MR. AYZLİ

MR. AYZLİ’YE MEKTUP.
+
BİLİM ve BİLİMSEL YÖNTEMDEN NİYE VAZGEÇEMEYİZ

Bilimsel yöntem, diğer bazı bilgi edinme yollarından bilim, deney ve mantık te-melli olmasıyla ayrılır. Bilimsel yön¬temle elde edilen bilgi, yinelenebilir, deney¬lerden sonra yeniden ulaşılabilir olmalıdır. Bu tanımlamaların doğal gereği olarak “bilimsel bilgi”, bağımsız gözlem ve deneye dayanan bir bilimsel süreçle ortaya çıkarılmış güvenilir, ge¬çerli ve dolayısıyla nesnel bir bilgidir. Kişilerden, ülkelerden bağımsızdır, evrenseldir. Bu bilgi yanlışlanabilirdir, dolayısıyla bilim dogmaların karşısındadır.
Beyin kabuğu ve neokorteks, insanın ev¬riminde en son olarak ortaya çıkan beyin kat¬manlarıdır.
Bu anatomik yapılar, insana düşünme ye¬teneğini kazandırmıştır. Düşünme insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir. İnsanın düşünmeyi alışkanlık haline getirerek insanlaştığını söyleyebiliriz. Bilim adamları, in¬san doğduğunda beyninin boş bir levhaya “tabula rasa” benzediğini, aklıyla ve çevreyle iletişimle zamanla biçimlendiğini ve dolduğunu savunmakta¬dırlar.
Beynimizi bize sunulan boş bilgilerle değil, aklımızı kullanarak çev¬reden süzdüğümüz doğru bilgilerle doldurmak bizi özgürleştirir. Bilimsel yöntem kimsenin tekelinde değildir. Bilimsel bilginin karşısında inancı koyabiliriz. İnanç kabuktur, içine hep başkaları bir şeyler doldurur. Düşünme alışkanlığını bir kere bir kenara bı-rakan insanın ne kadar karanlığa batabileceğini tarih bize hep gösterdi, hâlâ gösteriyor.
İnsan, çoğu zaman akan suyun kendine eğim boyunca yol bulması gibi, kolayı yeğleyerek kendini akıntıya bırakır. Düşünmek emek ge¬rektirir, inanç ise çaba göstermeden teslimiyet. Akıl ve kuşkuculuklarıyla çevrelerinden ayrı¬lan insanlar, hem bazı yöneticiler hem de in¬san kalabalıkları tarafından bir tehdit olarak al¬gılanır. Bu nedenle, özgür düşünen insanlar, ta¬rih boyunca bütüncül “totaliter” yönetimlerin baş düşmanı olmuştur.
Olayların nedenlerini ve sonuçlarını in¬celemek, onlara gerçek diye sunulanlardan kuş¬kulanmak, söylenenleri’ sınamak, belgelere dayanarak konuşmak ya da belgeleri araştırmak çaba gerektirir. Bu çabayla ulaşılan bilgi, bire¬ye bir sorumluluk yükler: Ulaşılan bilgiyi baş¬kalarıyla paylaşmak, hatta bazen onu eyleme ge¬çirmek. Böyle yetkinleşen insanlar, düşün¬meyen insan kalabalıklarına hep eksiklikleri¬ni, yetersizliklerini, ezilmişliklerini anımsatır. Kendileri bulundukları yerden çıkmak yerine, diğerlerini o çukura çekerler.
Karanlık ve aydınlığın; dogma ve bilimin mücadelesinde karanlık ve dogma hep bir adım öndedir. Bağnazlar, düşüncelerinden, inançlarından ve yaptıklarından öylesine emin¬dir ki, bu kararlı karanlık çevreyi hemen etki¬ler. Bağnazlar, insanların korkularına, coşku¬larına, umutlarına seslenerek kalabalıkları yönlendirmeyi çok iyi bilirler. Kaba güç kul¬lanma eğilimi, bağnazlığın önemli özellikle-rindendir. İnanç, nasıl içi zamanla koşullara gö¬re birileri tarafından doldurulabilen bir kabuksa, bağnaz insan da istenildiğinde doldurulabilen boş bir silah gibidir.
Kısaca özgür düşünce, hep baskıyla karşı¬laşır; aydınlık hep karanlığın baskısı altında tu¬tulur. Bu dış baskıların dışında bilimsel dü¬şünceyi alışkanlık haline getiren insanların ken¬di iç engelleri de söz konusudur: Yalnızlık, dış¬lanmışlık duygusu ve inanç eksikliğinden kay¬naklanan eylemsizlik. İnsan toplumsal bir var¬lıktır.
Bir toplum içinde yaşaması, duygu ve dü¬şüncelerini başkalarıyla paylaşması ve onlarla bir¬likte biçimlenmesi ge¬reklidir. Kendilerini se¬ven ve destekleyen toplumlarda bireyler daha mutlu, daha verimli olur¬lar. İnsanlığın yüzyıllar boyunca elde ettiği kazanımlardan olan bilimsel düşünceyi topluma yaymak, bu nedenle bir zorunluluktur. Sağlıklı bireyler sağlıklı toplumlardan çıkarlar.
Ne yazık ki, bilimsel düşünce alışkanlığı, bi¬lim adamları topluluğuyla sınırlı kalmış, geniş halk kitlelerine ulaşamamıştır. Kaldı ki, bilim adamlarının çoğu mesleklerini bir zanaat dü¬zeyinde yapmakta, konularının dışında akılla¬rını bir kenara bırakmaktadır. Bu nedenle, bi¬limin gerçek aydınlığı toplum yaşamına gire-memektedir.
Cehalet ve boş inançlar hoş görülemez. İnsan, yıllarca düşünüp çalışıp edindiği dene¬yimler ve insanlığın biriktirdiği bilgiler ışığın¬da boş inançlarla mücadele etmelidir. İstediğine inanma, bir insan hakkı olarak görülse de ca¬hil ve yoksul toplumlarda, inancın silaha dön¬üştüğünü görüp yaşamaktayız. Bu popülist yak¬laşım, ateşle oynamak gibidir. İnanç, toplum¬da ötekileştirmeye, düşman görmeye kolayca dö¬nüşebilir.
Tarihte nasıl cadı avlarına çıkıldıysa, ge¬lecekte bilim insanı avlarına çıkılabilir. Bu teh¬likenin işaretlerini hep birlikte okumaktayız. Akıl ve bilim, insanlığın olmazsa olmaz de¬ğerleridir. Daha güzel bir dünya kurma ülkü¬müzde akıl, gücümüz; bilim, ışığımızdır.
Doç. Dr. Okan Kuzhan, Gata Onkoloji, 3.7.2009 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknik Ekinden…
X
MR. AYZLİ’YE MEKTUP.

28. Eylül. 1962: 38 yıl önce yazılan bu mektubun asıl amacı, bir misyonere; İncil’in, nasıl yorumlanması gerektiğini anlatmaktır.
Burada “Saygı Değer İncil Öğretmenim” dediğim Mr. Ayzli’dir. Kendisi bir Hıristiyan misyoneri olup Gaziantep Amerikan Hastanesinde 1950-1960 yıllarında müdürlük yapardı. 15 günde bir derslere geldiğinde kendisi ile İncil konusunda tartışmalar yapılırdı… Sonraları, bizim görüşlerimiz kafasına yatmadığı için bir daha derslerimize gelmemişti.
Sayın Öğreticim dediğim ise Dr. Emin Kılıç Kale’dir… Dr. Emin Kılıç’tan sonra da Prof. Dr. İlhan Arsel’e Sayın Öğreticim demeye başladım… Prof. Dr. İlhan Arsel Hukuk Fakültesinde Anayasa Hocamızda ve ayrıca Prof. Dr. İlhan Arsel, ŞERİAT ve KADIN davasında, vekil edenimdi…
28. Eylül. 1962 tarihinde yazılan bu mektup yeniden yazılırken kimi bölümlerine anı niteliğinde yeni eklemeler yapılmıştır. Bu eklemeler üslûptan anlaşılmaktadır.)
+
1. Sayın Öğretmenim, Başımdan geçen olayları anlatacağım bu mektubumda… Gerçi geç kaldım bu mektubumu yazıp göndermekte. Göndermeliydim daha önce. Ama nedeni vardır gecikmemin. Yoksa çok daha önce yazardım, bunu bilin… Bir kaza geldi başıma. Uğradım bir iftiraya. Yakaladı polisler beni. Çektiler sorguya. Çıkarıldım yargıçların karşısına. Duruşma sürdü aylarca.
2. Başımdan geçenleri öğrenince hak vereceksiniz mektup yazmakta gecikmiş olmama. İnsanlığa acıyacaksınız başımdan geçenleri okuyunca… Göreceksiniz: İsa’dan beri geçen iki bin yıllık süre içinde insanlık ilerleyememiş uygarlık yolunda. Nasıl gelmişse dünyaya, öyle gitmiş toprağa…
3. Vardır dünyanın her yerinde anlayışsız ve ilkel kişiler. Kutsal kitaplarda bunların adı “ölü” olarak geçer. Sizin Amerika’da daha çoktur bu ölüler. Güldürür buradan bizleri sizdeki ölüler… Bu “ölü”lerden her toplumda bulunur. Nasıl olur da insanlık bu ölülerden kurtulur?
4. Sizin ilkeller; rengi kara diye sataşırlar bir insana. Yemek yemeye utanırlar onlarla bir arada lokantada. Kaçınırlar bir otobüste birlikte yolculuk yapmaktan, aynı çatı altında tiyatro seyretmekten, aynı okulda çocuklarını okutmaktan…
5. Mutsuzdurlar siyahlarla bir ülkede birlikte yaşamaktan. Yüksek görürler kendilerini siyahlardan. Beğenmezler onları. yaparlar her türlü baskıları. Başlarını yararlar renkleri kara diye. Akıtırlar kıpkızıl kanlarını yere. Döverler dördü-beşi bir araya geldiklerinde yakaladıklarını, öldüresiye döverler ağlatırlar analarını…
6. Okuruz haberlerini, görürüz resimlerini gazetelerde. İnsanlık nerde bunlar nerde? Üzülürüz insanlık adına yaptıklarından, kaldırılmalı o özgürlük heykeli Amerika’nın limanından.
7. Bizdeki ölüler ise ayrıksı düşünüyor diye çatarlar insanlara. Bizdeki ölüler insanların; yediğine, içtiğine, giydiğine karışırlar yatıp kalkmasına
8. Şimdi size, bizdeki ilkellerin davranışlarını yansıtacağım. Bizdeki ilkellerin ne denli ilkel olduğunu anlatacağım… Bizdekiler kendileri gibi düşünüp yaşamayan insanlara kara çalarlar, çamur atarlar. Bu yaptıkları ile övünerek milliyetçilik-mukaddesatçılık taslarlar.
9. Kafayı bizlere takan ilkeller bu günlerde başladılar bizlere çamur atmaya, kara çalmaya. Biziz işleri güçleri: Meşin şapka giyermişiz, meşin şapkamızı güneşte başımıza takar, gölgede çıkarırmışız.
10. Meşin şapka giymek. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin bir alışkanlığı idi. Sayın Öğreticim meşin şapkasını gölgede çıkarır , güneşte giyerdi. Bu davranışı ise kimilerinin ilgisini çekerdi.
11. Biz öğrencilerinden birkaçı da ona özenerek meşin şapka giyerdik. Anlayacağınız Hocamıza özenirdik. Kaldı ki Hocamıza özenen üç-dört kişiydik.
12. O zamanlar kamu kurumunda çalışan işçiler; Devletin kendilerine sosyal yardım amacı ile verdikleri meşin ceket ve şapka giyerlerdi. Sermaye bekçileri ise meşin ceket ve şapka giyen sendikalı işçilere komünist derdi. Müfterilerin meşin şapka giymemizden rahatsız olmalarının nedenini bu idi. Bizlerin de meşin şapka giymesi komünistlere bir özenti kabul edilerek komünist sayılmamıza yetmişti.
13. Meşin şapka giymek yanında yalan söylemezmişiz. Rakı içmezmişiz. Bara, saza, kahveye gitmezmişiz. Partilerine, derneklerine, toplantılarına katılmazmışız, güzeli severmişiz. Yolumuz bile bir tane imiş, o yolumuzdan gelip gidermişiz. Kimsenin aldığına-verdiğine karışmazmışız. Emin Kılıç ne derse onu yaparmışız. Emin Kılıç’ın çalmadığı çalgı aygıtı (aleti) yokmuş. Bilgiliymiş, görgülüymüş. Batıyı-doğuyu, her yeri, gezmişmiş. İncil’de, Kuran’da, dinsel ve tasavvuf konusunda kimseler kendisi ile yetişemezmiş. Amma ve lâkin!.. Namaz kılmazmış, oruç tutmazmış, Hacca gitmezmiş.
14. Şimdi ise evinde ders vererek gençleri baştan çıkarıyormuş, onları dinden imandan ediyormuş. Kişiliklerini öldürüyormuş. Hipnotizma, manyetizma ederek akıllarını başlarından alıyormuş. Öğrencilerini de o denli kendisine bağlamış ki; tokat atıyormuş da hiç biri sesini çıkarmıyormuş. Saymakla, söylemekle bitiremem bunları size… İşte bu gerekçe ile yüklendiler bize…
15. Bir Emin Kılıç fobisi var bizdeki ilkellerde. Bir son vermek istiyorlar Emin Kılıç’ın öğretilerine. Ama Emin Kılıç’ın yasalara aykırı bir davranışı yok ki… Sormayana söylediği bir sözcük yok ki…
16. Yokluyorlar geçmişini, tertemiz, yurdunu savunmak için yirmi beş savaşa katılmış. Mısır’da esir yatmış. Esaretten kurtulup geldiğinde, ayağının tozu ile, Antep savaşına katılmış. Antep savaşı bitmiş, hadi babam Batı Cephesi Kumandanlığı görev almış. Yirmi altı yaşında dönmüş çocukken gittiği cepheden… Öğrenimi sürdürmeye başlamış kaldığı yerden yeniden…
17. Araştırıyorlar, soruşturuyorlar hiçbir leke yok geçmişinde… Kara çalmak, çamur atmak zor değil ya bizde… Emin Kılıç evinde ders veriyor ya… Gençleri baştan çıkarıyor ya… Ne yapmalı? Emin Kılıç’a kara çalmalı. Çamur atmalı. Dinsiz demeli, zındık demeli. Ne yapıp ne edip bir son öğretilerine vermeli…
18. İşte böylece, düşünmüş-taşınmış ilkeller, demişler şunlara bir oyun oynayalım da dünya kaç bucakmış görsünler. İşte bu mektubumda bu zavallıların MHD (Musikide Hayat Dersleri) ) için kurmuş oldukları tertibi açıklayacağım.
19. Sayın Öğreticim ders verdiği topluluğa ad olarak “Musikide Hayat Dersleri” adını vermişti ve kısaltılmış olarak “MHD” demişti. Oluşturduğu ilk topluluğu “Yeni Çığır” olarak adlandırılırmış. Sonradan bu adı değiştirmiş, “Musikide Hayat Dersleri” adını vermiş.
20. Derslere, günün olayları üzerine konuşmalarla başlanırdı. Öğrencilerin, varsa, soruları yanıtlanırdı. Soru soran kalmayınca Musikiye başlanır, tasavvuf musikisi icra edilirdi… Bu dersler 20’de başlar; en erken, 24’te biterdi. (Bu konuda 6. sıradaki Emin Kılıç Kale bölümünde de açıklama yapılmıştır…)
21. Sayın Öğreticime intisap edişimde çok zayıf ve halsizdim. Aynı zamanda da yeni evli idim. Dr. Emin Kılıç Kale, biraz kendimi toplamak ve biraz da nefsimi terbiye etmek için olsa gerek bana ve benimle birlikte başka bir arkadaşa emir vermişti. “Bundan böyle eşinizle yataklarınızı ayıracaksınız!” demişti.
22. Tarikat anlayışına göre Mürşide uymak bir müridin görevi idi. Yoksa irşat olamazdı. Ben de buna uydum. Bu davranışımla aile arasında dedikoduya neden oldum. Haklı olarak eşimle yatağımı ayırtmış olmama bir anlam veremediler. Bunun nedeni Dr. Emin Kılıç dediler.
23. Meşin şapkadan sonra da eşimle ayrıA yatmam komünist olarak anılmamın ikinci nedeni oldu. Çünkü o zamanki anlayışa göre her aykırı davranış; ya komünist ya da masondu…
24. İşte bu nedenle bara bir tertip kurdular. Komünisttir diyerek tutuklattırdılar. Müfterilerden biri: Milliyetçilerin teorisyeni olan Ülkücüye Notların yazarı, aynı zamanda teyzem oğlu olan Mete Necdet Sevinçtir. Şimdilerde ise Yeni Çağ gazetesinde ötmektedir.
25. İşte bu Necdet Sevinç, aile içinde yapılan eşimle ayrı yatmam dedikodusunu, duyunca; beni, Emin Kılıç Kale’nin etkisinden kurtarmak istemiş aklınca. Gaziantep Emniyetinin desteğinde ve arkadaşları ile birlikte sözde bana iyilik olsun diye girişmiş işe…
26. Tertipçilerden biri de şimdilerde pek meşhur olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Zekeriya Beyaz’dır. Şimdi yapıp yapmadıklarını bilmiyorum ama, her ikisi de o zamanlar polise ajanlık yapmıştır.
27. Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’in o zamanlar polise ajanlık yaptıkları kendi itirafları ve mahkeme kararı ile belgesel olarak elimdedir… Sırası gelince bu belgeler sergilenecektir.
28. Bunların bu davranışlarındaki güdü (saik) bir komünist örgütü çökerterek meşhur olmaktı. Oysa Dr. Emin Kılıç Kale’nin ve benim komünistlikle ilgimiz olmadığı gibi komünizm hakkında bilgimiz de yoktu… Bilgimiz ve ilgimiz: Atatürkçülük ve Atatürkçülükle ne oranda bağdaşır bilmem ama musiki ve tasavvufçuluktu…
29. Zarar verelim derken yararlı oldular bize. Atatürkçülük beraatı aldık sayelerinde. Ne denli teşekkür etsek azdır kendilerine. Yasa karşısında, toplum karşısında, suçsuzluğumuz ortaya çıktı hiç olmazsa… Şunu da belirteyim ki sayelerinde mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve aydın bir kimse” sayıldım. Mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve aydın sayılan ikinci bir kimse yoktur sanırım
30. Sayın Öğretmenim, hatırlarsınız derslere ilk geldiğim günleri. Yüzüme bakılamayacak bir durumda idim. Yoktu ayakta durur halim. Değil ayakta durmak; doğru dürüst bir oturağa (Koltuğa, kürsüye, sandalyeye) bile oturamazdım. Yara bere içinde idi her yanım; sağım, solum, kıçım, koltuk altım. O günler 25 yaşında idim. Yaşamımın en bunalımlı günlerinden birini yaşıyordum. Çok cahildim, işsizdim, mesleksizdim, parasızdım.
31. Öylesine bilgisiz ve görgüsüzdüm ki; okuyup yazmak şöyle dursun; işitmiyordu ağzımdan çıkanı kulağım. Ağzımdan çıkanı duymuyordum, ne söylediğimi bilmiyordum. Gözlerim vardı, göremiyordum. Dilim vardı söyleyemiyordum. Kulaklarım vardı ama, duymuyordum. Refleksimi yitirmiştim: İnmeliydim, kötürümdüm sanki kendimi koruyamıyordum.
32. Oyuncak olmuştum cinlerin elinde. Cin denirdi insanın en cinivizine. Her yanımı sarmıştı kötü ruhlar. Cin kavramı yanlış anlar şeriatçı mollalar İnsanın dışında “cin” diye bir varlık aramamalıdır.
33. Cin, kendi çıkarını toplumun üstünde tutan ve bu amaçla elinden geleni yapan bencil ve çıkarcı insanları simgeler. Örnek: günümüz hayalî ihracatçıları, naylon fatura sahtekarları, komisyoncular, rüşvetçiler, uyuşturucu tacirleri, zenginlerimizi haraca bağlayan mafya örgütleri, dini siyasete ve ticarete alet eden iki yüzlü siyasetçiler tam birer cindirler.
34. Topluma zarar veren bütün bunlar cin taifesinden sayılır. Şeriatçılar, politikacılar; insanlarımızın dikkatini görünen cinlerden kaydırarak görünmeyen cin masalı ile halkımızı aldatır.
35. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale, sakat olan organlarım üzerinde gezdirince elini, yılına kalmadı doğrultuverdi belimi. Görür oldu görmeyen gözlerim, duyar oldu duymayan kulaklarım, tutar oldu tutmayan ellerim ayaklarım. Bir ölü idim sanki, dirildim. Kötü ruhlardan, inlerden-cinlerden, şeytanlardan kurtuldum, kendime geldim. Çünkü yazılmıştır: “Matta, 11/5: Körlerin gözleri açılıyor, topallar yürüyor, cüzamlılar temizleniyor, sağırlar işitiyor, ölüler diriliyor…” ve yine: “Matta, 15/31: ve İsa onları iyi etti. Şöyle ki: Dilsizi söyler, çolağı sağlam, körü görür ve topalı yürür gördükleri zaman zaman halk hayran oldular.”
36. İncil’de geçen “Görmeyeni görür kılmak, sağırı duyar duruma getirmek, dilsizi dillendirmek, insanı cinlerden-şeytanlardan kurtarmak ve ölüyü diriltmek” simgesel anlatımlardır. Şeriatçı mollalar bütün bu simgeleri gerçek anlamda anlamaktadır.
37. Oysa bir ölüyü; değil İsa, İsa’nın babası (Allah’ı) gelse diriltemez. Değil bir Allah, bin Allah bir araya gelse, ölmüş olanı diriltemez… Bu mecaz anlatım, gerçek anlamda anlaşıldığı sürece insana yarar veremez. Ne var ki mektup yazdığım kişi, Misyoner Mr. Ayzli bile İncil’i böyle yorumlayamamış ve: “Ben bu yazdıklarınızdan bir şey anlayamadım!” diyerek mektubumu geri göndermiştir. Bu göstermektedir ki, bir misyoner bile İncil’i anlamaktan acizdir.
38. Ne var ki bendeki bu değişiklik; iyi karşılanacağı yerde kötü görmüşler. Babama baskı yaparak: “Oğlun Emin Kılıç’a gitmeyi sürdürürse dinsiz olacak!” demişler. Babam, bana dedi: “O, Emin Kılıç’a gitme!” Ben ise dedim: “Kötü mü oldu oraya gittimse?
39. Bendeki değişikliği görmüyor musun? Sigarayı, içkiyi bıraktım. Boşta gezen biri idim. Şimdi bir işte çalışmaktayım.” deyince babam: “ Sigara da iç, içki de iç. Yeter ki ona gitme. O adam seni büsbütün dinsiz edecek! Beni dinle…”
40. İki bin yıl önce kötü bir insanın iyi bir insan olması olumlu “dirildi” deniyordu. Günümüzde ise kötü yolda alışkanlıkları olan bir kişinin “dirilmesi” istenmiyordu. Benim gibi yolunu şaşırmış bir adam, içki içen, kumar oynayan, kavga yapan, boş gezen, kahvelerde, sazlarda, barlarda sürten, sözünde duramayan, aldığını veremeyen biri Emin Kılıç’la karşılaşır karşılaşmaz bu davranışlarını bir çırpıda bırakıyor. Kötü iken iyi oluyor. Ama bütün bunlar halk oyunda iyi karşılanacağı yerde kötü karşılanıyor. İyiye yorumlanmıyor. “Sen, diyorlar, yine içki iç, yine kavga et. Boş gez, kahvelerde, barda, sazda sürt! Boşboğaz ol. Tek o adamın yanına gitme, toplum nereye gidiyorsa sen de oraya git!”
41. Babam, amcam, dayım, halam-teyzem, konu-komşum, yakın arkadaşlarım; diyorlar “Gitme oraya yalvaralım!” diyorlar. Beni sayın Öğreticimin öğreticilerinden koparmaya çalışıyorlar.
42. Bütün bunlara karşı ben direniyorum. Ayrılmak usumdan bile geçmediği için gidiyorum. Çünkü Dr. Emin Kılıç’a gitmek demek: “Gerekçeli yaşam” demekti. Gerekçeli yaşam demek ise tekamül etmek demekti. Oradan ayrılırsam işe yaramazdım, verimli olamazdım. Bir iş yapamazdım kendiliğimden, kuru bir ot gibi ateşe atılarak yakılırdım,. Çünkü yazılmıştır: (Yuhanna, 15/1-8: Ben hakiki asmayım ve Babam bağcıdır. Bende meyve vermeyen her çubuğu koparır ve her meyve veren daha ziyade versin diye onu temizler. Zaten size söylediğim bu sözlerle siz temizsiniz . Bende durun ve ben de sizde. Çubuk asmada durmazsa, kendiliğinden meyve vermediği gibi, siz de böylece bende durmazsanız, meyve veremezsiniz. Ben asmayım, siz çubuklarımsınız. Bende durun ve kendisinde durduğum kimse çok meyve verir; çünkü bensiz bir şey yapamazsınız. Eğer bir kimse bende durmazsa dışarı atılır ve kurur. Onların toplayıp ateşe atarlar ve yanar. Eğer bende durursanız ve sözlerim sizde durursa, her ne isterseniz dileyin, size olacaktır.)
43. Gerçekten de Dr. Emin Kılıç, bizlerdeki olumsuz davranışlar karşısında şiddetli bir tepki gösteriyordu. İnsana yakışmayan alışkanlıklarımızı gördüğünde, duyduğunda feleğimizi şaşırtıyordu. Ayrıca öğrenci arkadaşlar arasında aşağılık ve suçluluk duygusu duyuyorduk. İşte bu duygusal durumdan kurtulmak için ya kendimize çeki-düzen veriyorduk. Nitekim ateşe, fırına girmeyi göze alamayarak olumsuz duygularına (nefsine) uyanlar topluluktan ayrılmak zorunda kalıyorlardı. Ayrılmakla da kurtulamıyorlardı. Ayrılanlar çok aşağı sıfatlarla anılıyordu. Ayrıca nefsini düzeltme çabasından kaçarak sorumsuz bir yaşamı yeğleyenler bütün öğrencilerce de suçlanıyordu.
44. Babamın, amcamın, dayımın, halamın, teyzemin, konu-komşum ve yakın arkadaşlarımın sözleri beni etkilemiyordu. Sayın Öğreticime gitmeyi sürdürdüğüm için babam beni evden kovdu. Tek odalı bir kulübede oturdum. Banyom, mutfağım, yatak odam bu bir tek odalı bir kulübede, dinden çıkmış biri olarak kabul edilerek tek başına kalmıştım.
45. Babam ve ev halkım bana düşman olmuştu. Yakın çevrem dinsiz oldu iyiden iyiye diyerek benden kaçmıştı. Her şeyi göze almıştım, sonuna değin dayanacaktım. Çünkü yazılmıştır: “Matta, 10/35: Çünkü ben; adamı babasına ve kızı anasına karşı ve gelini kaynanasına karşı ihtilafa koymaya geldim ve adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır. Babayı ve anayı benden ziyade seven bana lâyık değildir., Oğlunu veya kızını benden ziyade seven bana lâyık değildir. Ve haçını alıp ardımca gelmeyen bana lâyık değildir.” tümcesi gereği haçımı sırtıma almıştım.
46. Dayanıyordum. Onlara değil kendime, kendi görüşümün doğruluğuna, inanıyordum. Kendim seçiyordum yolumu. Doğru olan, gerçek olan buydu. Hak (doğru) bildiğim yolda tek başıma kalsam bile gitmek istiyordum. Ölümü bile göze almıştım, gerekirse ölmek istiyordum. Çünkü ben doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı yaparak yeniden doğmak istiyordum. Çünkü yazılmıştır: “Yuhanna, 3/3: Bir kimse yeniden doğmadıkça Allah’ın melekûtuna giremez!”
47. Bu, tümce şöyle demektedir. Doğru olan geleneklerin, göreneklerin, dinlerin koşullanmışlığından değil de yaşamı akıl ölçüsüne göre düzenlemek gerektir. Din literatüründe buna yeniden doğmak denir. Allah’ın melekûtuna girmek diye dile getirilir. Bu deyimin tapınma ile bir ilgisi yoktur. Allah’ın melekûtu demek: “Genel doğrular, olumlu kavramlar, yüce değerlere uygun yaşam sürmek demektir…”
48. Sayın Öğretmenim, yeniden doğuş çabalarımı, buradayken, yerinde izlediniz. Özellikle; benim üstümde ve benim gibi yeniden doğmak isteyen “balıkçı” arkadaşlar üzerinde dururdunuz.
49. Bilmeyenler için bu kavramı açıklamak istiyorum. Balıkçı deyimin İncil’de geçtiğini söylüyorum. İncil’deki balıkçılar halktan, emeği ile geçinen, kişilerdi. YENİDEN DOĞMAK için İsa’ya çıraklık etmişlerdi. İsa’nın ölümünden sonra İsa’nın öğretilerini yaymak için ölümü göze almışlardı.
50. Bizlerin de Dr. Emin Kılıç’ın öğretilerini yaymak için böyle bir görev üstleneceğimiz umulurdu. Ne var ki böyle olmadı. Sayın Öğreticim kendisine yapılan haksızlık üzerine misyonundan vazgeçerek “Göğe Çekilme” adı altında zamanın yöneticilerine küsünce kendisine ters düştüm.
51. Benim yüzümden başlarına bir iş geleceği korkusu kendilerini çılgına çeviriyordu. Başlarına gelenin benim yüzümden olduğunu sanıyorlardı. Oysa soruşturmaya uğramasının nedeni, biraz da, Sabah Gazetesinde Burhan Cahit Günenç’le yaptığı röportaj idi… Eğer o röportajı bizlerden biri yapsa idi: Ne alçaklığımız, ne de eşşekliğimiz kalırdı…
52. Komünistlikle yargılanmam da bu ters düşmenin başlangıcı oldu. Oysa kendisi ile birlikte üç öğrencisi de aynı soruşturmaya uğramıştı. Bütün bu soruşturmalar Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in Gaziantep Emniyetine verdikleri raporlar üzerine yapılıyordu. Gerçi hepimiz de aklandık ama bir kere iftira atılmış ve izi de kalmıştı…
53. Bu soruşturma üzerine bilimsel sosyalizmi (komünizmi) merak ederek sol kitapları okumaya yöneldim. Okudukça kendimin doğuştan materyalist olduğunu öğrendim. Demek ki ben doğuştan materyalist ve sosyalistmişim de haberim yokmuş… Doğal yapım gereği söylenip duruyormuşum da, söylediklerimin suç olduğunu bilmiyor muşum…
54. Bu ters düşme sonucu Sayın Öğreticim idealizmin “solipsizm” kolunda kaldılar. Benden başka öğrencilerinin hepsi de “solipsist” oldukları halde bunu bile bilmezler. Hâlâ ve hâlâ “Deyen sensin!” derler. Bu deyimin ne anlama geldiğini bile bilmezler.
55. Bu deyimi önceleri Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in söylemine benzetirdim. Sanırdım ki, Allah için: “Var diyen de insan, yok diyen de insan!” demek istiyorlar… Sonradan anladım ki, bunlar her şeyin yaratıcısı olarak insanı görüyorlar. İnsan olmasaydı hiçbir şey olmazdı diyorlar. Böylece “İnsan olmasaydı madde olmazdı!” demek istiyorlar.
56. Bir keresinde şöyle bir tartışmamız oldu sayın Öğreticimle: “Bu görüşe göre, anamız bizi doğurmadı; biz, anamızı doğurmuş oluyoruz. Çünkü biz olmasaydık, ana diyen olmazdı…” deyince: “Evet, sen olmasaydın, ana deyen de olmazdı. Çünkü ana deyen sensin! Sen olmasaydın, anana ana deyen de olmayacaktı!..” demesin mi? Bunun üzerine kendisine bir örnek gösterdim. “Değil mi ki her şey bizim zannımıza göre var. Aslında madde diye bir şey yok. Öyle ise şu caddeden geçen otobüsü yok sayalım! Eğer otobüsü gerçekten biz yaratıyorsak, otobüs bizim zannımızda var ise; otobüsün bizi çiğnememesi gerek!” deyince: “Senin aklın yetmiyor, sen önce itaat etmesini öğren!” dedi… İşte benim itaatsiz oluşumun ve ters düşmemin başlangıcı bu tartışma olmuştu…
57. Nazım Hikmet bu görüşün en çarpık, en yanlış bir görüş olduğunu söyleyerek: “Ne var ki bu felsefeyi çürütmek hepsinden zordur!” demek zorunda kalmıştır. Gerçekten de çok doğru… Batıda, bu görüşün (felsefenin) temsilcisi Berkeley’dir. Yurdumuzda ise bu görüşün bayraktarlığını Harun Yahya takma adlı kişi yapmaktadır.
58. Akit gazetesi Harun Yahya’nın kitaplarının ilanını yaparken hep solipsizm felsefesinin propagandasını yapmaktadır. Oysa solipsizm Akit gazetesinin sünnî inancına da terstir. Çünkü sünnîler maddenin varlığını kabul ederek solipsistlerden ayrılırlar.
59. Sünnîlere göre madde gerçektir; ama, yaratan biri vardır ki ona da Allah denir. Solipsistlere göre ise; madde diye bir varlık yoktur. Madde diye gördüklerimiz insanın zannından başka bir şey değildir. Biz olmasaydık, zannımız olmasaydı, madde diye bir varlık olmazdı. Bu görüşe göre İnsan olmasaydı Allah da olmazdı. Akit gazetesi bunların reklamını bilerek mi yapıyor, bilmeyerek mi?.. (Bu konuda ayrıntılı bilgi almak isteyenler Sitemizin Güncel Mektuplar bölümüne bakabilirler…)
60. Biz maddecilere göre ise madde vardır, gerçektir; ama, doğmamıştır, doğrulmamıştır; yani yaratılmamıştır. Ezelden vardır ve ebediyen de olacaktır. Maddeyi yaratan maddenin dışında bir varlık yoktur. Var dedikleri varlık sanaldır (hayalî-simgesel)…
61. Batı dünyasının kapitalistleri, kendileri maddeci odluları halde, çıkarları gereği dincileri (düalist) ve solipsistleri (Yaratıcılığı insana indirgeyenleri) var güçleri ile desteklemektedirler ve bunlara su gibi para akıtmaktadır. Evrim görüşüne ve kurucusu Darvin’e saldırıda bayraktarlık yapan Harun Yahya ve ekibini finansa edenler batının maddeci kapitalistlerdir.
62. Solipsizm felsefesi, İslam evliyalarının çoğunca dile getirilmiştir: “Enel Hak! Ben tanrıyım!”; yani, “Yaratan benim!” sözlerini ölümü göze alarak dile getirmişlerdir. “Enel Hak” deyimi bir de şu anlamda kullanılır ki bunu da belirtmezsek böyle deyenlere haksızlık etmiş oluruz. Bu deyimin bir anlamı da ben nefsimi terbiye ettim. Tanrı ve din bilgisinde öylesine ilerledim ki en yüce olan Tanrı katına çıktım demek isterler. Bu anlayış ve görüşe sahip çıkmaları nedeniyle çoğu canından olmuştur. Kimisinin diri diri derisi yüzülmüş, kimisinin kafası kesilmiş, kimisi de hapislerde çürümüştür… Hallc-ı Mansur, Nesimi, Muhittin Arabi gibi Tasavvufçular bunların başında gelir…
63. Ben, aldığım öğreti (irşat, hikmet ve himmet) nedeniyle Sayın Öğreticimi olduğu gibi kabul ederek saygıda kusur etmemeye çalıştığım halde; O beni, en ağır aşağılama (hakaret) ve küfürlerle kovdu. Kovmak yanında Gaziantep’e benimle ilgisinin kalmadığını duyurdu. Öğrencilerine de: “Kim benimle konuşursa onun da seyyah (aforoz) edileceğini” bildirdi.
64. Neyse bu ara girişinden sonra biz dönelim mektup işine. Öğretileriniz bize özgü idi. Yakından izlerdiniz bizleri. Yüksek öğrenim görmüş diğer öğrenci arkadaşlardan daha çok bizimle ilgilenirdiniz. Yeniden doğuş çabalarımızı görünce mutluluk duyardınız. Bizlerin “Yeniden doğuş” çabalarında önümüzü açmak için elinizden geleni yapardınız.
65. Yeniden doğuş”: İncil’de geçen dinsel bir terimdir. İnsanın dinsel inançtan, gelenekten-görenekten kurtularak aklın verilerine göre yaşamına yön vermesini simgeler. Yeniden Doğuşa erenlere, olgunlaşmış insan (insan-ı kâmil-örnek insan) denir…
66. Yeniden Doğuşa erenler öncelikle dinsel kayıtlama ve kısıtlamalardan kurtulur…. Gerçeğe erenlere Ermiş-Erişmiş, İnsan-ı kâmil denir. İnsan-ı kâmilin din felsefesinde sıfatı, dinsel mertebe olarak, Tanrıdır. Yani üstün insan, yüce insan, erdem sahibi bilgili ve bilge insan Tanrı sıfatı ile ödüllendirilir. Bu nedenle onların ağzından çıkana da Tanrı sözü (Allah kelâmı) denir.
67. Batınî tasavvufçular, böylece soyut Allah’tan somut Tanrı anlayışına geçmiş olur. Ne var ki günümüz aydınları Batınî tasavvufçular kadar bile olamamışlardır. Hepsi de yukarılarda bir varlık aramaktadırlar. En laikleri bile “Elhamdülillah ben de Müslüman’ım!” demekten kendilerini alamamaktadırlar. Oysa laiklik kelime anlamı laikos’tur ve bu da din dışı demektir. Din dışı olan bir kavram nasıl olur da dinsel dünya görüşüne itibar eder…
68. Laikler seculerdirler, dünyevidirler. Ahretle, öte dünya ile ilgileri yoktur. Maddenin yoktan var olmadığını kabul ederler. Gerçekten de maddenin yaratılmamış olduğunu kabul etmek; maddeyi Allah’ın yoktan var ettiğini kabul etmekten daha bilimsel ve daha mantıklıdır. Çünkü bilime göre: “Hiçbir madde yoktan var olmamıştır, ve var olan da yok olmayacaktır.” (Lavezion maddenin sakınımı yasası).
69. Artık soyut olan Allah’tan somut olan Allah anlayışına dönmenin zamanı gelmiştir. Bu somutluk da aklın verilerine uymakla olur.Ne zamana değin sanal varlığın arkasına düşülecektir? Ne zamana değin insanlar kendisine ve diğer insanlara yabancılaştırılacaktır? Ne zamana değin insana hiçbir yararı ve yardımı olmayan sanal varlığın ardına düşülecektir. Bu anlayışın insanı yalancı (kâzip) bir tevekkül ve miskinlikle oyalamaktan başka yararı yoktur.
70. Böyle bir anlayış doğanın yaratış amacına da aykırıdır.. İnsanlık, karşılaştığı olayların nedeni aramadığı sürece kendisine kurtuluş yoktur.Aklını kullanarak yıldırım olayına karşı paratoner icat etmek dururken “Resulullah (S.A.V): ‘Gök gürültüsünü işiten bir kimse şu aşağıdaki yazılı olan duâyı okursa, şâyet o gürleyişte yıldırım düşerse o kimseye isabet etmez,’ buyurmuşlardır.” Böyle bir anlayış insanı felâketlerden korumaz. İnsan; Tanrıyı kendi dışında aradığı sürece gerçeğe ulaşamaz. İnsan Tanrı’yı, kendi dışında değil de kendisinde ve maddenin gizinde aramadığı sürece huzura ve mutluluğa erişemez.
71. Sayın öğretmenim, bizlerin yeniden doğuş çabalarını takdirle karşılardınız: “Ne mutlu sizlere, ne mutlu yeniden doğmuş olanlara ve doğacak olanlara!” derdiniz. Bizlerse; elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince dayanırdık yeniden doğuşun gerektirdiği sancılara, katlanırdık zorluklara. Böylece geçtik “dar kapılardan” Çünkü yazılmıştır: “Matta, 7/13: Dar kapılardan içeri girin; zira helâke götüren kapı geniş ve yol enlidir; ve ondan giren çoktur. Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır, ve onu bulanlar azdır.”
72. Kolay değildir insanın olumsuz duygularını iradesine dayanarak olumluluğa yöneltmesi. Şimdi de sürüp gidiyor bu çabamız. Bizleri, helâke götürecek olan geniş kapılardan, enli yollardan kaçıyoruz ve bizi hayata götüren “dar kapıdan” geçmeye çalışıyoruz…
73. Dar kapı deyimi İncil’de geçen bir terimdir. Bu deyim, “zor geçit” adı altında Kuran’da da geçer… İnsanın kendisini zarara uğratacak, yüzünü kızartacak, başını öne eğdirecek sokacak eylemlere zorlayan duyguları (nefis-şeytan) olumluluğa çevirmek için gösterdiği çabaya “Dar kapı” “Zor Geçit” adı verilir. Bizleri kötülüğe, olumsuzluğa sürükleyen duyguya din ilminde Şeytan adı verilir. Şeytan da insanın kendisinde aranmalıdır. İnsanın dışında şeytan diye bir varlık yoktur.
74. Şeytan simgesinin karşıtı rahman (Allah-Tanrı) dır… Bu deyimi seyyar fotoğrafçılar çok kullanır. Çektiği fotoğrafın negatifine şeytanisi, pozitifine de rahmanisi demeleri küçüklüğümde dikkatimi çekmiştir.
75. Kim kendisini olumsuzluğa sürükleyen duygulara kaptırırsa, şeytanın yolunda; kim kendisini olumluğa sürükleyen duygulara kaptırırsa rahman (Allah-Tanrı) yolunda olur… Bütün suç işleyenler yakalanıp da; polisin, yargıcın karşısına çıkarıldığında kendilerini şöyle savunurlar: “ŞEYTANA UYUP YAPTIM!” Oysa kendilerine görünen Şeytan diye bir varlık yoktur. Şeytan dediği kendisini suça sürükleyen duygularıdır. İnsanın dışında şeytan diye bir varlık yoktur…
76. Suç işlerken; duygularının tutsağı olması, duygularına gem vuramaması, karşılaşacağı işlemin sonuçlarını ve alacağı cezayı düşünememiş olması kendisinin gelişmemişliğini ve irade zayıflığını gösterir.Çünkü o an ki duygularının tutsağı olmuştur ve gözü yapacağı eylemin sonuçlarını görmemiştir.
77. İşte insanı suça iten bu karşı konulmaz isteğe Şeytan adı verilir. Bu suçu işlemeden önce içinden “CIZ!” diye bir uyarıcı duyar ki buna rahmanî duygu (ALLAH!-TANRI!) denir… İnsanın dışında Tanrı diye varlık yoktur… Hepsi insandadır…Bakınız.. K. 8/24, 50/16 ve 5l/21…
78. Gelişmemiş insanlar aklı ile değil de duyguları ile hareket ettikleri ve iradeleri zayıf olduğu için kendini eğitip yüceltme yolunda kendilerini olumsuzluğa sürükleyen duygulara direnmekte güçlük çekerler. Kendilerini uyaran “cız!” duygusuna uyacaklarına, işin kolayına kaçarak arzularına teslim olurlar. O, kendilerini olumluluğa yönelten yüce duygulara önem vermeyerek içlerinde bulunan Allah’ı öldürürler. Nefisleriyle (Şeytanla) savaşım yerine kısa vadeli zevklerinin peşine düşerler.
79. Oysa insan olmanın gereği içimizdeki bulunan ve uyumakta olan Tanrı’yı uykudan uyarmak daha doğrusu harekete geçirmektir. Ne var ki bu iş zor olduğundan işin kolayına kaçılmıştır. İnsanın bu zaafını tapınma (ibadet) kuralları ile ikame etmişlerdir. Sanırlar ki tapınmakla (ibadet etmekle) Allah işledikleri olumsuz eylemleri (Günah dedikleri)ı bağışlar… Oysa yapılan olumsuz ve kötü bir eylem insanın, eğer kendisinde insanlıktan eser varsa, ruhunu tahrip eder.
80. Bütün dincilerin Allah için, din için, kitap için kendileri gibi inanmayan insanların canına kıymaları hep bu içlerindeki uyarıcıyı; yani sağduyuyu, insafı, vicdanı, (Allah’ı) öldürmelerindendir…
81. Bütün dinciler, içlerindeki; kendilerini iyiliğe, güzelliğe, olumluluğa yönelten duyguları (Allah’ı) öldürerek yerine, tapınma (ibadet) kurallarını koydular. İşi kolayına kaçtılar. Böylece Allah’a ibadet ederek huzura ereceklerini sandılar.
82. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye ne denli teşekkür etsek azdır. Bir kere teşekkürlerimizi arz etmek istedik kendisine: “Efendim, çabalarınızla kurtulduk kötü alışkanlıklarımızdan. Kazandık sağlığımızı. Görür, duyar, söyler olduk. Tadını aldık yaşantımızın. Yaşıyoruz huzur ve güven içinde.” diyecek olduk, kestirme ve kesin bir dille: “Cesur olun! İmanınız size kurtardı!” dedi. Çünkü yazılmıştır: “Matta, 92: Fakat İsa dönüp onu görerek: ‘Cesur ol kızım! İmanın seni iyi etti.” Demek istiyordu ki siz çabalamasaydınız, istemeseydiniz sizdeki bu değişiklik olmazdı.
83. Kentimiz ilkellerinin gözünden kaçmıyordu bu yeniden doğmuş olmamız. Yepyeni bir insan yapmıştı bizi çabamız. Gözlerini kamaştırıyordu bizdeki bu değişiklik. Geçemiyorlardı bizim gibi dar kapılardan, zor geçitten, şimdilik. Katlanmak işlerine gelmiyordu yeniden doğuşun zorluklarına. Bu yüzden kapıldılar aşağılık duygularına. Önceleri kuramda sanıyorduk bize karşıt oluşlarını. Sonradan duyduk bizlere tuzak kurduklarını. Şimdi de anlatayım bunların bize nasıl tuzak kurduklarını…
84. Geçen yıl birkaç genç, “konuk” olarak gelmişti derslerimize. Sorular sormuşlardı Sayın Öğreticime. Ara sıra derslerimizde ve “Tertiplerimizde” bulunmuşlardı. Bizlere yakınlık göstererek dostluğumuzu kazanmışlardı. Sayın Öğreticimin, öğretilerinden not tutmuşlardı. O denli yakınlık göstermişlerdi ki yemek yerlerdi, çay içerlerdi bizlerle Tertiplerimizde… Senli benli olmuşlardı hepimizle.
85. En çok benimle ilgilenmişlerdi. Bana sokulmuşlardı. Öyle ki Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye: “Örencilerinizden Hayri Balta’nın konuşmalarını daha iyi anlıyoruz. Sizden dileğimiz: Hayri Balta’nın bizimle inip-kalkması. Sorularımıza, onun yanıt vermesine izin vermenizdir.” demişlerdi.
86. Bu istekleri üzerine Sayın Öğreticim kendilerine: “Yol arkadaşı, rehber, musahip olarak” beni görevlendirmişti. Böylece bu polis ajanları, “muhbirler” ve “tertipçiler” bana öğrenci olmuşlardı. Bunlar ilk aşıyı ve mayayı benden almışlardı.
87. Kendileri ile olan konuşmalarımızda, bana göre çok basit olan sorular soruyorlardı. Ben de sordukları bütün sorulara bütün içtenliğimle yanıtlar veriyordum. Bildiklerimi saklamadan olduğu gibi anlatıyordum, hiçbir düşünce ve görümü kendilerinden saklamıyordum.
88. Bu muhbirlerin ve tertipçilerin başında şimdi Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Zekeriya Beyaz ile Ülkücüye Notların yazarı ve şimdilerde haftalık Kurultay ve günlük Yeni Çağ gazetesinde başyazılar yazan Necdet Sevinç bulunmaktadır.
89. Bir de Bekir Kaynak, Cevat Güralp adındaki gençler vardır. Gaziantep Sorgu Hakimliği: E. 962/25, K. 962/104 sayılı kararında adı geçen Necdet Sevinç, Bekir Kaynak ve Cevat Güralp olayın muhbirleri ve başlıca tertipçileri olarak belirtilmiştir. Bunun Türkçesi: “Kışkırtıcı ajanlıktır” ki bunları yönetenlerin ve yönlendirenlerin başında da Zekeriya Beyaz vardır.
90. Zekeriya Beyaz’ın şimdilerde İslamı çağa uydurma çabalarında ileri sürdüğü görüşlere bakıyorum, çoğu benim kendisine anlattığım görüşler… Ne var ki o zamanlar şimdi kendisinin açıkladığı görüşleri kendisine söyledim diye beni komünist olarak Gaziantep Emniyetine jurnallemişti… Kendisinde gördüğüm tek-tük mantıklı açıklamaları görünce seviniyorum. Demek ki aşımız tutmuş… Bu kafada direnirse benim başıma gelenler kendisinin de başına gelecektir, bunu bilsin…
91. Hepsi de polis ajanı olarak derslerimize gelip-gitmişlerdi. Bunu da Zekeriya Beyaz’ın açıklamalarından öğreniyoruz. Şimdi Zekeriya Beyaz’ın kendi açıklamasına bir göz atalım: “… 27 Mayıs ihtilalinden evvel Dr. Emin Kılıç Kale’nin tarikatına ajan olarak üç genç sokulmuştur. İkisi maceracı gençler olmakla birlikte üçüncüsü daha müdekkik olan ve halen ‘Üç hoparlörlü İmam’ diye anılan Zekeriya Beyaz’dır.” (Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesi. 1964 yılı Kasım ayındaki “MİLLİYET ve MUKADDESAT DÜŞMANLARININ İÇYÜZÜ” başlığı altında yayınlanan “GAZİANTEP’TE NELER OLUYOR” tefrika… Anlatan Zekeriya Beyaz. Yazanlar ise Aclân Sayılgan-Mustafa Yazgandır. 13, 14, 15 ve 16. Bölümler…)
92. Herhangi bir açıklama ve yoruma gerek yok. Zekeriya Beyaz, kendi anlatımı ile, bir POLİS AJANI olduğunu övünerek açıklıyor. Kendisini Necdet Sevinç ile iki arkadaşından daha akıllı ve kurnaz olarak gösteriyor.
93. Zekeriya Beyaz’ın marifetleri çok. Nizip’te imamlık yaparken Kürtler hakkında da Emniyete raporlar verdiğini açıklıyor. Okuyalım: “Emniyet Birinci Şube ile sıkı teşrik-i mesai yaparak Nizip’teki KÜRTÇÜLÜK ve GAZİANTEP’TEKİ KILIÇ KALE KONUSUNDA RAPORLAR VERMEKTEDİR. Nizip’ten verdiği KÜRTÇÜLÜK RAPORLARI üzerine açılan tahkikattan bir sonuç alınamamıştır. Zekeriya Beyaz bu konuda boş yere çabalamış durmuş, kelimenin tam manası ile devrin politikasının etkilediği polis tarafından harcanmış, çevresinde düşman da kazanmıştır.”( Aynı gazete, aynı tarih, aynı yazarlar, aynı bölümler).
94. Görüldüğü gibi Zekeriya Beyaz Kürtler hakkında verdiği raporlar üzerine açılan tahkikattan bir sonuç alınamamasına üzülüyor… Bu davranış: Hem imamlık hem de vaizlik yapan bir din adamına yakışır mı? Hani Müslümanlıkta kavmiyetçilik yoktu? Bir din adamı olan imam Türklere de Kürtlere de diğer milletten olanlara da dostça davranmalı değil mi? Zekeriya Beyaz’ın bu yaptığı bir din adamına yakışır mı? Zekeriya Beyaz, bizler hakkında açtırdığı tahkikatlardan da bir sonuç alamamıştır. Bu konuda benim ve Sayın Öğreticim hakkında verilen beraat kararları ilerde açıklanacaktır.
95. 2001, Ocak ayında yapılan Ceviz Kabuğu programında bir emekli komiser yayına katılarak kendisine: “Ne oldu, şu komünistlerle, masonlarla mücadeleniz?” diye bir soru yöneltince şöyle yanıtlamıştı: “Gençlik heyecanı idi…” Emekli komiserin sorusundan anlaşılıyor ki bizleri; Gaziantep Emniyetine, komünistlik yanında mason olarak da tanıtmış..
96. Demek ki, Zekeriya Beyaz, bizleri hem komünist hem de mason olarak görürmüş. Bilmem şimdi komünistle mason ayrımını yapabiliyor mu? Ne var ki ben bu Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in “Gençlik heyecanı yüzünden” beraat etmeme karşın, komünist olarak fişlendim. 40 yıldır polis beni izler. İzlemekle kalmaz girdiğim işlerden de attırmaya çalışırdı. Polisin baskısı ile belki on kere işten atıldım. Polisin bu çabasına örnek olmak üzere dördünü A, B, C, D başlığı altında anlatmak istiyorum:
97. (A). Yıl 1969. Bayındırlık Bakanlığına bağlı 9. Bölge müdürlüğünde, işçi kadrosunda, personel şefi olarak çalışıyordum. Bir gün odacı geldi. “Bir adam senin burada çalışıp çalışmadığını soruyor.” deyince hemen aşağıya indim. Baktım, tanımadığım bir kişi. Kuşkulanmamıştım, yanına yaklaşarak: “Yoksa iş mi arıyorsun? İş arıyorsan Müdür yardımcımız Asım Ahi ile görüşmelisin.” diyerek odama çıkmıştım.
98. Odama girer girmez hatırladım: Beni arayan bu kişi siyasi şubede çalışan sivil polislerden biri idi. Şuna bir ders vereyim diyerek yeniden aşağıya indim. Ne var ki yapacağını yapmış, hemen gitmişti. Md. yardımcısına: “Benim için gelmişti değil mi?” deyince: “Evet, senin için gelmişti.” demişti…
99. Artık burada da suyumun ısındığını anlamıştım… Nitekim bir hafta sonra Yapı İşleri 9. Bölge Müdürü Halil S. Aksu (Şimdiki Futbol Federasyonu 2. Başkanı Ata Aksu’nun babası) beni odasına çağırdı. Odasına vardım: “Oğlum bak benim bir gözüm özürlü. Bir tek gözüm var. Onu da senin yüzünden kaybetmek üzereyim. Biliyorum sicilin temiz. Dedikleri gibi değilsin. Kaldı ki baban benim arkadaşım, Aznif (Bir tür domino oyunu) oyununda rakibim… Sık sık aynı masaya oturur oyun oynarız. Biliyorum ona karşı ayıp olacak ama; buna karşın, seni işten atmak zorundayız. Partinin (Adalet Partisi) ve Emniyetin baskısına dayanamıyorum! Yahu sen neymişim be! Niçin bu adamlar senden bu kadar gıcık alıyor (Rahatsız oluyor)? Taa Ankara’dan telefon üstüne telefon geliyor?” dedi. Bir saate kalmadan çıkış emri geldi. Ertesi günü vedalaşmak için geldiğimde, benim yerime, sicili en bozuk bir kişiyi getirmişler.
100. Yargıda aklanmama karşın Devletimiz artık beni tehlikeli bir adam olarak kabul ediyordu. Devletin polisi, Devletin bir kurumu olan mahkemelerine inanmıyordu. Mahkemeden aldığım beraat kararı hiçbir işe yaramıyordu.
101. İşten atılmamı önlemek için Gaziantep’in ileri gelenlerine durumu aktardım. Hiç biri de olmaz demedi, olur, dedi. Derlerken de özden (samimi) idiler. Ama istedikleri halde yapamadılar. Kendilerine: “Yoksa sen bir komünisti mi koruyorsun!” dedikleri zaman dizlerinin bağı çözüldüğünden daha çok direnemiyorlardı. “Allah yarımcın olsun!” demekten başka bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Bu olayda anladım ki bu “Allah yardımcın olsun!” deyimi sorumluluktan kaçanların buldukları iyi bir formüldü….
102. Bu arada Ankara’dakilere de mektuplar yazarak durumu aktarıyordum. Durumum kimi gazetelerde kamu oyuna aktarıldı. Mektup yazdığım kişilerden yalnızca Madanoğlu’ndan yanıt gelmişti. Avukatı Halit Çelenk’e danışmış; o da, “tazminat davası açmaktan başka yapacağı bir iş yok” demiş.
103. Oysa ben, tazminat davasını çoktan açmıştım bile. O zamanlar (1969) ilkokul mezunu idim. Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulunda okuyordum. Ama ilkokul mezunu olduğum halde bir davayı “haklı olanın değil haklılığını kanıtlayanın kazanacağını” biliyordum. Kaldı ki o zaman ki vali yardımcısı da “İyi hal belgesi alarak işverenin hakkında tazminat davası açarsan davayı kazanırsın!” demişti… Bu duruma göre elimde, sabıkasız ve iyi durum belgemin olması gerekiyordu.
104. .Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığından sabıkasız olduğuma ilişkin bir belge aldım. Herhangi bir engel çıkarmadılar. Sorunumla ilgilenen o zaman ki Gaziantep vali yardımcısı: “Bu yetmez! Emniyet Müdürlüğünden alırsan daha iyi olur!” dedi. Bunun için Gaziantep Emniyet Müdürlüğüne bir dilekçe verdim. Emniyet Müdürü bana: “Git, mahalle karakolundan ve muhtarından temiz kağıdı getir!” dedi.
105. Önce Mahalle muhtarına gittim. Mahalle muhtarı hemen durumumum iyi olduğunu gösterir belgeyi verdi. Mahallemizin bağlı bulunduğu karakola gittim. Komiser: “Bir hafta sonra gel! Bizde kaydın yok; ama, bir de mahalle halkından seni sorup soruşturacağız!” dedi.
106. Bir hafta sonra gittim. Komiser beni görevli memura gönderdi. O da bana bakarak anlamlı anlamlı güldü… İşin içinde bir hinoğlu hinlik olduğunu anladım. Ne çıkacak diye beklerken polis memuru ağzındaki baklayı çıkardı. Önündeki daktiloyu göstererek: “Mahalleden soruşturdum. Hepsi de senden memnun. Ancak şu daktilo var ya… Bunun kağıdı ve karbon kağıdı bitti. Üç paket kağıt ve bir paket de karbon kağıdı almalısın!” dedi. Siz olsanız ne diyebilirdiniz? “Olur!” dedim. “Yetmez, benim evrak çantam da yok. Bana da bir evrak çantası almalısın!” demesin mi…
107. Burada Sayın Öğreticimin bir fıkrası aklıma geldi hemen. Derdi ki: “Hükümet konağı önünden geçiyorsun. Rüzgar esti. Şapkanı başından alıp hükümet konağına sürükledi. Hiç hükümet konağına gitme. Hemen bedestene git. Yeni bir şapka al!”…
108. Ne ise, “Hadi seninle birlikte gidelim. Cevizli mağazasında kağıt da var, karbon kağıdı, çanta da var. Beğendiğini al!” Benim korkum, aldığım çantayı beğenmeyerek: “Bu iyi değil, git iyisini al!” demesi idi… İyisi mi kendisi istediğini beğenerek bana bir daha gel git dememesiydi.
109. Sevindi, hemen daktilo makinesine iki kağıt arasında bir karbon kağıdı taktı. Karbon kağıdını takarken de gösterdi: “Bak, bu son karbon kağıdı!” “Yahu, senin işverenin ben miyim, devlet mi? Bana ne!” diyemedim. Yalnızca: “Tamam!” diyebildim.
110. Yazımı yazdı, komiserin odasını göstererek: “İmzalatayım da…” dedi. Gitti, şimdi komiser de bir istekte bulunursa diye aklımdan geçmedi değil. İçerden gülerek çıktı. “İmza tamam!” demek istiyordu.
111. Birlikte çıktık. Hemen bir taksi çağırdı. Gülümseyerek: “Yaya olarak gidecek değiliz ya!” dedi. Atladık taksiye.. Ben de: “Taksi ücretini polis verecek değil ya!” dedim. Benim korkum dönüşte de taksi parası istemesi idi. Çünkü kendisine alacaklarım için harcadıklarımı bile bir tanıdıktan ödünç almıştım. Yani yeteri kadar param da yoktu…
112. Cevizli mağazasına girdik. Üç paket kağıt, bir paket karbon kağıdı aldı. Mağazadaki bütün çantaları tezgaha koydurdu… En güzelini, en iyisini seçti… Parasını ödedim. Koyun cebinden iyi durum belgemi verdi. Dönüş için taksi parası da isteyeceğini düşünürken “Şurada uğramam gereken bir yer var. Hadi bana eyvallah!” diyerek yanımdan ayrıldı. Arkasından batığımda; koltuğunun altına alıp sıkı sıkıya sarıldığı çantasına başını eğip eğip bakıyor, çocuk gibi seviniyordu. Sol elinde de kağıt paketleri ile sallanarak gidiyordu. Anladım ki o da benim gibi gariban…
113. Elimde: Savcılıktan, mahalle muhtarlığından ve mahalle karakolundan aldığım iyi durum belgelerim olduğu halde doğru Emniyet Müdürlüğüne gidiyordum. Ama içimde bir sıkıntı vardı ve bana bir engel çıkaracaklarını hissediyordum. Gaziantep Emniyet Müdürünün karşısındaydım şimdi. Emniyet müdürü bana: “1. Şubeye git. Yazını al!” dedi.
114. 1. Şubeye gittim. İçeride üç görevli vardı. “Emniyet müdürü tarafından gönderildim. İyi durum belgesi verecekmişsiniz!” dedim. Elimdeki belgeleri aldılar, tek tek baktılar…“Tamam, sen çık, kapı önünde bekle. Yazını yazınca seni çağırır, belgeni veririz! dediler.
115. Dışarı çıktım. Az sonra çağırdılar. Amirleri olduğunu sandığım biri: “İyi durum belgen hazır. Aldığına ilişkin bizdeki örneğini imzala aslını sana verelim!” dedi. İyi durum belgeme baktım “…yapılan soruşturma sonucu kötü bir durumuna rastlanılmamıştır. İşbu belge isteği üzerine kendisine verilmiştir.” diye yazıyordu. Hiç kuşkulanmadan altına: “Belge aslını aldım” diye yazdım ve imzaladım…
116. İmzaladığım belgeyi hemen önümden çekip aldı. Sağ eli ile tuttuğu belge aslını avucunun içinde ufalayarak yumak halinde cebine attı ve arkasını dönüp masasına gitti. Arkasından: “Belgemi vermediniz!” deyince dönüp yanıma geldi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. “Ne belgesi be adam! Şu kağıttaki yazı ve imza senin değil mi? İşte burada aldım demişsin, imzalamışsın. Daha bizden ne istiyorsun?” demesin mi… Şaştım kaldım, neye uğradığımı şaşırdım. Söylediği sözler bir tokat gibi gelmişti, gözlerimin önünde şimşekler çaktırmıştı…
117. Direnirsem, başıma çökeceklerini ve beni bir güzel döveceklerini anladım. Hemen dışarı çıktım. Doğru Emniyet Müdürünün makamına. İçeride spordan ve ortaokuldan arkadaşım koşucu Cemal vardı. Okulu bitirmiş, inşaat mühendisi olmuş, şimdi Gaziantep Bayındırlık Müdürlüğü yapıyordu. Ben ise ortaokul birden terk komünist zanlısı…
118. Emniyet Müdürü, benim içeri girdimi görünce almaz almaz baktı. “Ne var yine?” dedi. “Aldığıma ilişkin belge imzalattılar, ama iyi durum belgemi vermediler!” deyince: “Aldığına ilişkin imzan atmışsındır muhakkak… Bizimkiler ne yapacaklarını iyi bilirler… Git! Allah’ına kadar şikayet et!.. Hangi taş büyükse, başını ona vur!…” diyerek oturduğu makam koltuğundan ayağa kalktı… Daha fazla duramazdım. Kaçmam gerektiğini anladım. Osmanlıda oyun çoktu. Osmanlının torunlarında da oyun çoktu. Anladım ki bundan böyle benim çekeceğim çoktu… Ne demokrasi, ne cumhuriyet… Zihniyet aynı zihniyet: Osmanlıdaki zihniyet… Bütün bu yaptıklarıma karşın açtığım tazminat davasını kazandım ve beni “Çalışması iyi ama düşüncesi kötü” diyen Gaziantep Yapı İşleri 9.Bölge müdürlüğünden tazminatımı aldım. Ne var ki artık işsizdim… Hiçbir yerden bir kuruş gelirim de yoktu. Yalnızca eşimin konu-komşunun giysilerini dikerek yaptığı terzilikten para geçiyordu elimize…
119. Çalışmam gerekti. Bir gün çalışmasam geçim zorluğu çekecektim. Evde eşim ve dört kızım elime bakıyorlardı. Eşimin terzilikten kazandı yetmiyordu. Adı benim gibi komünistte çıkmış eski komünistlerden ve Hükümet konağı önünde dilekçecilik (arzuhalcilik) yapan Baki Çelik, bana bir öneride bulundu: “Gel yanımda çalış! Ne kazanırsan senin olsun. Senden kira bedeli istemem!” deyince yazı makinemi alarak Hükümet Konağının karşısındaki küçük kulübesinde dilekçeciliğe (arzuhalciliğe) başladım.
120. Baki Çelik, benden yaşlı ve Gaziantep’in eski komünistlerinden biri idi. Benim gibi onun da adı kulağına değmişti. Başta yakın akrabalarım, arkadaşlarım, komşularım olmak üzere Dr Emin Kılıç Kale ve öğrencilerinin kuşkulu bakışları, suçlayıcı konuşmaları karşısında iyici bunalmıştım. Bana hak veren, komünist olsam bile bunun benim tercihim olduğumu, bunda ayıplanacak, suçlanacak bir şey olmadığını söyleyen bir kişi ile karşılaşmamış olmanın tedirginliği ve bunalımı içinde Baki Çelik bana sığınacağım bir ada gibi gelmişti.
121. Ben yaşamımda Cemil Alevli ve İlhan Arsel dışında, onun kadar temiz kalpli, açık sözlü, ağır başlı, sevecen bir kişi ile, karşılaşmadım. Bir hafta kadar dilekçecilik yaptım. Bir tane dilekçe yazdım. O da çok yoksul biri idi. Verdiği ücreti almadım. Bu arada resmi giyimli tanımadığım bir polis geldi. “Biliyorum, sana haksızlık yaptılar. Ama elden gelen bir şey yok. Eğer dilekçe yazdırmak isteyenlerle karşılaşırsam, sana gönderirim!” dedi… Sonra kendisini bir daha da göremedim… Bir hafta dilekçecilik yaptığım için de gönderdiği kişiler beni bulamamış olabilir…
122. Burada bir olayı da anlatmak zorundayım. Anlatmazsam gerçeğe Cemil Alevli’nin aziz hatırasına saygısızlık etmiş olurum. Yani hakkı tepelemiş olurum. Bir gün dilekçecilik yaptığım kulübede Baki Çelik ile birlikte oturmuş dilekçe yazdıracak bir kişi bekliyorduk. Ben yazı makinem önünde oturduğum sandalyede derin düşüncelere dalmışım. Baki Çelik’in beni dürtüklemesi ile kendime geldim. Başımı sağa çevirdim ki küçük kulübenin önün de Cemil Alevli gülümseyerek bana bakıyor.. Cemil Alevli, Gaziantep’in en büyük Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasının sahibi idi. Son CHP iktidarında da milletvekilliği yapmıştı. Dilekçecilik yaptığım kulübeden beni çağırıyordu.
123. Baki Çelik, Gaziantep’in en büyük fabrikatörünün benim gibi cıbıldak birini çağırmasına bir türlü anlam verememişti. Aramızdaki dostluktan haberi yoktu çünkü. Ben de övünmek olur diye bu güne değin kimseye açmamıştım. Oysa Cemil Alevli ile iyi bir arkadaştık… Zaten kendisi de benden rica etmişti bu arkadaşlığımızı kimseye söyleme diye…
124. Her hafta Cumartesi günleri kendisinin Ses sinemasının karşısındaki şato gibi villasının çalışma odasında karşılıklı oturarak: Dinî, felsefî ve ruhçuluk konusunda konuşurduk… Bu konuşmalarımız her Cumartesi öğleden sonra olmak üzere iki saatten çok sürerdi… Kendisi ruhçu, ben de maddeci idim. Güney Anadolu’nun en büyük kapitalisti. Veliç İplik ve Dokuma Fabrikası’nın sahibi ve son dönem Gaziantep CHP Milletvekili ile Gaziantep’in en proleteri karşı karşıya söyleşirdik.
125. O zamanlar Bedri Ruhsalman adlı bir ruhçu teorisyen vardı. Cemil Alevli onun hayranı idi. Kitaplarını okurdu… Dünyayı yaratanın; bilinemeyen, anlaşılamayan bir ruh (Allah) olduğuna inanırdı. Ruhun ölümsüzlüğüne inanırdı. Çoksulluk ve yoksulluk geçici ve nöbetleşe idi. İnsanlar, dünyaya tekrar tekrar gelip gideceklerdi. Şimdi yoksul olanlar bir başka gelişlerinde çoksul olacaklardı. Böylece adalet ve eşitlik sağlanmış olacaktı. Büyük ruh, Allah, böylece adâletini göstermiş olacaktı… Bunlara özden (Samimi olarak) inanırdı.
126. Ben ise bu düşüncelere karşı idim. Ruh diye bir şey olmadığını, ruhun; bedenin işlevi olduğunu, insan ölünce ruh diye bir şeyin kalmayacağını, ruhun nefes almak ve canlılık ve düşünmek olduğunu, biz ölünce bizi tanıyanların anılarında yaşayabileceğimizi, öldükten sonra yaşama ve başka bir dünya olmadığını, bu dünyadan başka bir yaşam olmadığını, insanlar tarafından olumlu olarak anılmaya, hatırlanmaya, ölümsüzlük adı verildiğini, ölümsüzlük diye bir şey olmadığını, Allah’ın bir simge olduğunu, maddenin dışında bir varlık olmadığını, Allah’ın sanal bir varlık olduğunu, yoksulluk ve zenginliğin ekonomik koşullar nedeniyle olduğunu, zenginliğini işçilerinin emeği ile oluştuğunu, işçilerin sekiz saatlik çalışmasında dört saatini kendisi için, dört saatini de işveren için çalıştığını hiç çekinmeden anlatırdım. Kendisi ise bu anlattıklarımdan hiç rahatsızlık duymazdı. Belki de beni bu doğru sözlülüğüm için severdi.
127. Cemil Alevli ile nasıl tanıştığımızı da anlatayım kısaca. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale, 1945-1950 yıllarındaki Gaziantep valisi, Amerikan Hastanesi Müdürü Mr Ayzli, Operatör Dr. Cemil Özbay, Dr. Kafadar ve Cemil Alevli 1945-1950 yıllarında zaman zaman bir araya gelerek din ve tasavvuf konusunda konuşup tartışırlarmış. 1950 den sonra yolları ayrılmış. Bunlar içinde yalnızca Mr. Ayzli gelip giderdi zaman zaman. Sonraları o da gelip gitmemeye başlamıştı.
128. 1968 yılı idi. Dr. Emin Kılıç Kale, günlük gezisini yaparken, bir motosiklet kazası geçirerek ağır yaralanmıştı. Kendisini eskiden tanıyanlar geçmiş olsuna gelip gidiyorlardı. Bir gün öğleden sonra bütün öğrenciler birlikte bayram dersinde idik. Bir de baktık elinde küçük bir tüp kan ile Cemil Alevli içeri girdi. Kan inceletmesi (tahlili) yaptırmak için Amerikan hastanesine gideceğini, Hastaneye gitmeden önce geçmiş olsuna geldiğini söyledi.
129. Dr. Emin Kılıç Kale’ye geçmiş olsun dedikten sonra oturup dersleri izledi. Ders bitince bütün arkadaşlar gitti. İçeride bir ben, bir Cemil Alevli bir de sayın Öğreticim kalmıştı. Kendileri konuştu, ben hiç sesimi çıkarmadan dinledim. Bir ara dönüp bana baktı. Sayın Öğreticimden, adımı sordu. Adımı öğrenince: “Emin bey, senden bir ricam olacak. Eğer izin verirsen Hayri bey, her cumartesi bana uğrasın. Kendisine bazı soracaklarım var!” demişti. Sayın Öğreticim de “Seve seve!” diyerek buluşmamıza izin vermişti.
130. Cemil Alevli ile her Cumartesi 13-15 arası buluşur, konuşur, söyleşirdik. O zaman yerel Gazeteler hakkımızda (Dr. Emin Kılıç Kale ve özellikle de benimle ilgili) akıl almaz sataşmalarda bulunuyorlardı… İftiracılar, ki adlarını yukarda belirtmiştim anlattığım her şeyi abartarak, bine bin katarak, ballandıra ballandıra yerel basında yazıyorlardı. Yerel basında çıkan bu iftiralar ve sataşmalar “Hayri Balta Hakkında Yazılanlar” dosyası ile “Emin Kılıç Kale Hakkında Yazılanlar” adlı dosyada bulunmaktadır… Öyle sanıyorum ki, bu gazetelerdeki yazılar ilgisini çekmiş olabilir…
131. Bizim bu buluşmamızı Dr. Emin Kılıç ve öğrencilerinden başka kimse bilmezdi. Ben de Cemil Alevli’nin ricası üzerine kimseye söylememiştim. Cemil Alevli’nin ricası şöyle olmuştu: “Hayri bey, senden bir ricam olacak. Bu buluşmamızı hiç kimseye söyleme. Seni kıskanırlar. Başına iş açarlar. Benim de başıma kalkarlar. Çünkü benimle arkadaşlık etmek isteyen o denli avukat, Doktor ve daha başka tanınmış kişiler var ki… Hiç biri ile konuşmayıp da seninle konuştuğum duyulursa buna bir anlam veremezler! Beni de seni de rahatsız ederler…”
132. Bu nedenle Cemil Alevli ile olan yakın dostluğumuzu kimse bilmezdi. Yine bir Cumartesi günü çalışma odasında karşılıklı otururken Cemil Alevli’nin avukatı Ayhan Akdeniz girdi. Av. Ayhan Akdeniz, CHP dönemi belediye başkanlarından Nail Bilen’in damadı olup Nail Bilen’le aynı büroda birlikte avukatlık yaparlardı. Cemil Alevli’ye bir şeyler söyleyip gitti. Av. Ayhan Aydeniz, ayrılırken dönüp bana kısa bir bakış attı. Kendisi ile daha önce de tanışırdık. Sonraki buluşup görüşmelerimizde de bir şey sormadı, ben de bir şey söylememiştim.
133. Biz bu buluşmamızı kimseye söylemesek de ağızdan ağıza yayıldığını şu olayla anladım. Bir gün Fevzi Güneç’in yanına, gazetesine “Fevzi Günenç takma adıyla” yazdığım bir yazıyı vermek üzere gitmiştim Cemil Alevli ile arkadaş olup olmadığımı sordu. Yalan söyleyemezdim, doğruladım… Cemil Alevli ile arkadaşlığımızı yalnız ona söylemiştim ve bu güne değin de kimseye söylemedim.
134. Gaziantep’te benim gibi Fevzi Günenç’e de rahat vermediler. Halktan ve ezilenden yana gazete çıkardığı ve gazetesinde fıkralar, şiirler, öyküler yazdığı için, benim gibi Gaziantep’ten kaçmasına neden oldular. Şu an Milliyet gazetesinde çalışıyor…
135. Ne ise Cemil Alevli’nin beni çağırması üzerine hemen kalktım. Kendisi ile birlikte işyerimizin yanındaki Anadolu Kolejinin geniş avlusuna girdik. Burası Gaziantep’in tanınmış baklavacısı Sait Güllü’nün evi idi. Sait Güllü benim anamın dayısı idi. Anam, bayramlarda dayısının bayramını kutlamaya giderken bizleri de götürürdü…
136. Ne var ki anamın dayısı bizlere bayram harçlığı vermezdi. Bunun üzerine bende anama: “Ben bir daha senin dayının gitmem!” dediğimi iyi hatırlıyorum. Annem nedenini sorunca da doğruyu söylemiştim. “Çünkü bize bayram harçlığı vermiyor.” demiştim. Annem, ben on yaşında iken ve kendisi de 28 yaşında iken 1942 yılında ölmüştür. O zaman ki gazetelerin yazdıklarının etkisi ile benim annemle yattığım da ileri sürülmüştü. Komünisttik ya, komünistlerde namus tanımazdı ya… Ne bilsin vatandaş benim on yaşında öksüz kaldığımı…
137. Sait Güllü ölünce mirasçıları bu avlusu büyük çok odalı evi sattı. Kim aldı bilmiyorum; ancak bu avlusu büyük bu evde Gaziantep Anadolu koleji öğretim yapmakta idi. Öyle sanıyorum ki bu koleji Cemil Alevli’nin öncülüğünde kurulmuştu. Zaten Kolej Derneğinin Başkanı da kendisi idi. Bu kolej şimdi Tugay’ın yanında Köy Hizmetleri lojmanlarının tam karşısında bulunmaktadır…
138. Çocukluğumda çok geniş olan avlusunda çiçekler ve yeşil çimenler arasında sekip oynadığım Anamın dayısının avlusunda Cemil Alevli ile karşı karşıya ayakta durarak konuşuyorduk. Bakışlarından başıma gelenlere üzüldüğünü anladım. Anlaşılan sormuş, soruşturmuş, ki bana: “Sana iftira edildiğini biliyorum. Ancak benim bile gücüm yetmedi seni yeniden eski işine aldırmaya… Senin için beş para etmez parti başkanlarının ayağına gittim. Bunu hiç kimse için yapmazdım. Ne var ki gücüm yetmedi, beni bile kırdılar. Şimdi sana bir miktar yardım yapacağım. Şimdilik şunu al!” diyerek elime beş yüz lira sıkıştırdı. “İhtiyacın olduğu zaman da bana gelmekten çekinme…” dedikten sonra benim gururumu incitmemiş olmak için olsa gerek: “Al bunu, sen de günü gelince başı dara düşen birine verirsin!” dedi. İşten atılmadan önce aldığım aylık bin yüz lira idi. Verdiği beş yüz lira, bu günün parası ile 250 milyonu karşılardı… Parayı aldım. Kendisi ise büyük bir umarsızlık içinde avluda yavaş yavaş Anadolu Kolejine
139. Bütün bunlar Zekeriya Beyaz ve Necdet Sevinç’in iftiraları nedeniyle başıma geliyordu. Bu nedenle de kırk yıldır izlenirim. İşten atılmam olayı ve o günlerde yaşadığım olaylar ve zorluklar “Zilli Kurt” adlı yayına hazır dosyada belgesel olarak dile getirilmiştir.
140. İşte ben bu milliyetçi ve mukaddesatçılar yüzünden doğum yerim, Gaziantep’te, parmakla gösterilen kötü bir adam durumuna geldiğim için, 40 yaşlarında Ankara’ya göçmek zorunda kaldım. Çektiğim bu çilelere ne diyecekler acaba Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç?.. Bunlarla ilgili açıklamalar bitmedi… Beklesinler, daha neler var neler…
141. . Hükümet konağı önünde dilekçecilik yapmam CHP İl ve İlce yönetiminin dikkatini çekmiş. Aralarında karar almışlar. “Gelsin partimizde çalışsın…” demişler.Yıl 1969. İl Başkanı Zihni Kutlar. Merkez İlce Başkanı Mehmet Tekinalp. Tekinalp benim, ortaokul 1. Sınıftan arkadaşım. Yönetim kurulunda bir de futboldan arkadaşım Av. Aydın Gençer var. Şimdi bu arkadalar parti başkanı olmuş, avukat olmuş ben ise akşam ortaokuluna giden işsiz güçsüz takımından adı kulağına deymiş bir komünist…
142. Partiye gittim. Bana: “Sana yapılan haksızlıkları biliyoruz. Gel, Partide İl Sekreteri olarak çalış. Zaten önümüzde genel seçimler var. Eğer Partimiz seçimleri kazanırsa seni eski işine veririz.” dediler.
143. Dilekçecilikte elime para geçmiyordu. Baki Çelik’e teşekkür ederek kendisinden izin istedim. O da CHP Gaziantep İl Örgütünün önerisini yerinde buldu… Artık CHP İl Merkezinde Abdurrahman Öngel’le birlikte çalışıyorduk.
144. Abdurrahman Öngel, Partinin 20 yıllık işçisi idi. Seçim dönemi olduğu için partiye girip çıkan çoktu. Bu da bize iş çıkarıyordu. Sigara göpçüklerini, paketlerini, kibrit çöplerini ve kutularını rast gele koridorlara, salona ve odalara atıyorlardı. Yağmurlu havalarda ayakkabılarının çamurlarını kapı önünde temizlemeden içeri giriyorlardı. Bize de süpürgeyi alıp odaları, koridorları ve salonu silip süpürmek kalıyordu. Kimi zamanlar çok bunalıyorduk. Abdurrahman Öngel böyle bunalınca hemen çantasını koltuğunun altına alarak: “Delegelere toplantı gün ve saatini haber vereceğim” diye uzaklaşıyordu. O gidince ben yapa yalnız kalıyordum. Artık İl ve İlce yöneticilerinin ayak işlerine bakmak bana düşüyordu. Bir gün Akşam Ortaokulundan arkadaşım Metin Aslantaş beni görmeye gelmişti. Beni o koca salonu süpürürken görünce çok üzülmüş “Kalem tutan ellere süpürge verenler utansın!” demişti.
145. Durumuma acıyarak beni işe alan çocukluk ve gençlik arkadaşlarım: “İki çay söyle, taze ve demli olsun!”, “Hayri bey, sürahide su kalmamış doldurur musun!”, “Hayri bey, şu dosyayı getirir misin?”, “Hayri bey, bir paket sigara alır mısın?” Bu tür buyruklar bana çok ağır geliyordu. Millî Eğitimde Okul Yaptırma Bürosunda Başkâtip, Amerikan Hastanesinde Muhasip, Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde Personel Şefi olarak çalıştıktan sonra şimdi CHP il binasında ayak işlerine bakıyordum. Davranışlarından, düşüncelerinden, inançlarından ödün vermez misin olacağı budur, diyordum; ama, teslimiyet aklımdan bile geçmiyordu.
146. En ağırıma giden davranışlardan biri de, adı kulağına deymiş bir komünist olduğum için; bana, korku ve merakla uzaydan gelen biri imişim gibi bakmaları idi. Öyle sanıyorum ki ilk olarak bir komünist görüyorlardı. Bir komünist nasıl olurmuş diye gelip gelip bana bakıyorlardı. Partililerin bu bakışların şu gün olmuş gözlerimin önünden gitmez… Oysa o zamanlar bile diğer partiler CHP’yi komünistlikle suçlarlardı. CHP’liler ise bir komünist nasıl olurmuş diye bana bakıyordu…
147. Abdurrahman Öngel de beni korku ile izlemiş olacak ki bir gün bana: “Eğer komünistlik senin gibi olmaksa ben de komünisttim!” demekten kendini alamamıştı. Belki kendisini en etkileyen davranışım da salonu süpürmek için süpürgeyi her alışında diğer süpürgeyi de ben alarak yardımına koşmuş olmamdır.
148. Bana bakarak komünistliği kabul eden bir arkadaş daha var. Bu arkadaş o zamanlar Gaziantep Ceza ve Tevkif Evleri Müdürlüğü yapıyordu. O da benim gibi Akşam ortaokuluna devam ediyordu. Bir gün bana şöyle demişti: “Komünistlik senin gibi olmaksa ben de komünisttim!” demişti.
149. Halk, komünistlik konusunda öyle korkutulmuştu ki; komünist denince aklına, normalin dışında bir insan geliyordu. Artık nasıl geliyordu, onu bilemiyordum. Öyle sanıyorum ki her birinin kafasındaki komünist görüntüsü başka başka… Ne var ki korkulacak biri olmadığımı görünce şaşırıyorlardı.
150. Halkımız komünistler hakkında öyle korkutulmuştu ki binlerce kişi bir komünistle bir arada olmak istemiyordu. Dışardan gazel okuyanlar bile vardı. Partiye haber salıyorlardı. “Tekinalp’e söyleyiniz: Hayri Balta’yı Partide çalıştırmasın. Kendisine kâtip gerekse biz gelir günde iki saat çalışırız.” Bunu söyleyenler ise oturduğumuz semt olan Tabakhane’nin eşrafından Ali Hüsükoğlu ile Paşa Hamamımı işleten Sait Hengirmen’di… Bunlara yazıp gönderdiğim mektup Zilli Kurt adlı dosyamdadır. Bunlar ellerini soğuktan-sıcağa vurmazlardı. İşçileri imalathanelerinde çalışır, kendileri ise kahvede çene çalarlardı ve bana da almaz almaz bakarlardı. Nerde kalmış ki gelip benim yerime partide çalışacaklardı.
151. O zamanlar komünist olmak “ölümlerden ölüm beğenmek” demekti. Bir gün Milletvekili adaylarımızdan İbrahim Hortoğlu Gaziantep CHP il merkezindeki odama girdi. Önemli bir gelişme olduğunu anladım. Yoksa yanıma gelmezdi. Anlatmaya başladı: 23 Nisan (1969) Çocuk Bayramı nedeniyle Kapalı Spor Salonunda yapılan gecede yanına iki sivil polis gelmiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar: “Hayri Balta’yı niçin partiye aldınız?”, “Adamı perişan ettiniz, işten attırdınız, sokaklara saldınız… Adamın çoluğu çocuğu var. Ne yapsın?” deyince kendisine ne deseler beğenirsiniz: “Merak etme sen, onun ihtiyacı Moskova tarafından karşılanmaktadır…” demişler.
152. Milletvekili adayımız bana bunları anlatınca o zamanlar Gaziantep Valisi olan Hayrettin Ersöz’e bir mektup yazdım. 24.4.1969 tarihli bu mektubumdan bir iki bölümü aşağıya alıyorum: “…İbrahim Hortoğlu, kendilerine gereken yanıtı vermiş. “Moskova’dan para almama gelince, artık bu kadar da dayanaksız konuşulmaz. Ne Moskova’dan parası sayın Valim; yiyecek ekmeği, yakacak odunu, ev sahibine verecek parayı bulamıyorum. Bakkala, kasaba ve ekmekçiye bu ay nasıl para vereceğimi düşünüyorum… Eğer birikmiş bonolarımın faizi de olmasaydı elektriklerim kesilecekti bu ay… Gişeciliğe razı olurum, çalıştırılmamam için baskı yaparlar. Ayda elli-altmış lira için gazeteciliğe razı olurum yazdırmazlar. Bu baskı ve önlemeler resmî ve gayrî resmi kanallardan yapılmaktadır…. Yani ben aç kalırsam polislerin eline ne geçer acaba? Görevleri bana duyurmadan beni izlemek mi; yoksa, işverenlerimi korkutarak işime son verdirmek mi?” (Bu mektubun tamamını MEKTUPLAR bölümünde okuyabilirsiniz…)
153. Ben burada anılarımı özet olarak anlatıyorum. Yalnız 1969 yılında başımdan geçen olaylar ZİLLİ KURT adlı dosyamda ayrıntıları ile anlatılmıştır. Gaziantep CHP İl Binasındaki çalışmalarımın benim için çok bunaltıcı olduğunu yinelemeye gerek görmüyorum. Ancak, bir olay daha var ki anlatmadan geçemeyeceğim.
154. Bir gün Partide çalışırken Dr. Hüseyin İçten geldi. Bu da benim gibi Dr. Emin Kılıç’ın öğrencilerinden biri idi. O zamanlar ben ilkokulu bitirmiş biri iken bu CAN (Sayın Öğreticilerim yakın öğrencilerine CAN derdi…) yanıma geldi. Benden 20 yaş büyük olduğu halde beni çekemezdi. Çünkü ben Dr. Emin Kılıç’ın yazmanı idim. Dr. Emin kılıç Kale topluluğundaki adım da BAY YAZMAN idi. Bunun amacı da elimden bu yazmanlığı almaktı. Beni çok sevdiğini söylemesine karşın benden nefret ettiğini bilirdim. Bana olan nefretini gizlemek için iki yüzlü davranırdı. Hiçbir zaman kendisinin seviyesine düşmedim. Kendisinin doktorluğuna ve yaşına saygı gösterirdim. Kendisi ile cebelleşerek küçülmeyi istemezdim.
155. İşte bu adam bana sık sık Dr. Emin Kılıç’ın yazıları arasında bulunan yazılarımı okudukça ağladığını söylerdi. Dr. Emin kılıç’ın yazıları arasında benden başka hiçbir öğrencinin yazısı yoktur. Böylece güvenimi kazanmak isterdi. Ne var ki ben kendisinin beni sevmediğini, benim gibi olamadığı için eziklik duyduğunu iyi bilirdim.
156. Abdurrahman Öngel’in yanında konuşamazdık. Hemen kendisi ile birlikte boş olan İlce Başkanlığı odasına geçtik. Karşılıklı oturduk. Ben “Hoş geldin!” diye elini öpmeye çalışırken; o, “Tuu! Senin yüzüne…” diyerek yüzüme tükürdü. Neye uğradığımı şaşırdım. Donup kaldım. Aptal aptal yüzüne baktım. “İşte şimdi lâyığını buldun. Sen böyle olacak adam mıydın? Sana bin kere dedik, sen kendini kurtar diye. Ne diye toplumun önüne düştün. Neyine gerek senin toplumu düşünmek, toplumun önüne düşmek. . Sen kendini düşün, yeter! Neyine gerek senin gazetelerde yazı yazmak…” türünden sözlerle beni suçladı da suçladı.
157. Oysa Öğreticimiz, o zamanlar her konuşmasında: “Köylüsü donla gezen bir toplumda taksiye binmeye utanırım!” derdi. Gazetelere yazı gönderme kararını ise Sayın Öğreticimle birlikte vermiştik ve o zamanlar Gaziantep Millî Eğitimde çalıştığım için yazdığım yazıları takma adla gönderirdim. Takma adımı koyan da Sayın Öğreticimdi. Koyduğu taktığı takma adları beğenmediğim halde tarikat edebi olduğu için sesimi çıkaramamıştım. Taktığı ad ise: “Aydın Düşünen” ve de “Sözer Düşündürücü” idi.
158. Gaziantep’teki yerel gazetelere aynı gün ayrı adla yazı yazıp gönderirdim ve göndermeden önce de Sayın Öğreticime okur, beğenisini alırdım. “Bu yazılar para almadan yazılmaz!” diyerek gazete sahiplerinden para istememi söyledi. Gazete sahiplerinden Vasıf Güllü ile pazarlık yaptık, anlaşamadık yazıları kestik.
159. Kaldı ki benim suçlanmamın tek kaynağı da Dr. Emin Kılıç’a öğrenci olarak gidip gelmemdi. Ben aşıyı ondan aldım. Ölü idim, beni diriltti. Şimdi ise toplumcu olduğum ve gazetelere yazı gönderdiğim için sınıf arkadaşı bir doktor olan Can yüzüme tükürüyordu…
160. Kendisine yanıt vermeyi doğru bulmadım. Eğer yeniden doğmuş olmasa idim o benim yüzüme tüküremezdi ve ne pahasına olursa olsun tokadı yerdi. Çünkü ben öylesine ölü biri idim ki adam yaralamaktan hapse düşmüş ve 12 gün de hapis yatmıştım. Yargılama sonucu bana 3 ay hapislik cezası verilmişti. Amcam ise bu ceza senin hakkın değildir. Senin beraat etmen gerekirdi. Çünkü nefs-i müdafaa senin olayında” diyerek kararı temyiz etti. Mahkemenin kararı Ankara’dan bozularak geldi. Tam yeniden yargılama yapılacakken o zaman seçimlerde usulsüzlük yapan parti İl Seçim Bürosunun bulunduğu Gaziantep Adliye Binasını yakınca benim dosya da yandı Böylece dava bitmiş oldu.
161. İşte benim gibi adam yaralamaktan hapis yatmış bir adam yeniden doğmuş olduğu için kendisini muhatap almadı. Kaldı ki kabili muhatap bir kimse değildi. Dr. olmuş ama adam olamamıştı, olgunlaşamamıştı. Çok ham kalmıştı. Bu hamlığı kendisinde bir kompleks oluşturmuştu. Kendisinden başka hiç kimseyi ne sever ne de beğenirdi. Böylesine nefsinin tutsağı olmuş bir kişi fırsatını bulmuşken elbet de benim yüzünden duyduğu ezikliği gidermek için yüzüme tükürecekti.
162. Kendisi yüzüme tükürünce Cemil Alevli’nin sevecen bakışları gözlerimin önüne gelmişti. O ki CAN bile değildi. O, benim düşkünlüğümden yararlanmak gibi aşağılık bir davranışta bulunmamıştı. Büyük bir olgunluk göstererek; elime utana utana 500 lira sıkıştırmıştı. Bu ise Dr. Emin Kılıç’ın CAN’ı, sınıf arkadaşı, şimdilerde Türbedarı… Düşmüşlüğümü fırsat bilerek, yüzüme tükürüyordu. Karşımda duyduğu ezikliği böylece gidermeye çalışıyordu.
163. Emin Kılıç’ın öğrencileri olduğumuz için bu benzeri her türlü aşağılanmaya karşı duygularımızı sınırlamakla (nefsimize hâkim olmakla) yükümlü idik. Bunun adı “nefs’e hakimiyet” idi… Bu Allah’a kavuşmanın ilk koşulu idi… Bu nedenle de kendisine tepki göstermemiştim. Sadece boyu benden kısa olduğu için yukardan, kendisine acıyarak bakmıştım. İçinde bulunduğu ruhsal duruma acımıştım. Kedi, kediliğini yapacaktı. Mutfakta açığa bırakılmış bir et parçası görünce alıp kaçaktı. Bu da fırsatı yakalamış ve yapacağını yapmıştı. İnsanın yaratılışı ne ise o olur. Bu nedenle atalarımız “Can çıkar, huy çıkmaz!” demiştir. Sonradan bana şöyle demişti. “Sana yaptığımı Hocaya söyledim. Bana: ‘Aferin, çok güzel yapmışsın!’ dedi…” Anladım ki Sayın Öğreticim de bana karşı cephe almıştı ve beni topluluğundan uzaklaştırmak istiyordu. Haddime mi düşmüştü Hocanın da senin de yaptığın “Çok ayıp bir şey!” demek.
164. Ben ne yapmıştım ki en yakın arkadaşlarımdan bu denli tepki görüyordum. Hiç kimse ahlaksız bir davranışımı ileri sürmemiştir. Yalanım, dolanım yok. Haksız kazançta gözüm yok. Rüşvetçi yemedim. Hal ve gidişim konusunda en küçük bir kusur bulamazlar. Öğrencilerin karısına sulanmadım… Öyleyse bana neden bu denli tepki gösteriliyor?
165. Tek suçum: Ayrıksı düşüncede olmam. Bu düşüncelerimle sürüden ayrılmış oluyorum ki bizim oralarda “Sürüden ayrılanı kurt kapar” derler. İşte bu deyim gereği; beni kurtlar da kapıyor, kuzular da kapıyor, en yakınımdaki dostlar da kapıyor. Bunun bir tek nedeni olsa gerek. O da benim yüzümden dostlarımın başlarına bir iş geleceği korkusuna kapılmalarıdır…
166. İçinde yetiştiğim ocak: Topluma mesaj veriyor… “Bizim Hayri Balta ile ilgilim yok!” diyor. “Biz onun yüzüne tükürdüğümüz halde kendi kafasına göre yaşamayı sürdürüyor…” demek istiyorlar.
167. Toplumla ters düşmemek ve toplumu kazanmak için beni dışlıyorlar. Topluma, “Onunla biz de baş edemiyoruz” demek istiyorlar. Kendi başlarını kurtarmak için beni canavarların önüne atıyorlar…Kendileri de toplumun dışladığı kişilerden halde, toplumu kazanmak amacı ile beni dışlıyorlar.
168. Ben ne imişim böyle ki dışlanmışlar tarafından dışlanıyorum. Şeytanlık yapıyorlar. Beni düşündüğüm gibi yaşamaktan alı koymaya çalışıyorlar. Akılcı olmak, bilimden yana olmak ve Maddeci olmak, maddeye öncelik tanımak neden böylesine büyük bir suç oluyor? Toplum sorunları ile ilgilenmek, açlık çekenleri, yoksulluk sınırında yaşayanları, ezilenleri, sömürülenleri, işkencede can verenleri düşünmek niçin bu kadar büyük bir suç oluyor? Günümüzde, ezilenler yanında yer almak, ezenlere karşı çıkmak fincancı katırlarını ürkütmek gibi oluyor da ondan… Ne var ki beni doğru bildiğim yoldan ayıramadılar. Gelişmeme ket vurulmasına izin vermedim. Kendilerine, İsa’nın dediği gibi: “Çekil yaa şeytan, insan yalnız ekmekle yaşamaz!” (Matta, 4/10) dedim içimden…
169. Sonunda 1969 seçimleri yapıldı. CHP seçimlerden yenilgiyle çıktı. CHP iktidara gelemediği için İl binasına gelen giden de kalmamıştı. İl ve İlce yönetimi benim ve Abdurrahman Öngel’in aylığını, partinin geliri yeterli olmadığı için, kendi aralarında toplayarak ceplerinden veriyorlardı. Bu da bana ağır geliyordu. Artık buradan ayrılma zamanı gelmişti.
170. Ne yapacağımı düşünürken yerel gazetelerde bir ilan… Veliç İplik ve Dokuma Fabrikası ilanla bir muhasebeci arıyordu. Başvuruların ise yazılı olarak yapılması isteniyordu. Hemen daktiloda yazdığım bir dilekçe ile başvuruda bulundum. Biliyordum ki yazılı başvurum Cemil Alevli’nin dikkatini çekecek ve beni diğerlerine yeğleyecek. Dediğim gibi de oldu. Bir de baktım Fabrikadan beni çağırıyorlar. Hemen Fabrikaya koştum. Karşımda Oktay Alevli. Cemil Alevli’nin oğlu.
171. Oktay Alevli ile ilkokul Gazi Okulunda 4. Sınıfa değin birlikte okumuştuk. Gazi İlokulu Cemil Alevli’nin hemen karşısında sayılırdı. Bir gün aramızda Oktay Alevli de olduğu halde 4-5 arkadaş okuldan kaçarak Alibendi (Alleben) deresinde bulunarak Yedisöğüt’te gitmiş suyun durgun olduğu bir yerde yüzmüştük. Biz Gaziantepliler, bu tür suya girmelere “çimmek” adı veririz… O zamanlar bu dere gürül gürül akardı, içinde balıklar oynardı. Şimdi kurudu…
172. Okul yönetimi sınıfta dört-beş öğrencinin yanında Oktay Alevli’nin de olmadığının ayrımına varınca hemen hademe ile Cemil Alevli’ye haber salmışlar. “Oğlun okulda yok! Nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye. Bir kıyamet kopmuş. Oğullarının fidye için kaçırıldığını sanmışlar… elbette bizler Alleben’de Yedi Söğüt’te çimerek günü geçirdikten sonra okuldan gelmiş gibi evlerimize gitmiştik.
173. Ertesi gün bizleri başöğretmenimiz Şakir Sabri Yener’in odasına buyur ettiler. Şakir Sabri Yener çok babacan bir adamdı. Osmanlı döneminden kalma aydındı, medreseden yetişmiş olmasına karşın sağlam bir Atatürkçü ve Cumhuriyetçi idi. Ölümünden beş-on yıl öncesinde kendisi ile yakın dost olmuştuk.
174. Başöğretmenimiz Şakir Sabri Yener bizlere, yaptığımızın doğru olmadığını söyleyerek darıldı. Bir daha okuldan kaçmamızı öğütledi. Okulunun adını kötüye çıkardığımızı ve bu nedenle arkadaşımız Oktay Alevli’nin okuldan alındığını yaptığımız hareket nedeni ile okulun itibarını düşürdüğümüzü söyledi. Biz okulumuzun başöğretmeni Şakir Sabri Yener’den gereken paparayı yerken baktım ki aramızda Oktay Alevli yok. Meğer kaydını okuldan alarak çoktan zengin çocuklarının gittiği Dayı Ahmetağa İlkokuluna yaptırmışlar bile.
175. O olaydan sonra Oktay Alevli’yi bir daha görmemiştim. İşte yıllardan beri ancak uzaklardan taksi içinde gördüğüm sınıf arkadaşım Oktay Alevli ile karşı karşıya idik. O mühendis olmuştu; ben ise ilkokul mezunu… Gazi ilkokulundan kendisi ile birlikte 4 yıl birlikte okuduğumu, sınıf arkadaşı olduğumu hatırlamıyordu bile…
176. Bana: “Bu dilekçeyi sen mi yazdın?” dedi. “Evet!” dedim. “Daktilo ile hep böyle mi yazarsın?” dedi. “Evet!” dedim. “Muhasebeden de anlar mısın?” dedi. “Evet, Gaziantep Amerikan Hastanesinde 5 yıl muhasebe memurluğu yaptım!” dedim. Bana: “Babamla aranızda bir yakınlık olduğumu duydum. Ama bu yakınlığın nereden kaynaklandığını, ne olduğunu bilmiyorum” dedikten sonra “Hemen Muhasebe Bölümüne git. Muhasebe Müdürü Alaaddin Koçak sana yapacağın işi söyleyecek.” Dedi.
177. Gaziantep Ticaret Lisesinde açılan daktilo kursunu birincilikle bitirmiştim. Öyle ki Okulda yapılan Güneydoğu Anadolu Daktilo Yarışmasında da birincilik almıştım. Ödül olarak da bana Atatürk’ün Söylevi verilmişti. Bunun yanında yine Gaziantep Ticaret Lisesinde açılan Muhasebe Kursuna da gidip gelmiştim. Ama bütün bunların yanında işe alınmamda Cemil Alevli’nin rolü olduğuna inanıyorum… Oktay Alevli’ye kalsa benim gibi bir zıpırı işe almazdı…
178. Fabrikada işe başladık. Hem yevmiye defterini tutuyorum hem de patronların özel yazılarını ve fabrika ile ilgili önemli yazıları daktiloda yazıyordum. Fabrikanın muhasebe bölümünde benden başka beş büro işçisi daha var.
179. Müdürümüz Alaaddin Koçak. Konusuna hâkim. Diğerleri Sabri Konuk, Hüseyin Bilgiç, Mehmet Tuzlu, İlhan Ermurat… Yaşamlarında ilk olarak bir komünist görüyorlar. Şaşkın şaşkın bakıyorlar. Her hareketimi dikkatle izliyorlar. Örneğin ben çalışma saati bitince masamı düzenleyerek her şeyi yerli yerinde bırakarak oturduğum sandalyeyi de masanın altına iterek işten ayrılırdım. Ben bunları yaparken hepsinin işi bırakarak beni izlediklerini görürdüm. Aman ben gözaltında yaşamaya alışmış biri olduğum için aldırmıyorum.
180. Oysa ben komünist de değildim. Komünistlik bir bilgi ve kültür birikimi gerektirir. Bende bunların ikisi de yok. Ne bilgi ne kültür. O kadar bilgisizim ki komünist olarak yakaladıklarında ve yargıladıklarında bir büyük harf nerede kullanılır, bir nokta nerede kullanılır unutmuştum. İçtiğim suyun nasıl olup da nefes boruma gitmiyor diye dünür dururdum.
181. İçinde bulunduğum koşullar beni şaşkına çevirmişti. Yevmiye defterini tutuyorum ama, sen gel bana sor… Kendimde değilim, olayların etkisi ile sanki uykuda geziyorum. Bu nedenle yevmiye defterinde yanlış yaptıklarım oluyor. Kimi zaman yanlış yazıyorum. Bereket Müdürümüz Alaaddin Koçak yanlışımı düzeltiyor ve olgunluk göstererek bu işe yaramaz demiyor…
182. Patronlar hepimizi zille çağırırlardı. Arkadaş bu zillere koşullanmışlardı. Zil çalınca kulaklar dikilir, zil sesini saymaya başlarlardı. Tek zil çalınca müdürün çağrıldığı anlaşılır. Beni çağırmak isterlerse altı zil çalınır. Çünkü en son işe alınan altıncı kişiyim.
183. Artık arkadaşlarla şakalaşma başlamıştı. Birbirimizi zilli olarak adlandırırdık. Bir zilli dedin mi akla Müdür gelirdi. Altı zilli denince ben. Diğerleri de zil sayısına göre adlandırılırdı. Pavlos’un köpekleri gibi zil sesine koşullanmıştık. Bu da bana çok ağır geliyordu ama ne yaparsın uygulama böyle idi ve benim başka çıkış yolum yoktu. Bu nedenle sesimi çıkaramıyordum; ama arkadaşlara bunun onur kırıcı olduğunu söylüyor, daha fazla ileri gidemiyordum. Çünkü ileri gidersem işçileri baştan çıkardığım kanısına kapılabilirlerdi…
184. Patronlarımızın odası bizim odaya bitişik. Zaman zaman çaycı patronlara çay getiriyor. Bizler de kapının yanındaki camdan bunu görüyor, çanımız çekiyor ama istemeye korkuyoruz. Bakıp duruyoruz…. Benim çalışma masam kapıya en yakın olanı idi. Diğerleri ise patronlara çay gelip gittiğini patronların odasına gidip gelirlerken görüyorlardı; ama ben, patronların çay içtiğini çaycının her gelip gidişinde görüyordum. Bizlerin de çay içme hakkı olduğunu düşünüyordum. İşçiyiz ama tutsak değiliz, diyordum..
185. Bir gün dayanamadım. Çaycıyı, çayını patronların odasına bırakıp çıktıktan sonra, çağırdım. “Bundan böyle bize de çay vereceksin. Öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere, günde iki kere, çalışma saatlerimizin ortasında…” dedim. Arkadaşlar tepki gösterdiler. “Başımıza iş çıkarma!” dediler. Ben de: “Korkmayın, sorumluluk benim. Bunu ben istedim…” diyeceğim.
186. Elbette benim arkamda Cemil Alevli var. Ona söyleyeceğimi çoktan hazırlamışım. Çünkü kendisinin villasında karşılıklı oturup konuşurken kendisi de çay içerdi ve ben de. İkimiz de az iki fincanla çay içerdik. Bilindiği gibi fincanlar çay bardaklarının iki misli…
187. Cemil Alevli çayı sevdiğimi bildiği için bana bir şey demeyeceğini biliyordum. Ama diğerleri için vereceğim yanıtı hazırlıyordum eğer beni çağırarak “Bu da nereden çıktı?” diye sorguya çekerlerse kendilerine: “Sayın… arada bir çay içersek daha verimli oluruz bu bir. Bir de sizler içerken bizlerin bakıp durması ne dereceye değin doğrudur bu iki. … Bu sizin adalet anlayışınıza sığar mı?” deyecektim. Ama kimse sesini çıkarmadı. Biz de öğleden önce ve ikindi saatlerinde çay içmeye başladık. Bu da hepimiz için iyi oldu. O saatlerde içtiğim çayın tadı hâlâ damaklarımda…
188. Cemil Alevli’den başka üç patronumuz daha vardı. İki damadı ve bir de oğlu Oktay Alevli. Burada bir gerçeğe daha değinmek istiyorum. İki damadı vardı Cemil Alevli’nin. Birinin adı öyle sanıyorum ki Özcan Alevli idi. Özcan bey Cemil Alevli’nin küçük damadı idi. Büyük damadı ise Gaziantep’in tanınmış ve çok varlıklı bir ailesinin oğlu Celal Ersoy’du. Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasının hemen bitişiğinde babasının da bir iplik ve dokuma fabrikası vardı. Ayrıca bir de satış mağazası işletirdi. Daha birkaç yere koştururdu. Ben daha onun kadar çalışkan bir adam görmedim. Öylesine aktif bir adamdı ki bir günde belki beş işyerine gider gelirdi.
189. Ben Celal Ersoy’un bu çalışmasına bakarak: “Bu adam ne kadar kazanırsa kazansın, kendisine helal olsun!” derdim. Eğer bütün işverenler Celal Ersoy gibi sorumluluk duygusu ile çalışsın Türkiye beş yıl içinde Amerika’yı bile geçer… Dikkatimi çeken bir özelliği daha vardı. Hemen hemen hiç konuşmazdı. Her zaman dudaklarında gizemli bir gülüşle insana bakarken ayaklarından başlayarak yavaş yavaş yüzüne doğru çıkardı. Masada oturmayı da sevmezdi. Kendisini hep ayakta görmüşümdür. İki damat ile Oktay Alevli arasında bir dışa yansımayan bir çatışma olduğunu sezinlerdim. Zaten bu yüzden de Cemil Alevli öldükten sonra fabrikayı sattılar. Oktay Alevli’nin gözüme çarpan bir özelliği vardı. Sık sık, elini kolonya ile temizlerdi…Özellikle de paraya dokunduktan sonra… Bir de Fabrikadaki bekçiler kapıcılar Oktay Alevli’nin geldiğini yarım saat önceden öğrenirlerdi ve geliyor diye telaşlanırlardı. Fabrikada bir telaş, bir koşuşturmadır başlardı. Oktay Alevli’nin yola çıktığını nasıl öğrendiklerini bir türlü öğrenemedim. Acaba kendisi mi telefon ederdi Müdür’e geliyorum diye… Ne var ki gelişi çok tantanalı olurdu…
190. Bir gün zil altı kere çalınca arkadaşlar “Altı zilli kalk bakalım, şansına ne çıkacak hele bir bak” diye bana takıldılar. Hemen patronların odasına vardım. Karşımda büyük patron Cemil Alevli… “Kapıyı kapat!” diyerek masasından kalkarak odanın ortasına geldi. İkimiz de ayaktayız. Bana: “Dün sivil polisler geldi. Burada çalıştığını öğrenmişler. Senin tehlikeli bir adam olduğunu söylediler. Onun gibi bir adamı nasıl olup da Fabrikaya sokarsın? dediler. Sözde sen işçilerin hepsini bana karşı kışkırtıp ayaklandırırmışsın.”
191. Sesimi çıkarmadan dinliyorum. Acaba diyorum Cemil Alevli de mi beni kovacak diye bekliyorum. Cemil Alevli bu düşüncemi anlamış olacak ki: “Korkma ben varken senin işine hiç kimse son veremez. Ama senden rica ediyorum bu polisler karşısında, damatlarım ve oğlum karşısında beni zor durumda bırakma…”
192. Benim böyle bir amacım yoktu zaten. “Korkma, sayın Alevli, seni zor duruma düşürecek bir tutum ve davranışım olmayacak!” dedim. Kendisinden izin alarak çalışma masama döndüm. Arkadaşlar kötü bir şey olduğunu sezinlediler ama bir şey demediler. Belki onların benden daha önce haberleri olmuştu polislerin gelip gittiğinden ama bana söylemiyorlardı. Arkadaşların polislerden haberi olduğuna adım gibi emindim ama elimde bir bilgi yoktu bu konuda…
193. Bütün bu olaylara karşın yapım gereği haksızlıklar karşısında dilimi tutamıyorum. Örnek verirsek patronların bizleri zille çağırması, patronların çay içip de bizlerin içememesi karşısında “Biz Tıho muyuz!” diye söylenip duruyordum… “
194. “Tıho” deyimini Gazianteplilerin alt tabakası kullanır… Türkçe sözlüklerde bile yeri yok bu deyimin. Hakkını aramakta yetersiz (aciz), en yoksul, en umarsız kişiler için kullanılır. Muhasebedeki arkadaşlardan başlamak üzere işçiler arasında da yavaş yavaş yayılıyordu “Tıho!” deyimi… Çünkü artık işçiler bile birbirine “Ne var , ne yok Tıho?” diye sesleniyorlardı.
195. Demek ki işçiler de yavaş yavaş ezildiklerinin ve ezikliklerinin ayrımına varmaya başlamışlardı ve benim de kendilerinden yana olduğumu için başıma işler geldiği kulaktan kulağa yayılıyordu.
196. Kamyonlarla, at arabalarıyla Fabrikaya gelen pamuk balyalarını büyük kantarda tartmak için de ben görevlendirilmiştim. Çünkü daha önceki görevliler satıcılarla anlaşarak usulsüzlük yapmışlardı. Örneğin 20 tonu 30 ton gösterirlermiş; aradaki on tonun bedelini kırışırlarmış.
197. Bana güvendikleri için pamuk tartma işini bana vermişlerdi. Pamuk kamyonu ya da arabası geldiğinde bana haber verilirdi. Fabrikanın avlusuna işçiler arasından geçerek giderdim. Bir arabacı vardı. At arabası ile pamuk getirip tarttırarak ambara teslim ederdi. O da benim ezilenlerden yana olduğumu bildiğinden kulağıma eğilerek: “Yedi yoksul öldüren cennete gitmiş kadar sevap kazanır…” diye fısıldardı. Niçin diye sorardım: “Çünkü, derdi, yoksulların çilesine son verir de ondan derdi.”
198. Bu arabacı yoksul arkadaş kurtuluşu ölmekte buluyordu. Çünkü sınıf bilincinden yoksundu. Kendiliğinden işçi idi. Kendi sınıfı için işçi değildi. Çıkış yolunun örgütlenmek olduğunu bilmiyordu. Fabrikada işe alınmış olmam bile işçileri düşündürmeye başlamıştı anlaşılan… Artık tanımadığım işçiler bile bana: “Tıholuğa devam!” diyerek parola vermeye başlamışlardı…
199. Bu “Tıho!” deyimini kilimcilik yaptığım sırada bir kilimci kalfasına verilen bir addı. Bu Tıho genç bir delikanlı idi. Köyden kente göçmüştü. Önce masıra sarmış, sonra da kilimci kalfası olmuştu. Kendisi sessiz sakin ve biraz da sefil, hakkını aramaktan yoksun bir kimci kalası idi. Eli çok yavaştı. Biz haftada beş kilim çıkarırsak kendisi iki kilim çıkarabilirdi. Patron sık sık “İşlediğin kilimi beğenmedim” diyerek ceza diye haftalığından keserdi. O da buna ses çıkarmazdı. Ses çıkarmadığı için diğer kalfalar kafasına vur ekmeğini elinden al anlamında kendisine çıkışarak “Tıho!” derlerdi.
200. Günler böyle geçerken ve daha bir ayı doldurmadan bir gün Ali Nadi Ünler beni çağırdı. Ali Nadi Bey Gaziantep’in kurtuluş savaşına katılmış yaşlı bir gazi idi. Gaziantep’te ilk olarak sol içerikli kitaplar satan dükkanı kendisi açmıştı. Kendisi ile iyi dost olmuştuk. Ben kendisini sayar, sever, sözünü dinlerdim. Kendisi de beni severdi… Akşam üzerileri kitapçı dükkânına giderdim.
201. Bir gün şimdiki Belediye Başkanı Celal Doğan ve arkadaşları ki hepsi parkalı idi. O zaman Dev-Genç militan bir öğrenci olan Celal Doğan Gaziantep’e gelerek Abidenin karşısındaki Kayacık yokuşunda Dev-Genç derneğini kurmuşlardı. Derneğin kitaplığında bulunsun diye birkaç sol kitap almak için Ali Nadi Ünlerin dükkanına baskın verircesine girmişlerdi. Öylesine idealize olmuşlardı ki gözlerine bakan kendilerinden korkuyordu. Sanki gözlerinde şimşek çakıyordu. Vatanı kurtarmak için canlarını feda edercesine Gaziantep’e gelmişlerdi.
202. Ali Nadi Beye, “Bize ne kadar sol kitap varsa ver!” dediler. O da “Ben hangi kitabın sol kitap olduğunu bilmem!” Beni göstererek “Ama Hayri Balta bilir.” dedi.. Ben de kendi elimle sol kitapları seçip tezgahın üstüne koymuştum. Hepsinin de parasını verip almışlardı. Bu olmaya gösteriyor ki Dev-Genç’li gençler bile sol kitapları bilmiyorlardı. Onların kafasında bir tek amaç vardı. Vatanı dışa bağımlılıktan kurtarmaktı.
203. İşte Ali Nadi Ünlerle dostluğumuz böyle idi.. Öyle ki kendisinin yazdığı Anılar kitabını da kendisi söylemiş ben de daktiloda yazmıştım. Çünkü Ali Nadi Bey Gaziantep’in kurtuluş savaşına katılmış yaşlı bir gazi idi. Gaziantep Kahramanı Şahin Beyin komutasında savaşmıştı. Anılarında Şahin Beyin şehit düşmesini ayrıntıları ile anlatır…Bu birlikteliğimiz kendi evinde hafta sonları olmak üzere birkaç ay sürmüştü ve bana emeğimin karşılığı olmak üzere 5-6 ciltlik “Kutsal İsyan” adlı bir kitap vermişti.
204. Günler böyle geçerken ve daha bir ayı doldurmadan bir gün Ali Nadi Ünler’in beni çağırdığını söylediler. Akşam üzeri kitapçı dükkânına gittim. Bana: “Hayri bey, dün Muhasebe müdürün geldi… Kimseye söyleme ama dedi, 1. Şubeden sivil polisler Fabrika Müdürü Orhan beye gelmişler. O da bana söyledi. Fabrika müdürü Orhan beyden, Senin Fabrikadan uzaklaştırılmanı istemişler… O da bir şeyini görmedik ki, ne diye atalım durup dururken demişler? Haberin olsun, ayağını denk al!” dedi. Beni en çok şaşırtan Muhasebe Müdürü Alaaddin Koçak’ın bu durumu bana söylemeyip de Fabrikanın Orhan Beyden önceki müdürü Ali Nadi Beye söylemesiydi. Demek ki polisler Cemil Alevli’ye söz geçiremeyince görünce Fabrika Müdürü Orhan beye gitmişler… Maşallahı var bizim siyasi polislerin Fabrikayı, fabrikadan sahibinden daha çok düşünüyorlardı.
205. Anladım ki Fabrikada çalışmam beni sevenleri zor durumda bırakacak… Artık buradan da ayrılmalıydım. Değil Fabrikadan, Gaziantep’ten de ayrılmalıydım. Çünkü, evvel Allah! kraldan daha kralcı bu polisler yanında ümmetçi ve kavmiyetçi Allah mücahitleri ve sermaye bekçileri varken bana bu Gaziantep’te yaşamak haram olmuştu. Artık hiçbir işveren de bana iş vermezdi. Gaziantep’ten ayrılmanın da zamanı gelmişti…
206. Artık Ankara’da, Genel-İş Sendikası Genel Merkezi Hukuk Bürosunda iki avukatın yanında çalışıyorum. Birinin adı Saadettin Ünsal, diğerinin adı da Lütfü Gülergün’dü. İkisi de iyi insanlardı ve bana karşı anlayış gösteriyorlardı. İşim olmadığı zaman ders çalışmama karışmıyorlardı. Bu avukatların dava dilekçelerini kendileri söylüyor ben yazıyordum. Daktilo ile en az yanlışla çok hızlı ve düzgün yazdığım için bir süre sonra Muhasebe Bölümüne alındım.
207. Genel İş Sendikası Genel Merkezinde Hem çalışıyorum hem de Anafartalar Akşam Lisesine gidip geliyorum. Daha önce anlattığım bölümlerde: Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde ve CHP’de çalışırken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna gidip geliyordum. Veliç İplik ve Dokuma Fabrikasında çalışırken de Gaziantep Lisesi birinci sınıfına gidip gelmeye başlamıştım. Ankara’da Genel-İş Sendikasında işe başladığın günlerde ise Gaziantep’teki ders yılının yarısında çıkışımı alarak Anafartalar Akşam lisesine kaydımı yaptırmıştım. lise birinci sınıfına gidip geliyorum. Saat 18.00’de Sıhhıye’deki işyerimden çıkar çıkmaz dolmuşla 18.20’de Anafartalardaki Anafartalar Akşam Lisesine gidiyordum…
208. Gaziantep’ten Ankara’ya gelince Ankara’ya uyum sağlayamadım. Caddeleri hep birbirine karıştırıyordum. Bir gün önce batıda gördüğün yapıları bir gün sonra Doğu yönünde görüyordum. Anafartalar Akşam Lisesinde verilen dersleri anlayamaz duruma geldiğim için dört dersten bütünlemeye kalmıştım; oysa, Gaziantep Akşam Ortaokulunda okurken Okul ve Sınıf Birincisi olarak takdirname almıştım…
209. Doğal olarak dört dersten bütünlemeye kaldım. Dört dersten bütünlemeye kalmak bana çok ağır gelmişti… O sıralar 39 yaşındaydım. Sınıfın en yaşlısı bendim. Bütün öğrenciler bana “Baba” derlerdi. Yaşlanmış olduğumun ayrımına emekli bir Albay olan tarih öğretmenimiz varmış olacak ki bana “Şu yaşlı arkadaş kalksın, anlatsın!” derdi…
210. Yaşadığım olaylar yüzünden mi yoksa yaşlandığımdan mı bu durumlara düştüm bilemiyorum… Çünkü okuduğumu anlayamadığım gibi okuduklarımın aklımdan silinip gidiyordu. Bildiğim bir tek şey vardı; beni bu durumlara düşüren Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’e ilençte bulunuyordum. Allah nasıl bilirse öyle yapsın diyordum. İkisinin de başından belâ eksik olmadı. Birini bıçakladılar, birini kurşunladılar. Elbette bunda benim ilençte bulunmamın rolü olmamıştı. Çünkü biliriz ki kimsenin ilenci ile kimsenin başına bir şey gelmez. İnsanın başına ne gelirse kendi eylemi nedeni ile gelir… Söz gelişi öfkemi belirtmek için ilençte bulundum diyorum işte…
211. Beklediğim an geldi çattı. Bir gün Sendikamızda Organizatör olarak çalışan Halil Demirel beni odasına çağırdı. “Kapıyı kapat! Şöyle geç otur..” dedi. “Haberin olsun Abdullah Baştürk’ün yanına MİT’ten iki kişi geldi. Senin Sendikada çalışıp çalışmadığını sormuşlar. O da: “Evet, bizim yanımızda çalışıyor…” deyince: “Nasıl olur da onun gibi komünisti Sendikaya sokarsınız.” demişler. O da: “Komünist olduğuna ilişkin bir bilgimiz yok. Komünistlikle ilgili bir şeyini görmedik…” demiş. “Onu buradan uzaklaştırın…” demişler. “Merak etmeyin, bir komünistlik yaparsa, hemen uzaklaştırırız…” diyerek onları göndermiş… Haberin olsun… Aman benim sana söylediklerimi kimseye söyleme…” dedi.
212. Kendisine teşekkür ederek işime döndüm. O günden sonra başta Genel Başkan Abdullah Baştürk olmak üzere yardımcıları Mustafa Sığan, Ertan Andaş ile Genel Sekreter Hasan Okyar Muhasebe Bölümüne girip çıkmaya başladılar. Teker teker geliyorlardı, ikişer ikişer geliyorlardı. Uzaydan gelmiş biriymişim gibi bana bakıp bakıp, hiçbir şey demeden, dönüp gidiyorlardı. Ben olaydan haberim oldu için niçin gelip gittiklerini biliyordum ve alıştığım için hiç de yadırgamıyordum…
213. Muhasebede benimle birlikte biri bayan olmak üzere beş arkadaş daha çalışıyordu. Onlar bir bana bir de bana sessiz sessiz bakıp giden Yürütme Kurulu üyelerine bakıyorlardı. Malî Sekreter İsmail Özbiçer, ki daire başkanımızdı, bana hiçbir şey hissettirmiyordu…
214. Sendikada çok ilginç anılarım oldu. Bunları da sırası gelince anlatmak istiyorum. Şimdi yeniden Zekeriya Beyaz ile Necdet Sevinç’in yaptıklarına dönelim. Zekeriya Beyaz ile Neçdet Sevinç bana göre çok basit olan sorular soruyorlardı. Ben de sordukları bütün sorulara bütün içtenliğimle yanıtlar veriyordum. Bildiğim gibi anlatıyordum, hiçbir şeyi kendilerinden saklamıyordum.
215. Meğer bütün sordukları tuzak sorularmış. Benden aldıkları yanıtları doğru götürüp Gaziantep Emniyeti 1. Şubesine verirlermiş. Örneğin bir keresinde Zekeriya Beyaz bana şöyle bir soru yöneltmişti: “Evlenme konusunda ne düşünüyorsun. Gençler görücü usûlü ile mi, yoksa sevişerek mi evlenmeli.” demişti. Ben de bana göre doğru olanı söylemiştim: “Elbette gençler önce birbirini tanışmalı. Evleneceği kişiyi sevmeli.” demiştim. Bunun üzerine Zekeriya Beyaz bana yeniden şöyle bir soru yöneltmişti: “Ya insan bacısını severse!”
216. Böyle bir soruyu beklememiştim. Çünkü böyle düşünmek aklımdan bile geçmemişti. Sorduğu soru sapıkça bir soru idi. “Yasak sevi” (ıncest) bir soru idi. Beni öfkelendirmişti. Öfke ile: “İnsan bacısını sever mi? Bu nasıl soru? Eğer bir insan bacısını sevecek kadar aşağılaşırsa, sapık olursa, eğer kendisinde kayış gibi mide varsa, bacısını da sever, anasını da sever!” demiştim.
217. Bu yanıtım, sorgulandığım sırasında şöyle çıktı gazetelerinde. “Hayri Balta: ‘Miden Alırsa Annen de Helâl” dedi. (Bakınız: Yeni Ülkü gazetesi, 1.3.1962). Elbette bu şekilde bir rapor da vermişlerdi Emniyete. Nitekim Emniyetteki sorgulanmam sırasında karşıma çıktı bu tür sorular. Bütün bu açıklamalar bana yapılmış büyük bir kara çalma (iftira) idi…
218. 16.01.1962 tarihine rastlayan Salı günü Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğü Okul Yaptırma Bürosunda çalışırken bir sivil polis geldi. “Tanıklık yapmak üzere Emniyete kadar gitmemiz gerektiğini…” söyledi… Emniyet Müdürlüğü bizim Müdürlüğün tam karşısında idi. İşe yeni başlamıştık. İşe girmeden önce Hükümet konağı önündeki boyacıya ayakkabımı bırakmıştım. O da bana, ayakkabımı boyarken giymem için bir çarpana vermişti. “Peki şu ayakkabımı boyacıdan alalım da öyle gidelim!” dememe karşın “Merak etme, ayakkabını biz alır getiririz! Sen benimle gel!” dedi ve koluma girerek beni sürüklercesine 1. Şubeye götürdü. Hemen sorgulamaya başladılar. İlkin oturduğum yeri saptadılar. Adresimi aldıktan sonra, ayağa kalkmamı söylediler… Üstümü başımı baştan aşağıya aradılar. “ İsa’nın Dağdaki Vaazı” adında küçük bir broşür çıktı cebimden. Bu bile komünistliğime kanıt sayılmıştı; oysa bir komünisttin cebinden nasıl olur da dini broşür çıkabilirdi bunu bile akıl edemiyorlardı. Onlar için İslam dışı olan her şey kafirlikti, komünistlikti… Sonra bir de cep defterim… Aldılar hepsini…
219. Orada çok bekletmeden ayağımda çarpana beni götürüp Merkez Karakoluna teslim ettiler. Ayakkabı boyacısındaki ayakkabımı almama bile izin vermemişlerdi. O günden beri düşlerimde hep ayakkabımı kaybederim, aradığım halde de bir türlü bulamam, kâbus görerek uykudan uyanırım.
220. Beni götüren polis, kaş göz işareti ile benim komünist olduğumu anlatıyordu karakolda resmi giyimli polislere… Beni nezarethane dedikleri küçük, karanlık, yüz numara büyüklüğünde bir odaya tıktılar… Bir yanda benden öncekilerin yemek artıkları, diğer yanda ise göllenmişti sidikleri…
221. İçeri girer girmez üstüme kapandı kapı. Kafama vurdu demir sürgülerin kapıyı kapatırken çatırdaması. Anlamıştım polislerce tutuklanmış olduğumu. Çünkü yazılmıştır: “Markos; 13/35: İmdi uyanık durun; çünkü ev sahibinin, ya akşamlayın, ya gece yarısında, ya horoz öttüğünde (Şafak vakti demek istiyor), yahut sabahleyin, ne zaman geleceğinizi bilemezsiniz…Yoksa apansız gelip sizi uykuda bulur…”
222. Sayın Öğretmenim; burada, sanıkların yakalandığında, duruşmaya çıkıncaya değin, bekletildikleri odaya gözaltı odası (nezaret) denir. Bir sanık yargı önüne çıkartılıncaya değin bekletilir burada. Sanığın tutuklanmasını gerektiren kanıtların toplanması; varsa, aleyhinde tanılık yapacaklarla kendisinin ifadesinin alınmasından sonra dosya düzenlenir ve bundan sonra yargıç önüne çıkarılır.
223. Ben bu karanlık, pis kokulu, nemli yerde niçin tutulmuş olduğumun nedenlerini bulmak için düşünüyordum. Düşünüyordum, düşünüyordum bulamıyordum. Bu mektuptan önce diğer arkadaşların da adları ve imzası bulunan bir sayfalık mektup göndermiştim ya… Acaba diyordum; bu mektup polisler tarafından alınıp gözden geçirildi de: “Gel bakalım, senin gibi biri Mister Ayzli gibi biri adamla nasıl olur da mektuplaşır. Sonra bu mektubum altındaki imzalar ne oluyor?” diye sorguya mı çekecekler, diyordum.
224. Mektup bir sayfalıktı. Sayın Öğreticimin selamları sunuluyordu. Mektubun altında bizlerin de imzaları vardı. İmzalarımızın üstündeki adlar ilginçti. Bay Yazman -Benim takma adım-, İmam Baba, Hamal, Dangalaklar Padişahı, Meydancı gibi adlar….Olur olurdu. Polisin, Devletin güvenliği açısından kuşkulandığı bir konuda sorgulama yapması hakkı idi. Aklıma Zekeriya Beyaz ile Neçdet Sevinç’in bana tuzak kurdukları gelmiyordu.
225. Ama bu arada mahkeme kararı olmadan bir insanın haberleşme özgürlüğüne karışılmasını anlayamıyordum. Kim olursa olsun, yargıç kararı olmadan bir kişinin mektuplarının açılıp okunamayacağına inanıyordum. Haberleşme özgürlüğümüz yeni anayasamızla güvence altına alınmıştır, diyordum. Hem başımızda Başbakan İsmet İnönü var diyordum.
226. Menderes yönetimi olsaydı, olurdu. Çünkü Tahkikat Komisyonu gibi hukuka aykırı bir kurul vardı. Bu nedenle Anayasa da, Baba yasa da ayaklar altına alınmıştı. Ama İnönü döneminde hukuk tepelenemezdi Anayasa. haberleşme özgürlüğüne kıyılamazdı, kimse bunu göze alamazdı, diyordum.
227. Bütün bu düşüncelere karşı yine de şaşırıp duruyordum. Size gönderdiğim selam-kelam mektubu yüzünden tutuklanamayacağıma göre, niçin tutuklandım öyleyse, diyordum. Kara kaşım, kara gözüm için tutup tıkamadılar ya beni bu deliğe… Niçin öyleyse, niçin neden tıktılar beni bu deliğe, diye saatlerce düşünüp durdum kendi kendime…
228. Niçin tutuklanmış olabileceğimi düşünüp dururken bisiklet hırsızlığından sanık bir genci de getirip soktular benim bulunduğum deliğe. Soktular ama, sokmaları ile çıkarmaları bir oldu. Benim bulunduğum delikten çıkarma gerekçeleri çok ilginçti. Tam bir kara güldürü. Anlatayım şimdi.
229. Karakola bir polis girdi. “Nerede o bisiklet hırsızı?” diye sordu. Hırsızı benim yanıma tıktıklarını söylediler. Bunun üzerine telaşlandı yeni gelen polis. “Aman çıkarın onu, onun yanından. İçerdeki kimse ile görüştürülmeyecek!” deyince hemen bisiklet hırsızını, görülmedik bir ivedilikle ve korku ile yanımdan alıp kendi yanlarına oturttular. Anlaşılan ona komünistlik propagandası yapacağımdan korkmuşlardır…
230. Bulunduğum gözaltı odasının aralık bir yerinden karakolun içine baktığımda ivedilik ve korku ile yanımdan çıkardıkları bisiklet hırsızının, sobanın başında, tatlı bir şekerleme yaptığını gördüm. Ben ise içerde ayaz keserek sabahlarken kendi kendime: “Yahu, neymiş benim bu suçum ki, kimselerle görüştürülmemem buyruğu verilmiş bunlara.” diyordum.
231. Günümüzde bile büyük hırsızlar; hortumcular, hay`lî ihracatçılar, vergi kaçakçıları her türlü konforla zenginleştirilmiş koğuşlarda ağırlanırken solculuktan içeri düşenlere böyle bir olanak çok görülmektedir…
232. Geçmişimi, geçmişteki eylemlerimi düşünüyorum; suç konusu hiçbir tutum ve davranışımı göremiyorum. Acaba diyorum, bende bulaşıcı bir hastalık var da haberim mi yok. Yoksa bende veba mı, cüzamlı mıyım diye sağımı solumu yokluyorum; ama, bir şey göremiyorum.
233. Bu düşünceler içerisinde iken öğrenci arkadaşlarımızdan Cumhur Yaşar içeri giriyor./Polislerden benim burada olup olmadığımı soruyor. Ben bu konuşmaları içerden zaman zaman baktığım aralıktan görüyorum. Polislerden biri: “İçerde bir maden var ama, senin aradığın mı, değil mi bilmiyoruz…” diyor. Cumhur Yaşar’ın beni tanımlaması (tarif etmesi) üzerine aradığının ben olduğum anlaşılıyor.
234. Mevsimlerden kış, aylardan Şubat. Şubat ayı mevsimin en soğuk günleri olduğundan ısınmam için hücreme getirip bir mangal ateş koymak istiyor. “Olmaz!” diyor polisler.Ne var ki Cumhur Bey dayatıyor: ―Ortalık kıştır, içerisi soğuktur. Isınacak ateş yoktur. Arkadaşımızın sağlığı bozuktur. İzin verin de bir mangal ateş verelim. Yoksa soğuktan rahatsız olacak. Nasıl geçirsin bu soğukta, kış günlerinin en uzun gecesini içerde?” diyor, ama dinleyen kim… Polisler direniyor. “Emir aldık hiç kimseyle görüştürmeyeceğiz!..” diyor. Ne olursa olsun, ateş de vermeyeceğiz.”
235. Dayanamıyor Cumhur bey, kış günü çok soğuk bir odada sabahlayacak olmama.. Bay Cumhur’un üstelemesine canı sıkılıyor polislerin. Neredeys` onu da benim yanıma tıkacaklar öfkelendikleri için. Bu konuşmaları ben, izliyorum üzerime kapanan kapının küçük deliklerinden. Polisler tarafından Cumhur beyin azarlanmasını, başına bir şey gelmesini önlemek amacıyla: “Cumhur bey, üstelemeyiniz. Ne derlerse onu yapınız!” deyince; polisin biri öfke ile: “Ulan kes sesini! Gebertirim seni… Hele bir kere daha çıkar sesini, görürsün başına geleceği…” “Cık, cık!” diyorum. Üzüntüyle başımı sallıyorum. Kapının deliğinden Bay Cumhur’un üzüntü içinde ayrıldığını görüyorum. Yine kalıyorum karanlıklar içinde yapayalnız soğuk kış gününde soğuk bir delikte. Niçin yakalandığımın, niçin buraya tıkılmış olduğumun nedenlerini arıyorum… Arıyorum, arıyorum; araştırıp bulamıyorum… Düşündükçe bir gün içinden içimden geçenleri, “Suçunu Arayan Adam” diye bir roman yazsam olur diyorum başımdan genleri…
236. Derken sabah oluyor. Bir sivil polis geliyor. Senetle-sepetle alıyor beni içerden. Bereket kelepçe takmıyorlar elime. Varıyoruz Emniyet Müdürlüğündeki Birinci Şube denilen yere. Alıyorlar içeri. Dört-beş masalı bir oda. Sivil polisler birer birer oturuyor her masada.
237. “Gel bakalım otur şuraya!” diyorlar. Güleç bir yüzle ilk olarak biri sorguluyor beni: “Yahû ne kadar kitabın var senin? Nasıl okuyorsun bunları öyle? Hepsinde bir takım işaretler, çizgiler… Biz bir mektubu okuyamıyoruz, birkaç günde. Boğulmuyor musun sen bunların içinde?..” diyor. Anlıyorum ki, evimi de basmışlar, aramışlar her yeri…
238. Düşünüyorum; acaba, evde suç konusu olacak bir belge falan var mı diye… Atatürk’ün, İnönü’nün, Gürsel’in boy fotoğraflarından başka bir şey yok!.. İçime bir esenlik geliyor. Yanıtlıyorum: “Küçüklüğümden beri hevesliyim okumaya. Başkaları boş zamanlarında gider barlara, kahvelere, sazlara. Bizlerse kitap okuruz, dergi okuruz, gazete okuruz baş zamanlarımızda. Ne yapalım bizim de eğlencemiz bu!..” diyorum.
239. Şaşkınlığını belirtircesine başını sallayarak gülüyor. Masasına eğilerek bana hiç de yabancı gelmeyen kağıtlara bakıyor. Ben de bakıyorum eğilerek. Görüyorum ki bunlar Sayın Öğreticimin özel mektupları, nâme adını verdiği yazıları…
240. Masanın üstünde bir yanda topluluğumuzun çektirdiği fotoğrafları bulunan bir albüm. Hepsi elden geçiriliyor. “Bu albümde sizin de fotoğrafınız var!” diyor. Hani şu tertiplerde, derslerde hep bir arada çektirdiğimiz fotoğraflardan, renkli renkli…
241. Diğer bir masada evinden alıp getirdikleri kitaplarım, dergilerim, gazeteler gözden geçiriliyor birer birer… Diğer bir masa üzerinde not defterlerim, ritim aygıtı tefim… Hepsi elek elek eleniyor. Yahû tef de mi suç aygıtı olurmuş diye geçiriyorum içimden.. Yoksa Emin Kılıç’a gidip geldiğim için mi yakaladılar bunlar beni ? Yalnız ben miyim Emin Kılıç’ın öğrencisi… Nerede öyleyse diğerleri…
242. Hem Emin Kılıç’a gitmek suçsa bile, bana ne…. Benim suçum ne? Ben bir oğlağım o sürüde… Gitsin yakalasınlar sürünün çobanını… Sözün kısası, anlayamadım bir türlü niçin yakalanmış olmamı… Yok, yok yalnız Emin Kılıç’a gitmiş olduğum için değil yakalanmam…
243. Neyse; evimden getirilen defterler, dergiler kitaplar, kağıtlar, albümler geçirildi elden tek tek. Sonra beni “Şimdi de geç şuraya!” diyerek bir daktilo memurunun önüne oturttular. Anladım ki sorguya çekecekler, ifademi alacaklar.
244. Daktilo memuru kağıtları takıyor makinesine. Kimliğim saptanıyor önce. İlk soru: “Dün kimlerle görüştün? Söyle doğrusunu!..” Önce afalladım böyle bir soru sorulur mu imiş diye. Çabuk geldim kendime. Kimlerle konuşmuş olduğumu ansımaya çalışıyorum. “Ben mi, dün mü diye?” mırıldanıyorum. Hemen açılıyorum ve polise: “Sen sor, ben söyleyeyim, yazıcıyı gösterdikten sonra, şu da yazsın!” dedim. Başladım anlatmaya: “Dün, kimlerle mi konuştum? Dün, dairedeki memur arkadaşlarla konuştum. Teyzem oğlu ve arkadaşları ile konuştum”
245. Yeniden soruyor polis: “Sen komünistlik propagandası yapıyormuşsun, öyle mi?” Hoppala, bu da nerden çıktı. Başım dönüyor böyle bir soru karşısında. Bir şok geçiriyorum sanki… Hah, diyorum kendi kendime; demek ki, beni tutuklamalarının nedeni bu imiş… Komünistlik propagandası yapmakmış suçum… Güleceğim geliyor… Bir rahatlık duyuyorum… Çünkü Çünkü; komünist değildim, komünistliği bilmiyordum ki propagandasını yapayım…
246. Topluyorum kendimi: “Ben, o değin beyinsiz miyim ki; Batı Berlin ile Doğu Berlin’i ortadan ikiye bölün utanç duvarını görmezden geleyim de komünistlik propagandası yapayım!…”
247. “Ya onlarla konuştukların ne böyle?” deniyor. Anlatıyorum: “ Ben onlara;: Anayasamızda, belirtildiği üzere, sosyal adaletin uygulanması gerektiğini, yoksul çocukların da okuması gerektiğini, okuma olanağı bulamayan çocukların da okuyabilecekleri ortam yaratılmasını, her türlü inanış, düşünce ve davranışa, yasalarımızı zorlamadıkları sürece saygı duyulması gerektiğini söyledim!”
248. Bu sözlerim üzerine evimde buldukları kitapları nereden aldığımı sordular. Adı geçen yayınların yasaklanmış yayınlardan olmadığını, kitapçılarda bol bol satıldığını söylüyorum. Bunun üzerine Şefleri: “Sen, Tanrı yoktur, diyormuşsun! Öyle mi?” diyerek bir soru daha yapıştırıyor. Şaşırıyorum böyle bir soru sorulmuş olmasına… Tanrının komünistlikle ilgisi ne diyorum kendi kendime…
249. Hem Anayasamızın 19. maddesinin (a) bendinde: “Kimse dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz, dinî inanç ve kanaatlerini a açıklamaya zorlanamaz!” demiyor mu… E, niçin sorarlar bana böyle bir soruyu… Neyse diyorum, bu sorularına da yanıt veriyorum: “Ben, Tanrı; var ya da yok demeye tenezzül etmem! Ben, Tanrı var ya da yok sorunu ile uğraşacağıma; sağlığımı korurum. Kendim için zararlı olanı yapmam, yararlı olanı yaparım…”
250. Bu yanıtımdan bir şey anlamadıklarını birbirlerine bakışlarından anlıyorum. Bir soru daha soruyorlar: “Cevap ver bakalım, Sen namus diye bir şey tanımazmışsın, öyle mi?” Nereden bulup çıkarıyorlar bunlar böyle soruları bilmem ki… Anlatıyorum: “Ben namus diye bir şey tanımam demedim ki… Ben namussuzluğun yalnızca cinsel organlarda aranmaması gerektiğini; insanın, namuslu mu, namussuz mu olduğunun tutum ve davranışlarından belli olacağını söyledim!” diyorum…”
251. Bu yanıtın kızdırıyor polisleri. Homurdanarak bakıyorlar birbirlerine. İçlerinden biri “Namusu cinsel organlarda aramazmış!” diyor diğerlerine… Bana biri, almaz almaz bakıyor bulunduğu köşeden. Bu kez bir başka polis bir soru daha soruyor yeniden: ”Kuran hakkında, namaz hakkında konuşuyormuşsun, nedir bu konularda düşüncelerin?”
252. Söylesem bildiklerimi, sıçrayacaklar ateşe basmışlar gibi… Hemen aklıma masaların üzerinde duran sayın Öğreticimin yazıları geliyor. “Şu masadaki yazılar içinde 5l numaralısını bana verirseniz oradan okurum size Kuran ve namaz hakkındaki düşüncelerimi…” diyorum. Fakat vermiyorlar. Böyle yanıt vermiş olmama kızıyorlar.
253. Şefleri: “Bırakın şu adamı, yeter artık!” diyerek kızgınlığını gösteriyor… Onu, biri diğeri yatıştırıyor: “Kızacak ne var bunda?” diyor. Ben ekliyorum: “Evet, kızacak ne var bunda: Ben böyle inanıyorum, siz öyle… Düşünce özgürlüğü var memlekette… Ne yapayım değil ki, benim de sizler gibi düşünmek, elimde…” Canları sıkılıyor bu sözlerime. Amirleri: “Yaa, düşünce özgürlüğü varmış memlekette…” diye öfkeleniyor bana kendince…
254. Yeniden başlıyorlar sorgulamaya: “Siz derslerde kadın oynatırmışsınız öyle mi? Bu yaptığınız ahlaksızlık değil mi?” Güleceğim geliyor. Kendimi topluyorum: “Yok öyle bir şey. Kim söylemişse uydurmuş!” diyorum…
255. Bunun üzerine Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazılarından birinde bulunan sevgilisi ile birlikte çektirmiş olduğu fotoğraflarını gözüme gözüme sokarak: “Şu neci, ya şu neci?” diyorlar beni suçüstü yakalamış gibi… Yanıtı hemen yapıştırıyorum ince esprili: “Kadını oynatmıyor ki? Kadınla birlikte fotoğraf çektirmiş…” dedikten sonra “O, Sayın Öğreticimin 26. sevgilisi…”
256. Sayın Öğreticim, güzel gördüğü bayanlarla, arada eylemli bir ilişki olmamasına karşın, onların kendisine gösterdiği saygıdan sevgiden kendisine göre pay çıkarırdı. Kendi kendisine gelin güvey olurdu. Birbirine bakarak kızdıklarını belirtircesine “Bir adamın 26 tane sevilisi mi olurmuş?” diye beni alaya alıyorlar…
257. Anlaşılan bunların aklına sevgili deyince eylemli ilişkiler geliyor. Oysa Öğreticimin sevgilim dedikleri ile olan ilişkisi değil sandıkları gibi değil… Kendi kendine gelin-güveyi olmaktan başka bir şey değil Sayın Öğretimin ki, değil ama bunlara anlatamazsın ki…
258. Polislerden biri, okuyarak Sayın Öğreticimin yazılarından birini: “Bu sözcükler ne ?” diye soruyor. Şöyle oluyor yanıtım: “Gidin, kim yazmışsa ona sorun…” diyorum… Ortalık yine karışıyor. Yine homurdanmalar, sokranmalar oluyor. Bana öfkeleniyorlar ama işi pişkinliğe vurarak devam ediyorlar sorgulamaya.
259. Hoşuma gidiyor, bu davranışları… Bir sevgi geliyor içimden kendilerine karşı. Kendilerine kızamıyorum, bir kırgınlık , bir öfke duyamıyorum. Eğer kötüye yorumlayacak olmasalar kendilerini kucaklayacağım bile… Bana karşı davranışlarını ve sorgulamalarını beğeniyorum.
260. Az sonra bir kat aşağıdaki bodruma götürerek parmak izlerimi aldılar. Çok üzülmüştüm parmak izlerimin alınmasına. Ağlayacağım gelmişti hıçkıra hıçkıra… “Ellerim ellerim, benim suçsuz ellerim!” diye baktım baktım da yaşardı gözlerim… Bu olay üzerine yazdığım “Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim” adlı küçük bir şiir demeti dosyalarım arasında bulunmaktadır.
261. Bir karşıdan, bir de yandan göğsümde numara, altında adım, soyadım çekilmeğe başladı fotoğrafım…Bütün bunlar olurken kan ağlıyordu içim. Sarsılıp yıkılıyordu Atatürkçü kişiliğim…Buna karşın kendilerine kızmak gelmedi içimden. Nefret etmedim kendilerinden. Yapıyorlardı görevlerini… Sevmiştim kendilerini, O sevgi; şimdi bile eksilmemiştir.Çünkü yazılmıştır: “İncil. Matta, 5/22: Her kim kardeşine kızarsa, hükme müstahak olacaktır.” ve yine: “İncil. Matta 5/20: Size şunu söyleyeyim: Doğruluğunuz din bilginlerini kat kat aşmadıkça göklerin egemenliğine giremezsiniz…” Göklerin egemenliği demek ; insanın olumlu elemlerinden huzur ve mutluluk duyması demektir.
262. Sordular bir soru daha : “Sen; Karını, yatak odasında bir başkası ile, alt-alta, üst-üste görsen bile, kapıyı kapatıp çıkarmışsın. Doğru mu?..” Hiç düşünmeden dedim, “Doğru!” Bu soruyu, sorgulamayı bitirdikten sonra sormuşlardı. Bu sorudan önce kaldırmışlardı yazı makinesini. “Evet, diğerlerini bilmem, ama ben böyle yaparım!” deyince çok sevindiler yine… Hemen yazı makinesini yeniden masaya getirdiler. “Tutanağa alacağız ne dersin!” dediler. Köşede bir polis kaş göz ederek başını yukarı doğru kaldırıyordu onların görmez yanında bana bakarak. “Söyleme bu sözü, yazdırma bu sözü!” demek istiyordu.
263. Komünistler bir başkasının evine girerken şapka asarlarmış ya kapıya. Erkek gelir, görür ki kapıda asılı bir şapka… Anlar ki karısının bir başka erkekle ilişkisi var, hemen dönüp giderken; dermiş, kızacak ne var bunda?… O zamanlar komünistleri suçlamak ve toplum nazarında küçük düşürmek için sık sık söylenirdi bu sözler ortalıkta.
264. Oysa o günlerin başbakanı İstanbul’da önemli bir bürokratın eşi ile ilişkide iken odalarının penceresine kırmızı perde çekermiş. Adam, evine geldiğinde kırmızı perdeyi görünce başını çevirip gidermiş… O günün gazeteleri bakılırsa söylediklerimin doğruluğu anlaşılır. Rus komünistlerinin bir başkasının evine şapka asarak girdiği yalandı ama o dönemin başbakanı bu işi kemali afiyetle yapardı…
265. Demek ki bizimkiler kendi yaptıkları ahlaksızlığı başkalarına yüklüyorlar… Sandılar ki komünistliğimle ilgili önemli bir kanıt yakaladılar… Hiç çekinmeden “Söylerim ya!…” dedim ya. Bu sözlerimin dayanağı kutsal kitaplarda da bulunmaktadır. Çünkü yazılmıştır: “İncil. Matta: 5/14-15; Dünyanın ışığı sizsiniz. Tepenin üzerine kurulan kent gizlenemez. İnsanlar da mum yakıp tahıl ölçeği (kile) altına koymazlar. Tersine mumluğa koyarlar ki, oradan da evdekilerin hepsine ışık versin… Sizin ışığınız insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek göklerde olan babanız.” Göklerde baba-ana yoktur. Babamız varsa anamız kim?.. İncil’de geçen bu sözler simgesel anlamda söylenmiş sözlerdir. Bu söze göre İsa iyi gördüğünüz özelliklerinizi halktan gizlemeyin demek istiyor.
266. Yazman yazı makinesinin başına geçti. Makineye yeni bir kağıt geçirdi. Biraz önce söylediklerimi yadsıyacağımı (inkâr edeceğimi) sanıyorlardı. Komünistliğime kanıt olacak bu anlatımımı kaçırmak istemiyorlardı.
267. Başladım anlatmaya. Yazman bile şaşkınlık içinde bakıyordu bana. Karşılaşmamıştı böyle anlatımda bulunanla. Demek istiyordu ki bakışlarıyla: “Gel anlatma böyle. Başına iş açarsın bu şekilde söylemekle…” Ama ben anlatıyordum: “Evet, Ben odaya girdiğimde eşimi bir başkası ile yatakta görünce, kapıyı çeker çıkarım… Ne yapmam gerektiğini düşünmeye başlarım…”
268. Bu sözlerim üzerine şefleri çıkıştı yine: “Kolundan tutup dışarı koymaz mısın? Vurup öldürmez misin? Arkasından boşanma davası açmaz mısın?” “Ne öldürmesi, ne kolundan tutup dışarı koyması, ne boşaması.. Kendisi istemediği sürece boşamam bile.. Ne var ki tutum ve davranışım başka olur kendisine…” Çünkü yazılıştır: “İncil. Markos, 10/11: Her kim karısını boşar ve başkasıyla evlenirse, ona karşı zina eder ve kadın kendisi kocasını boşar ve bir başkası ile evlenirse, zina eder.”
269. Sayın Öğretmenim, şimdi siz diyeceksiniz ki: “Başka metinlerde İsa: ‘Zinadan başka bir nedenle boşarsa’ diyor. Siz bu düşüncenizle İsa’dan daha geniş düşünüyorsunuz… İsa’nın öğretilerine aykırı bu!” diyebilirsiniz…”
270. Bunun üzerine ben de derim ki: “İsa eğer öyle demişse; (Zina yapanı boşayın) demişse, o günün koşullarına göre demiştir. Şuna inanıyorum ki: İsa bu gün yaşamış olsaydı, benim gibi düşünürdü. Bu sözleri candan ve içten ancak; İsa ve İsa düşüncesinde olanlar söyler.
271. Bu gün dünyanın her yerinde boşanma kurumları şakır şakır işlemektedir. Hiç bir düşünür bu konu üzerinde gerektiğince ve yeterince düşünmemiştir… Benim düşünceme göre hangi nedenle olursa olsun, karısı istemedikçe, onu boşayan İsa’nın dediği gibi karısına karşı en büyük kötülüğü yapmış olur…
272. Çünkü karısını, karısı istemediği halde, boşayan; onu, yoksulluğun ve fuhşun kucağına atar… Onu kazanacağına, kaybeder.. Biliyorum, bu sözlerim sizlere ve herkese ters gelecektir, düşünce yoksunu kişileri kızdıracaktır…Bu konuda daha çok açıklama yapmayı yersiz buluyorum. Ama ya kadın zina yapmayı sürdürürse, kocasını aldatırsa… Bu takdirde kadından boşanmak bir zorunluluk olur ki bunda kocaya bir kusur yüklenemez.
273. Gelelim sorgumuza. Son alarak bana: “Şimdi sen komünistliği ve propagandasını yapmış olmayı reddediyorsun. Ya biz sana, komünizm propagandası yaptığına ilişkin konuşmanı banttan dinletirsek ne diyeceksin?” dediler.
274. Bu suçlama hepsinden çok sarstı beni… Nasıl olurda ben komünistlik propagandası yapabilirdim. Ben komünistliğin ne olduğunu bilmiyorum ki… Bu konuda eğitim ve öğretim görmedim ki… Herhangi bir örgütle bağlantım yok ki…Bunda bir yanlışlık olsa gerek.. Yoksa bana tuzak mı kuruyorlar.
275. Bu düşünceler içinde bocalarken, polislerde beni kıstırdıklarını sanarak ne yanıt vereceğimi düşünüyorlardı. Şöyle yanıt verdim kendilerine: “Bir düşünür olarak her konuda düşünce yürütebilir ve konuşabilirim. Bu komünistlik propagandası yaptığım anlamına gelmez…”
276. Bu sözlerim üzerine polislerden biri masa üzerinde bulunan albümdeki fotoğraflarımızı diğerlerine göstererek: “Şunu görüyor musunuz şunu… Bunların ahlakını bozan, bunları yoldan çıkaran, bunları dinden-imandan eden hep bu Mister Ayzli dedikleridir!” diyerek fotoğraftaki görüntünüzü gösteriyordu… Bu sözleri söylerken başını sallıyor, dişlerini gıcırdatıyordu. Sizi elinden kaçırmış olmanın üzüntüsünü yaşıyordu…
277. Sorgum bittikten sonra başımı kaldırıp pencereden dışarı baktığımda sorgulandığım Hükümet konağı önünde gençlerden oluşan epeyce bir kalabalık var… Sonradan anladım ki: Bu kalabalık beni protesto etmek ve aleyhimde tezahürat yapmak amacı ile Zekeriya Beyaz ve Neçdet Sevinç’in organizesi ile bir araya gelmişler. Toplanmış hazır kuvvet! Bu kalabalığın niçin toplanmış olduğunu anlamaya çalışırken : “Hadi bakalım mahkemeye!” diyerek koluma giren polisler doğruca beni nöbetçi sulh ceza mahkemesine götürdüler…
278. Artık yargıcın karşısındayım. Kimliğimi saptadıktan sonra yargıç: “Söyle bakalım, sen komünistlik propagandası yapıyormuşsun… Hakkındaki sav bu… Hadi anlat bakalım doğrusunu…” diyerek sert bakışlarıyla gözümün içine bakarak ne diyeceğimi beklemeye başladı. Yavaş yavaş ve kısaca şu ifadeyi verdim: “Ben komünist değilim. Komünistlik hakkında bildiklerim yerli basının bildirdikleri kadardır. Ben komünist olmadığıma göre propagandasını yapmama da olanak yoktur. Hakkımdaki iddialar tertipçilerin uydurmasından başka bir şey değildir. Bu suçlamalar kentimiz ilkellerinin anlayışsızlıklarından ileri gelmektedir. Düşünce ve inanç özgürlüğüne saygısı olmayan dar görüşlülerin bana attıkları bir iftiradır. Bu ilkeller benim aşırı bir 27 Mayısça olmamı çekememişler ve bu yüzden bana bu oyunu oynamışlardır!” dedim.
279. Başka bir soru sormadı yargıç. Karşısındaki duruşum, konuşmam, davranışlarım üzerinde olumlu bir etki yapmış olacak ki duruşmayı uzatmadı. Dosyamdaki belgeleri şöyle bir yukardan aşağı taradı ve sonra kürsüsünün önünde oturan tutanak yazmanına, “Yaz bakalım!” dedi: “Tutuklanmasını gerektirecek yeterli kanıt olmadığından, iş ve ikametgah sahibi bulunduğundan, tutuklanmasına gerek olmadığına ve yargılamasının tutuksuz olarak yapılmasına…” diye karar verdi.
280. Beni getiren iki polis neye uğradıklarını şaşırdı. Yüzde yüz tutuklanıp içeri tıkılacağıma inanıyorlardı. Bu arada aklıma karakolda ifadem alınırken parmak izlerime almaya götüren yaşlı polisin kulağımı eğilerek fısıldarcasına: “Korkma oğlum, hakkında çok şikayet ve ihbar var ama hiç biri senin komünist olduğunu kanıtlamaya yetmez..”sözleri geldi.
281. Özgürlüğüme kavuşur kavuşmaz ilk işim Hükümet konağının önünde toplanan kalabalığın niçin toplanmış olduğunu sorup soruşturmam oldu. Meğer bu kalabalık bizim kentin ümmetçi ve kavmiyetçi ilkelleri imiş… Elbette bu güruhun başında kavmiyetçilerin teorisyenleri Mete Necdet Sevinç ile ümmetçilerin imamı Zekeriya Beyaz vardı…
282. Bunların toplanmalarının nedeni benmişim. Eğer tutuklanıp cezaevine gönderilmiş olsa imişim bunlar sokaklarda “Kahrolsun dinsizler, komünistler!” diye yürüyüş yapacaklarmış.. Elbette bu arada “Dinsizlere ölüm! Komünistlere ölüm! Kahrolsun Emin Kılıç Kale… İnönü istifa!..” diye sloganlar atmayı da unutmayacaklardı. Bu tür gösterilerle beni cezaevine alayı valâ ile uğurladıktan sonra Kentimiz ana caddelerinde mümayiş yaparak çağırıp bağıracaklarmış. Sayın Öğreticim Dr. Emin kılıç Kale’nin muayenehanesinin önüne giderek: “Kahrolsun Emin Kılıç! Kahrolsun masonlar! Kahrolsun Allahsızlar, dinsizler… Komünistlere ölüm! İnönü istifa diyerek bir kere de orada bağırıp çağıracaklarmış…
283. Bereket Valilikçe gösteri yapmalarına izin verilmemiş. Yoksa yine de tutuklanıp tutuklanmama bile bakmadan, bir şeyler yapmış olmak için, hoplayıp zıplayacaklarmış… Kahrolsunlu, ölümlü, bağırıp çağırarak mümayiş yapacaklarmış…
284. Ne var ki tutuklanıp içeri tıkılmamış olmam kentimiz kavmiyetçi ve ümmetçilerine çok dokunmuş, deliye dönmüşler. Zaten akıllı-uslu da sayılmazlar ya.. Ama bu olaydan sonra kudurdular. Gazetelerinde, camilerinde, çarşıda, pazarda her nerede olursa orada bize karşı usa gelmedik suçlamalarla saldırdılar. Kara çaldılar, çamur attılar, halkımızı üstümüze kışkırtmaya çalıştılar, bir oranda da başarılı oldular. Bu saldırıları öylesine ayarlamışlardı ki tam ramazan ayına rast getirdiler. Böylece yaptıkları saldırıların daha etkili olacağını sandılar ve bunda da başarılı oldular…
285. Şimdi size o tarihte (18.2.1962 – 3.6.1962) çıkardıkları Yeni ülkü gazetesinde yaptıkları yayınlardan örnekler vereceğim. Vereceğim örnekler yalnız benim hakkımda yazılmış olanlardır. Sayın Öğreticim için yazdıklarıma burada yer vermeyeceğim. Bana yapılan saldırıları okuduktan sonra Sayın Öğreticim hakkında yapılanlar hakkında da bir görüş sahibi olacaksınız Bana bu kadar saldırılırsa, artık varın siz hesaplayın Sayın Öğreticime ne denli saldırmışlardır… Böylece Musikide Hayat dersleri topluluğunun ne türlü bir komplo ile karşı karşıya kalmış olduğunu da görürsünüz..
286. Kentimiz ilkelleri bizlere, yereler gazetelerde: “Türklük ve mukaddesat düşmanı, dinsiz, imansız, sosyalist ve komünist” diye yazılar döşendiler. Bu karalamalara benzer sayısız sözler söylediler ve sonra: “Hayri Balta, eğer kız kardeşlerinizden biri, biri ile tanışarak sevişip evlenmek istiyorsa sıkı tutmayınız!” dedi. Bu sözlerin hemen altında: “Hayri Balta, kız kardeşimi biri ile sevişirken görürsem kapıyı kapatır bekçiliğini de ben yaparım!” dedi…
287. Yine “Hayri Balta, Mideniz alırsa anneniz de helal!” dedi. Ayrıca beni Atatürkçülerin de gözünden düşürmek için “Hayri Balta, Atatürk işi azıttı!” dedi diye iftiralar attılar. Bu yayınları yaparken de söyledikleri her sözü, yazdıkları her yazıyı kanıtlamaya hazır olduklarını ileri sürüyorlardı. Daha bunlara benzer sayısız kara çalmalar…
288. Bütün bu söylediklerimi görebilmek için arşivlerde bulunan Gaziantep, Yeni Ülkü gazetesinin 18.2.1962 – 3.6.1962 tarihli yayınlarına bakılabilir… Bu yayınları günlerce, haftalarca, aylarca sürdürdüler… Bu konuyu merak edenler bir de Ankara’da yayınlanan Adalet gazetesinin 1964 Ekim sonu ile Kasım ayı başlarındaki gazeteye bakabilirler. Bu tarihini verdiğim bu gazetede Zekeriya Beyaz, kendi ağzından Komünistler ve Komünistler hakkında Gaziantep Emniyetine nasıl raporlar verdiğini açıklıyor… Bu yayınlar yapıldığı sırada sorgulanmak üzere Gaziantep Sorgu Yargıçlığına çağrıldım.
289. Bu yayınlar yapılmadan önce bu işi kimlerin yaptığını bilmiyorduk.Gericiler, ilkeller deyip işin içinden çıkıyorduk. Gazetelerde çıkan yazıların altında çıkan isimlerden bize çamur atan, kara çalan, tertip kural, Emniyete rapor verenlerin; derslerimize gelip gidip, yemekli toplantılarımıza konuk olarak gelen, bizlerle dostluk kurmaya çalışan, yemeğimizi yeyen, çayımızı içen teyzem oğlu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz olduğunu öğreniş olduk.
290. Bizlere kara çalmada, çamur atmada teyzem oğlu Necdet Sevinç ile Zekeriya Beyaz öncülük ediyorlardı. Ceza almamız, mahkum olmamız için Gaziantep Emniyetine Cumhuriyet Savcılığına raporlar veriyorlardı. Bunlar ceza aldığım takdirde işten atılacağımla ve dört çocuğumla işsiz kalacağımı da biliyorlardı. Çünkü adı dinsize komünistte çıkmış bir adama Türkiye’de bütün ekmek kapıları kapanırdı. Yani beni salt düşüncelerimden ötürü açlığa, işsizliğe, ölüme terk ediyorlardı: “İncil. Matta. 10/21: … ve kardeş kardeşi, ve baba çocuğu ölüme teslim edecek ve çocuklar ana-babalarına karşı kalkacaklar ve onları öldüreceklerdir.”
291. Bu yayınlar üzerine çalışmakta olduğum Gaziantep Milli Müdürlüğü müdürü beni odasına çağırdı. “Oğlum, bu ne kepazelik? Ele almadığın konu, rezil etmediğin şey kalmamış. Baksana Atatürk’e bile dil uzatmışsın!” dedikten sonra masasının üzerindeki aleyhimizde yazılar bulunan gazeteleri gösterdi. Gazetelere göz atmak isterken: “Şimdi git bir istifa dilekçesi yaz. Biz senin işine son verirsek senin için iyi olmaz. İyisi mi sen istifa etmiş ol…” dedi.
292. Neye uğradığımı şaşırdım. Sağlık durumum iyi değil. Bedensel işlerde çalışacak gücüm yok. Evde; en büyüğü üç yaşında üç çocuk… (O tarihte Yener kızımız doğmamıştı.) Ben bu işten ayrılırsam, hiçbir yerde iş bulamam. Perişan olurum. Kendimi düşünmüyorum. Kendim için kaygım yok. Çünkü yazılmıştır. “Matta. 6/25: Hayatınız için, ne yiyeceksiniz yahut ne içeceksiniz diye; bedeniniz için de ne giyeceksiniz diye kaygı çekmeyin. Hayat gıdadan ve beden giysiden üstün değil midir? Göklerin kuşlarına bakın, ki onlar ne ekerler, ne biçerler, ne de ambarlara toplarlar ve semavi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz?”
293. Ben, beni değil de geçimleri üzerimde olan eşim ve çocuklarımı düşünüyordum. Geçimlerinden sorumlu olduğum eşim ve çocuklarım ne yapacaktı? Kaldı ki ben bu işten ayrılırsam kimseler bana iş vermezdi. Üstelik bana komünistlik yanında; Atatürk düşmanı, dinsiz ve namus tanımaz, öyle ki anası ile bile yatar (oysa anam ben 10 yaşında iken ölmüştü…) sıfatını yakıştırmışlardı… Müdürün masası üzerinde duran gazeteler böyle yazıyordu…
294. Müdürüme: “Efendim, bütün bunlar iftira. İftira olmasaydı mahkeme tutuksuz olarak yargılanmama karar vermezdi. Bekleyelim, duruşmalar başlasın. Siz de bulunabilirsiniz duruşmalarda. Anlarsınız o zaman ne büyük bir iftiraya uğradığımı. Hele yargılama sonuçlansın. Eğer suçluluğum saptanırsa siz isteseniz de duramam ben buralarda. Ne olur bekleyelim, kulak vermeyelim bu iftiralara…” “Ne iftirası oğlum, işte gazeteler yazıyor. Konuşmalarını banda almışlar. Bir de Suburcu caddesinin (Suburcu, Gaziantep’in en işlek caddesi…) ortasında gelene-geçene komünistlik hakkında nutuk çekmişsin…” “Ne nutuğu, yalan bunların hepsi yalan…” “Dur, dur, suçlular gibi telaşlanma öyle. Sen demişsin ki caddeden geçen kalabalığa: Şu açlığa bakın, şu sefalete bakın! Bundan kurtulmanın tek çıkar yolu komünizm demişsin!”
295. Müdürüm bu sözleri söylerken elini pencereye doğru uzatarak Suburcu caddesini gösteriyordu. “İşte şurada demişsin. Barbar bağırmış, çarçar çağırmışsın şu gelip geçenlere… Komünistlikten başka çıkar yol yok diye…” “Müdür beyim, beni bilmiyor musun. Nasıl olur da caddeden gelip geçenlere komünistlik propagandası yaparım. Ben meczup muyum ki böyle çılgınlıklar yapayım? Nasıl olur da inanabilirsin böyle iftiralara..” diye çıkışmış olmalıyım ki bir de baktım müdür bey beni süzüyor. İster istemez sakinleşerek sustum. Ne diyeceğini beklemeye başladım.
296. Tepeden tırnağa beni süzmekte olan müdür, daha ılımlı bir konuşmayla başladı anlatmaya: “Ne yalanı oğlum. İçinde konuşmaların bulunan dosyayı inceledim. Allah hakkında sorulan soruya: ‘Ben Allah var veya yok demeye tenezzül etmem’ demişsin. Bu nasıl yanıt öyle. Herkesin, gelmiş geçmiş bütün insanların kabul ettiği Allah’ın varlığını niçin kabul etmezsin. Bu nasıl yanıt öyle… Ne demek bu? Bu mübarek ya vardır, ya yoktur… Sense, ne var diyorsun ne yok! Bizi yaratanı tanımamak olur mu?”
297. Açıklaması zor olan bu konuyu müdüre anlatmamın olanağı yoktu. Yine de düşündüğüm gibi yanıt vermekten çekinmedim: “Evet, şaşılacak ne var bunda? Allah varsa bana ne, yoksa bana ne? Yoksa yok, varsa var.. Varlığının ya da yokluğunun beni ilgilendiren nesi var. Allah yoksa zaten sorun yok… Varsa o yüce varlığın benden bekleyeceği, isteyeceği (talep edeceği) ne var doğru, dürüst yaşayıp kimseye haksızlık etmememden başka. Bende zaten bunların hepsi var. Sen niçin iyi, kimseye kötülük yapmıyorsun diye benden hesap soracak değil ya… Kaldı ki Allah var diyen de insan, Allah yok deyen de insan… Varlığı ve yokluğu insana bağlı olan bir varlıktan insana ne yarar var?.. İnsanlar doğa ve evren denen varlığa barak akıl yürütüyor. Bu varlık kendi kendine olmaz, muhakkak bunu yaratan biri var diyor. Kıyaslama yapan insan, yargıya varan insan. Görünenden görünmeyen çıkaran insan. O görünmeyen bir gün olsun kendini gösterdi mi? Bakın işte ben buradayım dedi mi”
298. Müdür bey büsbütün şaşkınlığa düşmüştü. Benim düşüncelerimi saf saf anlatmama bir anlam veremiyordu. “Sana olacak olmuş!” demekten başka söz bulamıyordu. Başını sallıyordu, bana acıdığını belirterek hiçbir şey anlamadığını anlatmaya çalışıyordu ve şaşkınlıkla bana bakıyordu ama beni köşeye sıkıştırmak için de yeni yeni sorular soruyordu. “Siyasi Şubede, sormuşlar sana, ‘Ben namusu cinsel organlarda aramam demişsin. Bu yanıt böyle. Namus cinsel organlarda aranmaz da nerede aranırmış?”
299. Bu kez şaşırmak sırası bana gelmişti. Ben böyle dememiştim. Demek ki benim yanıtlarımı eksik yazmışlardı. “Namus cinsel organlarda aranmaz mı? Namusu yalnız cinsel organlara indirgemek doğru değildir. Yine diyorum, namus yalnız cinsel organlara indirgenmez. Namus insanın yaşayış ve davranışları ile doğru orantılıdır. Her türlü namussuzluğu yapıp da elhamdülillah namusuma helal getirmedim demek namuslu olmaya yetmez!”
300. Sözlerimi bitirmeden irademi zaafa uğratmak için yeni bir çıkış daha yaptı. “Ya ben odaya girdiğimde eşimi bir başkası ile görürsem kapıyı çeker çıkarım demişsin. Bu da mı yalan, dosyanı gösterdiler bana, altında senin imzan var. Bu senin yaptığını kim yapar? Sende hiç namus anlayışı yok mu? Sende namus diye bir şey de kalmamış… Söylenecek sözler mi bunlar. Bir de kalkmış; Atatürkçüyüm, İnönücüyüm, ilericiyim, diyorsun, olmaz olsun böyle ilericilik…”
301. Bu kez ben kestim müdürün sözlerini. “Ya kapıyı çekip çıkmayayım da ikisini birden öldüreyim mi? Eşim oldu diye kulum, kölem değil ya… Kendisine sevgi gösteremezsem, istediğini bende bulamazsa kafasına vuramam ya… O da insan. Benden hoşlanmıyorsa, beni sevmiyorsa; zorla, beni sevmesini, yalnız benden hoşlanmasını istemeye ne hakkım var. Eğer benimle evli iken bir başkası ile sevişiyorsa bu demektir ki gönlünde beni boşamış. Ben de kendisini boşarım olur biter. Şaşacak ne var bunda? Gelişmemiş kişilere özgüdür eşini vurup öldürmek ve yıllarca hapiste yatmak…”
302. Bir de baktım ki müdür bey bana, uzaydan gelmişim gibi bakıyor. Belli ki söylediklerimi anlamıyor, söylediklerim üzerinde düşünmüyor bile. Ne var ki beni köşeye sıkıştırma isteğinden de bir türlü vazgeçmiyor. Masanın üstünde duran gazetelerden birindekini parmağı ile göstererek: “Bak işte, Atatürk işi azıttı dediğini yazıyor gazeteler.Yalan mı bu satırlar? Bunların senden ne alıp vereceği var?”
303. Benim de sinirlerim bozuluyordu. Ölçülü konuşmak için kendimi zorluyordum. Yalan, yalan, hepsi yalan diye bağırmak geliyordu içimden. Ama kendimi tutmalıydım. Karşımdakinin amirim olduğunu unutmamalıydım. Bunları düşününce kendimi topluyor, daha ölçülü konuşmam gerektiğini idrak ediyordum.
304. “Sayın Müdürüm, damdan düşer gibi böyle konuşmak bana yakışmaz. Bu sözlerin öncesi, sonrası olmalı değil mi? Atatürk’ü aşağılamak amacı ile böyle bir söz söylemedim. Bu satırlar da diğerleri gibi düzmece. Amaçları beni topluma kötü göstermek ve kendilerini haklı çıkarmak.Yalın olarak böyle bir söz ne anlama gelir ki zaten. Bunu yalın olarak söylemelerinden anlaşılmıyor mu yalan söyledikleri…”
305. Anlaşılan müdürüm iyi doldurulmuştu. Ne söylesem karşılığında yeni bir suçlamada bulunuyordu. Gittikçe yumuşadığını sanıyordum, ama yine de beni suçlamaktan vazgeçmiyordu. “Yavrum, koskoca emniyet müdürü yalan söyleyecek değil ya. Polisler duymuş kulaklarıyla banda alırken konuşmalarını. Komünistlikten başka çıkar yol yak! Tek yol komünistliktir diye bar bar bağırmışsın. Yalan söyleyecek değiller ye… İşte gazeteler. Hakkında yazılanları al kendin oku… Hem bak işte şurada, ‘Miden alırsa annen de helal’ demişsin. Ulan bu nasıl kelime böyle, nasıl söylersin sen bunları?.. Ne Allah kalmış, ne din kalmış, ne namus kalmış, ne ana kalmış, ne bacı kalmış, ne karı kalmış ne kız kalmış diline dolamadığın… Atatürk’e kadar dil uzatmışsın. Ne maden adammışsın sen böyle? Bütün bunları o hocan olacak heriften mi öğrendin? Koskoca bir doktor böyle sözler söylemez. Öyle anlaşılıyor ki sen hocanın sözlerinin ters anlıyorsun, kendine göre yorumluyorsun anlaşılan… Kaldıramıyorsun öğrettiklerini. Durduğun yerde adamcağızı da rezil ediyorsun… Onun söylediklerini kafan almıyor. Söylediklerini gözüne yüzüne bulaştırıyorsun. Senin yerinde olsam gitmem o adamın yanına… Yok eğer bu söylediklerinin onun sözleri ise, böyle dersler veriyorsa yine gitme oraya. Hem beğenmiyorlar zaten o adamı da. İyi söylemiyorlar hakkında. Gençleri yoldan çıkardığını söylüyorlar.” dedi.
306. Neye mal olursa olsun gerçeği söylemem gerekti. İşten atılacağımı bilsem de inandığım gibi konuşmam gerekiyordu. Doğru olanı, inandığımı söyleyeyim de işten atılsam bile gamıma gitmezdi. Yanıt vermemek de olmazdı. “Ben beğeniyorum. Bence iyi. Benim bilmediğim bir yönü varsa, o başka. Ben o adam sayesinde adam oldum, yoldan çıkmıştım kendimi buldum. Ona gitmeden önce sefil ve perişandım. Kavgacı, işsiz, boşboğaz ve şimdiki durumuma göre bilgisizdim. Bir noktanın, bir büyük harfin nerelerde kullanılacağını unutmuştum. Özel isimlerle cins isimleri birbirinden ayırtamazdım. Sakarya ırmağının hangi denize döküldüğünü, ayın mı yoksa güneşin mi büyük olduğunu unutmuştum. Bir keresinde Teknik Tarım Müdürlüğünde küçük bir işe girecek oldum. 150 m2lik bir tarlaya metrekaresine 30 gram buğday ekersek kaç kilo buğday ekileceğini hesaplayamadığım için sınavda başarılı olamamıştım. Yine Gaziantep emniyet Müdürlüğü Bekçi Muhasipliği giriş sınavında da bir bekçiye iki yüz lira aylık üzerinden on beş günlük net ücretinin ne kadar tutacağını bilemediğim için de işe girememiştim. Gidin bakın, arşivlerinde vardır onların. Onun derslerine gittikten sonra kendime geldim. Unuttuklarımı öğrenmek gerektiğini, bilgisizlikten kurtulmam gerektiğini anladım. Başladım ilkokul kitaplarına yeni baştan okuyup öğrenmeye… Önce Türkçe ve Dilbilgisi derslerine çalıştım. Sonra matematik derslerine çalıştım. Böylece unuttuklarımı hatırlamaya başladım. Onun bana verdiği güç ve esinle oldu tüm bunlar. Şimdi ise ortaokul ders kitaplarını okuyorum.
307. Bilmediğimi örenmek istiyorum. Onunla tanışmazdan önce spor alanlarında futbol, sazlarda-barlarda içki içerek kavga çıkarırdım. Kahvelerde oyun oynayarak kendimi kanıtlamaya çalışırdım. Lümpen bir yaşam sürdürürdüm. Sorumsuzluk, duyarsızlık bana özgü idi. Onun bana zararı değil yararı oldu. Onun öğretileri üzerine kendime bir yön çizmeye başladım. Kötü bir adam iken iyi bir adam oldu. Ölü idim dirildim. Yeniden doğdum, iyi ile kötüyü ayırt eder oldum. Anlamıyorlar adamı. Anlayamadıkları için her kafadan bir ses çıkıyor. Her biri başka bir yorumda bulunuyor. O adam ise aydındır, ilericidir, Atatürkçüdür. 27 Mayıs hareketini sahiplenmiştir.” dedim. Böylece yazıldığı üzere: “İncil, Yuhanna. 9/24: Biz bu adamın günahkar olduğunu biliyoruz. İmdi o cevap verdi. O günahkar mı değil mi, bilmem. Bir şey bilirim. Ben kör idim, şimdi görüyorum.” sözü yerine gelmiş oldu.”
308. Bu sözlerim üzerine müdür: “Ben onu bunu bilmem. Git Vali ile görüş ya da istifanı yazıp imzalayarak bana ver. Senin gibi bir adamı dairemde çalıştırmak beni zor duruma düşürür. Şimdi ben Müfettişler Toplantısına gidiyorum. Geldiğimde bu iş bitmiş olacak.” dedikten sonra ayağa kalktı ve bana dönüp bakmadan odadan çıkıp gitti. İşverenim olan Milli Eğitim Müdürüm benim derhal istifa etmemi istiyordu. Bu ise benim işsizliğimdi. Benim gelir kaynağım yoktu, çalışmam gerekti ve evde elime bakan eşim ve üç çocuğum vardı.
309. Odamda bu konuda ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Kararımı verdim, derdimi Valiye anlatacaktım. Millî Eğitim Müdürlüğünün bir kat üstünde Gaziantep valisinin bulunduğu odaya çıktım. Gaziantep valisinin korumaları ve özel kalem müdürü “Valiyi ne yapacağımı, niçin konuşmak istediğimi sordular?” Onlar beni ve başımdan geçenleri bilmiyorlardı. Bilselerdi, öyle sanıyordum ki, beni vali ile görüştürmezlerdi. “Özel olarak konuşacağımı” söyledim. “Özel bir sorunum var da!” dedim. Alaylı alaylı birbirlerine baktılar “Bırak girsin, özel olarak konuşacakmış!” dediler…
310. İçeri girdiğimde Gaziantep valisini günlerdir hakkımda atıp tutan Yeni Ülkü gazetesini okurken gördüm. İçeri birinin girdiğini gören vali gazeteyi masasına altına sakladı. “Gel yavrum bir diyeceğin mi var, söyle!” dedi. Benim ayakta durduğumu görünce “Gel, gel korkma öyle, geç şu sandalyeye otur şöyle! Otur ve ne söyleyeceksen söyle!” dedi. Valinin böyle sevecen davranması beni kuşkulandırdı. İyi polis rolünü mü oynuyordu acaba dedim içimden. Kimi iyi polisler hakkından geleceği zanlılara iyi davranarak asıl amacını gizlemeye çalışılar ya…
311. Boynumu bükerek “Sayın valim, zor durumdayım. Bu işin içinden nasıl çıkacağımı bilemiyorum. Bu durumdan beni ancak siz kurtarabilirsiniz!..” dedim. “İyi ya, dedi vali, otur şuraya anlat derdini…” Oturdum gösterdiği koltuklardan birine. Nasıl başlayacağımı bilemiyordum söze. “Sayın Valim, dedim, ben, aşağıda Millî Eğitim Müdürlüğünde çalışan komünist zanlısı Hayri Balta’yım…” deyince; kendisi de sanki beni bekliyormuş gibi geldi bana. Acaba Müdürüm (Aziz Gözaçan) bana “Valiye git!” dedikten sonra sonra durumu kendisine bildirmiş miydi? “Ya demek bu dillere düşen, adı gazetelerde geçen meşhur Hayri Balta sensin?” dedi. “Evet, benim!” deyince “Söyle bakalım, nedir derdin?”
312. “Sayın valim, bir iftiraya uğradım. İftiracılar gazetelerinde aleyhimde yazı yazarak kamu oyu oluşturuyorlar. Gazetelerin etkisinde kalan Müdürümüz beni işten çıkarmak istiyor. Gerçi Müdürümüze hak vermiyor değilim; ama, ortada kesinleşmiş bir yargı kararı yok. Müdürüm etki altında kalıyor, beni işten atmak istiyor. Bu iftiracıların bana düzenledikleri bir tertip… Bunların iftirası ile karşı karşıyayım. Aramızda görüş ayrılığı var, benim de kendileri gibi düşünüp inanmamı istiyorlar. Düşünce ve inanışlarımdan ötürü benden nefret ediyorlar. Bana muğber olmaları görüş ayrılığından başka bir şey değil.
313. Kaldı ki ben Dr. Emin Kılıç Kale’nin örencilerinden biriyim. Dedikleri gibi değiliz. Her davranışımız akıl, ahlak süzgecinden geçiyor. Doğru olanı, güzel olanı, iyi olanı yapmak için nefsimizi temizlemeye çalışıyoruz. Gerçi dinsel anlayışımız herkesin anladığı gibi değildir. Kendileri gibi inanıp yaşamadığımız için bize dinsiz diyorlar. Oysa dinsiz olmadığımız gibi inançlarımızın dinsizlikle bir ilgisi yoktur. Bizleri yolumuzdan döndürerek kendileri gibi inanıp yaşamaya zorluyorlar. Buna yanaşmadığımız için bu oyunu oynadılar bana.
314. Ben eskiden iyi bir adam değildim. Bilgisizlik, erdemsizlik, sorumsuzluk içinde lümpen bir yaşam sürdürüyordum. Kötü alışkanlıklarım vardı. Bu kötü alışkanlıklarımı bıraktım şimdi. Kendimi geliştirmek, erdem sahibi örnek bir adam olmak istiyorum. Müdürüm ise bu ilkellere inanıyor ve beni işten çıkarmak istiyor. Sizden dileğim: Müdürümün beni çıkarmasına engel olmanızdır. Hiç olmazsa şu mahkeme bitsin. Hakkımda bir karara varılsın. İyi, kötü, suçlu, suçsuz, haklı haksız olduğum anlaşılsın. Gün giyersem, suçlu olursam, ceza alırsam beni işten atsın. Zaten o zaman yüzünüze bakacak halimde kalmaz.
315. Şimdi işten atılırsam, işsiz kalırım, kimse bana iş vermez. Hakkımda bir yargı kararı olmadığı halde beni işten atarsanız açlığa ve işsizliğe mahkum olurum. Kimseler yüzüme bakmaz, kimseler bana iş vermeye cesaret edemez. Hakkımda bir yargı kararı olmadan, salt düşünce ve inanışımdan dolayı işimden olmak, kovulmak istemiyorum. Hakkımda bir yargı kararı olmadan aşağılanmak, suçlanmak, dışlanmak bana ağır geliyor…” diye konuşmamı sürdürürken elini “yeter!” anlamında kaldırarak sözümü kesti ve: “Anladım evladım, korkacak bir şey yok. Git işine bak… Yargı kararı olmadan kimse sana karışmayacak… Şimdi ben müdürünle konuşurum. Yargı kararını bekleyelim, derim. Haydi şimdi sen git, korkusuzca işine bak!” deyince vali, anadan yeni doğmuş gibi oldum. Üzerimden büyük bir yük kalkmış oldu.
316. Bu valinin adı Osman Meriç’tir. Sonradan Danıştay Dairelerinden birinde Başkan olmuştur. Aradan 20 yıl geçtikten ve ben avukatlığa başladıktan sonra makamında kendisini ziyaret ettim. İçeri girdiğimde ilaç alıyordu bir bardak su ile… Yaşlanmıştı, çökmüştü. Yüzüme baktı, tanımadı ve “Niçin geldin!” dedi. Kendimi tanıttım. Ben Av. Hayri Balta, dedim. Gaziantep valisi iken benim işten atılmama engel oldunuz. Bu nedenle size teşekkür borcumu yerine getirmeye geldim…” dedim. Biraz düşündü… “Sen o zaman küçük bir memurdun, nasıl avukat oldun?” diye sordu… Anlattım, sevindi, memnun oldu. Aradan çok geçmeden gazetelerde ölüm haberini okudum. Bu büyük adamın anıları önünde saygı ile eğiliyorum…
Av. Hayri Balta, 1.8.2004