RAHMİ YILDIRIM

Rahmi Yıldırım
Rahmi Yıldırım’dan:
“DİNCİ TERÖR”
İstanbul’da bombacılarla birlikte 61 kişinin ölümüne yol açan intihar saldırılarının yankıları sürüyor. Saldırılar geniş bir kesimin kimyasını fena halde bozdu. Hâlâ her kafadan bir ses çıkıyor.
Kimine göre bombalar Türkiye’nin huzur ve istikrarına atıldı.
Bir başkasına göre bombalar Türkiye’yi değil, İslamiyet’e karşı kader birliği eden İsrail ve İngiltere’yi hedef almıştı.
Kimisi “İslamcı terör” diyor, kimisi hâlâ CIA-MOSSAD teröründen söz ediyor.
“İslamcı terör lafı kanıma dokunuyor” diye hicranını açık eden Başbakan Erdoğan da mesafe kat ederek, “dinci terör” kelimesine gelip dayandı. Bundan sonrası için Allah kerim!
İslamcı yazarlar ise, bombacıların katliamı İslam adına yaptıklarının ortaya çıkması üzerine girdikleri savunma psikozundan çıkacak gibi görünmüyorlar; çoğunluğu o günden bu yana İslam’ın garantili barış projesi olduğunu yazıyorlar.
Kafa karışıklığından arınmak için galiba öncelikle terör nedir, onu tanımlamak gerekiyor.
Sosyoloji, siyaset bilimi alanındaki temel başvuru kaynaklarında terör, siyasal bir hedefe ulaşmak için devlete, halka ya da bireylere karşı başvurulan şiddet eylemi olarak tanımlanıyor. Sağcı solcu siyasal örgütler, milliyetçi, etnik ya da dinci gruplar, devletlerin ordu ya da gizli polis örgütleri çeşitli yöntemlerle teröre başvurabiliyor. Yani, klişe haline gelmiş, “terörün ideolojisi, dini milliyeti yoktur” ifadesi palavradan ibaret. Terör hiçbir zaman devletler, uluslar, dinler, siyasetler üstü olmamış. Terör doğrudan doğruya bir siyasal mücadele aracı olagelmiş. Terör yöntemleri suikast, rehin alma, patlayıcı madde yerleştirme, sabotaj vs şeklinde sıralanabiliyor.
Kitabî bilgiden resmî söylemin daha çok geçerli olduğu güncel bilinç alanına gelirsek. Devletlerin silahlı güçleri arasındaki çatışma terör değil “savaş” olarak adlandırılıyor. Diktatörlük rejimlerinde resmî güçlerin isyan halindeki halka karşı şiddeti de “asayiş operasyonu”. Terör ise yasal siyasal iktidara karşı yasa dışı örgütlerin şiddet eylemi. Bu bağlamda sömürgeciliğe ya da diktatörlüğe karşı mücadele eden örgütlerin eylemleri de resmi söylemde “terör” tanımı içine giriyor. Örneğin, Kuvayı Milliye, işgal güçlerinin ve İstanbul hükümetinin gözünde terör örgütü idi.
Bu cümleden olarak, teröre başvuran örgütün illa siyasal iktidara karşı olması da şart değil. Kurtuluş Savaşı döneminde Kuvayı İnzibatiye veya PKK’ya karşı Hizbullah örneğinde olduğu gibi, teröre başvuran örgüt bazen devletin güdümünde de olabiliyor.
Terör asıl olarak, siyasal yapıların askeri birimleri arasındaki üstünlük mücadelesinin bir taktiği. Tanımın kapsamı biraz daraltıldığında ise, güncel bilinçteki asıl terör tanımı akla geliyor. Yani askeri birimlerin değil sivil halkın hedef alındığı şiddet eylemleri. Terörün bu türünde, siyasal iktidar ya da yasa dışı örgüt, mesajını, çatışmanın tarafı olmayan üçüncü kişileri öldürerek iletiyor. Bu da genellikle toplumun saygınlığını kazanmış kişilere yönelik suikastler, halkın kalabalık olarak bulunduğu yerlerde toplu cinayetler ya da sabotajlar şeklinde gerçekleşiyor ki, gerek resmi söylemde gerekse güncel konuşma dilinde terör dendiğinde asıl, üçüncü kişilere yönelik bu şiddet uygulamaları akla geliyor.
Siyaset biliminin ve sosyolojinin verilerine göre terör bu şekilde tanımlandığında, İstanbul’daki saldırıların sözcüğün gerçek anlamıyla terör olduğuna kuşku yok. Tartışılan nokta, teröre ne ad verileceği, İslamcı terörden söz edilip edilemeyeceği.
Bu tartışmada, “İslam ile terörün bir arada anılması kanıma dokunuyor” diyen Başbakan Erdoğan, nihayet “dinci terör” diyerek, hidayete erme yolunda büyük bir adım attı. Laik yazarlar İslamcı terör adlandırmasını benimserken, AKP hükümetiyle aynı frekansta buluşmak isteyen sözüm ona liberal demokratlar “dinci terör” adlandırmasına hayli sevindiler. İslamcı yazarlar ise adlandırma konusunda kendi içlerinde bölündüler. Çoğunluk İslam’ın teröre cevaz vermediğinde ısrar ediyor; az sayıda yazar da İslam’ın gerçekle yüzleşmesi gerektiğini seslendiriyor.
Sorun aslında dinin manevi bir sığınak ve Tanrıya adanma pratiği olmak yerine siyaset projesi haline getirilmesinde çıkıyor. Din siyasal içeriğiyle sahneye sürülünce siyasal düzlemde rekabete girmek, yani alternatif siyasi seçeneklerle boy ölçüşmek zorunda kalıyor. Bu noktada siyasal İslamcılar, halkın İslamiyet’i siyaset olarak değil din olarak benimsemiş olmasının sağladığı avantajı yitirmek istemiyorlar. (Bu yüzden “Minareler süngü, kubbeler miğfer/Camiler kışla, mü’minler asker.”)
Siyasal İslam demokrasi kavramıyla yanyana geldiğinde pek azı itiraz ediyor. Demokratik İslam ya da Müslüman Demokrat denildiğinde, İslamcı yazarların ve siyasetçilerin ayakları yerden kesiliyor. İslam birliği, İslam medeniyeti, İslam ülkeleri, İslamî ilimler ve özellikle de “İslam bombası” denildiğinde kanatlanıp uçuyorlar.
Örneğin, tanınmış İslam entellektüeli Ali Bulaç, “İslamcılık toplumsal güç olarak duruyor, siyasi taleplerde bulunuyor. (…) Ancak, İslam ve İslamcılık Türkiye’de demokrasiye bir açılım getirebilir ve Türkiye’ye demokratik ufuk açabilir” diyor.
Tabii İslam, Ali Bulaç’ın söylediğinden ibaret değil. En basitinden İslami mezheplerin sayısının 150 dolayında olduğu söyleniyor ve her biri de gerçek İslamı kendisinin temsil ettiği savında. İşte İslamı siyaset haline getiren ve gerçek İslamı kendilerinin temsil ettiği iddiasındaki birileri de çıkıp, Bakara Suresi’nin “Bir fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın” (193), “Onları nerede yakalarsanız öldürün (…) fitne adam öldürmekten daha kötüdür” (191) ayetlerinin hakkını vermeye kalkınca ortalık karışıyor. Bunların gözünde Türkiye Dar-ül Harp oluyor. Aydınlanma yanlısı onca insanın katledilmesi yetmiyor; İstanbul’da tartışmaların tamamen dışındaki onlarca müslüman da öldürülüyor.
Bu katliama bir ad koymak gerektiğinde Ali Bulaç bu kez şöyle fetva veriyor:
“El Kaide terörü” diyebilirsiniz. Ama “İslami terör” diyemezsiniz. “İslami terör” diyebilmeniz için bu dinin temel hükümlerinin siyasi amaçlı masum insanları öldürmeye cevaz verdiğini kanıtlamanız lazım. Bu yönde tek bir hüküm göstermek mümkün değildir. İslam, adından da anlaşılacağı üzere barış, esenlik ve güvenlik dinidir; insanlar arasında barışı ve güvenliği esas alır. Elbette meşru müdafaa hakkını tanır; adil ve haklı bir savaşa cevaz verir. Ama ne amaçla olursa olsun, masum insanların öldürülmesine izin vermez.”
İslamcı yazarların büyük çoğunluğu Ali Bulaç gibi düşünüyor. Ancak, aralarında az sayıda da olsa, Fehmi Koru ve Ahmet Hakan gibiler de var. Fehmi Koru, klasik İslamcı yazarlardan farklı şeyler söylüyor:
“Evet, adına ne dersek diyelim, İslâm Dünyası terör üretiyor… Evet, bu dünyanın içinden insanlar, hatta kendilerini ‘gerçek Müslüman’ olarak da görerek (onları öyle görenler de az değil) şiddete başvuruyor ve ‘İslâmî terör’ veya ‘İslâmcı terör’ gibi deyimlerin yaygınlaşmasına yol açıyorlar… (…) Kedinin pisliğini örttüğü gibi varolan çirkinliği görmezden gelemeyiz. Kanımızı dondurması pahasına gerçeği kabullenmek zorundayız.”
İslamcı yazarlar bu tartışmada nasıl bir sonuca varacaklar, zaman gösterecek.
İslamcı terör olur mu olmaz mı sorusunu İslamcı yazarlar tartışadursun, İstanbul’daki saldırıların belki de tek hayırlı sonucu, polisin insan hakları denen bir şeyin farkına varması oldu. Maşallah, polis yasal göz altı süresini kesinlikle geçirmiyor. Yakalanan kişiyi iki günde sorgusunu tamamlayıp mahkemeye çıkartıyor. Zanlıların yüz hatlarının estetiğinde, vücut azalarının bütünlüğünde en küçük bir bozulma yok. Hatta sorgulanan zanlı kadın ise erkek polisler asla muhatap olmuyorlar.
Bu uygulama alışkanlık yapar mı? Örneğin, sol görüşlü zanlılar sorgulanırken de aynı titizlik gösterilir mi? Doğrusu olumlu yanıt vermek kolay değil.
Çünkü, burası Türkiye!
Rahmi Yıldırım, 5.12.2003
X
Hayri Bey merhaba,
Tanrı fikir değiştirir mi? başlıklı yazınıza çok teşekkürler. Kalemizine yüreğinize sağlık. Sanal ortamda da olsa tanıştığım ve sitenizi keşfettiğim için sevinçliyim.
Selamlar saygılar.
Rahmi Yıldırım, 12.12.2003
x
Hayri Bey merhaba,
Tanrı fikir değiştirir mi? başlıklı yazınıza çok teşekkürler. Kalemizine yüreğinize sağlık. Sanal ortamda da olsa tanıştığım ve sitenizi keşfettiğim için sevinçliyim.
Selamlar saygılar.
Rahmi Yıldırım, 12.12.2003
X
“HASTA” EDEN BAŞBAKAN!
Kim ne derse desin, Tayyip Erdoğan’ın son derece etkileyici bir lider olduğu kesin. Öylesine etkileyici ki, milleti yürüyüşüne bile hasta edebiliyor. Tayyip Başbakan bu öğretim yılının başında Ankara Altındağ’da bir okulun açılış törenine katılmıştı; vatandaşlar kendisini “Başbakanım, biz senin yürüyüşüne hastayız” yazılı pankartla karşılamışlardı. Hürriyet gazetesinin yazdığına göre, “vatandaşın sevgisi minibüs-kamyon yazılarındaki “Rampaların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım” içtenliğiyle pankarta yansımıştı.” (Hürriyet, 22 Eylül 2003)
Bu memleket etkileyici nice başbakan gördü. Bülent Ecevit mavi gömleği ve kasketiyle; Süleyman Demirel fötr şapkası, hafızası ve en kötü şartlarda bile adamlarına sahip çıkmasıyla; Turgut Özal televizyonda milletin gözüne gözüne salladığı kalemi ve pragmatizmi ile milyonlarca kişiyi peşlerinden sürüklediler. Tansu Çiller’in bile partisi içinde tartışılmaz bir otoritesi vardı. Tansu Hanım, bir milletvekilinin elini tutmayagörsün, en isyankâr milletvekili dahi güneş görmüş Mart karı gibi erir giderdi. Hele Tansu Hanım ellerini tutmakla kalmayıp bir de yanaklarından makas aldıysa, o milletvekili tamamen dağılır, artık lideri için yapmayacağı şey kalmazdı; Tansu Çiller uğruna Kızılay meydanında üç gün tek ayak üstünde beklemeyi bile göze alabilirdi.
Bu memleket böylesine etkileyici nice lider gördü geçirdi de, yürüyüşüyle bile milleti hasta edeni ilk defa gördü! Peki Tayyip Başbakan nasıl yürüyor da milleti yürüyüşüyle bile kendisine hasta edebiliyor?
Hürriyet gazetesinin yazdığına göre, Başbakan’ı izleyen muhabirler ve TV görüntülerinin yardımıyla Tayyip Başbakan’ın şöyle bir yürüyüş stiline sahip olduğu saptandı:
“Göğüs ileride, omuzlar geride, sol omuz hafif yukarıda, kollar hafif açık, yere sağlam basan ama sallantılı, serbest-rahat ve ‘dökülen’ ağır ritmde bir yürüyüş.”
Erdoğan’ın yürüyüşünde, gençliğinde Kasımpaşa deyişiyle “topçu” yani futbolcu oluşunun eklediği bir stil de var. Yani özetle, tipik bir “kostak delikanlı” yürüyüşü. Bu yürüyüş, halk oyununda “Fidayda da Ankaralım” misali “Ankara tavrı kostak ritim”e ve Seymen salınışına ayarlı, Altındağlıyı yakalıyor kuşkusuz. Üstelik Altındağ, bitirimlikte Kasımpaşa’yı aratmayacak bir ilçe. Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’ oyununa konu olan Altındağlı Kürt Cemali, Kör Abidin, Arnavut Rıza bu ilçenin namlı, efsanevi kabadayılarından sadece birkaçı. Erdoğan’ın yürüyüşünün Altındağlıyı etkilediği kesin.
Doğrusu, Hürriyet gazetesinin bu yazdıklarından sonra Tayyip Başbakan’ın hakkını teslim etmemek nankörlük olur. Gazetenin tarif ettiği bu yürüyüş stilini aylardır kendi kendime talim ediyorum. “Göğüs ilerde omuzlar geride” kısmında hayli başarılıyım. Hatta bu konuda Tayyip Başbakan’dan bile başarılıyım. Ne de olsa eski askeriz. Esas duruşun tarifi bu şekilde başlar.
Lakin, ondan sonrasını getiremiyorum. Ne kadar çabaladıysam da, “sol omuz hafif yukarda ve kollar hafif açıkken yere sağlam basıp, sallantılı ama rahat ve dökülen ağır tempoda yürüyüşü” bir türlü tutturamadım. Sözün özü, “Seymen salınışına ayarlı yürüyen” bir “Ankaralı kostak delikanlı” olamadım!
Aylar süren talim başarısızlıkla sonuçlanınca, “Başbakanım, biz senin yürüyüşüne hastayız” diye pankart açan Altındağlıya hak verdim. Altındağlı az bile yazmış. Bundan sonra kendilerinden, “Başbakanım, biz senin oturmana vurgunuz”, “Başbakanım, biz senin su içmene bitiyoruz”, “Başbakanım, biz senin tuvalete oturmana geberiyoruz”, “Tayyip’im, senin attan düşmene bile deliyiz” yazılı pankartlar da bekliyorum. Yazmazlarsa hatırım kalır.
Doğrusu Tayyip Başbakan’ı ben de takdir ediyorum. Bir kere uzun boylu ve yakışıklı. Avrupa Birliği liderleriyle ne zaman yanyana gelse uzun boyu ve yakışıklılığı ile hemen fark ediliyor. ABD Başkanı Bush da bunun farkında ki, Avrupalı liderler gibi gaflete düşmüyor. Tayyip Bey geçen sene Beyaz Saray’a gittiğinde, Bush kendisiyle ayakta fotoğraf vermeye yanaşmadı; Tayyip Bey’in boylu poslu yakışıklı görüntüsü altında ezilmemek için oturduğu yerde kalakaldı!
İkincisi, Başbakanımız her şeyin eğrisini doğrusunu biliyor ve lafını hiç esirgemeden dobra dobra söyleyiveriyor! Kimseden korkusu filan yok!
Üniversite rektörleri YÖK yasa tasarısına karşı mı çıktılar: Edepsizler.
İşçiler, memurlar sokağa mı çıktılar: Marjinal gruplar.
Gençler sözünü mü kesti: Sicili lekeli.
Yargıtay Başkanı din devletine karşı mı çıktı: Çok çirkin.

Başbakanı ben de takdir ediyorum ve mikrofonu her eline alışında yüreğim ‘tıp tıp!’ ediyor. Bekliyorum ‘gene kimin ağzının payını verecek?’ diye.
Önceki iktidarın yolsuzluktan yana çök kötü bir şöhreti vardı. Tayyip Bey de “Milletvekili dokunulmazlığını kaldıracağım” vaadiyle seçimde hayli puan toplamıştı.
Tayyip Başbakan, geçen Salı günü parti grubunda konuşurken sözü yolsuzlukla mücadeleye getirdi. İmamlıktan kalma vaaz üslubuyla önceki iktidara ağzının payını öyle bir verdi ki, artık o kadar olur. “Doymak bilmez iştahlarıyla iktidarı kullananların, milletin alın terini sömürenlerin başları önüne düşüyor” diyerek, bir eski başbakan ve beş eski bakanı Yüce Divan yoluna çıkardı.
Doğrusu iyi etti. “İşte yolsuzlukla mücadele böyle olur, başbakanlık sana helal olsun!” demekten kendimi alamadım.
Tabii bu arada, çoğu AKP milletvekillerine ait, dokunulmazlığın kalkmasına dair 129 dosya Meclis’te bekliyor. İlgili komisyonun AKP’li üyeleri Başbakan’ı duymadılar mı nedir, dosyaları görüşmeyi reddettiler. Gerekçe, “Türkiye’de tam demokrasi yok.Yargı bağımsız değil.”
Ne demeli bilmem ki.
Yargı, Siirt seçimlerini iptal edip Tayyip Erdoğan’a başbakanlık yolunu açarken bağımsız.
Yargı, 3 Kasım seçimlerinin iptali için yapılan başvuruyu reddederken bağımsız.
Sıra milletvekillerinin işledikleri suçlara gelince yargı bağımsızlığı sizlere ömür.
Dokunulmazlığın kalkmasına karşı çıkan AKP’li milletvekillerinin yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü Tayyip Başbakan olan biteni bir duysun, kaçacak delik bulamayacaklar!
Tayyip Başbakan bunları duymasa da ne gam? Altındağlı vatandaşın pankartını şimdiden görür gibiyim:
“Başbakanım, biz senin çifte standardına baygınız!”
Hürriyet gazetesi de Altındağlı vatandaştan geride kalacak değil herhalde. Dokunulmazlık tartışması tırmanınca AKP, “yargı bağımsızlığı” diye yargıda kadrolaşmaya bakacak ve Hürriyet gazetesinde şöyle bir başlıkla karşılaşmak sürpriz olmayacak:
“Erdoğan’dan yargıya bağımsızlık müjdesi.”
Hürriyet gazetesinin böyle bir başlık atması gerçekten sürpriz olmayacak.
Çünkü, Hürriyet gazetesi, Tayyip Erdoğan’ın attan düşmesinde bile “Düşüş mükemmel” diye keramet keşfedebilmişti.
Çünkü, burası Türkiye.
Rahmi Yıldırım, 12.12.2003
X
Sayın Rahmi Yıldırım,
Önce saygı, sevgi sundum, yazınızı okudum hayran oldum.
Usta bir kaleminiz var. Sizin kadar güzel yazamaz kırk yıllık bir yazar.
Bilmiyorum kaç yaşındasınız, kaç yıldır yazarsınız; ama inanıyorum ki yazarlıkta ustasınız.
Geniş bir ufkunuz, güçlü bir gözlem duygunuz, çarpıcı buluşunuz, açık kalpli, aydınlık kafalı oluşunuz bir yazarda olması gereken niteliklerdir. Böyle bir yazar her konuda yazmayı denemelidir.
Şimdi kal sağlıcakla, saygı, sevgi sana.
Av. Hayri Balta, 12.12.2003
X
Sayın Hayri Balta,
“Tanrı fikir değiştirir mi?” başlıklı yazınızdan sonra “Tanrı beddua eder mi?” başlıklı yazınızı da ilgiyle okudum. Kutsal kitapta Tanrıya yakıştırılan çeşitli zaafiyetleri cesurca teşhir eden ve sorgulayan yazılarınızdan dolayı, emeğinize göz nurunuza teşekkür ediyorum. Bu konularda kalem oynatmaya kendimi yetkili ve ehil görmediğimden, fikir beyan etme hakkını ehil olanlara bırakarak, neredeyse 25 yıldır kafamı kurcalayan iki soruyla katkıda bulunmak istiyorum.
Selamlar saygılar sevgiler.
Rahmi Yıldırım
+
“Tanrı varsa kötülük nerden geliyor? Tanrı yoksa iyilik nerden geliyor?” (Aristoteles)
“Tanrı kötülükleri dünyamızdan ya atmak istiyor da atamıyor, ya atabiliyor ama atmak istemiyor, ya da ne atabiliyor ne atmak istiyor. Atmak istiyor da atamıyorsa, bu güçsüzlüktür; Tanrının özüne aykırıdır. Atabiliyor da atmak istemiyorsa, bu kötülüktür; Tanrının özüne büsbütün aykırıdır. Hem atmak istiyor hem atabiliyorsa –ki, Tanrının özüne uygun olan tek ihtimal budur- bütün bu kötülükler ne duruyor?” (Lactantius, MS: 260-325)
x
Sevgili Hayri Bey,
Henüz sanal düzeyde kalmış olsa da aramızda oluşan dostluğa güvenerek bilginize başvuruyorum.
İlk duruşmada yapacağım usule ilişkin savunmam aşağıdadır.
Ceza Muhakemeli Usul Hukuku açısından geçerli bir savunma mıdır?
Örneğin bazı yasa maddeleriyle desteklenebilir mi?
Selamlar saygılar
Rahmi
1.9.2005
x
ANKARA 12. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE

Sayın mahkeme heyeti,
Sözlerime başlamadan önce heyetinize ve davanın tüm taraflarına saygılar sunuyorum.
İnternet sitesi sansürsüz.com sitesinde yayımlanan “İş Bilenin Kılıç Kuşananın” başlıklı yazıda geçen bazı ifadelerde “devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif” ettiğim iddiasıyla başlatılan soruşturma dolayısıyla huzurunuzda bulunuyorum.
Bu aşamada suçlamanın esasına, yani söz konusu yazıda tahkir tezyif suçunu işleyip işlemediğime ilişkin bir açıklama yapmayacağım. Çünkü, soruşturma zikrettiğim yazıdan dolayı açılmış olsa da, üç yıla kadar hapsimin istendiği iddianameyi bu yazıdan dolayı düzenlenmiş sayamıyorum. Bu noktayı çok önemsiyorum. Öncelikle bu konuya değinmek istiyorum.
İddianameyi hazırlayan Sayın Savcı ile bu soruşturmaya değin hiç karşılaşmadım. Bu soruşturma vesilesiyle kısaca yüzsüze geldik, saygılı bir yaklaşım içinde ifademi tespit etti.
Kısa görüşmemizden edindiğim izlenim ve hislerim beni yanıltmıyorsa, Sayın Savcı uygar kişiliğe sahip bir insandır; bana susma hakkımı kullanabileceğimi hatırlatma nezaketinde bulundu.
Yine hislerim beni yanıltmıyorsa, Sayın Savcı temel hak ve özgürlüklere saygılıdır. Bu yüzden, hakaret içermeyen, eleştiri niteliğindeki bir yazıdan dolayı üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılmamı aslında istememiştir.
Hakkımda böyle bir dava açmak Sayın Savcı’nın da içine sinmemiştir. Ama, görevi gereği bu davayı açmıştır. Bu tür davaların hangi yasal ve pratik zorlamalarla açıldığı bilinmektedir. Sayın Savcı da içine sinmese de, aynı yasal ve pratik zorunlulukla sonuçta bu davayı açmıştır.
Davayı içten gelerek açmadığından olsa gerek, iddianameye gereken özeni göstermemiştir. İddianame, adalet arayışının gerektirdiği titizlikten, yasal ve hukuki ağırlıktan yoksun kalmıştır. Neden bu kanaate vardığımı madde madde açıklamak istiyorum.
1) Özensizlik, daha iddianamenin ilk satırında kendisini göstermektedir.
Suçlanan yazının sansürsüz.com adlı internet sitesinde 27 Ocak 2005 tarihinde yayımlandığı iddia edilmiştir. Oysa, yazı 23 Ocak 2005 tarihinde sayfaya konmuştur.
Genelkurmay Başkanlığı’nın Adalet Bakanlığı’na gönderdiği suç duyurusu ekindeki yazı fotokopisinin altında da 23 Ocak 2005 tarihi kayıtlıdır.
27 Ocak 2005, Genelkurmay Başkanlığı’nın yazıyı okuyup, yazıcıdan çıkarttığı tarihtir.
Yazının tarihi konusundaki tahrifat şu anlama gelmektedir: İddia edilen suçun işlendiği araç elektronik ortam değil de görsel, işitsel, yazılı medya olsaydı, suçlanan yazıyı arayanlar, 27 Ocak 2005 tarihli gazetede, radyoda, televizyonda yazıyı ya da programı bulamazlardı.
2) Tarih farklı olduğu gibi suçlanan yazının özgün başlığı ile iddianamede zikredilen başlık da farklıdır. Özgün yazıdaki başlık “İş Bilenin Kılıç Kuşananın” şeklindedir. Yani bütün sözcükler büyük harfle başlamıştır. Oysa iddianamede zikredilen başlık “İş bilenin kılıç kuşananın” şeklindedir, ilki dışındaki sözcükler küçük harfle başlatılmıştır.
3) Asıl tahrifat ise, tahkir ve tezyif suçuna dayanak gösterilen bölümde yapılmıştır.
Özgün yazıdaki bölüm şöyledir:
[Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek, şimdilik şu kadarını söyleyeyim; “Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” paşalar, bir tarihten beri, (diyelim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin İsmet Paşa tarafından emperyalist limanlara yanaştırılmasından beri), aslında sermaye düzeninin koruyucusu, sıradan neferleri, aktörleri ve figüranlarıdırlar. Bu yüzden, sermaye düzeninin aktif birer aktörü, figüranı ve koruyucusu olarak nasıl davranmaları gerekiyorsa öyle davranıyorlar. ] İddianamede zikredilen bölüm ise şöyledir:
(…şu kadarını söyleyeyim. Atatürk İlke ve İnkılaplarının yılmaz savunucusu Paşalar bir tarihten beri diyelim ikinci dünya savaşından sonra Türkiye’nin İsmet Paşa tarafından emperyalist limanlara yanaştırılmasından beri aslında sermaye düzeninin koruyucusu, sıradan neferleri aktörleri ve figüranlarıdırlar. Bu yüzden sermaye düzeninin aktif birer aktörü, figüranı ve koruyucusu olarak nasıl davranmaları gerekiyorsa öyle davranıyorlar…)
Dikkatli gözler aradaki farkları hemen görecektir. Özgün metindekinin tersine iddianamedeki metinde çift tırnak, parantez ve ayırma işaretleri kaldırılmıştır, özgün metinde büyük harfle başlayan bazı sözcükler iddianamedeki metinde küçük harfle başlatılmıştır; aynı şekilde, özgün metinde küçük harfle başlatılan bir sözcük de iddianamedeki metinde büyük harfle başlatılmıştır. Hepsinden önemlisi, özgün metindeki cümle iddianamedeki metinde ortasından bölünmüştür.
Yazı/yazar ilişkisi, ebeveyn/çocuk ilişkisi gibidir. Evladın gözünün kulağının, ağzının burnunun dış müdahaleyle yamultulması anne babayı nasıl rahatsız ederse, yazısının deforme edilmesi de yazarı öyle rencide eder. Hiçbir yazar, hakkında üç yıla kadar hapis cezası istemiyle açılan bir dava vesilesiyle de olsa, yazısında tahrifat yapılmasını, yazısının tanınmaz hale getirilmesine razı olmaz. Dava konusu yazımdaki tahrifat konusunda gösterdiğim titizliğin bu bağlamda hoşgörüyle karşılanmasını diliyorum. Yazımı özensizlikten de olsa tahrif ettiği için de sayın Savcı’ya geçici bir kırgınlık duyduğumun bilinmesini istiyorum.
Özgün metinde yapılan tahrifatı tek tek açıklamaya çalışacağım.
a) Özgün metinde “Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek, şimdilik şu kadarını söyleyeyim” cümleciğinden sonra noktalı virgül kullanılmıştır; yani cümle bitmemiş, devam etmiştir. İddianamedeki metinde ise noktalı virgül yerine nokta konmuş, cümlecik, cümlenin tümünden kopartılarak ayrı bir cümle haline getirilmiştir. Hatta, cümlecik bile kendi içinde bölünmüştür. Bu tahrifat, sadece cümlenin değil, paragrafın ve yazının tümünü anlam bakımından köklü bir değişime uğratmıştır.
Esasen tahkir ve tezyif iddiası, cümlenin, paragrafın ve yazının tümünde anlamı kökten değiştiren bu tahrifat üzerine kuruludur. Cümlenin ortasından bölünüp devamı üzerine anlam kurulmasına ve iddianameye konu edilmesine, davaya devam edilecekse sonraki duruşmada esasa ilişkin soruları yanıtlarken değineceğim.
b) Özgün metindeki çift tırnaklar, iddianamedeki metinde yoktur. Özgün metinde “Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” ifadesi çift tırnak içindedir, iddianamedeki metinde çift tırnak kaldırılmıştır.
c) Özgün metindeki parantez, iddianamedeki metinde yoktur. Özgün yazıda (diyelim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin İsmet Paşa tarafından emperyalist limanlara yanaştırılmasından beri) ifadesi parantez içindedir, iddianamede parantez kaldırılmıştır.
ç) Özgün metinde geçen özel isimdeki tek tırnak, iddianamedeki metinde yoktur. Özgün yazıda parantez içindeki cümlecikte geçen İkinci Dünya Savaşı’ndan sözcükleri özel isim olduğu için büyük harfle başlamışken, iddianamedeki metinde ikinci dünya savaşından şeklinde yazılarak küçük harfle başlatılmıştır ve ayırma işareti kaldırılmıştır..
d) Yine aynı şekilde özgün metindeki bazı sözcükler küçük harfle başlamışken, iddianamedeki metinde büyük harfle başlatılmıştır. Özgün yazıda ilke ve inkılaplarının sözcükleri küçük harfle başlamıştır; iddianamede ise İlke ve İnkılaplarının şeklinde yazılarak, bütün sözcükler büyük harfle başlatılmıştır.
Aynı şekilde özgün yazıda paşalar sözcüğü küçük harfle başlatılmıştır, iddianamede ise büyük harfle başlatılarak, Paşalar diye yazılmıştır.
Tahrifatın tümüyle ilgili olarak hemen belirtmeliyim ki, davayı içinden gelerek açmadığı için olsa gerek, sayın iddia makamı farkında olmadan yazı işleri müdürü ya da editör gibi davranarak, yazdığım yazıya müdahale etmiş; ama, ettiği müdahale metnin kurgusunu ve anlamını saptırdığı gibi Türkçe yanlışlığına da yol açmıştır.
Burada, yazıdaki sözcük örgüsünün yazım kurallarıyla bir bütün oluşturduğunu, noktalama işaretlerinin bir metnin anlamlandırılmasında çok büyük önem taşıdığını vurgulamak istiyorum.
Sözcük örgüsü ile yazım kuralları arasındaki bütünsellik, hukuk alanında, başka bir alanda olmadığı ölçüde önemlidir. Benzetme uygun görülürse, gazeteciler yazarlar sözcük mühendisidirler, hukukçular ise sözcük yüksek mühendisi titizliğine sahip olmak zorundadırlar. Zira hukukçular adalet terazisini ellerinde tutmaktadırlar. Adalet terazisinde denge, hukukçuların verdikleri kararla sağlanmaktadır. Karara ilişkin metinde kullanılan sözcüklerle yazım kuralları ve noktalama işaretleri arasında uyum yoksa, amaçlanandan çok farklı bir sonuca ulaşılması mümkündür.
En harcıalem örnek olarak, “Oku da adam ol baban gibi eşek olma!” sözcük örgüsünde virgülün konacağı yere göre cümle, birbirinden yüzde yüz farklı iki ayrı anlama gelir.
“Oku da adam ol, baban gibi eşek olma!”
“Oku da adam ol baban gibi, eşek olma!”
İkisi arasındaki fark herkesin görebileceği netliktedir.
İlkinde, babası gibi eşek değil, adam olması öğütlenmektedir.
İkincisinde, eşek değil, babası gibi adam olması öğütlenmektedir.
Duygu ve düşüncelerin anlatılmasında yazım kuralları ve noktalama işaretlerinin önemi konusunda bir de Kanevsky’ye atfen denir ki:
“İnsanoğlu bir gün virgülü kaybetti; bütün söyledikleri birbirine karıştı.
Noktayı kaybetti; düşünceleri uzayıp gitti, ayıramadı onları.
Ünlem işaretini kaybetti bir gün de; sevincini, öfkesini, tüm duygularını yitirdi.
Soru işaretini kaybettiği gün de soru sormayı unuttu.
İki noktayı kaybetti bir başka gün; hiçbir açıklama yapamaz hale geldi.
Yaşamının sonuna geldiğinde elinde yalnızca tırnak işareti kalmıştı; ‘İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.’”
Kanevsky’nin söyledikleri, dava konusu yapılan metin için de geçerlidir. İddia makamı özensizlik ve dikkatsizlikten, yazı metninin yazım kuralları ve noktalama işaretleriyle bir bütün olduğunu gözden kaçırmıştır.
Örneğin, çift tırnak işaretinin üç türlü işlevi vardır.
Birincisi özgün bir metinden alıntı yapıldığını gösterir. Kanevsky’nin söylediği gibi, içinde başkalarına ait düşünceler vardır.
İkincisi, bir sözcük vurgulanarak anlamı güçlendirilecekse, çift tırnak içine alınır.
Üçüncüsünde ise çift tırnak, yazı metninin seyrine göre, içine aldığı sözcük ya da ifadelere ironik bir anlam kazandırır.
“Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” ifadesindeki çift tırnak işaretinin işlevi ironiydi; yolsuzluk usulsüzlük tartışmalarında adları geçen kimselere Atatürk ilke ve inkılaplarının savunuculuğunu yakıştıramama anlamında ironiydi. Çift tırnak işareti kaldırılınca ironi de kalmadığı için ifadenin anlamı kökten değişmiştir.
Özgün yazı iddianameye aktarılırken yapılan öteki tahrifatlar da, çift tırnak işaretinin kaldırılması ölçüsünde anlamı bozmasa da, yazının bütünlüğünün ve özgünlüğünün ortadan kalkmasına yol açmış, yazarını rencide etmiştir.
Sonuçta, iddianamede bana atfedilen metin bana ait olmaktan çıkmıştır.
Altını çizerek yineliyorum:
İddianamede aktarılan metin bana ait değildir. Ön soruşturma dosyasında gördüğüm fotokopide kayıtlı yazı bana aittir; ancak, iddianamede aktarılan, tahkir ve tezyif suçuna dayanak gösterilen metin bana ait değildir.
Suçlama konusu metin bana ait olmadığına göre, şu an yargılanmakta olduğum davayı hakkımda açılmış bir dava sayamıyorum. Bana ait olmayan bir metinden dolayı yargılanmak istemiyorum. Yargılanacaksam bana ait metinden dolayı yargılanmalıyım.
Bu itirazım, yargılamayı geciktirme, oyalama niyetiyle sözcüklere ve yazım kurallarına ilişkin ayrıntılarla uğraşma çabası olarak görülmemelidir. Tam tersine, adalet terazisini elinde tutan mahkemeye yardımcı olmak için bir yanlışlığın başlangıçta düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Askerlikte yığınakta yapılan hatanın muharebenin neticesine tesir etmesi gibi, yargıda da yanlış bir iddianameyle işe başlanmış olması, yanlışlık düzeltilmediği takdirde yargılamanın bütün seyrini etkileyecek ve adalet terazisinin doğru bir tartı yapmasını önleyecektir. Hatta adalet terazisinde boşuna tartı yapılmış olacaktır.
Açıklamaya çalıştığım nedenlerden ötürü iddianame, benzetmek gerekirse bir iş kazasıdır. Her ne kadar sanık bölümünde bana ait kimlik bilgileri yazılı ise de, suçlama konusu metin bana ait olmaktan çıktığı için, hakkımda düzenlenmiş bir iddianame sayamıyorum. Bu iş kazası düzeltilmeden yargılamaya devam edilmesi, bundan sonrasını da etkileyecektir.
Bu “iş kazası”na Ceza Muhakemeleri Usul Hukuku açısından nasıl bir çözüm bulunur, bilemiyorum.
İddia makamı iddianameyi geri mi çeker?
İddianamedeki metnin bana ait olup olmadığı konusu bilirkişiye mi havale edilir?
Konu bilirkişiye sorulmasına ihtiyaç bırakmayacak açıklıkta olduğundan mahkeme kendisi mi karar verir?
İddianamede zikredilen metin bana ait değilse davanın akıbeti ne olur?
Hukuk bilgim, bu soruları layıkıyla yanıtlamaya yeterli değil.
İddianameyi hakkımda düzenlenmiş sayamadığım için bu aşamada suçlamanın esasına, yani tahkir tezyif suçunun işlenip işlenmediğine ilişkin bir açıklama yapmaya gerek duymuyorum.
Bu aşamada, iddianamede suçlama konusu yapılan metnin, yukarda açıkladığım nedenlerden ötürü bana ait olmadığının karar altına alınmasını diliyorum.
Davanın esasına ilişkin soruları, bu konuda karar alınmasından sonra yanıtlayacağım.
Saygılarımla.
07 Eylül 2005
Rahmi Yıldırım
X
Sayın R. Yıldırım,
Önce sevgi sunuyorum. Usule ilişkin savunmanı okudum. 4 sayfayı aşkın usule ilişkin savunmanızın dikkate alınmayacağını üzülerek belirteyim.
Bir savcıdan, noktalama ve yazma kurallarını bir edebiyatçı kadar bilmesini bekleyemeyiz. Büyük harflerin, noktanın, virgülün tırnak işaretlerinin yazınızdaki gibi olmaması hukuk usulüne ilişkin olmayan teferruattır.
Usule ilişkin savunmalar şöyle olabilir. Mahkeme görevli (Sulh Ceza’da açılacağına, ağır cezada… veya askeri mahkemede…) ve yetkili (Suçun işlendiği yerdeki…) mahkemede açılmış mıdır? Davacının dava açma ehliyeti var mıdır? Sanık olarak gösterilen yazar dava konusu yazıyı yazmış mıdır, yazmamış mıdır? Böyle yanlışlıklar hukuk usulünün konusu olabilir.
Son önerim şu olacak; kesinlikle savcıyı muhatap alma ve onunla kesinlikle dalaşma. Sende biliyorsun ki savcı bu davayı zorlama ile açmıştır.
Yazacağınız savunma aşağıdaki kadar olsa yeter:
Size telefon numaramı da veriyorum: 255 92 21. Sabah 9’dan akşam 23’e kadar arayabilirsiniz.
Şimdilik bu kadar,
Sevgilerimle,
Hayri Balta, 1.9.2005
+
ANKARA 12. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE
Dosya No. Dosyanın tarihi ve esas numarası yazılacak…
Davacı : K.H.
Sanık : Rahmi Yıldırım
İkametgah adresi
Dava konusu: Askeri makamlara hakaret. (Bu suçlama iddianame de belertilmiştir. Oradan alabilirsiniz…)
Suç tarihi : 23 Ocak 2005
AÇIKLAMA :
Dava konusu yazıyı ben yazdım. Ancak benim yazdığımla iddianameye alınan yazılar arasında, yazma noktalama bakamından, uyumsuzluk vardır. Bu noktalama ve yazma uyumsuzluğu yanlış anlaşılmaya yol açabilir. İsteğim Sayın Mahkemenizin dosyayı incelerken ve karara varırken benim mahkemeye sunduğum dava konusu yazım üzerinden muhakeme yürütülmesidir.
Önemli olan şu ki ben de bir asker olarak, askeri makamları küçük düşürme gibi bir suç kastım olamaz. Beni, dava konusu yazıyı yazmaya iten saik: Adı yolsuzluğa bulaşmış ve gazetelere, manşet olmuş sorumlu mevkideki asker kişilerin şanlı ordumuzu güç duruma sokmalarına gösterilen bir tepkidir. (Bunlara ilişkin gazete kupürleri ve mahkeme kararları ekte sunulmuştur…)
Bu sözlerimin doğruluğu da dava konusu yazıdaki şu satırlardan anlaşılmaktadır. Çünkü yazıma “Maaşıyla yetinip üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek…” diye başlamışımdır.
Türk ordusu milletimizin göz bebeğidir. Onu her türlü şaibeden ve suçlamalardan korumak hepimizin yurttaşlık görevidir.
Ben bu görevi yerine getirdiğim için vicdan huzuru içindeyim.
Tekrar ediyorum “Askeri makamlara suçlamak gibi kastım yoktur ve bu nedenle beraatımı isterim… Eğer sayın mahkemeniz aksi kanaati vararak cezalandırılmama karar verirse cezamın tecili ile paraya çevrilmesini talep ederim.
Takdir sayın Mahkemenizindir.
Saygılarımla,
Sanık
Rahmi Yıldırım
İmza ve tarih
EKLERİ:
Buraya kanıtlar sıralanacak…
X
Sevgili Bilge Balta Bey,
Çok teşekkür ederim.
Başlıkla ilgili uyarınız çok yerinde.
Başlık, beni gazeteciliğe başlatan meslek büyüğüme ait.
Ama madem ki benim aracılığımla iletildi.
Hata bana ait.
Toplam 106 sayfalık savunmamda, öneriniz doğrultusunda, “Maaşlarıyla yetinen ve üniformanın onurunu her şeyin üstünde tutanları tenzih ederek” ifadesini okumamış olmalarını döne döne vurguladım.
Sonuca etkili olduğu ortada.
Tekrar çok teşekkür ederim.
Rahmi Yıldırım, 25.10.2005
X
Sevgili Bilge Balta,
Zekeriya Beyaz’la ilgili yazınızı gülümseyerek okudum.
Elbette öfkelenerek de.
“Hafızai beşer nisyan ile malul” derler.
Beyaz’ın polise ajanlık yaptığını ben de okumuştum. Unutmuşum.
Zulme uğramak, düşünen aydın insanların kaderi demek mi lazım, bilemiyorum. Kader değil aslında ama öyle diyelim.
Saygılarımı iletiyorum.
Rahmi Yıldırım
8 Kasım 2005
x
Sevgili Bilge Balta,
Siteminde haklısın, ne diyeyim.
Geçmiş olsun.
Sağlık sorunlarıyla boğuşan, cami avlusunda uğurladığım akrabalarım arkadaşlarım dostlarım öylesine çoğaldı ki.
Sağlıklı, mücadele dolu uzun ömür diliyorum.
Rahmi Yıldırım, 7.12.206
X