“YÜRÜ YA KULUM!”

“YÜRÜ YA KULUM!”

Gün ağarıyor yine.Ne güzeldir sabahın o saatleri. Yataktan çıkmak istemiyor insanın canı, her sabah olduğu gibi. Zorunluluklar olmasa, kim çıkar ki o ana kucağı sıcaklığından.
Yarı açık gözkapakları henüz odanın karanlığında saati seçemese de bedeni onu uyandırıyor. Bir kedi yumuşaklığında geriniyor kollarını çıkararak yorganın altından…
Gündüzleri en çok anasının oturduğu, örgüler ördüğü, camdan dışarıyı seyrettiği somya, akşamları yatağı oluyor.Derliyor uyku sıcaklığındaki yorganını kabaca, annesi nasılsa düzeltecek onun ardından.Henüz ilkokul çağındaki iki küçük kardeşi tüm sevecenlikleriyle uyuyorlar aynı odada, herşeyden habersiz yer yatağında.
Kapının gıcırtısı onları uyandırmayacak biliyor.Sobanın akşamdan kalan sıcaklığı odayı henüz terketmemiş. Kış mevsiminde evi ikiye ayıran soba, tuvaletin bulunduğu bölümü ısıtmıyor, avucuna doldurduğu sudan önce davranıyor oradaki hava onu titretmeye.
Dünden ve diğer günden kalan giysileri üzerine geçirir geçirmez çıkmak için kapıyı açtığında, her sabah olduğu gibi anasının uzun geceliği ile saçları henüz örtüsüyle örtülmemiş uykulu hali beliriveriyor kapı aralığından. “Hadi uğurlar ola oğlum” diyor, hiç yapmadığı halde, bıkmadan anasından duyduğu lafı bir kez daha duyuyor; “ağzına birşeyler atsaydın oğlum…”
Tam bu zamanda dolmuşa binmiş olmalıydı.Bırakıyor kendini yokuş aşağı.Toprak donmuş oluyor bu saatlerde, ayakkabısı çamura bulaşmıyor.Bir gecekondu mahallesi yaşadıkları yer.Dağın tepesinde kurulu evleri.Soğuk daha bir büzüşmesine neden oluyor, gömüyor başını bedenine, soğuk biraz olsun ılıyor bedeninde. Her sabah yaptığı gibi tam hava güne dönerken, caddeye indiği yerde düzlüğe kavuşan yol ayrımında, geri dönüp bakıyor evine, yüzünde hafif bir tebessüm. Belki de babası yerine kendi çıkıyor, babası olsa da yine ilk çıkan kendi oluyor evlerinden.Gururlanıyor her niyeyse.
Caddenin sessizliğini minibüsün gelişi bozuyor ilkin.Henüz tam anlamıyla yapılmamış asfaltta çıkarttığı lastik sesleri, mazotlu araçların ekzosu, sessizliği yırtarak durağa yanaşıyor.İşe giden sayılı insan. Neredeyse her sabah aynı sayılı kişiler, kimin işi olur ki o saatte.
Yol uzun, ineceği mesafe neredeyse son durak.Geçiyor en arka koltuğa büzüşüyor cam kenarında.Minibüs şoförünün kullandığı sigara olsa gerek, nemli kış günlerinde içeriye yapışkan bir hava yayan.Minibüsün havasını ağırlaştırılan, insan kokusu, belki de hiç yapılmayan kahvaltı sofraların özlemlerindeki açlıklar.Sabahın o erken saatinde kimin aklına gelir ki bir lokma almak ağza.Uyku ağır basıyor insanın bedenine.Açlık ilerleyen saatlerde belki hissettirecek kendini.
İnsan sesi yok henüz, ara sıra öksürükler bozuyor sessizliği, bazen de burun çekişler. Söze dökülmeyen, ellerde dolaşan minibüs paraları.Sadece ineceğini bildirmek için sarf edilen kelimeler.Sadece ses miydi hissedilen! Ekmek dağıtan kamyonetlerin arkasında bıraktığı mis gibi ılık koku.Henüz açılmamış bakkalların kapı önlerine bırakılan ekmek kasaları.
Üzerine aldığı sorumluluğun kendisi için ne kadar büyük olduğunun bile farkında olmadan yüklenmişti omuzlarına. Bundan da rahatsız değildi zaten. Babasının işi gereği daha çok şehir dışında bulunması, aldığı sorumluluğunun onun için ne kadar büyük olduğunu biliyordu. Gururlanıyordu da… Bu işi bitirir bitirmez eve dönüp okul için hazırlıklarını yapacaktı.Lise son sınıfı okuyor olmalıydı, okul onu hiç bir şekilde çekmiyordu, arkadaşları iyiydi de sıkıcı ders saatleri, sevemediği öğretmenleri onu çift dikiş okumasına neden olmuştu.
Zor bir dönemdi onlar için.Babası varını yoğunu gecekondu için harcamış, yetmemiş borçlanmıştı. Memleketinden çıkmış, başkentin gecekondu mahallesinde bir ev kurmuş, abisinin, ana ve babasını kaybettikten sonra tahammül edilemez davranışlarından kaçmıştı aslında. Yetmemiş, abisi en büyük oğlunu da sığdırmamış, amca diyerek gelmişti yanına.Genç oğlandı, iş bulamazdı, bir mesleği yoktu elinde.
Evlerinin bulunduğu yerin az aşağısında bir kasap dükkanının camekanında “devren satılıktır” yazısını görür görmez aklından bir işin ucundan tutmalı diye geçirdi. En kısa zamanda düşündüğünü gerçeğe dönüştürmüştü.İyice borç batağına düşmüştü.İnancı büyüktü, başaracaklardı, tüm borçların altından kalkacaklardı.Yeğenine güveni sonsuzdu, başına onu geçirecekti.Ne de olsa kasap çıraklığı yapmıştı.Ahmet’i de yanına çağırıp olanı biteni paylaşmıştı.
Sabah erkenden mezbahaya gidilecek, et tüccarlarından tek tek fiyat alınacak, Et ve Balık Kurumu’nun mezbahasından karkasları seçecek, kendine ait numarayı tüm etlerin üzerine basacak, kurumun servis arabasına kasaplık numarasını bildirip ayrılacaktı. Ahmet de okulun arta kalan zamanlarında dükkanda bulunacaktı. Koyun, kuzu, dana nasıl parçalanır, neresinden hangi yemeklik çıkarılır, kemik dışında tüm etlerin bir şekilde değerleneceğini öğrenmişti. Günde ne kadar et satılıyor, ne kadarı kuzu ne kadarı dana zaten anlaşılmıştı. Zaman geçmiş her şey yerli yerine oturmuştu.
Bir gece arkadaşlarıyla kahvede vakit geçirmiş, eve dönerken, dükkanın arka bölümündeki cansız ışık Ahmet’in dikkatini çekti.”Hayırdır” dedi, arkadaşlarına; “siz gidin, ben dükkana bakacağım” diye seslendi arkalarından.Hırsız mı yoksa diye aklından geçirdi.Ne alacaktı ki hırsız.Etleri çalmak kimin aklına gelir ki dedi kendi kendine.Gitti, kapının kolunu yokladı, kapı açıktı.İçerden konuşma sesleri geliyordu.Sessizce içerideki kapıyı da açtı, amcaoğlu arkadaşları ile içiyordu.Hiç birşey diyemedi, dondu kaldı.
Doğru eve gitti, babasının iki iş arası eve geldiği dönemlerden biriydi.Gördüklerini heyecanla babasına anlattı.”Sabah ola hayrola, yatalım artık” diyerek bu konuda bir kelime dahi etmedi babası.Güvendiği dağlara karlar yağmıştı. O gece sabaha kadar uyku girmedi babasının gözüne. Ertesi sabah ilk iş olarak amcaoğlu ile görüşmeye gitti, içki alemlerinin bir gün değil, neredeyse her akşam olduğunu, geceleri yetmeyip, gündüzleri de bir iki tek attığını itiraf etti. Hemen oracıkta bu iş buraya kadarmış deyip, çıkmasını istedi dükkandan..
Beyaz önlüğünün bağcıklarını çözüp, hiçbir şey demeden ayrıldı oradan yeğeni, bir daha dönmemek üzere.
Tüm yük Ahmet’in üzerine binmişti.İşi nasılsa öğrenmişti, kendisine çok güveniyordu, “yapabilirim!” diyordu.Kendisinin okulda olduğu zamanlar için bir eleman bulunmalıydı en kısa zamanda.
Mezbahaya gideceği günlerden biriydi.Erkenden kalktı, tüm heyecanı yine üzerindeydi.
Mezbahadaki kişiler arasında yaşça en küçük kendisiydi.Kendisi de ufak tefekti zaten.Neredeyse o ortamın maskotuydu.Kıvırcık gür saçları, yuvarlak ışıl ışıl gözleri, sempatik halleri daha bir sevdiriyordu kendisini. Ortamın ağır kan ve çiğ et kokusu artık burnunda yer etmiş, ilk zamanlarda olduğu gibi içini dışına çıkarmıyordu. Alışmıştı artık bu kokuya.Herkesin üstü başı aynı kokuya bürünmüş, ellerine kanlar bulaşmıştı.Yerler yapış yapış olmuş, kanlar arınsın diye yıkanan sular birikmişti eyimli zeminde.
Ne olduysa o gün oldu, ortam daha bir ağır kokuyordu.İçerisi o saate göre kalabalıktı, koca koca adamların arasında kendisi küçücük kalıyordu.Tek tek tüccarların bulunduğu bölümleri şöyle bir dolaştı.Hepsi kendisine takılarak bağırıyorlardı.Tüccarlarla alışveriş her zaman çekişme içerisinde geçerdi.Kimi etler besili, canlı kanlı, kimi etler kuru, susuz ve cansızdı.
Tüccarlardan biri kendisine doğru sesini duyurmaya çalışıyordu. Fark etti. “Gel sana etleri kilosu 5 liradan vereceğim” dedi. Diğer tüccarların satışlarından çok düşük bir fiyattı bu. Şaşırdı! 8’e, 10’a, 30’a kadar çıkan et fiyatları varken, bu fiyat kendisine çok düşük geldi. Tüccar eti kendisine satmakta ısrarlıydı.Hiç oralı olmadan, aklı da o tüccarın sattığı fiyatta kalarak bir iki tur daha döndü tüccarların önlerinde. O tüccar tekrar kendisini sesi ile yakaladı.
“Neden veriyorsun bu fiyata etleri, bozuk mu yoksa?” dedi.
“Et bozuk olur mu hiç, sadece elimde kaldı, bitsin istiyorum bir an önce, et bu biliyorsun, fazla beklemez”.
Eğildi etlere baktı, ağır bir koku yayıyordu, koktu kokacaktı tümü.Bir gün daha beklese etin işi bitmişti.”Kilosunu 1 liradan verirsen alırım” dedi ustaca.
“Olmaz öyle, 1’den verirsem zarar ederim evlat” dedi.
“3’den hepsini al git” dedi.
“Olmaz 1″ dedi, net bir sesle.
“Verdim gitti” dedi tüccar.Bu sefer merak içerisinde sordu tüccar?
“Ne yapacaksın bunca eti?” diye sordu.
Biliyordu o da pek ala bu etin bir an önce değerlendirilmesi gerektiğini. Cevaplamadı tüccarın sorusunu.Bilmiş bir edayla cebindeki paraları çıkardı, tek tek saydı, bir miktarını peşin geri kalanını bir ay sonra ödemek koşulu ile anlaştılar. Toplamda 1 ton et ediyordu tümü. Normalde mezbahaya 15 -20 kilo et almak için gelirdi. Bu kendisi için çok büyük bir rakamdı.
Birden mezbahanın saat 9’da kapandığı aklına geldi. 7 – 7.5 gibi dükkanda olmalıydı ki, kimseler görmeden onca eti dolaplara indirmeliydi. Mahalle halkı, yakın esnaf görmemeliydi onca eti. Merak uyandırabilirdi.
Kurumun kamyon şoförüne gitti, bir şekilde ikna etti, kasap numarası 1972’yi elindeki listenin ilk sırasına yazdırdı.Heyecanla minibüse atlayıp dükkanın yolunu tuttu.
Kendisinden hemen sonra belirdi kamyon.Tüm eti biran önce indirip dolaba dizdiler.Dükkanı kapatıp doğruca babasının yanına gitti.Babası somyada oturmuş sigarasının dumanına dalmıştı.Kapıyı bir heyecanla açtı. Gözleri yuvalarından fırlayacak bir heyecanla; baba bir ton et aldım” dedi.
Babası dondu kaldı, kafasını kaldırdı, döndü, “Ne, ne dedin sen?”
“Bir ton et aldım baba!..”
Babası ayağa kalktı, üzerine doğru yürüdü, yumruklarını ve dişlerini sıkmış, öfkesine hakim olmaya çalışarak,
“Delirdin mi sen oğlum! Hangi akla hizmet, nasıl alırsın onca eti, nasıl ödersin, nasıl satarsın?”
“Kızma baba, kilosunu 1 liradan aldım” derken göğsü kabardı.
“1 liralık etten hayır mı gelir oğlum! Bozuktur o et!” diyerek daha da sinirlendi babası.
“Baba o etleri sucuk yapacağım.”
“Kokmuş etten bir şey olmaz!” demişti ama iş işten geçmişti.
Babası ne yapacağını bilemez, söylene söylene sağa sola dönerken, Ahmet kalenin eteklerindeki toptancılara sucuk için gereken baharatları almaya çıkmıştı bile.Neler konur çoktan öğrenmişti sucuğun içine.Gereken malzemeleri bir bir almak için dükkanlara girip çıkıyordu. Kurutulmuş bağırsakları, sarımsakları, baharatları hangi dükkandan alacağına karar vermişti… Bir kilo sucuk baharatı, bir kilo tuz, bir kilo kimyon diye sıralıyordu kafasında.
Baharatçı, “bu kadar baharatla, ne kadar sucuk yapacaksın evlat?” diye sordu.
“Et çok! ” diye yanıtladı.”Peki madem öyle” diyerek, yerde dizili çuvalların birine küreğini daldırıp, naftaline benzer bir tozu göstererek, yaptığın sucuğun içine bunu koymalısın, yoksa sucukların kurur ve tartığında hafif gelir, sen de zarar edersin.Bunun insan sağlığına bir zararı yoktur, korkma” der.
O gece el ayak çekilir çekilmez, babasıyla işe koyulurlar. Babası dükkana girer girmez, içerdeki kokuyu hemen fark eder, “ah benim salak oğlum, bu etler kokmuş, nasıl yaparsın bunu?” deyip küfrü basar. “Yok baba henüz kokmamış, bunu sabaha kadar parçalar, yarın da baharatları katar, iki gün de bekletirsek sucukların tadına doyulmaz, inan buna!” der.
Babası nasıl böyle bir işe bulaştığına inanamaz, birlikte o gece sabaha kadar etleri kemiklerinden ayırırlar. Ahmet buzdolabının termostatı ile oynayarak, ısıyı olabildiğince düşürüp aynı seviyede tutmak için soğutucunun ayarını bozup etleri donması için bırakır.Sabah olmuş, etlerin işi bittiği gibi kendileri de bitmiştir artık.
Annesi de işin bir ucundan tutmuş, onca sarımsağın tümünü soymuş, kullanmaları için hazırlamıştır.
Sarımsak kokusu, etin kokusunu bastırmış, dükkanı sucuk kokusu kaplamıştır.Baharatlarla birlikte tüm eti kıymaya dönüştürmüş, eti kurtarmışlardır. Kokuyu duyan yandaki bakkal, “hayırdır, her yer suçuk kokuyor!” deyip dükkana girer. Henüz bağırsaklara dolum aşamasındadırlar.Büyük bir sipariş aldıklarını, bir miktarda kendisine verip, dükkanında satması için öneride bulunup, kendilerince çevre esnafa durumu bu şekilde açıklamış olurlar.
Ertesi gün, tüm sucuğu bağırsaklara doldurup, kangal yapıp, dükkana astılar.Dükkan artık kasap değil, şarküteri dükkanı gibi görünüyordu.
İş pazarlamaya, tüm çevre esnafa sucukları dükkanlarında piyasa değerinden vermeye kalmıştı. Kısa zamanda neredeyse tüm esnaf, “konsinye” mal olduğundan dükkanlarında satmayı kabul etmişti. Tüm malı sattıklarında ellerine geçecek para ile tüm borçlarını rahatlıkla kapatacaklardı.

Ne kadar yanlış yapmış olsa da, kendince iyi iş başarmıştı. Gençti, tecrübesizdi, iş gönül almaya gelmişti.Satacakları malın ilk tadına bakacak olan, kendileri olmalı diye düşündü babası.
“Getir bakalım şurdan bir kangal sucuk da, ekmeğimizi banalım!”
Bir hafta sürmemişti. Sucuk siparişleri gelmeye başlamıştı. Bakkallar: “Bir alan bir daha alıyor ve sucuğun markasını soruyor!..” diyordu…
Ahmet, kazancın yolunu bulmuştu.

YENER BALTA
24 Şubat 2009

X
eline saalık arkadaşım, çok beğendim :)
E.U.
25 Şubat 2009
17 Mart, 2009

X
Ne güzel bir başlangıç bu, Sevgili Yener… Tıpkı Sait Faik öyküleri gibi… Dilin ne kadar arı duruymuş meğer. Nasıl dikkat etmemişim şimdiye kadar?
F.G.
27 Şubat 2009