” kavramına
karşı çıkmasa da, onlar da Mesih’i genellikle Tanrı olmaktan çok Tanrı ile yakın bir peygamber olarak algılarlar. Ayrıca, İslamdaki “Tanrı’nın mutlak birliği” vurgusu Müslümanlar için Mesih ve Babası’nın ayrı kimlikte olduğu gibi, aynı zamanda bir olduğu fikrini kavramayı güçleştirir.
Mesih’in Ölümünün inkarı: İslam, gerçek dinin kuruluşunda zafer kazanmış gerçek bir Peygamber olan Mesih’in çarmıha gerilişini tasavvur bile edemez. İslama göre Mesih, gerçek bir peygamber olarak Yahudiler üzerinde siyasi zafer kazanarak Tanrı’nın Elçisi olduğunu ispatlamıştır.
(b) İslamın İmana bakışı. Mesih’e gerçekten iman etmek anlamında değildir. İslam iman konusunda fazla düşünceye sahip değildir. Müslüman kökenden gelen birisi “Mesih’e iman etmek” kavramından, O’nun öğretişlerini kabul etmeyi ve izlemeyi anlayacaktır (Bir Yasa’dan diğerine geçmek şeklinde). İman O’na teslim olmak değil, O’nun yaptıklarını izleyerek eyleme geçmek olarak algılanmaktadır.
(c) İslamın Tövbeye bakışı, İncilsel yaklaşımla kökten ayrılır. Dindar bir yaklaşım olarak, tövbe saygı duyulması gereken “iyi bir eylemdir”. İncildeki anlamıyla kişinin günahlarından nefret ederek dönmesi ve kurtuluş için kendisini Tanrı’nın adaletine teslim etmesi kavramından hiçbir düşünce içermez. Günah ve İslam Yasasına uymayan eylemler (örneğin şarap içmek ya da domuz eti yemek gibi) günahları hızla çoğaltan günahlı doğadan değil de sadece unutkanlıktan kaynaklandığından, Müslümanın vicdanı günaha yatkınlaşmaktadır. Böylece Müslüman, ümitsiz durumunun farkındalığından yoksun olarak, İncilsel anlamda Tövbeye ihtiyaç duymaz.
(d) İslamın Kurtuluşa bakışı, aynı şekilde İncil’deki anlayıştan ayrılır. Bu, kurtuluş için Arapçada “azat etme, kurtuluş” anlamlarındaki “Kalas” ın yerine “esenlik, refah” anlamına gelen Falah kelimesinin kullanılmasından anlaşılabilir. İncil’deki kurtuluş düşüncesini açıklamak için genellikle “bedelini ödeyerek kurtarma” anlamındaki “feda” kelimesi kullanılır. Daha önce gördüğümüz gibi, İslam İncil’deki anlamda insanın günahın mahkumiyetinden ve gücünden korunmak için kurtuluşa ihtiyacı olduğunu reddeder. Dolayısıyla, İncildeki kurtuluş öğretisinin anahtar ögeleri İslam’daki kurtuluşta yeralmamaktadır.
(e) Çeşitli İslami kavramlar, Müslüman kökenli fakat arayış içerisinde olan insanları Tanrı’nın çocukları olarak Mesih ile kişisel bir ilişki aramaktan alıkoyar. İslam Tanrı’yı bütünüyle farklı ve böylece insan tarafından bilinemez ve erişilemez olarak gösterir. Cennet hakkında ise Kuran Tanrı ile birliktelikten çok, maddesel rahatlığı ve tensel zevkleri vurgular. İnsanın konumu “kul” olarak (evlat yerine) Tanrı ile birliktelikten zevk almak değil, ibadetsel eylemlerle Tanrı’yı onurlandırmak ve O’nun yasalarına itaat etmektir. Tanrı ile kişisel bir ilişki sağlamak ve bunu aramak fikri islam’a tamamen yabancıdır. Müslümanlar Tanrı ile ilişki kurmaktan bahsedebilirler fakat bununla kişiler arasındaki bir ilişkiyi kastetmezler. Bu tür bir ilişki mümkün değildir; Tanrı onlar için bir Kişi değildir. Sufiler Tanrısal huzuru tecrübe etmek için çabalayarak böyle bir ilişkiye yaklaşıyor görünebilirler fakat, amaçları Tanrı’ya konsantre olarak O’nunla bir tür birleşmeyi tatmaktır. Bu birleşme amacı İncil mesajına geleneksel İslam kadar yabancı ve karşıttır.
3. Sonuçlar
(a) İslami Yaklaşımın Sonuçları. Bu kavramlar ve yaklaşımlar, Mesih’e Rab ve Kurtarıcı olarak iman edecek Müslümanların yoluna büyük bir engel oluşturmaktadır. Bir kişi iman etmiş olsa bile kültürleri tarafından empoze edilen bu düşüncelerden ve yaklaşımlardan yoğun olarak etkilenmektedir.
Mesih’in Tanrılığının ve vücut bulmasının ve tövbe ve iman kavramlarının soyutlanması temelini İslam’daki Tanrı’nın Yüceliği öğretisinden almaktadır ve İslam’ın “Tanrı’nın gerçeğinde tutma” çabasının başka bir sonucudur.
Çarmıhın reddededilişi ise, direkt olarak Tanrı’nın Egemenliği ve Kurtuluş kavramlarının dünyasal sözlük anlamında anlaşılmasından kaynaklanır. Tanrı Elçilerinin kurmaları için gönderildiği bu “egemenlik” kendi kurtuluşunu Yasaya uygun hareket ederek sağlayan dini-politik bir topluluk olarak algılanmaktadır (Ümmet). Gerçek bir peygamberin siyasi anlamda başarılı olması gerektiğini düşündüren de budur. Müslümanlar çarmıhı, Mesih’in kurmaya geldiği egemenliği toplumsal olarak düşündüklerinden reddetmektedirler (kendi peygamberleri gibi).
İslamdaki eylemlere ve mutlak Tanrı yazgısına dayalı Kurtuluş öğretileri birbirleriyle çelişmekte ve yeni imanlının yüreğinde kurtuluş garantisinin gelişmesini engellemektedir. Kişinin iyi ve kötü eylemleri Yargı Gününde tartılacaksa, o günden önce kim kurtulup kurtulamayacağına emin olabilir ki? Ve Tanrı dilediği kişileri kurtarıp, dilediği kişileri cezalandıracaksa ve Tanrı iradesi anlaşılamaz bir kavramsa; insan kurtulup kurtulmadığını nasıl anlayabilir?
(b) İncilsel değerlendirme ve yaklaşım. Temel görevimiz, İslamın Mesih’i reddedişinin aslında Tanrı hakkındaki gerçeği gizleme ve Kutsal Kitap’ın Tanrısı’ndan kaçış çabasından kaynaklandığını göstermektir. Bunun gibi, Mesih’in kurmaya geldiği Krallığın ruhsal bir kavram ve bizlere getirdiği kurtuluşun ahlaksal, ruhsal, fiziksel ve evrensel bir değişim olduğunu göstermek görevimizdir.
Bu bilgi ışığında, Mesih’in çarmıha gerilişi (her ne kadar dünyasal siyaset açısından öyle görünse de) aslında bir yenilgi değildir. Asıl olarak; günah, ölüm ve Şeytan üzerinde ölümden diriliş ile kazanılan evrensel bir zaferin ilk taktiksel adımıdır.
Önceki makalenin devamıdır…
D. İSLAMIN KUTSAL RUH GÖRÜŞÜ
1. Kutsal Ruh hakkında İslami Fikirler. Kuran hem “Ruh”tan, hem “Kutsal Ruh”tan (ruh-ül kudüs) hem de “İman Ruhu”ndan (el-ruh el-amin 26:193) sözeder. Yaratılıştan, Allah Adem’e Kendi Ruh’unu üflemiştir (15:29). İsa’dan da, Allah’tan bir Ruh olarak sözedilir (4:171) ve bu yüzden Müslümanlar genellikle onu “Allah’ın Ruhu” olarak adlandırır. Bununla birlikte, Müslümanların neredeyse tümü “Kutsal Ruh” ve “İman Ruhu” olarak vahiy meleği olan Cebrail’i kastederler. Kuran İsa, Muhammed ve diğerlerinin Kutsal Ruh tarafından güçlendirildiklerinden bahsederken açıkça Cebrail’den sözetmektedir. Bu yüzden Kutsal Kitap’ta söz edilen Kutsal Ruh İslam tarafından tanınmamaktadır (Yuh 14:19). Meleklerin vahiy aracıları olduğu yönündeki İslami fikirler ve Yeni Antlaşma’daki vahiy öğretisi (Gal. 3:19, İbr. 2:2) arasında parallelikler görülse de, bu fikirler Yeni Antlaşma’daki vahiye uygun değildir, ancak ve ancak Yahudilikteki öğretinin bir yansıması olabilir.
2. Kutsal Kitap ile çatışan diğer İslami Düşünceler.
(a) Müslümanların Tanrı kavramı Kutsal Ruh’un Tanrılığı ve Kişiliği ile çatışmaktadır. Tanrı’nın Mutlak Birliği kavramı, Kutsal Ruh’un Tanrı olma imkanını ortadan kaldırır. Kutsal Ruh’un kişiliği ve gerçekte Kutsal Ruh’u içimizde yaşatarak Tanrı’yı tanıma imkanı; İslamdaki Allahın mutlak yüceliği kavramı ile uyuşmaz.
(b) Müslümanların insan hakkındaki görüşü de İncilsel öğreti ile çatışmaktadır. İnsan yalnızca zayıf, günahla bozulmamış sayıldığından Kutsal Ruh’un yenilemesine, kutsallaştırmasına ve rehberliğine veya doğruluk meyvelerini geliştirmesine ihtiyacı yoktur. Yeni bir yaratık olma ihtiyacı hissetmez. Kendi çabalarıyla kendi durumunu düzeltebilir. Gerçek Dini Yasayı (şeriat) izlemek, insanı mükemmelleştirmek için yeterlidir.
İnsan Allahın kulu olduğundan, Tanrı’ya evlatlık Ruh’u ile yakınlaşmayı ve paylaşıma girmeyi aramaz. Ruh’un imanlının içinde yaşaması düşüncesi İslam ilahiyatına terstir. Tanrı ile O’nun çocukları olarak ilişkilendirilmemiz veya O’nun yüreklerimizi konut edinmesi düşünceleri çok uzaktır. Sadece Sufiler Tanrı ile birlikte olma düşüncesini amaçlar fakat onlara göre bu, Kutsal Ruh’un yürekte konut kurması ile değil insanın yoğun çabası ile gerçekleşir.
(c) İslamın İsa’nın Kutsal Ruh hakkındaki öğretişinde, Muhammedin gelişine dair peygamberlik ettiği iddiası. Kuran, İsa’nın “Yüce Olan” (Ahmed 61:6) adındaki başka bir “Haberci” nin gelişini bildirdiğini belirtir. Ahmed ise Muhammedin isimlerinden birisi olarak kabul edilir. Müslüman tartışmacılar sıklıkla, bu peygamberliğin Yuhanna İncilinde (Yuh 14:16,26 etc) “tahrip edilmemiş” halde bulunduğunu iddia eder. Genel iddia, Grekçe’de aslında “periklytos” (ünlü, görkemli, yaklaşık olarak Ahmed’e eşit) olan kelimenin okunuşunun değiştirilip bozularak “parakletos” (savunucu, teselli edici) olarak kullanıldığı yönündedir. Ve bazıları da “parakletos” aslına uygun olarak kullanılmış olsa bile yine de Muhammed’i kastettiğini söylemektedir. Bu konuda elyazmalarına ait somut delillerinin olmayışı, onları rahatsız etmemektedir.
3. Sonuçlar.
Çeşitli Kuran öğretileri ve İslamın Tanrı ve insan kavramları, İncil’deki Kutsal Ruh öğretisini anlamayı engellemektedir. Yeni bir Hıristiyanın iman yaşamının ilk günlerinde bunlar bazı yanlış anlamalara yol açabilir.
Ne var ki, bir kişi kurtarılmaya ve yeniden doğmaya ihtiyacı olduğunu kabul ettiğinde ve Mesih’e geldiğinde, İncil’in Kutsal Ruh öğretisini anlama konusundaki temel engel aşılmış olur. Kutsal Ruh öğretisi olumlu bir biçimde sunulduğunda, İslamda öğretildiğinden ne kadar farklı olduğu açığa çıkacaktır. Kutsal Ruh öğretisine dair en ikna edici kanıt, Ruh ile dolu bir Hıristiyanın kendisidir.
E. İSLAMA GÖRE VAHİY ve KUTSAL YAZILAR
1. Temel İslam Kavramları.
(a) Vahiy Süreci (Tenzil): Tanrı, insanlığa ileteceklerini ve buyruklarını peygamberlere indirir. Bunu, “vahiy” ile gerçekleştirir. Melek Cebrail yeryüzüne iner ve peygambere gerekli bilgiyi fısıldar. Vahyedilen kutsal yazılar da göksel ve sonsuz kaynaklı;Tenzil olarak adlandırılır.
(b) Kutsal Yazıların Doğası: Kutsal Yazılar, dini yasanın (şeriat) kaynağıdır. İnsanın neye inanması, Tanrı’yı hoşnut etmek için ne yapması ve hem bu yaşamda hem de sonraki yaşamda refahını korumak için nasıl davranması gerektiğini içerir.
(c) Peygamberler ve Vahyedilmiş Kitaplar: Tanrı, birbirini izleyen peygamberlere, ard arda vahiyler gönderir. Musa’nın Tevrat’ı (Torah), Davut’un Zebur’u (Mezmurlar) ve İsa’nın İncil’i; Kuran’da bu şekilde vahyedilen kitapların üçü olarak anılır. Yukarıdaki ilk iki ismin, Eski Antlaşma’nın İbranice bölümlendirilmiş şekline – Yasa, Peygamberler, Kitaplar (veya Mezmurlar) biraz da olsa benzerliği dikkat çekmektedir. “Peygamberler” bölümü yerine getirilen “İncil”; müslümanlar için İsa hakkında bir kitap değil, İsa’ya indirilen kitap anlamına gelmektedir. İnanç Savunması İlahiyatçıları, Eski ve Yeni Antlaşma’dan bahsederken sıklıkla bu Kuransal terimleri kullanırlar.
(d) Müslümanlar, son peygamber olan Muhammed dışında, her peygamber ve kitabının bir öncekinin yerini aldığına ve öncekini feshettiğine inanırlar. İsa Musa’nın yerine gelmiş ve Muhammed de İsa’nın yerine gelmiştir. Fakat, Kuranın önceki kitapların hükmünün kaldırıldığından asla bahsetmediğine dikkat etmek gerekir. Bu, yalnızca diğer ayetleri yürürlükten kaldırdığı söylenen Kuransal ayetleri ilgilendirir. Birçok tartışmacı, bu durumun İbranice Hıristiyan Yazıları için geçerli olmadığını iddia etmiştir. Bu konu tartışmaya açıktır. Kuran açıkça iptal edildiklerini söylemezken, prensip olarak feshedişi öğretmekte ve Muhammed ve kitabını “peygamberlerin mührü” olarak adlandırarak (33:40) Kutsal Yazılar sıralamasında en üst seviyeye yerleştirmektedir. Bu yüzden, Kuranda Kutsal Yazıların hükmünü kaldırıp yerine geçme amacının kesin olduğunu söylemek adil olacaktır.
(e) Kuran önceki kitapların tümünü özetler ve yerlerine geçer. Kuran sonuncu ve kusursuz vahiydir (bu iddia, Kurandaki ifadelerden kesin olarak anlaşılmaktadır). Kuranın biçimi (okuma yazma bilmeyen bir peygamber tarafından yazıldığı varsayılan kafiyeli düzyazı) belki de içeriğinden daha çok vurgulanmaktadır. Edebi üstünlüğünün kitabı bir “mucize” haline getirdiği ve doğrudan Tanrı tarafından gönderildiğine kanıt teşkil ettiği söylenmektedir. Musa’nın doğa üstü ve İsa’nın şifa mucizelerinin karşısında, edebi bir mucizedir.
(f) İncil Kuransal iddialarla sıklıkla çatıştığından Müslümanlar daha da ileri giderek mevcut İncil’in, tahrif edilerek değiştirilmiş olduğunu (örneğin Muhammede yönelik peygamberliklerin silinmesi gibi) ve artık güvenilmez olduğunu iddia ederler. Dahası, şekli ve tarzı teorik olarak “Tenzil” ile (Tanrı vahyi) uyuşmamaktadır (örneğin Eski Antlaşma Kitaplarının çoğunun, Müjdeler ve Elçilerin İşleri’nin tarih kitabı gibi oluşu).
2. İncilsel Bakış ile Uyuşmazlıklar
İslamdaki vahiy ile Hıristiyanlıktaki vahiy kavramları birbirinden tamamen farklıdır. Buna rağmen, hem İslam hem de Hıristiyanlık vahyin sözlü ve kavramsal olduğundan bahsetmektedir. Bu farklılıklar sonuçta Tanrı ve dünya ile ilişkisi hakkındaki farklı kavramlardan kaynaklanmaktadır. Tanrı’nın mutlak yüce ve kişilik dışı olduğunu söyleyen İslami bakışta, mümkün olan tek vahiy türü yüce bilginin “yukarıdan”, “aşağıya” insan seviyesine inmesidir. Bunu “Bilinçüstü Vahiy” olarak adlandırabiliriz.
Gerçekte İslam “vahiy” ve “esinleme” arasında bir ayrım yapmaz. Müslümanlar genellikle bu iki terimi birbirinin yerine kullanır. Tanrı’nın Kendisini esinlemesi fikri İslam’da yer bulmaz. Bu, O’nun yüceliği ile çelişmektedir. Aslında Müslümanlar Tanrı’nın Kendisini açıklamasını şiddetle redderler.
İncilsel öğretide, tam tersi olarak, Tanrı’nın kişisel olarak tarihte etkin olduğu, hatta o kadar ki İsa Mesih kişiliğinde beden alarak oldukça dikkate değer bir tarihsel olay gerçekleştirdiği mevcuttur. Böylece tarih, Tanrı’nın kendisini esinlediği (açıkladığı) ilk araçtır. Bu şekildeki ikinci araç, dildir. İncilsel İlahiyat esinleme sürecindeki iki aşamayı birbirinden ayırır: İlk olarak tarih içerisinde Tanrısal hareket vardır – özellikle Tanrı’nın beden alışında – ve ardından kutsalların Tanrı tarafından esinlenerek olayları Kutsal Metinlerde hatasız olarak kaydetmesi ve yorumlaması gelir. Vahyin kaleme alınışı, İslamdaki gibi bir “yukarıdan aşağıya” inişi gerektirmemektedir, fakat her ne kadar kaynağı ve nedeni tarihin kendisinden yüce olsa da, büsbütün tarihten meydana gelmektedir. Kutsal Kitap, Müjdenin bildirilmesidir, fakat bu Tenzil anlamında değildir. Daha çok, Tanrı’nın tarihteki Kendini-Açıklayıcı eylemlerinin Kutsal Ruh’un esiniyle yazılması ve açıklanmasıdır. Aslında, tarihsel esinleme ve Metinsel esinleme ayrılmaz ve birdir. Bunu Bilinçüstü Vahiy’den ayırmak için, “Tarihsel-Esinsel Vahiy” terimi ile adlandırabiliriz. Bu iki vahiy kavramı, her ikisi de vahiy süreci ile ilgili olmasına rağmen kökten farklıdır.
(b) Kutsal Kitap’ta kullanılan terimler İslam’da tamamen farklı anlamlara sahiptir (örneğin dua, günah, doğruluk, iman gibi). Kutsal Kitap’taki kişilerin hikayeleri ve olaylar Kuranda doğruluğu kabul edilmeyen (apokrif dışı) ve değiştirilmiş eklemelerle yer almaktadır.
(c) Üçlü Birlik, İsa’nın Tanrılığı ve Ölümü gibi temel Kutsal Kitap öğretileri yanlış yorumlanmış ve kesinlikle reddedilmiştir.
(d) Kutsal Kitap’ın İslami yorumları. “Hıristiyan potansiyeli” taşıyan Kuran ayetlerini Hıristiyan yorumları yükleyerek okumaya çalışan eski metoda karşılık olarak, Müslüman yazarlar Kutsal Kitap’ın İslami bir yorumunu geliştirdiler. Metinleri İslami açıdan yorumladılar ve İslami olarak yorumlayamacakları ifadeleri yerine çağdaş Kutsal Kitap eleştirilerinde yer alan ifadeleri kullandılar.
3. Sonuçlar.
(a) Müslümanlar, Kutsal Kitap’ı okumaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü Kutsal Kitap’taki herşeyi içeren son ve tüm bilgiye sahip olduklarını düşünürler (Kuran sayesinde). Eğer okumaları gerekirse de, Kuran ile karşılaştırıp, Kurana göre yargıda bulunurlar. Yeni bir Hıristiyan Kutsal Kitap’a genellikle İslami önyargıları ve varsayımları ile ve Kurandan öğrendikleri ile yaklaşır. Bazen, aradaki karşıtlıklar nedeni ile zorluklar yaşar. Bununla birlikte, çoğu zaman Kutsal Kitap’a İslami anlamlar ve yorumlar yükler. Kutsal Kitap’ın biçimi ile ilgili problemler yaşayabilir.
(b) İncilsel Yaklaşım. Yeni Hıristiyanları doğru bir yaklaşıma ve Kutsal Kitap anlayışına yönlendirirken, kişinin öncelikle Kutsal Kitap’ın Tanrı görüşü konusunda sağlam bir temel kurması, ardından Kutsal Kitap öğretilerini sunması ve aynı zamanda akılları bilinçli bir şekilde yanıltıcı ve yanlış İslami anlayışlardan temizlesi gerekir. Kutsal Kitap “tenzil” değildir – başka bir dini yasadır- fakat esinlenmiş olarak Tanrı’nın Kendini Açıklayışıdır. Dahası, hiçkimse dini bir yasayı uygulayarak kurtulamaz. Yeni Antlaşma, Eski Antlaşmayı hükümsüz kılmaz fakat Eski Antlaşma’da bildirilen ve O’nu tek başına anlaşılabilir kılan Mesih’i anlatarak tamamlar. Çünkü Eski ve Yeni Antlaşma Tanrı’nın kurtarış öyküsünü bildirir ve Tanrı’nın son ve tam Sözü’dür, bizim yanılmaz iman ve uygulama rehberimizdir.
Hıristiyan İlahiyatımızın öngördüğü gibi, bilinçüstü ve tarih-dışı doğasının tartışılmaz oluşu Tenzil’i doğrulanamaz kılmaktadır. Müslümanların Kuranın gerçek vahiy olduğunu kanıtlamak için kullandıkları bütün ifadeler dairesel ifadelerdir; kendini tekrarlar. Kanıtlamaya çalıştıkları iddianın doğruluğunu varsayarak anlatıma başlarlar. Bu, Tenzil vahyinin doğruluğunu kuşkulu kılar. Bunun tam tersi olarak, İncilsel vahyin en güçlü noktası tarihsel doğası değil midir?
F. İSLAMIN TOPLUM VE KİLİSE GÖRÜŞÜ
1. Temel İslam Kavramları.
(a) İslamın Ümmet (Ulus, halk) İdeali. İslamda dini topluluk dini-siyasal olarak dikkate alınır ve belirli bir kültürel gelenek ve dile bağlanır. Bu düzende, Müslümanlar Şeriata göre kurulan ve yönetilen dini ve siyasal (teokratik) bir topluluk olan İslami bir Ümmeti oluşturmaktadır. Müslümanın aklındaki din kavramı, bu yüzden temel olarak milliyete, politik ve kültürel yakınlığa dayanmaktadır. Her ne kadar, İslam dünyası aslında birçok bağımsız ülkeye bölünmüşse de, Tek İslam Ümmeti (kabaca Arap Ümmeti) kavramı halen erişilmesi gereken parlak bir ideal olarak görülmektedir. Bu yüzden “Hıristiyan”, “Yahudi” gibi diğer din grupları da dini-siyasal topluluklar olarak görülmektedir. İslami yasa ile yönetilen İslami bir devlet idealini gerçekleştirmek için, İslam ülkelerindeki Yahudi ve Hıristiyan azınlıklardan devlet içinde ayrı millet sistemleri oluşturuldu (örneğin üyeleri sadece ikinci dereceden vatandaşlık konumuna sahip olabilen “ahl al-dhimma” toplulukları gibi) ve kendi dini önderlerinin yönetiminde, sınırlı biçimde kendilerini yönetme imkanı verildi. Müslümanların düşüncesine göre, sonradan Hıristiyanlığı seçenler ve Batı tipi tüzüklere bile sahip olsalar İslam ülkelerindeki kiliseler ile ilgili olarak bu düzenleme kesindir.
(b) İslami kanunlara göre yönetilen Ümmetin üstünlüğü kavramı. Müslümanlar, bir ulusa İslami kanunların uygulanmasının bu ulusu diğerlerinin üzerinde yücelteğine inanırlar. Doğru düşünmenin ve doğru eylemlerin (kanunda tanımlandığı gibi) bireylerin ahlaksal karakterlerini arındıracağını düşünürler. Dini yasaya uygun dini, politik ve sosyal davranışlar, toplumun Tanrı tarafından kayırılmasına neden olur. Böylece Şeriata göre yönetilen ulusun diğer toplumlardan üstün olacağı düşünülür, çünkü böyle mükemmel yasaya sahip başka bir din yoktur.
2. İncilin Toplum ve Kilise düşüncesi ile uyuşmazlıklar
(a) Müslümanlar Hıristiyanlığın özel bir dini ve politik topluluk olduğunu düşünürler.
İncildeki kilise kavramı bu düşünceden tamamen farklıdır. İncil’de kilise apolitik, kültür üstü, ruhsal olarak görülür. Ne var ki, İslam’ın hatalı kilise kavramı geçmişte Hıristiyanlığı isteyerek Batı medeniyeti ile tanımlayan ve modern çağlarda da kiliseyi ruhsal bir kurum yerine sosyal adaleti getirecek bir tür dünyevi kurum olarak düşünen Hıristiyanlar ve misyonerler tarafından çoğu kez güçlendirilmiştir.
İslamdaki gibi, bazı ilahiyatçılar ve misyonerler tarafından desteklenen bu modern kilise görüşü de İncil’e aykırı ve iyimser bir insani görüştür. Müslümanların Kiliseyi İslamdan aşağı seviyede görüşü. İslama göre, toplum için temel olarak Şeriat ile başka hiçbir dini yasa karşılaştırılamaz.
(c) Müslümanlar Hıristiyanlıktaki uygulamaları, İslamdakileri yorumladıkları gibi “esrarengiz” olarak yorumlarlar. Vaftiz ve Rab’bin Sofrası törenleri, kişiyi Hıristiyan yapan kutsal uygulamalar olarak görülür. Bazıları, Rab’bin Sofrasını, Hıristiyan olmak için tekrarlaması gereken bir “şifre” gibi kabul eder (kişinin Müslüman olmak için tekrarladığı “şehadet” gibi).
3. Sonuçlar ve Hıristiyanlığın Yaklaşımları
İslamdaki “Ümmet” idealinde yine insanın günahlılığını gizleme çabasının diğer bir yüzünü görmekteyiz. İslam, varlığını korumak amacı ile, yasaya uygun davranmanın insanı bir zerre bile yüceltemeyeceği gerçeğini kabul etmemektedir.
İnanç ve kültür arasında böylesi bir ilişki anlayışı, beklentileri hiçbir dini topluluğun yerine getiremeyeceği biçimde arttırmakta ve sonuç olarak daha başka yanılsamalara ve haksızlıklara neden olmaktadır. Bu anlayışlar İslam’dan Hıristiyanlığa geçmiş kişilerin oluşturduğu yerli kiliselerin İslam toplumunda köklenmesini ve toplumla sağlıklı ilişkiler kurmasını daha güç hale getirmektedir. İslamdaki Ümmet anlayışı, Hıristiyanların azınlık toplulukları olarak görülmesine ve toplumdan ayrılmasına yol açmaktadır.
Bu nedenle görevimiz, mükemmel dini yasa ve mükemmel dini topluluk olmadığını, herkesin kurtarılışa ihtiyacı olduğunu göstermektir. Tanrı’nın dünyada üstün bir teokratik toplum kurma amacının olmadığını, Mesih’in ikinci gelişinde araya girmesine dek mükemmel toplumun olamayacağını Kutsal Yazılar’dan göstermemiz gerekmektedir. O’nun amacının apolitik, birlikteliği kültür üstü seviyede Mesih’e imana dayanan, tövbe etmiş ve Mesih’e iman ile Tanrı ile barışmış ve Kutsal Ruh tarafından ruhsal olarak yıkanmış bir topluluk yaratmaktır. Toplumda ancak bireylerin tövbe etmesi, Tanrı ile barışması ve yenilenmesi ile insan ilişkileri için verimli ve derin bir gelişim umudu sözkonusu olabilir. Bununla birlikte, mükemmel adalet yalnızca Mesih’in yeryüzüne ikinci gelişi ile sağlanacaktır. Bu yüzden Hıristiyanlar toplumdaki adaletsiz düzeni değiştirmeye çalışırken, çabalarının köklü bir değişim getireceği gibi bir yanılgıya düşmemelidir. Bu, ancak Mesih’in ikinci gelişinde sağlanacaktır.
G. İSLAMIN MELEKLER VE ŞEYTAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
1. Temel İslami inançlar ve uygulamalar
(a) Müslüman, varoluş hiyerarşisine göre Allah ve insan arasında bulunan doğaüstü varlıklar ve güçlerle dolu bir ortamda yaşar.
(b) Melekler İncil’de görüldüğü kadarıyla, inananlara yardım eden varlıklar olarak tanımlanır (İbraniler 2:14). Bununla birlikte, İslamın melekler hakkındaki öğretisi oldukça ayrıntılıdır; bir çok meleğin adları mevcuttur ve görevleri tanımlanmıştır (2:97,98,102; 35:1; 82:10-12 gibi).
(c) Müslümanlar, Tanrı’ya isyan eden ve insanların yüreklerine kötü fikirler fısıldayan kötü melek Şeytan ya da İblisten korkarlar. Ayrıca melekler ve insan arasında yeralan kötü ruhlu varlıklar olan cinlerden de korkarlar. Dindar bir müslümanın onlara karşı gelmek için temel yöntemi “Allah’a sığınırım” demek ve Allah’ın adını tekrarlamaktır (zikir). Kötü güçleri kovmak için tekrarlanan bu eylem, zafer kazanmak için ilahi güce yalvarıştan çok “sihirli bir formule” güvenmeyi tasvir eder (15:26-43; 114:1-6).
(d) Müslümanların çoğu “kötü göz”den korkarlar. Bu, bazı insanların diğerlerine zarar verebilecek doğaüstü güce sahip gözlere sahip olduğu yönünde bir inançtır. Doğaüstü veya diğer insanlardan üstün güçler edinmek için birçoğu büyüye başvurur.
Sonuçlar ve özet.
Tanrı’nın yakın varlığından ve yardımından yoksun olan mutlak yücelik öğretisi nedeniyle, Müslümanlar kendilerini etraflarında bulunduklarını düşündükleri doğaüstü varklıkla ve güçlere bağımlı görürler. “Allah’a sığınırım” demelerine ve Allah’ın adını tekrarlamalarına rağmen, kendilerini bu kötü güçlere karşı zaferli kılacak ilahi gücün bilincinde değildirler. İslamın kesinlikle yasaklamasına rağmen, bazıları büyücülükle uğraşır. Bu durumda, en büyük sorumluluğumuz Mesih’in ölümü ve dirilişi ile Şeytan’ı ve tüm kötü güçleri yendiğini; insanın Mesih’teki güç ile tüm bu kötü güçlerin (Şeytan, büyü, cinler vs) üstesinden gelebileceğini ve böylece Mesih’in ismiyle Şeytan’a karşı koyabileceğini bildirmektir.
H. İSLAMIN SON GÜNLER HAKKINDAKİ ÖĞRETİSİ
1. Temel İslami Kavramlar
(a) Sonu günü belirten işaretler: Son günden önce, Mesih Karşıtının (Deccal) geleceğine ve inancın bozulacağına inanılır. Ardından, İsa yeryüzüne dönecek, Mesih Karşıtını öldürecek ve inancı (İslam) tekrar sağlayacaktır.
(b) Diriliş: İlk borazan sesinin duyulmasıyla yaşayan her varlık ölecek ve bir süre sonra ikinci borazan sesiyle tümü dirilerek yargı yerine gelecektir (Sure 39:68).
(c) Yargı: Allah tüm bireyleri sorgulayacak, herbiri Allah’ın kitabına göre yargılanacaktır. Kişinin iyi işleri ve kötü işleri tartılacak; yasaya göre doğru olanları yapanlar Sırat köprüsünü geçecek ve kötü olanları yapanlar bu köprüden ateşe düşecektir.
(d) Cennet Bahçesi, temel olarak Ademin kovulduğu Aden Bahçesini ifade etmektedir. Fiziksel ve tensel bir cennettir. İnananlar orada, bu yaşamdaki fiziksel varlıklarının sonsuz şeklini tadacaktır.
(e) Cehennem, bu yaşamdaki en kötü fiziksel dehşetlerin daha da fazlasını ifade eder. Orada, Allah’a inanmayanlar veya O’nun isteklerini yapmayanlar sonsuza dek fiziksel acı çekecektir. İnananlar ateşe düşse bile, Muhammed’in aracılığıyla serbest bırakılacaklar ve cennete gideceklerdir.
2. İncilin Bakış Açısı ile Uyuşmazlıklar
(a) Mesih’in İkinci Gelişi nin önemi, İslamın Mesih anlayışı ile orantılı olarak azaltılmıştır. Mesih anahtar figür olmak yerine yalnızca sonun bir işaretidir. Kutsal Kitap’ta, Mesih’in gelişi Tanrılığını açıklamakta ve tarihteki eşsiz aracılığı sonsuz adalet ve doğruluğu sağlamaktadır. İslami anlayışta gerçek adalet ve doğruluk İslamın yasasının tamamen uygulanması ile gerçekleşmektedir. Bu nedenle, dünyanın sonunda ilahi bir müdahale gerekmemektedir.
(b) Diriliş ve Cennet de aynı şekilde, Kutsal Kitap’takinden farklı olarak görülmektedir. Kutsal Kitapta, İsa’nın ödediği bedel ile kurtulanların dirilişi fiziksel olduğu kadar ahlaksal bir değişim de içermektedir. Kurtuluş, kurtarılan kişinin günahtan, ahlaki bozulmuşluktan arınmış ve sonsuza dek Mesih ile yaşayacak şekil değiştirmiş bir beden alışıyla tamamlanmaktadır. Bu, Hıristiyanın ümidinin ve beklentisinin bir parçasıdır. İslamda böyle şekil değiştirmiş bir biçimde varolma beklentisi bulunmamaktadır. İslamın insan anlayışı, insanın günahtan kurtulmasına olan ihtiyacı kabul etmez. Dahası, insanın temel ihtiyacının toplumda dini yasanın uygulanması ile yeterince karşılanacağına inanır. Bu yüzden, Kutsal Kitap’ta açıklandığı gibi köklü bir değişim umulmamaktadır. Müslüman için Cennet, sonsuz oluşu haricinde esasen bu dünyadaki yaşam gibidir.
(c) Yargı ile ilgili düşünceler de oldukça farklıdır. İslamda, insanlar dünyada yaptıkları iyi işlerin ağır gelmesine göre cennete ya da kötü işlerin ağır gelmesine göre cehenneme hak kazanırlar. Bu düşünce, İslamdaki insanın erdem kazanabilme anlayışı ile bağdaşmaktadır. Kutsal Kitap’ta ise, insanın işleriyle yargılanması halinde Tanrı’nın kusursuz itaat gerektiren düzenine göre kaçınılmaz olarak suçlu bulunacak ve hiçbir hatası bağışlanmayacaktır. İnsanın tek umudu tövbe edip, Tanrı’nın Mesih’te ödediği kefareti kabul etmede ve bu kurtuluş teminatını yaşamına alarak, bu şekilde Tanrı’nın yargısına önceden uğrayarak son yargıdan muaf olmaktadır.
3. Sonuçlar ve Özet
Açıktır ki, İslamın ahiret görüşü, kendi insan ve din anlayışı ile yakından ilgilidir. İslam insan ve Tanrı hakkındaki gerçeği reddetmesi nedeniyle, Tanrısal müdahaleye ve insanın kökten yenilenmesine olan ihtiyacı tasavvur edemez. Müslüman, sonraki yaşam ile ilgili bir garantiye sahip olmadan, gönül rahatlığı içerisindedir ve Mesih’i reddeder.
Sonradan iman etmiş bir kişi, bu düşüncelerin çoğuna farkında olmasa da sahiptir. Bu yüzden görevimiz, kişiyi Kutsal Kitap’ta açıklanan insan hakkındaki gerçeğe tamamen getirmek ve insanın tek ümidi olarak (sadece kendi kurtuluşunu sağlayan kişi olarak değil, aynı zamanda evrensel doğruluk ve adaleti getirecek kişi olarak) Mesih’i görmesini sağlamaktır.
SONUÇ:
Kısaca; Kutsal Yazıların ışığında, İslam insanın Tanrı’nın genel vahyi sayesinde sahip olduğu bilgiyi, O’nun insandan istediklerini, insanın suçunu ve kendini kurtarma konusundaki acizliğini bastırarak gizleyen bir tavır göstermektedir. Gerçeği bastırmanın yanında, İslam aynı zamanda Kutsal Kitap vahyinin bir çok konusunu reddetmiş veya köklü biçimde farklılaştırarak yorumlamıştır. Ayrıca Gerçeğin yerine, Tanrı’nın mutlak yüceliğini onaylayan ve mükemmel insan ve toplumu yaratacak Yüce Vahiy’i anlatan humanistik bir düşünce sistemi getirmiştir. Bu da, gerçekte Tanrı’ya isyan olan bu düşüncenin aslını, Tanrı’nın Rab ve Mesih olan İsa ile ilan edilmiş olan lütfunun ve müjdesinin duyurulması sayesinde sevgiyle ortaya çıkaracak yeni bir Hıristiyan ilahiyatını gerektirmektedir.
Yazar: Samuel P. Schlorff
: http://www.isamesih.org Email: webservant@isamesih.org
PDF Dosyası: İslamiyet ile Hristiyanlığın Dünya Görüşleri Farklılıkları
Bu haberin geldigi yer: IsaMesih.Org Hristiyan Portal Inanç Savunmasi (Apologetics) http://www.isamesih.org
Bu haber icin adres:

http://www.isamesih.org/modules.php?name=News&file=article&sid=229

xxx
Gönderim: 2005-02-20 on 18:07
Neden birçok kişinin Hristiyanlığa ilgi duyduklarına yönelik özetle fikirlerimi yazayım. Eğer Müslümanların düşmanı olsaydım bunu yazmazdım, bunu hatırlatmalıyım. Müslümanlara İslamiyet Dünya Görüşüne sahip oldukları sürece, ASLA gerçekte hayattan tatmin olamayacaklarını inanıyorum.
Bakın ben birçok bay veya bayan Müslümanın bana doğrudan gelip Hristiyan bir bay veya bayanla evlenmek istediğini söyledi. Tabii bunların arasında SADECE yurt dışına gitmek istediğini söyleyenler var. Bununla birlikte aslında yüzyüze konuştuklarıma nedenlerini sorduğumda, ilginçtir ki, kelimelerinde saygı, anlayış, olgunluk, sevgi kelimelerinden birkaçı mutlaka birlikte dudaklarından döküldü. Bunlar ŞANS eseri birçok Müslümanın ağzından dökülen kelimeler değildir. Bu konuda düşüncelerimi yazayım.
#1. İslamiyette İnsan Doğası Hristiyanlıktan farklıdır.
Batı’daki birçok filozofa göre İslamiyet bugün hala Ortaçağ döneminde yaşamaktadır. Bunun nedenini hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm. Bunun TEMEL NEDENİNİN İNSAN DOĞASI öğretişinden gelmektedir. İslamiyet dünyanın 3 kıtasını doğuşundan sonraki ilk yüzyıl içinde ele geçirmesinin pahasını bugün ödüyor. Ele geçirdiği ülkelerde birçok felsefe kitapları Arapçaya çevrildi ve bunlar arasında Plato’nun yazıları da vardı. İslamiyet Platonun İNSAN DOĞASINDAN çok derin şekilde etkilendi, öyle ki, artık bugün İslamiyet içinden neo-Platonik insan görüşünü ayırmak oldukça artık mümkün görünmüyor. Fakat bu Platonik görüşü ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Sizler bir çayın tadına bakarak şekerli olup olmadığını ayırt edebilirsiniz, fakat Şekeri çaydan kolayca ayırt ettiğiniz gibi birbirlerinden artık ayıramazsınız. İşte İslamiyet artık kendisini Plato’dan koparamaz. Bu nedenle Sekülarizm’in etkisiyle, İNSAN DOĞASI bugün değiştirilmektedir. Bu da nedir? İnsanların birbirleriyle EŞİT olduğunu söyler Sekülarizm yasa karşısında fakat bu sefer, DAYANAK NOKTASINI kaybeder. İslamiyete En Üst Referans noktası Kuran ve Allah (belki hadisler)’dir. Fakat Sekülarizm’in EN ÜST DAYANAK (Referans) noktası İNSANIN Kendisidir. Bu nedenle, Sekülarizm aslında Hümanizm’indir. İnsan Haklarını Savunanlara, bu hakların KİMLER tarafından ve NASIL ortaya çıktığını sorun. Top yine dönüp dolaşıp, İNSANA gelecektir, çünkü Tanrı yoktur. Yani gerçek Hümanist ,Seküler kişi aslında Tanrısızdır (Agnostik olabilir fakat sonuç Tanrının varlığına dayanmamaktadır).
#2. İslamiyet Ümmet ile varolur bireysel değildir.
İslamiyetin temeli TEVHİD yani BİRLİK inancına dayanır. Birliği RAHATSIZ eden, amacından uzaklaştıran her ne olursa, bu şeyler BÖLÜCÜDÜR. Bu nedenle sakınılması gerekir. Bu herhangi birşey olabilir, misyoner olması gerekmez. Sayın Berkan’ın yazısından da görebileceğiniz gibi, İslamiyet SADECE Hristiyanları bölücü görmüyor! Birşey sürekli herşeye aynı davranırsa, bu demek ki, İslamiyetin YAPISINDA BİR DÜZENLİLİK, bir FORMÜL var demektir. Bu zaten bilimsel metodolijide de vardır. Eğer birşey birçok farklı yerde, aynı sonucu veriyor ise, bilimsel olarak bir iddia da bulunabilirsiniz. Türkiye politikasını değiştirmenin yolu, İslamiyetin İnsan doğasını değiştirmekle başlar. Sekülarizm bunu çabalamaya, yasayı en düşük insan düzeyine dek indirip, güncel yaşamda kullanılabilirliği, yaygınlığına çalışıyor, ki doğru yöntemi izliyor fakat yanlış içerikle!
Hristiyan görüşüne göre insan doğası, kişileri EĞİTEREK değil, RADİKAL DEĞİŞİM yaşayarak değiştirilebilir. İnsan doğasının Reformasyon değil Transformasyona ihtiyacı vardır. Bizler Hristiyan dilinde buna YENİDEN DOĞMAK (YARATILMAK) (Yuhanna 3:3) diyoruz.
Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın Egemenliğini göremez.» Yuhanna 3:3
Bu nedenle ne Sekülarizm, ne İslamiyet, ne de herhangi bir Dünya Görüşü gerçekte topluma refah, düzen, doğruluk, adalet, insan hakları, demokrasi getirebilir.
Sekülarizm’de ve İslamiyette İNSAN HAKLARININ en üst referanst noktası YOKTUR. Sekülarizm’de İnsan haklarının en üst referans noktası İNSANDIR. İslamiyette ise YOKTUR…Hristiyanlıkta İnsan TANRI BENZEYİŞİNDE yaratılmıştır. Bu nedenle, kişisel değeri, yaratıcılığı, sevgisi, birliği arzulayışı Tanrı’dan kaynaklanır.
Bireysel değişim olmadan, asla toplum gerçekte değişim yaşamaz. Bu nedenle insan içten değişim yaşamadıkça, yürekten adaleti, insan haklarını, komşusunu kendisi gibi sevmeyi arzulamadıkça bir değişim olacağına inanmıyorum.
#3. İslamiyet bireyi yokediyor
İslamiyet yaratıcılığı, sevgiyi ve gerçek bireyi Dünya Görüşünden ötürü yok etmektedir. Bu doğaldır. Siz görmediğiniz ve bilmediğiniz bir konuda fikir yürütemezsiniz. Buna Hristiyan dilinde ÖNEMSEMEME diyoruz (ignorance). Önemsememenin temeli, kişinin sadece bilgi eksikliği değil, doğal olarak o bilgiye ULAŞMASI mümkün olmadığında da kullanılır. Kişi öyle birşeyin varlığından bile haberdar olmadığından, inandığının TEK DOĞRU olduğuna inanıp, öyle yaşar. Bu nedenle, doğal olarak kendisi DIŞINDA BAŞKA BİR GÖRÜŞÜN varlığının OLASILIĞINA İNANAMAZ. İşte buna bizler önemsememek diyoruz. Farkında olmadığınız şeylere değer veremezsiniz.
Çocukların eğitimi bugün ‘oğlum sen bunu yapma bak bu DOĞRU Değil’ değil; ‘Oğlum ayıp bunu yapmadır’. Yani temelde çocuk eğitimi bile bozuktur. Doğruluk ve adalet ile değil; utanç, şeref, onursuzluk ile eğitilen çocuktan adaleti yapmasını beklemek oldukça zor bir beklentidir. Utanç, onur ve şeref konuları daima BAŞKALARININ VARLIĞINA dayanır. Adalet ise, BİREYSELDİR. Siz kendi kendinize UTANMAZSINIZ; ŞEREFİNİZİ YİTİRMEZSİNİZ; Onurunuzu kaybetmezsiniz. Sadece başkalarının gözünde (aile, arkadaş, kolu komşu, devlet, ülke, vs..) bu duruma düşersiniz. Bu nedenle İslamiyetin bireyi suçlama yöntemi sürekli BAŞKALARININ VARLIĞINA DAYANIR. Hristiyan temelli adalet, doğruluk anlayışı ise, BİREYSELDİR. Sekülarizm aslında bunu Hristiyanlıktan almıştır.
Daha sonra devam edeceğim,
Gökhan: 2/18/2005
X
TESLİS TEVHİD: TEMEL AYRIM

İnançlar arasında köklü ayrımlar, hem de çelişkiler bulunduğu örtbas edilemeyen bilgidir. Yaşadığımız dönemde uzlaştırıcı diyebileceğimiz bir akım ikide bir sesini duyurmakta: Yeryüzünün üç tektanrıcı (monoteist) dini. Bu sözle Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamlık amaç ediniliyor. Kullanımın birleştirici bir nitelik taşıyıp taşımadığı araştırılmaya değer. Sözü edilen dünyasal üç inanç tektanrıcılığa birbirinden ayrımlı, birçok durumda çelişkili ve kendine özgü yöntemden yaklaşır. Tektanrıcı inanç açıklanışı İbrahim’le başlar. Onun bu tarihsel özelliği tekTanrı’ya iman etmesi, Tanrı’nınsa bunu İbrahim’e doğruluk saymasıyla belirir (bkz. Yaratılış 15:6).
İsa Mesih soy bakımından İbrahim’in kuşağındadır. Bu büyük atanın tektanrıcılığını ilgi çekici bir dille açıkladı İsa: “İbrahim olmadan önce BEN VARIM… Atanız İbrahim günümü görmenin umuduyla kıvanç buldu. Ve görüp sevindi.” İsa’nın tapınakta bildirdiği bu köklü açıklamayı duyan Yahudi din önderleri anlamını hemen kavrayarak mırıldandılar: “Daha elli yaşında bile değilsin; üstelik İbrahim’i de mi gördün?” Ardından bu din öğretmeleri yerden taş topladılar. Amaçları kötüydü elbette. İsa kendisini gizledi ve tapınaktan ayrıldı (bkz. Yuhanna bölüm 8). O’nun ölüm vakti daha gelmemişti. Yahudiler’in İsa Mesih’i yadsıması bir anane olmuştur; günümüze dayanan anane. Tarihi dört bin yıl geriye uzanan bu ilginç halkın çağlar sonunda İsa Mesih’e iman edeceği Tanrı Sözü’nün belirgin açıklamalarındandır (bkz. Zekarya 12:10; Yeşaya 44:3; 59:20; Hezekiel 39:29; Mezmur 14:7; Romalılar 11:26; Vahiy 1:7).
İncil kesin vurgulamayla herkese seslenir: “Mesih şeriatın son bulmasıdır; iman eden herkes doğrulukla donatılsın diye” (Romalılar 10:4). Mesih’i tek Tanrı karşısında dinsel yasanın noktalanışı niteliğinde tanımayanın tektanrıcılığı şeriat kalıpçılığının tutsaklığındadır. Anlamsızlık çıkmazında el yordamıyla yolunu bulmaya didinenin üzücülüğündedir o. Şeriatın ağır yükü altında despotik bir Tanrı’ya kölelik etme uğraşı.. Oysa sevgi olan Tanrı kul değil evlat aramakta. Ümmet değil özgürlüğe kavuşmuş iman bağlısı kadını erkeği çağırmakta.
İNCİL’İN TANITTIĞI İNANÇ TEKTANRICILIKTIR
Yahudi inancına kısaca değindikten sonra –konu dışında kalıyor– dikkatimizi yeryüzünün dört köşesinde sahneyi tutan İslam dinine çevirmemiz gerekir. İsa Mesih’i öncesiz çağlardan bu yana var olan –Yaratan ama yaratılmayan– ezeli-ebedi Kelam olarak değerlendiren inanlı Teslis inancının hiç şaşmayan bağlısıdır. Mesih beden kuşanan Tanrı’dır. Buna karşı İslam insan hiç şaşmayan Tevhid inancındadır. Bu iki söz Hıristiyanlık tektanrıcılığıyla İslamlık tektanrıcılığını keskin bıçakla birbirinden ayırır, herhangi bir yakınlık sağlayamayan düş kırıklığı getirir.
Tanrı Sözü’nün, buna inanan Mesih güvenlisinin hiçbir koşul ve bağ olmaksızın güttüğü yöntem tekte üç üçte tek Tanrı inancıdır. Bunun dışına kayan, tarihsel Hıristiyan inancına göre edimci (heretik) tir. Bunların arasında Ariosçu’lar, Yehova Şahitleri (Russelistler), Üniteriyanlar ve özellikle Müslümanlar bulunur. Kilise tarihinde bütün konseyler İncil’i Teslis bağlılığında tanımış, Mesih inancını bu gerçeğin içeriğinde anlatmıştır (bkz. Matta 28:19; Yuhanna 14:26; 15:26; II Korintoslular 13:14; II Selanikliler 3:5; İbraniler 9:14; I Petros 1:2, vb). İnancın klasikleri arasında sayılan Hippolu Augustin’in (354-430) yazdığı Trinitas yabancı dil bilenin okuması gereken bir yapıttır. Bunda, Teslis inancının neyi içerdiğini aydın bir bilimcinin kaleminden öğrenmek ardı arası kesilmeyen sorulara sağduyulu yanıtı getirir. Augustin’in Kutsal Söz’e dayanarak bu gerçeği tanıtması çağlara seslenmiştir.
TANRI’NIN KİŞİLİĞİNDE GİZEMSEL DÜZEN
Teslis inancına karşı İslam’ın en köklü ve kesin biçimde karşı gelişi özellikle Tevhid inancında odaklanır demek hiç de yanlış olmaz. Kuran’a başvurmak direnişin göstergesine götürür bireyi. “Muhakkak ki ehli-kitaptan ve müşriklerden (ibaret) o kâfirler, cehennem ateşindedirler; orada ebedi kalacaklardır. İşte bu kimseler, yaratıkların en kötüsü olanlardır” El-Beyinne (98), ayet 6. A.Fikri Yavuz çevirisi. Bu Sure’ye Hüccet (kanıt) de denir. Bunun yanı sıra En-Nisa (4 Sure) da denen de aynı üstelemeyle vurgulanmakta: “Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, dilediği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur. Kim de Allah’a eş koşarsa gerçekten pek büyük bir günah uydurmuş olur” (ayet 48).
İslam dininde böyle inananı kâfir olarak nitelendirenler tarih boyunca bilinir. İslam’a göre Teslis inancı en ağır suçtur. Her günah bağışlanır, İslam deyişi uyarınca Tanrı’ya şirk koşmak, Tanrı’ya eşit tanımak ya da benzer kılmak hiçbir yolla affedilemez. Öte yandan Hıristiyanlık’ta Teslis inancı en anlamlı ve içerikli temel bilgidir. Üçte tek tekte üç Tanrı doğaüstü diri Rabbin kişiliğidir: Baba, Oğul (Kelam), Kutsal Ruh. Hiçbir koşul ve bağ olmadan tek Tanrı’nın üç kişilikte açıklanışı. Bu temel öğretide Baba da, Oğul da, Kutsal Ruh da tek Tanrı’dır. İncil bu gizemli gerçeği şöyle tanıtır: “Tartışmasız, tanrısayarlığımızın gizi büyüktür: O, bedende açıklandı, Ruh’ta doğrulandı, meleklere göründü, uluslar arasında adı yayıldı, dünyada O’na iman edildi, yücelikle yukarı alındı” (I Timoteos 3:16).
İnsanın yaratılışında, kurtuluşunda, kutsanışında kesin ve belirgin eylemi bilinen, üç ayrı kişilikte etkinliği görülen tek Tanrı inancı budur. Bunun kavramı fizikötesi anlayışla erişilen ruhsal aşamadır. Tanrı konularına yaklaşım bir+bir+bir = üç ve nokta diyerek basitleştirilirse sonucu kalıba sokulmuş din olur. Bunun biçimlenmiş kanıtıysa her yanda görülüyor. “Tanrısal Söz beden oldu” (Yuhanna 1:14) İncil’in temel öğretisidir. Tanrı’nın öz niteliği zorlanmaksızın beden kuşanması düşünceyi insanın Tanrı’ca beden olarak yaratılışına taşıyor.
Vahitçilik Tanrı’yla ilgili konuların gizemsel (mistik) içeriğine yan çizen şıpınişi bir görüştür. Gerçeğe ancak onu araştırmakla ulaşılabilir. Tanrıbilim de doğabilim de bunu öğretir. Gerçeğe ters düşen savların insan icadı olduğu, gerçeğinse sonsuzları kapsadığı vurgulansın. Bunun anlaşılmasına her konuyu enikonu inceleyerek, tanrısal-tarihsel olgulara nesnel tutumla yaklaşarak erişilebilir. Yine Kuran’da geçen, birçok kişi tarafından bilinen bir ayetin konuya alınması uygun olur: Allah kıyamet gününde İsa’ya üç tanrı varlığını insanlığa söyledin mi diyor ve onu sorguya çekiyor; İsa da böyle bir şey yapmadığını söylüyor. Al-Ma’ide (Sure 5) 116’ıncı ayette sözü edilen üç tanrının Allah, İsa ve Meryem olduğu görülüyor. Aynı konuya ilişkin Al-Ma’ide’nin 73. ayetine de bakınız.
SERT DİRENİŞ NEREDEN KAYNAKLANDI?
Teslis inancı Baba, Oğul, Kutsal Ruh’la ilgilidir. Acaba nasıl oluyor da Meryem üçte tek, tekte üç Tanrı’nın apayrı bir açıklanışı durumunda konuya giriyor? Hıristiyan inancının hiçbir dönemde bu türden bir sava ve kurama bağlı olduğu duyulmamıştır. Bu kuramı Müslüman bireyin yadsıyışından daha da kesin yadsıyışla Teslis inanlısı yadsır, üçte tek tekte üç Tanrı inancında Meryem’e hiçbir yer tanınmaz. Demek ki, Kuran’da dikkati çeken tarihsel-tanrıbilimsel gerçeklerle çelişkili bir görüş belirmekte. Bu dönümde gerçeğin nesnel araştırıcısı olma gereği karşımıza dikiliyor, gerçek hiç kimseye kaçamak yolu bırakmıyor. İslam dininin peygamberi bu temelsiz bilgiyi nereden almış olabilir? Nesnel tarih belgelerine eğilen bunun yanıtını bulmakta hiçbir güçlük çekmez.
İslam’ın gelişinden önce –5’inci yüzyılda– Zühal’e (Afrodit, Venüs, Çoban Yıldızı) tapınan onu göklerin kraliçesi sayan ve bundan şaşmayan yabansı bir tarikat giderayak Hıristiyan inancına kaydı; ama Tanrı Sözü’nü incelemeden, onu hiç araştırmadan. Puta tapınan bu insanlar Zühal’e tapınmayı bırakmak istemediğinden ona Meryem adını takarak işin kolay çözümüne gitti. Zühal’in adı Meryem oldu. Bu şaşkın tarikat o dönemin Hıristiyanları tarafından hemen kınandı ve yargılandı, gerçek inançla ilgisi olmayan edimci (heretik) bir icat olduğu belirlendi. Ama tarikat yanlıları Meryem’e göklerin tanrıçası ve kraliçesi niteliğinde tapınmayı sürdürdü. Böylece Zühal’in tahtına Meryem oturtuldu. Tarikat Meryem’e öylesi aşırı önem verdi ki, onun önemi Tanrı’nınkinden Mesih’inkinden öne geçti. Bu tarikatın yanlıları Meryemistler adını aldı. Öğretide, uygulamada Meryem başta olmak üzere üç tanrı üstelemesi benimsendi.
İslam peygamberi ticaret uğraşlarında Arap yarımadasından Şam’a Halep’e gidip gelirken tarikatın insanlarıyla tanıştı; onların inancını görüşünü dinledi, fikir edindi. İşin acıklı yönü Meryemistler’i Hıristiyanlar’la eşit tuttu, ümmü-i-sadık olduğundan İsa Mesih’i bu tarikatten saydı; böyle bir görüş de Kuran’a aktarıldı. İslam’ın peygamberi Teslis’te belirtilen görkemli üç kişiliği anlayamadığından yanlış yorumlara kaydı. İslamlığın yayılmasından sonra Meryemistler İslamlığı benimsedi, tarikat eridi. Ama bozuk öğretinin kökü kazınamadı, hatta İslam’ı aşırı Meryem ana bağlılığında iyice etkiledi.
Müslüman birey nesnel tarihe eğilmeyi yeğlerse sorunların derinine gidebilir, kuşkuları dağılır, edimci (heretik) öğretilerin nereden kaynaklandığı öğrenilir. Herhangi bir inancın nesnelliğe tümden bağlı kalamaması içinden çıkılamayan düğümlü saplantılara zemin oluşturur, yanlış bilgi akıntılarında bireylere boşuna kürek çektirtir.
GERİ TEPEN İNANÇ ÖĞELERİ

İslamlık kavramında Tevhid diri Tanrı’yı kişilikten, yaratığıyla yakınlıktan ve paydaşlıktan koparır. O’nu sevmeyen sevilemeyen, inanlının varlığında konut kuramayan, insana özgü sıfatları kullanamayan –örneğin, Baba-Oğul gibi– günahlıya kefaret, yeniden doğuş ve sonsuz yaşam güvencesi veremeyen, şartlar koşullar dikte eden sert bir kul ağası kılar. Diri Tanrı’yla yaşamsal ilişkiye giremeyen, O’na Babam diye seslenemeyen kadın erkek Tanrı’nın kurduğu yeryüzünde bir öksüzden farksızdır.
Tevhid kanıtlısı insan, üçte tek tekte üç Tanrı’nın küçük dili yutturan sınırsız kutluluklarından yoksundur: Su götürmez kurtuluş, Tanrı bağlılığıyla kesenkes uyumlulukta beliren etik yöntemi, Tanrı’ya da dosta-düşmana da aksamasız sevgi, anlamlı-içerikli dua ve tapınış gönenci. Katılıktan sıyrılamayan vahidcilik, eliaçıklıkla armağanlar veren Tanrı’yı sert ve zahmet çektiren bir buyrukçu durumuna getirmiştir. Anılan tanrısal sağlayışlardan canını yoksun bırakan, kaderciliğe, şüpheciliğe açılan dinsel birey! Kıt kanaat kendi yağıyla kavrulan, öte yandan da ümmetçiliğe bel bağlayan ya da başka tutuluşlara sığınan. Ademoğlunun içinde yanan hınç ve intikam alevlerini imbatın serinliğiyle bastıramayan. Yerine göre baskıcılıktan, sertlikten sakınamayan. Affedemeyen, günahlının dünyasını kökten değiştiren affın gönencine gelemeyen, sonsuz yaşam güvenliğine erişemeyen, günah zincirleri parçalanmamış din bağlısı. Mağdurdan kıygından af dileyebilecek alçakgönüllülükten yoksun. Kuşku ve korku doğal görgüdür ona. Kendini münkirler (yadsıyanlar) dünyasında bulan, olumsuzluktan sıyrılamayan. Birçok durumda batıl, hurafe ve safsata öğelerinde çırpınırken medet Allah demekten kendini alamayan, derininde bunlardan özgür kılınma hasretiyle kıvranan, Tanrı’nın pek çok sevdiği, Mesih inanlısının da derinden sevdiği insan kardeş.
İslam inancının bağlılarını belirgin biçimciliğe töreciliğe bağlayan görünümü, insanı Yaratanı’yla özlü-anlamlı bağlılıktan yoksun bırakmış, O’nun doğaötesi niteliklerini gölgelemiştir. Tanrı’nın öz nitelikleri fizikötesi, insanüstü, matematik dışı görkemli Kişi olmaktır. O insansal ölçülerle kavranamaz. İsa Mesih’in Babası Tanrı kendisini vahiyle verdiği Sözü’nde anlattı ve beden kuşanan öz Kelamı Mesih’in kişiliğinde açıklandı: “Hiçbir vakit, hiç kimse Tanrı’yı görmedi. Ancak Baba’nın bağrında olan biricik Tanrı O’nu bildirdi” (Yuhanna 1:18). Teslis inancında Baba Tanrı sonsuzdur (bkz. Yasa’nın Tekrarı 33:27; Malakya 3:6). Oğul Tanrı sonsuzdur (bkz. İbraniler 1:10: 13:8). Kutsal Ruh Tanrı sonsuzdur (bkz. Yaratılış 1:2; İbraniler 9:14). Teslis’te ikinci kişilik Baba’yla birlikte var olan, yaratılmayan tersine Yaratan özelliğiyle açıklanan, insanla özdeşliğe gelmek için Meryem’den beden kuşanan ezeli-ebedi Oğul’dur. O’nu bu nitelikten soymak çölde yöntem bulmaya çabalayan yitik yolcunun şaşkınlığına düşürür insanı.
Bu dönümde Mesih’in insan bedeni kuşanan ezeli-ebedi Tanrı Oğlu olduğuna ilişkin bir gözlem konumuzu aydınlatmaya yararlı olur. İnsanlığa çağdaş uygarlığın ışığını yakan tarihsel Yunan’da ademoğulları Tanrı’yı arayışlarında insanı tanrılaştırdılar, tanrıları da insanlar doğrultusunda ardı arası kesilmeyen dileklerle tanıttılar. Buna karşı insan soyunun O’nu kesinlikle bilebilmesini isteyen Tanrı beden kuşandı, İsa Mesih’in kişiliğinde insan oldu, kendisini alçalttı, insanın temel ihtiyacını karşıladı.
BABA’YA, OĞUL’A, KUTSAL RUH’A İMAN ETMENİN SAĞLAYIŞLARI
Üçte tek tekte üç Tanrı’ya bağlanmak, O’nu üç kişiliğinde sevmek insana şimdi ve sonsuzda düşünülmedik kutluluklar doluluğu getirir:
1. Oğul’a Tanrı sevgisinin kayrasal armağanı olarak iman eden sonsuz yaşam bulur (bkz. Yuhanna 3:16-18; İbraniler 12:9).
2. Tanrı’ya ‘Babam’ hatta ‘Abba Baba’ (babacığım) diyebilir. Evladın fiziksel babaya güvenmesinden daha da somut kanıtlılıkla dile getirilir bu içtenlikli yaklaşım (bkz. Mezmur 68:5; Romalılar 8:15; Galatyalılar 4:6).
3. İsa Mesih’e Tanrı’nın Oğlu olarak iman eden, Tanrı’ya ‘Göklerdeki Babam’ diye seslenerek tapınır ve dileklerini O’na getirir. Mesih bağlısının tapınışı kendine özgüdür: Dilinde, seslenişinde, söyleyişinde (bkz. Matta 6:9). İnanlının kişisel duyguları böyle açıklanır.
4. Mesih inanlısının tek Tanrısı, aynızamanda tek Babası vardır (bkz. Efesoslular 4:6). O’na Oğul İsa aracılığıyla yaklaşmaya yetki tanınmıştır.
5. Tanrı İsa Mesih’e Oğlu olarak iman edenin varlığında kalır, o da Tanrı’da kalır (I Yuhanna 4:15).
6. İsa’ya Tanrı’nın Oğlu olarak iman eden, Tanrı’dan gelen parlak armağanlarla donatılır (bkz. Romalılar 8:32; I Korintoslular 1:5-7; Yakup 1:5; 4:6).
7. Tanrı’yı Rab İsa Mesih’in Babası olarak tanıyan, Baba ile Oğul arasındaki gizemli bağlantıdan doğal kuşaklarda hiç bilinemeyen kutluluklarla donatılır (bkz. Yuhanna 17:21). Görülmeyen Tanrı’yı Oğul’da beden kuşanan, bizi dinleyen ve yanıtlayan Söz niteliğinde tanımayan birey Tanrı’yla somut-kişisel ilişki arayışındadır. Bunu başkasında bulamayınca böyle birini oluşturmakta güçlük çekmez. Yaratığı tanrılaştırır.
Teslis’te ikinci kişilik İsa Mesih’i Baba’nın biricik Oğlu olarak tanıyan, Tanrı’nın onayını kazanır (bkz. Matta 3:16,17; 12:18; 17:5; Markos 1:11; 9:7; II Petros 1:17).
1. Sıralanan ayetlerde Baba Tanrı’nın yüceden konuşarak biricik Oğlunu onaylaması, O’nu insanlığa tanıtması inanlıyı yüreklendirir.
2. Rab İsa Mesih ölüler arasından dirildi, kanıtlı güçle Tanrı’nın Oğlu olduğunu belgeledi. Buna iman etmek sonsuzla ilgili güvenliği sağlar (bkz. Romalılar 1:4).
3. Baba Tanrı tüm insanlık üzerinde biricik Oğlu’nu Egemen kıldı. O’na günahı arıtmaya, affetmeye, sonsuz yaşam vermeye, günahta kalanları yargılamaya kesin yetki verdi (bkz. Matta 28:18; Yuhanna 5:22,27; 8:16; 17:2).
4. Tanrı sevgisinin somut ve belirgin kanıtı günahlarımızı arıtmaya bağışlamalık niteliğinde öz Oğlunu vermesidir (bkz. I Yuhanna 4:19; Romalılar 5:8).
5. Sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı’yı ve O’nun insanlığa gönderdiği İsa Mesih’i bilmekle gerçekleşir (bkz. Resuller 8:37; Yuhanna 17:3; I Yuhanna 4:15).
6. İsa Mesih’in Tanrı Oğlu olduğunu hiçbir insansal kaynak bildiremez. Sadece Baba biricik Oğlu’nu insana açıklar, bu parlak bilgiyi inanlının gönenci kılar (bkz. Matta 16:7; Yuhanna 1:49).
7. Yücelerde sonsuzlar sonsuzu diri olan Mesih’i görkemli görünümünde O’nu sadece Tanrı Oğlu olarak tanıyan bilebilir (bkz. Vahiy 1:12-16; 2:18).

Kutsal Ruh Baba ve Oğul benzeri kişiliği olan Tanrı’dır. Şu kısıtlı yaşamda Kutsal Ruh’un konut kurduğu varlık sonsuzun soluğunu içine alabilendir.
1. Kutsal Ruh tıpkı Baba ve Oğul gibi Yaratan’dır (bkz. Yaratılış 1:1,2; Eyub 26:13; 27:3; 33:4; Romalılar 1:20; İbraniler 1:10). “Tanrı’ya ilişkin konuları Tanrı Ruhu’ndan başka bir kimse bilemez” (I Korintoslular 2:11).
2. Kutsal Ruh Mesih’in göklere yükselişinden sonra yüceden kilise topluluğuna indi, inanlılara bambaşka güç ve yetkinlik verdi (bkz. Resuller 2:2). Şu ana dek Mesih topluluğunun yönetmeni ve eğitmenidir O.
3. Rab İsa Mesih haçlanışından önce inanlılarına Kutsal Ruh’u göndereceğini vaat etti (bkz. Yuhanna 14:16-18). Kutsal Ruh’u Rab niteliğinde bilen, O’nun tarafından yönetilen Tanrı’nın çocuğu olduğunu bilir (Romalılar 8:16). O kişi yeryüzünde bir yetim değil Tanrı’nın çocuğudur.
4. Kutsal Ruh Mesih’in inanlılarına gönderdiği Paraklit’tir (Avutan, Teselli veren). Şu çalkantılı yaşamda fırtınalarla boğuşan inanlı ölümden bile korkmaz (bkz. Yuhanna 14:26; 15:26; 16:7).
5. Kutsal Ruh inanlının içinde Mesih’e tanıklık eder (bkz. Yuhanna 15:26; Luka 24:48; Resuller 1:8). İnanlı sadece Kutsal Ruh’un itkisiyle Mesih’i günahlılara sunabilir (bkz. Yuhanna 15:5).
6. Kutsal Ruh ‘Gerçek Ruhu’dur (bkz. Yuhanna “14:17). Günahlıyı, “Günah, doğruluk ve yargı suçluluğuna ilişkin kanıtlar” (Yuhanna 16:8). İnanlının varlığında O’nun eylemleri, görkemli sonuçlamaları belirgindir.
7. Kutsal Ruh Rab’dir. Gelin’le (Kilise topluluğu) birlikte Mesih’in görkemli dönüşünü bekleyendir (bkz. Vahiy 22:17).
SONUÇ
Tanrı esinine bakıldığında Hıristiyan inancına bağlı olanın Teslis’te bulduğu güven ve uyumla, Müslüman insanın Tevhid’te durması birbiriyle sürekli çelişkidedir. Bu nedenle iki inancın tektanrıcılığı ne uzlaştırılabilir ne de ortak düzeyde bağdaştırılabilir. Tanrı’nın rızasını kazanmak isteyen Müslüman bireye düşen görev Teslis inancını açık kafayla, Kitapsal, tarihsel, bilimsel yönlerden incelemek, tek Tanrı’ya dua ederek O’ndan gerçeği açıklamasını dilemektir. Tanrı ışığı arayan her canı aydınlatacaktır.
Thomas Cosmades cosmades@attglobal.net
Xxx

ŞEYTAN AYETLERİ’NİN PERDE ARKASI

“Seytan Ayetleri” diye ünlenen söz konusu sözlerin önce Kuran’a ayet olarak sokuldugu…, bu sözlerde “Lat, Uzza, Menat” adli tanriçalar övüldügü için putataparlarin, peygamber ve inanirlariyla birlikte secde ettikleri, bir olay olarak kaynaklarda yer alir. olayin gerçekligini dile getiren kanitlari görelim:
Hacc suresinin 52. ayeti ve izleyen ayetler. 52. ayette, her peygamberin okudugu seye, seytanin bir seyler kattigi ama tanrinin, seytanin kattigini hükümsüz biraktigi ve kendi ayetlerini geçerli -saglam kildigi, anlatilir. Görüldügü gibi anlatim, Seytan Ayetleri diye bilinen ayetlerin, Kuran’a sokulup sonra çikarildigi, sokanin seytan, çikaranin da Cebrail araciligi ile tanri oldugu yolundaki ifadelere uygundur. Zaten tefsirler de bunu için bu ayetleri, olayin yansiticisi olarak görürler. 52. ayetten sonraki ayetlerde de ayni olaya uygun anlatimlar bulurlar.
Isra suresinin 73. ve 75. ayetleri: Bu ayetlerin anlamlari söyledir: “Ey Muhammed! Seni, sana vahyettigimizden uzaklastirip daha baskasini ileri sürerek bize iftira etmeye sürüklüyorlardi nerdeyse. O zaman seni dost bulacaklardi. Eger seni pekistirmis olmasaydik, andolsun ki, onlara egilim gösteriyordun, az kalsin. O zaman sana, yasami da , ölümü de kat kat azab biçiminde tattirirdik. Sonra da bize karsi bir yardimci bulamazdin.”
Hadis “Peygamber Mekke’de Necm suresini okurken secde etti ve onunla birlikte,-aldigi topragi alnina götüren yasli birinin disinda Müslüman ve putatapan herkes secde etti.” Kaynak: Buhari( hadis no:555), Tirmizi ve öteki hadis, fikih kitaplari.
SORU:
1-Peygamberin can düsmani diye nitelenen putataparlar nasil oldu da, Muhammed ile bir araya gelebildiler?
2-Putataparlar nasil oldu da, Muhammed ile birlikte secde ettiler?
Bu sorularin karsiligini bulabilmek için, bundan sonraki iki hadis iyi incelenmelidir.
Hadis: “Peygamber Mekke’de iken Necm suresini okuyorduç” Lat’i, Uzza’yi ve bir öteki, üçüncü (put) olan Menat’i gördünüz mü ? diyen yere gelince seytan, peygamberin diline sunu ativerdi “Iste bunlar, yüce turnalardir. Sefaatleri de elbette ki umulur.” Bunun üzerine putataparlar: “Muhammed daha önce degil, bu gün tanriçalarimizi iyi sözlerle andi!” dediler. Yine bunun üzerine Peygamber secde etti ve onlar da secde ettiler. Iste bu nedenle de Tanri su ayeti indirdi: “(Ey Muhammed!) Senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, seytan onun okuduklari arasina, bir seyler katip birakmasin. Tanri, seytanin biraktigini bozar, kendi ayetlerini güçlendirir. Tanri bilendir, hikmetlidir.” (Hacc suresi, ayet:52)
Ve çok açik görülüyor ki: Putataparlarin Peygamberle birlikte secde etmelerinin nedeni :”Peygamberin üç putu (Lat, Uzza, Menat) öven sözlerle anmasi ve bunu, ayet olarak okumasidir.” Bu sözlerin olusturdugu ayetler, tanrinin ayetleri degil “seytanin ayetleri”dir.
Bu ayetler sonradan sureden çikarilmistir. Hacc suresinin 52.ayetinde anlatilanda budur.
Bu konuda uzun söze gerek yok. Islam dünyasinin en büyük uzmanlarindan Suyuti ve Ibn Hacer “hadis”i saglam ve olayi gerçek kabul ediyorlar. Süyuti’de, Ibn Hacer’de hangi hadisin saglam, hangisinin çürük oldugunu en iyi bildikleri Islam dünyasinda kabul edilegelmis uzmanlardir. Ve bunlar için de “dinsiz, Islam düsmani” suçlamasi yapilamaz.
Kisacasi: “Seytan Ayetleri” olayi gerçektir. Bunu yok sayma çabalari da bosunadir. gerçek oldugu halde bu olaya “iftira”dir, “dinsizlerin uydurmasidir” biçimindeki sözler, cinayete azmettiren fetvalara çanak tutmaktan baska bir seye yaramaz.
Ancak Muhammed, kendi bakimindan isin kolayini bulmustur; su bakimdan ki, bir kere hiç kimselerin göremedigi bu seytanlari somut biçimde görebildigini ve gerektiginde boyunlarina sarilip onlari bogabilecek güçte oldugunu söyliyerek övünür.
Öte yandan kendi seytani’nin müslümanlikla emrolundugunu ve bu nedenle kendisine yardimci oldugunu, oysa ki diger peygamberlerin böyle bir ayricaliga ve üstünlüge sahip kilinmadiklarini söyliyerek övünür. Söyleki:
Ahmed Ibn Hanbel, Nesei, Ibn Teymiyye gibi kaynaklarin bildirmesine göre Muhammed, büyük bir bedenî güce sahip olarak seytani yakalayip bogdugunu anlatmak üzere söyle konusmustur: “Namaz kilarken seytan geldi. Hemen yakaladim, yere yatirdim, boguyordum onu. O denli ki, onun dilinin soguklugunu elimin üzerinde duydum”. Nesei’nin Ayse’den rivâyetine dayali bu sözlere ek diger rivâyetlere göre Muhammed, seytani bogarken onun salyasinin eline bulastigini, ve bunu elinde bunu hissettigini bildirmistir
Yine bunun gibi bir kez namaz kilarken seytanin saldirdigini ve namazini bozdurmak istedigini, ve fakat Tanri’nin yardimi ile seytani yakaladigi gibi Mescid’in direklerinden bir direge baglamak istedigini ve fakat bu uygulamanin Süleyman “peygamber”e özgü kalmasini düsündügü için vazgeçtigini söylemistir (Anlasilan sirf bu konuda ayricalik gütmemistir)
Seytan ile iliski konusuna gelince, her hususta oldugu gibi bu konuda da Tanri’nin kendisine, hiç kimselere ve hiçbir peygambere layik görmedigi imtiyazlari sagladigini, ve seytani’ni “müslüman” yaptigini öne sürerek söyle demistir: “Benim seytanim kâfir idi. Lâkin Allah ona karsi bana yardim etti de (seytanim) müslim oldu” Müsned-i Bezzâr’da ki bu hadîs için bkz. Sahih-i… (Cilt II, sh. 247). ayreica bkz. Gazalî, age (1975) Cilt II, sh. 79, 84)
Bu sözleri su vesile ile söylemistir. Bir gün Ashabi ile konusurken aklina, kadinlari seytanlara benzetmek fikri gelir ve söyle der: “Kadinlar insanin karsisina seytan gibi çikarlar. Bir kadin görüp heves ettiginiz vakit, hemen kendi âilenize mürâcaat edin. Çünkü onda olanin aynisi onda da vardir” Müslim ve Tirmizî’nin rivâyet ettikleri bu hadîs için bkz. Gazalî, age (1975) Cilt II, sh. 78-79
Fakat kadin’in “seytan niteligî”nden dogma tehlikeliligini biraz daha vurgulamak için söyle ekler: “Kocalari hâriçte bulunan kadinlarin yanina girmeyin. Zirâ kan damarda isledigi gibi, seytan (da) , insanin vücûduna isler” . Bunun üzerine Ashab’dan biri dayanamaz, sorar: ” Senin de mi yâ Resûlallah?” Onlarin sorusuna Muhammed söyle yanit verir: “Evet benim de. Fakat Allah bana yardim etti ve seytanim müslüman oldu”. Müslim ile Tirmizî’nin rivâyetleri için bkz. Gazalî, age (1975) , C. II. sh. 79)
Simdi de akliniza muhtemelen söyle bir soru gelecektir: “Müslüman olan bir seytan’in seytanligi nerede kaldi?”. Söylemege gerek yoktur ki o tarihlerde hiç kimse bu soruyu aklindan geçirmedigi için Muhammed, cevap bulma güçlügü karsisinda kalmamistir. Ancak ne var ki, müslüman oldugunu söyledigi bu kendi seytaninin ona, ara sira bir takim azizliklerde bulundugu, onu kandirdigi anlasilmaktadir. Örnegin bir def’a’sinda bu kendi seytani onu, putperestlerin “Lât”, “Uzza” ve “Menât” adindaki putlar lehinde konusturmus ve: “Iste bunlar, yüce turnalardir. Sefaatleri de elbette ki umulur” seklindeki sözleri Kur’ân’a âyet olarak koydurtmaga çalismistir ki bunlar “Seytan âyetleri” diye bilinir. Güyâ Tanri seytanin bu yaptigini bozmus ve Muhammed’e söyle demistir: “(Ey Muhammed!” Seni, sana vahyettigimizden uzaklastirip daha baskasini ileri sürerek bize iftira etmeye sürüklüyorlardi nerdeyse. O zaman seni dost bulacaklardi. Eger seni pekistirmis olmasaydik andolsun ki onlara egilim gösteriyordun, az kalsin. O zaman sana yasami da, ölümü de kat kat azab biçiminde artirirdik. Sonra da bize karsi bir yardimci bulamazdin” (K. 17 Isrâ sûresi, âyet 73-75).
Görülüyor ki Tanri, yanilgiya düsmesin diye Muhammed’i pekistirdigini ve yanilgidan kurtardigini söylemekte. Evet ama bütün bunlari söyleyen bir Tanri, neden acaba sadece Muhammed’in seytanini müslüman kilar? Ve neden müslüman kildigi seytan Muhammed’i kandirmaga kalkar? Ve Neden Muhammed bu seytan’in sözlerine kanip putlar lehine konusur? Ve nihâyet neden Tanri, Muhammed’i seytana ayak uydurmaktan korur da diger peygamberleri ve insanlari seytan’in kötülüklerinden korumaz?
Söylemeye gerek yoktur ki bu tür sorulari ancak akilci egitimden geçmis insanlar sorabilir. Böyle bir egitimden yoksun seriâtçilar ise, bu tür sorularin ancak dinsizler tarafindan sorulacagini söylerler.
Mekke döneminde iken Muhammed, her ne kadar güçsüz durumda bulunmakla beraber, Kureys’in ileri gelenlerinden biri olan Ebû Tâlib</B>’e güvenerek, Kureyslilere meydan okur, onlarin putlarina küfürler eder dururdu. Onun bu davranislarindan yilmis olarak Kureysliler, günün birinde uzlasma teklifinde bulunurlar. Söyle derler: “Ey Muhammed! sen bizim ilâhlarimiza küfretmekten vazgeç… Bir yil boyunca bizim Lât, Uzza ve Menat adindaki ilâhlarimiza bir yil boyunca ibâdet et, biz de senin ilâhina (Tanri’ya) ibâdet edelim. Senin bizi kabule çagirdigin din, bizim dinimizden hayirli olursa, biz de o din’den hissemizi aliriz; eger bizim dinimiz seninkinden hayirli olursa, sen bizim dinimizden hisseni alirsin” Taberî ve Ibn Ishak, Sûyûtî, Ibn Hâcer gibi en saglam kaynaklarda yer alan bu hususlar için benim “Seriât’tan Kissa’lar”
Teklif Muhammed’e yatkin görünür; onlari bu yoldan kazanacagini düsünerek Lât, Uzza ve Menat adindaki putlari övücü nitelikte olmak üzere Kur’ân’in Necm sûresi’nin 19 ve 20.ci âyet’lerine sunlari koyar: “Gördünüz mü Lât’i, Uzza’yi ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’i? Iste bunlar, yüce turnalardir… Sefâatleri elbette ki umulur”.
Buna pek sevinen Kureys’liler: “Muhammed… tanriçalarimizi iyi (sözlerle) andi” diyerek secde ederler. Muhammed de onlarla birlikte secde eder
MUHAMMEDİN BU davranisi üzerine, müslümanlar hayal kirikligina ugramis olarak üzüntülerini ortaya vururlar. Onlarin bu tepkisi nedeniyle Muhammed, hatâ ettigini anlar. Taraftarlarini kaybetmektense hatasini düzeltme yolunu seçer. Cebrâil’in gelip kendisine hatasini bildirdigini söyler. Güyâ yukardaki sözleri onun diline âyet olarak sokan seytan’dir, ve seytan daha önceki “peygamberlere” de buna benzer oyunlar oynamistir; bununla beraber Tanri seytan’in bu tür oyunlarini dâima bozdugu gibi, iste simdi Muhammed’le ilgili bu olayda da bozmustur!. Bunun böyle oldugunu anlatmak üzere Muhammed, Tanri’dan vahiy indi diyerek Kur’ân’a su âyet’i koyar: “(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir Resûl ve Nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulundugunda, seytan onun dilegine ille de (beserî arzular) katmaya kalkismasin. Ne var ki Allah, seytan’in katacagi seyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini saglam olarak yerlestirir. Allah hakkiyle bilendir…” (K. 22 Hac sûresi, âyet 52)
SABİİLİK NEDİR?

Sabiiler, Ortadoğu ve Islam kaynaklarına göre yıldızlara tapıyorlardı. en başta, yıldızlar katagorisine Ay ve Güneş de sokuluyordu. Fahruddin Razi gibi ünlü Kur’an yorumcuları ve Ibn Hazm, Şehrestani, Fadullah el Ümeri gibi yazarlar bu görüşü benimserler.
Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te aynen var.
Evet, ..Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay da kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle. Ibn Nedim, “El Fihrist” adlı eserinde, Sabiilik’teki farz orucunun 8 Mart’ta başladığını belirtiyor. Bunun dışında 9 Aralık’ta başlayan 9 günlük bir oruç ta var. Ayrıca, 8 Şubat’ta başlayan 7 günlük bir oruca çok önem veriyorlar. 16 ve 17 günlük “nafile” oruçlara da değiniliyor.(s.442-445)
Ibn Hazm ise, “El Fasl” adlı eserinde Sabii’leri şöyle anlatıyor: “Yedi yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında bulundururlar.. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kabe’ye saygı gösterirler.”
Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı. 956 yılında ölen ünlü Islam hadisçisi Mes’udi “Mürucu’z Zehep” adlı eserinde, 7 yıldız adına yapılan, Dünya’nın en büyük tapınaklarını sayarken, Kabe’nin de adını anar: “El Beyt’ül Haram (Kabe), geçen çağlar boyu hep saygı görmüştür, çünkü o Zühal (Satürn) Evi’dir.” Ne var ki, yine Mes’udi’nin verdiği bilgiye göre, Güneş tapınakları dörtgen olduğuna göre, Kabe de Zühal yıldızı için değil, Güneş için yapılan bir tapınak olsa gerektir.
Muhammed de Sabii olarak tanınıyordu
Muhammed’in arkadaşlarından iki kişi bir kadınla konuşuyor:
“Haydi yürü gidelim!” dediler.
“Nereye?” diye sordu kadın.
“Tanrı’nın elçisine” diye karşılık verdiler.
“Haa, şu kendine Sabii denilen kimseye mi?” diye sordu kadın.
“Evet, işte o senin söylediğin kimseye.”
Başka hadisler de aynı gerçeği doğrular. Bu konunun, Saçak Dergisi’nin 49. Sayısında yer aldığını da belirtelim.
Islamın yalnız inanç ve ibadetleri değil, bu inanç ve ibadetlerde kullanılan sözcüklerin de çoğu gene Sabiilik dininin temel dili olan Süryanca’dan, Aramca’dan gelir. Allah, Rahman, Kur’an, Furkan, kitab, melek, insan, Adem, Havva, nebi, salat, alem hep Süranca’dır. Ve bir sözcük daha Süryanca’dır: Savm, yani oruç.
Kur’an’daki temel ve anahtar sözcüklerin Sabiilikten gelmesi bir gerçeği kanıtlıyor: Islam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.
Oruç, Islamiyet öncesinde de farzdı: Islam öncesinin Mekke’sinde, “putataparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: “Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)
Burada sorulması gereken şu: ”Putlara taptıkları” söylenen insanlar, “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı?
Hiç kuşkusuz, yıldızlar için, en başta da “Güneş Tanrı” için. Yıldızları ve Güneş’i simgeleyen ve sonraları “put” diye nitelenen simgeler önünde. Elbet, asıl amaç da varlığına inanılan “görünmez Tanrı”ya yaklaşmaktı. Buna Kur’an da tanıklık ediyor. (Bkz. Zümer Suresi, Ayet3.) “Tanrıya yaklaşmak” için o zaman da aracılar vardı, Islam’da da vardır. Islam’da olduğu gibi, o zaman da, “ibadet”ler, en son hedef olarak Tanrı için yapılırdı. Oruç tutulurken de hedef, “Güneş Tanrı”ydı. “
Güneş’e Ayarlı
Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı: “Güneş’in dünyayı ışınlarıyla aydınlatmak üzere olduğu tanyerinin ağarmasıyla başlanıyor, battığı zamana değin sürdürülüyor. Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış. O çağlarda, Arabistan’daki coğrafya bilgisiyle bu hesap nasıl yapılabilirdi ki?”
“Islam yenilikçileri”, şimdi bir takım hesaplar yapıyorlar. “Altı ay gece, altı ay gündüz olan yerler”de ne yapılacak? Çözüm şöyle: Oruç tutulabilecek en yakın yöredeki günlerin saat olarak uzunlukları esas alınıp, ona göre oruç tutulabilecek. Ama ne Kur’an’da ne de Hadis’lerde buna cevaz var. Ayetteki açıklama çok açık: Orucun başlangıcı, Kur’an’ın emrine göre tanyeri ağarmadan önce, sonu ise güneşin batması.
Ilahiyatçı çevrelerden, “kutuplarda nasıl oruç tutulacağına ilişkin nass, yani ayet ve hadis niye yok?” diye sorulduğunda, “masıt”la “vesail”i, yani “amaçlar”la “araçlar”ı birbirine karıştırmamak gerek diye bir karşılık alınıyor. “Bu konuda ayet ve hadisin bulunmamasının da bir önemi olmadığı” açıklanıyor. Tabiki bulunmaması doğaldır muhammedin kutuplardan haberi yoktur da ondan
Yalnız Ortadoğu’da mı? Güneş’e tapmanın geçerli olduğu birçok yerde Güneş’e ayarlı bir oruca rastlanıyor. “Meksika nere, Arabistan nere?” denecek ama Meksika yerlileri içinde bile oruç var.
Belgesi şu ünlü Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde. Arşiv’deki birçok belgelerin kopyasının “2000’e Doğru” kitaplığına girdiği de biliniyor. Meksika Maslahatgüzarı Tahsin Mayatepek’in 1937 yılında Atatürk’e gönderdiği 14. Raporun başlığı şöyle: “.. Müslümanlığa ait olduğu sanılan hususların müslümanlığa Güneş Kültü’nden girdiğine..dair mühim malumat ve izahati havi rapor.” (Bkz. Saçak Dergisi, sayı 49, Şubat 1988, s.18.) Bu raporda, orucun da içinde bulunduğu “ibadet”lerin, “Güneş Kültü”nden Islama girdiği bir bir anlatılmış. Soru şudur: Oruç, ilahi bir emir olarak kabul edilmektedir. Oysa, Meksika’dan Çin’e kadar tek tanrılı dinlerin öncesinde de Güneş’e tapanlar, gün doğumundan batımına kadar oruç tutuyorlardı. O zaman bu ibadet nasıl açıklanıyor? Gene ilahi bir emirle mi?
Not: Muhammed, 570 veya 571’de doğdu, 632’de öldü. 40 yaşında da “Tanrı ile insanlar arasında aracılık” görevini aldığını açıkladı. 61-62 yıllık yaşamı ve 21-22 yıllık “Tanrı’nın özel sözcülüğü” içinde topu topu 8 islam ramazanı var.
Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. İlk ramazanı Hicri 1 ramazan 2 (Miladi 26 Şubat 624), son ramazanı da Hicri 8 ramazan 9 (Miladi 12 Aralık 631) olup, günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine..ÇÜNKÜ O İNANANLARIN SAYISINI AZALMASINI SAĞLAYACAK KADAR AKILSIZ BİRİ DEĞİLDİ…
x
MUHAMMET’İN KADINLAR İLE İLGİLİ HADİSLERİ

Onlar üzerindeki hakkiniz, yataginizi istemediklerinize çignetmemeleridir. Istemediklerinizi evlerinize almamalaridir. Bilesiniz onlarin sizin üzerinizdeki haklari, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanizdir.” Tilmizi, Tefsir Tevbe, (3087).
Ümmü Seleme (radiyallahu anha) anlatiyor: “Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: “Hangi kadin, kocasi kendisinden razi olarak vefat ederse, cennete girer.” Tilmizi, Rada 10, (1161).
Ebe Hüreyse (radiyallahu anh) anlatiyor: “Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: “Nefsim kudret elinde olan Zat-i Zülcelal’e yemin ederim, bir erkek hanimini yataga davet ettiginde kadin imtina edip gelmezse, kocasi ondan razi oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler.”
Bir baska rivayette söyle denmistir: “Erkek, kadinini yatagina çagirir, kadin da gelmeye yanasmaz, erkek öfkelenmis olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar -bir rivayette yataga gelinceye kadar- kadina lanet okurlar.”
Bir baska rivayette: “Kadin küskünlükle kocasinin yatagindan ayri olarak sabahlarsa, melekler onu lanetler” denmistir. Buhari, Nikah 85, Bed’ü’l-Halk 6; Müslim, Nikah 120 – 122 (1436); Ebe Davud, Nikah 41, (2141).
Yine Ebe Hüreyse (radiyallahu anh) anlatiyor: “Ey Allah’in Resulü. dendi, hangi kadin daha hayirlidir?” ”Kocasi bakinca onu sürura garkeden, emredince itaat eden nefis ve malinda, kocasinin hosuna gitmeyen seyle ona muhalefet etmeyen kadin!” diye cevap verdi.” Nesai, Nikah 14 (6,68).
Hz. Ömer (radiyallahu anh) anlatiyor: “Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Erkege, hanimini ne sebeple dövdügü sorulmaz.” Ebe Davud, Nikah 43, (2147).
Hz. Aise radiyallahu anha anlatiyor: “Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Eger bir kimsenin bir baskasina secde etmesini emretseydim, kadina, kocasina secde etmesini emrederdim ve eger bir erkek karisina kirmizi bir dagdan siyah bir daga ve siyah bir dagdan kirmizi bir daga tas tasimayi emretseydi, uygun olan, kadinin bu emri yerine getirmesidir.”
Muhammet’in evli kadınlara yönelik hadisleri:
“Bir adam karısını yatağına çağırsa da, kadın yanaşmasa, o sırada cinsel ilişkide bulunmazsa ve bu yüzden kocası geceyi öfkeli-sinirli olarak geçirse, melekler o kadına, sabaha değin lanet ederler.” (Bkz. Buhari, e’s- Sahih, Kitabu Bed’il’halk/7; Tecrid, hadis no.1337; Müslim, e’s-Sahih, Kitabu’n-Nikah/120-122,hadis no.1436; Ebe Davud, Sünen, Kitabu’n-Nikah/42, hadis no.2141).
“Bir adam karısını cinsel ihtiyacını gidermek için çağırdığı zaman, kadın hemen o çağrıya uymalıdır. Kadın, tandırda (fırında, ocakta) o anda iş görüyor olsa bile..”(Bkz: Tilmizi, Sünen, Kitabu’r-Rıda/10, hadis no.1160).
“…Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha zararlı fitne ve fesad (âmili) olarak hiçbirşey bırakmadım” (Ibid,327, Usâme Ibn-i Zeyd’in rivayetine dayalı bu hadis için bkz. Sahih-i Buhari tecrid, II, 267, hadis no. 1795)
“…Uğursuzluk üç şeyde: ‘at’ta, ‘kadın’da, ‘ev’de hâsıl olur”
“…Eğer eşyada şeâmet farzolunursa ‘at’ta, ‘kadın’da, ‘ev’de ve ‘mesken’de aranılmalıdır” (Abdullah Ibn-i Ömer’in ve ayrıca Selh İbn-i Sa’dın rivayetlerine dayalı olarak Buhari’nin naklettiği bu hadisler için bkz. Sahih-i Buhari tecrid, VIII, 312, hadis No. 1211 ve XI, 267-8, hadis No.1795)
“Tanrı elçisi namazı bozan şeyleri benim önümde tekrarladı. Bunlar: Köpek, eşek ve kadındır”(Muhammet’in karılarından Ayşe, Ibid, 82;Ayrıca bkz. Mishkat..,(1960), IX, Kesim 16, 292)
“Önünde deve semerinin ard kaşı boyunda bir sütresi olmayan kimsenin namazını kadın, eşek bir de kara köpek kat’eder” (Ibid,441)
“Ben kadınlarla asla tokalaşmam”(Tırmızi’nin refika kızı Ümeyye’den rivayet ettiği hadisler)
Muhammed’den Bir Olay
Bayram gunlerinden birinde Muhammed, kadinlarin yanindan gecerken onlara hitaben: “Kadinlar sadaka verin, zira bana Cehennem gosterildi, cogu sizler idiniz.” diye seslenir. Kadincagizlar sasirirlar ve: “Ya Resu’llah neden?” diye sorarlar. Muhammed cevap verir: “Cunku siz otekine berikine cokca lanet eder, zevclerinize karsi kufran-i ni’met gosterirsiniz. (ne acaiptir ki kendini zapteden tam akilli ve dininde) hazimli kimsenin aklini sizin kadar eksik akilli, eksik dinli kimsenin celebildigini gormedim.”
Kadinlar biraz daha sasirmis olarak yine sorarlar: “Aklimizin, dinimizin eksigi nedir? Ya Resu’llah”. Bu soru uzerine Muhammed onlara Kur’an’in Bakara suresinin 282inci ayetini hatirlatir: “Kadinin sahadeti, erkegin sahadetinin yarisi degil midir?” Kadinlar, “Evet” diye yanit verirler. Onlarin bu dogrulamasi uzerine Muhammed tekrarlar: “Iste bu aklinizin eksikligindendir.”
Bunu soyledikten sonra yine kadinlara sorar: “Kadin hayiz gordugu zaman da namaz kilmaz, oruc tutmaz, degil mi?” Kadinlar buna da “Evet” derler. Bunun uzerine Muhammed, “Iste bu da dininizin eksikligindendir” diyerek sozlerini tamamlar. (Buhari Muhtasari Tecrid-i Tercemesi, 1970-, I, 222, Hadis No 209)
X
ŞEYTAN AYETLERİ’NİN PERDE ARKASI
“Seytan Ayetleri” diye ünlenen söz konusu sözlerin önce Kuran’a ayet olarak sokuldugu…, bu sözlerde “Lat, Uzza, Menat” adli tanriçalar övüldügü için putataparlarin, peygamber ve inanirlariyla birlikte secde ettikleri, bir olay olarak kaynaklarda yer alir. olayin gerçekligini dile getiren kanitlari görelim:
Hacc suresinin 52. ayeti ve izleyen ayetler. 52. ayette, her peygamberin okudugu seye, seytanin bir seyler kattigi ama tanrinin, seytanin kattigini hükümsüz biraktigi ve kendi ayetlerini geçerli -saglam kildigi, anlatilir. Görüldügü gibi anlatim, Seytan Ayetleri diye bilinen ayetlerin, Kuran’a sokulup sonra çikarildigi, sokanin seytan, çikaranin da Cebrail araciligi ile tanri oldugu yolundaki ifadelere uygundur. Zaten tefsirler de bunu için bu ayetleri, olayin yansiticisi olarak görürler. 52. ayetten sonraki ayetlerde de ayni olaya uygun anlatimlar bulurlar.
Isra suresinin 73. ve 75. ayetleri: Bu ayetlerin anlamlari söyledir: “Ey Muhammed! Seni, sana vahyettigimizden uzaklastirip daha baskasini ileri sürerek bize iftira etmeye sürüklüyorlardi nerdeyse. O zaman seni dost bulacaklardi. Eger seni pekistirmis olmasaydik, andolsun ki, onlara egilim gösteriyordun, az kalsin. O zaman sana, yasami da , ölümü de kat kat azab biçiminde tattirirdik. Sonra da bize karsi bir yardimci bulamazdin.”
Hadis “Peygamber Mekke’de Necm suresini okurken secde etti ve onunla birlikte,-aldigi topragi alnina götüren yasli birinin disinda Müslüman ve putatapan herkes secde etti.” Kaynak: Buhari( hadis no:555), Tirmizi ve öteki hadis, fikih kitaplari.
SORU:
1-Peygamberin can düsmani diye nitelenen putataparlar nasil oldu da, Muhammed ile bir araya gelebildiler?
2-Putataparlar nasil oldu da, Muhammed ile birlikte secde ettiler?
Bu sorularin karsiligini bulabilmek için, bundan sonraki iki hadis iyi incelenmelidir.
Hadis: “Peygamber Mekke’de iken Necm suresini okuyorduç” Lat’i, Uzza’yi ve bir öteki, üçüncü (put) olan Menat’i gördünüz mü ? diyen yere gelince seytan, peygamberin diline sunu ativerdi “Iste bunlar, yüce turnalardir. Sefaatleri de elbette ki umulur.” Bunun üzerine putataparlar: “Muhammed daha önce degil, bu gün tanriçalarimizi iyi sözlerle andi!” dediler. Yine bunun üzerine Peygamber secde etti ve onlar da secde ettiler. Iste bu nedenle de Tanri su ayeti indirdi: “(Ey Muhammed!) Senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, seytan onun okuduklari arasina, bir seyler katip birakmasin. Tanri, seytanin biraktigini bozar, kendi ayetlerini güçlendirir. Tanri bilendir, hikmetlidir.” (Hacc suresi, ayet:52)
Ve çok açik görülüyor ki: Putataparlarin Peygamberle birlikte secde etmelerinin nedeni :”Peygamberin üç putu (Lat, Uzza, Menat) öven sözlerle anmasi ve bunu, ayet olarak okumasidir.” Bu sözlerin olusturdugu ayetler, tanrinin ayetleri degil “seytanin ayetleri”dir.
Bu ayetler sonradan sureden çikarilmistir. Hacc suresinin 52.ayetinde anlatilanda budur.
Bu konuda uzun söze gerek yok. Islam dünyasinin en büyük uzmanlarindan Suyuti ve Ibn Hacer “hadis”i saglam ve olayi gerçek kabul ediyorlar. Süyuti’de, Ibn Hacer’de hangi hadisin saglam, hangisinin çürük oldugunu en iyi bildikleri Islam dünyasinda kabul edilegelmis uzmanlardir. Ve bunlar için de “dinsiz, Islam düsmani” suçlamasi yapilamaz.
Kisacasi: “Seytan Ayetleri” olayi gerçektir. Bunu yok sayma çabalari da bosunadir. gerçek oldugu halde bu olaya “iftira”dir, “dinsizlerin uydurmasidir” biçimindeki sözler, cinayete azmettiren fetvalara çanak tutmaktan baska bir seye yaramaz.
Ancak Muhammed, kendi bakimindan isin kolayini bulmustur; su bakimdan ki, bir kere hiç kimselerin göremedigi bu seytanlari somut biçimde görebildigini ve gerektiginde boyunlarina sarilip onlari bogabilecek güçte oldugunu söyliyerek övünür.
Öte yandan kendi seytani’nin müslümanlikla emrolundugunu ve bu nedenle kendisine yardimci oldugunu, oysa ki diger peygamberlerin böyle bir ayricaliga ve üstünlüge sahip kilinmadiklarini söyliyerek övünür. Söyleki:
Ahmed Ibn Hanbel, Nesei, Ibn Teymiyye gibi kaynaklarin bildirmesine göre Muhammed, büyük bir bedenî güce sahip olarak seytani yakalayip bogdugunu anlatmak üzere söyle konusmustur: “Namaz kilarken seytan geldi. Hemen yakaladim, yere yatirdim, boguyordum onu. O denli ki, onun dilinin soguklugunu elimin üzerinde duydum”. Nesei’nin Ayse’den rivâyetine dayali bu sözlere ek diger rivâyetlere göre Muhammed, seytani bogarken onun salyasinin eline bulastigini, ve bunu elinde bunu hissettigini bildirmistir
Yine bunun gibi bir kez namaz kilarken seytanin saldirdigini ve namazini bozdurmak istedigini, ve fakat Tanri’nin yardimi ile seytani yakaladigi gibi Mescid’in direklerinden bir direge baglamak istedigini ve fakat bu uygulamanin Süleyman “peygamber”e özgü kalmasini düsündügü için vazgeçtigini söylemistir (Anlasilan sirf bu konuda ayricalik gütmemistir)
Seytan ile iliski konusuna gelince, her hususta oldugu gibi bu konuda da Tanri’nin kendisine, hiç kimselere ve hiçbir peygambere layik görmedigi imtiyazlari sagladigini, ve seytani’ni “müslüman” yaptigini öne sürerek söyle demistir: “Benim seytanim kâfir idi. Lâkin Allah ona karsi bana yardim etti de (seytanim) müslim oldu” Müsned-i Bezzâr’da ki bu hadîs için bkz. Sahih-i… (Cilt II, sh. 247). ayreica bkz. Gazalî, age (1975) Cilt II, sh. 79, 84)
Bu sözleri su vesile ile söylemistir. Bir gün Ashabi ile konusurken aklina, kadinlari seytanlara benzetmek fikri gelir ve söyle der: “Kadinlar insanin karsisina seytan gibi çikarlar. Bir kadin görüp heves ettiginiz vakit, hemen kendi âilenize mürâcaat edin. Çünkü onda olanin aynisi onda da vardir” Müslim ve Tirmizî’nin rivâyet ettikleri bu hadîs için bkz. Gazalî, age (1975) Cilt II, sh. 78-79
Fakat kadin’in “seytan niteligî”nden dogma tehlikeliligini biraz daha vurgulamak için söyle ekler: “Kocalari hâriçte bulunan kadinlarin yanina girmeyin. Zirâ kan damarda isledigi gibi, seytan (da) , insanin vücûduna isler” . Bunun üzerine Ashab’dan biri dayanamaz, sorar: ” Senin de mi yâ Resûlallah?” Onlarin sorusuna Muhammed söyle yanit verir: “Evet benim de. Fakat Allah bana yardim etti ve seytanim müslüman oldu”. Müslim ile Tirmizî’nin rivâyetleri için bkz. Gazalî, age (1975) , C. II. sh. 79)
Simdi de akliniza muhtemelen söyle bir soru gelecektir: “Müslüman olan bir seytan’in seytanligi nerede kaldi?”. Söylemege gerek yoktur ki o tarihlerde hiç kimse bu soruyu aklindan geçirmedigi için Muhammed, cevap bulma güçlügü karsisinda kalmamistir. Ancak ne var ki, müslüman oldugunu söyledigi bu kendi seytaninin ona, ara sira bir takim azizliklerde bulundugu, onu kandirdigi anlasilmaktadir. Örnegin bir def’a’sinda bu kendi seytani onu, putperestlerin “Lât”, “Uzza” ve “Menât” adindaki putlar lehinde konusturmus ve: “Iste bunlar, yüce turnalardir. Sefaatleri de elbette ki umulur” seklindeki sözleri Kur’ân’a âyet olarak koydurtmaga çalismistir ki bunlar “Seytan âyetleri” diye bilinir. Güyâ Tanri seytanin bu yaptigini bozmus ve Muhammed’e söyle demistir: “(Ey Muhammed!” Seni, sana vahyettigimizden uzaklastirip daha baskasini ileri sürerek bize iftira etmeye sürüklüyorlardi nerdeyse. O zaman seni dost bulacaklardi. Eger seni pekistirmis olmasaydik andolsun ki onlara egilim gösteriyordun, az kalsin. O zaman sana yasami da, ölümü de kat kat azab biçiminde artirirdik. Sonra da bize karsi bir yardimci bulamazdin” (K. 17 Isrâ sûresi, âyet 73-75).
Görülüyor ki Tanri, yanilgiya düsmesin diye Muhammed’i pekistirdigini ve yanilgidan kurtardigini söylemekte. Evet ama bütün bunlari söyleyen bir Tanri, neden acaba sadece Muhammed’in seytanini müslüman kilar? Ve neden müslüman kildigi seytan Muhammed’i kandirmaga kalkar? Ve Neden Muhammed bu seytan’in sözlerine kanip putlar lehine konusur? Ve nihâyet neden Tanri, Muhammed’i seytana ayak uydurmaktan korur da diger peygamberleri ve insanlari seytan’in kötülüklerinden korumaz?
Söylemeye gerek yoktur ki bu tür sorulari ancak akilci egitimden geçmis insanlar sorabilir. Böyle bir egitimden yoksun seriâtçilar ise, bu tür sorularin ancak dinsizler tarafindan sorulacagini söylerler.
Mekke döneminde iken Muhammed, her ne kadar güçsüz durumda bulunmakla beraber, Kureys’in ileri gelenlerinden biri olan Ebû Tâlib</B>’e güvenerek, Kureyslilere meydan okur, onlarin putlarina küfürler eder dururdu. Onun bu davranislarindan yilmis olarak Kureysliler, günün birinde uzlasma teklifinde bulunurlar. Söyle derler: “Ey Muhammed! sen bizim ilâhlarimiza küfretmekten vazgeç… Bir yil boyunca bizim Lât, Uzza ve Menat adindaki ilâhlarimiza bir yil boyunca ibâdet et, biz de senin ilâhina (Tanri’ya) ibâdet edelim. Senin bizi kabule çagirdigin din, bizim dinimizden hayirli olursa, biz de o din’den hissemizi aliriz; eger bizim dinimiz seninkinden hayirli olursa, sen bizim dinimizden hisseni alirsin” Taberî ve Ibn Ishak, Sûyûtî, Ibn Hâcer gibi en saglam kaynaklarda yer alan bu hususlar için benim “Seriât’tan Kissa’lar”
Teklif Muhammed’e yatkin görünür; onlari bu yoldan kazanacagini düsünerek Lât, Uzza ve Menat adindaki putlari övücü nitelikte olmak üzere Kur’ân’in Necm sûresi’nin 19 ve 20.ci âyet’lerine sunlari koyar: “Gördünüz mü Lât’i, Uzza’yi ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’i? Iste bunlar, yüce turnalardir… Sefâatleri elbette ki umulur”.
Buna pek sevinen Kureys’liler: “Muhammed… tanriçalarimizi iyi (sözlerle) andi” diyerek secde ederler. Muhammed de onlarla birlikte secde eder
MUHAMMEDİN BU davranisi üzerine, müslümanlar hayal kirikligina ugramis olarak üzüntülerini ortaya vururlar. Onlarin bu tepkisi nedeniyle Muhammed, hatâ ettigini anlar. Taraftarlarini kaybetmektense hatasini düzeltme yolunu seçer. Cebrâil’in gelip kendisine hatasini bildirdigini söyler. Güyâ yukardaki sözleri onun diline âyet olarak sokan seytan’dir, ve seytan daha önceki “peygamberlere” de buna benzer oyunlar oynamistir; bununla beraber Tanri seytan’in bu tür oyunlarini dâima bozdugu gibi, iste simdi Muhammed’le ilgili bu olayda da bozmustur!. Bunun böyle oldugunu anlatmak üzere Muhammed, Tanri’dan vahiy indi diyerek Kur’ân’a su âyet’i koyar: “(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir Resûl ve Nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulundugunda, seytan onun dilegine ille de (beserî arzular) katmaya kalkismasin. Ne var ki Allah, seytan’in katacagi seyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini saglam olarak yerlestirir. Allah hakkiyle bilendir…” (K. 22 Hac sûresi, âyet 52)
+
SABİİLİK NEDİR?

Sabiiler, Ortadoğu ve Islam kaynaklarına göre yıldızlara tapıyorlardı. en başta, yıldızlar katagorisine Ay ve Güneş de sokuluyordu. Fahruddin Razi gibi ünlü Kur’an yorumcuları ve Ibn Hazm, Şehrestani, Fadullah el Ümeri gibi yazarlar bu görüşü benimserler.
Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te aynen var.
Evet, ..Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay da kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle. Ibn Nedim, “El Fihrist” adlı eserinde, Sabiilik’teki farz orucunun 8 Mart’ta başladığını belirtiyor. Bunun dışında 9 Aralık’ta başlayan 9 günlük bir oruç ta var. Ayrıca, 8 Şubat’ta başlayan 7 günlük bir oruca çok önem veriyorlar. 16 ve 17 günlük “nafile” oruçlara da değiniliyor.(s.442-445)
Ibn Hazm ise, “El Fasl” adlı eserinde Sabii’leri şöyle anlatıyor: “Yedi yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında bulundururlar.. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kabe’ye saygı gösterirler.”
Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı. 956 yılında ölen ünlü Islam hadisçisi Mes’udi “Mürucu’z Zehep” adlı eserinde, 7 yıldız adına yapılan, Dünya’nın en büyük tapınaklarını sayarken, Kabe’nin de adını anar: “El Beyt’ül Haram (Kabe), geçen çağlar boyu hep saygı görmüştür, çünkü o Zühal (Satürn) Evi’dir.” Ne var ki, yine Mes’udi’nin verdiği bilgiye göre, Güneş tapınakları dörtgen olduğuna göre, Kabe de Zühal yıldızı için değil, Güneş için yapılan bir tapınak olsa gerektir.
Muhammed de Sabii olarak tanınıyordu
Muhammed’in arkadaşlarından iki kişi bir kadınla konuşuyor:
“Haydi yürü gidelim!” dediler.
“Nereye?” diye sordu kadın.
“Tanrı’nın elçisine” diye karşılık verdiler.
“Haa, şu kendine Sabii denilen kimseye mi?” diye sordu kadın.
“Evet, işte o senin söylediğin kimseye.”
Başka hadisler de aynı gerçeği doğrular. Bu konunun, Saçak Dergisi’nin 49. Sayısında yer aldığını da belirtelim.
Islamın yalnız inanç ve ibadetleri değil, bu inanç ve ibadetlerde kullanılan sözcüklerin de çoğu gene Sabiilik dininin temel dili olan Süryanca’dan, Aramca’dan gelir. Allah, Rahman, Kur’an, Furkan, kitab, melek, insan, Adem, Havva, nebi, salat, alem hep Süranca’dır. Ve bir sözcük daha Süryanca’dır: Savm, yani oruç.
Kur’an’daki temel ve anahtar sözcüklerin Sabiilikten gelmesi bir gerçeği kanıtlıyor: Islam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.
Oruç, Islamiyet öncesinde de farzdı: Islam öncesinin Mekke’sinde, “putataparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: “Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)
Burada sorulması gereken şu: ”Putlara taptıkları” söylenen insanlar, “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı?
Hiç kuşkusuz, yıldızlar için, en başta da “Güneş Tanrı” için. Yıldızları ve Güneş’i simgeleyen ve sonraları “put” diye nitelenen simgeler önünde. Elbet, asıl amaç da varlığına inanılan “görünmez Tanrı”ya yaklaşmaktı. Buna Kur’an da tanıklık ediyor. (Bkz. Zümer Suresi, Ayet3.) “Tanrıya yaklaşmak” için o zaman da aracılar vardı, Islam’da da vardır. Islam’da olduğu gibi, o zaman da, “ibadet”ler, en son hedef olarak Tanrı için yapılırdı. Oruç tutulurken de hedef, “Güneş Tanrı”ydı. “
Güneş’e Ayarlı
Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı: “Güneş’in dünyayı ışınlarıyla aydınlatmak üzere olduğu tanyerinin ağarmasıyla başlanıyor, battığı zamana değin sürdürülüyor. Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış. O çağlarda, Arabistan’daki coğrafya bilgisiyle bu hesap nasıl yapılabilirdi ki?”
“Islam yenilikçileri”, şimdi bir takım hesaplar yapıyorlar. “Altı ay gece, altı ay gündüz olan yerler”de ne yapılacak? Çözüm şöyle: Oruç tutulabilecek en yakın yöredeki günlerin saat olarak uzunlukları esas alınıp, ona göre oruç tutulabilecek. Ama ne Kur’an’da ne de Hadis’lerde buna cevaz var. Ayetteki açıklama çok açık: Orucun başlangıcı, Kur’an’ın emrine göre tanyeri ağarmadan önce, sonu ise güneşin batması.
Ilahiyatçı çevrelerden, “kutuplarda nasıl oruç tutulacağına ilişkin nass, yani ayet ve hadis niye yok?” diye sorulduğunda, “masıt”la “vesail”i, yani “amaçlar”la “araçlar”ı birbirine karıştırmamak gerek diye bir karşılık alınıyor. “Bu konuda ayet ve hadisin bulunmamasının da bir önemi olmadığı” açıklanıyor. Tabiki bulunmaması doğaldır muhammedin kutuplardan haberi yoktur da ondan
Yalnız Ortadoğu’da mı? Güneş’e tapmanın geçerli olduğu birçok yerde Güneş’e ayarlı bir oruca rastlanıyor. “Meksika nere, Arabistan nere?” denecek ama Meksika yerlileri içinde bile oruç var.
Belgesi şu ünlü Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde. Arşiv’deki birçok belgelerin kopyasının “2000’e Doğru” kitaplığına girdiği de biliniyor. Meksika Maslahatgüzarı Tahsin Mayatepek’in 1937 yılında Atatürk’e gönderdiği 14. Raporun başlığı şöyle: “.. Müslümanlığa ait olduğu sanılan hususların müslümanlığa Güneş Kültü’nden girdiğine..dair mühim malumat ve izahati havi rapor.” (Bkz. Saçak Dergisi, sayı 49, Şubat 1988, s.18.) Bu raporda, orucun da içinde bulunduğu “ibadet”lerin, “Güneş Kültü”nden Islama girdiği bir bir anlatılmış. Soru şudur: Oruç, ilahi bir emir olarak kabul edilmektedir. Oysa, Meksika’dan Çin’e kadar tek tanrılı dinlerin öncesinde de Güneş’e tapanlar, gün doğumundan batımına kadar oruç tutuyorlardı. O zaman bu ibadet nasıl açıklanıyor? Gene ilahi bir emirle mi?
Not: Muhammed, 570 veya 571’de doğdu, 632’de öldü. 40 yaşında da “Tanrı ile insanlar arasında aracılık” görevini aldığını açıkladı. 61-62 yıllık yaşamı ve 21-22 yıllık “Tanrı’nın özel sözcülüğü” içinde topu topu 8 islam ramazanı var.
Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. İlk ramazanı Hicri 1 ramazan 2 (Miladi 26 Şubat 624), son ramazanı da Hicri 8 ramazan 9 (Miladi 12 Aralık 631) olup, günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine..ÇÜNKÜ O İNANANLARIN SAYISINI AZALMASINI SAĞLAYACAK KADAR AKILSIZ BİRİ DEĞİLDİ…
X
Magazine
Of the New York Times
Current History – Güncel Tarih
X
KAYGILARIM

Elinde kaleşnikof, belinde mermi dolu fişekliği,
Havaya kaldırmış kaleşnikof tutan sağ elini.
Başında türban,”Gelsin, diyor şeriat, şeriat Allah’ın emri!”
Ak-Zuhur Dergisi poz verdiği dergi…

Şeriatı getirmeye azmetmiş şeriatçı bacımız,
Şeriat ne getirir, bilir mi acaba bu kızımız?

Bilse de bilmese de okusun aşağıdaki yazımı,
Varsa göstersin yalanımı, yanlışımı…
Düşünüp duruyorum bu kızlarımız deli mi akıllı mı?
Türban diyerek şeriatı getirmek isteyen kızlarımız,

Akıllı bir kadın-kız aşağıdaki Kuran âyetlerine
Tanrı’nın emri der mi?

Kadını da erkeği de yaratan Yüce Tanrı değil mi?
Gerçekten yüce olan bir Tanrı aşağıdakileri buyrukları verir mi?
+
1. Bacılarım, bacılarım; sizler içindir, acılarım, kaygılarım… Şeriatı getirirseniz; keleşle, mermi ile, dördünüzü verecekler bir erkeğe…
Kur. 4/3: “…hoşunuza giden başka kadınlarla; iki, üç, dörde kadar evlenebilirsiniz…”
2. Sonra sizleri kapatacaklar bir eve. Bakınız ne yazıyor bir ayette? Evinizden çıkamazsınız, süslenip gezemezsiniz, güzelliğinizi gösteremezsiniz…
Kur. 33/33: Evlerinizde oturun, eski cahiliyede olduğu gibi açılıp, saçılmayın…”
3. Sonra mirasta erkek kardeşiniz; İki pay alırken, siz bir alacaksınız…
Erkek kardeşiniz sizden çok alırken siz bakıp duracaksınız.
Kur. 4/11: “Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder…”
4. Tanıklık ederken iki erkek gerek. Eğer bulunamazsa ikinci bir erkek, ikiniz bir erkeğin yerine geçecek…
Kur. 2/282: “Erkeklerinizden iki şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda ona hatırlatacak iki kadın olabilir…”
5. İmam Hatibi, İlâhiyat Fakültesini bitirseniz de; avukat, savcı, yargıç, vali, kaymakam, imam, olamazsınız…
Bir yakınınızın ölüm töreninde bile erkeklerin en az on metre gerisinde yer alırsınız.
Yedi kat yabancı sizin yakınınızın cenaze namazını kılarken siz gerilerden bakıp durursunuz.
Çünkü şeraite göre sizler “Alken ve Dinen eksik” sayılırsınız (Aşağıda 14. sıradaki Hadis’e bakınız…)
Kur. 4/5: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söyleyin.” (1)
6. Şeriat gelirse eğer; okumanız, yazmanız da gider elinizden, cahil kalırsınız… Dahası; kemikleriniz bile sertleşmeden, 9-10 yaşlarında, sünnet diye, bir erkeğe mehir (Başlık parası, bedel…) karşılığında verilirsiniz…
Çünkü kadının yeri evinin dip köşesidir, mutfaktır; çocuk bakımıdır, yataktır, okumak ona ne lazımdır…
c. Sünnet: Peygamber 9 yaşındaki Ayşe ile gerdeğe girdi: Bu konuda bir HADİS: “Ayşe, o zaman altı yaşında idi (İstendiğinde…), Tanrı elçisi Medine’ye hicret ettikten sonra dokuz yaşında iken Ayşe ile zifaf oldu.”
(Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, V. Taberi. s. 836-840.
“Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi. 7. Baskı. Cilt. 10. s. 78. Hadis No: 1553)
7. Boşanmak isteseniz bile, boşanamazsınız. Canı isterse boşar sizi kocalarınız. Eğer üç kere boşarsa sizi kocanız, başka bir erkekle evlenerek Hulle (Kadının istemediği bir erkekle gecelemesi…) yapmak zorundasınız…
Kur. 2/229-230: “Boşanma iki defadır, ya iyilikle tutma, ya da iyilik yaparak bırakmadır. Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendine helal olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah’ın yasalarını koruyacaklarını sanırlarsa eski karı-kocanın birbirlerine dönmelerinde bir engel yoktur.”
8. İslam şeriatında kadınlarla ilgili bir kural daha vardır. Bu kural bu gün İran’da uygulanmaktadır. Bu kuralın adı Muta nikahıdır. Muta nikahı; Ücrette anlaştıkları takdirde bir kadının; bir erkekle geçici bir nikah kıymasıdır.
Bu nikah bir saatliğine, bir geceliğine, bir haftalığına olabilir. Alan razı veren razı kim karışabilir?..
Kur. 4/24: Onlardan faydalandığınıza mukâbil, kararlaştırılmış olan mehirlerini (Ücretini) verin.” (2)
9. Yine İslam şeriatına göre kadınlar mallar arasında sayılır. Bir Müslüman; şu kadar karım, şu kadar cariyem, şu kadar altınım, şu kadar atım, eşeğim, devem ve ekinim var diye övünür. Bir savaşta yenilen ülkenin kadınları, kızları cariye sayılarak mal gibi bölüştürülür.
Kur. 3/14: Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir: bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.”
10. Şeriata göre siz, kocanızın tarlası sayılırsınız… Kocanız tarlasına, istediği şekilde girebilir, siz buna engel olamazsınız.
Engel olmaya kalkarsınız, “Dik başlılık etmiş” olursunuz. Dik başlılık ettiğiniz takdirde dayağa layık görülürsünüz… (Aşağıda 11. maddeye bakınız…)
Kur. 4/34: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi girin.” (3)
11. Dik başlılık etmenizden kuşkulanırsa kocalarınız; kocanızın sizi bir güzel dövmesine katlanmalısınız… Öyle ki eşim beni dövüyor diye dava bile açamazsınız. Dayak yediğiniz halde boynunuzu büküp kocanızın gönlünü etmek zorundasınız.
Kur. 4/34: “Serkeşlik (dik başlılık) etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün.”
12. Yaşam boyunca, kocanızla siz birbirinize düşman sayılırsınız. Eğer Kuran’ın bir âyetine “Bu nasıl olur?” derseniz kâfir olursunuz.
Kur. 2/36: “Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara “Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet yerleşip geçineceksiniz’ dedik.”
13.İslam şeriatına göre : Alken ve dinen eksik sayılırsınız….
Kadınları aşağılayan daha neler var, neler… “Şeriat ve Kadın” adlı kitabı okursanız şaşırıp kalırsınız.
K. 4/5: “Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere (Başka çevirilerde: Akılsızlara, sefihlere…) vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. ” (4)
14. Şeriata göre erkeklerden aşağı sayılırsınız. Aklınız mı yok! Neden, erkekten aşağı olmayı Allah’ın emri sanırsınız?
Kur. 4/34: “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler.”
15. Şeriat gelince “Hak dini hâkim kılmak için” kafire karşı savaş açılacaktır. Kocalarınız ve erkek yakınlarınız, boşu boşuna cephelerde kırılacaktır..
Erkekler savaşta kırılacağından dul kalan kadınlar yanında kızlar erkeksiz kalacaktır. Erkeksiz kalan kadınlar, kızlar; zorunluluk nedeniyle, birer, ikişer, üçer, dörder… sağ kalan erkeklerle nikahlanacaktır.
K. 9/29: “Kitap verilenlerden; Allah’a, ahret gününe inanmayan, Allah’ın haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”
16.İslam şeriatına göre; bir erkek kadınlar arsında eşitliği sağlayacağına inandığı takdirde 4 kadın alabilir. Sorarım size aklı başında hangi kadın üzerine kuma (nöker) kabul edebilir? Unutmayın halk arasında “Eşini kıskanmayana domuz!” denir.
K. 4/3: “… Hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar alabilirsiniz; şâyet aralarında haksızlık adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız…”
17. Tesettür Allah’ın değil, İslam’ın emridir. Çünkü Allah, hükmünü yerine getireceğine göre dünyadaki bütün kadınlar örtünmelidir… Ne var ki dünyadaki bütün kadınlar örtünmemiştir. Dünyadaki bütün kadınlar örtünmediğine göre; demek ki bu emir, Allah’ın emri değildir.
K. 65/3: “Allah buyruğunu yerine getirendir!”
18. İslam içtihadına göre: “Kadının saçının bir teli ve de tırnağının ucu yabancı bir erkek tarafından görülmemelidir.” İslam’a göre bir kadın; elini, gözünü, yüzünü gözünü yabancı bir erkeğe göstermemelidir. Bu nedenledir ki İslam ülkelerinde kadınlara çarşaf, burka giydirilir, ellerine de eldiven geçirilir.
Demek istiyorum ki dinin emri Türban değil tesettürdür. Eğer şeriat devleti kurulursa bilin ki sizlere türban değil çarşaf giydirilir…Çünkü İslam şeriatı insanı kendine benzetir. Ey benim türbancı kızım, senin en alımlı, en tahrik edici yerin; saçların değil, elin, gözün, yüzündür…
K. 24/31: ”…Örtülerini göğüslerinin üzerine kapasınlar. Vücutlarının alımlı yerlerini kimseye göstermesinler…”
K. 33/59: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle…”
Bacılarım, bacılarım, Sizler içindir; acılarım, kaygılarım…
Av. Hayri BALTA, 13.11.2003
+
Açıklamalar:
(1) (6. madde için.) Beyinsiz başka çevirilerde; akılsız ve sefih olarak gösterilmiştir. Akılsız, beyinsiz, sefih güzel sözden ve güzel giydirilmekten ne anlasın. İslam âlimleri bu konuda ikiye ayrılmıştır. Kimi beyinsizden murat: Farık ve mümeyyiz olmayan akıl hastalarıdır der. Kimi de buna kadınlar da dahil der. Bu nedenle de kadınlara kamu yönetiminde görev verilmez. İslam’da kadın, imam olamaz, müezzin olamaz, erkeklerle bir arada namaz bile kılamaz.
(2) (8. madde için.) Bu evlilik kimi İslam ülkelerinde uygulanmamakta ise de, bu gün bile İran’da uygulanmaktadır. Az sonra okuyacağınız “İranlı Fatma’yı Dinlemezseniz” adlı yazıda bu konuda daha ayrıntılı bilgi vardır.
(3) (10. madde için.) Her ne kadar “tarlaya girme” konusunu pozisyon değişikliğini olarak anlıyorsam da -İlhan Arsel de aynı görüşte-; bu konuda Humeyni’nin yorumu yakışıksızdır.
Humeyni’nin bu âyeti yorumunu öğrenmek isterseniz: Humeyni’nin aşağıda adlarını verdiğim kitaplarına bakabilirsiniz. Örneğin; “Tavzîh-ul Mesail’deki fetvası: Madde 453 ve Tahrîr-ul Vesile’deki fetvası: C.2, s. 241.”
Bu kitaplar bulamayabilirsiniz… O zaman kütüphanelere giderek; 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde “Ürperten Humeyni” başlıklı Uğur Dündar’ın Zekeriya Beyaz ile yaptığı röportaja ve yine 01-14 Ağustos 1991 tarihli Ak-Zuhur adlı derginin 4. Sayfasına bakabilirsiniz.
Ak-Zuhur adlı dergiyi de kütüphanelerde bulabilirsiniz. Eğer bu gazeteleri bulamazsanız Diyanet Müfettişliğinden emekli Arif Tekin tarafından yazılan ve kitapçılarda satılmakta olan “KUR’AN’IN KÖKENİ” adlı, Kaynak yayınlarınca yayınlanan kitabının “Ömer’in görüşleri doğrultusunda inen ayetler” bölümüne (68-71. sayfalara..) bakabilirsiniz.
Şeriatçılar bu kitapta yazılanları RDDİYE yazarak çürüteceklerine mahkemeye vererek toplatmak istemişlerse de kitap beraat etmiştir ve serbestçe satılmaktadır.
Gerek Arif Tekin’in ve gerekse Humeyni’nin söylediklerini burada açıklamaya dilim varmıyor… İnsanlar, Kuran’ı ana dilleri ile okuyup anlamaya başladıkları an bu tür söylemleri ne Allah’a ne de Peygamberine yakıştıracaklardır.
Bana öyle geliyor ki; şimdi Kuran’ın tek harfi değişmiştir diyenleri kâfir sayanlar; 50-100 yıl gibi kısa bir zamanda Kuran’ı değişmemiş olduğunu ileri sürenleri kâfir sayacaklardır.
Çünkü Kuran’da İnsan Hakları Evrensel Bildirileri ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve uygulanmakta olan hukukumuza ters düşen âyetler öylesine çoktur ki…
Ör. Zina edenlerin taşlanarak öldürülmesi “Recm…” Bu konu için Kuran’ın; 5/44, 45 ve 2/159 âyetlerine ve Hadis kitaplarına bakabilirsiniz. Hadis kitaplarında İslam Peygamberinin de bir kadına Recm cezası uyguladığını görürsünüz. Ne var ki bizimkiler İslam’da Recm yoktur diyorlar. Tarih boyunca uygulananları ve günümüzde şeraitle yönetilen ülkelerdeki uygulamaları görmezden gelerek “Recm yok da Kırbaçlama cezası vardır!” diyorlar.
Hadi öyle kabul edelim; İnsaf, kırbaçlama cezası ve aşağıda sıraladıklarım günümüz ceza hukuku ile ne oranda bağdaşır?
Kısasa kısas.
Hırsızın kolunun kesilmesi…
Mirasta kadına erkek kardeşinin yarısının verilmesi,
Bir erkek yerine, iki kadının tanıklık yapması,
Karısını üç kere boşayan ve yeniden almak isteyen erkeğin “Hulle”ye katlanması…
Bir adamın evlatlığının karısı ile evlenmesi, (Bk. 33/37)
Din değiştirenlerin (Mürtetlerin) öldürülmesi,
Müslüman olmayanların kafir, müşrik olarak aşağılanıp suçlanması ve bu türden yüzlerce âyetler…
Cumhur Başkanı Süleyman Demirel, 9. Cumhur Başkanı iken, “Türkiye Cumhuriyetince uygulanmayan kuralların 230-232 olduğunu…” açıklamıştır. (Hürriyet. 1 Kasım 1999)
Bir de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden şunu okuyunuz: “Madde 18: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak din yada inancını değiştirme özgürlüğünü ve din yada inancını, tek başına yada topluca ve açık yada özel olarak öğretme, uygulama ibadet ve gözetim yoluyla açıklama özgürlüğünü içerir.
Şimdi bir de Kuran’dan şu ayeti okuyalım. K. 9/29: “Kitap verilenlerden, Allah’a, âhret gününe inanman, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar kadar savaşın.”
Biri insan sözü biri Allah sözü. Bilmem bu sözler bir parça düşündürür mü sizi?
Bu arada Atatürkçü laik kimi aydınlarımız; durup dururken, iki de bir “Dinimiz!” diyerek İslam’a; yani yukarıdaki kurallara sahip çıkıyorlar.
Dinde şu şok, dinde bu yok diye İslam’ın savunuculuğunu yapıyorlar.
Bu arkadaşlarımız laikliğin ne demek olduğunu bilmiyorlar. Laiklik demek: “Dini, insanların vicdanına özgülemek!” demektir.
Artık; din, yan vahiy çağı, geçmiştir. Artık laikliği ilke olarak benimsemiş demokrat aydınların “ortak aklı” gereğince uygulanmaya konmuş hukuk kuralları geçerlidir. Ör. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa gibi…
(4) (13. madde için.) Kimi yorumcular akılsız, beyinsiz, sefih sözcüklerinin temyiz kudreti olmayan amaçlandığını ileri sürerlerse de (Turan Dursun da bu görüşte idi…) kimi yorumculara göre kadınlar kast edilmektedir, ki doğrusu da budur.
Çünkü; akılsıza, beyinsize, sefihe güzel söz söylemenin ne yararı olabilir ki…
Şu hadisler ikinci yorumcuların görüşlerini doğrulamaktadır.
HADİS: Sahih-i Buhari Tercemesi, C.1.s.222-225, H. No. 209: “Ebû Saîd (Sa’d b.Sinân)-i Hudrî radiya’llâhu anhümâ’dan: Şöyle demiştir: Bir kurban, ya Ramazan bayramında Resû’llah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, yanımıza namazgâha çıktı. Kadınların yanından geçti. Ve (onlara): “kadınlar, sadaka veriniz. Zirâ bana cehennem halkı gösterildi, çoğu sizler idiniz.” Buyurdu
Kadınlar: “Yâ Resûlâ’llâh, neden?” diye sordular. “Çünkü siz (ötekine, berikine) çokça lâ’net eder, zevclerinize karşı küfrân-ı ni’met gösterirsiniz. Ne acîptir ki kendini zapteden tam akıllı ve dîninde azimli kimsenin aklını sizin kadar eksik akıllı, eksi dinli hiç bir kimsenin çelebildiğini görmedim.” buyurdu.
“Aklımızın, dînimizin eksikliği nedir? Yâ Resûlâ’llâh.” dediler. “Kadının şahâdeti, erkeğin şahâdetinin yarısı değil midir?” diye sordu. “Evet.” dediler. İşte bu aklınızın eksikliğinden. Hayız gördüğü zaman da namaz kılmaz, oruç tutmaz değil mi?” buyurdular. “Evet.” dediler. İşte bu da dîninizin eksikliğinden.” Cevâbını verdi.”
Kadınlar hakkında çok daha şaşırtıcı hadisleri bir arada toplu olarak İlhan Arsel’in, ” Şeriat ve Kadın” adlı kitabında bulabilirsiniz.
X
Sevgili Hayri Balta,
Yanıtına ve aydınlatmana teşekkürler. Daha önce belirttiğim gibi Modern Türkler Şamaniligi sahneye getirirlerse birçok bakımdan yansıttığın görüşlere dolayısıyla yararlı olacak. Bir önyargıda bulunayım: Er-geç bu din eski Türklüğe merak salanlar tarafından gündeme getirilecektir. Avrupa’nın birçok ülkesinde görülen, Türkiye’de de görülecektir. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir. Komünist partisi kurulabildi; bu da olacak.
Bir sorum var: İslam Peygamberinin Esleri adli yazında Fatima (Ummu Sureyk) Surayh kızının sonu temiz çıkmamış. Şöyle diyor: ya….li olduğunu görünce hemen boşamıştır. Sv, 3. Bu da anlaşılamıyor. Ye…li acaba yaralı yoksa yaşlı olarak mi okunmalı. Yanıt verirsen sevineceğim. Meliha hanıma çok selam. Sevgiyle, Thomas, 17.1.2005
X

http://www.isamesih.org’tan:

Dünya Görüşleri
Tarih: 11.01.2005 Saat: 07:51
Konu: Haberler
Dünya Görüşlerine Giriş
Jerry Solomon
Geçenlerde, bir arkadaşım bana yakın bir dostuyla, (Joe diyelim) arasında geçen bir konuşmadan söz etti. Joe bir doktordur. Hristiyan değildir. Konuşma şu şekilde sürmüş: “Joe, sen kusursuz bir doktorsun. Hastalarınla kalpten ilgileniyorsun. Tesadüf yoluyla evrim geçirdiğimize inandığına göre neden insanlara bu kadar çok özen gösteriyorsun? Bizi değerli kılan nedir?” Joe soru karşısında afallamış ve yanıt verememiş. “Dünya görüşü” bir darbe yemişti.
Dünya görüşü kavramı son birkaç yıl içerisinde sürekli çoğalan bir ilgi gördü. Hem Hristiyan hem de Hristiyan olmayan bakış açılarından dünya görüşleri konusunda birçok kitap yazıldı. Konuşmacılar sık sık terime atıfta bulundular. Yeri geldiğinde film ya da müzik eleştirilerinde bile deyime yer verildi. Bütün bu ilgi bizim “Terim ne anlama geliyor?” ve “Onu kullanmak ne fark yaratır?” sorularını sormamıza neden oluyor. Niyetimiz bu soruları yanıtlamak. Ve umuyoruz ki bundan sonra hepimiz, hem çevremizdeki insanlarınkine hem de kendi dünya görüşlerimize yeterli özeni göstereceğiz.
Dünya Görüşü Nedir?
Dünya görüşü nedir? Sayısız yazarca değişik tanımlar önerilmiştir. Örneğin, James Sire “Dünya görüşü, dünyamızın temel yapısı hakkında sahip olduğumuz bir önvarsayımlar (ya da kanılar) takımıdır.” şeklinde iddia eder (1) Phillips ve Brown “Dünya görüşünün herşeyden önce dünyanın bir açıklama ve yorumu sonrasındaysa bu bu bakışın yaşama uygulanışı. Kısaca dünya görüşümüzün “dünyanın bir görünüşü ve dünya için bir görüş” olduğunu belirtir. (2) Bize göre en kısa ve anlaşılır açıklamayı Walsh ve Middleton sağlarlar: “ Dünya görüşü takipçilerini dünya içerisinde yönlendiren dünyanın bir modelini sağlar”(3) Daha fazla ayrıntılandırılabileceğinin farkında olmakla birlikte bu bizim kullanacağımız tanım olacaktır.
Dünya Görüşü İhtiyacı
Dünya görüşleri birçeşit gözlük ya da kontak lens benzeri iş görürler. Yani, dünya görüşü dünyayı anlamlandırabilmek için tıpkı gözlerimiz için doğru reçeteli gözlük kullanmanın şeyleri görmemizi sağlaması gibi doğru “reçeteyi” sağlar. Ve her iki örnekte de yanlış bir reçete tehlikeli hatta ölümcül bile olabilir. Dünya görüşü sorunlarıyla uğraşan insanlar çoğunlukla umutsuz hatta intihara eğilimlidirler. Bu nedenle uygun dünya görüşü belirlenmesine özen göstermemiz bizim için önemlidir. Arthur Holmes dünya görüşü ihtiyacının 4 ayaklı olduğunu söyler: “düşünce va yaşamı birleştirme ihtiyacı, iyi yaşamı tanımlama ve yaşamda umut ve anlam bulma ihtiyacı, düşünceyi yönlendirme ihtiyacı, eylemleri yönlendirme ihtiyacı” (4) Yine uygun dünya görüşü için önemli bir ihtiyaçta gittikçe farklılaşan bir kültürle başa çıkmak için yardım sağlamaktır. Her biri gerçeklikle ilgili iddialarda bulunan türlü türlü dünya görüşüyle karşılaşırız. Bu dünya görüşleri karışımı boyunca bilgelik yoluyla seçim yapmaya zorlanırız. Bu ihtiyaçlar herkesçe ister bilinçli olsun ister bilinçsiz deneyimlenirler. Her birimizin bu ihtiyaçlarımız gidermek için kullandığımız bir dünya görüşümüz vardır. Uygun dünya görüşü bizi hakkımızdaki entelektüel ve felsefi alana yönlendirerek yardımcı olur.
Dünya görüşleri o kadar yaşantımızın bir parçasıdırlar ki farkında olmasak ta onları her gün görür ya da duyarız. Örneğin, filmler, televizyon, müzik dergiler, gazeteler, hükümet, eğitim, bilim, sanat, ve bütün diğer kültür öğeleri dünya görüşlerinden etkilenmişlerdir. Eğer önemlerini görmezden gelirsek bu bizim zararımıza olur.
Dünya Görüşlerini Sınamak
Bir dünya görüşü bazı sınavları geçmelidir. İlkin rasyonel (akılcı) olmalıdır. Bizden çelişkili şeylere inanmamızı beklememelidir. İkinci olarak delillerle desteklenmelidir. Gözlemlediklerimizle tutarlı olmalıdır. Üçüncü olarak, gerçekliğin tatmin edici kapsayıcı bir açıklamasını vermelidir. Dördüncü olarak, yaşamak için tatmin edici bir temel sağlamalıdır. Bizi bu dünyada hayatımızı sürdürebilmek için başka dünya görüşlerinden öğeler almak zorunda hissettirmemelidir.
Bütün Dünya Görüşlerinde Bulunan Öğeler
Dünya görüşlerini bu sınavlardan geçirmenin yanı sıra dünya görüşlerinin ortak öğeleri bulunduğunu da farketmeliyiz. Bu öğeler bellidir. Bunları kendi dünya görüşünüzü oluştururken ya da başkalarıyla paylaşırken aklınızda bulundurmanız önemlidir. Bunlardan 4 tane vardır:
İlk olarak, birşeyler vardır. Bu çok açık görünebilir ama reddedecek birileri çıkacağından bu gerçekten de dünya görüşü inşasının önemli bir temel parçasıdır. Ama inkar edilmesi kendi kendini çürütür çünkü herkes neden ve sonuç ilişkisini yaşar. Evren rasyoneldir, öngörülebilir.
İkinci olarak, her insanın mutlakları vardır. Yine birçokları bunu reddetmeye çalışacaklardır ama onu reddetmek aynı zamanda ileri sürmektir. Her birimiz sonsuz (en üst) bir referans noktası ararız. Bazıları için bu Tanrıdır; diğerleri için bu devlet ya da aşk veya iktidar ve bazıları için de bu referans noktası kendileri ya da insandır.
Üçüncü olarak, iki çelişik ifadenin ikisi de doğru olamaz. Bu sürekli reddedilen temel bir mantık yasasıdır. İdeal olarak konuşursak yanlızca tek bir dünya görüşü gerçekliği doğru biçimde yansıtabilir. Önde gelen, hoşgörünün (tolerans) nihai fazilet olduğu görüşü ışığı altında bunu fazla vurgulamak mümkün değildir. Birinin hatalı olduğunu söylemek hoşgörüsüzlük ya da dar kafalılık olarak damgalanmaktadır. Bunun iyi bir örneğini insanlar bütün dinlerin aynı olduğunu söylediklerinde duyarız. Örneğin bu Hinduların Tanrı, İsa, kurtuluş, cennet, cehennem ve bir dizi diğer öğretiş konusunda Hristiyanlarla hemfikir oldukları anlamına gelir. Bu saçmalıktır.
Dördüncü olarak, herkes inanca sahiptir. Herbirimiz mutlaka kanıt olmaksızın bazı şeylerin doğru olduğunu varsayarız. Bunlar bir inancın temellendiği çıkarımlar ya da varsayımlardır. Bu, örneğin, yanlızca bilim adamının tam olarak yansız olacağını öne süren biriyle karşılaştığımızda önemlidir. Bazı sık rastlanılan varsayımlar şöyledir: kişisel bir Tanrı vardır; insan organik olmayan maddeden evrilmiştir; insan özünde iyidir; gerçeklik maddidir.
Karşıt dünya görüşüne sahip insanlarla diyalog kurduğumuzda bu ortak öğeleri anlamamız daha sabırlı dinlememize ve düşüncelerimiz daha akıllıca ifade etmemize yardımcı olabilir.
Altı Dünya Görüşü Sorusu
Hiç Hristiyan olmayan bir arkadaşınızın düşüncesine ulaşmada yollar bulmakta zorlandığınız oldu mu? Aşağıdaki soruların yardımcı olacağına eminiz. Ve ayrıca inanıyoruz ki bunlar sizin de dünya görüşü konusu üzerine düşünmenizi teşvik edecektir.
Bu soruları çeşitli Hristiyan olmayan yanıtlarla birlikte cevaplaycağız. Hristiyan yanıtları bu makalenin ilerleyen bölümlerinde ele alınacak.
İlk olarak, Neden hiçlik değil de bir şeyler vardır? Aslında, kimileri şeylerin hiçlikten geldiğini söyleyebilir. Diğerleriyse bazı şeylerin kişilik dışı ruh ya da enerji nedeniyle var olduğunu söyleyebilirler. Ve birçokları maddenin ebedi olduğuna inanır.
İkinci olarak, İnsan doğasını nasıl açıklarsınız? Sık sık insanlar ne iyi ne de kötü olan boş birer beyaz sayfa olarak doğduğumuzu söyleyeceklerdir . Bir diğer popüler yanıtta iyi doğduğumuz ama bizi tersi şekilde davranmaya toplumun ittiğidir.
Üçüncü olarak, Bir insan öldüğünde ne olur? Birçokları yine birinin ölümünün tıpkı maddenin çözülmesi gibi olduğunu söyleyeceklerdir. Kültürümüzde artan oranlarda insanlar ölümün reenkarnasyon ya da birliğin gerçeklenmesine yol açtığını söylemektedirler.
Dördüncü olarak, Neyin doğru ve yanlış olduğunu nasıl belirlersiniz? Çoğu kez etiğin göreceli ya da durumsal olduğunun söylendiğini duyarız. Diğerleriyse tamamiyle belirlenmiş olmamızdan dolayı seçim özgürlüğümüz olmadığını iddia ederler. Kimileri basitçe, “olmalı”yı “olan”dan çıkarırlar. Tabii ki tarih bize “güçlü doğruyu belirler” yanıtının trajik sonuçlarını göstermiştir.
Beşinci olarak, Bildiğinizi nasıl biliyorsunuz? Bazıları aklın bilgi kaynağımızın merkezi olduğunu söylerler. Şeyler yanlızca usavurma yoluyla bilinebilir. Diğerleriyse bilginin yanlızca duyularda bulunduğunu iddia ederler. Bizler sadece algılananları biliriz.
Altıncı olarak, Tarihin anlamı nedir? Bir yanıt tarihin mekanistik bir evrenin bir parçası olarak belirlenmiş olduğudur. Bir diğer yanıtsa tarihin neden ve sonuçla birbirine bağlı ama amaçtan yoksun bir doğrusal olaylar akışı olduğudur Yine diğer bir yanıtta tarihin anlamsız olduğu çünkü yaşamın absürd olduğudur. (5)
Dikkatli Hristiyan yukarıdaki yanıtların inançlarına aykırı olduğunu hemen farkedecektir. Bunlar kesin kimi yerde de irkiltici farklardır. Dünya görüşleri çarpışma halindedir. Bu nedenle çelişmenin ana sebebi olan dünya görüşleri hakkında az da olsa birşeyler bilmemiz gerekir. Ve kesinlikle de Hristiyan bir dünya görüşü ifade edebilmek için yeterli olmalıyız.
Dünya Görüşlerinden Örnekler
Kusursuz kitabı The Universe Next Door’da James Sire, bugün ve geçmişten en önemi dünya görüşlerinin bir kataloğunu yapar. Bunlar, Hristiyan Teizmi, Deizm, Doğacılık (Natüralizm), Nihilizm (Hiççilik), Varoluşçuluk, Doğu Panteizmi ve Yeni Çağ (New Age) ya da Yeni Bilinçtir. (New Consciousness) (6)
18’nci yüzyıl boyunca önde gelen bir dünya görüşü olan deizm neredeyse tamamiyle gözden kaybolmuştur. Deist Tanrıya inanır ama bu Tanrı evreni yaratmış sonra terk etmiştir.
Daha yeni bir dünya görüşü olan Nihilizm birçok genç insan ve bazı entellektüeller arasında yaygındır. Nihistler gerçeklikte değerli hiçbir şey görmezler, yaşam absürttür.
Varoluşçuluk yaygındır ve sık sık hatta bunun farkında olmayan bazı Hristiyanlar’da bile görülür. Varoluşçu Nihilist gibi yaşamı absürt görür ama ona göre insan bu absürtlük karşısında kendisini yapmak için tamamen özgürdür.
Hristiyan Teizmi, Doğacılık ve Yeni Çağ Panteizmi bugün Amerika’daki en güçlü dünya görüşleridir. Şimdi bunları tek tek inceleyeceğiz.
Hristiyan Teizmi
Gelin daha önce sorduğumuz 6 soruya geri dönelim ve kısaca Hristiyan Teist’in nasıl yanıtlayacağını görelim.
Soru: Neden hiçlik değil de birşeyler vardır?
Yanıt: Evreni hiçlikten yaratan sonsuz-kişisel Tanrı vardır.
Soru: İnsan doğasını nasıl açıklarsınız?
Yanıt: İnsan başlangıçta Tanrı’nın benzerliğinde iyi olarak yaratılmıştı ama günah işlemeyi seçti ve böylelikle de bütün insanlığa “günahlı doğa”yı geçirdi. Bu nedenle insana yaratıcısı tarafından değer bahşedilmiştir ama olumsuz davranışı onun doğasıyla uyum içindedir.
Soru: Bir insana öldüğünde ne olur?
Yanıt: Ölüm ya Tanrıyla yaşama ya da ondan sonsuza kadar ayrılığa bir geçittir. Gidilecek yer bizim Tanrı’nın günahlılığımıza karşın koyduğu koşullara verdiğimiz karşılığa bağlıdır.
Soru: Neyin doğru ya da yanlış olduğunu nasıl belirlersiniz?
Yanıt: Davranışlar için rehber Tanrı tarafından vahyedilmiştir.
Soru: Bildiğinizi nasıl bilirsiniz?
Yanıt: Akıl ve deneyim meşru öğretmenler olabilirler ama aşkın bir kaynak zorunludur. Bazı şeyleri yanlızca bize Kutsal Kitap yoluyla Tanrı tarafından söylenmiş olması sayesinde bilebiliriz.
Soru: Tarihin anlamı nedir?
Yanıt: Tarih, Tanrı’nın insanlar için niyetinin gerçekleşmesine doğru ilerleyen doğrusal ve anlamlı bir olaylar dizisidir.
Hristiyan Teizmi’nin Batı kültüründe uzun bir tarihi vardır. Bu Batı kültüründe yaşamış bütün bireyler Hristiyandı anlamına gelmez. Bu dünya görüşü baskındı, en etkili olan oydu demektir. Hatta Hristiyan olmayanlar için bile bu bir gerçekti. Ama artık bu geçerli değildir. Batı kültürü Doğacılık adı verilen görüş doğrultusunda bir değişim geçirmiştir.
Doğacılık
Her ne kadar çeşitli biçimlerinde Doğacılık, çok eskiye dayanıyor olsa da biz terimi Batı kültüründe görece küçük bir zaman diliminde etkili olmuş bir dünya görüşüne atfen kullanacağız. Tohumlar 17’nci yüzyılda atılmış 18’nci yüzyıldaysa çiçek vermeye başlamıştır. Çoğumuz Doğacılıkla Marksizm ya da Seküler Humanizm adı verilen görüşler aracılığıyla karşılaşmışızdır.
Bu dünya göürüşünün temel öğretileri nelerdir? İlkin, Tanrı konumuzun dışındadır. Bu öğretiş Doğacılık terimini daha iyi anlamamıza yardımcı olur; bu doğaüstücülüğe dayanan Hristiyan Teizmi’yle doğrudan karşıtlık içindedir. İkincisi, ilerleme ve evrimsel değişim kaçınılmazdır. Üçüncüsü, insan özerk, kendi (ben) merkezlidir ve kendi kendini kurtaracaktır. Dördüncüsü, eğitim yaşam rehberidir; akıl ve özgürlük bütün insani kapasitenin kullanılabilmesini garanti eder. Beşincisi, bilim hem bilgi hem de ahlak için nihai kaynaktır. Bu öğretişler yaşamlarımızın içine işlemişlerdir. Örneğin medya, hükümet ya da eğitimde rahatlıkla görülebilirler. Etkilerine karşılık sürekli uyanık olmamız gerekir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Post Modernizm” Doğacılığın inanılırlığının yerini almaya başladı. Onunla beraber gerçeğin hiçbir anlamda varolmadığı sonucu geldi. Bu belki de kültürel etkide bulunacak bir sonraki büyük dünya görüşü ya da anti dünya görüşüdür. Bugün birçok üniversite kampüsümüzde büyük rağbet görmektedir. Ancak aynı zamanda geçtiğimiz onyıllar önümüze Batılı elbisesi giyinmiş başka bir kadim dünya görüşünü getirmiştir.
Yeni Çağ Panteizmi
Çeşitli Panteizm biçimleri Doğu kültürlerinde binlerce yıl boyunca önemli yer tutmuşlardır. Ama bizim kültürümüze etkide bulunmaları 1950’lerden itibaren başlamıştır. O zamandan önce de öğretişlerini pazarlamak için çeşitli girişimlerde bulunulmuştur ama bu girişimler o yıllara kadar o denli ilgi görmemiştir. Bugünse artık Yeni Çağ Hareketi adı verilen şeyde rahatlıkla gözlemlenebilmektedir.
Bu dünya görüşünün temel öğretişleri nelerdir? Birincisi, herşey birdir. İnsanlar, hayvanlar ya da yaratılışın geri kalanı arasında nihai bir ayrım yoktur. İkincisi, herşey bir olduğuna göre herşey tanrıdır. Bütün yaşamda tanrısallıktan bir parça vardır. Üçüncüsü, eğer herşey bir ve herşey tanrıysa o zaman her birimiz de tanrılarızdır. Dördüncüsü, insanlar bilinçlerinde bir değişiklikle kendi tanrılıklarını keşfetmelidirler. Kollektif bir metafizik unutkanlık hastalığına yakalanmışızdır. Beşincisi, insanlar “kötü karma”yı tamamlamak için belirsiz doğum, ölüm ve reenkarnasyon devirleri boyunca yolculuk ederler. Altıncısı, Yeni Çağ müritleri siyah ve beyaz kavramlarıyla değil ama gri kavramıyla düşünürler. Bu nedenle iki çelişen ifadenin her ikisinin de doğru olabileceğine inanırlar.
Günümüzde bu öğretişler, popüler seviyede kitaplar, dergiler, televizyon ve filmler gibi çeşitli medyalar aracılığıyla ileri sürülürler. Muhtemelen en görünür öğretmen Shirley MacLaine’dir. Ama bu inançlar artan oranlarda tıp, psikoloji, sosyoloji ya da eğitim gibi alanlardaki entellektüeller arasında da bulunur.
Sonuç
Dünya görüşleri konusunu kısaca inceledik. Gelin bu makalenin başlangıcında onayladığımız tanıma geri dönelim: “Dünya görüşü takipçilerini dünya içerisinde yönlendiren dünyanın bir modelini sağlar” Eğer dünya modeliniz, Hristiyan Teizmi’nde olduğu gibi sonsuz-kişisel bir Tanrı’yı içeriyorsa bu inanç yaşamınız için bir rehber sağlamalıdır. Eğer modelimiz, Doğacılık’ta olduğu gibi Tanrı’yı inkar ediyorsa yine böyle bir inanış da rehber vazifesi görür. Ye da eğer modeliniz, Yeni Çağ Panteizmi’nde olduğu gibi sizin tanrı olduğunuzu ileri sürüyorsa yine o zaman yaşamınız böyle bir anlayışla yönetilir. Bu örnekler bize, bizi sürekli bu tip ve daha bir çok fikirle ilişkiye sokan bir kültürde yaşıyor olduğumuz hatırlatmalıdır. Bunların hepsi aynı anda doğru olamaz.
Bu nedenle bazılarımız daha önce olduğumuzdan daha derin düşünme ihtiyacıyla karşılaşabilir. Bazılarımız Hristiyan Teizmi dünya görüşüne aykırı olan bu şeyleri yaşamından çıkarma ihtiyacı duyabilir. Bazılarımız düşüncelerimizin gündelik yaşamla birlik içinde olması gerekliliğini daha iyi anlamaya ihtiyaç duyabilir. Bazılarımız, iyi bir yaşam, umut ve anlamın yalnızca Tanrı’nın yanıtları sayesinde bulunabileceğini daha iyi anlamak ihtiyacı duyabilir. Bazılarımız Tanrı’nın fikirlerinin düşüncelerimizi daha eksiksiz biçimde yönetmesine izin verme ihtiyacını ve bazılarımızsa Tanrı’nın hareketlerimize tam olarak rehberlik etmesi ihtiyacını duyabilir.
Tartışmamız ışığında, Pavlus’un antik Kolose’deki İnanlılara tembihi daha güncel ya da yardımcı olamazdı. Şöyle yazmıştı:
“Dikkatli olun! Mesih’e değil de, insanların geleneğine, dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefeyle, boş ve aldatıcı sözlerle kimse sizi tutsak etmesin” (Kol. 2:8)
19.1.2004
x
Dünya Görüşlerine Giriş – 2.Bölüm
Rick Wade
Giriş
Eski Probe çalışanı Jerry Solomon birkaç yıl kadar önce dünya görüşleri konusu üzerine temel bir giriş yapıp 3 büyük dünya görüşünün; Hristiyan Teizmi, Doğacılık ve Yeni Çağ Panteizmi’ni özetlediği bir makale yazmıştı.(1) Biz bu makalemiz de 4 dünya görüşüne daha göz atacağız: Deizm, Nihilizm,Varoluşçuluk ve Postmodernizm. Makalelerimizde bu felsefelere sık sık gönderimde bulunuyoruz bu nedenle referans olarak kısa bir tanımda bulunmak faydalı gözüküyor. (2)
Dünyagörüşleri- Bazı Temeller
Dünya Görüşü nedir? 19’ncu yüzyıl kilise tarihçisi James Orr dünya görüşü için “ [o] şeyleri bütün olarak kavrayabilmek için bir felsefe ya da teolojinin bakış açısından aklın üzerine alabileceği en geniş görüşü belirtir” demiştir. (3) Gelişmiş bir dünya görüşü, diğerlerinin yanında, köken, amaç ve yazgı ya da bazılarının dediği gibi “neden, nereden ve nereye” sorularına yanıt verir. (4)
Ancak kimileri de böyle bir Hristiyanlık görüşünün çok entelektüel ya da içrek (ezoterik) olduğunu veyahut da Hristiyanlığın doğası itibariyle herhangi bir felsefi fikirler grubu içerisine sokulmaya uygun olmadığını söyleyeceklerdir. Hristiyanlığın, onu gerçek hayattan çok uzak gösterecek fazlasıyla felsefi bir resminin sunulabileceği doğrudur. Ama bu yine de bilişsel öğenin değerini azaltır mı? Elçi Pavlus’un inancın rasyonel yönünü hasaba katmakla hiçbir sorunu olmadığını hatırlayın. Yaşanabilmesi için bir Hristiyanlık bilgisine sahip olunmalıdır. Efs. 1:17,18’i okuyun. (5) Koloseliler’de Pavlus’un o günkü felsefeyi reddetmeleri için okurlarına nasıl entelektüel temeller verdiğine dikkat edin. (1:9)
Hristiyanlığı dünya görüşü yoluyla düşünmek için birkaç sebep vardır. Kilise tarihçisi James Orr 100 yıldan fazla bir zaman önce böyle bir bakış açısını ilk olarak Hristiyanlığın, aralarından açık büfe tarzı seçimler yapabileceğimiz birbirleriyle bağlantılı sayısız inançlar içerir görülmesi nedeniyle gerekli gördü. Şöyle demiştir: “ Bütün kalbiyle İsa’ya Tanrı’nın Oğlu olarak iman etmiş olan kişi böylelikle bununla birlikte çok daha fazlasına da bağlılık bildirmiştir. O, yanlızca Hristiyanlıkta bulunan, bir Tanrı görüşüne, bir insan görüşüne bir günah görüşüne, bir Kurtuluş görüşüne, yaratış ve tarihte bir Tanrı amacı görüşüne, bağlılığını bildirmiştir. Bu, tamamiyle felsefi ya da bilimsel bakış açılarından oluşturulmuş kuramlarla belirgin bir zıtlık içerisinde olan bir ‘Weltanschauung’ ya da ‘Hristiyan dünya görüşü’ oluşturur.” (6) Bu nedenle Hristiyanlık doğası itibariyle bir dünya görüşü oluşturur.
İkinci olarak, Orr der ki Hristiyanlık bir bütün olarak saldırı altında olduğuna göre yine bir bütün olarak savunulmalıdır; yalnızca bireysel öğretişler olarak değil ama bütün bir doğaüstü vahyedilmiş din kavramı olarak. “Hristiyanlığın karşılamak zorunda olduğu karşı çıkış” der Orr “artık belirli öğretişler ya da yaratış ve jeoloji arasındaki ilişki örneğindeki gibi doğa bilimleriyle sözde çelişki noktalarıyla sınırlı değildir, ancak bütün bir dünya ve içerindeki insanı tasavvur ediş şeklimize, doğal ya da ahlaki olsun bütün parçasını oluşturduğumuz şeyleri, tasavvur ediş şeklimize kadar uzanır.” (7)
Dünya Görüşlerini Değerlendirmek
Bir dünya görüşünü hangi kıstaslara göre değerlendirmeliyiz? Gerçekliğin doğru bir tanımının rasyonel olması, kanıtlarca desteklenmesi, bütün gerçeklik için en geniş açıklamayı sunması ve insan deneyimiyle uyum içinde olmasını beklemeye hakkımız vardır. Rasyonel doğasıyla ilgili olarak hem kendisiyle çelişki içinde olmamalı hem de bir sistem olarak tutarlı olmalıdır. Kanıtla ilgili olarak, yalnızca doğa ve tarihi olgularla tutarlı ve onları açıklıyor değil ama aynı zamanda tarihteki özel olaylarla ilgili açıklama da sunabilmelidir. (Burada özellikle yaşam, ölüm ve dirilişini kapsar biçimde İsa’nın kişiliğini ve yaptıklarını düşünüyorum). Bir dünya görüşü çevremizde ve kendimizde gördüklerimizi açıklama yeteneği ölçüsünde “Neden?” sorusunu yanıtlar. İnsani deneyim üzerine hem kendilerimiz hakkında bildiklerimizi açıklamalı hem de en derin özlem ve amaçlarımızı yanıtlamalıdır.
Daha da ötesi, mucizeler ya da peygamberlikler gibi doğaüstü öğeler karşısında şaşkınlığa düşmemeli ve bu tür raporların mümkün olduğu kadar araştırmayla doğrulanmasına çabalamalıyız.
Son olarak başka biçimde bilinemiyecek ifşa edilmiş herhangi bir gerçek, her ne kadar kendi başımıza bilebileceklerimizi aşıyor olsa da ve anlaşılması güç de olsa, insani deneyimin sınırları içerisinde bildiklerimizle nihai olarak çelişmemelidir.
Gelin şimdi dört dünya görüşümüzün üzerinde düşünmeye geçelim.
Deizm – Tarihsel Arkaplan
17 ve 18’nci yüzyılları kapsayan Aydınlanma adı verilen dönem Batı insanının dünya görüşünde önemli değişikliklere sahne oldu. Rönesansta sanatlar ve bilimlerde büyük buluşlara yol açan bilginin çiçeklenmesi insanın değerini yükselten bir bakış açısının oluşmasına neden oldu. Hristiyan kilisesinde bile “Hristiyan Hümanizmi” adı verilen bir şey gelişti. Her ne kadar takip eden Aydınlanma döneminde “Hristiyan” kısmı kaybolmaya ve insan gerçek olan herşey üzerine nihai otorite olarak yalnız bırakılmaya başlanmış olsa da. Ama bu değşim bir gecede olmadı. Tanrı’nın hala tanındığı ama bazılarına göre onun yaratımıyla bir zamanlar olan temasını artık yitirdiğine inanılan bir zaman vardı. Gökyüzüne itilip orayla sınırlandırılmıştı. Tanrı’nın dünya üzerindeki lütufkar ilgisi nosyonları yok olmuşlardı. Böylelikle deizm; dört dünya görüşümüzden ilki doğmuş oldu.
Bu dönüşümde birkaç etken rol oynadı. Birisi; bilimin, özellikle de dünyanın rasyonel düzenli bir açıklamasını sağlayarak gizemli doğaüstü yönleri ortadan kaldırdığı öne sürülen Newton fiziğinin yayılmasıydı. Bir diğer etkense bir ya da iki yüz yıl önceki insanların örgütlü din üzerine yaklaşımlarına olumsuz etkide bulunan din savaşlarıydı. Son olarak, başka insanlar ve dinleri üzerine Hristiyanlığın evrenselden çok yerel görünmesine neden olan gittikçe artan bir farkındalık söz konusuydı(8). İlahi yasa yerini doğal yasaya bıraktı. Şimdi Tanrı’dan kaynaklanan “vahyedilmiş din” ve doğada keşfedilen “doğal din” vardı. Ve yansız ve evrensel olduğuna inanılan “doğal din” gerçek “vahyedilmiş din” olarak kabul edilebilecek şeyin standartı haline geldi.
Tanımlanışı
Öyleyse Deizm, “Doğal din vahyedilmiş dinde doğru olan herşeyi içerir; sonrakiyle ayrıldığı zamanlarda, farklar ya ahlaken önemsiz ya da batıl inançlardan kaynaklanmaktadır” inancıdır. (9) Doğal dinden yüksekte hiçbirşey yoktur. Akıl Tanrı’yı ve Onun dileğini bilmeye yeterlidir bu nedenle vahye gerek yoktur. Ahlaki açıdan insanın görevi basitçe bütün insanların mutluluğunu aramak olan Tanrı’nın dileğini yerine getirmektir.
Deistler Tanrı inancını nasıl korudular? Bir yazara göre, Newton’cu evren görüşü bir Tanrı talep eder görünür; evrenin çapraşık düzeni akıllı bir tasarlayıcıyı akla getirir. Gerçekte bu Tanrı’nın her zamankinden büyük görünmesine neden olmuştur. Ancak, Tanrı insan ilişkilerinde aktif bir rol almaktan çıkarılmıştı. Aşkınlığı içkinliğinin yok edilmesi pahasına vurgulanmıştı. Aynı zamanda her ne kadar Tanrı doğal yasanın yaratıcısı olsa da, o “insanın hergün karşılaştığı ikincil nedenler dizisinin gerisine çekilmişti” (10) Tanrı insanların sıradan deneyimlerine dahil olabilmek için fazla büyük görülüyordu. Yaşamlarımızın ayrıntıları üzerine Tanrı’nın payı konusunda bir ilgi ve tarihte ilahi bir amaç yoktu. Tanrı bilgisi “dini çağrışımlarının çoğundan temizlendi” (11)
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılışı
Üç büyük etken deizimi Kutsal Kitapsal Hristiyanlıktan ayırır. İlki Tanrı muazzam aşkınlığı nedeniyle gerçek yaşamın işlerinden ayrılmıştır. Sire’ın belirttiği gibi “Tanrı uzak, yabancı, başka bir gezegendendir”(12). Ancak Kutsal Yazılar Tanrı’nın yaratımına dahil olmayı hem doğal düzeni destekleyerek (Ko. 1:17) hem de insanoğluyla ilişki kurarak devam ettiğini öğretir.
İkincisi, deistler insanı yalnızca katı yasalara göre saat gibi işleyen evrenin bir parçası olarak gördüler. İnsan Tanrı’nın yaratımı ve onun benzerliğinde yapılmış olarak kabul edildiğinde bile temelde bir günahkar olarak görünmedi. Kaybolan şeyler, günah ve lütuf ve yargı hakkında Tanrı’yla olan insan etkileşimi draması anlayışıydı. İnsan artık kendi kendisinden sorumluydu. Ancak, gerçekte özgür değildi çünkü doğal neden ve sonuç sistemine hapsolmuştu. (13)
Üçüncüsü, dünya düşmüş olarak değil ama Tanrı’nın onu yaratmış olduğu gibi görüldüğü için doğal düzen iyi ve doğru olanı yansıtıyordu. Pope’un söylemiş olduğu gibi “Bir gerçek açıktır, her ne mevcutsa doğrudur” (14) Ancak bütün deistler bu kadar ileri gitmedi. Etik deistler için çok önemliydi, ahlakı öznel/kişisel alana yönlendirmediler. Ancak hata yapmak doğada gözlemlenebilen soyut bir ahlaki etik ilkeye karşı olduğu kadar Tanrı’ya karşı değildi.
İçsel Zayıflığı
Hernekadar bugün çok az insan deist olma iddasında olsa da deizmin bugün hala inançlarımızda kendini gösteren kimi yönleri vardır. Örneğin kimileri her şeye gücü yeten ama insanların gündelik yaşamlarıyla doğrudan ilgilenmeyen, doğal dünya yoluyla bilinen ama kendisini yetkin bir biçimde ve nihai olarak Kutsal Yazılar’da ya da İsa yoluyla göstermemiş olan bir Tanrı’dan bahsederler.
Ancak deizmin yetersiz konumu onun uzun zamandır ciddi bir dünya görüşü olarak sunulmasına engel olmaktadır. Deistler Tanrı hakkında bilgileri olduğuna inanırlar ama ampirik bilgiyle yani doğa yoluyla edinilen bilgiyle sınırlıdırlar. Eğer yalnızca doğa yoluyla bilgi edinirsek bütün bir resmi göremeyiz ve Tanrı hakkında kesin biçimde o bize söylemediği müddetçe (bu da vahyin kendisidir) bilemeyeceğimiz bazı şeyler vardır. Özel bir vahiyden öğrenilmiş bazı şeyleri varsayıp kaynağını açıklamıyorlarmış gibi görülebilirler.
Bundan dolayı ya Tanrı resmin içinde tutulmalı ve önemi kabul edilmelidir ya da tamamen ortadan kaldırılmalıdır. İkincisi doğacılığın verdiği karşılıktır. Bu dünya görüşü bir önceki makalede açıklandığından bundan sonra nihilizm’e (hiççilik), doğacılıktan yetişmiş bir ruh haline, geçeceğiz.
Nihilizm
Mademki artık Tanrı insani deneyimin sınırına itildi neden artık onu tamamen ortadan kaldırmayalım? Bütün pratik değerini kaybetti, artık ona neden inanalım ki? Böylece doğacılık; bir tek varoluş düzeni yani doğa olduğu, doğaüstü bir düzenin varolmadığı inancı başladı. Bu görüş önceki makalede tartışılmıştı, dolayısıyla burada genişletmeyeceğim.
Tarihsel Arkaplan
Birçoklarına göre doğacılık bir nefes temiz havaydı çünkü artık yanıtları bulmak için dine bakmak gerekmiyordu. Doğacı inançlarıyla modern insan, insanın kendisi için iyi bir yaşam gerçekleştirebilmek olasılıkları konusunda daha iyimser olmaya eğilimliydi. Doğaüstününün sınırlarından kurtulmuş olarak insan kendisinden her ne isterse onu yapmakta özgürdü.
Ancak birçokları bu “özgürlüğün” belirgin faydalarını göremedi. Doğacılık doldurmakta yetersiz kaldığı bir boşluk üretti. Gerçekten de yalnızca evrimsel gelişimin bir başka evresimiyiz? Şuanki gerçeklik bütün varolanmıdır? Evrende sonsuz, aşkın bir değer yokmudur? Ortaya çıkan dünya görüşü (ya da belki de ruh hali demeliyiz) nihilizmdi. Nihlizm gerçekte bir felsefe değildir çünkü dünyanın herhangi bir sistematik kavranışını bize sunmaz. Felsefe olmaktan çok anti felsefedir çünkü temelde bir inkardır; her bir şeydeki gerçek değerin inkarı. Gerçek bir doğru ya da yanlış, güzellik, bilgi, vs yoktur.
Nihilizmle sıkça ilişkilendirilen bir isim de 19’ncu yüzyıl filozofu Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche Tanrı’nın ölmüş olduğuna karar verdikten sonra Tanrı’nın ölümüyle birlikte batılı insanın Tanrı inancına dayanan yüksek değerlerinin de gitmiş olduğunu gördü. O ayrıca bu kaybın gerektirdiği özgürlük kaybının da farkına vardı. Yani sadece evrimin doğal ürünleri, sadece maddi bedenler ve akıllar olmamız gerçek bir özgürlük olmadığı anlamına gelir. Bizler belirlenmiş bir evrenin belirlenmiş parçalarıyızdır.
Nihilizmin yükselişinin bir başka açıklaması toplumsal ve siyasal öğeleri devreye sokar. Bu yüzyıl boyunca birçok insan birçok “izm”leri denedikten sonra hiçbirine güvenilemeyeceğine karar verdi. Böylelikle basit bir faydacılık, işe yararlılığın önemli tek şey olduğu fikrini geliştirdiler. Alman teolog Helmut Thielicke şu yorumda bulundu:
“Faydacılıkla doldurulmuş ve istila edilmiş bir dünyada kaçınılmaz olarak her şeyin “sahte”, en azından üretilmiş bir yalan olup olmadığı ve bu putlar merasiminin en sonunda her zaman yeni bir ideolojiye bürünen ama sonuçta yine de hiçlik olan bir Hiçlik olup olmadığı sorusu ortaya çıkar.”(15)
Tanımlanışı
Thielicke devam eder, “Nihilizm bir program değil bir değer yargısıdır. O akla gelebilecek en azından herhangi bir mantıki dizi içersindeki bütün değer yargılarının sonuncusudur. Ve bu haliyle de bir ölüm yargısıdır. Nihilizmin başka hiçbir istek ya da amacı yoktur; bir çizgi çizip sonunu getirmekten memnundur.”(16)
James Sire, Breath’i, Samuel Beckett’in bir oyununu, tiyatroda nihilizmin başta gelen örneği olarak gösterir. Sahnede aktörler yoktur sadece bir çöp yığını vardır. Sahne ışığı azalır sonra artar sonra tekrar azalır. “Sözler yoktur sadece oyunu açan “kaydedilmiş” bir çığlık bir nefes alımı, nefes verimi ve sonra oyunu kapatan ilkiyle aynı bir “kaydedilmiş” çığlık. Beckett için yaşam böyle bir “nefes”tir. (17)
Öyleyse Nihilizm bir kayıp felsefesidir, moda bir dünya görüşü olarak onunla oynayanlar ya onu anlamıyorlardır ya da anlamaya çalışmamışlardır. Bir yazarın söylediği gibi “Nietzsche kolay yoldan ateizmin yerine acı veren ateizmi koymuştur” (18)
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılması
Nihilizm açık bir biçimde Hristiyan öğretişiyle uyumsuzluk içerisindedir. Tanrı ölmemiştir ve onun doğa ve istenci bizleri aşan değer ve anlam için bir yapı sağlar. Tanrı dünyada etken ve Planlarını gerçekleştirmek için çalışıyor olduğu için umutlanmak için gerçek bir temel vardır.
İçsel Zayıflığı
Nihilizmin aynı zamanda kendi içsel zayıflıkları vardır. Temelde doğacı olduğu için doğacılığın zayıflıklarını taşır. Bizi herhangi bir gerçek özgürlükten mahrum kılar çünkü doğal düzenin ya katı bir nedensel temelde ya da tesadüf yoluyla (ya da ikisi birden) işlediğine inanılır. Ama yine de Nihilistle, tıpkı başka herkes gibi sanki dikkate değer bir özgürlükleri varmış gibi hareket ederler. Bizler gündelik olarak doğru seçimler yapmak ve eğer yapmazsak sonuçlarına katlanmak sorumluluğuyla karşı karşıya geliriz. Aynı zamandaysa nihilistlerin katı doğacılığı bilgi iddalarını şüpheli hale getirir. Eğer beyinlerimizdeki kimyasallar ve elektrik devreleri basitçe fiziksel neden ve sonuç yasalarını takip ediyorlarsa neden düşüncelerimizin bizlerin dışında herhangi bir gerçekliği yansıttığını yanlızca beyin hücrelerimizin gelişi güzel faaliyetinin bir parçası olmadıklarını düşünelim. Son olarak ahlak, sadece bir “varolan olması gerekendir” sorunu olamaz öyle olsa reforma yer kalmazdı. Başka bir insan ya da kültürün sadece daha çok işe yarayacağı için değil doğru olduğu için bir şeyler yapması gerektiği suçlaması gayri meşru olurdu. Bu nedenle nihilizm varlığımız, bilgimiz ve ahlakımızla iligili olarak bizleri boş bırakır. Bütün bunlarla birlikte anlam kaybı da gerçekleşir.
Ama bu nihilistin zaten bildiklerini söylemektir! Samimi nihilistler bu dünya görüşünü modaya uymak için edinmemişlerdir. Sözleriyle yalnızca basitçe dünyayı gördükleri şekli yansıtmaktadırlar ve buna kederlenirler.
Nihilizme nasıl yanıt verebiliriz? Nihilistlerin sergiledikleri varoluşsal tutarsızlıklara işaret ederek işe başlayabiliriz. Örneğin her ne kadar hiçbirşeyin anlamı olmadığını söyleseler de çeşitli işlere verdikleri zaman ve çabayla onların düşündüklerinin anlamlı olduğunu ima ederler. Nihilist sanat, örneğin Dada, bir şeyler söylemeye çalışır; bir anlama sahip olma iddasındadır. Eğer bir anlama gelmezse nihilizmin açıklamak istediği dünya imajını iletemez. İkincisi, bütün anlamsızlık iddaları dünyanın hali üzerine olmak zorundadır. Ama eğer bilgi yoksa, nihilistler dünyanın nasıl olduğunu bilemezler. Üçüncüsü o, basitçe bu anlam, değer ve huzur üç örneği olmak üzere varlığımızın gereksindiği her şeyi yadsır.
Çok az insan tamamen nihilistik bir dünya görüşüyle yaşayabilir. En taviz vermez sinikler [alaycı] kendilerini, -ne kadar küçük olsa da- veya yaşamın anlamsızlığını haykırıyor da olsa anlamlı olduğunu düşündükleri bir şeye adarlar. Anlam ve değer kaybının umutsuzluğunun hissedilmesi gerçekten böyle şeylerin istenir olduklarını ima eder. Nihilistler ne yapabilirler? Yaşamlarına son verebilir böylelikle böyle saçma bir dünyaya tahammül etmekten kurtulurlar. Yaşamlarını değerden yoksun felsefeleriyle, yaşamlarını ayrı tutmak yoluyla sürdürmeyi başarabilirler. Ye da yaşama değer ve anlam veren bir şeyler arayabilirler. Varoluşçulukta saçma bir evrende anlam arayan bir dünya görüşü buluruz.
Varoluşçuluk
Varoluşçuluk temelde seçimlerimizin kim olduğumuzu belirlediğini savunan bir dünya görüşü ya da gerçekte bir dünya görüşleri koleksiyonudur. Kendi anlam ve değerimizi yaratırız. “Varoluş özü önceler” diye söylenir. Yaptıklarımız, yaptığımız seçimler, özümüzü belirler. Böylece varoluşçular anlamsız bir dünyada kendi anlamlarını yaratmak peşindedirler.
(Burada theistik ve ateistik varoluşçuluk biçimlerinin bulunduğunu not etmeliyim. Burada biz sadece ateistik türevini hesaba katacağız)
Tarihsel Arkaplan
Varoluşçuluk hem felsefi hem de deneyimsel köklere sahiptir. Felsefeyle ilgili olarak doğacılık insanı Tanrısız, modernist düşünce tarafından onaylanan kökten bireycilik ve özerklik ise bireyleri yapa yanlız bırakmıştır. Yaşam deneyimleriyle ilgili olaraksa teknoloji bizleri sadece makinenin herhangi bir parçası haline getirmiştir; Ye verimli ol ya da yoldan çekil modernist bir yaklaşımdı. İlave olarak teknolojinin doğa kirliliği ve atom bombası gibi bazı yan ürünleri yaşamı daha riskli hale getirmişti. Ve sonra Avrupalı’ların kapılarının önünde gerçekleşen iki korkunç dünya savaşı geldi. Sonuç insanın tamamen yalnız ve tehlikede olduğu düşüncesiydi. Bu etkenler bir umutsuzluk felsefesi için sahneyi hazırladı.
Tanımlanışı
Umutsuzluk varoluşçuluğun temellerinde vardır. “Bölünmüş bir dünya”, “belirsiz dünya” “altüst olmuş” içine “atılmış” ve “lanetlenmiş” ama yine de “çoşkulu” ve “özgür” olduğumuz kayıtsız ya da hatta “saçma” gözüken bir dünyada yaşıyor olduğumuz söylenir.” (19) Varoluşçular akıl, ulus ya da gelenekten gelen çözümleri kabul etmeyi reddederler. Para, fiziksel zevk, şöhret gibi alışılageldik mutluluk yollarının insanların ümidini kırdığını görmüşlerdir. Tabii ki ateist varoluşçular Tanrıya bakmayı reddederler. Tanrı yalnızca felsefe salonlarında değil ama aynı zamanda kentin sokaklarında da ölmüştür ve insan kendi başına kalmıştır.
Gerçek sorun, onlara göre, insanları gerçek mutluluktan ayıran insanlık durumunun hatalı anlaşılmasıdır. Bizi bir zerre kadar umursamayan devasa ve korkutucu bir evrende yalnızızdır. Bu farkına varış, bir yanda bir ürperti diğer taraftansa eksiksiz özgürlükten kaynaklanan neşenin birbirlerini karşılıklı etkilemesiyle bir keder yaratır. Neden varolduğumuzu ya da kaderimizin ne olduğunu bilmeyiz; ne nereden geldiğimiz bize söylenmiş ya da herhangi bir şeyin değeri verilmiştir. Bunun kararını vermek tamamiyle bize (bana) bağlıdır. Her ne kadar evrenin benim fikir ve arzularıma uyup uymayacağına güvenemeyecek olsam da bir şeyler yapmam gerekir, bir faaliyette bulunmalıyım. Kendimden herne yapabiliyorsam onu yapmaya mahkumumdur. Ve özgün olabilmek için kendime ve hepsinin ötesinde kendi seçtiğim değerlerime sadık olmalıyım.
Varoluşçuluk, öyleyse, her şeyden önce bir değer teorisidir. İnsanlık durumuna ve iyi bir yaşamı neyin oluşturduğuna odaklanır. Bu onu, insanlık dışı bir dünyada yaşayan insanın acınacak haline duyarlı birçokları için popüler kılmıştır.
Varoluşçuluk bu ülkede çok çekici olduğunu 60’larda kanıtlamıştır. O bireylere adet ve gelenekleri bir kenar atıp kendi kurallarını yapmak “özgürlüğü” vermiştir. Onun izlerini bizlerin, bireysel olarak, kendi yaşamlarımız söz konusu olduğunda değer için nihai otorite olduğumuz şeklindeki yaygın nosyonda ya da deneyimi akla yeğleyişimizde ya da “anı yaşa!” yaklaşımımızda görürüz.
Kendi yaşamını belirlemek için geleneksel ahlaka sırtını dönmek Pleasentville filminde; bir siyah beyaz tv dizisi olan Pleasantville ‘in dünyasına naklolan 2 genç insanın hikayesinde gözlemlenebilir. Kahramanların yaşamları yalnızca cinselliklerini ifade etmeye başladıklarında renklenmeye başlar. Kız sonunda kendini akademinin sağlıklı alanında bulur ama bu onun yalnız yaptığı bir seçimdir; o kendi varoluşunun sorumluluğundadır.
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırma
Ateist varoluşçulukla Hristiyanlık arası zıtlıklar çok açıktır. Kutsal Kitap bizlerin nereden geldiğimizi bildiğimizi; evrenin herhangi bir devasa çöplük değil ama gerçek ve yaşayan Tanrı’nın bizlerin de birer parçası olduğumuz planlarını uyguladığı bir ortam olduğunu öğretir. Gerçek, ahlak ve değerler için bizlerin ötesinde duran bir kaynağımız vardır. Nereye gittiğimizi biliriz. (ya da bilebiliriz) Öte yandan her ne kadar kayda değer oranda özgürlüğümüz olsa da kendimizi istediğimiz şey yapacak mutlak özgürlüğe sahip değilizdir. Ne de tamamen yalnızızdır; zengin ve anlamlı yaşamlar deneyimlemek için Tanrı’nın kaynaklarına sahibizdir.
Yaşamdaki tehlikelere işaret ederek olumsuz durumumuzu dikkate almada ve görünüşte saçma bir dünyada sağlam durmak için azimli olmada yanlış bir şey yoktur. Sorunlar tamamen yalnız olduğumuz ve yaşamlarımızın yükünün tamamen sırtımızda olduğuna inanmakla başlar. Tanrı bugün ve gelecekteki yaşamlarımızın yükünü üzerine almıştır. Tek başımıza değiliz.
İçsel zayıflığı
Varoluşçulukta da içsel sorunlar vardır. Örneğin eğer varoluşçuların söyledikleri durumdaysak neden kaygılanmamız gerektiği merak edilebilir. Neden kendi varoluşumuzu yaratırken özgün olmak ya da iyi niyetle hareket etmek için tasalanmalı ki? Can sıkıntısı için neden canımız sıkılsın? Neden sadece yiyip içip neşelenilmesin? Değer ölçütleriye ilgili olarak nasıl herkesin kabul etmesi gereken bazı değerler, iyi ve kötü, güzellik ve çirkinlik için evrensel ölçütler olduğu nosyonunda nasıl kaçınılabilir? Bazı şeylerin saklanmaya değer bazılarınınsa çabalamaya değmez olduğuna inanmaktan vazgeçemeyiz.
Varoluşçulukta eylemleri yargılamak için ya da basit bir olumlamadan: “Bunu ben seçtim”in ötesinde yaşamdaki önemli kararlar için bir temel yoktur.
Bu kadarı yeterli mi?
Postmodernism
Şu ana kadar tartışılan dünya görüşlerini belirli bir mesafeden ele almak bizler için kolaydır.
Muhtemelen bu makaleyi okuyanlardan çok azı, deist, nihilist ya da hatta varoluşçudur. Bunlar birçoğumuzca denenmiş ve unutulmuş dünya görüşleri dolabına güvenli bir biçimde tıkılabilirler. (her ne kadar birçoğumuz kendi düşünüşümüzde bunların bir ya da bir kaç öğesini bulabilecek olsa da) Durum postmodernizmle; inceleyeceğimiz son dünya görüşüyle ilgili olarak tamamiyle farklıdır çünkü o yüzyıl sonu batılı insanoğlu düşüncesinin temel ruh halini tanımlar. Hepimiz farkında olsak da olmasak da postmodernizm denizine batmışızdır ve onun varsayımları düşüncemizde o kadar derine kök salmıştır ki Hristiyan olanlar bile çoğu zaman postmodern yaklaşımlar sergilerler.
Tanımlanışı
Gerçekten de nedir şu postmodernizm? 1970’lerde Jean François Lyotard, Quebec hükümeti Üniversiteler Konseyi’ne “en yüksek gelişmiş toplumlarda bilgi üzerine bir rapor” sundu. Bu rapor Postmodern Durum: Bilgi Üzerine bir Rapor adıyla yayınlandı.(20) Bu kitap postmodernizmi anlamada ölçüt olabilecek bir metin olarak bizzat başlığında bize bu dünya görüşünün doğası hakkında bir ipucu verir. Postmodernizm gerçekten de bir felsefe değildir çünkü felsefe geleneksel olarak içinde yaşadığımız gerçeği anlayabilmek için kullanılan bir alet olmuştur. Postmodernistler bunun yapılamayacağına inanırlar. Dolayısıyla postmodernizm bir felsefe olmaktan çok bir durum ya da ruh halidir. Kısaca postmodernizm aydınlanma rasyonelizmine karşı bir tepkidir. Ama aynı zamanda, geç 19’ncu yüzyılla geç 20’nci yüzyıl arasında bir zamanda başlayan tarihsel bir zaman devri, bir dönemdir. (21) Bu makalede biz postmodernizme zaman devrinden çok bir ruh hali olarak eğileceğiz.
Tarihsel Arkaplan
“Aydınlanma rasyonelizmi”yle Avrupa’da 17’nci ve 18’nci yüzyılda geliştirilen bilgi ülküsüne atıfta bulunuyoruz. O modernite adını vediğimiz şeyin entelektüel temelini oluşturmuştur. İki konu Aydınlanma’da önemliydi: eleştiri ve iktidar (eleştiri burada sıkı analize gönderimde bulunmaktadır) Amaç, bir yazarın söylediğine göre “insanları mitten, batıl inançtan ve doğanın gizemli güçlerinden büyülenme hallerinden” özgürleştirmekti. (22) Gerçek, vahiy yoluyla değil ama bilimsel araştırma ve akıl yoluyla bulunuyordu. Bilgi artık tutkulardan arınmış, nesnel ve kesin olmalıydı. Her şey artık sayılabilirlik ve yararlılık kurallarına uygunluk göstermeliydi; hesaplanabilir ve işlevsel olmalıydı. Akıl gerçekte bir tek çeşit akla indirgenmişti, matematik ya da bilimsel kesinliğinkine. (23)
Postmodernistler bilgi sayılmaya indirgendiğinde bir şeylerin kaybolduğuna inanırlar.
Aydınlanma rasyonelizmiyle ilgili birkaç sorun vardı. İlk olarak bilim ve ondan kaynaklanan teknoloji gelişimiyle elde edilen yeni bulunmuş bilgi insanların yaşamın önemli sorunlarını hiçbir aşkın yardım olmaksızın çözebileceklerini düşünmelerine yol açtı. Ancak sonradan görüldü ki akıl sahip olduğu düşünülen güce sahip değildi. Bütün öğrenimimiz ve teknolojimizle bugün hala yaşamlarımız üzerinde arzulamış olduğumuz güce sahip değiliz. Bu yüzyıldaki doğal felaketler ve iki Dünya Savaşı gibi büyük savaşlar insanların, bizleri hasta etmiş olan herşeyi basitçe akıl yoluyla düzeltemeyeceğimizi fark etmelerini sağladı.
Bunlar ve bilim tarafından keşfedilen yeni gizemler gibi diğer etkenler neyin gerçek olduğunu gerçekten bilebilme yeteneğimizin altının oyulmasına hizmet etti. Gerçekte, postmodernistler gerçeğin önermelerin dışsal gerçeklikle tekabüliyeti biçimindeki klasik gerçeklik anlayışından yüz çevirirler. Bazı çok etkili postmodernistler şimdilerde faydacılığı, işe yararlığın umut edilebilecek tek şey olduğu inancını desteklerler. Bu, söylemeye cüret edeceğim ki çoğu olmasa da birçok Amerikalının da düşünme biçimidir.
Gerçeklik üzerine bir başka postmodernist nitelik de şudur. Postmodernizm, modernizmin bireysel yaklaşım niteliğini reddiyle uyumlu olarak gerçeğin bireysel aklın işlerinde değil ama toplulukta bulunduğunu savunur. Bir yazarın belirttiği gibi, “Gerçek toplulukta kişisel refah ve topluluğun kişsel refahını kolaylaştıran temel kurallardan oluşur”(24) Düşüncemiz de tıpkı varlığımızın tüm diğer alanları gibi mensubu bulunduğumuz toplulukça biçimlenir. (25) Örneğin, siyaseten ve sosyolojik olarak bu, bireyin daha büyük grubunkine uyum sağlamasının beklendiği anlamına gelir.
Yine bilginin Sekülerleşmiş (laikleşmiş) doğasından ve genel olarak gerçeği bilmenin yarattığı güvenin kayboluşundan kaynaklanan bir başka sorun da nihai gerçeklerin bilgisinin kaybedilmesiydi. “Bütünleştirici meta anlatılar” olamaz, yani her şeyi kapsayan şeylerin varolma biçimleriyle ilgili büyük hikayeler ya da açıklamalar olanaklı değildir. Bu hem özgürleştirici hem de ürtkütücü olabilir: hiçbir düşünce sistemiyle sınırlandırılmış olmama anlamında özgürleştirici, neyin gerçek olduğu hakkında karanlıkta kalmamız anlamında ürkütücü. Bu biraz, hiçbirinin besin değerini bilmeden çeşitli yemeklerden seçim yapabileceğimiz bir kafetaryada yemek yemeye benzer.
Aydınlanma rasyonelizmiyle ilgili ikinci bir sorun da olgunun (gerçek/değer ayrımı) değerden ayrılmış olmasıydı. Aydınlanmanın matematik ruh hali değerler hakkında yargıda bulunulmasına izin vermiyordu: bu ayrı bir şeydi. Öyleyse yargılarda bulunabilmek için hangi dayanaklar kalmıştı? Buradan post modernizmin etik ikilemi kaynaklanır: Yargıda bulunmak için herhangi bir dayanağa sahip olmadan nasıl yargıda bulunulur? (26) Bir yazar bizzat Yahudi Soykırımı’nın Aydınlanma düşüncesi için bir model olduğunu öne sürer. “Ölüm kamplarının dünyasında” diye yazar Thomas Docherty, “her şey rasyonalize edilmişti”. Hangi ırklar ve insan çeşitlerinin yaşamını sürdürmeleri hangilerininse sürdürmemelerini belirleme arzusunda görülen bir doğaya hükmetme arzusu vardı. İşlem çok düzenli ve verimliydi. Teknolojik gereçler de, aynı zamanda, Nazilerin amaçlarını gerçekleştirmeleri için verimli olarak kullanılmışlardı.(27) Aklı bile amaçlarına ulaşma da bir müttefik olarak kullandılar. Bu nedenle Aydınlanma rasyonalizminin ülküleri tamamiyle şeytani amaçlar için kullanılabilir.
Üçüncüsü, Aydınlanma’da aklın sekülerleştirilmesi sonucu gelecekle ilgili sürekli artan bir kötümserlik gelişti. Danışılacak aşkın bir Varlık olmadan tarihin nereye gittiğini kim bilebilecekti? Ve kim gidilen yönünün gerçekten de ilerleme olduğunu söyleyecekti? “Artık tarihin sözde ilerlediği noktayı hiçbir biçimde bilmiyoruz.” der Docherty. “İnsanlık teleolojisi ilerleyiş olan seküler bir harekete girişti”(28)
Öyleyse postmodernizm bizi nihai gerçeklerin bilgisinden, değer yargıları ve geleceğe dair umut için bir dayanaktan yoksun bırakır. Genel olarak, öyleyse, postmodern ruh hali karamsardır. Öyleyse neye inanmamız ya da ne yapmamız gerektiğini nasıl biliriz? Neden burada olduğumuz ya da nereye gittiğimizle ilgili bize rehberlik yapacak bir bilgi ve herhangi bir aşkın kaynaktan gelen değerleri belirlemekle ilgili bir dayanak olmayınca insanlar basitçe bizim için gerçek olanı seçmemiz gerektiği düşüncesiyle yetişirler. Artık bilgiye istenç dahil edilmiştir(29) Postmodernistlerin sordukları soru: “Neye inanmayı seçerim?” ve “Ne yapmayı seçerim?”dir.
Postmodern ruh hali yaşamın çeşitli alanlarında kendini göstermiştir. Bir tanesi dil anlayışındaki değişikliktir. Dil artık toplumsal olarak oluşturulmuş görülür; artık topluluğun iletmesini istediği şeyi iletir. Edebiyat, öyleyse bir yazar ve onun kültürel topluluğunun önyargılarını yansıtır olarak anlaşılır: yazar açıkça kendi ya da topluluğunun faydasına olacak şeyi söylemektedir. Gerçek anlamı bulmak için metni yapısöküme uğratmak öyleyse lidere kalmıştır. Madem ki yazar okur üzerindeki iradesini sürekli kılmak istemektedir, okur şüpheci bir ruh hali edinir ve her ağacın arkasında siyasal iblisler aramaya başlar. Madem ki bir metnin anlamı okurca belirlenir, bir metin, okurlarının sayısı kadar çok yoruma sahip olabilir.
Örneğin, sanatta soyuta dönük bir yönelim vardı çünkü resmedilen herhangi bir nesnenin özünü tam olarak temsil edilemeyeceğimiz düşünülüyordu. Tam olarak temsil edilemeyen şeyler soyut olarak sunulmalıydı. Aynı zamanda artık genel olarak kurallar olmadığından, iyi sanatı tanımlayan ya da tahdit eden de bir kural yoktu. Sanatçi yaptığı şeyi yaparken keşfediyordu.
Mimari postmodernizmin yüzünü gösterdiği ilk alanlardan biriydi. Her zaman geleceğe bakan bir modernizmin ölümü ve yine kuralların kaybolmasıyla mimari, işlevsel, ileriye bakan bir tarzdan eklektik bir tarza geçti. Eski binalar geçmiş de takdir edilebileceği için yeniden restore edildi. Birkaç faklı tarz bir arada karıştırılabilirdi. Bir yazarın söylediği gibi, “postmodern tarz tasarım, tarihsel ve tarzsal olarak çoğulcudur” (30)
Daha önce Hristiyanların bile farkında olmaksızın postmodern inançları desteklediklerinden sözetmiştim. Bugün bu genç insanların düşünüşünün o kadar parçasıdır ki kilisede bazı kişiler bile bunu üzerinde düşünmeden “sana göre doğru ama bana göre değil” ruh hali içerisinde kabul ederler. Dallas’ta bir müjdeci Vaftizci kilisesinin Pazar okulunda öğretmenlik yapan genç bir bayan, bir gazeteciye kendisinin Kutsal Kitabın öğrettiklerine inandığını fakat bunun zorunlu olarak herkes için doğru olmadığını söyledi. (31) Belki de Kutsal Yazıların iddialarını anlamamıştı ama daha büyük ihtimalle Hristiyanlığı “benim gerçeğim, senin gerçeğin” çerçevesine uydurmuştu.
Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılması
Her ne kadar Hristiyanlar postmodernistlerden öğrenebilecek olsalar da (özellikle Aydınlanma’nın aşırılıklarıyla ilgili) postmodernizm ve Hristiyanlık arasındaki temel farklılıkları görmek önemlidir. En önemlisi, bizler nihai gerçeği bilebiliriz çünkü “o” Kendisini ve İsteğini bize açıklayan bir “Kişi”dir. Sonuç her ne kadar Aydınlanma’nın bilmemizin mümkün olduğunu düşündüğü bütün gerçeği olmasa da, gerçeği bilebiliriz. Tarihin gittiği yerle ilgili bir fikrimiz vardır ve ahlaki yargıda bulunmak için de dayanağa sahibizdir. (32)
İçsel Zayıflığı
Postmodernizm uzun süre yaşayamaz. Üzerine bir yaşam felsefesi inşa edilebilecek herhangi bir şeyden yoksun olmasının yanında aynı zamanda içsel sorunlarda sergiler. Gerçeğe estetik bir yaklaşımda, başka deyişle maddi olarak değil de tarz olarak yargıda bulunmayı sevebilecek olsak da başkalarının evrensel doğruluk ve ahlak kodlarıyla bize muamelede bulunmalarını isteriz. Aynı zamanda artık biliyoruz ki olgu(gerçek) ve değer arasında kesin bir ayrım yapabilmek artık mümkün değildir. En kesin ve nesnel bir bilim adamı bile bizzat yaptıkları işin değeriyle ilgili seçimde bulunmak zorundadır. Başka deyişle, bir proje diğerlerinin yerine tercih edilmelidir ve bu tip seçimler belirli değerleri yansıtırlar. Ama bir kültürel topluluk bile nihai gerçeği bilemez ve sadece faydacı bir bakış açısıyla değerlerini seçebilir olduğu için nihai olarak kültürel topluluklarda da denge yoktur.
Belirtmiş olduğum gibi, postmodernizm dört dörtlük bir dünya görüşü değil bir ruh halidir. Modernizmin ölümüyle birlikte oluşan boşluğu bir şeylerin doldurması gerekir. Bu bazı Hristiyan düşünürleri heyecanlandıran şeydir. Çünkü artık doğaüstünü engelleyen kapı, Hristiyanların Mesih’te bulunan gerçek, değer ve gelecek yönünde umudun bütün insanoğlu için bulunduğu müjdesini ilan edebilmeleri için, ardına kadar açılmıştır.
19.1.2005
x
İslamiyet ile Hristiyanlığın Dünya Görüşü Farklılıkları
Tarih: 22.04.2004 Saat: 14:58
Konu: Öğretiş/Doktrin
Özellikle İslami kültür altında herkesin aşağıdaki farklılıkları ve İslami varsayımları (önyargıları, önkoşulları) bilmesi bence hayat değiştirici, yaşamsal öneme sahiptir. Bu nedenle Ateist, Hıristiyan, Deist vs. gibi her inançtan insanların okuması gereken çok değerli bu makaleyi sizlere sunmaktan sevinç duyuyorum.
İSLAMİYET İLE HRİSTİYANLIĞIN İLAHİYAT BOYUTLARI
İslam ve Hıristiyanlığı birbirinden ayırmanın anahtarı hakkında son bir söz söyleyeceğim. İlk polemikçiler bu anahtarı İncil’in mi yoksa Kuran’ın mı gerçek vahiy olduğunu sorgulamak olarak kabul ettiler. Bu gerçekten bir anahtar olmakla beraber, aslında sadece daha geniş bir sorunun parçacığıdır ve daha geniş bağlamda ele alınmadıkça uygun olarak yanıtlanamaz. Asıl anahtarın Tanrı’nın doğasını ve yarattıklarıyla olan ilişkisini sorgulamak olduğunu düşünüyorum. İslam ve Hıristiyanlık biçimsel benzerliklere rağmen, bu soruyla birbirinden tamamen ayrılmaktadır. Benim İslami Tanrı öğretisi ile olan tartışmam burada başlar.
Konu İslami Tanrı düşüncesi, insan ve Tanrı ile ilişkisi, Mesih ve Kurtuluş, Kutsal Ruh, Esinleme ve Kutsal Yazılar, Topluluk ve Kilise, Melekler ve Şeytan ve son olarak Eskatoloji başlıkları altında açıklanmıştır. Her başlıkta ilk olarak İslami bakış açısına, sonra bunun Kutsal Metinlerle çeliştiği noktalara ve son olarak İslami bakış açısının sonuçları ve İncilsel yaklaşımın genel hatlarına odaklanılmaktadır.
A. İSLAMİ TANRI DÜŞÜNCESİ
1. Temel İslami Varsayımlar:
(a) Tanrı Tamamen Farklıdır (Yücelik). İslam Allah’ı yaratılmış herşeyden (insan da dahil olmak üzere) farklı ve tarihsel alandan tamamen uzak tutar. Yücelik (Tenzih) Tanrı’yı tanımlamakta kullanılan dilde herhangi bir somut anlamı ifade etmemektedir; Tanrı’yı belirtmekte kullanılan kelimenin ima ettiği anlam ile, insanı belirtmekte kullanılan kelimenin ima ettiği anlam arasında kesinlikle bir ilişki ya da benzerlik sözkonusu olamaz. Örneğin, insandaki merhamet ile benzerlik kurarak Tanrı’nın merhametini anlayamayız. Tanrı’nın merhameti ve insanınlığın ki tamamen ayrıdır. İslam böyle negatif bir ilahiyata sahip olduğundan, Tanrı’nın ne olduğunu değil, ancak ne olmadığını söyleyebilir. Yücelik aynı zamanda Müslüman için Tanrı’nın tarihsel süreç içerisinde dünyada gerçek anlamda asla mevcut ve de gerçek bir insan şeklinde olamayacağını ifade etmektedir. Bu, O’nun yüceliğine ters düşmektedir. O ancak Yaratıcı Sözü aracılığıyla dünya üzerinde etkin olmaktadır.
(b) Tanrı Eşsiz Olandır (Tevhid). İslam, Tanrı’nın mutlak birliğinde ısrar etmektedir. Tanrı hiçbir şekilde ayrıştırılamaz. “Tek Olan” olarak, “Sebeplerin Yaratıcısı” ve “Çok”un kaynağıdır. Tamamen Yüce olduğundan, O’nun tekliği, yaratılmış olanların tekliğinden tamamen farklıdır.
(c) Tanrı Dünya ile yalnızca Yaratıcı Sözü aracılığı ile ilişki kurar. Sözü ile, herşeyi yoktan varetmiştir. Aşari öğretisine göre Tanrı’nın yaratışı süreklidir, ilk ve son defa olmamıştır. Aslında O, insanın uzuvlarını yaratırken davranışlarını da yaratmıştır. Böylece, Yaratıcı Sözü ile insanla ilgili herşeyi belirler (takdir) ve kaderini ebediyen yazar (mektub). Bu yüzden İslam’da yaratılış “ilahi takdir” düşüncesini içermektedir. Son olarak Peygamberleri aracılığıyla Sözü’nü yollayarak (tenzil) insana bilmesi gerekenleri açıklar ve işaretleri ile peygamberlerin mesajlarını onaylar. Peygamberlerin görevi O’nun Sözü’nü kaydetmek ve Tanrı’nın gücü ve korumasında zaferle insanlara duyurmaktır. Tüm bunlar Tanrı’nın tamamen yüce ve yarattıklarından ayrı olduğunu kesin ifade eder.
(d) Tanrı doğruluk ve erdem konusunda bile tamamen özgür ve sınırsızdır. O, daha önce açıkladığı doğruları veya yükümleri sonradan açıkladıklarıyla feshetmekte özgürdür. İyi ve kötü eylemler Kuran’da emredilip yasaklanmalarına göre ayırd edilmelerine rağmen, aynı eylemi bir durumda “iyi” olarak yargılarken, başka bir durumda “kötü” olarak yargılayabilir. Tanrı’nın insanı yargıladığı ve kaderini tayin ettiği kriterler insan tarafından bilinemez. O, günahkarı mahkum etmekte veya affetmekte özgürdür.
2. İncilsel Bakış ile Uyuşmazlıklar
(a) Tanrı hem bu yaşamda hem de sonraki yaşamda insan için bilinmez ve tanınmazdır. “Tenzil” olmadığı sürece (Tanrı vahiy göndermedikçe) insan Tanrı ya da Tanrı’nın insandan talepleri hakkında hiçbirşey bilemez. Yücelik İslam’da, Tanrı hakkında somut bir bilgiye sahip olmanın olanaksızlığını ifade eder. Tanrı ve insan arasında, kişisel olarak Tanrı’yı tanımayı metafiziksel bir imkansızlık haline getiren geçilemez bir uçurum bulunmaktadır. Bu, Kutsal Kitap’ta bulunan insanın Tanrı’nın suretinde yaratılması (genel vahiy) sebebi ile sezgisel olarak Tanrı’yı ve Yasası’nı ve kendi suçluluğunu bilmesi (Rom. 1&2) öğretisi ile ters düşmektedir. Kutsal Kitap asla ortadan kalkmayacak bir yaratıcı-yaratık ayrımını öğretir fakat bunu kesin bir tanınamazlık ya da bilinemezlik boyutuna taşımaz. İslam bu ayrımı Tanrı’yı insana kesinlikle bilinemez olarak tanıtarak yapmaktadır.
(b) Tanrı Kişisel ya da Ruhsal bir varlık değildir. Müslüman düşüncesine göre, Tanrı’nın bir kişilik (veya ruh) oluşu fikri O’nun yüceliğine ters düşmektedir. Kişilik insana benzerliği çağrıştırmakta ve bu yüzden reddedilmektedir.
(c) Tanrı Tarihte etkin değildir, ne yeryüzüne gelir ne de tarihe girer. Tanrı’nın beden alması İslam’ın “Mutlak Yücelik” öğretisine aykırı olduğundan olanaksızdır. Tanrı ne kişisel olarak etkin olabilir ne de Kutsal Kitap’ın belirttiği gibi tarih sürecinde kendisini açığa çıkarır. Yücelik kavramı, O’nun ilahi takdir yolu ile ve vahiy göndererek tarihte etkin olmasını gerektirmektedir. İslam’ın tarihe bakış açısı, tarihin önemli olmadığıdır. Tarih bize Tanrı hakkında hiçbirşey açıklamaz. Bu, Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın Yüce olduğu gibi her yerde etkin olduğu, tarih sürecinde çalıştığı, insanın tam olarak anlayamayağı biçimde de olsa İsa Mesih kişiliğinde yeryüzüne geldiği ve böylece tarih boyunca kendisini açıkladığı yönündeki bakış açısı ile çelişmektedir.
(d) Tanrı günahtan nefret etme ve günaha bakamama anlamında Kutsal veya Doğru değildir. İslamda, kutsallık ve doğruluk gibi ahlaksal nitelikler Tanrı’ya uyarlanamaz. Bu, insana benzerliği çağrıştırmaktadır ve bu da Tanrı’nın Yüceliğine aykırıdır. İslama göre, Tanrı insandan sadece tamamen farklı olduğu için ayrıdır; Kendisi kutsal ve insan günahkar olduğu için değil. Bu nedenle, insanın Tanrı’dan ayrılması normal, kaçınılmaz ve sonsuza dek kalıcıdır. Oysa Kutsal Kitap’a göre bu ayrılık anormaldir ve Tanrı tarafından geçici olması tasarlanmış bir durumdur.
(e) Tanrı’nın yarattığı herhangi bir varlığa karşı şefkati veya başka duyguları yoktur. Tanrı insanla bir sevgi ilişkisine girmez ve insanı Kutsal Kitap’taki gibi değerlendirmez. Şefkatli, Merhametli, Sevgili gibi güzel isimleri olsa da, bu nitelikler insan için kullanıldığı zamanki anlamları ifade etmez. Tanrı duygularını gösterseydi, bu O’nu insan benzerliğinde yapardı ve bu zayıflık olurdu. Birilerine bereket, zenginlik, sağlık verirken diğerlerine yoksulluk açlık ve cehennem yargısı vermesi O’nun Egemen iradesinin bir sonucudur. Bizim itaatkarlığımızdan hiçbir kazancı ve başkaldırışımızdan hiçbir kaybı yoktur. Tüm bunlar, Tanrı insanoğlunu sevmek kelimesinin en üstün anlamı ile sever diyen Kutsal Kitap öğretisi ile elbette çatışmaktadır. Kutsal Kitap’ın bakış açısında insanın sevgisi,Tanrı’nın mükemmel ve karşılıksız veren sevgisinin yanında kusurlu ve günahla bozulmuş bir benzerlikten ibarettir.
(f) Tanrı’nın insanlar için kesin birşeyler yapmak üzere antlaşma yapması düşünülemez. Bu, açıkça Tanrı’nın “İstediğini Yapma” özgürlüğüne aykırıdır. Kutsal Kitap bunun tersine, Tanrı’yı “Antlaşma Yapan” ve “Sözüne Sadık” bir Tanrı olarak tanımlar. Antlaşmasına sadık kalacağına güvenilmelidir.
(g) Tanrı Üç Varlıktan oluşmamaktadır. Üçlü birlik öğretisi İslam’ın “Tanrı’nın Mutlak Birliği” kavramına aykırıdır. Tanrı kişilikten ve her türlü tanınabilir nitelikten soyunmuş; soyut ve fizik ötesi bir Birliğe sahiptir.
3. Konu ile ilgili diğer İslami yaklaşım ve düşünceler:
(a) Müslümanlar dini lisanı materyel olarak ve harfi harfine anlama eğlimindedir. Bunun nedeni, inandıkları Yücelik kavramına göre dünyasal veya tarihsel olayların ve kavramların (örneğin gelenekler ve Eski Antlaşma’daki Tanrı halkının tarihi) ruhsal gerçeklerin birer benzeri ya da türleri olamayacağıdır. Ruhsal gerçekleri simgelemek için lisanın mecazi olarak kullanımı, İslami düşünce yapısına tamamen yabancıdır. Müslümanlar herşeyi harfi harfine ve materyalist bir yaklaşımla almaktadır. Bu yüzden Üçlü birlik öğretisi daima Üç Tanrı’ya inanmak ve İsa’nın Tanrı’nın Oğlu oluşu çok tanrılı inançlardaki gibi fiziksel olarak anlaşılmaktadır. “Ruh” bile görünmez bir öz olarak anlaşılırken sonuç olarak Tanrı Ruh’tur ifadesi olanasıksız olarak nitelenir. Somut bir terim herhangi bir şekilde mecazi anlamda kullanıldığında bunun özel olarak belirtilmesi gerekmektedir. İslamın İmana bakış açısı, Tanrı’ya olan bakış açısıyla uyumludur. Müslümana göre Tanrı dünyadan yukarıda, uzaklarda bulunmaktadır ve tanınamaz ve kişiselleştirilemezdir. Bu yüzden iman sadece zihinsel bir kabul ve sözlü ikrar ile İslami Yasanın gereklerine uygun eylemleri içermektedir. İman İslam’a göre temel olarak, doğruluğa ve Tanrı’nın bildirdiği yükümlülüklere boyun eğmeye eşdeğerdir. Bu, doğru dine (İslam) ve Tanrı’nın belirlemiş olduğu kadere teslim olmak demektir; kişinin kendisini Tanrı’ya emanet etmesini ve bağlamasını içermez. İslam’a bağlılık şartıyla,Tanrı’nın merhametine karşı belirsiz bir ümit içermektedir. Tanrı özgür olduğundan ve kendisini antlaşmaya bağlamayacağından, Tanrı’nın vaatlerini yerine getireceği düşüncesi yoktur. Bu nedenle Kişisel olarak ilişki kurulup tanınabilir, tarihte etkin bir Varlığa karşılık vermek (Kutsal Kitap’ın İmana bakış açısı) yerine sadece Tanrı kavramını zihinsel olarak kabul etmektir.
4. Sonuçlar
(a) İslami Düşüncenin Sonuçları
(i) Bu bakış açısı insanı Tanrı ile kişisel bir ilişki kurmaktan ve O’nu kişisel olarak tanımaktan yoksun bırakır. Yücelik yaklaşımı böyle bir ilişkiyi sadece sakıncalı kılmakla kalmayıp, aynı zamanda nesnesel doğada imkansız hale getirmektedir.
(ii) Bu bakış açısı insanı gerçek akılcılıktan yoksun bırakır. Tanrı tanınamaz ve bilinemez olduğundan, insan kendisini veya yaşadığı evreni anlamak için hiçbir üstün referans noktasına sahip değildir. Varlığının anlamı yoktur, anlam bulmaya çalışmak insan için önemsiz ve yararsızdır. Sadece kaderine teslim olmalıdır.
(iii) Bu bakış açısı son olarak, insanı güzel ahlaklı olmaktan yoksun bırakır. Tanrı tamamen özgür ve ahlaksal niteliklerden bağımsız olduğundan, insan ahlak konusunda üstün bir standarttan yoksundur. Kısaca, ahlak ve doğruluk görecelidir.
(b) İncilsel Değerlendirme ve Yaklaşım:
İncilsel bakış açısından, Romalılar 1 ve 2’de ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, İslami Tanrı öğretisi Gerçeği tamamen bastırarak yerine yanlış bir Tanrı kavramı getirmektedir. Böylece, Müslümanları varoluşlarından gelmesine rağmen Tanrı tarafından verilen Tanrı, Tanrı Yasası ve kendi suçluluğunun bilincinden yoksun bırakmaktadır. Kutsal Kitap’ın Tanrı’ya bakış açısı, bir önyargıyı ortadan kaldırmaktadır; İslam Yaratıcı-Yaratık ayrımı yapar ve insanın günah nedeniyle Tanrı ile olan ayrılığını kesin ve kalıcı bir ayrılık haline getirir ve ardından Kutsal Kitap’ın Tanrı görüşünün akıl dışı olduğunu iddia eder. Müslümanlar bu İslami yaklaşımı iyice özümsemiş olduklarından, bu tutumun etkisi altındadır. Bu yüzden onlara Tanrı’yı öğretirkenki görevimiz konuyu katı bir Kutsal Kitap Tanrı öğretisi temeline yatırmaktır. Tanrı’nın bizlerden o kadar ayrı, uzak, tanınamaz, kişilik alamaz görünmesinin ve Üçlü birliğinin akıldışı sayılmasının nedeninin insanların Tanrı hakkındaki Gerçeği gizlemeleri ve yerine yanlış bir öğretiyi yerleştirmeleri olduğunu Kutsal Metinleri kullanarak basit bir biçimde göstermeliyiz.
B. İSLAMA GÖRE İNSAN ve TANRI ile İLİŞKİSİ
Bir önceki bölümde bu konuya değinmiştik, fakat şimdi daha detaylı olarak ele alacağız.
1. Temel İslami Varsayımlar ve Yaklaşımlar.
(a) İnsan, Tanrı’nın yarattığı en üstün yaratıktır. Tanrı Meleklere insanın önünde diz çökmelerini buyurdu (Kuran 7:11) ve insanı yeryüzündeki vekili (Halife) yaptı (2:30)
(b) İnsanın Tanrı ile ilişkisi temel olarak, bir kölenin Efendisi ile olan ilişkisidir. Bu ilişki Tanrı’ya hizmet ederek, emirlerini yerine getirerek ve yasakladıklarından kaçınılarak yürütülür. Böyle bir Tanrı/insan ilişkisi, Tanrı’nın mutlak yüceliği kavramından kaynaklanır. Bu ilişkinin koşulları Dini Yasa olan Şeriata dayanır.
(c) İnsan şu anki hali gibi iyi fakat zayıf ve değişken olarak yaratıldı (da’if) (4:32). İnsan, Aden Bahçesi’ndeyken Tanrı’nın emrini “unuttu”, Şeytan’ın önerisini dinledi ve sonuç olarak Aden Bahçesi’nden dünyaya düştü (fiziksel olarak). Tanrı’nın mevcut uzaklığı (Yücelik) bu “düşüş” ile ilgili görülebilir fakat aslında sadece fiziksel bir uzaklığı kapsamaktadır; bu ahlaksal boyutta bir uzaklık değildir. İnsan eğer yaşamında Tanrı’nın önderliğini takip ederse, Tanrı istediği takdirde sonraki yaşamında Bahçe’ye girmeye yine hak kazanabilir (2:35-38 ve diğer ayetler).
(d) İnsan Tanrı ile ilişkisini “inançsızlıkla” (küfür, tanrısızlık), “Tanrı’ya eş koşmak” anlamındaki Şirk ile, O’nun yüceliğine karşı bir günah işleyerek, Tanrı’nın Yasasında yasak olarak bildirdiği şeyleri (Haram) yaparak ya da yükümlülük olarak bildirdiği şeyleri (Farz) yapmayarak bozar. Günah genel olarak Tanrı’nın emrettiğini yerine getirmeme veya Haram olarak bildirdiğini yapmak olarak adlandırılır. İnsan bunu yapar, çünkü zayıf, unutkan, cahildir ve bu yüzden günah ahlak bozukluğu değil, sadece bir hatadır.
(e) İnsanlara “doğuştan gelen” din verilmiştir. Allah insanı bir tür içten gelen İslami bilgiyle veya tabiatla (fitre) donatmıştır (30:30). Bu tabiat başlangıçta tarafsızdır fakat eğitimle ya kuvvetlendirilir ya da engellenir. “Her doğan çocuk doğal olarak (İslama) isteklidir”; onu Yahudi veya Hıristiyan ya da başka bir dine mensup kılan ebeveynleridir. İslam böylece insana olan çağrısını içinde ve kendi doğasında olana geri dönmeye davet ederek yapar. İhtiyacı olan tüm bilgiyi Dini Yasa’da sunar.
2. Hıristiyan Bakış açısı ile uyuşmazlıklar.
(a) İnsan ahlaksal ve ruhsal benzerlik anlamında “Tanrı Suretinde” yaratılmamıştır. İslamın insanın Tanrı’nın halifesi olduğu ve O’nun adına yaratılış üzerinde egemenlik kurduğu yönündeki kavramı “Tanrı suretinde yaratılma” düşüncesine kısmen paraleldir. İnsanda bir miktar Tanrı benzerliği olması düşüncesi İslam’in mutlak yücelik öğretisine tamamen karşı gelmektedir. “O’nun gibi hiçbirşey yoktur” (42:11). İnsanın ruhsal yenilenme ile “Tanrısal özyapıya ortak olması” (2 Pet. 1:4) veya “Tanrı’nın benzeyişinde tazelenmesi” (Kol 3:10) ve O’nunla kişisel bir ilişki yaşaması Müslümanlarca anlaşılamayan kavramlardır.
(b) İnsan doğuştan günahlı değildir. Suçu yüzündenTanrı’dan ayrı düşmemiştir ve O’nun gazabı altında değildir. İslama göre insanın mevcut durumu günahlı değildir; “ayrılık” ahlaksal bir düşüş veya sapma yüzünden değil Tanrı’nın yüceliğinden kaynaklanmaktadır. Ne acizdir ne de Tanrı’yı hoşnut edecek iyi şeyleri yapamaz haldedir. İslam, Kutsal Kitap’taki orjinal günah kavramını inkar etmektedir.
(c) İnsanın temel problemi günahtan çok cehalettir. Müslümanlara göre insan, bir tür Tanrı bilincini ifade eden doğal bir dine sahip olsa bile, bu sadece doğuştan gelen bir sezgidir. İslam, insanın doğuştan Tanrı Yasasını veya kendi günahlılığını bilmesini kabul etmez. İnsanın sorunu temel olarak ahlaksal değil, Tanrı Yasası konusundaki bilgisizliğidir. Bu bilgi mutlak doğruluk standardı olan Kuran tarafından sağlanır.
(d) İnsanın, güce veya günahının yol açtığı mahkumiyetten kurtuluşa ihtiyacı yoktur. Çünkü doğuştan günahlı değildir. Kıyamet günü gelip yargı başladığında, cehennemden kurtulmaya ihtiyaç olacaktır fakat bu kurtuluş İslam’ın Yasasını takip ederek kazanılabilir. Günah Yasayı yerine getirme konusunda hata yapmak olduğuna göre, İnsanın temel ihtiyacı Yasa’yı bilmektir.
3. Sonuçlar.
(a) İslami Yaklaşımın sonuçları. İnsanın Tanrı’dan ayrılığı ve mevcut durumu, insanı değil Tanrı’yı izlemeye iter ve bu da kuralcılığı doğurur. İnsan “zayıf” olsa bile iyi olanı takip edebilme yetisinde kabul edilir. Hiçbir eylem veya davranışın özünde günah olmadığı, yalnızca dini yasada “haram” olarak bildirildiği takdirde günah olduğu ve diğer şartlarda günah olmayacağı fikrini düşünün. Bunun bir sonucu olarak, insan vicdanındaki Tanrı Sesi etkisizleşir ve Müslümanlar günahlılıklarının, ahlaklarındaki bozukluğun, suçluluklarının ve kendilerini kurtarma konusundaki acizliklerinin bilincine varamazlar. Ayrıca, insanın “Tanrı Suretinde” yaratıldığını reddederek Tanrı ile kişisel bir ilişki kurma isteği ve çabasından yoksun kalırlar.
(b) İncilsel Değerlendirme ve Yaklaşım. İslamdaki insan öğretisi, Tanrı öğretisinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve gerçeği önleyerek yerine alternatif getirme mekanizmasını açıkça sergiler. İnsanın doğuştan gelen ahlaksal sorununu reddedip bunun yerine basit bir bilgisizlik kavramı koyarak Müslümanları günahlılık ve kurtuluş ihtiyacı bilincinden yoksun bırakır. Aynı şekilde, arayış içindekiler ve yeni imanlılar toplumlarının Gerçekle yüzleşmeyi reddedişlerinden derinden etkilenirler.
C. İSLAMIN MESİH’E ve KURTULUŞA BAKIŞI
1. Temel İslami Öğretiler.
(a) İslami Mesih Öğretisi. Mesih sadece Tanrı’nın sözünü duyurmuş, “Tanrı’nın izniyle” mucizeler gerçekleştirmiş, çarmıha gerilmekten Tanrı tarafından kurtarılmış ve cennete canlı olarak alınmış, yeryüzüne döndüğünde İslamı benimseyip yeryüzünü İslami kurallara göre yargılayacak olan bir peygamberdir (2:81,254; 3:37-52; 4:155-6,169; 5:19,50-51,76-79,112-117; 19:16-36; 23:52; 47:57-64; 57:26-27 Sureleri).
(b) İslama göre Kurtuluş kavramı. İslamda kurtuluş düşüncesi “refah, esenlik, gönenç” anlamına gelen Arapça “falah” kelimesi ile açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre kurtuluş İslam ulusunca tarih içerisinde gerçekleştirilmiştir (Ümmet). Kurtuluş Tanrı’nın Vahyini göndermesi ve Kendi Dinsel Topluluğunu kurması ile gerçekleşmiştir. Bir kişi bu topluluğa katılır ve Dini Yasa’ya uygun yaşarsa, kurtuluşa sahip olur. Dini, politik ve sosyal etkinlik Tanrı’nın kurtarış eylemi olarak görülür. Kurtuluş ancak yargı gününden tamamlanır; Tanrı kişinin günahlarını Yasaya göre yaptığı eylemleri ve Kendisine olan inancını temel alarak bağışlar.
2. İncilsel Yaklaşım ile Uyuşmazlıklar
(a) İslamın Mesih öğretisi İncilsel metinleri reddeder. Mesih’e inanmayı ve saygı duymayı öğretir fakat İncil’in Mesih hakkındaki iki çok önemli öğretisini – O’nun Tanrılığını ve Ölümünü – reddeder.
Mesih’in Tanrılığının inkarı: Müslüman için “Tanrı Oğlu” terimi küfür anlamına gelen fiziksel babalık sıfatını ifade eder. Böylece, Müslümanlar sürekli olarak Hıristiyanların asla yüklemediği yanlış bir anlamı bu kavrama yüklerler ve bunu yanlış algılarlar. Genç nesil her zaman “Tanrı Oğlu” kavramına
karşı çıkmasa da, onlar da Mesih’i genellikle Tanrı olmaktan çok Tanrı ile yakın bir peygamber olarak algılarlar. Ayrıca, İslamdaki “Tanrı’nın mutlak birliği” vurgusu Müslümanlar için Mesih ve Babası’nın ayrı kimlikte olduğu gibi, aynı zamanda bir olduğu fikrini kavramayı güçleştirir.
Mesih’in Ölümünün inkarı: İslam, gerçek dinin kuruluşunda zafer kazanmış gerçek bir Peygamber olan Mesih’in çarmıha gerilişini tasavvur bile edemez. İslama göre Mesih, gerçek bir peygamber olarak Yahudiler üzerinde siyasi zafer kazanarak Tanrı’nın Elçisi olduğunu ispatlamıştır.
(b) İslamın İmana bakışı. Mesih’e gerçekten iman etmek anlamında değildir. İslam iman konusunda fazla düşünceye sahip değildir. Müslüman kökenden gelen birisi “Mesih’e iman etmek” kavramından, O’nun öğretişlerini kabul etmeyi ve izlemeyi anlayacaktır (Bir Yasa’dan diğerine geçmek şeklinde). İman O’na teslim olmak değil, O’nun yaptıklarını izleyerek eyleme geçmek olarak algılanmaktadır.
(c) İslamın Tövbeye bakışı, İncilsel yaklaşımla kökten ayrılır. Dindar bir yaklaşım olarak, tövbe saygı duyulması gereken “iyi bir eylemdir”. İncildeki anlamıyla kişinin günahlarından nefret ederek dönmesi ve kurtuluş için kendisini Tanrı’nın adaletine teslim etmesi kavramından hiçbir düşünce içermez. Günah ve İslam Yasasına uymayan eylemler (örneğin şarap içmek ya da domuz eti yemek gibi) günahları hızla çoğaltan günahlı doğadan değil de sadece unutkanlıktan kaynaklandığından, Müslümanın vicdanı günaha yatkınlaşmaktadır. Böylece Müslüman, ümitsiz durumunun farkındalığından yoksun olarak, İncilsel anlamda Tövbeye ihtiyaç duymaz.
(d) İslamın Kurtuluşa bakışı, aynı şekilde İncil’deki anlayıştan ayrılır. Bu, kurtuluş için Arapçada “azat etme, kurtuluş” anlamlarındaki “Kalas” ın yerine “esenlik, refah” anlamına gelen Falah kelimesinin kullanılmasından anlaşılabilir. İncil’deki kurtuluş düşüncesini açıklamak için genellikle “bedelini ödeyerek kurtarma” anlamındaki “feda” kelimesi kullanılır. Daha önce gördüğümüz gibi, İslam İncil’deki anlamda insanın günahın mahkumiyetinden ve gücünden korunmak için kurtuluşa ihtiyacı olduğunu reddeder. Dolayısıyla, İncildeki kurtuluş öğretisinin anahtar ögeleri İslam’daki kurtuluşta yeralmamaktadır.
(e) Çeşitli İslami kavramlar, Müslüman kökenli fakat arayış içerisinde olan insanları Tanrı’nın çocukları olarak Mesih ile kişisel bir ilişki aramaktan alıkoyar. İslam Tanrı’yı bütünüyle farklı ve böylece insan tarafından bilinemez ve erişilemez olarak gösterir. Cennet hakkında ise Kuran Tanrı ile birliktelikten çok, maddesel rahatlığı ve tensel zevkleri vurgular. İnsanın konumu “kul” olarak (evlat yerine) Tanrı ile birliktelikten zevk almak değil, ibadetsel eylemlerle Tanrı’yı onurlandırmak ve O’nun yasalarına itaat etmektir. Tanrı ile kişisel bir ilişki sağlamak ve bunu aramak fikri islam’a tamamen yabancıdır. Müslümanlar Tanrı ile ilişki kurmaktan bahsedebilirler fakat bununla kişiler arasındaki bir ilişkiyi kastetmezler. Bu tür bir ilişki mümkün değildir; Tanrı onlar için bir Kişi değildir. Sufiler Tanrısal huzuru tecrübe etmek için çabalayarak böyle bir ilişkiye yaklaşıyor görünebilirler fakat, amaçları Tanrı’ya konsantre olarak O’nunla bir tür birleşmeyi tatmaktır. Bu birleşme amacı İncil mesajına geleneksel İslam kadar yabancı ve karşıttır.
3. Sonuçlar
(a) İslami Yaklaşımın Sonuçları. Bu kavramlar ve yaklaşımlar, Mesih’e Rab ve Kurtarıcı olarak iman edecek Müslümanların yoluna büyük bir engel oluşturmaktadır. Bir kişi iman etmiş olsa bile kültürleri tarafından empoze edilen bu düşüncelerden ve yaklaşımlardan yoğun olarak etkilenmektedir.
Mesih’in Tanrılığının ve vücut bulmasının ve tövbe ve iman kavramlarının soyutlanması temelini İslam’daki Tanrı’nın Yüceliği öğretisinden almaktadır ve İslam’ın “Tanrı’nın gerçeğinde tutma” çabasının başka bir sonucudur.
Çarmıhın reddededilişi ise, direkt olarak Tanrı’nın Egemenliği ve Kurtuluş kavramlarının dünyasal sözlük anlamında anlaşılmasından kaynaklanır. Tanrı Elçilerinin kurmaları için gönderildiği bu “egemenlik” kendi kurtuluşunu Yasaya uygun hareket ederek sağlayan dini-politik bir topluluk olarak algılanmaktadır (Ümmet). Gerçek bir peygamberin siyasi anlamda başarılı olması gerektiğini düşündüren de budur. Müslümanlar çarmıhı, Mesih’in kurmaya geldiği egemenliği toplumsal olarak düşündüklerinden reddetmektedirler (kendi peygamberleri gibi).
İslamdaki eylemlere ve mutlak Tanrı yazgısına dayalı Kurtuluş öğretileri birbirleriyle çelişmekte ve yeni imanlının yüreğinde kurtuluş garantisinin gelişmesini engellemektedir. Kişinin iyi ve kötü eylemleri Yargı Gününde tartılacaksa, o günden önce kim kurtulup kurtulamayacağına emin olabilir ki? Ve Tanrı dilediği kişileri kurtarıp, dilediği kişileri cezalandıracaksa ve Tanrı iradesi anlaşılamaz bir kavramsa; insan kurtulup kurtulmadığını nasıl anlayabilir?
(b) İncilsel değerlendirme ve yaklaşım. Temel görevimiz, İslamın Mesih’i reddedişinin aslında Tanrı hakkındaki gerçeği gizleme ve Kutsal Kitap’ın Tanrısı’ndan kaçış çabasından kaynaklandığını göstermektir. Bunun gibi, Mesih’in kurmaya geldiği Krallığın ruhsal bir kavram ve bizlere getirdiği kurtuluşun ahlaksal, ruhsal, fiziksel ve evrensel bir değişim olduğunu göstermek görevimizdir.
Bu bilgi ışığında, Mesih’in çarmıha gerilişi (her ne kadar dünyasal siyaset açısından öyle görünse de) aslında bir yenilgi değildir. Asıl olarak; günah, ölüm ve Şeytan üzerinde ölümden diriliş ile kazanılan evrensel bir zaferin ilk taktiksel adımıdır.
Önceki makalenin devamıdır…
D. İSLAMIN KUTSAL RUH GÖRÜŞÜ
1. Kutsal Ruh hakkında İslami Fikirler. Kuran hem “Ruh”tan, hem “Kutsal Ruh”tan (ruh-ül kudüs) hem de “İman Ruhu”ndan (el-ruh el-amin 26:193) sözeder. Yaratılıştan, Allah Adem’e Kendi Ruh’unu üflemiştir (15:29). İsa’dan da, Allah’tan bir Ruh olarak sözedilir (4:171) ve bu yüzden Müslümanlar genellikle onu “Allah’ın Ruhu” olarak adlandırır. Bununla birlikte, Müslümanların neredeyse tümü “Kutsal Ruh” ve “İman Ruhu” olarak vahiy meleği olan Cebrail’i kastederler. Kuran İsa, Muhammed ve diğerlerinin Kutsal Ruh tarafından güçlendirildiklerinden bahsederken açıkça Cebrail’den sözetmektedir. Bu yüzden Kutsal Kitap’ta söz edilen Kutsal Ruh İslam tarafından tanınmamaktadır (Yuh 14:19). Meleklerin vahiy aracıları olduğu yönündeki İslami fikirler ve Yeni Antlaşma’daki vahiy öğretisi (Gal. 3:19, İbr. 2:2) arasında parallelikler görülse de, bu fikirler Yeni Antlaşma’daki vahiye uygun değildir, ancak ve ancak Yahudilikteki öğretinin bir yansıması olabilir.
2. Kutsal Kitap ile çatışan diğer İslami Düşünceler.
(a) Müslümanların Tanrı kavramı Kutsal Ruh’un Tanrılığı ve Kişiliği ile çatışmaktadır. Tanrı’nın Mutlak Birliği kavramı, Kutsal Ruh’un Tanrı olma imkanını ortadan kaldırır. Kutsal Ruh’un kişiliği ve gerçekte Kutsal Ruh’u içimizde yaşatarak Tanrı’yı tanıma imkanı; İslamdaki Allahın mutlak yüceliği kavramı ile uyuşmaz.
(b) Müslümanların insan hakkındaki görüşü de İncilsel öğreti ile çatışmaktadır. İnsan yalnızca zayıf, günahla bozulmamış sayıldığından Kutsal Ruh’un yenilemesine, kutsallaştırmasına ve rehberliğine veya doğruluk meyvelerini geliştirmesine ihtiyacı yoktur. Yeni bir yaratık olma ihtiyacı hissetmez. Kendi çabalarıyla kendi durumunu düzeltebilir. Gerçek Dini Yasayı (şeriat) izlemek, insanı mükemmelleştirmek için yeterlidir.
İnsan Allahın kulu olduğundan, Tanrı’ya evlatlık Ruh’u ile yakınlaşmayı ve paylaşıma girmeyi aramaz. Ruh’un imanlının içinde yaşaması düşüncesi İslam ilahiyatına terstir. Tanrı ile O’nun çocukları olarak ilişkilendirilmemiz veya O’nun yüreklerimizi konut edinmesi düşünceleri çok uzaktır. Sadece Sufiler Tanrı ile birlikte olma düşüncesini amaçlar fakat onlara göre bu, Kutsal Ruh’un yürekte konut kurması ile değil insanın yoğun çabası ile gerçekleşir.
(c) İslamın İsa’nın Kutsal Ruh hakkındaki öğretişinde, Muhammedin gelişine dair peygamberlik ettiği iddiası. Kuran, İsa’nın “Yüce Olan” (Ahmed 61:6) adındaki başka bir “Haberci” nin gelişini bildirdiğini belirtir. Ahmed ise Muhammedin isimlerinden birisi olarak kabul edilir. Müslüman tartışmacılar sıklıkla, bu peygamberliğin Yuhanna İncilinde (Yuh 14:16,26 etc) “tahrip edilmemiş” halde bulunduğunu iddia eder. Genel iddia, Grekçe’de aslında “periklytos” (ünlü, görkemli, yaklaşık olarak Ahmed’e eşit) olan kelimenin okunuşunun değiştirilip bozularak “parakletos” (savunucu, teselli edici) olarak kullanıldığı yönündedir. Ve bazıları da “parakletos” aslına uygun olarak kullanılmış olsa bile yine de Muhammed’i kastettiğini söylemektedir. Bu konuda elyazmalarına ait somut delillerinin olmayışı, onları rahatsız etmemektedir.
3. Sonuçlar.
Çeşitli Kuran öğretileri ve İslamın Tanrı ve insan kavramları, İncil’deki Kutsal Ruh öğretisini anlamayı engellemektedir. Yeni bir Hıristiyanın iman yaşamının ilk günlerinde bunlar bazı yanlış anlamalara yol açabilir.
Ne var ki, bir kişi kurtarılmaya ve yeniden doğmaya ihtiyacı olduğunu kabul ettiğinde ve Mesih’e geldiğinde, İncil’in Kutsal Ruh öğretisini anlama konusundaki temel engel aşılmış olur. Kutsal Ruh öğretisi olumlu bir biçimde sunulduğunda, İslamda öğretildiğinden ne kadar farklı olduğu açığa çıkacaktır. Kutsal Ruh öğretisine dair en ikna edici kanıt, Ruh ile dolu bir Hıristiyanın kendisidir.
E. İSLAMA GÖRE VAHİY ve KUTSAL YAZILAR
1. Temel İslam Kavramları.
(a) Vahiy Süreci (Tenzil): Tanrı, insanlığa ileteceklerini ve buyruklarını peygamberlere indirir. Bunu, “vahiy” ile gerçekleştirir. Melek Cebrail yeryüzüne iner ve peygambere gerekli bilgiyi fısıldar. Vahyedilen kutsal yazılar da göksel ve sonsuz kaynaklı;Tenzil olarak adlandırılır.
(b) Kutsal Yazıların Doğası: Kutsal Yazılar, dini yasanın (şeriat) kaynağıdır. İnsanın neye inanması, Tanrı’yı hoşnut etmek için ne yapması ve hem bu yaşamda hem de sonraki yaşamda refahını korumak için nasıl davranması gerektiğini içerir.
(c) Peygamberler ve Vahyedilmiş Kitaplar: Tanrı, birbirini izleyen peygamberlere, ard arda vahiyler gönderir. Musa’nın Tevrat’ı (Torah), Davut’un Zebur’u (Mezmurlar) ve İsa’nın İncil’i; Kuran’da bu şekilde vahyedilen kitapların üçü olarak anılır. Yukarıdaki ilk iki ismin, Eski Antlaşma’nın İbranice bölümlendirilmiş şekline – Yasa, Peygamberler, Kitaplar (veya Mezmurlar) biraz da olsa benzerliği dikkat çekmektedir. “Peygamberler” bölümü yerine getirilen “İncil”; müslümanlar için İsa hakkında bir kitap değil, İsa’ya indirilen kitap anlamına gelmektedir. İnanç Savunması İlahiyatçıları, Eski ve Yeni Antlaşma’dan bahsederken sıklıkla bu Kuransal terimleri kullanırlar.
(d) Müslümanlar, son peygamber olan Muhammed dışında, her peygamber ve kitabının bir öncekinin yerini aldığına ve öncekini feshettiğine inanırlar. İsa Musa’nın yerine gelmiş ve Muhammed de İsa’nın yerine gelmiştir. Fakat, Kuranın önceki kitapların hükmünün kaldırıldığından asla bahsetmediğine dikkat etmek gerekir. Bu, yalnızca diğer ayetleri yürürlükten kaldırdığı söylenen Kuransal ayetleri ilgilendirir. Birçok tartışmacı, bu durumun İbranice Hıristiyan Yazıları için geçerli olmadığını iddia etmiştir. Bu konu tartışmaya açıktır. Kuran açıkça iptal edildiklerini söylemezken, prensip olarak feshedişi öğretmekte ve Muhammed ve kitabını “peygamberlerin mührü” olarak adlandırarak (33:40) Kutsal Yazılar sıralamasında en üst seviyeye yerleştirmektedir. Bu yüzden, Kuranda Kutsal Yazıların hükmünü kaldırıp yerine geçme amacının kesin olduğunu söylemek adil olacaktır.
(e) Kuran önceki kitapların tümünü özetler ve yerlerine geçer. Kuran sonuncu ve kusursuz vahiydir (bu iddia, Kurandaki ifadelerden kesin olarak anlaşılmaktadır). Kuranın biçimi (okuma yazma bilmeyen bir peygamber tarafından yazıldığı varsayılan kafiyeli düzyazı) belki de içeriğinden daha çok vurgulanmaktadır. Edebi üstünlüğünün kitabı bir “mucize” haline getirdiği ve doğrudan Tanrı tarafından gönderildiğine kanıt teşkil ettiği söylenmektedir. Musa’nın doğa üstü ve İsa’nın şifa mucizelerinin karşısında, edebi bir mucizedir.
(f) İncil Kuransal iddialarla sıklıkla çatıştığından Müslümanlar daha da ileri giderek mevcut İncil’in, tahrif edilerek değiştirilmiş olduğunu (örneğin Muhammede yönelik peygamberliklerin silinmesi gibi) ve artık güvenilmez olduğunu iddia ederler. Dahası, şekli ve tarzı teorik olarak “Tenzil” ile (Tanrı vahyi) uyuşmamaktadır (örneğin Eski Antlaşma Kitaplarının çoğunun, Müjdeler ve Elçilerin İşleri’nin tarih kitabı gibi oluşu).
2. İncilsel Bakış ile Uyuşmazlıklar
İslamdaki vahiy ile Hıristiyanlıktaki vahiy kavramları birbirinden tamamen farklıdır. Buna rağmen, hem İslam hem de Hıristiyanlık vahyin sözlü ve kavramsal olduğundan bahsetmektedir. Bu farklılıklar sonuçta Tanrı ve dünya ile ilişkisi hakkındaki farklı kavramlardan kaynaklanmaktadır. Tanrı’nın mutlak yüce ve kişilik dışı olduğunu söyleyen İslami bakışta, mümkün olan tek vahiy türü yüce bilginin “yukarıdan”, “aşağıya” insan seviyesine inmesidir. Bunu “Bilinçüstü Vahiy” olarak adlandırabiliriz.
Gerçekte İslam “vahiy” ve “esinleme” arasında bir ayrım yapmaz. Müslümanlar genellikle bu iki terimi birbirinin yerine kullanır. Tanrı’nın Kendisini esinlemesi fikri İslam’da yer bulmaz. Bu, O’nun yüceliği ile çelişmektedir. Aslında Müslümanlar Tanrı’nın Kendisini açıklamasını şiddetle redderler.
İncilsel öğretide, tam tersi olarak, Tanrı’nın kişisel olarak tarihte etkin olduğu, hatta o kadar ki İsa Mesih kişiliğinde beden alarak oldukça dikkate değer bir tarihsel olay gerçekleştirdiği mevcuttur. Böylece tarih, Tanrı’nın kendisini esinlediği (açıkladığı) ilk araçtır. Bu şekildeki ikinci araç, dildir. İncilsel İlahiyat esinleme sürecindeki iki aşamayı birbirinden ayırır: İlk olarak tarih içerisinde Tanrısal hareket vardır – özellikle Tanrı’nın beden alışında – ve ardından kutsalların Tanrı tarafından esinlenerek olayları Kutsal Metinlerde hatasız olarak kaydetmesi ve yorumlaması gelir. Vahyin kaleme alınışı, İslamdaki gibi bir “yukarıdan aşağıya” inişi gerektirmemektedir, fakat her ne kadar kaynağı ve nedeni tarihin kendisinden yüce olsa da, büsbütün tarihten meydana gelmektedir. Kutsal Kitap, Müjdenin bildirilmesidir, fakat bu Tenzil anlamında değildir. Daha çok, Tanrı’nın tarihteki Kendini-Açıklayıcı eylemlerinin Kutsal Ruh’un esiniyle yazılması ve açıklanmasıdır. Aslında, tarihsel esinleme ve Metinsel esinleme ayrılmaz ve birdir. Bunu Bilinçüstü Vahiy’den ayırmak için, “Tarihsel-Esinsel Vahiy” terimi ile adlandırabiliriz. Bu iki vahiy kavramı, her ikisi de vahiy süreci ile ilgili olmasına rağmen kökten farklıdır.
(b) Kutsal Kitap’ta kullanılan terimler İslam’da tamamen farklı anlamlara sahiptir (örneğin dua, günah, doğruluk, iman gibi). Kutsal Kitap’taki kişilerin hikayeleri ve olaylar Kuranda doğruluğu kabul edilmeyen (apokrif dışı) ve değiştirilmiş eklemelerle yer almaktadır.
(c) Üçlü Birlik, İsa’nın Tanrılığı ve Ölümü gibi temel Kutsal Kitap öğretileri yanlış yorumlanmış ve kesinlikle reddedilmiştir.
(d) Kutsal Kitap’ın İslami yorumları. “Hıristiyan potansiyeli” taşıyan Kuran ayetlerini Hıristiyan yorumları yükleyerek okumaya çalışan eski metoda karşılık olarak, Müslüman yazarlar Kutsal Kitap’ın İslami bir yorumunu geliştirdiler. Metinleri İslami açıdan yorumladılar ve İslami olarak yorumlayamacakları ifadeleri yerine çağdaş Kutsal Kitap eleştirilerinde yer alan ifadeleri kullandılar.
3. Sonuçlar.
(a) Müslümanlar, Kutsal Kitap’ı okumaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü Kutsal Kitap’taki herşeyi içeren son ve tüm bilgiye sahip olduklarını düşünürler (Kuran sayesinde). Eğer okumaları gerekirse de, Kuran ile karşılaştırıp, Kurana göre yargıda bulunurlar. Yeni bir Hıristiyan Kutsal Kitap’a genellikle İslami önyargıları ve varsayımları ile ve Kurandan öğrendikleri ile yaklaşır. Bazen, aradaki karşıtlıklar nedeni ile zorluklar yaşar. Bununla birlikte, çoğu zaman Kutsal Kitap’a İslami anlamlar ve yorumlar yükler. Kutsal Kitap’ın biçimi ile ilgili problemler yaşayabilir.
(b) İncilsel Yaklaşım. Yeni Hıristiyanları doğru bir yaklaşıma ve Kutsal Kitap anlayışına yönlendirirken, kişinin öncelikle Kutsal Kitap’ın Tanrı görüşü konusunda sağlam bir temel kurması, ardından Kutsal Kitap öğretilerini sunması ve aynı zamanda akılları bilinçli bir şekilde yanıltıcı ve yanlış İslami anlayışlardan temizlesi gerekir. Kutsal Kitap “tenzil” değildir – başka bir dini yasadır- fakat esinlenmiş olarak Tanrı’nın Kendini Açıklayışıdır. Dahası, hiçkimse dini bir yasayı uygulayarak kurtulamaz. Yeni Antlaşma, Eski Antlaşmayı hükümsüz kılmaz fakat Eski Antlaşma’da bildirilen ve O’nu tek başına anlaşılabilir kılan Mesih’i anlatarak tamamlar. Çünkü Eski ve Yeni Antlaşma Tanrı’nın kurtarış öyküsünü bildirir ve Tanrı’nın son ve tam Sözü’dür, bizim yanılmaz iman ve uygulama rehberimizdir.
Hıristiyan İlahiyatımızın öngördüğü gibi, bilinçüstü ve tarih-dışı doğasının tartışılmaz oluşu Tenzil’i doğrulanamaz kılmaktadır. Müslümanların Kuranın gerçek vahiy olduğunu kanıtlamak için kullandıkları bütün ifadeler dairesel ifadelerdir; kendini tekrarlar. Kanıtlamaya çalıştıkları iddianın doğruluğunu varsayarak anlatıma başlarlar. Bu, Tenzil vahyinin doğruluğunu kuşkulu kılar. Bunun tam tersi olarak, İncilsel vahyin en güçlü noktası tarihsel doğası değil midir?
F. İSLAMIN TOPLUM VE KİLİSE GÖRÜŞÜ
1. Temel İslam Kavramları.
(a) İslamın Ümmet (Ulus, halk) İdeali. İslamda dini topluluk dini-siyasal olarak dikkate alınır ve belirli bir kültürel gelenek ve dile bağlanır. Bu düzende, Müslümanlar Şeriata göre kurulan ve yönetilen dini ve siyasal (teokratik) bir topluluk olan İslami bir Ümmeti oluşturmaktadır. Müslümanın aklındaki din kavramı, bu yüzden temel olarak milliyete, politik ve kültürel yakınlığa dayanmaktadır. Her ne kadar, İslam dünyası aslında birçok bağımsız ülkeye bölünmüşse de, Tek İslam Ümmeti (kabaca Arap Ümmeti) kavramı halen erişilmesi gereken parlak bir ideal olarak görülmektedir. Bu yüzden “Hıristiyan”, “Yahudi” gibi diğer din grupları da dini-siyasal topluluklar olarak görülmektedir. İslami yasa ile yönetilen İslami bir devlet idealini gerçekleştirmek için, İslam ülkelerindeki Yahudi ve Hıristiyan azınlıklardan devlet içinde ayrı millet sistemleri oluşturuldu (örneğin üyeleri sadece ikinci dereceden vatandaşlık konumuna sahip olabilen “ahl al-dhimma” toplulukları gibi) ve kendi dini önderlerinin yönetiminde, sınırlı biçimde kendilerini yönetme imkanı verildi. Müslümanların düşüncesine göre, sonradan Hıristiyanlığı seçenler ve Batı tipi tüzüklere bile sahip olsalar İslam ülkelerindeki kiliseler ile ilgili olarak bu düzenleme kesindir.
(b) İslami kanunlara göre yönetilen Ümmetin üstünlüğü kavramı. Müslümanlar, bir ulusa İslami kanunların uygulanmasının bu ulusu diğerlerinin üzerinde yücelteğine inanırlar. Doğru düşünmenin ve doğru eylemlerin (kanunda tanımlandığı gibi) bireylerin ahlaksal karakterlerini arındıracağını düşünürler. Dini yasaya uygun dini, politik ve sosyal davranışlar, toplumun Tanrı tarafından kayırılmasına neden olur. Böylece Şeriata göre yönetilen ulusun diğer toplumlardan üstün olacağı düşünülür, çünkü böyle mükemmel yasaya sahip başka bir din yoktur.
2. İncilin Toplum ve Kilise düşüncesi ile uyuşmazlıklar
(a) Müslümanlar Hıristiyanlığın özel bir dini ve politik topluluk olduğunu düşünürler.
İncildeki kilise kavramı bu düşünceden tamamen farklıdır. İncil’de kilise apolitik, kültür üstü, ruhsal olarak görülür. Ne var ki, İslam’ın hatalı kilise kavramı geçmişte Hıristiyanlığı isteyerek Batı medeniyeti ile tanımlayan ve modern çağlarda da kiliseyi ruhsal bir kurum yerine sosyal adaleti getirecek bir tür dünyevi kurum olarak düşünen Hıristiyanlar ve misyonerler tarafından çoğu kez güçlendirilmiştir.
İslamdaki gibi, bazı ilahiyatçılar ve misyonerler tarafından desteklenen bu modern kilise görüşü de İncil’e aykırı ve iyimser bir insani görüştür. Müslümanların Kiliseyi İslamdan aşağı seviyede görüşü. İslama göre, toplum için temel olarak Şeriat ile başka hiçbir dini yasa karşılaştırılamaz.
(c) Müslümanlar Hıristiyanlıktaki uygulamaları, İslamdakileri yorumladıkları gibi “esrarengiz” olarak yorumlarlar. Vaftiz ve Rab’bin Sofrası törenleri, kişiyi Hıristiyan yapan kutsal uygulamalar olarak görülür. Bazıları, Rab’bin Sofrasını, Hıristiyan olmak için tekrarlaması gereken bir “şifre” gibi kabul eder (kişinin Müslüman olmak için tekrarladığı “şehadet” gibi).
3. Sonuçlar ve Hıristiyanlığın Yaklaşımları
İslamdaki “Ümmet” idealinde yine insanın günahlılığını gizleme çabasının diğer bir yüzünü görmekteyiz. İslam, varlığını korumak amacı ile, yasaya uygun davranmanın insanı bir zerre bile yüceltemeyeceği gerçeğini kabul etmemektedir.
İnanç ve kültür arasında böylesi bir ilişki anlayışı, beklentileri hiçbir dini topluluğun yerine getiremeyeceği biçimde arttırmakta ve sonuç olarak daha başka yanılsamalara ve haksızlıklara neden olmaktadır. Bu anlayışlar İslam’dan Hıristiyanlığa geçmiş kişilerin oluşturduğu yerli kiliselerin İslam toplumunda köklenmesini ve toplumla sağlıklı ilişkiler kurmasını daha güç hale getirmektedir. İslamdaki Ümmet anlayışı, Hıristiyanların azınlık toplulukları olarak görülmesine ve toplumdan ayrılmasına yol açmaktadır.
Bu nedenle görevimiz, mükemmel dini yasa ve mükemmel dini topluluk olmadığını, herkesin kurtarılışa ihtiyacı olduğunu göstermektir. Tanrı’nın dünyada üstün bir teokratik toplum kurma amacının olmadığını, Mesih’in ikinci gelişinde araya girmesine dek mükemmel toplumun olamayacağını Kutsal Yazılar’dan göstermemiz gerekmektedir. O’nun amacının apolitik, birlikteliği kültür üstü seviyede Mesih’e imana dayanan, tövbe etmiş ve Mesih’e iman ile Tanrı ile barışmış ve Kutsal Ruh tarafından ruhsal olarak yıkanmış bir topluluk yaratmaktır. Toplumda ancak bireylerin tövbe etmesi, Tanrı ile barışması ve yenilenmesi ile insan ilişkileri için verimli ve derin bir gelişim umudu sözkonusu olabilir. Bununla birlikte, mükemmel adalet yalnızca Mesih’in yeryüzüne ikinci gelişi ile sağlanacaktır. Bu yüzden Hıristiyanlar toplumdaki adaletsiz düzeni değiştirmeye çalışırken, çabalarının köklü bir değişim getireceği gibi bir yanılgıya düşmemelidir. Bu, ancak Mesih’in ikinci gelişinde sağlanacaktır.
G. İSLAMIN MELEKLER VE ŞEYTAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
1. Temel İslami inançlar ve uygulamalar
(a) Müslüman, varoluş hiyerarşisine göre Allah ve insan arasında bulunan doğaüstü varlıklar ve güçlerle dolu bir ortamda yaşar.
(b) Melekler İncil’de görüldüğü kadarıyla, inananlara yardım eden varlıklar olarak tanımlanır (İbraniler 2:14). Bununla birlikte, İslamın melekler hakkındaki öğretisi oldukça ayrıntılıdır; bir çok meleğin adları mevcuttur ve görevleri tanımlanmıştır (2:97,98,102; 35:1; 82:10-12 gibi).
(c) Müslümanlar, Tanrı’ya isyan eden ve insanların yüreklerine kötü fikirler fısıldayan kötü melek Şeytan ya da İblisten korkarlar. Ayrıca melekler ve insan arasında yeralan kötü ruhlu varlıklar olan cinlerden de korkarlar. Dindar bir müslümanın onlara karşı gelmek için temel yöntemi “Allah’a sığınırım” demek ve Allah’ın adını tekrarlamaktır (zikir). Kötü güçleri kovmak için tekrarlanan bu eylem, zafer kazanmak için ilahi güce yalvarıştan çok “sihirli bir formule” güvenmeyi tasvir eder (15:26-43; 114:1-6).
(d) Müslümanların çoğu “kötü göz”den korkarlar. Bu, bazı insanların diğerlerine zarar verebilecek doğaüstü güce sahip gözlere sahip olduğu yönünde bir inançtır. Doğaüstü veya diğer insanlardan üstün güçler edinmek için birçoğu büyüye başvurur.
Sonuçlar ve özet.
Tanrı’nın yakın varlığından ve yardımından yoksun olan mutlak yücelik öğretisi nedeniyle, Müslümanlar kendilerini etraflarında bulunduklarını düşündükleri doğaüstü varklıkla ve güçlere bağımlı görürler. “Allah’a sığınırım” demelerine ve Allah’ın adını tekrarlamalarına rağmen, kendilerini bu kötü güçlere karşı zaferli kılacak ilahi gücün bilincinde değildirler. İslamın kesinlikle yasaklamasına rağmen, bazıları büyücülükle uğraşır. Bu durumda, en büyük sorumluluğumuz Mesih’in ölümü ve dirilişi ile Şeytan’ı ve tüm kötü güçleri yendiğini; insanın Mesih’teki güç ile tüm bu kötü güçlerin (Şeytan, büyü, cinler vs) üstesinden gelebileceğini ve böylece Mesih’in ismiyle Şeytan’a karşı koyabileceğini bildirmektir.
H. İSLAMIN SON GÜNLER HAKKINDAKİ ÖĞRETİSİ
1. Temel İslami Kavramlar
(a) Sonu günü belirten işaretler: Son günden önce, Mesih Karşıtının (Deccal) geleceğine ve inancın bozulacağına inanılır. Ardından, İsa yeryüzüne dönecek, Mesih Karşıtını öldürecek ve inancı (İslam) tekrar sağlayacaktır.
(b) Diriliş: İlk borazan sesinin duyulmasıyla yaşayan her varlık ölecek ve bir süre sonra ikinci borazan sesiyle tümü dirilerek yargı yerine gelecektir (Sure 39:68).
(c) Yargı: Allah tüm bireyleri sorgulayacak, herbiri Allah’ın kitabına göre yargılanacaktır. Kişinin iyi işleri ve kötü işleri tartılacak; yasaya göre doğru olanları yapanlar Sırat köprüsünü geçecek ve kötü olanları yapanlar bu köprüden ateşe düşecektir.
(d) Cennet Bahçesi, temel olarak Ademin kovulduğu Aden Bahçesini ifade etmektedir. Fiziksel ve tensel bir cennettir. İnananlar orada, bu yaşamdaki fiziksel varlıklarının sonsuz şeklini tadacaktır.
(e) Cehennem, bu yaşamdaki en kötü fiziksel dehşetlerin daha da fazlasını ifade eder. Orada, Allah’a inanmayanlar veya O’nun isteklerini yapmayanlar sonsuza dek fiziksel acı çekecektir. İnananlar ateşe düşse bile, Muhammed’in aracılığıyla serbest bırakılacaklar ve cennete gideceklerdir.
2. İncilin Bakış Açısı ile Uyuşmazlıklar
(a) Mesih’in İkinci Gelişi nin önemi, İslamın Mesih anlayışı ile orantılı olarak azaltılmıştır. Mesih anahtar figür olmak yerine yalnızca sonun bir işaretidir. Kutsal Kitap’ta, Mesih’in gelişi Tanrılığını açıklamakta ve tarihteki eşsiz aracılığı sonsuz adalet ve doğruluğu sağlamaktadır. İslami anlayışta gerçek adalet ve doğruluk İslamın yasasının tamamen uygulanması ile gerçekleşmektedir. Bu nedenle, dünyanın sonunda ilahi bir müdahale gerekmemektedir.
(b) Diriliş ve Cennet de aynı şekilde, Kutsal Kitap’takinden farklı olarak görülmektedir. Kutsal Kitapta, İsa’nın ödediği bedel ile kurtulanların dirilişi fiziksel olduğu kadar ahlaksal bir değişim de içermektedir. Kurtuluş, kurtarılan kişinin günahtan, ahlaki bozulmuşluktan arınmış ve sonsuza dek Mesih ile yaşayacak şekil değiştirmiş bir beden alışıyla tamamlanmaktadır. Bu, Hıristiyanın ümidinin ve beklentisinin bir parçasıdır. İslamda böyle şekil değiştirmiş bir biçimde varolma beklentisi bulunmamaktadır. İslamın insan anlayışı, insanın günahtan kurtulmasına olan ihtiyacı kabul etmez. Dahası, insanın temel ihtiyacının toplumda dini yasanın uygulanması ile yeterince karşılanacağına inanır. Bu yüzden, Kutsal Kitap’ta açıklandığı gibi köklü bir değişim umulmamaktadır. Müslüman için Cennet, sonsuz oluşu haricinde esasen bu dünyadaki yaşam gibidir.
(c) Yargı ile ilgili düşünceler de oldukça farklıdır. İslamda, insanlar dünyada yaptıkları iyi işlerin ağır gelmesine göre cennete ya da kötü işlerin ağır gelmesine göre cehenneme hak kazanırlar. Bu düşünce, İslamdaki insanın erdem kazanabilme anlayışı ile bağdaşmaktadır. Kutsal Kitap’ta ise, insanın işleriyle yargılanması halinde Tanrı’nın kusursuz itaat gerektiren düzenine göre kaçınılmaz olarak suçlu bulunacak ve hiçbir hatası bağışlanmayacaktır. İnsanın tek umudu tövbe edip, Tanrı’nın Mesih’te ödediği kefareti kabul etmede ve bu kurtuluş teminatını yaşamına alarak, bu şekilde Tanrı’nın yargısına önceden uğrayarak son yargıdan muaf olmaktadır.
3. Sonuçlar ve Özet
Açıktır ki, İslamın ahiret görüşü, kendi insan ve din anlayışı ile yakından ilgilidir. İslam insan ve Tanrı hakkındaki gerçeği reddetmesi nedeniyle, Tanrısal müdahaleye ve insanın kökten yenilenmesine olan ihtiyacı tasavvur edemez. Müslüman, sonraki yaşam ile ilgili bir garantiye sahip olmadan, gönül rahatlığı içerisindedir ve Mesih’i reddeder.
Sonradan iman etmiş bir kişi, bu düşüncelerin çoğuna farkında olmasa da sahiptir. Bu yüzden görevimiz, kişiyi Kutsal Kitap’ta açıklanan insan hakkındaki gerçeğe tamamen getirmek ve insanın tek ümidi olarak (sadece kendi kurtuluşunu sağlayan kişi olarak değil, aynı zamanda evrensel doğruluk ve adaleti getirecek kişi olarak) Mesih’i görmesini sağlamaktır.
SONUÇ:
Kısaca; Kutsal Yazıların ışığında, İslam insanın Tanrı’nın genel vahyi sayesinde sahip olduğu bilgiyi, O’nun insandan istediklerini, insanın suçunu ve kendini kurtarma konusundaki acizliğini bastırarak gizleyen bir tavır göstermektedir. Gerçeği bastırmanın yanında, İslam aynı zamanda Kutsal Kitap vahyinin bir çok konusunu reddetmiş veya köklü biçimde farklılaştırarak yorumlamıştır. Ayrıca Gerçeğin yerine, Tanrı’nın mutlak yüceliğini onaylayan ve mükemmel insan ve toplumu yaratacak Yüce Vahiy’i anlatan humanistik bir düşünce sistemi getirmiştir. Bu da, gerçekte Tanrı’ya isyan olan bu düşüncenin aslını, Tanrı’nın Rab ve Mesih olan İsa ile ilan edilmiş olan lütfunun ve müjdesinin duyurulması sayesinde sevgiyle ortaya çıkaracak yeni bir Hıristiyan ilahiyatını gerektirmektedir.
Yazar: Samuel P. Schlorff
: http://www.isamesih.org Email: webservant@isamesih.org
PDF Dosyası: İslamiyet ile Hristiyanlığın Dünya Görüşleri Farklılıkları
Bu haberin geldigi yer: IsaMesih.Org Hristiyan Portal Inanç Savunmasi (Apologetics) http://www.isamesih.org
Bu haber icin adres:

http://www.isamesih.org/modules.php?name=News&file=article&sid=229

xxx
Gönderim: 2005-02-20 on 18:07
Neden birçok kişinin Hristiyanlığa ilgi duyduklarına yönelik özetle fikirlerimi yazayım. Eğer Müslümanların düşmanı olsaydım bunu yazmazdım, bunu hatırlatmalıyım. Müslümanlara İslamiyet Dünya Görüşüne sahip oldukları sürece, ASLA gerçekte hayattan tatmin olamayacaklarını inanıyorum.
Bakın ben birçok bay veya bayan Müslümanın bana doğrudan gelip Hristiyan bir bay veya bayanla evlenmek istediğini söyledi. Tabii bunların arasında SADECE yurt dışına gitmek istediğini söyleyenler var. Bununla birlikte aslında yüzyüze konuştuklarıma nedenlerini sorduğumda, ilginçtir ki, kelimelerinde saygı, anlayış, olgunluk, sevgi kelimelerinden birkaçı mutlaka birlikte dudaklarından döküldü. Bunlar ŞANS eseri birçok Müslümanın ağzından dökülen kelimeler değildir. Bu konuda düşüncelerimi yazayım.
#1. İslamiyette İnsan Doğası Hristiyanlıktan farklıdır.
Batı’daki birçok filozofa göre İslamiyet bugün hala Ortaçağ döneminde yaşamaktadır. Bunun nedenini hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm. Bunun TEMEL NEDENİNİN İNSAN DOĞASI öğretişinden gelmektedir. İslamiyet dünyanın 3 kıtasını doğuşundan sonraki ilk yüzyıl içinde ele geçirmesinin pahasını bugün ödüyor. Ele geçirdiği ülkelerde birçok felsefe kitapları Arapçaya çevrildi ve bunlar arasında Plato’nun yazıları da vardı. İslamiyet Platonun İNSAN DOĞASINDAN çok derin şekilde etkilendi, öyle ki, artık bugün İslamiyet içinden neo-Platonik insan görüşünü ayırmak oldukça artık mümkün görünmüyor. Fakat bu Platonik görüşü ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Sizler bir çayın tadına bakarak şekerli olup olmadığını ayırt edebilirsiniz, fakat Şekeri çaydan kolayca ayırt ettiğiniz gibi birbirlerinden artık ayıramazsınız. İşte İslamiyet artık kendisini Plato’dan koparamaz. Bu nedenle Sekülarizm’in etkisiyle, İNSAN DOĞASI bugün değiştirilmektedir. Bu da nedir? İnsanların birbirleriyle EŞİT olduğunu söyler Sekülarizm yasa karşısında fakat bu sefer, DAYANAK NOKTASINI kaybeder. İslamiyete En Üst Referans noktası Kuran ve Allah (belki hadisler)’dir. Fakat Sekülarizm’in EN ÜST DAYANAK (Referans) noktası İNSANIN Kendisidir. Bu nedenle, Sekülarizm aslında Hümanizm’indir. İnsan Haklarını Savunanlara, bu hakların KİMLER tarafından ve NASIL ortaya çıktığını sorun. Top yine dönüp dolaşıp, İNSANA gelecektir, çünkü Tanrı yoktur. Yani gerçek Hümanist ,Seküler kişi aslında Tanrısızdır (Agnostik olabilir fakat sonuç Tanrının varlığına dayanmamaktadır).
#2. İslamiyet Ümmet ile varolur bireysel değildir.
İslamiyetin temeli TEVHİD yani BİRLİK inancına dayanır. Birliği RAHATSIZ eden, amacından uzaklaştıran her ne olursa, bu şeyler BÖLÜCÜDÜR. Bu nedenle sakınılması gerekir. Bu herhangi birşey olabilir, misyoner olması gerekmez. Sayın Berkan’ın yazısından da görebileceğiniz gibi, İslamiyet SADECE Hristiyanları bölücü görmüyor! Birşey sürekli herşeye aynı davranırsa, bu demek ki, İslamiyetin YAPISINDA BİR DÜZENLİLİK, bir FORMÜL var demektir. Bu zaten bilimsel metodolijide de vardır. Eğer birşey birçok farklı yerde, aynı sonucu veriyor ise, bilimsel olarak bir iddia da bulunabilirsiniz. Türkiye politikasını değiştirmenin yolu, İslamiyetin İnsan doğasını değiştirmekle başlar. Sekülarizm bunu çabalamaya, yasayı en düşük insan düzeyine dek indirip, güncel yaşamda kullanılabilirliği, yaygınlığına çalışıyor, ki doğru yöntemi izliyor fakat yanlış içerikle!
Hristiyan görüşüne göre insan doğası, kişileri EĞİTEREK değil, RADİKAL DEĞİŞİM yaşayarak değiştirilebilir. İnsan doğasının Reformasyon değil Transformasyona ihtiyacı vardır. Bizler Hristiyan dilinde buna YENİDEN DOĞMAK (YARATILMAK) (Yuhanna 3:3) diyoruz.
Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın Egemenliğini göremez.» Yuhanna 3:3
Bu nedenle ne Sekülarizm, ne İslamiyet, ne de herhangi bir Dünya Görüşü gerçekte topluma refah, düzen, doğruluk, adalet, insan hakları, demokrasi getirebilir.
Sekülarizm’de ve İslamiyette İNSAN HAKLARININ en üst referanst noktası YOKTUR. Sekülarizm’de İnsan haklarının en üst referans noktası İNSANDIR. İslamiyette ise YOKTUR…Hristiyanlıkta İnsan TANRI BENZEYİŞİNDE yaratılmıştır. Bu nedenle, kişisel değeri, yaratıcılığı, sevgisi, birliği arzulayışı Tanrı’dan kaynaklanır.
Bireysel değişim olmadan, asla toplum gerçekte değişim yaşamaz. Bu nedenle insan içten değişim yaşamadıkça, yürekten adaleti, insan haklarını, komşusunu kendisi gibi sevmeyi arzulamadıkça bir değişim olacağına inanmıyorum.
#3. İslamiyet bireyi yokediyor
İslamiyet yaratıcılığı, sevgiyi ve gerçek bireyi Dünya Görüşünden ötürü yok etmektedir. Bu doğaldır. Siz görmediğiniz ve bilmediğiniz bir konuda fikir yürütemezsiniz. Buna Hristiyan dilinde ÖNEMSEMEME diyoruz (ignorance). Önemsememenin temeli, kişinin sadece bilgi eksikliği değil, doğal olarak o bilgiye ULAŞMASI mümkün olmadığında da kullanılır. Kişi öyle birşeyin varlığından bile haberdar olmadığından, inandığının TEK DOĞRU olduğuna inanıp, öyle yaşar. Bu nedenle, doğal olarak kendisi DIŞINDA BAŞKA BİR GÖRÜŞÜN varlığının OLASILIĞINA İNANAMAZ. İşte buna bizler önemsememek diyoruz. Farkında olmadığınız şeylere değer veremezsiniz.
Çocukların eğitimi bugün ‘oğlum sen bunu yapma bak bu DOĞRU Değil’ değil; ‘Oğlum ayıp bunu yapmadır’. Yani temelde çocuk eğitimi bile bozuktur. Doğruluk ve adalet ile değil; utanç, şeref, onursuzluk ile eğitilen çocuktan adaleti yapmasını beklemek oldukça zor bir beklentidir. Utanç, onur ve şeref konuları daima BAŞKALARININ VARLIĞINA dayanır. Adalet ise, BİREYSELDİR. Siz kendi kendinize UTANMAZSINIZ; ŞEREFİNİZİ YİTİRMEZSİNİZ; Onurunuzu kaybetmezsiniz. Sadece başkalarının gözünde (aile, arkadaş, kolu komşu, devlet, ülke, vs..) bu duruma düşersiniz. Bu nedenle İslamiyetin bireyi suçlama yöntemi sürekli BAŞKALARININ VARLIĞINA DAYANIR. Hristiyan temelli adalet, doğruluk anlayışı ise, BİREYSELDİR. Sekülarizm aslında bunu Hristiyanlıktan almıştır.
Daha sonra devam edeceğim,
Gökhan: 2/18/2005
X
İslamiyet ile Hristiyanlığın Dünya Görüşü Farklılıkları
Tarih: 22.04.2004 Saat: 14:58
Konu: Öğretiş/Doktrin
Özellikle İslami kültür altında herkesin aşağıdaki farklılıkları ve İslami varsayımları (önyargıları, önkoşulları) bilmesi bence hayat değiştirici, yaşamsal öneme sahiptir. Bu nedenle Ateist, Hıristiyan, Deist vs. gibi her inançtan insanların okuması gereken çok değerli bu makaleyi sizlere sunmaktan sevinç duyuyorum.
İSLAMİYET İLE HRİSTİYANLIĞIN İLAHİYAT BOYUTLARI
İslam ve Hıristiyanlığı birbirinden ayırmanın anahtarı hakkında son bir söz söyleyeceğim. İlk polemikçiler bu anahtarı İncil’in mi yoksa Kuran’ın mı gerçek vahiy olduğunu sorgulamak olarak kabul ettiler. Bu gerçekten bir anahtar olmakla beraber, aslında sadece daha geniş bir sorunun parçacığıdır ve daha geniş bağlamda ele alınmadıkça uygun olarak yanıtlanamaz. Asıl anahtarın Tanrı’nın doğasını ve yarattıklarıyla olan ilişkisini sorgulamak olduğunu düşünüyorum. İslam ve Hıristiyanlık biçimsel benzerliklere rağmen, bu soruyla birbirinden tamamen ayrılmaktadır. Benim İslami Tanrı öğretisi ile olan tartışmam burada başlar.
Konu İslami Tanrı düşüncesi, insan ve Tanrı ile ilişkisi, Mesih ve Kurtuluş, Kutsal Ruh, Esinleme ve Kutsal Yazılar, Topluluk ve Kilise, Melekler ve Şeytan ve son olarak Eskatoloji başlıkları altında açıklanmıştır. Her başlıkta ilk olarak İslami bakış açısına, sonra bunun Kutsal Metinlerle çeliştiği noktalara ve son olarak İslami bakış açısının sonuçları ve İncilsel yaklaşımın genel hatlarına odaklanılmaktadır.
A. İSLAMİ TANRI DÜŞÜNCESİ
1. Temel İslami Varsayımlar:
(a) Tanrı Tamamen Farklıdır (Yücelik). İslam Allah’ı yaratılmış herşeyden (insan da dahil olmak üzere) farklı ve tarihsel alandan tamamen uzak tutar. Yücelik (Tenzih) Tanrı’yı tanımlamakta kullanılan dilde herhangi bir somut anlamı ifade etmemektedir; Tanrı’yı belirtmekte kullanılan kelimenin ima ettiği anlam ile, insanı belirtmekte kullanılan kelimenin ima ettiği anlam arasında kesinlikle bir ilişki ya da benzerlik sözkonusu olamaz. Örneğin, insandaki merhamet ile benzerlik kurarak Tanrı’nın merhametini anlayamayız. Tanrı’nın merhameti ve insanınlığın ki tamamen ayrıdır. İslam böyle negatif bir ilahiyata sahip olduğundan, Tanrı’nın ne olduğunu değil, ancak ne olmadığını söyleyebilir. Yücelik aynı zamanda Müslüman için Tanrı’nın tarihsel süreç içerisinde dünyada gerçek anlamda asla mevcut ve de gerçek bir insan şeklinde olamayacağını ifade etmektedir. Bu, O’nun yüceliğine ters düşmektedir. O ancak Yaratıcı Sözü aracılığıyla dünya üzerinde etkin olmaktadır.
(b) Tanrı Eşsiz Olandır (Tevhid). İslam, Tanrı’nın mutlak birliğinde ısrar etmektedir. Tanrı hiçbir şekilde ayrıştırılamaz. “Tek Olan” olarak, “Sebeplerin Yaratıcısı” ve “Çok”un kaynağıdır. Tamamen Yüce olduğundan, O’nun tekliği, yaratılmış olanların tekliğinden tamamen farklıdır.
(c) Tanrı Dünya ile yalnızca Yaratıcı Sözü aracılığı ile ilişki kurar. Sözü ile, herşeyi yoktan varetmiştir. Aşari öğretisine göre Tanrı’nın yaratışı süreklidir, ilk ve son defa olmamıştır. Aslında O, insanın uzuvlarını yaratırken davranışlarını da yaratmıştır. Böylece, Yaratıcı Sözü ile insanla ilgili herşeyi belirler (takdir) ve kaderini ebediyen yazar (mektub). Bu yüzden İslam’da yaratılış “ilahi takdir” düşüncesini içermektedir. Son olarak Peygamberleri aracılığıyla Sözü’nü yollayarak (tenzil) insana bilmesi gerekenleri açıklar ve işaretleri ile peygamberlerin mesajlarını onaylar. Peygamberlerin görevi O’nun Sözü’nü kaydetmek ve Tanrı’nın gücü ve korumasında zaferle insanlara duyurmaktır. Tüm bunlar Tanrı’nın tamamen yüce ve yarattıklarından ayrı olduğunu kesin ifade eder.
(d) Tanrı doğruluk ve erdem konusunda bile tamamen özgür ve sınırsızdır. O, daha önce açıkladığı doğruları veya yükümleri sonradan açıkladıklarıyla feshetmekte özgürdür. İyi ve kötü eylemler Kuran’da emredilip yasaklanmalarına göre ayırd edilmelerine rağmen, aynı eylemi bir durumda “iyi” olarak yargılarken, başka bir durumda “kötü” olarak yargılayabilir. Tanrı’nın insanı yargıladığı ve kaderini tayin ettiği kriterler insan tarafından bilinemez. O, günahkarı mahkum etmekte veya affetmekte özgürdür.
2. İncilsel Bakış ile Uyuşmazlıklar
(a) Tanrı hem bu yaşamda hem de sonraki yaşamda insan için bilinmez ve tanınmazdır. “Tenzil” olmadığı sürece (Tanrı vahiy göndermedikçe) insan Tanrı ya da Tanrı’nın insandan talepleri hakkında hiçbirşey bilemez. Yücelik İslam’da, Tanrı hakkında somut bir bilgiye sahip olmanın olanaksızlığını ifade eder. Tanrı ve insan arasında, kişisel olarak Tanrı’yı tanımayı metafiziksel bir imkansızlık haline getiren geçilemez bir uçurum bulunmaktadır. Bu, Kutsal Kitap’ta bulunan insanın Tanrı’nın suretinde yaratılması (genel vahiy) sebebi ile sezgisel olarak Tanrı’yı ve Yasası’nı ve kendi suçluluğunu bilmesi (Rom. 1&2) öğretisi ile ters düşmektedir. Kutsal Kitap asla ortadan kalkmayacak bir yaratıcı-yaratık ayrımını öğretir fakat bunu kesin bir tanınamazlık ya da bilinemezlik boyutuna taşımaz. İslam bu ayrımı Tanrı’yı insana kesinlikle bilinemez olarak tanıtarak yapmaktadır.
(b) Tanrı Kişisel ya da Ruhsal bir varlık değildir. Müslüman düşüncesine göre, Tanrı’nın bir kişilik (veya ruh) oluşu fikri O’nun yüceliğine ters düşmektedir. Kişilik insana benzerliği çağrıştırmakta ve bu yüzden reddedilmektedir.
(c) Tanrı Tarihte etkin değildir, ne yeryüzüne gelir ne de tarihe girer. Tanrı’nın beden alması İslam’ın “Mutlak Yücelik” öğretisine aykırı olduğundan olanaksızdır. Tanrı ne kişisel olarak etkin olabilir ne de Kutsal Kitap’ın belirttiği gibi tarih sürecinde kendisini açığa çıkarır. Yücelik kavramı, O’nun ilahi takdir yolu ile ve vahiy göndererek tarihte etkin olmasını gerektirmektedir. İslam’ın tarihe bakış açısı, tarihin önemli olmadığıdır. Tarih bize Tanrı hakkında hiçbirşey açıklamaz. Bu, Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın Yüce olduğu gibi her yerde etkin olduğu, tarih sürecinde çalıştığı, insanın tam olarak anlayamayağı biçimde de olsa İsa Mesih kişiliğinde yeryüzüne geldiği ve böylece tarih boyunca kendisini açıkladığı yönündeki bakış açısı ile çelişmektedir.
(d) Tanrı günahtan nefret etme ve günaha bakamama anlamında Kutsal veya Doğru değildir. İslamda, kutsallık ve doğruluk gibi ahlaksal nitelikler Tanrı’ya uyarlanamaz. Bu, insana benzerliği çağrıştırmaktadır ve bu da Tanrı’nın Yüceliğine aykırıdır. İslama göre, Tanrı insandan sadece tamamen farklı olduğu için ayrıdır; Kendisi kutsal ve insan günahkar olduğu için değil. Bu nedenle, insanın Tanrı’dan ayrılması normal, kaçınılmaz ve sonsuza dek kalıcıdır. Oysa Kutsal Kitap’a göre bu ayrılık anormaldir ve Tanrı tarafından geçici olması tasarlanmış bir durumdur.
(e) Tanrı’nın yarattığı herhangi bir varlığa karşı şefkati veya başka duyguları yoktur. Tanrı insanla bir sevgi ilişkisine girmez ve insanı Kutsal Kitap’taki gibi değerlendirmez. Şefkatli, Merhametli, Sevgili gibi güzel isimleri olsa da, bu nitelikler insan için kullanıldığı zamanki anlamları ifade etmez. Tanrı duygularını gösterseydi, bu O’nu insan benzerliğinde yapardı ve bu zayıflık olurdu. Birilerine bereket, zenginlik, sağlık verirken diğerlerine yoksulluk açlık ve cehennem yargısı vermesi O’nun Egemen iradesinin bir sonucudur. Bizim itaatkarlığımızdan hiçbir kazancı ve başkaldırışımızdan hiçbir kaybı yoktur. Tüm bunlar, Tanrı insanoğlunu sevmek kelimesinin en üstün anlamı ile sever diyen Kutsal Kitap öğretisi ile elbette çatışmaktadır. Kutsal Kitap’ın bakış açısında insanın sevgisi,Tanrı’nın mükemmel ve karşılıksız veren sevgisinin yanında kusurlu ve günahla bozulmuş bir benzerlikten ibarettir.
(f) Tanrı’nın insanlar için kesin birşeyler yapmak üzere antlaşma yapması düşünülemez. Bu, açıkça Tanrı’nın “İstediğini Yapma” özgürlüğüne aykırıdır. Kutsal Kitap bunun tersine, Tanrı’yı “Antlaşma Yapan” ve “Sözüne Sadık” bir Tanrı olarak tanımlar. Antlaşmasına sadık kalacağına güvenilmelidir.
(g) Tanrı Üç Varlıktan oluşmamaktadır. Üçlü birlik öğretisi İslam’ın “Tanrı’nın Mutlak Birliği” kavramına aykırıdır. Tanrı kişilikten ve her türlü tanınabilir nitelikten soyunmuş; soyut ve fizik ötesi bir Birliğe sahiptir.
3. Konu ile ilgili diğer İslami yaklaşım ve düşünceler:
(a) Müslümanlar dini lisanı materyel olarak ve harfi harfine anlama eğlimindedir. Bunun nedeni, inandıkları Yücelik kavramına göre dünyasal veya tarihsel olayların ve kavramların (örneğin gelenekler ve Eski Antlaşma’daki Tanrı halkının tarihi) ruhsal gerçeklerin birer benzeri ya da türleri olamayacağıdır. Ruhsal gerçekleri simgelemek için lisanın mecazi olarak kullanımı, İslami düşünce yapısına tamamen yabancıdır. Müslümanlar herşeyi harfi harfine ve materyalist bir yaklaşımla almaktadır. Bu yüzden Üçlü birlik öğretisi daima Üç Tanrı’ya inanmak ve İsa’nın Tanrı’nın Oğlu oluşu çok tanrılı inançlardaki gibi fiziksel olarak anlaşılmaktadır. “Ruh” bile görünmez bir öz olarak anlaşılırken sonuç olarak Tanrı Ruh’tur ifadesi olanasıksız olarak nitelenir. Somut bir terim herhangi bir şekilde mecazi anlamda kullanıldığında bunun özel olarak belirtilmesi gerekmektedir. İslamın İmana bakış açısı, Tanrı’ya olan bakış açısıyla uyumludur. Müslümana göre Tanrı dünyadan yukarıda, uzaklarda bulunmaktadır ve tanınamaz ve kişiselleştirilemezdir. Bu yüzden iman sadece zihinsel bir kabul ve sözlü ikrar ile İslami Yasanın gereklerine uygun eylemleri içermektedir. İman İslam’a göre temel olarak, doğruluğa ve Tanrı’nın bildirdiği yükümlülüklere boyun eğmeye eşdeğerdir. Bu, doğru dine (İslam) ve Tanrı’nın belirlemiş olduğu kadere teslim olmak demektir; kişinin kendisini Tanrı’ya emanet etmesini ve bağlamasını içermez. İslam’a bağlılık şartıyla,Tanrı’nın merhametine karşı belirsiz bir ümit içermektedir. Tanrı özgür olduğundan ve kendisini antlaşmaya bağlamayacağından, Tanrı’nın vaatlerini yerine getireceği düşüncesi yoktur. Bu nedenle Kişisel olarak ilişki kurulup tanınabilir, tarihte etkin bir Varlığa karşılık vermek (Kutsal Kitap’ın İmana bakış açısı) yerine sadece Tanrı kavramını zihinsel olarak kabul etmektir.
4. Sonuçlar
(a) İslami Düşüncenin Sonuçları
(i) Bu bakış açısı insanı Tanrı ile kişisel bir ilişki kurmaktan ve O’nu kişisel olarak tanımaktan yoksun bırakır. Yücelik yaklaşımı böyle bir ilişkiyi sadece sakıncalı kılmakla kalmayıp, aynı zamanda nesnesel doğada imkansız hale getirmektedir.
(ii) Bu bakış açısı insanı gerçek akılcılıktan yoksun bırakır. Tanrı tanınamaz ve bilinemez olduğundan, insan kendisini veya yaşadığı evreni anlamak için hiçbir üstün referans noktasına sahip değildir. Varlığının anlamı yoktur, anlam bulmaya çalışmak insan için önemsiz ve yararsızdır. Sadece kaderine teslim olmalıdır.
(iii) Bu bakış açısı son olarak, insanı güzel ahlaklı olmaktan yoksun bırakır. Tanrı tamamen özgür ve ahlaksal niteliklerden bağımsız olduğundan, insan ahlak konusunda üstün bir standarttan yoksundur. Kısaca, ahlak ve doğruluk görecelidir.
(b) İncilsel Değerlendirme ve Yaklaşım:
İncilsel bakış açısından, Romalılar 1 ve 2’de ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, İslami Tanrı öğretisi Gerçeği tamamen bastırarak yerine yanlış bir Tanrı kavramı getirmektedir. Böylece, Müslümanları varoluşlarından gelmesine rağmen Tanrı tarafından verilen Tanrı, Tanrı Yasası ve kendi suçluluğunun bilincinden yoksun bırakmaktadır. Kutsal Kitap’ın Tanrı’ya bakış açısı, bir önyargıyı ortadan kaldırmaktadır; İslam Yaratıcı-Yaratık ayrımı yapar ve insanın günah nedeniyle Tanrı ile olan ayrılığını kesin ve kalıcı bir ayrılık haline getirir ve ardından Kutsal Kitap’ın Tanrı görüşünün akıl dışı olduğunu iddia eder. Müslümanlar bu İslami yaklaşımı iyice özümsemiş olduklarından, bu tutumun etkisi altındadır. Bu yüzden onlara Tanrı’yı öğretirkenki görevimiz konuyu katı bir Kutsal Kitap Tanrı öğretisi temeline yatırmaktır. Tanrı’nın bizlerden o kadar ayrı, uzak, tanınamaz, kişilik alamaz görünmesinin ve Üçlü birliğinin akıldışı sayılmasının nedeninin insanların Tanrı hakkındaki Gerçeği gizlemeleri ve yerine yanlış bir öğretiyi yerleştirmeleri olduğunu Kutsal Metinleri kullanarak basit bir biçimde göstermeliyiz.
B. İSLAMA GÖRE İNSAN ve TANRI ile İLİŞKİSİ
Bir önceki bölümde bu konuya değinmiştik, fakat şimdi daha detaylı olarak ele alacağız.
1. Temel İslami Varsayımlar ve Yaklaşımlar.
a) İnsan, Tanrı’nın yarattığı en üstün yaratıktır. Tanrı Meleklere insanın önünde diz çökmelerini buyurdu (Kuran 7:11) ve insanı yeryüzündeki vekili (Halife) yaptı (2:30)
(b) İnsanın Tanrı ile ilişkisi temel olarak, bir kölenin Efendisi ile olan ilişkisidir. Bu ilişki Tanrı’ya hizmet ederek, emirlerini yerine getirerek ve yasakladıklarından kaçınılarak yürütülür. Böyle bir Tanrı/insan ilişkisi, Tanrı’nın mutlak yüceliği kavramından kaynaklanır. Bu ilişkinin koşulları Dini Yasa olan Şeriata dayanır.
(c) İnsan şu anki hali gibi iyi fakat zayıf ve değişken olarak yaratıldı (da’if) (4:32). İnsan, Aden Bahçesi’ndeyken Tanrı’nın emrini “unuttu”, Şeytan’ın önerisini dinledi ve sonuç olarak Aden Bahçesi’nden dünyaya düştü (fiziksel olarak). Tanrı’nın mevcut uzaklığı (Yücelik) bu “düşüş” ile ilgili görülebilir fakat aslında sadece fiziksel bir uzaklığı kapsamaktadır; bu ahlaksal boyutta bir uzaklık değildir. İnsan eğer yaşamında Tanrı’nın önderliğini takip ederse, Tanrı istediği takdirde sonraki yaşamında Bahçe’ye girmeye yine hak kazanabilir (2:35-38 ve diğer ayetler).
(d) İnsan Tanrı ile ilişkisini “inançsızlıkla” (küfür, tanrısızlık), “Tanrı’ya eş koşmak” anlamındaki Şirk ile, O’nun yüceliğine karşı bir günah işleyerek, Tanrı’nın Yasasında yasak olarak bildirdiği şeyleri (Haram) yaparak ya da yükümlülük olarak bildirdiği şeyleri (Farz) yapmayarak bozar. Günah genel olarak Tanrı’nın emrettiğini yerine getirmeme veya Haram olarak bildirdiğini yapmak olarak adlandırılır. İnsan bunu yapar, çünkü zayıf, unutkan, cahildir ve bu yüzden günah ahlak bozukluğu değil, sadece bir hatadır.
(e) İnsanlara “doğuştan gelen” din verilmiştir. Allah insanı bir tür içten gelen İslami bilgiyle veya tabiatla (fitre) donatmıştır (30:30). Bu tabiat başlangıçta tarafsızdır fakat eğitimle ya kuvvetlendirilir ya da engellenir. “Her doğan çocuk doğal olarak (İslama) isteklidir”; onu Yahudi veya Hıristiyan ya da başka bir dine mensup kılan ebeveynleridir. İslam böylece insana olan çağrısını içinde ve kendi doğasında olana geri dönmeye davet ederek yapar. İhtiyacı olan tüm bilgiyi Dini Yasa’da sunar.
2. Hıristiyan Bakış açısı ile uyuşmazlıklar.
(a) İnsan ahlaksal ve ruhsal benzerlik anlamında “Tanrı Suretinde” yaratılmamıştır. İslamın insanın Tanrı’nın halifesi olduğu ve O’nun adına yaratılış üzerinde egemenlik kurduğu yönündeki kavramı “Tanrı suretinde yaratılma” düşüncesine kısmen paraleldir. İnsanda bir miktar Tanrı benzerliği olması düşüncesi İslam’in mutlak yücelik öğretisine tamamen karşı gelmektedir. “O’nun gibi hiçbirşey yoktur” (42:11). İnsanın ruhsal yenilenme ile “Tanrısal özyapıya ortak olması” (2 Pet. 1:4) veya “Tanrı’nın benzeyişinde tazelenmesi” (Kol 3:10) ve O’nunla kişisel bir ilişki yaşaması Müslümanlarca anlaşılamayan kavramlardır.
(b) İnsan doğuştan günahlı değildir. Suçu yüzündenTanrı’dan ayrı düşmemiştir ve O’nun gazabı altında değildir. İslama göre insanın mevcut durumu günahlı değildir; “ayrılık” ahlaksal bir düşüş veya sapma yüzünden değil Tanrı’nın yüceliğinden kaynaklanmaktadır. Ne acizdir ne de Tanrı’yı hoşnut edecek iyi şeyleri yapamaz haldedir. İslam, Kutsal Kitap’taki orjinal günah kavramını inkar etmektedir.
(c) İnsanın temel problemi günahtan çok cehalettir. Müslümanlara göre insan, bir tür Tanrı bilincini ifade eden doğal bir dine sahip olsa bile, bu sadece doğuştan gelen bir sezgidir. İslam, insanın doğuştan Tanrı Yasasını veya kendi günahlılığını bilmesini kabul etmez. İnsanın sorunu temel olarak ahlaksal değil, Tanrı Yasası konusundaki bilgisizliğidir. Bu bilgi mutlak doğruluk standardı olan Kuran tarafından sağlanır.
(d) İnsanın, güce veya günahının yol açtığı mahkumiyetten kurtuluşa ihtiyacı yoktur. Çünkü doğuştan günahlı değildir. Kıyamet günü gelip yargı başladığında, cehennemden kurtulmaya ihtiyaç olacaktır fakat bu kurtuluş İslam’ın Yasasını takip ederek kazanılabilir. Günah Yasayı yerine getirme konusunda hata yapmak olduğuna göre, İnsanın temel ihtiyacı Yasa’yı bilmektir.
3. Sonuçlar.
(a) İslami Yaklaşımın sonuçları. İnsanın Tanrı’dan ayrılığı ve mevcut durumu, insanı değil Tanrı’yı izlemeye iter ve bu da kuralcılığı doğurur. İnsan “zayıf” olsa bile iyi olanı takip edebilme yetisinde kabul edilir. Hiçbir eylem veya davranışın özünde günah olmadığı, yalnızca dini yasada “haram” olarak bildirildiği takdirde günah olduğu ve diğer şartlarda günah olmayacağı fikrini düşünün. Bunun bir sonucu olarak, insan vicdanındaki Tanrı Sesi etkisizleşir ve Müslümanlar günahlılıklarının, ahlaklarındaki bozukluğun, suçluluklarının ve kendilerini kurtarma konusundaki acizliklerinin bilincine varamazlar. Ayrıca, insanın “Tanrı Suretinde” yaratıldığını reddederek Tanrı ile kişisel bir ilişki kurma isteği ve çabasından yoksun kalırlar.
(b) İncilsel Değerlendirme ve Yaklaşım. İslamdaki insan öğretisi, Tanrı öğretisinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve gerçeği önleyerek yerine alternatif getirme mekanizmasını açıkça sergiler. İnsanın doğuştan gelen ahlaksal sorununu reddedip bunun yerine basit bir bilgisizlik kavramı koyarak Müslümanları günahlılık ve kurtuluş ihtiyacı bilincinden yoksun bırakır. Aynı şekilde, arayış içindekiler ve yeni imanlılar toplumlarının Gerçekle yüzleşmeyi reddedişlerinden derinden etkilenirler.
C. İSLAMIN MESİH’E ve KURTULUŞA BAKIŞI
1. Temel İslami Öğretiler.
(a) İslami Mesih Öğretisi. Mesih sadece Tanrı’nın sözünü duyurmuş, “Tanrı’nın izniyle” mucizeler gerçekleştirmiş, çarmıha gerilmekten Tanrı tarafından kurtarılmış ve cennete canlı olarak alınmış, yeryüzüne döndüğünde İslamı benimseyip yeryüzünü İslami kurallara göre yargılayacak olan bir peygamberdir (2:81,254; 3:37-52; 4:155-6,169; 5:19,50-51,76-79,112-117; 19:16-36; 23:52; 47:57-64; 57:26-27 Sureleri).
(b) İslama göre Kurtuluş kavramı. İslamda kurtuluş düşüncesi “refah, esenlik, gönenç” anlamına gelen Arapça “falah” kelimesi ile açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre kurtuluş İslam ulusunca tarih içerisinde gerçekleştirilmiştir (Ümmet). Kurtuluş Tanrı’nın Vahyini göndermesi ve Kendi Dinsel Topluluğunu kurması ile gerçekleşmiştir. Bir kişi bu topluluğa katılır ve Dini Yasa’ya uygun yaşarsa, kurtuluşa sahip olur. Dini, politik ve sosyal etkinlik Tanrı’nın kurtarış eylemi olarak görülür. Kurtuluş ancak yargı gününden tamamlanır; Tanrı kişinin günahlarını Yasaya göre yaptığı eylemleri ve Kendisine olan inancını temel alarak bağışlar.
2. İncilsel Yaklaşım ile Uyuşmazlıklar (a) İslamın Mesih öğretisi İncilsel metinleri reddeder. Mesih’e inanmayı ve saygı duymayı öğretir fa
İnsanın doğuştan gelen ahlaksal sorununu reddedip bunun yerine basit bir bilgisizlik kavramı koyarak Müslümanları günahlılık ve kurtuluş ihtiyacı bilincinden yoksun bırakır. Aynı şekilde, arayış içindekiler ve yeni imanlılar toplumlarının Gerçekle yüzleşmeyi reddedişlerinden derinden etkilenirler.
C. İSLAMIN MESİH’E ve KURTULUŞA BAKIŞI
1. Temel İslami Öğretiler.
(a) İslami Mesih Öğretisi. Mesih sadece Tanrı’nın sözünü duyurmuş, “Tanrı’nın izniyle” mucizeler gerçekleştirmiş, çarmıha gerilmekten Tanrı tarafından kurtarılmış ve cennete canlı olarak alınmış, yeryüzüne döndüğünde İslamı benimseyip yeryüzünü İslami kurallara göre yargılayacak olan bir peygamberdir (2:81,254; 3:37-52; 4:155-6,169; 5:19,50-51,76-79,112-117; 19:16-36; 23:52; 47:57-64; 57:26-27 Sureleri).
(b) İslama göre Kurtuluş kavramı. İslamda kurtuluş düşüncesi “refah, esenlik, gönenç” anlamına gelen Arapça “falah” kelimesi ile açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre kurtuluş İslam ulusunca tarih içerisinde gerçekleştirilmiştir (Ümmet). Kurtuluş Tanrı’nın Vahyini göndermesi ve Kendi Dinsel Topluluğunu kurması ile gerçekleşmiştir. Bir kişi bu topluluğa katılır ve Dini Yasa’ya uygun yaşarsa, kurtuluşa sahip olur. Dini, politik ve sosyal etkinlik Tanrı’nın kurtarış eylemi olarak görülür. Kurtuluş ancak yargı gününden tamamlanır; Tanrı kişinin günahlarını Yasaya göre yaptığı eylemleri ve Kendisine olan inancını temel alarak bağışlar.
2. İncilsel Yaklaşım ile Uyuşmazlıklar
(a) İslamın Mesih öğretisi İncilsel metinleri reddeder. Mesih’e inanmayı ve saygı duymayı öğretir fakat İncil’in Mesih hakkındaki iki çok önemli öğretisini – O’nun Tanrılığını ve Ölümünü – reddeder.
Mesih’in Tanrılığının inkarı: Müslüman için “Tanrı Oğlu” terimi küfür anlamına gelen fiziksel babalık sıfatını ifade eder. Böylece, Müslümanlar sürekli olarak Hıristiyanların asla yüklemediği yanlış bir anlamı bu kavrama yüklerler ve bunu yanlış algılarlar. Genç nesil her zaman “Tanrı Oğlu” kavramına karşı çıkmasa da, onlar da Mesih’i genellikle Tanrı olmaktan çok Tanrı ile yakın bir peygamber olarak algılarlar. Ayrıca, İslamdaki “Tanrı’nın mutlak birliği” vurgusu Müslümanlar için Mesih ve Babası’nın ayrı kimlikte olduğu gibi, aynı zamanda bir olduğu fikrini kavramayı güçleştirir.
Mesih’in Ölümünün inkarı: İslam, gerçek dinin kuruluşunda zafer kazanmış gerçek bir Peygamber olan Mesih’in çarmıha gerilişini tasavvur bile edemez. İslama göre Mesih, gerçek bir peygamber olarak Yahudiler üzerinde siyasi zafer kazanarak Tanrı’nın Elçisi olduğunu ispatlamıştır.
(b) İslamın İmana bakışı. Mesih’e gerçekten iman etmek anlamında değildir. İslam iman konusunda fazla düşünceye sahip değildir. Müslüman kökenden gelen birisi “Mesih’e iman etmek” kavramından, O’nun öğretişlerini kabul etmeyi ve izlemeyi anlayacaktır (Bir Yasa’dan diğerine geçmek şeklinde). İman O’na teslim olmak değil, O’nun yaptıklarını izleyerek eyleme geçmek olarak algılanmaktadır.
(c) İslamın Tövbeye bakışı, İncilsel yaklaşımla kökten ayrılır. Dindar bir yaklaşım olarak, tövbe saygı duyulması gereken “iyi bir eylemdir”. İncildeki anlamıyla kişinin günahlarından nefret ederek dönmesi ve kurtuluş için kendisini Tanrı’nın adaletine teslim etmesi kavramından hiçbir düşünce içermez. Günah ve İslam Yasasına uymayan eylemler (örneğin şarap içmek ya da domuz eti yemek gibi) günahları hızla çoğaltan günahlı doğadan değil de sadece unutkanlıktan kaynaklandığından, Müslümanın vicdanı günaha yatkınlaşmaktadır. Böylece Müslüman, ümitsiz durumunun farkındalığından yoksun olarak, İncilsel anlamda Tövbeye ihtiyaç duymaz.
(d) İslamın Kurtuluşa bakışı, aynı şekilde İncil’deki anlayıştan ayrılır. Bu, kurtuluş için Arapçada “azat etme, kurtuluş” anlamlarındaki “Kalas” ın yerine “esenlik, refah” anlamına gelen Falah kelimesinin kullanılmasından anlaşılabilir. İncil’deki kurtuluş düşüncesini açıklamak için genellikle “bedelini ödeyerek kurtarma” anlamındaki “feda” kelimesi kullanılır. Daha önce gördüğümüz gibi, İslam İncil’deki anlamda insanın günahın mahkumiyetinden ve gücünden korunmak için kurtuluşa ihtiyacı olduğunu reddeder. Dolayısıyla, İncildeki kurtuluş öğretisinin anahtar ögeleri İslam’daki kurtuluşta yeralmamaktadır.
(e) Çeşitli İslami kavramlar, Müslüman kökenli fakat arayış içerisinde olan insanları Tanrı’nın çocukları olarak Mesih ile kişisel bir ilişki aramaktan alıkoyar. İslam Tanrı’yı bütünüyle farklı ve böylece insan tarafından bilinemez ve erişilemez olarak gösterir. Cennet hakkında ise Kuran Tanrı ile birliktelikten çok, maddesel rahatlığı ve tensel zevkleri vurgular. İnsanın konumu “kul” olarak (evlat yerine) Tanrı ile birliktelikten zevk almak değil, ibadetsel eylemlerle Tanrı’yı onurlandırmak ve O’nun yasalarına itaat etmektir. Tanrı ile kişisel bir ilişki sağlamak ve bunu aramak fikri islam’a tamamen yabancıdır. Müslümanlar Tanrı ile ilişki kurmaktan bahsedebilirler fakat bununla kişiler arasındaki bir ilişkiyi kastetmezler. Bu tür bir ilişki mümkün değildir; Tanrı onlar için bir Kişi değildir. Sufiler Tanrısal huzuru tecrübe etmek için çabalayarak böyle bir ilişkiye yaklaşıyor görünebilirler fakat, amaçları Tanrı’ya konsantre olarak O’nunla bir tür birleşmeyi tatmaktır. Bu birleşme amacı İncil mesajına geleneksel İslam kadar yabancı ve karşıttır.
3. Sonuçlar
(a) İslami Yaklaşımın Sonuçları. Bu kavramlar ve yaklaşımlar, Mesih’e Rab ve Kurtarıcı olarak iman edecek Müslümanların yoluna büyük bir engel oluşturmaktadır. Bir kişi iman etmiş olsa bile kültürleri tarafından empoze edilen bu düşüncelerden ve yaklaşımlardan yoğun olarak etkilenmektedir. Mesih’in Tanrılığının ve vücut bulmasının ve tövbe ve iman kavramlarının soyutlanması temelini İslam’daki Tanrı’nın Yüceliği öğretisinden almaktadır ve İslam’ın “Tanrı’nın gerçeğinde tutma” çabasının başka bir sonucudur.
Çarmıhın reddededilişi ise, direkt olarak Tanrı’nın Egemenliği ve Kurtuluş kavramlarının dünyasal sözlük anlamında anlaşılmasından kaynaklanır. Tanrı Elçilerinin kurmaları için gönderildiği bu “egemenlik” kendi kurtuluşunu Yasaya uygun hareket ederek sağlayan dini-politik bir topluluk olarak algılanmaktadır (Ümmet). Gerçek bir peygamberin siyasi anlamda başarılı olması gerektiğini düşündüren de budur. Müslümanlar çarmıhı, Mesih’in kurmaya geldiği egemenliği toplumsal olarak düşündüklerinden reddetmektedirler (kendi peygamberleri gibi).
İslamdaki eylemlere ve mutlak Tanrı yazgısına dayalı Kurtuluş öğretileri birbirleriyle çelişmekte ve yeni imanlının yüreğinde kurtuluş garantisinin gelişmesini engellemektedir. Kişinin iyi ve kötü eylemleri Yargı Gününde tartılacaksa, o günden önce kim kurtulup kurtulamayacağına emin olabilir ki? Ve Tanrı dilediği kişileri kurtarıp, dilediği kişileri cezalandıracaksa ve Tanrı iradesi anlaşılamaz bir kavramsa; insan kurtulup kurtulmadığını nasıl anlayabilir?
(b) İncilsel değerlendirme ve yaklaşım. Temel görevimiz, İslamın Mesih’i reddedişinin aslında Tanrı hakkındaki gerçeği gizleme ve Kutsal Kitap’ın Tanrısı’ndan kaçış çabasından kaynaklandığını göstermektir. Bunun gibi, Mesih’in kurmaya geldiği Krallığın ruhsal bir kavram ve bizlere getirdiği kurtuluşun ahlaksal, ruhsal, fiziksel ve evrensel bir değişim olduğunu göstermek görevimizdir.
Bu bilgi ışığında, Mesih’in çarmıha gerilişi (her ne kadar dünyasal siyaset açısından öyle görünse de) aslında bir yenilgi değildir. Asıl olarak; günah, ölüm ve Şeytan üzerinde ölümden diriliş ile kazanılan evrensel bir zaferin ilk taktiksel adımıdır.
Önceki makalenin devamıdır…
bir ilişkiyi kastetmezler. Bu tür bir ilişki mümkün değildir; Tanrı onlar için bir Kişi değildir. Sufiler Tanrısal huzuru tecrübe etmek için çabalayarak böyle bir ilişkiye yaklaşıyor görünebilirler fakat, amaçları Tanrı’ya konsantre olarak O’nunla bir tür birleşmeyi tatmaktır. Bu birleşme amacı İncil mesajına geleneksel İslam kadar yabancı ve karşıttır.
3. Sonuçlar
(a) İslami Yaklaşımın Sonuçları. Bu kavramlar ve yaklaşımlar, Mesih’e Rab ve Kurtarıcı olarak iman edecek Müslümanların yoluna büyük bir engel oluşturmaktadır. Bir kişi iman etmiş olsa bile kültürleri tarafından empoze edilen bu düşüncelerden ve yaklaşımlardan yoğun olarak etkilenmektedir.
Tanrılığının ve vücut bulmasının ve tövbe ve iman kavramlarının soyutlanması temelini İslam’daki Tanrı’nın Yüceliği öğretisinden almaktadır ve İslam’ın “Tanrı’nın gerçeğinde tutma” çabasının başka bir sonucudur.
Çarmıhın reddededilişi ise, direkt olarak Tanrı’nın Egemenliği ve Kurtuluş kavramlarının dünyasal sözlük anlamında anlaşılmasından kaynaklanır. Tanrı Elçilerinin kurmaları için gönderildiği bu “egemenlik” kendi kurtuluşunu Yasaya uygun hareket ederek sağlayan dini-politik bir topluluk olarak algılanmaktadır (Ümmet). Gerçek bir peygamberin siyasi anlamda başarılı olması gerektiğini düşündüren de budur. Müslümanlar çarmıhı, Mesih’in kurmaya geldiği egemenliği toplumsal olarak düşündüklerinden reddetmektedirler (kendi peygamberleri gibi).
İslamdaki eylemlere ve mutlak Tanrı yazgısına dayalı Kurtuluş öğretileri birbirleriyle çelişmekte ve yeni imanlının yüreğinde kurtuluş garantisinin gelişmesini engellemektedir. Kişinin iyi ve kötü eylemleri Yargı Gününde tartılacaksa, o günden önce kim kurtulup kurtulamayacağına emin olabilir ki? Ve Tanrı dilediği kişileri kurtarıp, dilediği kişileri cezalandıracaksa ve Tanrı iradesi anlaşılamaz bir kavramsa; insan kurtulup kurtulmadığını nasıl anlayabilir?
(b) İncilsel değerlendirme ve yaklaşım. Temel görevimiz, İslamın Mesih’i reddedişinin aslında Tanrı hakkındaki gerçeği gizleme ve Kutsal Kitap’ın Tanrısı’ndan kaçış çabasından kaynaklandığını göstermektir. Bunun gibi, Mesih’in kurmaya geldiği Krallığın ruhsal bir kavram ve bizlere getirdiği kurtuluşun ahlaksal, ruhsal, fiziksel ve evrensel bir değişim olduğunu göstermek görevimizdir.
Bu bilgi ışığında, Mesih’in çarmıha gerilişi (her ne kadar dünyasal siyaset açısından öyle görünse de) aslında bir yenilgi değildir. Asıl olarak; günah, ölüm ve Şeytan üzerinde ölümden diriliş ile kazanılan evrensel bir zaferin ilk taktiksel adımıdır.
Önceki makalenin devamıdır…
D. İSLAMIN KUTSAL RUH GÖRÜŞÜ
1. Kutsal Ruh hakkında İslami Fikirler. Kuran hem “Ruh”tan, hem “Kutsal Ruh”tan (ruh-ül kudüs) hem de “İman Ruhu”ndan (el-ruh el-amin 26:193) sözeder. Yaratılıştan, Allah Adem’e Kendi Ruh’unu üflemiştir (15:29). İsa’dan da, Allah’tan bir Ruh olarak sözedilir (4:171) ve bu yüzden Müslümanlar genellikle onu “Allah’ın Ruhu” olarak adlandırır. Bununla birlikte, Müslümanların neredeyse tümü “Kutsal Ruh” ve “İman Ruhu” olarak vahiy meleği olan Cebrail’i kastederler. Kuran İsa, Muhammed ve diğerlerinin Kutsal Ruh tarafından güçlendirildiklerinden bahsederken açıkça Cebrail’den sözetmektedir. Bu yüzden Kutsal Kitap’ta söz edilen Kutsal Ruh İslam tarafından tanınmamaktadır (Yuh 14:19). Meleklerin vahiy aracıları olduğu yönündeki İslami fikirler ve Yeni Antlaşma’daki vahiy öğretisi (Gal. 3:19, İbr. 2:2) arasında parallelikler görülse de, bu fikirler Yeni Antlaşma’daki vahiye uygun değildir, ancak ve ancak Yahudilikteki öğretinin bir yansıması olabilir.
2. Kutsal Kitap ile çatışan diğer İslami Düşünceler.
(a) Müslümanların Tanrı kavramı Kutsal Ruh’un Tanrılığı ve Kişiliği ile çatışmaktadır. Tanrı’nın Mutlak Birliği kavramı, Kutsal Ruh’un Tanrı olma imkanını ortadan kaldırır. Kutsal Ruh’un kişiliği ve gerçekte Kutsal Ruh’u içimizde yaşatarak Tanrı’yı tanıma imkanı; İslamdaki Allahın mutlak yüceliği kavramı ile uyuşmaz.
(b) Müslümanların insan hakkındaki görüşü de İncilsel öğreti ile çatışmaktadır. İnsan yalnızca zayıf, günahla bozulmamış sayıldığından Kutsal Ruh’un yenilemesine, kutsallaştırmasına ve rehberliğine veya doğruluk meyvelerini geliştirmesine ihtiyacı yoktur. Yeni bir yaratık olma ihtiyacı hissetmez. Kendi çabalarıyla kendi durumunu düzeltebilir. Gerçek Dini Yasayı (şeriat) izlemek, insanı mükemmelleştirmek için yeterlidir. İnsan Allahın kulu olduğundan, Tanrı’ya evlatlık Ruh’u ile yakınlaşmayı ve paylaşıma girmeyi aramaz. Ruh’un imanlının içinde yaşaması düşüncesi İslam ilahiyatına terstir. Tanrı ile O’nun çocukları olarak ilişkilendirilmemiz veya O’nun yüreklerimizi konut edinmesi düşünceleri çok uzaktır. Sadece Sufiler Tanrı ile birlikte olma düşüncesini amaçlar fakat onlara göre bu, Kutsal Ruh’un yürekte konut kurması ile değil insanın yoğun çabası ile gerçekleşir.
(c) İslamın İsa’nın Kutsal Ruh hakkındaki öğretişinde, Muhammedin gelişine dair peygamberlik ettiği iddiası. Kuran, İsa’nın “Yüce Olan” (Ahmed 61:6) adındaki başka bir “Haberci” nin gelişini bildirdiğini belirtir. Ahmed ise Muhammedin isimlerinden birisi olarak kabul edilir. Müslüman tartışmacılar sıklıkla, bu peygamberliğin Yuhanna İncilinde (Yuh 14:16,26 etc) “tahrip edilmemiş” halde bulunduğunu iddia eder. Genel iddia, Grekçe’de aslında “periklytos” (ünlü, görkemli, yaklaşık olarak Ahmed’e eşit) olan kelimenin okunuşunun değiştirilip bozularak “parakletos” (savunucu, teselli edici) olarak kullanıldığı yönündedir. Ve bazıları da “parakletos” aslına uygun olarak kullanılmış olsa bile yine de Muhammed’i kastettiğini söylemektedir. Bu konuda elyazmalarına ait somut delillerinin olmayışı, onları rahatsız etmemektedir.
3. Sonuçlar.
Çeşitli Kuran öğretileri ve İslamın Tanrı ve insan kavramları, İncil’deki Kutsal Ruh öğretisini anlamayı engellemektedir. Yeni bir Hıristiyanın iman yaşamının ilk günlerinde bunlar bazı yanlış anlamalara yol açabilir.
Ne var ki, bir kişi kurtarılmaya ve yeniden doğmaya ihtiyacı olduğunu kabul ettiğinde ve Mesih’e geldiğinde, İncil’in Kutsal Ruh öğretisini anlama konusundaki temel engel aşılmış olur. Kutsal Ruh öğretisi olumlu bir biçimde sunulduğunda, İslamda öğretildiğinden ne kadar farklı olduğu açığa çıkacaktır. Kutsal Ruh öğretisine dair en ikna edici kanıt, Ruh ile dolu bir Hıristiyanın kendisidir.
E. İSLAMA GÖRE VAHİY ve KUTSAL YAZILAR
1. Temel İslam Kavramları.
(a) Vahiy Süreci (Tenzil): Tanrı, insanlığa ileteceklerini ve buyruklarını peygamberlere indirir. Bunu, “vahiy” ile gerçekleştirir. Melek Cebrail yeryüzüne iner ve peygambere gerekli bilgiyi fısıldar. Vahyedilen kutsal yazılar da göksel ve sonsuz kaynaklı;Tenzil olarak adlandırılır.
(b) Kutsal Yazıların Doğası: Kutsal Yazılar, dini yasanın (şeriat) kaynağıdır. İnsanın neye inanması, Tanrı’yı hoşnut etmek için ne yapması ve hem bu yaşamda hem de sonraki yaşamda refahını korumak için nasıl davranması gerektiğini içerir.
(c) Peygamberler ve Vahyedilmiş Kitaplar: Tanrı, birbirini izleyen peygamberlere, ard arda vahiyler gönderir. Musa’nın Tevrat’ı (Torah), Davut’un Zebur’u (Mezmurlar) ve İsa’nın İncil’i; Kuran’da bu şekilde vahyedilen kitapların üçü olarak anılır. Yukarıdaki ilk iki ismin, Eski Antlaşma’nın İbranice bölümlendirilmiş şekline – Yasa, Peygamberler, Kitaplar (veya Mezmurlar) biraz da olsa benzerliği dikkat çekmektedir. “Peygamberler” bölümü yerine getirilen “İncil”; müslümanlar için İsa hakkında bir kitap değil, İsa’ya indirilen kitap anlamına gelmektedir. İnanç Savunması İlahiyatçıları, Eski ve Yeni Antlaşma’dan bahsederken sıklıkla bu Kuransal terimleri kullanırlar.
(d) Müslümanlar, son peygamber olan Muhammed dışında, her peygamber ve kitabının bir öncekinin yerini aldığına ve öncekini feshettiğine inanırlar. İsa Musa’nın yerine gelmiş ve Muhammed de İsa’nın yerine gelmiştir. Fakat, Kuranın önceki kitapların hükmünün kaldırıldığından asla bahsetmediğine dikkat etmek gerekir. Bu, yalnızca diğer ayetleri yürürlükten kaldırdığı söylenen Kuransal ayetleri ilgilendirir. Birçok tartışmacı, bu durumun İbranice Hıristiyan Yazıları için geçerli olmadığını iddia etmiştir. Bu konu tartışmaya açıktır. Kuran açıkça iptal edildiklerini söylemezken, prensip olarak feshedişi öğretmekte ve Muhammed ve kitabını “peygamberlerin mührü” olarak adlandırarak (33:40) Kutsal Yazılar sıralamasında en üst seviyeye yerleştirmektedir. Bu yüzden, Kuranda Kutsal Yazıların hükmünü kaldırıp yerine geçme amacının kesin olduğunu söylemek adil olacaktır.
(e) Kuran önceki kitapların tümünü özetler ve yerlerine geçer. Kuran sonuncu ve kusursuz vahiydir (bu iddia, Kurandaki ifadelerden kesin olarak anlaşılmaktadır). Kuranın biçimi (okuma yazma bilmeyen bir peygamber tarafından yazıldığı varsayılan kafiyeli düzyazı) belki de içeriğinden daha çok vurgulanmaktadır. Edebi üstünlüğünün kitabı bir “mucize” haline getirdiği ve doğrudan Tanrı tarafından gönderildiğine kanıt teşkil ettiği söylenmektedir. Musa’nın doğa üstü ve İsa’nın şifa mucizelerinin karşısında, edebi bir mucizedir.
(f) İncil Kuransal iddialarla sıklıkla çatıştığından Müslümanlar daha da ileri giderek mevcut İncil’in, tahrif edilerek değiştirilmiş olduğunu (örneğin Muhammede yönelik peygamberliklerin silinmesi gibi) ve artık güvenilmez olduğunu iddia ederler. Dahası, şekli ve tarzı teorik olarak “Tenzil” ile (Tanrı vahyi) uyuşmamaktadır (örneğin Eski Antlaşma Kitaplarının çoğunun, Müjdeler ve Elçilerin İşleri’nin tarih kitabı gibi oluşu).
2. İncilsel Bakış ile Uyuşmazlıklar
(a) İslamdaki vahiy ile Hıristiyanlıktaki vahiy kavramları birbirinden tamamen farklıdır. Buna rağmen, hem İslam hem de Hıristiyanlık vahyin sözlü ve kavramsal olduğundan bahsetmektedir. Bu farklılıklar sonuçta Tanrı ve dünya ile ilişkisi hakkındaki farklı kavramlardan kaynaklanmaktadır. Tanrı’nın mutlak yüce ve kişilik dışı olduğunu söyleyen İslami bakışta, mümkün olan tek vahiy türü yüce bilginin “yukarıdan”, “aşağıya” insan seviyesine inmesidir. Bunu “Bilinçüstü Vahiy” olarak adlandırabiliriz. Gerçekte İslam “vahiy” ve “esinleme” arasında bir ayrım yapmaz. Müslümanlar genellikle bu iki terimi birbirinin yerine kullanır. Tanrı’nın Kendisini esinlemesi fikri İslam’da yer bulmaz. Bu, O’nun yüceliği ile çelişmektedir. Aslında Müslümanlar Tanrı’nın Kendisini açıklamasını şiddetle redderler.
İncilsel öğretide, tam tersi olarak, Tanrı’nın kişisel olarak tarihte etkin olduğu, hatta o kadar ki İsa Mesih kişiliğinde beden alarak oldukça dikkate değer bir tarihsel olay gerçekleştirdiği mevcuttur. Böylece tarih, Tanrı’nın kendisini esinlediği (açıkladığı) ilk araçtır. Bu şekildeki ikinci araç, dildir. İncilsel İlahiyat esinleme sürecindeki iki aşamayı birbirinden ayırır: İlk olarak tarih içerisinde Tanrısal hareket vardır – özellikle Tanrı’nın beden alışında – ve ardından kutsalların Tanrı tarafından esinlenerek olayları Kutsal Metinlerde hatasız olarak kaydetmesi ve yorumlaması gelir. Vahyin kaleme alınışı, İslamdaki gibi bir “yukarıdan aşağıya” inişi
gerektirmemektedir, fakat her ne kadar kaynağı ve nedeni tarihin kendisinden yüce olsa da, büsbütün tarihten meydana gelmektedir. Kutsal Kitap, Müjdenin bildirilmesidir, fakat bu Tenzil anlamında değildir. Daha çok, Tanrı’nın tarihteki Kendini-Açıklayıcı eylemlerinin Kutsal Ruh’un esiniyle yazılması ve açıklanmasıdır. Aslında, tarihsel esinleme ve Metinsel esinleme ayrılmaz ve birdir. Bunu Bilinçüstü Vahiy’den ayırmak için, “Tarihsel-Esinsel Vahiy” terimi ile adlandırabiliriz. Bu iki vahiy kavramı, her ikisi de vahiy süreci ile ilgili olmasına rağmen kökten farklıdır.
(b) Kutsal Kitap’ta kullanılan terimler İslam’da tamamen farklı anlamlara sahiptir (örneğin dua, günah, doğruluk, iman gibi). Kutsal Kitap’taki kişilerin hikayeleri ve olaylar Kuranda doğruluğu kabul edilmeyen (apokrif dışı) ve değiştirilmiş eklemelerle yer almaktadır.
(c) Üçlü Birlik, İsa’nın Tanrılığı ve Ölümü gibi temel Kutsal Kitap öğretileri yanlış yorumlanmış ve kesinlikle reddedilmiştir.
(d) Kutsal Kitap’ın İslami yorumları. “Hıristiyan potansiyeli” taşıyan Kuran ayetlerini Hıristiyan yorumları yükleyerek okumaya çalışan eski metoda karşılık olarak, Müslüman yazarlar Kutsal Kitap’ın İslami bir yorumunu geliştirdiler. Metinleri İslami açıdan yorumladılar ve İslami olarak yorumlayamacakları ifadeleri yerine çağdaş Kutsal Kitap eleştirilerinde yer alan ifadeleri kullandılar.
3. Sonuçlar.
(a) Müslümanlar, Kutsal Kitap’ı okumaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü Kutsal Kitap’taki herşeyi içeren son ve tüm bilgiye sahip olduklarını düşünürler (Kuran sayesinde). Eğer okumaları gerekirse de, Kuran ile karşılaştırıp, Kurana göre yargıda bulunurlar. Yeni bir Hıristiyan Kutsal Kitap’a genellikle İslami önyargıları ve varsayımları ile ve Kurandan öğrendikleri ile yaklaşır. Bazen, aradaki karşıtlıklar nedeni ile zorluklar yaşar. Bununla birlikte, çoğu zaman Kutsal Kitap’a İslami anlamlar ve yorumlar yükler. Kutsal Kitap’ın biçimi ile ilgili problemler yaşayabilir.
(b) İncilsel Yaklaşım. Yeni Hıristiyanları doğru bir yaklaşıma ve Kutsal Kitap anlayışına yönlendirirken, kişinin öncelikle Kutsal Kitap’ın Tanrı görüşü konusunda sağlam bir temel kurması, ardından Kutsal Kitap öğretilerini sunması ve aynı zamanda akılları bilinçli bir şekilde yanıltıcı ve yanlış İslami anlayışlardan temizlesi gerekir. Kutsal Kitap “tenzil” değildir – başka bir dini yasadır- fakat esinlenmiş olarak Tanrı’nın Kendini Açıklayışıdır. Dahası, hiçkimse dini bir yasayı uygulayarak kurtulamaz. Yeni Antlaşma, Eski Antlaşmayı hükümsüz kılmaz fakat Eski Antlaşma’da bildirilen ve O’nu tek başına anlaşılabilir kılan Mesih’i anlatarak tamamlar. Çünkü Eski ve Yeni Antlaşma Tanrı’nın kurtarış öyküsünü bildirir ve Tanrı’nın son ve tam Sözü’dür, bizim yanılmaz iman ve uygulama rehberimizdir.
Hıristiyan İlahiyatımızın öngördüğü gibi, bilinçüstü ve tarih-dışı doğasının tartışılmaz oluşu Tenzil’i doğrulanamaz kılmaktadır. Müslümanların Kuranın gerçek vahiy olduğunu kanıtlamak için kullandıkları bütün ifadeler dairesel ifadelerdir; kendini tekrarlar. Kanıtlamaya çalıştıkları iddianın doğruluğunu varsayarak anlatıma başlarlar. Bu, Tenzil vahyinin doğruluğunu kuşkulu kılar. Bunun tam tersi olarak, İncilsel vahyin en güçlü noktası tarihsel doğası değil midir?
F. İSLAMIN TOPLUM VE KİLİSE GÖRÜŞÜ
1. Temel İslam Kavramları.
(a) İslamın Ümmet (Ulus, halk) İdeali. İslamda dini topluluk dini-siyasal
olarak dikkate alınır ve belirli bir kültürel gelenek ve dile bağlanır. Bu düzende, Müslümanlar Şeriata göre kurulan ve yönetilen dini ve siyasal (teokratik) bir topluluk olan İslami bir Ümmeti oluşturmaktadır. Müslümanın aklındaki din kavramı, bu yüzden temel olarak milliyete, politik ve kültürel yakınlığa dayanmaktadır. Her ne kadar, İslam dünyası aslında birçok bağımsız ülkeye bölünmüşse de, Tek İslam Ümmeti (kabaca Arap Ümmeti) kavramı halen erişilmesi gereken parlak bir ideal olarak görülmektedir. Bu yüzden “Hıristiyan”, “Yahudi” gibi diğer din grupları da dini-siyasal topluluklar olarak görülmektedir. İslami yasa ile yönetilen İslami bir devlet idealini gerçekleştirmek için, İslam ülkelerindeki Yahudi ve Hıristiyan azınlıklardan devlet içinde ayrı millet sistemleri oluşturuldu (örneğin üyeleri sadece ikinci dereceden vatandaşlık konumuna sahip olabilen “ahl al-dhimma” toplulukları gibi) ve kendi dini önderlerinin yönetiminde, sınırlı biçimde kendilerini yönetme imkanı verildi. Müslümanların düşüncesine göre, sonradan Hıristiyanlığı seçenler ve Batı tipi tüzüklere bile sahip olsalar İslam ülkelerindeki kiliseler ile ilgili olarak bu düzenleme kesindir.
(b) İslami kanunlara göre yönetilen Ümmetin üstünlüğü kavramı. Müslümanlar, bir ulusa İslami kanunların uygulanmasının bu ulusu diğerlerinin üzerinde yücelteğine inanırlar. Doğru düşünmenin ve doğru eylemlerin (kanunda tanımlandığı gibi) bireylerin ahlaksal karakterlerini arındıracağını düşünürler. Dini yasaya uygun dini, politik ve sosyal davranışlar, toplumun Tanrı tarafından kayırılmasına neden olur. Böylece Şeriata göre yönetilen ulusun diğer toplumlardan üstün olacağı düşünülür, çünkü böyle mükemmel yasaya sahip başka bir din yoktur.
2. İncilin Toplum ve Kilise düşüncesi ile uyuşmazlıklar
(a) Müslümanlar Hıristiyanlığın özel bir dini ve politik topluluk olduğunu düşünürler.
İncildeki kilise kavramı bu düşünceden tamamen farklıdır. İncil’de kilise apolitik, kültür üstü, ruhsal olarak görülür. Ne var ki, İslam’ın hatalı kilise kavramı geçmişte Hıristiyanlığı isteyerek Batı medeniyeti ile tanımlayan ve modern çağlarda da kiliseyi ruhsal bir kurum yerine sosyal adaleti getirecek bir tür dünyevi kurum olarak düşünen Hıristiyanlar ve misyonerler tarafından çoğu kez güçlendirilmiştir.
İslamdaki gibi, bazı ilahiyatçılar ve misyonerler tarafından desteklenen bu modern kilise görüşü de İncil’e aykırı ve iyimser bir insani görüştür.
(b) Müslümanların Kiliseyi İslamdan aşağı seviyede görüşü. İslama göre, toplum için temel olarak Şeriat ile başka hiçbir dini yasa karşılaştırılamaz.
(c) Müslümanlar Hıristiyanlıktaki uygulamaları, İslamdakileri yorumladıkları gibi “esrarengiz” olarak yorumlarlar. Vaftiz ve Rab’bin Sofrası törenleri, kişiyi Hıristiyan yapan kutsal uygulamalar olarak görülür. Bazıları, Rab’bin Sofrasını, Hıristiyan olmak için tekrarlaması gereken bir “şifre” gibi kabul eder (kişinin Müslüman olmak için tekrarladığı “şehadet” gibi).
3. Sonuçlar ve Hıristiyanlığın Yaklaşımları
İslamdaki “Ümmet” idealinde yine insanın günahlılığını gizleme çabasının diğer bir yüzünü görmekteyiz. İslam, varlığını korumak amacı ile, yasaya uygun davranmanın insanı bir zerre bile yüceltemeyeceği gerçeğini kabul etmemektedir.
İnanç ve kültür arasında böylesi bir ilişki anlayışı, beklentileri hiçbir dini topluluğun yerine getiremeyeceği biçimde arttırmakta ve sonuç olarak daha başka yanılsamalara ve haksızlıklara neden olmaktadır. Bu anlayışlar İslam’dan Hıristiyanlığa geçmiş kişilerin oluşturduğu yerli kiliselerin İslam toplumunda köklenmesini ve toplumla sağlıklı ilişkiler kurmasını daha güç hale getirmektedir. İslamdaki Ümmet anlayışı, Hıristiyanların azınlık toplulukları olarak görülmesine ve toplumdan ayrılmasına yol açmaktadır.
Bu nedenle görevimiz, mükemmel dini yasa ve mükemmel dini topluluk olmadığını, herkesin kurtarılışa ihtiyacı olduğunu göstermektir. Tanrı’nın
dünyada üstün bir teokratik toplum kurma amacının olmadığını, Mesih’in ikinci gelişinde araya girmesine dek mükemmel toplumun olamayacağını Kutsal Yazılar’dan göstermemiz gerekmektedir. O’nun amacının apolitik, birlikteliği kültür üstü seviyede Mesih’e imana dayanan, tövbe etmiş ve Mesih’e iman ile Tanrı ile barışmış ve Kutsal Ruh tarafından ruhsal olarak yıkanmış bir topluluk yaratmaktır. Toplumda ancak bireylerin tövbe etmesi, Tanrı ile barışması ve yenilenmesi ile insan ilişkileri için verimli ve derin bir gelişim umudu sözkonusu olabilir. Bununla birlikte, mükemmel adalet yalnızca Mesih’in yeryüzüne ikinci gelişi ile sağlanacaktır. Bu yüzden Hıristiyanlar toplumdaki adaletsiz düzeni değiştirmeye çalışırken, çabalarının köklü bir değişim getireceği gibi bir yanılgıya düşmemelidir. Bu, ancak Mesih’in ikinci gelişinde sağlanacaktır.
G. İSLAMIN MELEKLER VE ŞEYTAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
1. Temel İslami inançlar ve uygulamalar
(a) Müslüman, varoluş hiyerarşisine göre Allah ve insan arasında bulunan doğaüstü varlıklar ve güçlerle dolu bir ortamda yaşar.
(b) Melekler İncil’de görüldüğü kadarıyla, inananlara yardım eden varlıklar olarak tanımlanır (İbraniler 2:14). Bununla birlikte, İslamın melekler hakkındaki öğretisi oldukça ayrıntılıdır; bir çok meleğin adları mevcuttur ve görevleri tanımlanmıştır (2:97,98,102; 35:1; 82:10-12 gibi).
(c) Müslümanlar, Tanrı’ya isyan eden ve insanların yüreklerine kötü fikirler fısıldayan kötü melek Şeytan ya da İblisten korkarlar. Ayrıca melekler ve insan arasında yeralan kötü ruhlu varlıklar olan cinlerden de korkarlar. Dindar bir müslümanın onlara karşı gelmek için temel yöntemi “Allah’a sığınırım” demek ve Allah’ın adını tekrarlamaktır (zikir). Kötü güçleri kovmak için tekrarlanan bu eylem, zafer kazanmak için ilahi güce yalvarıştan çok “sihirli bir formule” güvenmeyi tasvir eder (15:26-43; 114:1-6).
(d) Müslümanların çoğu “kötü göz”den korkarlar. Bu, bazı insanların diğerlerine zarar verebilecek doğaüstü güce sahip gözlere sahip olduğu yönünde bir inançtır. Doğaüstü veya diğer insanlardan üstün güçler edinmek için birçoğu büyüye başvurur.
2. Sonuçlar ve özet.
Tanrı’nın yakın varlığından ve yardımından yoksun olan mutlak yücelik öğretisi nedeniyle, Müslümanlar kendilerini etraflarında bulunduklarını düşündükleri doğaüstü varklıkla ve güçlere bağımlı görürler. “Allah’a sığınırım” demelerine ve Allah’ın adını tekrarlamalarına rağmen, kendilerini bu kötü güçlere karşı zaferli kılacak ilahi gücün bilincinde değildirler. İslamın kesinlikle yasaklamasına rağmen, bazıları büyücülükle uğraşır. Bu durumda, en büyük sorumluluğumuz Mesih’in ölümü ve dirilişi ile Şeytan’ı ve tüm kötü güçleri yendiğini; insanın Mesih’teki güç ile tüm bu kötü güçlerin (Şeytan, büyü, cinler vs) üstesinden gelebileceğini ve böylece Mesih’in ismiyle Şeytan’a karşı koyabileceğini bildirmektir.
H. İSLAMIN SON GÜNLER HAKKINDAKİ ÖĞRETİSİ
1. Temel İslami Kavramlar
(a) Sonu günü belirten işaretler: Son günden önce, Mesih Karşıtının (Deccal) geleceğine ve inancın bozulacağına inanılır. Ardından, İsa yeryüzüne dönecek, Mesih Karşıtını öldürecek ve inancı (İslam) tekrar sağlayacaktır.
(b) Diriliş: İlk borazan sesinin duyulmasıyla yaşayan her varlık ölecek ve b ir süre sonra ikinci borazan sesiyle tümü dirilerek yargı yerine gelecektir (Sure 39:68).
(c) Yargı: Allah tüm bireyleri sorgulayacak, herbiri Allah’ın kitabına göre yargılanacaktır. Kişinin iyi işleri ve kötü işleri tartılacak; yasaya göre doğru olanları yapanlar Sırat köprüsünü geçecek ve kötü olanları yapanlar bu köprüden ateşe düşecektir.

(d) Cennet Bahçesi, temel olarak Ademin kovulduğu Aden Bahçesini ifade etmektedir. Fiziksel ve tensel bir cennettir. İnananlar orada, bu yaşamdaki fiziksel varlıklarının sonsuz şeklini tadacaktır.
(e) Cehennem, bu yaşamdaki en kötü fiziksel dehşetlerin daha da fazlasını ifade eder. Orada, Allah’a inanmayanlar veya O’nun isteklerini yapmayanlar sonsuza dek fiziksel acı çekecektir. İnananlar ateşe düşse bile, Muhammed’in aracılığıyla serbest bırakılacaklar ve cennete gideceklerdir.
2. İncilin Bakış Açısı ile Uyuşmazlıklar
(a) Mesih’in İkinci Gelişi nin önemi, İslamın Mesih anlayışı ile orantılı olarak azaltılmıştır. Mesih anahtar figür olmak yerine yalnızca sonun bir işaretidir. Kutsal Kitap’ta, Mesih’in gelişi Tanrılığını açıklamakta ve tarihteki eşsiz aracılığı sonsuz adalet ve doğruluğu sağlamaktadır. İslami anlayışta gerçek adalet ve doğruluk İslamın yasasının tamamen uygulanması ile gerçekleşmektedir. Bu nedenle, dünyanın sonunda ilahi bir müdahale gerekmemektedir.
(b) Diriliş ve Cennet de aynı şekilde, Kutsal Kitap’takinden farklı olarak görülmektedir. Kutsal Kitapta, İsa’nın ödediği bedel ile kurtulanların dirilişi fiziksel olduğu kadar ahlaksal bir değişim de içermektedir. Kurtuluş, kurtarılan kişinin günahtan, ahlaki bozulmuşluktan arınmış ve sonsuza dek Mesih ile yaşayacak şekil değiştirmiş bir beden alışıyla tamamlanmaktadır. Bu, Hıristiyanın ümidinin ve beklentisinin bir parçasıdır. İslamda böyle şekil değiştirmiş bir biçimde varolma beklentisi bulunmamaktadır. İslamın insan anlayışı, insanın günahtan kurtulmasına olan ihtiyacı kabul etmez. Dahası, insanın temel ihtiyacının toplumda dini yasanın uygulanması ile yeterince karşılanacağına inanır. Bu yüzden, Kutsal Kitap’ta açıklandığı gibi köklü bir değişim umulmamaktadır. Müslüman için Cennet, sonsuz oluşu haricinde esasen bu dünyadaki yaşam gibidir.
(c) Yargı ile ilgili düşünceler de oldukça farklıdır. İslamda, insanlar dünyada yaptıkları iyi işlerin ağır gelmesine göre cennete ya da kötü işlerin ağır gelmesine göre cehenneme hak kazanırlar. Bu düşünce, İslamdaki insanın erdem kazanabilme anlayışı ile bağdaşmaktadır. Kutsal Kitap’ta ise, insanın işleriyle yargılanması halinde Tanrı’nın kusursuz itaat gerektiren düzenine göre kaçınılmaz olarak suçlu bulunacak ve hiçbir hatası bağışlanmayacaktır. İnsanın tek umudu tövbe edip, Tanrı’nın Mesih’te ödediği kefareti kabul etmede ve bu kurtuluş teminatını yaşamına alarak, bu şekilde Tanrı’nın yargısına önceden uğrayarak son yargıdan muaf olmaktadır.
3. Sonuçlar ve Özet
Açıktır ki, İslamın ahiret görüşü, kendi insan ve din anlayışı ile yakından ilgilidir. İslam insan ve Tanrı hakkındaki gerçeği reddetmesi nedeniyle, Tanrısal müdahaleye ve insanın kökten yenilenmesine olan ihtiyacı tasavvur edemez. Müslüman, sonraki yaşam ile ilgili bir garantiye sahip olmadan, gönül rahatlığı içerisindedir ve Mesih’i reddeder.
Sonradan iman etmiş bir kişi, bu düşüncelerin çoğuna farkında olmasa da sahiptir. Bu yüzden görevimiz, kişiyi Kutsal Kitap’ta açıklanan insan hakkındaki gerçeğe tamamen getirmek ve insanın tek ümidi olarak (sadece kendi kurtuluşunu sağlayan kişi olarak değil, aynı zamanda evrensel doğruluk ve adaleti getirecek kişi olarak) Mesih’i görmesini sağlamaktır.
SONUÇ:
Kısaca; Kutsal Yazıların ışığında, İslam insanın Tanrı’nın genel vahyi sayesinde sahip olduğu bilgiyi, O’nun insandan istediklerini, insanın suçunu ve kendini kurtarma konusundaki acizliğini bastırarak gizleyen bir tavır göstermektedir. Gerçeği bastırmanın yanında, İslam aynı zamanda Kutsal Kitap vahyinin bir çok konusunu reddetmiş veya köklü biçimde farklılaştırarak yorumlamıştır. Ayrıca Gerçeğin yerine, Tanrı’nın mutlak yüceliğini onaylayan ve mükemmel insan ve toplumu yaratacak Yüce Vahiy’i anlatan humanistik bir düşünce sistemi getirmiştir. Bu da, gerçekte Tanrı’ya isyan olan bu düşüncenin aslını, Tanrı’nın Rab ve Mesih olan İsa ile ilan edilmiş olan lütfunun ve müjdesinin duyurulması sayesinde sevgiyle ortaya çıkaracak yeni bir Hıristiyan ilahiyatını gerektirmektedir.
Yazar: Samuel P. Schlorff
Çeviri : http://www.isamesih.org Email: webservant@isamesih.org
PDF Dosyası: İslamiyet ile Hristiyanlığın Dünya Görüşleri Farklılıkları
Bu haberin geldigi yer: IsaMesih.Org Hristiyan Portal Inanç Savunmasi (Apologetics)

http://www.isamesih.org

Bu haber icin adres:

http://www.isamesih.org/modules.php?name=News&file=article&sid=229

21.2.2005
x
Cok sevgili Hayri Balta, Evet, hakkin var; bircok kisi alip yararlandiklari yazilara bir tesekkur notu atmiyorlar. Dusuk insanin huylarindan biri de bu. Tesekkur etmezler, ozur dilemezler. Evet, ben yazilarini ilgiyle okuyorum; elbette her noktada gorus birliginde deyiliz; ama ne yapalim, sen Hayri Balta’sin ben de Thomas Cosmades. Ama dostulugumuz cok derin. Daima dua ediyorum, Tanri Turkiye’de en azindan yuz Hayri Balta yukseltseydi. Meliha hanima sevgi ve selamlar. Ilisikteki yazim iki halkin koklu ayrimlarina isik saciyor sanirim. Cok sevgiyle, Thomas
Cosmades, 22.4.2005
+
TESLİS TEVHİD: TEMEL AYRIM

İnançlar arasında köklü ayrımlar, hem de çelişkiler bulunduğu örtbas edilemeyen bilgidir. Yaşadığımız dönemde uzlaştırıcı diyebileceğimiz bir akım ikide bir sesini duyurmakta: Yeryüzünün üç tektanrıcı (monoteist) dini. Bu sözle Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamlık amaç ediniliyor. Kullanımın birleştirici bir nitelik taşıyıp taşımadığı araştırılmaya değer. Sözü edilen dünyasal üç inanç tektanrıcılığa birbirinden ayrımlı, birçok durumda çelişkili ve kendine özgü yöntemden yaklaşır. Tektanrıcı inanç açıklanışı İbrahim’le başlar. Onun bu tarihsel özelliği tekTanrı’ya iman etmesi, Tanrı’nınsa bunu İbrahim’e doğruluk saymasıyla belirir (bkz. Yaratılış 15:6).
İsa Mesih soy bakımından İbrahim’in kuşağındadır. Bu büyük atanın tektanrıcılığını ilgi çekici bir dille açıkladı İsa: “İbrahim olmadan önce BEN VARIM… Atanız İbrahim günümü görmenin umuduyla kıvanç buldu. Ve görüp sevindi.” İsa’nın tapınakta bildirdiği bu köklü açıklamayı duyan Yahudi din önderleri anlamını hemen kavrayarak mırıldandılar: “Daha elli yaşında bile değilsin; üstelik İbrahim’i de mi gördün?” Ardından bu din öğretmeleri yerden taş topladılar. Amaçları kötüydü elbette. İsa kendisini gizledi ve tapınaktan ayrıldı (bkz. Yuhanna bölüm 8). O’nun ölüm vakti daha gelmemişti. Yahudiler’in İsa Mesih’i yadsıması bir anane olmuştur; günümüze dayanan anane. Tarihi dört bin yıl geriye uzanan bu ilginç halkın çağlar sonunda İsa Mesih’e iman edeceği Tanrı Sözü’nün belirgin açıklamalarındandır (bkz. Zekarya 12:10; Yeşaya 44:3; 59:20; Hezekiel 39:29; Mezmur 14:7; Romalılar 11:26; Vahiy 1:7).
İncil kesin vurgulamayla herkese seslenir: “Mesih şeriatın son bulmasıdır; iman eden herkes doğrulukla donatılsın diye” (Romalılar 10:4). Mesih’i tek Tanrı karşısında dinsel yasanın noktalanışı niteliğinde tanımayanın tektanrıcılığı şeriat kalıpçılığının tutsaklığındadır. Anlamsızlık çıkmazında el yordamıyla yolunu bulmaya didinenin üzücülüğündedir o. Şeriatın ağır yükü altında despotik bir Tanrı’ya kölelik etme uğraşı.. Oysa sevgi olan Tanrı kul değil evlat aramakta. Ümmet değil özgürlüğe kavuşmuş iman bağlısı kadını erkeği çağırmakta.
İNCİL’İN TANITTIĞI İNANÇ TEKTANRICILIKTIR
Yahudi inancına kısaca değindikten sonra –konu dışında kalıyor– dikkatimizi yeryüzünün dört köşesinde sahneyi tutan İslam dinine çevirmemiz gerekir. İsa Mesih’i öncesiz çağlardan bu yana var olan –Yaratan ama yaratılmayan– ezeli-ebedi Kelam olarak değerlendiren inanlı Teslis inancının hiç şaşmayan bağlısıdır. Mesih beden kuşanan Tanrı’dır. Buna karşı İslam insan hiç şaşmayan Tevhid inancındadır. Bu iki söz Hıristiyanlık tektanrıcılığıyla İslamlık tektanrıcılığını keskin bıçakla birbirinden ayırır, herhangi bir yakınlık sağlayamayan düş kırıklığı getirir.
Tanrı Sözü’nün, buna inanan Mesih güvenlisinin hiçbir koşul ve bağ olmaksızın güttüğü yöntem tekte üç üçte tek Tanrı inancıdır. Bunun dışına kayan, tarihsel Hıristiyan inancına göre edimci (heretik) tir. Bunların arasında Ariosçu’lar, Yehova Şahitleri (Russelistler), Üniteriyanlar ve özellikle Müslümanlar bulunur. Kilise tarihinde bütün konseyler İncil’i Teslis bağlılığında tanımış, Mesih inancını bu gerçeğin içeriğinde anlatmıştır (bkz. Matta 28:19; Yuhanna 14:26; 15:26; II Korintoslular 13:14; II Selanikliler 3:5; İbraniler 9:14; I Petros 1:2, vb). İnancın klasikleri arasında sayılan Hippolu Augustin’in (354-430) yazdığı Trinitas yabancı dil bilenin okuması gereken bir yapıttır. Bunda, Teslis inancının neyi içerdiğini aydın bir bilimcinin kaleminden öğrenmek ardı arası kesilmeyen sorulara sağduyulu yanıtı getirir. Augustin’in Kutsal Söz’e dayanarak bu gerçeği tanıtması çağlara seslenmiştir.
TANRI’NIN KİŞİLİĞİNDE GİZEMSEL DÜZEN
Teslis inancına karşı İslam’ın en köklü ve kesin biçimde karşı gelişi özellikle Tevhid inancında odaklanır demek hiç de yanlış olmaz. Kuran’a başvurmak direnişin göstergesine götürür bireyi. “Muhakkak ki ehli-kitaptan ve müşriklerden (ibaret) o kâfirler, cehennem ateşindedirler; orada ebedi kalacaklardır. İşte bu kimseler, yaratıkların en kötüsü olanlardır” El-Beyinne (98), ayet 6. A.Fikri Yavuz çevirisi. Bu Sure’ye Hüccet (kanıt) de denir. Bunun yanı sıra En-Nisa (4 Sure) da denen de aynı üstelemeyle vurgulanmakta: “Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, dilediği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur. Kim de Allah’a eş koşarsa gerçekten pek büyük bir günah uydurmuş olur” (ayet 48).
İslam dininde böyle inananı kâfir olarak nitelendirenler tarih boyunca bilinir. İslam’a göre Teslis inancı en ağır suçtur. Her günah bağışlanır, İslam deyişi uyarınca Tanrı’ya şirk koşmak, Tanrı’ya eşit tanımak ya da benzer kılmak hiçbir yolla affedilemez. Öte yandan Hıristiyanlık’ta Teslis inancı en anlamlı ve içerikli temel bilgidir. Üçte tek tekte üç Tanrı doğaüstü diri Rabbin kişiliğidir: Baba, Oğul (Kelam), Kutsal Ruh. Hiçbir koşul ve bağ olmadan tek Tanrı’nın üç kişilikte açıklanışı. Bu temel öğretide Baba da, Oğul da, Kutsal Ruh da tek Tanrı’dır. İncil bu gizemli gerçeği şöyle tanıtır: “Tartışmasız, tanrısayarlığımızın gizi büyüktür: O, bedende açıklandı, Ruh’ta doğrulandı, meleklere göründü, uluslar arasında adı yayıldı, dünyada O’na iman edildi, yücelikle yukarı alındı” (I Timoteos 3:16).
İnsanın yaratılışında, kurtuluşunda, kutsanışında kesin ve belirgin eylemi bilinen, üç ayrı kişilikte etkinliği görülen tek Tanrı inancı budur. Bunun kavramı fizikötesi anlayışla erişilen ruhsal aşamadır. Tanrı konularına yaklaşım bir+bir+bir = üç ve nokta diyerek basitleştirilirse sonucu kalıba sokulmuş din olur. Bunun biçimlenmiş kanıtıysa her yanda görülüyor. “Tanrısal Söz beden oldu” (Yuhanna 1:14) İncil’in temel öğretisidir. Tanrı’nın öz niteliği zorlanmaksızın beden kuşanması düşünceyi insanın Tanrı’ca beden olarak yaratılışına taşıyor.
Vahitçilik Tanrı’yla ilgili konuların gizemsel (mistik) içeriğine yan çizen şıpınişi bir görüştür. Gerçeğe ancak onu araştırmakla ulaşılabilir. Tanrıbilim de doğabilim de bunu öğretir. Gerçeğe ters düşen savların insan icadı olduğu, gerçeğinse sonsuzları kapsadığı vurgulansın. Bunun anlaşılmasına her konuyu enikonu inceleyerek, tanrısal-tarihsel olgulara nesnel tutumla yaklaşarak erişilebilir. Yine Kuran’da geçen, birçok kişi tarafından bilinen bir ayetin konuya alınması uygun olur: Allah kıyamet gününde İsa’ya üç tanrı varlığını insanlığa söyledin mi diyor ve onu sorguya çekiyor; İsa da böyle bir şey yapmadığını söylüyor. Al-Ma’ide (Sure 5) 116’ıncı ayette sözü edilen üç tanrının Allah, İsa ve Meryem olduğu görülüyor. Aynı konuya ilişkin Al-Ma’ide’nin 73. ayetine de bakınız.
SERT DİRENİŞ NEREDEN KAYNAKLANDI?
Teslis inancı Baba, Oğul, Kutsal Ruh’la ilgilidir. Acaba nasıl oluyor da Meryem üçte tek, tekte üç Tanrı’nın apayrı bir açıklanışı durumunda konuya giriyor? Hıristiyan inancının hiçbir dönemde bu türden bir sava ve kurama bağlı olduğu duyulmamıştır. Bu kuramı Müslüman bireyin yadsıyışından daha da kesin yadsıyışla Teslis inanlısı yadsır, üçte tek tekte üç Tanrı inancında Meryem’e hiçbir yer tanınmaz. Demek ki, Kuran’da dikkati çeken tarihsel-tanrıbilimsel gerçeklerle çelişkili bir görüş belirmekte. Bu dönümde gerçeğin nesnel araştırıcısı olma gereği karşımıza dikiliyor, gerçek hiç kimseye kaçamak yolu bırakmıyor. İslam dininin peygamberi bu temelsiz bilgiyi nereden almış olabilir? Nesnel tarih belgelerine eğilen bunun yanıtını bulmakta hiçbir güçlük çekmez.
İslam’ın gelişinden önce –5’inci yüzyılda– Zühal’e (Afrodit, Venüs, Çoban Yıldızı) tapınan onu göklerin kraliçesi sayan ve bundan şaşmayan yabansı bir tarikat giderayak Hıristiyan inancına kaydı; ama Tanrı Sözü’nü incelemeden, onu hiç araştırmadan. Puta tapınan bu insanlar Zühal’e tapınmayı bırakmak istemediğinden ona Meryem adını takarak işin kolay çözümüne gitti. Zühal’in adı Meryem oldu. Bu şaşkın tarikat o dönemin Hıristiyanları tarafından hemen kınandı ve yargılandı, gerçek inançla ilgisi olmayan edimci (heretik) bir icat olduğu belirlendi. Ama tarikat yanlıları Meryem’e göklerin tanrıçası ve kraliçesi niteliğinde tapınmayı sürdürdü. Böylece Zühal’in tahtına Meryem oturtuldu. Tarikat Meryem’e öylesi aşırı önem verdi ki, onun önemi Tanrı’nınkinden Mesih’inkinden öne geçti. Bu tarikatın yanlıları Meryemistler adını aldı. Öğretide, uygulamada Meryem başta olmak üzere üç tanrı üstelemesi benimsendi.
İslam peygamberi ticaret uğraşlarında Arap yarımadasından Şam’a Halep’e gidip gelirken tarikatın insanlarıyla tanıştı; onların inancını görüşünü dinledi, fikir edindi. İşin acıklı yönü Meryemistler’i Hıristiyanlar’la eşit tuttu, ümmü-i-sadık olduğundan İsa Mesih’i bu tarikatten saydı; böyle bir görüş de Kuran’a aktarıldı. İslam’ın peygamberi Teslis’te belirtilen görkemli üç kişiliği anlayamadığından yanlış yorumlara kaydı. İslamlığın yayılmasından sonra Meryemistler İslamlığı benimsedi, tarikat eridi. Ama bozuk öğretinin kökü kazınamadı, hatta İslam’ı aşırı Meryem ana bağlılığında iyice etkiledi.
Müslüman birey nesnel tarihe eğilmeyi yeğlerse sorunların derinine gidebilir, kuşkuları dağılır, edimci (heretik) öğretilerin nereden kaynaklandığı öğrenilir. Herhangi bir inancın nesnelliğe tümden bağlı kalamaması içinden çıkılamayan düğümlü saplantılara zemin oluşturur, yanlış bilgi akıntılarında bireylere boşuna kürek çektirtir.
GERİ TEPEN İNANÇ ÖĞELERİ

İslamlık kavramında Tevhid diri Tanrı’yı kişilikten, yaratığıyla yakınlıktan ve paydaşlıktan koparır. O’nu sevmeyen sevilemeyen, inanlının varlığında konut kuramayan, insana özgü sıfatları kullanamayan –örneğin, Baba-Oğul gibi– günahlıya kefaret, yeniden doğuş ve sonsuz yaşam güvencesi veremeyen, şartlar koşullar dikte eden sert bir kul ağası kılar. Diri Tanrı’yla yaşamsal ilişkiye giremeyen, O’na Babam diye seslenemeyen kadın erkek Tanrı’nın kurduğu yeryüzünde bir öksüzden farksızdır.
Tevhid kanıtlısı insan, üçte tek tekte üç Tanrı’nın küçük dili yutturan sınırsız kutluluklarından yoksundur: Su götürmez kurtuluş, Tanrı bağlılığıyla kesenkes uyumlulukta beliren etik yöntemi, Tanrı’ya da dosta-düşmana da aksamasız sevgi, anlamlı-içerikli dua ve tapınış gönenci. Katılıktan sıyrılamayan vahidcilik, eliaçıklıkla armağanlar veren Tanrı’yı sert ve zahmet çektiren bir buyrukçu durumuna getirmiştir. Anılan tanrısal sağlayışlardan canını yoksun bırakan, kaderciliğe, şüpheciliğe açılan dinsel birey! Kıt kanaat kendi yağıyla kavrulan, öte yandan da ümmetçiliğe bel bağlayan ya da başka tutuluşlara sığınan. Ademoğlunun içinde yanan hınç ve intikam alevlerini imbatın serinliğiyle bastıramayan. Yerine göre baskıcılıktan, sertlikten sakınamayan. Affedemeyen, günahlının dünyasını kökten değiştiren affın gönencine gelemeyen, sonsuz yaşam güvenliğine erişemeyen, günah zincirleri parçalanmamış din bağlısı. Mağdurdan kıygından af dileyebilecek alçakgönüllülükten yoksun. Kuşku ve korku doğal görgüdür ona. Kendini münkirler (yadsıyanlar) dünyasında bulan, olumsuzluktan sıyrılamayan. Birçok durumda batıl, hurafe ve safsata öğelerinde çırpınırken medet Allah demekten kendini alamayan, derininde bunlardan özgür kılınma hasretiyle kıvranan, Tanrı’nın pek çok sevdiği, Mesih inanlısının da derinden sevdiği insan kardeş.
İslam inancının bağlılarını belirgin biçimciliğe töreciliğe bağlayan görünümü, insanı Yaratanı’yla özlü-anlamlı bağlılıktan yoksun bırakmış, O’nun doğaötesi niteliklerini gölgelemiştir. Tanrı’nın öz nitelikleri fizikötesi, insanüstü, matematik dışı görkemli Kişi olmaktır. O insansal ölçülerle kavranamaz. İsa Mesih’in Babası Tanrı kendisini vahiyle verdiği Sözü’nde anlattı ve beden kuşanan öz Kelamı Mesih’in kişiliğinde açıklandı: “Hiçbir vakit, hiç kimse Tanrı’yı görmedi. Ancak Baba’nın bağrında olan biricik Tanrı O’nu bildirdi” (Yuhanna 1:18). Teslis inancında Baba Tanrı sonsuzdur (bkz. Yasa’nın Tekrarı 33:27; Malakya 3:6). Oğul Tanrı sonsuzdur (bkz. İbraniler 1:10: 13:8). Kutsal Ruh Tanrı sonsuzdur (bkz. Yaratılış 1:2; İbraniler 9:14). Teslis’te ikinci kişilik Baba’yla birlikte var olan, yaratılmayan tersine Yaratan özelliğiyle açıklanan, insanla özdeşliğe gelmek için Meryem’den beden kuşanan ezeli-ebedi Oğul’dur. O’nu bu nitelikten soymak çölde yöntem bulmaya çabalayan yitik yolcunun şaşkınlığına düşürür insanı.
Bu dönümde Mesih’in insan bedeni kuşanan ezeli-ebedi Tanrı Oğlu olduğuna ilişkin bir gözlem konumuzu aydınlatmaya yararlı olur. İnsanlığa çağdaş uygarlığın ışığını yakan tarihsel Yunan’da ademoğulları Tanrı’yı arayışlarında insanı tanrılaştırdılar, tanrıları da insanlar doğrultusunda ardı arası kesilmeyen dileklerle tanıttılar. Buna karşı insan soyunun O’nu kesinlikle bilebilmesini isteyen Tanrı beden kuşandı, İsa Mesih’in kişiliğinde insan oldu, kendisini alçalttı, insanın temel ihtiyacını karşıladı.
BABA’YA, OĞUL’A, KUTSAL RUH’A İMAN ETMENİN SAĞLAYIŞLARI
Üçte tek tekte üç Tanrı’ya bağlanmak, O’nu üç kişiliğinde sevmek insana şimdi ve sonsuzda düşünülmedik kutluluklar doluluğu getirir:
8. Oğul’a Tanrı sevgisinin kayrasal armağanı olarak iman eden sonsuz yaşam bulur (bkz. Yuhanna 3:16-18; İbraniler 12:9).
9. Tanrı’ya ‘Babam’ hatta ‘Abba Baba’ (babacığım) diyebilir. Evladın fiziksel babaya güvenmesinden daha da somut kanıtlılıkla dile getirilir bu içtenlikli yaklaşım (bkz. Mezmur 68:5; Romalılar 8:15; Galatyalılar 4:6).
10. İsa Mesih’e Tanrı’nın Oğlu olarak iman eden, Tanrı’ya ‘Göklerdeki Babam’ diye seslenerek tapınır ve dileklerini O’na getirir. Mesih bağlısının tapınışı kendine özgüdür: Dilinde, seslenişinde, söyleyişinde (bkz. Matta 6:9). İnanlının kişisel duyguları böyle açıklanır.
11. Mesih inanlısının tek Tanrısı, aynızamanda tek Babası vardır (bkz. Efesoslular 4:6). O’na Oğul İsa aracılığıyla yaklaşmaya yetki tanınmıştır.
12. Tanrı İsa Mesih’e Oğlu olarak iman edenin varlığında kalır, o da Tanrı’da kalır (I Yuhanna 4:15).
13. İsa’ya Tanrı’nın Oğlu olarak iman eden, Tanrı’dan gelen parlak armağanlarla donatılır (bkz. Romalılar 8:32; I Korintoslular 1:5-7; Yakup 1:5; 4:6).
14. Tanrı’yı Rab İsa Mesih’in Babası olarak tanıyan, Baba ile Oğul arasındaki gizemli bağlantıdan doğal kuşaklarda hiç bilinemeyen kutluluklarla donatılır (bkz. Yuhanna 17:21). Görülmeyen Tanrı’yı Oğul’da beden kuşanan, bizi dinleyen ve yanıtlayan Söz niteliğinde tanımayan birey Tanrı’yla somut-kişisel ilişki arayışındadır. Bunu başkasında bulamayınca böyle birini oluşturmakta güçlük çekmez. Yaratığı tanrılaştırır.
Teslis’te ikinci kişilik İsa Mesih’i Baba’nın biricik Oğlu olarak tanıyan, Tanrı’nın onayını kazanır (bkz. Matta 3:16,17; 12:18; 17:5; Markos 1:11; 9:7; II Petros 1:17).
8. Sıralanan ayetlerde Baba Tanrı’nın yüceden konuşarak biricik Oğlunu onaylaması, O’nu insanlığa tanıtması inanlıyı yüreklendirir.
9. Rab İsa Mesih ölüler arasından dirildi, kanıtlı güçle Tanrı’nın Oğlu olduğunu belgeledi. Buna iman etmek sonsuzla ilgili güvenliği sağlar (bkz. Romalılar 1:4).
10. Baba Tanrı tüm insanlık üzerinde biricik Oğlu’nu Egemen kıldı. O’na günahı arıtmaya, affetmeye, sonsuz yaşam vermeye, günahta kalanları yargılamaya kesin yetki verdi (bkz. Matta 28:18; Yuhanna 5:22,27; 8:16; 17:2).
11. Tanrı sevgisinin somut ve belirgin kanıtı günahlarımızı arıtmaya bağışlamalık niteliğinde öz Oğlunu vermesidir (bkz. I Yuhanna 4:19; Romalılar 5:8).
12. Sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı’yı ve O’nun insanlığa gönderdiği İsa Mesih’i bilmekle gerçekleşir (bkz. Resuller 8:37; Yuhanna 17:3; I Yuhanna 4:15).
13. İsa Mesih’in Tanrı Oğlu olduğunu hiçbir insansal kaynak bildiremez. Sadece Baba biricik Oğlu’nu insana açıklar, bu parlak bilgiyi inanlının gönenci kılar (bkz. Matta 16:7; Yuhanna 1:49).
14. Yücelerde sonsuzlar sonsuzu diri olan Mesih’i görkemli görünümünde O’nu sadece Tanrı Oğlu olarak tanıyan bilebilir (bkz. Vahiy 1:12-16; 2:18).

Kutsal Ruh Baba ve Oğul benzeri kişiliği olan Tanrı’dır. Şu kısıtlı yaşamda Kutsal Ruh’un konut kurduğu varlık sonsuzun soluğunu içine alabilendir.
8. Kutsal Ruh tıpkı Baba ve Oğul gibi Yaratan’dır (bkz. Yaratılış 1:1,2; Eyub 26:13; 27:3; 33:4; Romalılar 1:20; İbraniler 1:10). “Tanrı’ya ilişkin konuları Tanrı Ruhu’ndan başka bir kimse bilemez” (I Korintoslular 2:11).
9. Kutsal Ruh Mesih’in göklere yükselişinden sonra yüceden kilise topluluğuna indi, inanlılara bambaşka güç ve yetkinlik verdi (bkz. Resuller 2:2). Şu ana dek Mesih topluluğunun yönetmeni ve eğitmenidir O.
10. Rab İsa Mesih haçlanışından önce inanlılarına Kutsal Ruh’u göndereceğini vaat etti (bkz. Yuhanna 14:16-18). Kutsal Ruh’u Rab niteliğinde bilen, O’nun tarafından yönetilen Tanrı’nın çocuğu olduğunu bilir (Romalılar 8:16). O kişi yeryüzünde bir yetim değil Tanrı’nın çocuğudur.
11. Kutsal Ruh Mesih’in inanlılarına gönderdiği Paraklit’tir (Avutan, Teselli veren). Şu çalkantılı yaşamda fırtınalarla boğuşan inanlı ölümden bile korkmaz (bkz. Yuhanna 14:26; 15:26; 16:7).
12. Kutsal Ruh inanlının içinde Mesih’e tanıklık eder (bkz. Yuhanna 15:26; Luka 24:48; Resuller 1:8). İnanlı sadece Kutsal Ruh’un itkisiyle Mesih’i günahlılara sunabilir (bkz. Yuhanna 15:5).
13. Kutsal Ruh ‘Gerçek Ruhu’dur (bkz. Yuhanna “14:17). Günahlıyı, “Günah, doğruluk ve yargı suçluluğuna ilişkin kanıtlar” (Yuhanna 16:8). İnanlının varlığında O’nun eylemleri, görkemli sonuçlamaları belirgindir.
14. Kutsal Ruh Rab’dir. Gelin’le (Kilise topluluğu) birlikte Mesih’in görkemli dönüşünü bekleyendir (bkz. Vahiy 22:17).
SONUÇ
Tanrı esinine bakıldığında Hıristiyan inancına bağlı olanın Teslis’te bulduğu güven ve uyumla, Müslüman insanın Tevhid’te durması birbiriyle sürekli çelişkidedir. Bu nedenle iki inancın tektanrıcılığı ne uzlaştırılabilir ne de ortak düzeyde bağdaştırılabilir. Tanrı’nın rızasını kazanmak isteyen Müslüman bireye düşen görev Teslis inancını açık kafayla, Kitapsal, tarihsel, bilimsel yönlerden incelemek, tek Tanrı’ya dua ederek O’ndan gerçeği açıklamasını dilemektir. Tanrı ışığı arayan her canı aydınlatacaktır.
Thomas Cosmades cosmades@attglobal.net
X
Çok sevgili Hayri Balta,
Evet, hakkin var; birçok kişi alıp yararlandıkları yazılara bir teşekkür notu atmıyorlar. Gelişmemiş insanin huylarından biri de bu. Teşekkür etmezler, özür dilemezler.
Evet, ben yazılarını ilgiyle okuyorum; elbette her noktada görüş birliğinde deyiniz; ama ne yapalım, sen Hayri Balta’sın ben de Thomas Cosmades.
Ama dostluğumuz çok derin. Daima dua ediyorum, Tanrı Türkiye’de en azından yüz Hayri Balta yükseltseydi…
Meliha hanıma sevgi ve selamlar. İlişikteki yazım iki halkın köklü ayrımlarına ışık saçıyor sanırım. Çook sevgiyle,
Thomas Cosmades, 22.4.2005
+
Sayın Cosmades,
Önce sevgi sundum. İletini ve ekini aldım, daha okumadım ama muhakkak okurum. Gönderdiğin için de çok memnun oldum.
İlk fırsatta okuyup duygu ve düşüncelerimi sana bildireceğim. Şu an çok meşgulüm. Bir çok dostumu ihmal ettim… Bir yandan kitap çalışmaları, bir yandan Site yazıları, bir yandan günlük mektuplaşmalar, bu arada gazete ve dergiler ve kitap okumalar derken akşam oluyor. Akşamın da kendine göre meşguliyetleri çıkıyor. Örneğin; haberler, futbol maçları, güzel filmler…
Sevgili dostum, elbette siz Cosmades’siniz, ben ise Hayri Balta. Siz ideailst, ben materyalist. Siz ruha inanırsınız, ben maddeye (ahlakî anlamda değil felsefî anlamda materyalist…. Ahlakî anlamda materyalist olsaydım, barda pavyonda, karı kız derdinde, şöhret ve mal mülk peşinde olurdum…) Siz bir İsevî’niz; benim ise ne olduğum belli değil. Bu ayrılık uzar gider… Bu nedenle kısa kesiyorum.
Bütün bu ayrılıklar insanlıktan bir parça nasibi olanlar için önemli değil. Çünkü sen de ben de insanız, sevgi taşıyoruz. Sevgi çok önemlidir, sevgi hoşgörüdür, anlayıştır, dostluktur. İncil Yuhan’na 1’de şöyle der:: “Sevmeyen adam Allah’ı bilmez. Çünkü Allah sevgidir.”, “Allah sevgidir. Sevgide duran Allah’ta durur ve Allah da onda durur.” (İncil, Yuhanna 1. 4/8, 4/16)
Bu ne demektir. İnsan nefret, küsü, düşmanlık yerine sevgiyi yeğlemelidir (tercih etmelidir). Çünkü sevgi çok yüce bir duygudur. İlahî’dir. Yani nefret duygusundan iyidir. Her yüce olan, her iyi olan da Tanrı olarak nitelenir. Kaldı ki Tanrı; bütün güzellikleri, doğrulukları, iyilikleri ilahir kapsayan simgesel bir anlatımdır. Yoksa öyle senin benim dışımda bir Tanrı yoktur. Peygamber gönderen, kitap indiren bir varlık yoktur. Tanrı içimizdedir, bizi gözlemektedir. “İnsan Tanrı’nın tapınağıdır.” (Yani evidir)… (Tevrat ve İncil…)
Şimdi noktalıyorum: Senin İsevi, benim de ne olduğumun belli olmaması önemli değildir. Yeter ki haksız olmayalım, haksızlık etmeyelim, kötü olmayalım, kötülük etmeyelim, kendimizi bilelim, haddimizi bilelim. Kimseyi incitmeyelim, üzmeyelim…İlahir…
Senin dinli, benim ne olduğu belirsiz bir kişi olmam; sen lacivert giymişsin, ben ise siyah giysi giymişim gibidir. Hiç insan; sen lacivert giydin, yok, sen siyah giydin diye birbirine küser mi? Hiç insan sen benim gibi düşünmüyorsun diye ona düşmanlık eder mi? Ona kâfir der mi, katli vacip der mi?
İnsan küsmez mi? Küser elbette. Ama kötüye karşı küser, alçağa, kendine ve başkasına kötülük edene küser…
İyi insan kötüyü kötülüğü ile baş b; çünkü kötülüğü ile seni incitir. Onu kötülüğü ile baş başa bırakmalıdır ki; aklı başına gelsin.
Kötü olanla dostluk edilmemelidir O insan toplumdan dışlanmalıdır. Eğer kötülük yaparken; yani yasalara karşı gelirken yakalanırsa toplum (Devlet) tarafından da cezalandırılır…
Bu ceza sorunu (meselesi) insanoğlunu çok meşgul etmiştir. Kimilerinin kötülük ettiği halde cezasız kalmasını kabul edememiştir. Bunlar için de öbür dünyayı icat ederek kendini aldatmıştır. Bu ise Allah’ı bilmemek ve anlamamaktan gelir.
Tanrı bilgisine erişenler kötülük yaptığı andan itibaren cezasını görmeye başlar ve bu ceza da yalnızca tövbe etmekle (yani bir daha yapmamakla) biter.
Bizim inandığımız Tanrı cezamızı öte dünyaya ertelemez. Anında vererek bizi diriltir. Kötülüğün karşılığı “ölüm”dür. Her kötülükte ısrar eden duyarlılığını yitirir. Dinsel anlamda “Ölür”…
Ölüler de, Ölen insanlar da “Sen kafirsin, sen dinsizsin, sen mürtetsin” diye kendisi gibi düşünmeyenleri öldürür.
Bu konular uzar gider. Bu nedenle artık yeter.
Ne demek istediğimi anlamışsındır. Çünkü ilahiyat fakültesi bitirmiş bir ilahiyatçısındır…
Şimdi kal sağlıcakla, saygı, sevgi size ve eşiniz Lila Cosmades hanıma…
Hayri Balta, 22.4.2005
X
The New York Times Türkçe’ye çeviri A Montlhy Magazine
Of the New York Times
Current History – Güncel Tarih
ANATOLİA COLLEGE MÜDÜRÜNDEN SİNİRLERİ ALTÜST EDEN AÇIKLAMA

ERMENİLER TÜRKLER TARAFINDAN BALTALARLA ÖLDÜRÜLDÜ
KASIM 1917

Merzifon’da –Küçük Asya’nın kuzeyi- tüm eğitim üyelerini ve daha 1200 kişiyi Türk köylüleri katletti. Yaptıkları işin karşılığı, kurbanlarının giysilerini bedenlerinden soyarak bunlara sahip çıkmaktır. Bilgiyi veren College Müdürü Rev. George E. White 1917’nin güzünde, Birleşik Amerika’ya dönüşünde böyle konuştu ‘‘Katliamlar Türk hükümetinin emriyle işlenmiştir’’ dedi. ‘‘Ermeniler yüzer – iki yüzer kişilik kafilelerle akıbetlerine gönderildi, cesetleri de daha önceden hazırlanan hendeklere yuvarlandı.
‘’College’imizin erkek öğrencilerinden bir grup ölmeden önce bir ilahi söylemeye izin istedi, ardından ezgiyi yükseltti: ‘Daha yakın Tanrım sana, daha yakın. Beni sana getiren haç bile olsa, yine ilahim bu olacak, Daha yakın Tanrım sana, daha yakın Tanrım sana, daha yakın’. Dr. White’nin verdiği bilgi budur. Katledilen Ermenilerin sayısı 500,000 ile 1,000,000 dolayında olduğu New York’ta kurulu, Ermeni ve Suriye Yardım Örgütü tarafından tahmin ediliyor. Dr. White’nin yaptığı açıklamaya göre daha bir milyon insan ivedi yardıma gereksinimlidir. Dr. White Türkiye hükümeti tarafından Merzifon’da ayrılmaya zorunlu kılındı. Şimdi Minneapolis’te yaşıyor. Kendisi daha önce Iowa’nın Waverley kentinde Congregational kilisenin pastörüydü.
Müdür sözlerini sürdürerek ‘’1915 baharında Ermeniler sorunu had oranda kemiğe dayandı’‘ yolunda konuştu. Türkler Ermeni çıkmazını ortadan kaldırmak için bu yıl içinde Ermeni halkını yok etme yöntemini benimsediler. Ermeni sorunları siyasal ve dinsel nedenlerden kaynaklanıyor.
‘’Türk makamları bahaneler uydurarak Merzifon’da 1200 Ermeni’yi tutukladı. Öne sürdükleri nedenler şunlardır: Asker kaçaklarını aramak, gizlenmiş bombalar, silahlar, kışkırtıcı ve ihtilali körükleyici yayınları bulmak. Merzifon’daki tutuklamaları soruşturmalar, ardından da korkutucu vahşetler izledi. Bölgemizde hiçbir silahlı eylem faaliyeti kesinlikle olmamıştır. Tutuklanan erkekler geceleyin yüz-iki yüzlük kafilelerde dağlara sürüldü. Bu yerlerde hendekler kazılmıştı. Eylemi tümlemeye kiralanan kaba köylüler; ‘’Kurşun kullanmak masrafa değmez’’ diyerek baltalar kullandı.
‘’Türkler bunun ardından kadınlarla çocukları, yaşlı erkekleri ve küçük erkek çocuklarını hedef edindi. Yirmiler sayısında manda arabası toplandı. Sabahın erken saatlerinde tekerleklerin gıcırtısını dinlemek şu ana dek insanın kan dolaşımını allak bullak eden anılar bıraktı. Binlerce kadın ve çocuk süpürülüp götürüldü. Nereye? Hiçbir yere! Gidilecek yer belirlenmemişti. Niçin? Salt Ermeni ve Hıristiyan olduklarından. Ve Türklerin elindeydiler gayrı. Her yol kavşağında kızlar ve genç kadınlar kapışıldı. Merzifon’da kızların her biri $2.- ile $4- arasında satıldı. Bilgim, bu alışverişe katılanların konuşmasını dinlememe dayanıyor. Bunu biliyorum, çünkü her biri $4.40 dan üç kızı fidye ile kurtardım.
‘’Perişanlık, ıstırap, dert sözle anlatılamayacak yoğunluktaydı. İnsan yüreğinin kavrayabilme yeteneği ötesinde. Yas, keder, susuzluk, açlık, yalnızlık, mutsuzluk içinde bu gruplar ardı kesilmeden süpürüldü; varış noktası olmayan yollarda..
‘’Birleşik Amerika büyük elçisi Morgenthau yerimizin saldırıya uğramayacağına ilişkin teminatta bulunmuştu. Ama ertesi gün Polis Müdürü silahlı askerlerle belirdi, Colege’le ilişkisi olan tüm Ermenilerin teslim edilmesi emrini verdi. Biz B. A. vatandaşı olarak bize ait yerleri kontrole hakkımız olduğunu savunduk. İki saati aşkın bir vakit süresince hiç kimseye dokundurmadık. Daha yüksek sayıda silahlı kuvvet getirdiler. Yeni baştan, Ermenileri teslim etmemizi buyurdular. Direndim. Türk hükümetine karşı durmakla suçladılar beni. Bu yolda davranan birinin o anda idam edilmesi yasaların kapsamında olduğunu anımsattılar bana.
‘’Kapılarımızı kırdılar, manda arabalarını bahçemize sürdüler, Ermenilerin nerede bulunduğunu sordular. Bilgi vermeyi reddettim. Kapıları kırıp binalara daldılar. Bunun üzerine Ermeni kardeşlerimiz, tarafımızdan kendilerini kurtarma çabasında daha çok uğraşın yarardan çok zarara yol açacağını düşünerek ortaya geldiler, kendilerini sadık Türk vatandaşları niteliğinde tanıttılar, istenen neyse bunu yapmaya hazır olduklarını bildirdiler.
‘’Her aileye bir manda arabası ayrıldı. Azıcık nevale, pılı pırtı ve giysi. Anneler çocuklarıyla eşyalar arasında oturdu, babalar yürüyerek manda arabalarını izleyecekti. Ben dua ettim ve yürekleri paralayan bir gidiş.. Collegemiz’den ve hasta haneden yetmiş iki kişi gözlerden kayboluverdi.
‘’Bu öğretmenler ıra sahibi, eğitim görmüş, başarı ve yararlılık kazanmış insanlardı. Birçoğu Amerika ve Avrupa üniversitelerini parlak başarıyla bitirmiş kişiler. Tüm grup yaklaşık seksen kilometreyi güvenlikte aştı. Ardından erkekleri kadınlardan ayırdılar, ellerini arkalarına bağladılar ve alıp götürdüler. Aralarından sekizi Anatolia College’in eğitim kolundandı. Bunlar da öldürülenlerdendi. Kadınlarla çocuklar hep gidiyordu. Nereye? Hiç kimsenin bilgisi yoktur. Kaçının daha sağ kalabildiği de bilgi ötesi!
‘’Hükümet adamları Merzifon’un Ermeni mezarlığını da tarla gibi sürerek dümdüz ettiler ve oraya tohum ektiler. Bu yerde bundan böyle hiçbir Ermeni yaşamasın, ölmesin, gömülmesin diye. Anatolia College’de hiçbir Ermeni öğrenci bırakılmadı. Kentteki Protestan topluluğu 950 kişiydi. 900’den çoğu pastörleriyle birlikte katledildi. Bir uçtan öbür uca hükümet programıydı bu. Ermeni halkına karşı jenosit.
‘’Bu olay, Türkler İmparatorluğu’nda Ermeni bölgesi olarak bilinen altı eyaletin birinde olanların özetidir. Ermeniler Doğu bölgelerinin mert insanlarıdır. Tüccarlar, sanayiciler, kapitalistler, sanatkarlar ve en başarılı çiftçiler. Bir çeyrek milyon Ermeni Rusya Kafkasyası’na sığınmayı başarabildi. Bu kaçanlara Amerikalı yardım ekipleri başarılı hizmet sunabildi. Hastalara yardım, açlara gıda, çıplaklara giysi, yetimlere ilgi. Başka bir milyon Ermeni’nin de Suriye’ye ve Mezopotamya’ya gittiği düşünülüyor. Bunlar da Amerikan yardımına muhtaçtır. Kurtarma çabasıyla bu değerli insanlardan kalanların yaşama kavuşmasına yardımda bulunuyoruz.
Cosmades, 3.5.2005
X
ŞEYTAN AYETLERİ’NİN PERDE ARKASI

“Seytan Ayetleri” diye ünlenen söz konusu sözlerin önce Kuran’a ayet olarak sokuldugu…, bu sözlerde “Lat, Uzza, Menat” adli tanriçalar övüldügü için putataparlarin, peygamber ve inanirlariyla birlikte secde ettikleri, bir olay olarak kaynaklarda yer alir. olayin gerçekligini dile getiren kanitlari görelim:
Hacc suresinin 52. ayeti ve izleyen ayetler. 52. ayette, her peygamberin okudugu seye, seytanin bir seyler kattigi ama tanrinin, seytanin kattigini hükümsüz biraktigi ve kendi ayetlerini geçerli -saglam kildigi, anlatilir. Görüldügü gibi anlatim, Seytan Ayetleri diye bilinen ayetlerin, Kuran’a sokulup sonra çikarildigi, sokanin seytan, çikaranin da Cebrail araciligi ile tanri oldugu yolundaki ifadelere uygundur. Zaten tefsirler de bunu için bu ayetleri, olayin yansiticisi olarak görürler. 52. ayetten sonraki ayetlerde de ayni olaya uygun anlatimlar bulurlar.
Isra suresinin 73. ve 75. ayetleri: Bu ayetlerin anlamlari söyledir: “Ey Muhammed! Seni, sana vahyettigimizden uzaklastirip daha baskasini ileri sürerek bize iftira etmeye sürüklüyorlardi nerdeyse. O zaman seni dost bulacaklardi. Eger seni pekistirmis olmasaydik, andolsun ki, onlara egilim gösteriyordun, az kalsin. O zaman sana, yasami da , ölümü de kat kat azab biçiminde tattirirdik. Sonra da bize karsi bir yardimci bulamazdin.”
Hadis “Peygamber Mekke’de Necm suresini okurken secde etti ve onunla birlikte,-aldigi topragi alnina götüren yasli birinin disinda Müslüman ve putatapan herkes secde etti.” Kaynak: Buhari( hadis no:555), Tirmizi ve öteki hadis, fikih kitaplari.
SORU:
1-Peygamberin can düsmani diye nitelenen putataparlar nasil oldu da, Muhammed ile bir araya gelebildiler?
2-Putataparlar nasil oldu da, Muhammed ile birlikte secde ettiler?
Bu sorularin karsiligini bulabilmek için, bundan sonraki iki hadis iyi incelenmelidir.
Hadis: “Peygamber Mekke’de iken Necm suresini okuyorduç” Lat’i, Uzza’yi ve bir öteki, üçüncü (put) olan Menat’i gördünüz mü ? diyen yere gelince seytan, peygamberin diline sunu ativerdi “Iste bunlar, yüce turnalardir. Sefaatleri de elbette ki umulur.” Bunun üzerine putataparlar: “Muhammed daha önce degil, bu gün tanriçalarimizi iyi sözlerle andi!” dediler. Yine bunun üzerine Peygamber secde etti ve onlar da secde ettiler. Iste bu nedenle de Tanri su ayeti indirdi: “(Ey Muhammed!) Senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, seytan onun okuduklari arasina, bir seyler katip birakmasin. Tanri, seytanin biraktigini bozar, kendi ayetlerini güçlendirir. Tanri bilendir, hikmetlidir.” (Hacc suresi, ayet:52)
Ve çok açik görülüyor ki: Putataparlarin Peygamberle birlikte secde etmelerinin nedeni :”Peygamberin üç putu (Lat, Uzza, Menat) öven sözlerle anmasi ve bunu, ayet olarak okumasidir.” Bu sözlerin olusturdugu ayetler, tanrinin ayetleri degil “seytanin ayetleri”dir.
Bu ayetler sonradan sureden çikarilmistir. Hacc suresinin 52.ayetinde anlatilanda budur.
Bu konuda uzun söze gerek yok. Islam dünyasinin en büyük uzmanlarindan Suyuti ve Ibn Hacer “hadis”i saglam ve olayi gerçek kabul ediyorlar. Süyuti’de, Ibn Hacer’de hangi hadisin saglam, hangisinin çürük oldugunu en iyi bildikleri Islam dünyasinda kabul edilegelmis uzmanlardir. Ve bunlar için de “dinsiz, Islam düsmani” suçlamasi yapilamaz.
Kisacasi: “Seytan Ayetleri” olayi gerçektir. Bunu yok sayma çabalari da bosunadir. gerçek oldugu halde bu olaya “iftira”dir, “dinsizlerin uydurmasidir” biçimindeki sözler, cinayete azmettiren fetvalara çanak tutmaktan baska bir seye yaramaz.
Ancak Muhammed, kendi bakimindan isin kolayini bulmustur; su bakimdan ki, bir kere hiç kimselerin göremedigi bu seytanlari somut biçimde görebildigini ve gerektiginde boyunlarina sarilip onlari bogabilecek güçte oldugunu söyliyerek övünür.
Öte yandan kendi seytani’nin müslümanlikla emrolundugunu ve bu nedenle kendisine yardimci oldugunu, oysa ki diger peygamberlerin böyle bir ayricaliga ve üstünlüge sahip kilinmadiklarini söyliyerek övünür. Söyleki:
Ahmed Ibn Hanbel, Nesei, Ibn Teymiyye gibi kaynaklarin bildirmesine göre Muhammed, büyük bir bedenî güce sahip olarak seytani yakalayip bogdugunu anlatmak üzere söyle konusmustur: “Namaz kilarken seytan geldi. Hemen yakaladim, yere yatirdim, boguyordum onu. O denli ki, onun dilinin soguklugunu elimin üzerinde duydum”. Nesei’nin Ayse’den rivâyetine dayali bu sözlere ek diger rivâyetlere göre Muhammed, seytani bogarken onun salyasinin eline bulastigini, ve bunu elinde bunu hissettigini bildirmistir
Yine bunun gibi bir kez namaz kilarken seytanin saldirdigini ve namazini bozdurmak istedigini, ve fakat Tanri’nin yardimi ile seytani yakaladigi gibi Mescid’in direklerinden bir direge baglamak istedigini ve fakat bu uygulamanin Süleyman “peygamber”e özgü kalmasini düsündügü için vazgeçtigini söylemistir (Anlasilan sirf bu konuda ayricalik gütmemistir)
Seytan ile iliski konusuna gelince, her hususta oldugu gibi bu konuda da Tanri’nin kendisine, hiç kimselere ve hiçbir peygambere layik görmedigi imtiyazlari sagladigini, ve seytani’ni “müslüman” yaptigini öne sürerek söyle demistir: “Benim seytanim kâfir idi. Lâkin Allah ona karsi bana yardim etti de (seytanim) müslim oldu” Müsned-i Bezzâr’da ki bu hadîs için bkz. Sahih-i… (Cilt II, sh. 247). ayreica bkz. Gazalî, age (1975) Cilt II, sh. 79, 84)
Bu sözleri su vesile ile söylemistir. Bir gün Ashabi ile konusurken aklina, kadinlari seytanlara benzetmek fikri gelir ve söyle der: “Kadinlar insanin karsisina seytan gibi çikarlar. Bir kadin görüp heves ettiginiz vakit, hemen kendi âilenize mürâcaat edin. Çünkü onda olanin aynisi onda da vardir” Müslim ve Tirmizî’nin rivâyet ettikleri bu hadîs için bkz. Gazalî, age (1975) Cilt II, sh. 78-79
Fakat kadin’in “seytan niteligî”nden dogma tehlikeliligini biraz daha vurgulamak için söyle ekler: “Kocalari hâriçte bulunan kadinlarin yanina girmeyin. Zirâ kan damarda isledigi gibi, seytan (da) , insanin vücûduna isler” . Bunun üzerine Ashab’dan biri dayanamaz, sorar: ” Senin de mi yâ Resûlallah?” Onlarin sorusuna Muhammed söyle yanit verir: “Evet benim de. Fakat Allah bana yardim etti ve seytanim müslüman oldu”. Müslim ile Tirmizî’nin rivâyetleri için bkz. Gazalî, age (1975) , C. II. sh. 79)
Simdi de akliniza muhtemelen söyle bir soru gelecektir: “Müslüman olan bir seytan’in seytanligi nerede kaldi?”. Söylemege gerek yoktur ki o tarihlerde hiç kimse bu soruyu aklindan geçirmedigi için Muhammed, cevap bulma güçlügü karsisinda kalmamistir. Ancak ne var ki, müslüman oldugunu söyledigi bu kendi seytaninin ona, ara sira bir takim azizliklerde bulundugu, onu kandirdigi anlasilmaktadir. Örnegin bir def’a’sinda bu kendi seytani onu, putperestlerin “Lât”, “Uzza” ve “Menât” adindaki putlar lehinde konusturmus ve: “Iste bunlar, yüce turnalardir. Sefaatleri de elbette ki umulur” seklindeki sözleri Kur’ân’a âyet olarak koydurtmaga çalismistir ki bunlar “Seytan âyetleri” diye bilinir. Güyâ Tanri seytanin bu yaptigini bozmus ve Muhammed’e söyle demistir: “(Ey Muhammed!” Seni, sana vahyettigimizden uzaklastirip daha baskasini ileri sürerek bize iftira etmeye sürüklüyorlardi nerdeyse. O zaman seni dost bulacaklardi. Eger seni pekistirmis olmasaydik andolsun ki onlara egilim gösteriyordun, az kalsin. O zaman sana yasami da, ölümü de kat kat azab biçiminde artirirdik. Sonra da bize karsi bir yardimci bulamazdin” (K. 17 Isrâ sûresi, âyet 73-75).
Görülüyor ki Tanri, yanilgiya düsmesin diye Muhammed’i pekistirdigini ve yanilgidan kurtardigini söylemekte. Evet ama bütün bunlari söyleyen bir Tanri, neden acaba sadece Muhammed’in seytanini müslüman kilar? Ve neden müslüman kildigi seytan Muhammed’i kandirmaga kalkar? Ve Neden Muhammed bu seytan’in sözlerine kanip putlar lehine konusur? Ve nihâyet neden Tanri, Muhammed’i seytana ayak uydurmaktan korur da diger peygamberleri ve insanlari seytan’in kötülüklerinden korumaz?
Söylemeye gerek yoktur ki bu tür sorulari ancak akilci egitimden geçmis insanlar sorabilir. Böyle bir egitimden yoksun seriâtçilar ise, bu tür sorularin ancak dinsizler tarafindan sorulacagini söylerler.
Mekke döneminde iken Muhammed, her ne kadar güçsüz durumda bulunmakla beraber, Kureys’in ileri gelenlerinden biri olan Ebû Tâlib</B>’e güvenerek, Kureyslilere meydan okur, onlarin putlarina küfürler eder dururdu. Onun bu davranislarindan yilmis olarak Kureysliler, günün birinde uzlasma teklifinde bulunurlar. Söyle derler: “Ey Muhammed! sen bizim ilâhlarimiza küfretmekten vazgeç… Bir yil boyunca bizim Lât, Uzza ve Menat adindaki ilâhlarimiza bir yil boyunca ibâdet et, biz de senin ilâhina (Tanri’ya) ibâdet edelim. Senin bizi kabule çagirdigin din, bizim dinimizden hayirli olursa, biz de o din’den hissemizi aliriz; eger bizim dinimiz seninkinden hayirli olursa, sen bizim dinimizden hisseni alirsin” Taberî ve Ibn Ishak, Sûyûtî, Ibn Hâcer gibi en saglam kaynaklarda yer alan bu hususlar için benim “Seriât’tan Kissa’lar”
Teklif Muhammed’e yatkin görünür; onlari bu yoldan kazanacagini düsünerek Lât, Uzza ve Menat adindaki putlari övücü nitelikte olmak üzere Kur’ân’in Necm sûresi’nin 19 ve 20.ci âyet’lerine sunlari koyar: “Gördünüz mü Lât’i, Uzza’yi ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’i? Iste bunlar, yüce turnalardir… Sefâatleri elbette ki umulur”.
Buna pek sevinen Kureys’liler: “Muhammed… tanriçalarimizi iyi (sözlerle) andi” diyerek secde ederler. Muhammed de onlarla birlikte secde eder
MUHAMMEDİN BU davranisi üzerine, müslümanlar hayal kirikligina ugramis olarak üzüntülerini ortaya vururlar. Onlarin bu tepkisi nedeniyle Muhammed, hatâ ettigini anlar. Taraftarlarini kaybetmektense hatasini düzeltme yolunu seçer. Cebrâil’in gelip kendisine hatasini bildirdigini söyler. Güyâ yukardaki sözleri onun diline âyet olarak sokan seytan’dir, ve seytan daha önceki “peygamberlere” de buna benzer oyunlar oynamistir; bununla beraber Tanri seytan’in bu tür oyunlarini dâima bozdugu gibi, iste simdi Muhammed’le ilgili bu olayda da bozmustur!. Bunun böyle oldugunu anlatmak üzere Muhammed, Tanri’dan vahiy indi diyerek Kur’ân’a su âyet’i koyar: “(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir Resûl ve Nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulundugunda, seytan onun dilegine ille de (beserî arzular) katmaya kalkismasin. Ne var ki Allah, seytan’in katacagi seyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini saglam olarak yerlestirir. Allah hakkiyle bilendir…” (K. 22 Hac sûresi, âyet 52)
X
SABİİLİK NEDİR?

Sabiiler, Ortadoğu ve Islam kaynaklarına göre yıldızlara tapıyorlardı. en başta, yıldızlar katagorisine Ay ve Güneş de sokuluyordu. Fahruddin Razi gibi ünlü Kur’an yorumcuları ve Ibn Hazm, Şehrestani, Fadullah el Ümeri gibi yazarlar bu görüşü benimserler.
Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te aynen var.
Evet, ..Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay da kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle. Ibn Nedim, “El Fihrist” adlı eserinde, Sabiilik’teki farz orucunun 8 Mart’ta başladığını belirtiyor. Bunun dışında 9 Aralık’ta başlayan 9 günlük bir oruç ta var. Ayrıca, 8 Şubat’ta başlayan 7 günlük bir oruca çok önem veriyorlar. 16 ve 17 günlük “nafile” oruçlara da değiniliyor.(s.442-445)
Ibn Hazm ise, “El Fasl” adlı eserinde Sabii’leri şöyle anlatıyor: “Yedi yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında bulundururlar.. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kabe’ye saygı gösterirler.”
Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı. 956 yılında ölen ünlü Islam hadisçisi Mes’udi “Mürucu’z Zehep” adlı eserinde, 7 yıldız adına yapılan, Dünya’nın en büyük tapınaklarını sayarken, Kabe’nin de adını anar: “El Beyt’ül Haram (Kabe), geçen çağlar boyu hep saygı görmüştür, çünkü o Zühal (Satürn) Evi’dir.” Ne var ki, yine Mes’udi’nin verdiği bilgiye göre, Güneş tapınakları dörtgen olduğuna göre, Kabe de Zühal yıldızı için değil, Güneş için yapılan bir tapınak olsa gerektir.
Muhammed de Sabii olarak tanınıyordu
Muhammed’in arkadaşlarından iki kişi bir kadınla konuşuyor:
“Haydi yürü gidelim!” dediler.
“Nereye?” diye sordu kadın.
“Tanrı’nın elçisine” diye karşılık verdiler.
“Haa, şu kendine Sabii denilen kimseye mi?” diye sordu kadın.
“Evet, işte o senin söylediğin kimseye.”
Başka hadisler de aynı gerçeği doğrular. Bu konunun, Saçak Dergisi’nin 49. Sayısında yer aldığını da belirtelim.
Islamın yalnız inanç ve ibadetleri değil, bu inanç ve ibadetlerde kullanılan sözcüklerin de çoğu gene Sabiilik dininin temel dili olan Süryanca’dan, Aramca’dan gelir. Allah, Rahman, Kur’an, Furkan, kitab, melek, insan, Adem, Havva, nebi, salat, alem hep Süranca’dır. Ve bir sözcük daha Süryanca’dır: Savm, yani oruç.
Kur’an’daki temel ve anahtar sözcüklerin Sabiilikten gelmesi bir gerçeği kanıtlıyor: Islam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.
Oruç, Islamiyet öncesinde de farzdı: Islam öncesinin Mekke’sinde, “putataparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: “Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)
Burada sorulması gereken şu: ”Putlara taptıkları” söylenen insanlar, “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı?
Hiç kuşkusuz, yıldızlar için, en başta da “Güneş Tanrı” için. Yıldızları ve Güneş’i simgeleyen ve sonraları “put” diye nitelenen simgeler önünde. Elbet, asıl amaç da varlığına inanılan “görünmez Tanrı”ya yaklaşmaktı. Buna Kur’an da tanıklık ediyor. (Bkz. Zümer Suresi, Ayet3.) “Tanrıya yaklaşmak” için o zaman da aracılar vardı, Islam’da da vardır. Islam’da olduğu gibi, o zaman da, “ibadet”ler, en son hedef olarak Tanrı için yapılırdı. Oruç tutulurken de hedef, “Güneş Tanrı”ydı. “
Güneş’e Ayarlı
Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı: “Güneş’in dünyayı ışınlarıyla aydınlatmak üzere olduğu tanyerinin ağarmasıyla başlanıyor, battığı zamana değin sürdürülüyor. Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış. O çağlarda, Arabistan’daki coğrafya bilgisiyle bu hesap nasıl yapılabilirdi ki?”
“Islam yenilikçileri”, şimdi bir takım hesaplar yapıyorlar. “Altı ay gece, altı ay gündüz olan yerler”de ne yapılacak? Çözüm şöyle: Oruç tutulabilecek en yakın yöredeki günlerin saat olarak uzunlukları esas alınıp, ona göre oruç tutulabilecek. Ama ne Kur’an’da ne de Hadis’lerde buna cevaz var. Ayetteki açıklama çok açık: Orucun başlangıcı, Kur’an’ın emrine göre tanyeri ağarmadan önce, sonu ise güneşin batması.
Ilahiyatçı çevrelerden, “kutuplarda nasıl oruç tutulacağına ilişkin nass, yani ayet ve hadis niye yok?” diye sorulduğunda, “masıt”la “vesail”i, yani “amaçlar”la “araçlar”ı birbirine karıştırmamak gerek diye bir karşılık alınıyor. “Bu konuda ayet ve hadisin bulunmamasının da bir önemi olmadığı” açıklanıyor. Tabiki bulunmaması doğaldır muhammedin kutuplardan haberi yoktur da ondan
Yalnız Ortadoğu’da mı? Güneş’e tapmanın geçerli olduğu birçok yerde Güneş’e ayarlı bir oruca rastlanıyor. “Meksika nere, Arabistan nere?” denecek ama Meksika yerlileri içinde bile oruç var.
Belgesi şu ünlü Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde. Arşiv’deki birçok belgelerin kopyasının “2000’e Doğru” kitaplığına girdiği de biliniyor. Meksika Maslahatgüzarı Tahsin Mayatepek’in 1937 yılında Atatürk’e gönderdiği 14. Raporun başlığı şöyle: “.. Müslümanlığa ait olduğu sanılan hususların müslümanlığa Güneş Kültü’nden girdiğine..dair mühim malumat ve izahati havi rapor.” (Bkz. Saçak Dergisi, sayı 49, Şubat 1988, s.18.) Bu raporda, orucun da içinde bulunduğu “ibadet”lerin, “Güneş Kültü”nden Islama girdiği bir bir anlatılmış. Soru şudur: Oruç, ilahi bir emir olarak kabul edilmektedir. Oysa, Meksika’dan Çin’e kadar tek tanrılı dinlerin öncesinde de Güneş’e tapanlar, gün doğumundan batımına kadar oruç tutuyorlardı. O zaman bu ibadet nasıl açıklanıyor? Gene ilahi bir emirle mi?
Not: Muhammed, 570 veya 571’de doğdu, 632’de öldü. 40 yaşında da “Tanrı ile insanlar arasında aracılık” görevini aldığını açıkladı. 61-62 yıllık yaşamı ve 21-22 yıllık “Tanrı’nın özel sözcülüğü” içinde topu topu 8 islam ramazanı var.
Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. İlk ramazanı Hicri 1 ramazan 2 (Miladi 26 Şubat 624), son ramazanı da Hicri 8 ramazan 9 (Miladi 12 Aralık 631) olup, günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine..ÇÜNKÜ O İNANANLARIN SAYISINI AZALMASINI SAĞLAYACAK KADAR AKILSIZ BİRİ DEĞİLDİ…
x
MUHAMMET’İN KADINLAR İLE İLGİLİ HADİSLERİ

Onlar üzerindeki hakkiniz, yataginizi istemediklerinize çignetmemeleridir. Istemediklerinizi evlerinize almamalaridir. Bilesiniz onlarin sizin üzerinizdeki haklari, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanizdir.” Tilmizi, Tefsir Tevbe, (3087).
Ümmü Seleme (radiyallahu anha) anlatiyor: “Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: “Hangi kadin, kocasi kendisinden razi olarak vefat ederse, cennete girer.” Tilmizi, Rada 10, (1161).
Ebe Hüreyse (radiyallahu anh) anlatiyor: “Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: “Nefsim kudret elinde olan Zat-i Zülcelal’e yemin ederim, bir erkek hanimini yataga davet ettiginde kadin imtina edip gelmezse, kocasi ondan razi oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler.”
Bir baska rivayette söyle denmistir: “Erkek, kadinini yatagina çagirir, kadin da gelmeye yanasmaz, erkek öfkelenmis olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar -bir rivayette yataga gelinceye kadar- kadina lanet okurlar.”
Bir baska rivayette: “Kadin küskünlükle kocasinin yatagindan ayri olarak sabahlarsa, melekler onu lanetler” denmistir. Buhari, Nikah 85, Bed’ü’l-Halk 6; Müslim, Nikah 120 – 122 (1436); Ebe Davud, Nikah 41, (2141).
Yine Ebe Hüreyse (radiyallahu anh) anlatiyor: “Ey Allah’in Resulü. dendi, hangi kadin daha hayirlidir?” ”Kocasi bakinca onu sürura garkeden, emredince itaat eden nefis ve malinda, kocasinin hosuna gitmeyen seyle ona muhalefet etmeyen kadin!” diye cevap verdi.” Nesai, Nikah 14 (6,68).
Hz. Ömer (radiyallahu anh) anlatiyor: “Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Erkege, hanimini ne sebeple dövdügü sorulmaz.” Ebe Davud, Nikah 43, (2147).
Hz. Aise radiyallahu anha anlatiyor: “Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Eger bir kimsenin bir baskasina secde etmesini emretseydim, kadina, kocasina secde etmesini emrederdim ve eger bir erkek karisina kirmizi bir dagdan siyah bir daga ve siyah bir dagdan kirmizi bir daga tas tasimayi emretseydi, uygun olan, kadinin bu emri yerine getirmesidir.”
Muhammet’in evli kadınlara yönelik hadisleri:
“Bir adam karısını yatağına çağırsa da, kadın yanaşmasa, o sırada cinsel ilişkide bulunmazsa ve bu yüzden kocası geceyi öfkeli-sinirli olarak geçirse, melekler o kadına, sabaha değin lanet ederler.” (Bkz. Buhari, e’s- Sahih, Kitabu Bed’il’halk/7; Tecrid, hadis no.1337; Müslim, e’s-Sahih, Kitabu’n-Nikah/120-122,hadis no.1436; Ebe Davud, Sünen, Kitabu’n-Nikah/42, hadis no.2141).
“Bir adam karısını cinsel ihtiyacını gidermek için çağırdığı zaman, kadın hemen o çağrıya uymalıdır. Kadın, tandırda (fırında, ocakta) o anda iş görüyor olsa bile..”(Bkz: Tilmizi, Sünen, Kitabu’r-Rıda/10, hadis no.1160).
“…Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha zararlı fitne ve fesad (âmili) olarak hiçbirşey bırakmadım” (Ibid,327, Usâme Ibn-i Zeyd’in rivayetine dayalı bu hadis için bkz. Sahih-i Buhari tecrid, II, 267, hadis no. 1795)
“…Uğursuzluk üç şeyde: ‘at’ta, ‘kadın’da, ‘ev’de hâsıl olur”
“…Eğer eşyada şeâmet farzolunursa ‘at’ta, ‘kadın’da, ‘ev’de ve ‘mesken’de aranılmalıdır” (Abdullah Ibn-i Ömer’in ve ayrıca Selh İbn-i Sa’dın rivayetlerine dayalı olarak Buhari’nin naklettiği bu hadisler için bkz. Sahih-i Buhari tecrid, VIII, 312, hadis No. 1211 ve XI, 267-8, hadis No.1795)
“Tanrı elçisi namazı bozan şeyleri benim önümde tekrarladı. Bunlar: Köpek, eşek ve kadındır”(Muhammet’in karılarından Ayşe, Ibid, 82;Ayrıca bkz. Mishkat..,(1960), IX, Kesim 16, 292)
“Önünde deve semerinin ard kaşı boyunda bir sütresi olmayan kimsenin namazını kadın, eşek bir de kara köpek kat’eder” (Ibid,441)
“Ben kadınlarla asla tokalaşmam”(Tırmızi’nin refika kızı Ümeyye’den rivayet ettiği hadisler)
Muhammed’den Bir Olay
Bayram gunlerinden birinde Muhammed, kadinlarin yanindan gecerken onlara hitaben: “Kadinlar sadaka verin, zira bana Cehennem gosterildi, cogu sizler idiniz.” diye seslenir. Kadincagizlar sasirirlar ve: “Ya Resu’llah neden?” diye sorarlar. Muhammed cevap verir: “Cunku siz otekine berikine cokca lanet eder, zevclerinize karsi kufran-i ni’met gosterirsiniz. (ne acaiptir ki kendini zapteden tam akilli ve dininde) hazimli kimsenin aklini sizin kadar eksik akilli, eksik dinli kimsenin celebildigini gormedim.”
Kadinlar biraz daha sasirmis olarak yine sorarlar: “Aklimizin, dinimizin eksigi nedir? Ya Resu’llah”. Bu soru uzerine Muhammed onlara Kur’an’in Bakara suresinin 282inci ayetini hatirlatir: “Kadinin sahadeti, erkegin sahadetinin yarisi degil midir?” Kadinlar, “Evet” diye yanit verirler. Onlarin bu dogrulamasi uzerine Muhammed tekrarlar: “Iste bu aklinizin eksikligindendir.”
Bunu soyledikten sonra yine kadinlara sorar: “Kadin hayiz gordugu zaman da namaz kilmaz, oruc tutmaz, degil mi?” Kadinlar buna da “Evet” derler. Bunun uzerine Muhammed, “Iste bu da dininizin eksikligindendir” diyerek sozlerini tamamlar. (Buhari Muhtasari Tecrid-i Tercemesi, 1970-, I, 222, Hadis No 209)
X
KURAN’DA KADINLARLA İLGİLİ BAZI AYETLER

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür”(Nisa/4/34)
“ Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “Nisa/4/128
(Not:Erkeğin hakkı ile kadınınkiler arasındaki farka dikkat! Erkek dövebilir, ama, kadın sulh yapmaya mecbur!)
“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdir de) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.”(Nisa/3)
Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz” (24/Nur/31)
Erkek kadından birçok yönden üstündür:
Erkeğin akılca üstünlüğü vardır
Diyette (kurtulmalıkta) üstünlüğü vardır.
Miras konularında üstünlüğü vardır.
Erkek, “kadı (yargıç)”, ‘hükümdar” olur, kadın ise olamaz. Erkek tanıklığa da daha elverişlidir.
Erkek, kadının üzerine evlenebilir. Dilerse karısının, karılarının üzerine cariye de alabilir. Kadın için, kocasının üstüne evlenmek gibi bir hak yoktur.
Bakara Suresi, Ayet:228 : Fahruddin Razi, e’t-Tefsiru, Taberi, Camiu’l-Beyan, 2/275-276; Tefsiru İbn Kesir, 1/271; Dr.:
Mirasta erkeğin payı daha çoktur.
Erkek kadını boşayabilir. Kadın, erkeği boşayamaz. Erkek kadını boşadıktan sonra da süresi içinde dönüş yapabilir, kadının bu yönde bir hakkı yoktur.
Erkeğin ganimetten payı kadınınkinden çoktur.
Kadınları dövme özgürlüğü:
Nisa suresi, 34.ayet, Diyanet çevirisi:
“Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler, kadınlar üzerine hakimdirler. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah’ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zaman da koruyanlardır.Serkeşlik etmelerinde endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa onların aleyhine yol aramayın. Doğrusu Allah Yüce’dir, Büyük’tür.” (Çevirideki “serkeşlik”, ayetteki “nuşuz”un karşılığıdır. “Serkeşlik”, Türkçe sözlükte şu anlamdadır:”kafa tutma, baş kaldırma.” )
Cosmades, 26.7.2005
x
Sayın Cosmades,
Önce sevgi sundum. Gönderdiğin yazıdan memnn oldum. Daha okuyup bitiremedim. Ancak konu bakımından çok beğendim.
Şimdi kal sağlıcakla, teşekkürler sana ve eşiniz hanımefendiye…
Hayri Balta, 26.7.2005
X
Cok sevgili Hayri Balta,
Selam! Sen ve Meliha hanim nasilsiniz? Yazilarini gonderdigine seviniyorum. Omer’in adaleti (!) ile ilgili yazin dikkatle incelenmeli ve gercege yaklasik asamaya getirilmeli. 641’de Iskenderiye’yi aldiginda oranin dunya capinda en ustun kitapligini yaktirmaya emir verdigine deyinilmiyor. Baska kopyesi olmayan cok degerli klasikler hamam atesini besledi. Burada adalete rastlanir mi?
Yazinda konusunu ettigin iki anne ile cocuklarina iliskin olay. Nerede yaziliyor? Kuran’da yoktur. Hadislerde de olamaz. Bu nereden uyduruldu? Bunun aslini ogrenmek isterseniz, Eski Antlasma’da I. Krallar 3:3-28’i okuyun. Islam’in cikisindan yaklasik 1600 yil once Suleyman’la ilgili bu bilgelic olayi nasil oluyor da, Omer’e atfediliyor? Islam’in saysiz puf noktasini duymustum, ama bunu ilk kez duyuyorum. Inancin kopyeciligine iliskin yeni bir kanit! Bu uydurmanin nereden ciktigina bir bakin! Asilsiz sahip cikmalar onlenebilirse bu da senin yeni bir katkin olacak gercege. Turan Dursun, Din Bu kitabinda Omer’le ilgili nice gelcegi sergiliyor.
Cok sevgilye,
Thomas Cosmades, 17.8.2005
X
Cok sevgili Hayri Balta,

Bekliyordum. Senin gibi uygar davranis eksikligi cekmeyen bir aydini ne denli sevsek azdir. Ovguye yarasir atilimina kosut olarak Meseller’de su yerleri oku: 31:8,9 ve 24:11. Ermeni jenosidi ile ilgili o kroniklesmis kanser vaktinde ele alinsaydi, Turkler bugun alni acik tutumla dunyaya bakabilirdi. Bu iliskide su ayetlere de bir bak: Luka 12:2 ve Meseller 28:13, 17. II Cihan Savasi sonrasi Almanlar’in derin sanciyla gercegin buyruguna uymalari onlara ulusal travmadan arinma ve terapi sagladi. Keske Turkler ayni uygar davranisla esenlige cikaran yolu secse! Ne var ki, inancta alcalma, ikrar af dilemeye yanasma yoktir. Bilirsin.

Sen de cigir acanlar arasindasin. Bunun sonrasini gormeni yurekten dilerim. Ermeni tehcirinin yuzuncu yili 2015’te senin bugunku tutumuna katilan pek cok insan bulunacak o ulkede. Bunun baska yolu ve cikari dusunulemez. Daima iyi dusuncelerle dolu anilarimizdasin. O eski acimazliklardan anlatan yazilarin bir tekini sana iletiyorum.

E-mail listesinde adim Thimas olarak gecmekte. Bunu Thomas olarak degistirebilirsen sevinirim. Meliha hanim sana iyi bakiyor; daima aynisini yapabilmesini dilerim.
Sevgiyle,
Thomas Cosmades, 3.10.2005
X
Thomas Cosmades Dostum,
Önce sevgi sundum. Eşiniz hanıefendiye de aynısını sundum.
Övgünüz için teşekkür. Ne var ki gerçek saygısı olanların doğruyu söylemesi gerektir. Tanrı bilgisine erdiğinii söyleyen bizler doğruyu söylemezse kim söyler?
İncil’de bir söz vardır: “Siz dünyanın tuzusunuz; tuz tadını yitirirse ona ne ile tat verilir.” Bu nedenle hiç olmazsa bizler tuzun tadını yitirmesini önlemeliyiz.
E-posta kutusundaki adınızı düzelttim. Bir yanlışlık olmuş, özür dilerim.
Eklerin biri dışında diğer üçü İngilizce… Oysa benim İngilizcem yok. Rica etsem onların türkçesini gönderebilir misiniz? Çünkü Ermeni Sorunu adında bir dosya hazırlıyorum. Göndereceğiniz Ermeni Sorununa ilişkin ylazılar bu dosyaya yerleştirilecektir.
Eşimin size ve eşiniz hanımefediye sevgisi, selamı var. Benim de…
Şimdi kalınız sağlıcakl,
Bilge Balta, 4.10.2005
X
Cok sevgili Hayri Balta,
Mektubun bizi duygulandirdi. Lila hanimin sana ve Meliha hanima selamini ve sevgisini iletirim. Dogrusu sasirdim! 1917 yilinda New York’un taninmis New York Times gazetesinde Ermeni jenosidi ile ilgili bir tanik gozlemini hem o orijinal yazinin, hem de duzgun bicimde yazilmis Ingilizce, Almanca ve Turkce metinlerini e-mail ile gondermistim. Umarim bugun yeniden gonderdigim Turkce metni alirsin. Lutfen bildir. Elimde bu konuyla ilgili pek cok Ingilizce yazi vardir. Istersen gondereyim, Ingilizce bilen kisilerle paylasirsin. Daima sag ve saglikli olasin.
Sevgiyle,
Thomas Cosmades, 5.10.2005
X
KİME GİDECEĞİZ Kİ?
Gerçek demokraside bireyler her tür seçimde özgürdür: Siyasal görüşlerde, inanç konularında, spor kulübü yanlılığında, meslek seçmede, vb. Her çeşit baskı ve korkutmayla esasta istenmeyen siyasi görüşlere katılma zorunluluğu iç varlığa işkence çektirir. Örneğin, tek partili yönetimlerde kişinin istemeye istemeye belirli bir partiye bağımlı kılınması. İnanç konusu bundan da önemlidir. Herhangi bir dine bağlılık yükümlülüğü o toplumda pek çok insanı rahatsız edici bir zorlamadır: Aile-muhit baskısı, korku korkutma, gözdağı, iş güç gereği, vb. Yeryuvarlağında pek çok inanç var. Bazıları genelde uygulanan inanca bağlılığı zorunlu kılmış, hatta o inançtan ayrılanı ölüm cezasıyla korkutmuştur.
İnançlara şöyle bir baktığımızda İsa Mesih’e bağlılığın başkalığı hemen belirgin olur. Bu bağlılık çeşitli mezhepler ilişkisinde tanınıyorsa da tümünden ayrı sıradadır; çünkü burada bir dine, dinsel kümeleşmeye değil, üstünlüğü doğrudan doğruya beliren çok önemli bir kişiye iman etmek söz konusudur. Genel kullanımda Hristiyanlık diye bilinen inancın değiştirilemeyen özelliği, doğrudan doğruya tek Tanrı’ya ve O’nun insan soyuna Rab-Kurtarıcı atadığı ezeli-ebedi Oğlu İsa Mesih’e iman etmektir. Bu İsa kendisine bağlanmayı yok peygamberlere, yok törelere, yok icaplara, yok belirli yetkilere, yok sayılı yerlere, ya da bu türden ilişkilere bırakmadı. Doğrudan doğruya kendi kişiliğiyle bağlanma gereğini vurguladı. Koşulu bağı olmayan ilişki..
Başlangıçta Rab İsa’nın çevresine toplananların sayısı oldukça kabarıktı. Ne var ki, çoğu O’nun öğretisini bütünlüğüyle kavrayamadı. Böyle bir gelişimde birçok öğrenci yanından ayrıldı. Mesih ne kimseye korku verdi, ne de herhangi birini dışladı. Tam tersine, geriye kalan on iki öğrencinin önüne bir yeğleme koydu: “Yoksa siz de mi gitmek istiyorsunuz?” (bkz. Yuhanna 6:60-71). Bu karar özgürlüğü Mesih’le kişisel ilişki kurmanın özünü oluşturur ve herkese tanıtılır: “Davetim açıktır, kesindir. Karar senindir. ben zorlamayla hiç kimseyi kendimde tutmam.” İsa Mesih, açıklamasında şu önemli gerçeği vurguladı: “Bu nedenle size, ‘Kendisine Babam’dan olanak sağlanmadıkça kimse bana gelemez’ dedim.” (Yuhanna 6:65). Ademoğlu havvakızı, “Ben İsa Mesih’e iman ediyorum” diyerek, giderayak duygusallıkla O’nun bağlısı olamaz. Günahlıyı Oğul’a Baba çeker. Ve eğer Baba çekmişse, kişisel kaprisler Tanrı’nın çağrısını bastıramaz.
YAHUDA TRAJEDİSİ
On iki öğrenci İsa’dan ayrılmayla O’nun yanında kalma önerisini duyunca, aralarında daima sözcülük eden Petros söze atılarak kesin yeğlemeyi dile getirdi: “Ya Rab, kime gideceğiz ki? Sonsuz yaşam sağlayan sözler sendedir. Biz de iman ettik ve bildik ki Tanrı’nın Kutsalı sensin” (Yuhanna 6:68,69). Öğrenciler Mesih’i Rab olarak tanıdı, O’nun Tanrı kutsallığıyla konuştuğunu ve etkinlik gösterdiğini bildi, sonsuz yaşam sağlayan sözlerin taa kendisi olduğunu içine sindirdi. İsa Petros’un Tanrı’ca esinlenen imanını onayladı ve ardından üzücü bir gerçeği anımsattı onlara: “Siz On İkiler’i ben seçmedim mi? Üstelik içinizden biri iblisin tekidir. İşkariyotlu Simon’un oğlu Yahuda’dan söz ediyordu. Çünkü On İkiler’den biri olup İsa’yı ele verecek kişi oydu” (Yuhanna 6:70,71). İsa böylece içlerinden birinin kayıp gideceğine peygamberlikte bulundu. Acınılacak bir insandı Yahuda. Geldi, gördü, tattı, inanır göründü, İsa’yla ve On İkiler’le sofraya oturdu, parlak mucizelere tanık oldu, ama aklı karanlık yüreği de katı kaldı. İsa onu iblis olarak adlandırdı; gerçekten sonunda iblisin yanına gitti o.
Rab İsa Mesih’e somut bağlılık Tanrı’nın günahlıyı Kurtarıcı’ya çekmesiyle, yeniden doğuş sağlamasıyla başlar. Ne yazık ki, bazı kişilerin İsa’ya hayranlığı, O’nun doğaüstü eylemleri, sözlerinin başkalığı, “Ben de İsa’ya inanayım!’ yolunda bir istek koyuyor içlerine. Efendisine inanır gözüken Yahuda bunlardandır. Üstelik, bu adam para tutsağıydı. On İkiler’in masraflarını karşılayan para kesesi ondaydı. Ne yazık ki o hırsızdı, keseye konulandan aşırmaktaydı. İşte böyle birisiydi Mesih’in ardından gidenlere katılan Yahuda (bkz. Yuhanna 12:1-8). Paraca yararlanmak, hatta bir yolunu bularak para aşırmak amacıyla Mesih toplantısına sokulanların bu kaba eylemini bir gün gökler açığa çıkaracak. İncil’de çok üzücü bir gerçeğe değinilir: “Bizlerden ayrıldılar. Ne var ki, bizden değildiler. Bizden olsalardı, bizimle kalırlardı. Ama ayrıldılar; tümünün bizden olmadığı açığa çıksın diye..” (I.Yuhanna 2:19).
Demek oluyor ki, inanlılar arasına katılan herkes onlardan biri değil. Çünkü bazılarını Mesih’e O’nun Babası çekmemiş. Bunlar kişisel duygularla etkilenerek kendilerini Mesih’in topluluğuyla birleştirmişler, vaftize varıncaya dek –başkaları bu atılganlığı göze alamamış–belirli uygulamaları benimsemişler, ama Mesih’in gizemli sevgisini tatmamışlar, yeniden doğmamışlar. Haberci Pavlos bu ortamdakilerden yüreği sızlayarak, “Aramıza sokulan bazı düzmece kardeşler” diye söz eder (bkz. Galatyalılar 2:4; II.Korintoslular 11:26). Tanrı’nın Ruhu içlerinde konut kurmadığından gelmeleriyle gitmeleri bir olmuş: “Ama Tanrı’nın Ruhu gerçekten sizlerde konut kurmuş bulunuyorsa, bedeninizin gereksiz isteklerine uyarak yaşamıyorsunuz. Tersine, Ruh bağlılığındasınız. Mesih’in Ruhu’nu taşımayan kişi O’nun sayılamaz” (Romalılar 8:9).
Mesih’e iman etmek, ‘Sudan ve Ruh’tan doğmaktır… Bedenden doğan bedendir’ (Yuhanna 3:5,6). Buraya nokta koymamız gerekir. Ancak Ruh’tan doğandır hem bedensel hem de ruhsal –yani çift– doğumu olan. “Cansal insan (psihikos de anthropos) Tanrı Ruhu’na özgü konuları ağırlayamaz” (I.Korintoslular 2:14). Konuyu sürdürerek ikinci bölümün sonuna dek tüm parçayı okuyun. Psihi’nin tam anlamı can’dır. Psihikos insan sadece canlıdır; ruhsal insansa her konuya anlam verebilendir. Tanrı’nın Ruhu’ndan doğan, Mesih’te yeni yaratıktır (bkz. II.Korintoslular 5:17; Galatyalılar 6:16). Tanrı’nın diri Ruhu yaşamda etkisini bütünleyince, Ruh uyarınca yaşayan yeni yaratığı oluşturur. Bu, Mesih’e kurtarıcı olarak iman etmenin doğal sonucudur. Tanrısal düzenin kestirme yanı düşünülemez. “Ruh kendisi bizim ruhumuzla birlikte, Tanrı çocukları olduğumuza ilişkin tanıklık eder” (Romalılar 8:16). Tanrı Ruhu’ndan doğan kadın ya da erkek, geçici yaşamın ne olduğunu kavrayarak sonsuz yaşam özleyişiyle içinde inler. “Hem de sadece bu değil; Ruh’un ilk ürününe sahip olan bizler de evlatlığa alınmayı ve bedenimizin kurtuluş bulmasını büyük özlemle bekleyerek içimizden inliyoruz” (Romalılar 8:23).
Yahuda öğrenciler arasına girdi, ama yüzeysel birleşmeydi bu. Sözleri davranışları onun sadece cansal biri olduğunu apaçık göstermekteydi. Bu kısa yolculuğun acıklı sonucu kendini belirgin etti (bkz. Matta 27:3-10; Habercilerin İşleri 1:16-20). “Yahuda kendine yaraşan yere gitti” (Habercilerin İşleri 1:25). İsa Mesih son duasında ona ‘mahvolan oğul’ dedi (Yuhanna 17.12). İsa Mesih Yahuda’yı öbür öğrencilerle birlikte kendi bağlılığına çağırdı; ama Yahuda öbürlerin tersine çağrıyı değerlendirmedi. İsa’ya sadece ‘Rabbi’ (Öğretmen) diye konuştu (bkz. Matta 26:25). O’na Rab olarak konuştuğuna hiçbir yerde raslanmıyor. Kuşkusuz, Tanrı bildirisinde raslanan kendine özgü acıklı tiplerden biridir Yahuda. Romalılar 8:9’a az önce değinildi. Bunu yeni baştan incelemeniz çok yararlıdır. Kendisini Mesih bağlılığına atayanın yaşamını, tasarısını, amacını iyice incelemesi kendi yararınadır. Tanrı Yahuda’yı herkese bir uyarı kılıyor. Yaşam yolculuğunda karşılaştığımız çok önemli uyarı, bilinmesi gereken gerçek..
DİMAS’IN UZAKLAŞMASI
Bu üzücü konuya bakarken Yeni Antlaşma’da karşılaştığımız başka bir insanı da gözden geçirelim: Dimas (bkz. Koloseliler 4:14; Filimon 24; II.Timoteos 4:10). Markos’la aynı sırada önem taşıyan, İncil’e hizmetiyle övülen bir bağlıdır o. Adı geçen ilk iki ayette, Roma makamlarının hapse tıktığı Pavlos’un yanındadır. Ona yardımcılık etmektedir Dimas. Koloseliler ve Filimon’a mektup Roma’dan yazılıyor. Bu kısa bahiste Dimas’ı övgüye yaraşır bir inanlı olarak tanımaktayız. Ama onun konusu burada kapanmıyor. Haberci Pavlos’un yine Roma’dan daha geç tarihte Timoteos’a yazdığı ikinci mektup, Dimas’ı düş kırıklığı oluşturan bir insan olarak tanıtıyor hepimize: “Çünkü Dimas sevgisini şimdiki çağa kaptırarak beni bıraktı, Selanik’e gitti. Kriskis Galatya’ya, Titos Dalmaçya’ya gitti” (II.Timoteos 4:10).
Önceki içtenlikli bağlılığın, Mesih’e sevginin yerini bu kez, ‘şimdiki çağa sevgi’ almış. Başlangıçtaki öznel sevgi şimdi nesne değiştirmiş. Bambaşka bir sevgi ilkinkini geriye itmiş: Şimdiki dünyaya sevgi. Bunları nasıl anlatmalı? Dünyanın getirdiği maddi bolluklar, Yahuda’nın tutumunda görüldüğü gibi para-yararcılık kovalayışları, belki sağlıksız ilişkiler, belki zevke sefaya tutsaklık, kişisel önemlilik, mevki merağı ve daha her ne düşünülebilirse. Dimas’ın karakterini inceleyen başlangıçta bir hayranlık, bir heyecanlılık, bir isteklilik görmekte. Ne var ki, çok önemli bir öğe eksik: Kararlılık.. Derininde şimdiki çağa bağlılık kurdu etkinlikte ve işlerlikte. Ne dünyaya karşı haça çakılma onun varlığında gerçekleşmiş (bkz. Galatyalılar 2:20; 6:14), ne de şimdiki dünya görüşünün, hem Mesih’e hem de O’nun bağlısına kesin düşmanlık taşıdığını anlayabilmiş (bkz. I.Yuhanna 2:15; 5:4; II.Korintoslular 7:31). Mesih’e bağlanmış görünürken, derininde dünyaya ve dünyada olan şeylere az da olsa herhangi bir sevgi kurdu her inanlıya tehlike işaretidir. “Tilkileri tutun; bağları harap eden o küçük tilkileri, çünkü bağlarımız tomurcuklandı” (Ezgiler Ezgisi 2:15). Küçük tilkiler salkımın altını kemirir gerisini bırakır, böylece salkımların hepsini bozar. Dimas’ın ve daha nicelerin Mesih’e bağlılığı bu yolda bozuldu; çünkü yaşamından o küçük tilkileri kovmadı.
İBRANİLER’İN SARSINTISI
İbraniler’e mektup kurtarıcı Mesih’e inanmışken katlanılmaz baskı ve saldırılarla yüzleşenleri, yeni baştan önceki dine dönme tehlikesiyle karşılaşanları gözün önünde tutuyor. Mesih inancının başlangıcından bu yana çok iyi bilinen, her zaman kullanılan taktik inanlıları bıraktıkları dine zorla, korkutmakla geri çekme uğraşıdır. Bu mektubu yazanın adı hiçbir yerde geçmiyor. Tanrı Ruhu’nun yetkilediği çok geniş bilgiye ve ruhsal yetkinliğe sahip yazar taa başlangıçtan bu yana kilise topluluğunu üzen ve uğraştıran ‘ayrılma, kopma’ sorununa eğiliyor. Yeni Antlaşma’da okuduğumuz bu mektubun önemi çeşitli açılardan belirgindir. Kuşkusuz, bunların ön sırada geleni ilerideki yüzyıllarda kilise saflarından ‘koparılma’ sarsıntısını göğüsleyebilmenin gereğini ve yöntemini her inanlıya öğretmektir. Mektup Yahudi inancını ve uygulamalarını, Yahudiliği çok iyi bilen bir yazarın kaleminden, belki de birkaç yerde Yahudilik’ten gelmiş inanlılara yazılıyor. Bunlar Mesih’e bağlılıkları nedeniyle hor görülme, düşman bilinme, varlıklarından edinilme dışlamaları karşısındadır.
Bazılarının Mesih’e bağlılığı sarsılmakta, önceki inanca gerisingeri gitme bir çözüm yolu olarak akılları kurcalamakta. Kutsal Ruh’un esinlediği yazar böylesi bir sallantıya en etkin çözümle yaklaşıyor: “Gözlerimiz imanımızın önderi ve bütünleyicisi İsa’ya baksın” (12:2). İmanı sarsılanları yüreklendirmenin kanıtlı ve verimli yöntemi, Mesih’in su kaldırmaz yüceliği, sonsuzlar sonsuzu etkinliği ve her an inanlıya yeterliliğidir. Çünkü iman yolculuğunda saldırılar, baskılar, işkenceler çekenin O’nun dışında gözlerini çevirebileceği bir güç ve destek düşünülemez. O, herhangi bir inanlının karşılaşabileceği acı ve ıstırapların en aşırı ölçüsünü kesin sabırla üstlendi. Çarmıhın utancını hiç önemsemedi. Çünkü büyük sevinç beklemekteydi kendisini: Haçtaki ölümün sağlayacağı sonsuz gönenç. Böylesi istekli bir sununun ilerisinde, bu kurtulmalıktan yararlanacak sayısız günahlının özgürlüğünü görmekte, sunduğu bağışlamalıkla her soydan her boydan sayılamayacak oranda görkemli bir insan topluluğunun cehenneme yolculuktan parlak sonsuza kavuşacağını görmekteydi O. Yeşaya bu çarpıcı olayın bütünlenişinden yaklaşık yedi yüz yıl önce bu parlak gelişime peygamberlikte bulunmuştu: “Tüm ıstıraplarının ötesinde canının acıları ürününü görecek ve tatmin olacak. Doğru uşağım birçoklarını bilgisiyle doğru kılacak, suçlarını o yüklenecek” (Yeşaya 53:11).
Yerzüzünde İsa Mesih bağlılığından daha üstün, daha yararlı bir aşamaya hiçbir yerde, hiçbir ilişkide rastlanamaz (bkz. İbraniler 5:9,10). O’nun Baba’ya Oğulluğu, Baba’ya ve kendine özgü tekliği öncesiz çağlarda ve sonsuzda tartışma kaldırmayan üstünlüktür (bkz. İbraniler 1:2,3). O kendisini sonsuz Ruh aracılığıyla, kanıyla Tanrı’ya sundu (bkz. İbraniler 9:14). Bu çarpıcı özellikleri taşıyan Rab İsa Mesih’i yadsımak, Tanrı’nın kendisini dışlamaktır (bkz. 3:12; 10;26-31). Tanrı’nın Oğlu Yeni Antlaşma’nın temelini kurdu (bkz. İbraniler 9:11-15), Eski Antlaşma’da beklenen tanrısal gerçekleşmeleri ve bütünlemeleri O sonuçladı (bkz. İbraniler 10:1).
Bu köklü gerçekleri bilmeye karşın İbrani inanlılar arasında telaşa yol açan bir çözülme belirmiş: Başlangıçtaki sürekliliklerine soğuk rüzgâr esmeye başlamış, temel inanç ilkelerini öğrenmeye yeniden gereksinimleri belirmiş (bkz. İbraniler 5:12; 6:1,2). Yiyeceklere, içeceklere, ayrımlı yıkanmalara bir kayma ve bedene ilişkin buyrukları kapsayan uygulamalara bir sapma baş göstermiş (bkz. İbraniler 9:10). Bağlılıklarında iman, umut, sevgi sıcaklığı yüz geri etmeye başlamış. Onlara karşı etkinliğini gösteren düşmanlık ve saldırı zinciri sıkıştırıldıkça gitgide azıtmış. Rableri’nin ikinci gelişiyle ilgili diri umuttan yüreklenme coşkusu yitirilmiş (bkz. İbraniler 10:35-39; 12:1-13). İmanlarını başkalarıyla paylaşma gereğini gevşetmişler (bkz. İbraniler 5:11-14; 10:19-22). İnanlılarla toplantıda bir araya gelmeyi savsaklamışlar (bkz. İbraniler 10:24-25). Bu sıradan, olur olmaz nedenle toplantıyı bırakanlar arasında düşünce başkalarına da kayar: Şu ya da bu nedenle gücenenler, alınanlar, haksızlığa uğradıklarını savunanlar, vb. Bu tür gocunmalarla, hiç kimseye karşı gocunması olmayan Rab İsa Mesih topluluğuna rest çekenler iman yaşamında büyümediklerini belirgin eder. Biraz kaba düşebilir, ama akla bir atasözü gelir: “Al kaşağıyı gir dama, yağırı olan gocunur.” Mesih bağlısı bu türden çocuksu duyguları çoktan geride bırakan biri olmalı.
Mektubu alan inanlılar Mesih’e bağlanmalarının başlangıç döneminde her türünden ağır saldırılarla karşılaşmışlar, bunları katlanışla göğüsleyebilmişler. Bazıları cezaevine tıkılmış, başkalarının malları talan edilmiş. Bütün aşağılamalara karşın üstün umutlarında avuntu bulmuşlar (bkz. İbraniler 10:32-34). Çünkü yücede her an inanlıların karşılaşacağı saldırılara, kötülenmelere destek verebilen güçlü bir Başrahipleri var. O yeryüzündeki bağlılarının çalkantılarına yakınlık duyar (bkz. İbrailer 4:14,15). Bu inanlılar günaha karşı sürdürdükleri direnişte kanlarını akıtacak noktaya gelmemişler daha (bkz. İbrailer 12:4). Umutlarıyla ilgili ruhsal tanıklığa sımsıkı sarılmaları kendilerine belirtiliyor (bkz. İbraniler 10:23).
Konuya aldığımız bu üzücü olgular zinciri Mesih bağlılığından kopma ya da kendi yolunu tutma görünümlerinden birkaçıdır. İncil’in sayfalarına tüm açıklığı ve inceliğiyle aktarılan yürek burkucu sarsıntılardan.. Bu tür sapmalara yanıt ve çözüm öğrenci Petros’un dile getirdiği o içtenlikli ikrardır: “Ya Rab, kime gideceğiz ki? Sonsuz yaşam sağlayan sözler sendedir. Biz de iman ettik ve bildik ki Tanrı’nın Kutsalı sensin” (Yuhanna 6:68,69). Konuyu kapatırken şu ayeti bu yazıya eklememiz çok yararlıdır: “Önceden yazılan her söz bizi eğitmek için yazıldı. Öyle ki, Kutsal Yazı’nın sağladığı sabırla ve yüreklendirmeyle umudumuz olsun. Sabır ve yüreklendirme kaynağı Tanrı, Mesih İsa’ya benzerlikte birbirinize karşı aynı düşüncede olmayı size sağlasın” (Romalılar 15:4,5).
Bu destekleme uyarısını Rab İsa Mesih’in yüceden gelen belirgin yüreklendirmesiyle noktalayayım: “Ölüme dek güvenilir ol, sana yaşam tacını vereceğim” (Vahiy 2:10c).
Thomas Cosmades — 2009
X
TESLİS TEVHİD: TEMEL AYRIM

İnançlar arasında köklü ayrımlar, hem de çelişkiler bulunduğu örtbas edilemeyen bilgidir. Yaşadığımız dönemde uzlaştırıcı diyebileceğimiz bir akım ikide bir sesini duyurmakta: Yeryüzünün üç tektanrıcı (monoteist) dini. Bu sözle Yahudilik, Hrisiyanlık, İslamlık amaç ediniliyor. Kullanımın birleştirici bir nitelik taşıyıp taşımadığı araştırılmaya değer. Sözü edilen dünyasal üç inanç tektanrıcılığa birbirinden ayrımlı, birçok durumda çelişkili ve kendine özgü yöntemden yaklaşır. Tektanrıcı inanç açıklanışı İbrahim’le başlar. Onun bu tarihsel özelliği tek Tanrı’ya iman etmesi, Tanrı’nınsa bunu İbrahim’e doğruluk saymasıyla belirir (bkz. Yaratılış 15:6).
İsa Mesih soy bakımından İbrahim’in kuşağındandır. Bu büyük atanın tektanrıcılığını ilgi çekici bir dille açıkladı İsa: “İbrahim olmadan önce BEN VARIM… Atanız İbrahim günümü görmenin umuduyla kıvanç buldu. Ve görüp sevindi.” İsa’nın tapınakta bildirdiği bu köklü açıklamayı duyan Yahudi din önderleri anlamını hemen kavrayarak mırıldandılar: “Daha elli yaşında bile değilsin; üstelik İbrahim’i de mi gördün?” Ardından bu din öğretmeleri yerden taş topladılar. Amaçları kötüydü elbette. İsa kendisini gizledi ve tapınaktan ayrıldı (bkz. Yuhanna bölüm 8). O’nun ölüm vakti daha gelmemişti. Yahudiler’in İsa Mesih’i yadsıması bir anane olmuştur; günümüze dayanan anane. Tarihi dört bin yıl geriye uzanan bu ilginç halkın çağlar sonunda İsa Mesih’e iman edeceği Tanrı Sözü’nün belirgin açıklamalarından ve peygamberliklerindendir (bkz. Zekarya 12:10; Yeşaya 44:3; 59:20; Hezekiel 39:29; Mezmur 14:7; Romalılar 11:26; Vahiy 1:7).
İncil kesin vurgulamayla herkese seslenir: “Mesih şeriatın son bulmasıdır; iman eden herkes doğrulukla donatılsın diye” (Romalılar 10:4). Mesih’i tek Tanrı karşısında dinsel yasanın noktalanışı niteliğinde tanımayanın tektanrıcılığı şeriat kalıpçılığının tutsaklığındadır. Anlamsızlık çıkmazında el yordamıyla yolunu bulmaya didinenin üzücülüğündedir o. Şeriatın ağır yükü altında despotik bir Tanrı’ya kölelik etme uğraşı.. Oysa sevgi olan Tanrı kul değil evlat aramakta. Ümmet değil özgürlüğe kavuşmuş iman bağlısı kadını erkeği çağırmakta.
İNCİL’İN TANITTIĞI İNANÇ TEKTANRICILIKTIR
Yahudi inancına kısaca değindikten sonra –konu dışında kalıyor– dikkatimizi yeryüzünün dört köşesinde sahneyi tutan İslam dinine çevirmemiz gerekir. İsa Mesih’i öncesiz çağlardan bu yana var olan –Yaratan ama yaratılmayan– ezeli-ebedi Kelam olarak değerlendiren inanlı Teslis inancının hiç şaşmayan bağlısıdır. Mesih beden kuşanan Tanrı’dır. Buna karşı İslam insan hiç şaşmayan Tevhid inancındadır. Bu iki söz Hrisiyanlık tektanrıcılığıyla İslamlık tektanrıcılığını keskin bıçakla birbirinden ayırır, herhangi bir yakınlık sağlayamayan düş kırıklığı getirir.
Tanrı Sözü’nün, buna inanan Mesih güvenlisinin hiçbir koşul ve bağ olmaksızın güttüğü yöntem tekte üç üçte tek Tanrı inancıdır. Bunun dışına kayan, tarihsel Hristiyan inancına göre edimci (heretik) tir. Bunların arasında Ariosçu’lar, Yehova Şahitleri (Russelistler), Üniteriyanlar ve özellikle Müslümanlar bulunur. Kilise tarihinde bütün konseyler İncil’i Teslis bağlılığında tanımış, Mesih inancını bu gerçeğin içeriğinde anlatmıştır (bkz. Matta 28:19; Yuhanna 14:26; 15:26; II Korintoslular 13:14; II Selanikliler 3:5; İbraniler 9:14; I Petros 1:2, vb). İnancın klasikleri arasında sayılan Hippolu Augustin’in (354-430) yazdığı Trinitas yabancı dil bilenin okuması gereken bir yapıttır. Bunda, Teslis inancının neyi içerdiğini aydın bir bilimcinin kaleminden öğrenmek ardı arası kesilmeyen sorulara sağduyulu yanıtı getirir. Augustin’in Kutsal Söz’e dayanarak bu gerçeği tanıtması çağlara seslenmiştir.
TANRI’NIN KİŞİLİĞİNDE GİZEMSEL DÜZEN
Teslis inancına karşı İslam’ın en köklü ve kesin biçimde karşı gelişi özellikle Tevhid inancında odaklanır demek hiç de yanlış olmaz. Kuran’a başvurmak direnişin göstergesine götürür bireyi. “Muhakkak ki ehli-kitaptan ve müşriklerden (ibaret) o kâfirler, cehennem ateşindedirler; orada ebedi kalacaklardır. İşte bu kimseler, yaratıkların en kötüsü olanlardır” El-Beyinne (98), ayet 6. A.Fikri Yavuz çevirisi. Bu Sure’ye Hüccet (kanıt) de denir. Bunun yanı sıra En-Nisa (4 Sure) da denen de aynı üstelemeyle vurgulanmakta: “Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, dilediği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur. Kim de Allah’a eş koşarsa gerçekten pek büyük bir günah uydurmuş olur” (ayet 48).
İslam dininde böyle inananı kâfir olarak nitelendirenler tarih boyunca bilinir. İslam’a göre Teslis inancı en ağır suçtur. Her günah bağışlanır, İslam deyişi uyarınca Tanrı’ya şirk koşmak, Tanrı’ya eşit tanımak ya da benzer kılmak hiçbir yolla affedilemez. Öte yandan Hrisiyanlık’ta Teslis inancı en anlamlı ve içerikli temel bilgidir. Üçte tek tekte üç Tanrı doğaüstü diri Rab’bin kişiliğidir: Baba, Oğul (Kelam), Kutsal Ruh. Hiçbir koşul ve bağ olmadan tek Tanrı’nın üç kişilikte açıklanışı. Bu temel öğretide Baba da, Oğul da, Kutsal Ruh da tek Tanrı’dır. İncil bu gizemli gerçeği şöyle tanıtır: “Tartışmasız, tanrısayarlığımızın gizi büyüktür: O, bedende açıklandı, Ruh’ta doğrulandı, meleklere göründü, uluslar arasında adı yayıldı, dünyada O’na iman edildi, yücelikle yukarı alındı” (I Timoteos 3:16).
İnsanın yaratılışında, kurtuluşunda, kutsanışında kesin ve belirgin eylemi bilinen, üç ayrı kişilikte etkinliği görülen tek Tanrı inancı budur. Bunun kavramı fizikötesi anlayışla erişilen ruhsal aşamadır. Tanrı konularına yaklaşım bir+bir+bir = üç ve nokta diyerek basitleştirilirse sonucu kalıba sokulmuş din olur. Bunun biçimlenmiş kanıtıysa her yanda görülüyor. “Tanrısal Söz beden oldu” (Yuhanna 1:14) İncil’in temel öğretisidir. Tanrı’nın öz niteliği zorlanmaksızın beden kuşanması düşünceyi insanın Tanrı’ca beden olarak yaratılışına taşıyor.
Vahitçilik Tanrı’yla ilgili konuların gizemsel (mistik) içeriğine yan çizen şıpınişi bir görüştür. Gerçeğe ancak onu araştırmakla ulaşılabilir. Tanrıbilim de doğabilim de bunu öğretir. Gerçeğe ters düşen savların insan icadı olduğu, gerçeğinse sonsuzları kapsadığı vurgulansın. Bunun anlaşılmasına her konuyu enikonu inceleyerek, tanrısal-tarihsel olgulara nesnel tutumla yaklaşarak erişilebilir. Yine Kuran’da geçen, birçok kişi tarafından bilinen bir ayetin konuya alınması uygun olur: Allah kıyamet gününde İsa’ya üç tanrı varlığını insanlığa söyledin mi diyor ve onu sorguya çekiyor; İsa da böyle bir şey yapmadığını söylüyor. Al-Ma’ide (Sure 5) 116’ıncı ayette sözü edilen üç tanrının Allah, İsa ve Meryem olduğu görülüyor. Aynı konuya ilişkin Al-Ma’ide’nin 73. ayetine de bakınız.
SERT DİRENİŞ NEREDEN KAYNAKLANDI?
Teslis inancı Baba, Oğul, Kutsal Ruh’la ilgilidir. Acaba nasıl oluyor da Meryem üçte tek, tekte üç Tanrı’nın apayrı bir açıklanışı durumunda konuya giriyor? Hristiyan inancının hiçbir dönemde bu türden bir sava ve kurama bağlı olduğu duyulmamıştır. Bu kuramı Müslüman bireyin yadsıyışından daha da kesin yadsıyışla Teslis inanlısı yadsır, üçte tek tekte üç Tanrı inancında Meryem’e hiçbir yer tanınmaz. Demek ki, Kuran’da dikkati çeken tarihsel-tanrıbilimsel gerçeklerle çelişkili bir görüş belirmekte. Bu dönümde gerçeğin nesnel araştırıcısı olma gereği karşımıza dikiliyor, gerçek hiç kimseye kaçamak yolu bırakmıyor. İslam dininin peygamberi bu temelsiz bilgiyi nereden almış olabilir? Nesnel tarih belgelerine eğilen bunun yanıtını bulmakta hiçbir güçlük çekmez.
İslam’ın gelişinden önce –5’inci yüzyılda– Zühal’e (Afrodit, Venüs, Çoban Yıldızı) tapınan onu göklerin kraliçesi sayan ve bundan şaşmayan yabansı bir tarikat giderayak Hristiyan inancına kaydı; ama Tanrı Sözü’nü incelemeden, onu hiç araştırmadan. Puta tapınan bu insanlar Zühal’e tapınmayı bırakmak istemediğinden ona Meryem adını takarak işin kolay çözümüne gitti. Zühal’in adı Meryem oldu. Bu şaşkın tarikat o dönemin Hristiyanları tarafından hemen kınandı ve yargılandı, gerçek inançla ilgisi olmayan edimci (heretik) bir icat olduğu belirlendi. Ama tarikat yanlıları Meryem’e göklerin tanrıçası ve kraliçesi niteliğinde tapınmayı sürdürdü. Böylece Zühal’in tahtına Meryem oturtuldu. Tarikat Meryem’e öylesi aşırı önem verdi ki, onun önemi Tanrı’nınkinden Mesih’inkinden öne geçti. Bu tarikatın yanlıları Meryemistler adını aldı. Öğretide, uygulamada Meryem başta olmak üzere üç tanrı üstelemesi benimsendi.
İslam peygamberi ticaret uğraşlarında Arap yarımadasından Şam’a Halep’e gidip gelirken tarikatın insanlarıyla tanıştı; onların inancını görüşünü dinledi, fikir edindi. İşin acıklı yönü Meryemistler’i Hristiyanlar’la eşit tuttu, ümmü-i-sadık olduğundan İsa Mesih’i bu tarikatten saydı; böyle bir görüş de Kuran’a aktarıldı. İslam’ın peygamberi Teslis’te belirtilen görkemli üç kişiliği anlayamadığından yanlış yorumlara kaydı. İslamlığın yayılmasından sonra Meryemistler İslamlığı benimsedi, tarikat eridi. Ama bozuk öğretinin kökü kazınamadı, hatta İslam’ı aşırı Meryem ana bağlılığında iyice etkiledi.
Müslüman birey nesnel tarihe eğilmeyi yeğlerse sorunların derinine gidebilir, kuşkuları dağılır, edimci (heretik) öğretilerin nereden kaynaklandığı öğrenilir. Herhangi bir inancın nesnelliğe tümden bağlı kalamaması içinden çıkılamayan düğümlü saplantılara zemin oluşturur, yanlış bilgi akıntılarında bireylere boşuna kürek çektirtir.
GERİ TEPEN İNANÇ ÖĞELERİ
İslamlık kavramında Tevhid diri Tanrı’yı kişilikten, yaratığıyla yakınlıktan ve paydaşlıktan koparır. O’nu sevmeyen sevilemeyen, inanlının varlığında konut kuramayan, insana özgü sıfatları kullanamayan –örneğin, Baba-Oğul gibi– günahlıya kefaret, yeniden doğuş ve sonsuz yaşam güvencesi veremeyen, şartlar koşullar dikte eden sert bir kul ağası kılar. Diri Tanrı’yla yaşamsal ilişkiye giremeyen, O’na Babam diye seslenemeyen kadın erkek Tanrı’nın kurduğu yeryüzünde bir yetimden farksızdır.
Tevhid kanıtlısı insan, üçte tek tekte üç Tanrı’nın küçük dili yutturan sınırsız kutluluklarından yoksundur: Su götürmez kurtuluş, Tanrı bağlılığıyla kesenkes uyumlulukta beliren etik yöntemi, Tanrı’ya da dosta-düşmana da aksamasız sevgi, anlamlı-içerikli dua ve tapınış gönenci. Katılıktan, bağnazlıktan sıyrılamayan vahidcilik, eliaçıklıkla armağanlar veren Tanrı’yı sert ve zahmet çektiren bir buyrukçu durumuna getirmiştir. Anılan tanrısal sağlayışlardan canını yoksun bırakan, kaderciliğe, şüpheciliğe açılan dinsel birey! Kıt kanaat kendi yağıyla kavrulan, öte yandan da ümmetçiliğe bel bağlayan ya da başka tutuluşlara sığınan. Ademoğlunun içinde yanan hınç ve intikam alevlerini imbatın serinliğiyle bastıramayan. Yerine göre tepicilikten, baskıcılıktan, sertlikten yakayı kurtaramayan. Affedemeyen, günahlının dünyasını kökten değiştiren affın gönencine gelemeyen, sonsuz yaşam güvenliğine erişemeyen, günah zincirleri parçalanmamış din bağlısı. Mağdurdan kıygından af dileyebilecek alçakgönüllülükten yoksun. Kuşku ve korku doğal görgüdür ona. Kendini münkirler (yadsıyanlar) dünyasında bulan, olumsuzluktan sıyrılamayan. Birçok durumda batıl, hurafe ve safsata öğelerinde çırpınırken medet Allah demekten kendini alamayan, derininde bunlardan özgür kılınma hasretiyle kıvranan, Tanrı’nın pek çok sevdiği, Mesih inanlısının da derinden sevdiği insan kardeş.
İslam inancının bağlılarını belirgin biçimciliğe töreciliğe bağlayan görünümü, insanı Yaratanı’yla özlü-anlamlı bağlılıktan yoksun bırakmış, doğaötesi tanrısal boyutları kısıtlamıştır. Tanrı’nın öz nitelikleri fizikötesi, insanüstü, matematik dışı görkemli Kişi olmaktır. O insansal ölçülerle kavranamaz. İsa Mesih’in Babası Tanrı kendisini vahiyle verdiği Sözü’nde anlattı ve beden kuşanan öz Kelamı Mesih’in kişiliğinde açıkladı: “Hiçbir vakit, hiç kimse Tanrı’yı görmedi. Ancak Baba’nın bağrında olan biricik Tanrı O’nu bildirdi” (Yuhanna 1:18). Teslis inancında Baba Tanrı sonsuzdur (bkz. Yasa’nın Tekrarı 33:27; Malakya 3:6). Oğul Tanrı sonsuzdur (bkz. İbraniler 1:10: 13:8). Kutsal Ruh Tanrı sonsuzdur (bkz. Yaratılış 1:2; İbraniler 9:14). Teslis’te ikinci kişilik Baba’yla birlikte var olan, yaratılmayan tersine Yaratan özelliğiyle açıklanan, insanla özdeşliğe gelmek için Meryem’den beden kuşanan ezeli-ebedi Oğul’dur. O’nu bu nitelikten soymak çölde yöntem bulmaya çabalayan yitik yolcunun şaşkınlığına düşürür insanı.
Bu dönümde Mesih’in insan bedeni kuşanan ezeli-ebedi Tanrı Oğlu olduğuna ilişkin bir gözlem konumuzu aydınlatmaya yararlı olur. İnsanlığa çağdaş uygarlığın ışığını yakan tarihsel Yunan’da ademoğulları Tanrı’yı arayışlarında insanı tanrılaştırdılar, tanrıları da insanlar doğrultusunda ardı arası kesilmeyen dileklerle tanıttılar. Buna karşı insan soyunun O’nu kesinlikle bilebilmesini isteyen Tanrı beden kuşandı, İsa Mesih’in kişiliğinde insan oldu, kendisini alçalttı, insanın temel ihtiyacını karşıladı.
BABA’YA, OĞUL’A, KUTSAL RUH’A İMAN ETMENİN SAĞLAYIŞLARI
Üçte tek tekte üç Tanrı’ya bağlanmak, O’nu üç kişiliğinde sevmek insana şimdi ve sonsuzda düşünülmedik kutluluklar doluluğu getirir:
Oğul’a Tanrı sevgisinin kayrasal armağanı olarak iman eden sonsuz yaşam bulur (bkz. Yuhanna 3:16-18; İbraniler 12:9).
Tanrı’ya ‘Babam’ hatta ‘Abba Baba’ (babacığım) diyebilir. Evladın fiziksel babaya güvenmesinden daha da somut kanıtlılıkla dile getirilir bu içtenlikli yaklaşım (bkz. Mezmur 68:5; Romalılar 8:15; Galatyalılar 4:6).
İsa Mesih’e Tanrı’nın Oğlu olarak iman eden, Tanrı’ya ‘Göklerdeki Babam’ diye seslenerek tapınır ve dileklerini O’na getirir. Mesih bağlısının tapınışı kendine özgüdür: Dilinde, seslenişinde, söyleyişinde (bkz. Matta 6:9). İnanlının kişisel duyguları böyle açıklanır.
Mesih inanlısının tek Tanrısı, aynızamanda tek Babası vardır (bkz. Efesoslular 4:6). O’na Oğul İsa aracılığıyla yaklaşmaya yetki tanınmıştır.
Tanrı İsa Mesih’e Oğlu olarak iman edenin varlığında kalır, o da Tanrı’da kalır (I Yuhanna 4:15).
İsa’ya Tanrı’nın Oğlu olarak iman eden, Tanrı’dan gelen parlak armağanlarla donatılır (bkz. Romalılar 8:32; I Korintoslular 1:5-7; Yakup 1:5; 4:6).
Tanrı’yı Rab İsa Mesih’in Babası olarak tanıyan, Baba ile Oğul arasındaki gizemli bağlantıdan doğal kuşaklarda hiç bilinemeyen kutluluklarla donatılır (bkz. Yuhanna 17:21). Görülmeyen Tanrı’yı Oğul’da beden kuşanan, bizi dinleyen ve yanıtlayan Söz niteliğinde tanımayan birey Tanrı’yla somut-kişisel ilişki arayışındadır. Bunu başkasında bulamayınca böyle birini oluşturmakta güçlük çekmez. Yaratığı tanrılaştırır.
Teslis’te ikinci kişilik İsa Mesih’i Baba’nın biricik Oğlu olarak tanıyan, Tanrı’nın onayını kazanır (bkz. Matta 3:16,17; 12:18; 17:5; Markos 1:11; 9:7; II Petros 1:17).
Sıralanan ayetlerde Baba Tanrı’nın yüceden konuşarak biricik Oğlunu onaylaması, O’nu insanlığa tanıtması inanlıyı yüreklendirir.
Rab İsa Mesih ölüler arasından dirildi, kanıtlı güçle Tanrı’nın Oğlu olduğunu belgeledi. Buna iman etmek sonsuzla ilgili güvenliği sağlar (bkz. Romalılar 1:4).
Baba Tanrı tüm insanlık üzerinde biricik Oğlu’nu Egemen kıldı. O’na günahı arıtmaya, affetmeye, sonsuz yaşam vermeye, günahta kalanları yargılamaya kesin yetki verdi (bkz. Matta 28:18; Yuhanna 5:22,27; 8:16; 17:2).
Tanrı sevgisinin somut ve belirgin kanıtı günahlarımızı arıtmaya bağışlamalık niteliğinde öz Oğlunu vermesidir (bkz. I Yuhanna 4:19; Romalılar 5:8).
Sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı’yı ve O’nun insanlığa gönderdiği İsa Mesih’i bilmekle gerçekleşir (bkz. Resuller 8:37; Yuhanna 17:3; I Yuhanna 4:15).
İsa Mesih’in Tanrı Oğlu olduğunu hiçbir insansal kaynak bildiremez. Sadece Baba biricik Oğlu’nu insana açıklar, bu parlak bilgiyi inanlının gönenci kılar (bkz. Matta 16:7; Yuhanna 1:49).
Yücelerde sonsuzlar sonsuzu diri olan Mesih’i görkemli görünümünde O’nu sadece Tanrı Oğlu olarak tanıyan bilebilir (bkz. Vahiy 1:12-16; 2:18).
Kutsal Ruh Baba ve Oğul benzeri kişiliği olan Tanrı’dır. Şu kısıtlı yaşamda Kutsal Ruh’un konut kurduğu varlık sonsuzun soluğunu içine alabilendir.
Kutsal Ruh tıpkı Baba ve Oğul gibi Yaratan’dır (bkz. Yaratılış 1:1,2; Eyub 26:13; 27:3; 33:4; Romalılar 1:20; İbraniler 1:10). “Tanrı’ya ilişkin konuları Tanrı Ruhu’ndan başka bir kimse bilemez” (I Korintoslular 2:11).
Kutsal Ruh Mesih’in göklere yükselişinden sonra yüceden kilise topluluğuna indi, inanlılara bambaşka güç ve yetkinlik verdi (bkz. Resuller 2:2). Şu ana dek Mesih topluluğunun yönetmeni ve eğitmenidir O.
Rab İsa Mesih haçlanışından önce inanlılarına Kutsal Ruh’u göndereceğini vaat etti (bkz. Yuhanna 14:16-18). Kutsal Ruh’u Rab niteliğinde bilen, O’nun tarafından yönetilen Tanrı’nın çocuğu olduğunu bilir (Romalılar 8:16). O kişi yeryüzünde bir yetim değil Tanrı’nın çocuğudur.
Kutsal Ruh Mesih’in inanlılarına gönderdiği Paraklit’tir (Avutan, Teselli veren). Şu çalkantılı yaşamda fırtınalarla boğuşan inanlı ölümden bile korkmaz (bkz. Yuhanna 14:26; 15:26; 16:7).
Kutsal Ruh inanlının içinde Mesih’e tanıklık eder (bkz. Yuhanna 15:26; Luka 24:48; Resuller 1:8). İnanlı sadece Kutsal Ruh’un itkisiyle Mesih’i günahlılara sunabilir (bkz. Yuhanna 15:5).
Kutsal Ruh ‘Gerçek Ruhu’dur (bkz. Yuhanna 14:17). Günahlıyı “Günah, doğruluk ve yargı suçluluğuna ilişkin kanıtlar” (Yuhanna 16:8). İnanlının varlığında O’nun eylemleri, görkemli sonuçlamaları belirgindir.
Kutsal Ruh Rab’tır. Gelin’le (Kilise topluluğu) birlikte Mesih’in görkemli dönüşünü bekleyendir (bkz. Vahiy 22:17).
SONUÇ
Tanrı esinine bakıldığında Hristiyan inancına bağlı olanın Teslis’te bulduğu güven ve uyumla, Müslüman insanın Tevhid’te durması birbiriyle sürekli çelişkidedir. Bu nedenle iki inancın tektanrıcılığı ne uzlaştırılabilir ne de ortak düzeyde bağdaştırılabilir. Tanrı’nın rızasını kazanmak isteyen Müslüman bireye düşen görev Teslis inancını açık kafayla, Kitapsal, tarihsel, bilimsel yönlerden incelemek, tek Tanrı’ya dua ederek O’ndan gerçeği açıklamasını dilemektir. Tanrı ışığı arayan her canı aydınlatacaktır. İsa Mesih kurtuluş arayan her canı kurtaracaktır. Kutsal Ruh günah iticiliğini kavrayamayan her canı bilgilendirecektir.
Thomas Cosmades cosmades@gmx.net
X
KADININ SEVİNCİ
Yaratan kadınsız erkeğin eksik bir yaratık olacağını düşünerek onun yanına en değerli arkadaşı koydu. Kadın benimsensin, sevsin, sevilsin, korusun, korunsun, Tanrı’ya insana beğenilir çocuklar yetiştirsin diye. Bundan öte, kadın da tıpkı erkek gibi eğitilsin, eğitsin, topluma yararlı olsun. Tanrısal düzende önemli yeri olan kadını aşağılamak, pataklamak, korkutarak cinsel ilişkiye zorlamak, onu bilgisiz bırakmak, tecrit etmek doğrudan doğruya Yaratan’ın yapıtını bozmaktır. Kadın da erkek gibi Tanrı’nın benzerliğinde yaratıldı.
Aklı genellikle cinsel konulara yönelik günahlı nice erkeğin ilgisi, kadını kendine zevk getiren bir yaratık saymaktır. Öte yandan, bir kadının erdemli yaşamı bırakıp cinsel zevk aleti olmaya eğilimi ya da bu yolda istismarı hüzün ve acı çektiricidir. Toplumu sarsan bunalımlar arasında kadının ezilmesi, eğitimsiz kalmaya zorlanışı, temel haklardan yoksun bırakılması ve en çirkini, askeri işgallerde art arda tecavüze uğraması önde gelen vahşet ve utandırcılık olmuş. Kutsal Kitap’ta Tanrı esiniyle şunlar yazılıdır: “Kadın erkeğin yüceliğidir… Kaldı ki, Rab bağlılığında kadın erkekten, erkek de kadından ayrı sırada düşünülemez. Çünkü kadın erkekten oluştuğu gibi, erkek de kadından doğar. Ama her şey Tanrı’dan oluşur” (I.Korintoslular 11:7,11,12). Gel de bu tanrısal buyrukları aklı gitmiş kişilere söyle!
Tarih boyunca kadının çekmekte olduğu yürek burkucu çilelerden biri, erkeğin keyfine göre karısını talâk-ı-selaseye, yani boşanmaya itmesidir. Bin bir çeşit düzenle, hiç ara vermeden İsa Mesih’i sınamayı alışkı yapmış din adamları, boşanmayla ilgili bir soru doğrulttu O’na. O onları taa yaratılışa götürdü: “Başlangıçta Yaratan onları erkek ve dişi olarak yarattı diye hiç okumadınız mı siz? Bu nedenle, insan babayı ve anneyi bırakıp karısına bağlanacak, ikisi bir tek beden olacak.” Bu anımsatmayla, “Tanrı’nın birleştirdiğini insan ayırmasın” dedi. Ama Ferisiler, Musa’nın yasasında erkeğin kadına boşanma kâğıdı verip onu salıvermeye izinli olduğuna dolaştırdı konuyu. Yürekleri bilen İsa bunun gerisindeki nedeni kesinlikle açıkladı: “Siz katı yürekli olduğunuz için Musa eşlerinizi boşamanıza izin verdi. Ne var ki, başlangıçta durum bu değildi. Size diyorum ki, her kim cinsel uygunsuzluk olmadan karısını boşayıp baş-kasıyla evlenirse cinsel yolsuzluk işler” (Matta 19:3-9). Rab İsa, her boşanmanın gerisinde katı yüreklilik bulunduğunu vurgular. Hem erkeğin hem de kadının yüzeğine şifa verebilen..
Düzenli ve sağlıklı aile, yapıcı karı-koca ilişkisi ana konulardandır: “Kadınlar, Rab bağımlılığına yaraşır tutumla kocalarınıza bağımlı olun. Kocalar, karılarınızı sevin ve onlara karşı sert davranmayın” (Koloseliler 3:18,19). “Genç kadınlara kocalarını ve çocuklarını seven olmayı öğretsinler. Ağırbaşlı, suçsuz, evcimen, iyi huylu, kocalarına bağımlı kadın olsunlar… Bunun gibi, genç erkekleri de isteklerine egemen olabilmeyi öğütle” (Titos 2:4-6). “Herkes evliliğe saygıyla baksın, evlilik yatağını da lekesiz tutsun. Rasgele cinsel ilişkiye ve evlilik dışı cinsel bağlantıya girenleri Tanrı yargılayacaktır” (İbraniler 13:4). Toplumun sevincini güvenliğini düzenli aile oluşturur ve geliştirir. Yuvayı yapan dişi kuştur deyimi birçok yönden gerçektir. Bu nedenle, dişi varlığa yaraşan değeri sağlayan ve onu savunan İsa Mesih’in sözleri anlaşılıp değerlendirilince sağlam konut sağlam temele oturmuş olur. İnsanlığa Tanrı sevgisiyle gelen Mesih ideal aileyi kuran, koruyan, sarsılmaz temele oturtandır. Bunun gerçekleşmesi karı-kocanın O’ndan kutluluk dilemesine bağlıdır.
Kadınsız dünya neye benzerdi? Belirgin önem taşır kurulu düzende kadın. Özellikleri saymakla tükenmez; baş niteliği anneliğidir.. Kadın doğanın şiiridir. Tıpkı yıldızlar gökyüzünün şiiri olduğu gibi annelerimiz, eşlerimiz, kız kardeşlerimiz, kızlarımız.. Ne değerli anılarımız var kadına ilişkin! Öte yandan birçok aklın bozuk anılarla dolu olduğuna da kuşku yok. Kadınla ilgili konuları önemli tutan Birleşmiş Milletler Kurulu her yıl 8 Mart’ı Kadın Hakları Günü atamış. Bu doğrultuda emek verenlere başarı dileriz, erkekleri sevindiren, Yaratan’dan gelen her hakkın kadınlara da verilmesini gönülden isteriz.
Kutsal Söz’de yazılıdır: “Tanrı insanı kendi benzerliğinde yarattı. Onu Tanrı benzerliğinde yarattı. Onları erkek ve kadın olarak yarattı” (Yaratılış 1:27). Yaratan ikisini de günahsız kötülüksüz durumda Eden bahçesine koydu, bağlılıklarını belgeleyen bir sınır atadı: “İyilikle kötülüğü bilme ağacının ürününden yemeyeceksin” (2:17). Hem Tanrı’nın hem de insanın baş düşmanı şeytan kadını ve onun aracılığıyla erkeği söz dinlemezliğe dürttü. Onları günahın karanlığına itti, kendilerinden yetişecek soyu da bozdu.. Atalarımız tanrısal sınırı aşarak günahlı oldu. İçinden çıkılamayan bozukluk.. İyilikle kötülüğü kendileri kararlaştırmaya kalktı. Başlangıçta dertten acıdan arıydı onlar. Yaratan’la paydaşlıkları bütündü, barış-esenlik güncel gönençleriydi. Söz dinlemezlik kadını da erkeği de şimdiki acınılacak duruma soktu. Günah ruhsal çöküme neden oldu. İnsanı Tanrı’nın yüceliğinden ıraklarda bıraktı.
O ilk günahın işlendiği gün, insanı seven ve acıyan Tanrı yılan aracılığıyla günahı soyumuza sokan iblise çarpıcı bir gelişimi haber verdi: “Seninle kadın arasına düşmanlık koyacağım. Ve senin tohumunla onun tohumu arasına.. O senin başını ezecek, sen de onun topuğuna saldıracaksın” (Yaratılış 3:15). Günaha yuvarlanan insana Yaratan’ın Sevinç Getirici Haber’i ilkin orada duyuruldu. Akıllara doğal bir soru gelir: İblisin tohumu nedir? Karanlık egemenliğinin gözle görülmeyen cin orduları ve karanlıktan kaynaklanan kötülük buyruklarına tınmadan uyan ademoğulları havvakızları.. Öte yandan kadının tohumu ne olabilir? Erden kızdan, Meryem’den dünyaya gelecek olan kurtarıcı İsa Mesih. Tek günahı olmayan Kurtarıcı, canını kurtarmalık olarak vermeye, insanı günahtan arıtmaya gelecek, iblisin kudurgan saldırılarıyla karşılaşacak, ıstıraplar işkenceler çekerek çarmıhta ölecek. Tanrı’nın düzenlemesinde bu en parlak yengiye dönüşecek.. Tanrı vaadi İsa’da gerçekleşti. Mesih üçüncü günde görkemle dirilerek günahın, iblisin, mezarın, cehennemin zincirlerini kırdı, gücünü yıktı, O’na iman edenlere yeni yaşamı verdi ve vermekte..
İnsan haklarının geniş çapta çiğnendiği şimdiki dönemin görünümü gerçekten ürkütücü.. Çalkantılar zincirinin baklaları arasında kadının çilelerini örtbas edicilik, çatlağı balçıkla sıvamaktır. Kadına karşı yeğ görülen uygulamalar döl yatağından başlıyor: Bazı ülkelerde doğacak çocuğun kızlığı öğrenildiğinde dölüt hemen kazılıyor. Bazı bölgelerde kız doğar doğmaz boğuluyor. Birçok yerde kızlar tüyler ürpertici seks pazarına çıkarılıyor. Belirli kuşaklarda kızların sünneti resmen onaylanıyor. Çokevlilik giderek yayılıyor, kadınlar acımazlıkla pataklanıyor, tâlak-ı-selase rağbet buluyor. Ağır işlerde çalışan kadınların derdi arş-ı-âlâya yükseliyor. Ve bunalımın baklaları durmak bilmeden giderek çoğalıyor.
Tanrı düzeninde kadın erkekle tam eşitliktedir; yaşam arkadaşı, aile birliğinin kurucusu.. RAB Tanrı, “Adamın tek başına olması iyi değildir, kendisine yaraşan bir yardımcı yapaca-ğım” dedi… “RAB Tanrı adamın üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu. Onun kaburga kemiklerinden birini aldı, yerini etle kapladı. RAB Tanrı adamdan aldığı kaburga kemi-ğinden bir kadın yaptı, onu adama getirdi. Adam, ‘Şimdi bu kemiklerimden kemik, etimden ettir’ dedi. ‘Buna kadın denilecek; çünkü o insandan alındı.’ Bu nedenle insan anasını babasını bırakacak, karısına yapışacak ve tek beden olacaklar” (Yaratılış 2:18,21-24).
Tanrı Sözü’nde, yaratık insanın bir parçası olan kadına ilişkin bu ilginç açıklamanın yanı sıra, her iki varlığın da günahlı olması nedeniyle Tanrı kayrasına, esenliğine, bilgeliğine gerek-sinimliliği vurgulanır. Yaratan’ın kadını ya da erkeği yeni yaşam aşamasına getirmesinden sonra şu gerçek belirtilir: “Yahudi ile uluslar, köle ile özgür, erkek ile kadın arasında hiçbir ayrım yoktur. Çünkü hepiniz de Mesih İsa bağlılığında birsiniz. Eğer Mesih’in iseniz, bu durumda İbrahim’in soyusunuz. Vaat uyarınca mirasçılarsınız” (Galatyalılar 2:28,29). Tanrı Babamız, İbrahim iman örneğimiz, Mesih inanlıları miras ortağı.. İnsanlığın can yakıcı çalkantıları zincirinde erkeğin kadına tahakkümü melekleri ağlatan tanrısaymazlıktır.
Yaratıkları arasında hiçbir ayrım yapmayan Tanrı her tür haksız adaletsiz uygulamayı kınar. Kutsal Söz’de kadının yadsınamayan önemini belirten açıklamalar Tanrı’ya şükran duygusuyla anımsatılmalı: “Kendine eş bulan iyilik bulur, RAB’bin onayını alır… Davranışları ölçülü kadın onur kazanır… Erdemli kadın kocasının tacıdır; ama utanç bilmeyen kadın onun kemiğinde kanser gibidir… Bilgeli kadın evini kurar, ama akılsız kadın onu elleriyle yıkar… Erdemli kadını kim bulabilir? Onun değeri yakutlardan üstündür. Ağzını bilgelikle açar, sevecenlik öğretişi ağzındadır… Çekicilik aldatıcıdır, güzellik boştur; ama bilgeli kadındır övülen” (Süleyman’ın Özdeyişleri 18:22; 11:16; 12:4; 14:1; 31:10,26,30).
+
TANRI’YI ARAYIŞIN adlı kitabımızı adresimizden isteyebilirsiniz:
Posta Kutusu 117, TR-34490 Beyazıt – İstanbul