YAĞMURDA ATA’YI ANMAK

YAĞMURDA ATA’YI ANMAK

Yağmuru severim. Ne güzeldir, gökyüzünden inen su damlacıkları… Bazen önüne kattığını sürükleyip götüren, bir tohumu filizlendirip bitkiye, ağaca dönüştüren… En güzeli de yağmurda yürümek, huzur verir insana… Yaşamın kaynağı desek daha doğru olur sanırım, bu küçük su taneciklerine…
Bu 10 Kasım sabahı Ankara’da alabildiğine yağmur yağıyordu. Çoğu 10 Kasımlarda arabadan iner bir dakikalık saygı duruşunda bulunurdum. Sirene eşlik eden kornalarla birlikte, trafiği kapadığımızı düşünen geri zihniyetlerin kornalarına aldırış etmeden caddede durmak beni hüzünlendirirdi….
Cumhuriyet Bayramını bayramdan saymayanlara inat, bu 10 Kasım’da Atamı kabrinde, bine bir katacağımı düşünerek elimde kırmızı karanfilimle oradaydım. Anıtkabirin bahçesi çalıştığım iş yerinin arka bahçesine denk geliyordu. Her gün bu semte iş için gelip giderken o gün Atam için gelmiştim. Yağmur gittikçe hızlanıyordu. Sanki hava da bizimle yas tutuyor, ağlıyordu. Yağmurun yağması yasımızı bozmamıştı.
Anıtkabire çıkan tüm sokaklarda beklediğimden fazla polis vardı. Anıtkabirin bahçesine denk gelen sokakta, bütün apartmanların önlerinde polisler üçer dörder bekleşiyorlardı. Tüm sokakların Anıtkabir girişi tutulmuş, yakınına bile yaklaşamamıştık. Yollar trafiğe kapatılmamış, Atamızın kabri insana kapatılmıştı. Saat 10.00′ da açılacağı ağızdan ağza dolaşmıştı.
Saat 09.05 geçe olmuş, Atamız için saygı duruşunda bulunmuştuk. O an orada bulunmak çok şey ifade ediyordu!
Kapıların açılacağı zamanı beklerken, bir Ankara klasiği olan simit çay iyi gider deyip simitçiye doğru yönelmiştim. Ara sokakta, yerde biriken, bir yandan da tüm hızıyla yağan yağmurda daha fazla ıslanmamak için hızlı hızlı ilerlerken, ben ve benimle birlikte yürüyen kalabalığı hiçe sayan bir arabanın sürücüsü yolda biriken çamurlu suyu yol boyunca bize sıçratarak geçip gitmişti. Ne bir yavaşlama, ne durup bekleme yapmaksızın…
Elimde tutuğum şemsiye anlamını yitirmiş, yağan yağmurdan çok yerde biriken yağmur suyundan, medeniyetten uzak araba kullanıcısı yüzünden ıslanmıştım. Kabanım, ayakkabım, elim, yüzüm, saçlarım, ıslanmayan yerim kalmamıştı. Bildiğim ne kadar kötü söz varsa tümü bir anda ağzımdan çıkıvermişti.
Aklıma Almanya Freiburg’da yaşayan arkadaşımın paylaştığı yağmurla ilgili bir anısı gelmişti.
“Dün sabah hava güzeldi. Bu güzel havayı biraz ilerideki Karaorman’da yürüyüş yaparak teneffüs etmek istedim” diye anlatmıştı. “Sonbaharın her rengini görmek büyüleyiciydi, birkaç fotoğraf çekmek istedimse de elimi cebime attığımda cep telefonumu yanıma almadığımı hatırladım” deyip, bu güzellikleri seninle paylaşamadığımız için üzgünüm” demişti. Ormanın içerisinde yürürken beklenmedik bir anda karşısına üç köpeği ile bir kadın çıkmış; “korkudan oradaki ağacın gövdesine sinivermişim” demişti. “Kadın; ‘her ne kadar korkmayın bir şey yapmazlar’ dese de nafile, korkudan tir tir titriyordum. Neyse uzaklaştılar da rahatladım” demişti.
“Birden ne olduğunu anlamadığım bir karanlık çökmüş, bir gürültü kopmuş, nereden geldiğini anlamadığım rüzgar, yağan yağmuru üzerimize savurmuştu. Her zaman yağmurlu olan bu şehrin havası için bugün önlem almamıştım. Dedim ya; hava harika idi” diyerek tekrarlamıştı. “Yağmurdan yürüyemiyor, ilerleyemiyordum. Korunacak bir kuytu bulamadığım için biran önce eve gitmek en doğrusu demiştim. Keşke telefonum yanımda olsaydı, evdekilerin beni almasını isterdim. Ormanda benden başka kimse kalmamış, yalnızlığın verdiği korku beni daha da telaşlandırmıştı. Yolun ilerisinden sönük bir araba farı belirmişti. Araba küçük, külüstürdü. Benim tam karşımdan gelmiş, yanımda duruvermişti. Daha da korkmuştum” diyerek beni de anlattıklarıyla heyecanlandırmıştı. “Arabanın içerisindeki kadın camı aralamış; ‘gelin, gideceğiniz yere bırakayım’ demişti. O an hatırlamıştım, biraz önce köpekleriyle yürüyen o kadındı. Arabanın kapısını açıp tekrar; “hadi gelin” deyip, beni içeri çağırsa da, arka koltukta üç köpeği görünce içeri uzattığım kafamı, dışarı çekmem bir oldu. “İmkansız, binemem ben, çok korkarım köpeklerden” dedim.
“‘Binin, bu hava düzelmez, daha da kötüler, size bir şey yapmazlar gelin…’ ısrarlarına daha fazla dayanmayıp bindim” demişti. “Koltukta otururken ki halimi sana anlatamam!..” deyip çaresizliğini dile getirmişti. “Anladım ki o kadın benim için gelmişti. Sırf beni almak için kendi yolunun tam tersi istikamete, ormana doğru gelmişti. İnerken ne kadar teşekkür edeceğimi bilemesem de, sonradan neden bir isim, bir telefon numarası almadım ki diyerek yazıklanmıştım” demişti.
Arkadaşımın bu güzel anısını, üzerimdeki ıslak giysileri, simitçinin kaloriferinde kurutmaya çalışırken aklımdan geçirmiştim. Yağmurun güzelliği gitmiş, üzerimdeki ıslak giysilerle en az birkaç saat daha geçireceğimi düşünerek hastalanmamayı umut etmiştim.
Hiç kimse için değil, sadece kendi geleceğime sahip çıkabilmek için Anıtkabirde kalabalığın içerisinde buluvermiştim kendimi… Megafondan bir ses geldi kulağıma, “Uğur Mumcu!” Topyekün kalabalık “Burdaaa” diye bağırdı. “Muammer Aksoy,” dedi ardından. Kalabalık yine yanıtladı “Burdaaa…” “Bahriye Üçok,” “Burdaaa…” “Eşref Bitlis,” “Burdaaa…”
Düşüncesi yüzünden öldürülen aydınlar anılmıştı Atamızın huzurunda bir bir. “Mustafa Kemal Atatürk” deyince megafondaki ses; herkes, hep bir ağızdan yer gök inlercesine “Burdaaa” diye haykırdı…

YENER BALTA, 21 KASIM 2012