MEKTUPLAR 6

MEKTUPLAR
İÇİNDEKİLER:
A.
A. B.’den
Aydın İnsan’a
B.
Bilge Sorusuna Yanıt
C.
Canlarımızın Hesabını Soralım
D.
Dergi Havuz
Din ve Şeriat
E.
Emre Kongar’a
Ey Küfürbaz! Bu Yazdıklarım Az Bile Sana
Bir Daha Allah’ın Velilerine Dokunma
E. Z.’ye
F.
F. E’ye…
G.
Güler Pınarbaşı’na
Gülten Aldaş’tan
H.
Halil Eyupoğlu’ndan
İ.
İbrahim Ozduğancı’dan
İnsan; Değişime İnanandır
K.
Kurban
L.
Laiklik Tanımı
Levent Ertürk’e
M.
M. Ali Diyarbakırlıoğlu’ndan 1 M. Ali Diyarbakırlıoğlu’ndan 2
Mehmet Hakan
Meryem’e
Mr. Isley’e
N.
Ne Kadar Cin Ve Şeytan Taifesi Varsa Geçmişine Geleceğine…
Nesrin Özyaycı’dan
Nesrin Özyaycı’ya
N. T.’ye
O.
Osman Özçalışkan’a
Ö.
Ömer Malik’e 1. 2
Ömer Rey’e
Özgür Çelik’e
S.
Sayın Hocam
“Sen Hakk’ı Yabanda Arama Sakın
Kalbini Pâk Eyle Hak Sana Yakın”.
Pir Sultan Abdal
Sword Fish’e 1. Yanıt
Sword Fish’e 2. Yanıt
T.
Tansel Semir’den
Tansel Semir’e
Tolga’ya
Ü.
Ü. K.’ya
Y.
Yalçın Efe’ye Mektup 1 ve 2
Yavuz Şahin’den
Z.
Z. Topçu’dan
+

Sayın Bilge Balta
İlkönce teşekkürlerim.
Ardından her halde iyi takip edemedim… Merak bu ya su Bilge ile Hayri isimlerine bir açıklık getirirseniz sevinirim.
Baba kız mı..? Anne oğul mu…? Ağabey kardeş mi..?
Yoksa “Hayrı Bilge Balta” mı…? -:)
Saygılarımla
Zeki Kentel, 22.12.2005
X
Sayın Zeki Kentel
“Ne dersin bana, bilmem, güzel bir soru sordun!” desem. Ardından da sitem etsem.
Senin gibi yaşını yaşamış, dişini dişemis, yetmiş yasına gelmiş, bir gazete köşesine yerleşmiş bir aydına yakışır mı; kendine “Bilge” sıfatını layık gören biriyle alay etme.
Ne demek şu “baba kız mı..? eŞleb mi..? anne oĞUla mu…? ağabey kardeş mi..? yoksa “Hayri bilge balta” mı…? -:)”
Sen benim erkek olduğumu bilmen mi? Bir erkeğe “kız mısın?” denir mi? Sonra bir erkek anne olur mu? Böyle bir ifade e-posta topluluğunda herkese yol gösteren senin gibi bir aydına yakışır mı?
Hem giden iletilerimde “Hayri@bilgebalta.com” adresini görmen mi? Böyle bir açıklama varken bir insanla alay edilir mi? Bir başkası ile alay edene yaşlı başlı, aklı başında,bir aydın denir mi?
Türkçe Sözlük bilge’yi söyle tanımlar: “İyi ahlaklı, olgun ve örnek kimse. Kendini tanımanın bilgisi.”
Bu tanıma göre ben kendime hedef olarak “Bilge”liği seçtim. “İşte benim
hedefim” dedim. Arap’ın imamı olur, Yahudi’nin Hahamı, Batılıların (Alman, Amerikan, İngiliz vb…) Papa’sı, papazı. Bu sıfatlar dinsel anlamlı. Bende ise bilinen anlamda bir Allah-din anlayışı olmadığına göre; laik bir toplumda, iyi kötü bir Bilge olmamalı mı?
Senden rica ediyorum: Eğer bilgeliğe yakışmayan bir davranışımı görürsen beni uyar; değil senin, herkesin de bilgeliğe yakışmayan bir davranışım olursa beni uyarma yetkisi var. Olursa böyle bir eleştiri beni istediğim Hayri Balta yapar.
Ben 25 yaşına değin dinsel deyimle “ölü” idim; yani, duyarsız, sorumsuz, toplumsal konulara ilgisiz, Tanrı ve din konusunda bilgisiz, asil önemlisi iradesiz; yani, sigara içmenin zararlı olduğunu bile bile içmek.
25 yasında yeniden doğdum (dirildim). Bunda Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’nin rolü büyüktür. Ne var ki sonunda onunla ters düştüm. Onun doğruları bana ters gelmeye başladı. Örneğin; önceleri toplumsal konulara ilgi duyduğu halde sonra bundan vazgeçmiştir. Örneğin sık şöyle derdi: “Köylüsü donla gezen memlekette taksiye binmeye utanırım!” Sonraları ise: “Sen ağa, ben ağa. Bu ineği kim sağa?” demeye başladı.
Toplumsal konulara duyarlılığım ve yerel gazetelere yazı vermem en büyük suçum olmuştur. Bu nedenle Gaziantep ileri gelenlerine: “Hayri Balta ile ilgimiz kalmamıştır.” denerek genelge gönderilmiş.
Özetlersem: Ben maddecilikte karar kılarak “Yaratan maddedir” (Materyalizm) derken; kendisi, “Maddeyi yaratan da insan! İnsan olmasaydı, madde deyen olmazdı. Allah deyen, madde deyen sensin!” (Ruhçuluk; idealizmin solipsizm kolu.) demiştir. Bu felsefî görüş ayrılığı ayrılmamızı gerektirmiştir.
Bu konuya sunun için girdim: Yirmi beş yaşıma değin yaşantıma sahip çıkmaya
utanıyorum. Ama Yirmi beş yaşımdan sonrakinin hesabini vermeye her zaman hazırım.
Yeniden doğduktan sonra “yanlış davranışlarım olmamıştır” deyemem. Ama bu yanlışlarım, iki elin parmakları kadar az da olsa, kendimi yargılamaya yöneltmede olumlu rol oynamıştır. Bu olumlu rol sayesinde de gerçeği görmeye başladım. Tanrı bilgisine ve din duygusuna eriştim. Çektiğim sıkıntılar, yokluklar, yoksunluklar ve en önemlisi aşağılamalar beni bilge yaptı. Yani olgunlaştırdı, Tanrı bilgisine ve din duygusuna ulaştırdı.
Bilge adını ben kendime verdim. Ayrıca Türkiye’de şeyhliğe, ermişliğe, tarikat liderliğine, mehdiliğe, imamlığa sahip çıkan gördüm ama “bilgeliğe” sahip çıkan görmedim. Ben de kendi kendime, kendi halimce, bir “Bilge” olayım dedim. Ola ki bundan böyle Bilgeliğe özenen çıkar da şu meczupların elinden kurtuluruz.
Bilgelik beni yönlendiriyor. Bana ters gelen olaylar karsısında aşırı tepki
gösterecek olursam “Bilge” adım beni frenliyor: “Ama Hayri Balta, bu davranışın bilgeliğe yakışmaz!” dedirtiyor. Böylece “Bilgelik” kavramı beni bana getiriyor. Bütün bunlar yanında da beni insana yakışmayan edimlerden önlemeye çalışıyor.
Bilgelik, Osmanlıca da Arif olarak da anılır. Arif ise “Osmanlıca Sözlükte,
şöyle tanımlanır: “Tanrı’yı hakkıyla anlamış, Tanrı sırrına ermiş, tanınmış kişi.”
Tanrı kavramını ve din duygusunu hakkıyla anlamış, kavramış biriyim. Dünyada söyle bir Tanrı tanımı yapan ilk kişiyim. “Tanrı madde olarak yoktur, manâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Zat (Kişi) olarak yoktur, simgesel olarak vardır.”
Bu demektir ki; kitap indiren, peygamber gönderen bir Allah (Tanrı) yoktur. Bütün dinsel kavramların temsilî, simgesel ve mecazi bir anlamı vardır. Din ilminde yol almak isteyenler önce bu kavramların ne anlama geldiğini bilmelidir.
Ayrıca “İnsanın olmadığı yerde Tanrı yok! Ve Tanrı, insanın bulunduğu yerde vardır.” deyen ilk kişiyim. Ne dediğimi biliyorum, sarhoş değilim. Tanrı konusunda böyle bir açıklama ve tanım yapan ikinci bir kişi görebilir miyim?
Allâmelerin tümü “Tanrı her yerde hazır ve nazırdır!” der. Lağım çukuru
da her yerden sayılır ve lağım çukurunda ise, haşâ!, Tanrı olur mu?
Bu ne kadar Tanrı bilgisinden habersizliktir. Bu ne büyük bir cehalettir. Böyle bir toplumda “Tanrı, insanın olduğu yerde vardır. İnsanın olmadığı yerde Tanrı (Allah) yoktur!” deyen bir adam Bilge olmaya layık değil midir?.
Bu konuyu da söyle özetliyorum: Yüce duygular, genel doğrular, üstün değerler, olumlu düşünce ve eylemler kötülüğe göre iyi sayıldığı için Tanrısaldır (Rahmanî’dir). Saydığım bu iyi kavramların tersi ise toplum tarafından benimsenmediği için Şeytanî sayılmıştır.
İyi kötü ayrımında bulunan ve iyi olanı yapmak için kendini (nefsini…) direnerek kötü olanı yapmayan kişi dindardır. Bu demektir ki iyi ile kötünün ayrımında bulunmayan kişide din duygusu yoktur. İstediği kadar mensup olduğu dine sahip çıksın. Haham olsun, Papaz olsun, İmam olsun.
Bu konular uzar. www.bilgebalta.com ve www.hayribalta.cjb.net adlı binlerce sayfayı bulan sitemde ise bu konulara ayrıntıları ile belirtilmektedir.
Şimdi böyle düşüncelere sahip olan bir kişi kendini olumlu yönlendirsin diye Bilgeliği hedef tahtasına korsa, onunla alay mı edilmelidir?
Kulakları olduğu halde duymayan, gözleri olduğu halde görmeyen, aklı olduğu halde idrak edemeyenler arasında yaşayan biri kendini bilge olarak kabul ederse çok mudur?
“Kendini bilen Rabbini bilir” dendiğine göre bu benimle alay etmen neye? Biliyorum bu düşüncelerim çoğuna ters gelecektir… “Hayri bu kez de kendini övüyor!” denecektir. Beni gören, dediklerimi anlayan, sözlerimi duyan yok ki beni değerlendire… Ağam nerde ben nerde?.. Söylediklerimi anlayan varsa beri gele…
Bil ki dostum, halkın değer yargıları her zaman doğru değildir. Bu nedenle derim ki “İnsan, önce kendini bilmelidir.” Ve derim ki olumsuz düşünce ve davranışımı gören herkes beni “Bu düşünce ye da bu sözün Bilgeliğe yakışır mi?” diye eleştirmelidir.
Böyle bir yazı yazdırdığın için teşekkür sana. Benimle alay ettiğin için çok
ağır sözler sözlerdim sana. Söylerdim, söylerdim ama, bilge olduğum için yakışmaz bana…
Simdi kal sağlıcakla.
Bilge Balta, 22.12.2005
X
Sayın Hayrı Balta
Ben size bu mektubu özelinize göndermiştim. Sızı ilkönce avukat hayrı balta olarak tanımıştım, sonra yazılarıma beğeniler Bilge Balta olarak geldi.
Sanki aynı bilgisayardan iki kimlikle güzel yazılar alıyorum sanmıştım, yanı aynı bilgisayardan bazen hayrı bazen da Bilge imzalı mektuplar okudum sanıyorum..
Yaptığım yanlışlığın kaynağını bilmem anlata bildim mi…?
Ben bu sorularda çok ciddi ve içtenlikli idim yanı kandımı ayrıntısını çözemediğim bir ikili karsısında sanıyordum
Beş senadır bu öbeklerde ve gerçek hayatta bir omur boyu kimlik ve kıpılık üzerinde asla yorum yapmadım sadece yazılan ve ağızdan çıkan söz üzerine haddim içinde bir şeyler söylemeye çalıştım
Sizin içine düştüğünüz ve açıkladığınız ve onu da tam olarak
anlayamadığım hatalar, kusurlar ve yanlışlıklar içinde asla olmadım
Bütün bunlar sızın banım yazımı banım ifadey-i meramda yaptığım eksiklikten kaynaklandığını görmekle birlikte size özel adresinize gönderdiğim mektubun yanıtını öbekte varmanız daha büyük bir yanlışlığa neden oldu sanıyorum..
Yine durumun açıklığa kavuştuğunu sanmıyorum ama burada noktayı
koyuyor ve saygılarımı sunuyorum (bu mektup özelinize gönderilmiştir…!)
Zeki Kentel, 28.1.2006
X
Zeki Kentel’den
Sevgili Balta
Dini görünüşüme tahammülü olmayan modern Türkler (herhalde dinsizlerdi) beni bu öbekten attılar fakat yine de takıp ediyorum ama yazılarımı öbeğe gönderme olanağım yok.
Onun için yararlı yazılardan yararlanamıyorum
Benim bir gazeteci olarak Alevi dernekleriyle az – çok, çok iyi ilişkilerim var adamlarla cami yolunda, hac yolunda birlikte oldum
Fakat sizin dediklerinizle kafam iyice karıştı. Hiç bir şey bilmediğimi yeni yeni anladım
Bırand’ı ve sizi okudum ama Alevcilik hakkında acık bir bilgi kazanamadım
Yazdıklarınızdan Müslümanlık ile bir ilişki olmadığını anladım
Kitabının adı nedir…? Kim göndermiş kim yazmıştır…? İlmi hal’ı var mıdır…?
Büyük Müslüman Hacı Bektaş’ın Alevcilik ile bir ilgisi var mıdır…?
Tapınaklarına ne ad verilir…? Havra / sinagog – kilise – mescide / cami vb.
Lütfen tarikatın dergahı “cem evi” tanımını yapmayınız…
Sağlık içinde mutluluk ve başarılar sizin olsun
Saygılarımla,
Zeki kentel , 10.7.2006
(Yanıtınızı bu satırlarla birlikte öbekte yaparsanız sevinirim)
x
Sayın Kentel’den
Önce saygı sundum.
Çoktandır sizi öbekte göremediğim için merak ediyordum. Görememenin nedenini şimdi anlamış oldum. Şunu da içtenlikle belirteyim ki öbekten silinme işleminizi de doğru bulmadım.
Ayrıca birkaç kaç kere özeline yazı gönderdim. Kabul edilmemiş gibi geri geldi.
Şimdi gelelim sorularına. Bu sorular yanıtlanmaz böyle bir iki satırla. Öyle ki 20-30 sayfayla…
İyisi mi size beş kitap adı vereyim. İşe önce bu beş kitabı okumakla başla diyeceğim. Önce şu kitabı okumanı önereceğim.
HERMES (METİNLER&ÇALIŞMALAR) Ege Meta Yayınları
Hermes üç kere bilge anlamına gelir. Bilgeliğini Mısır Gizemcilinden almıştır. Gizemcilik; ezoterizm, batınılik, gizlicilik anlamına gelir ki bütün tek tanrıcı peygamberler bu adamın yolundan giderler ve öğretilerini anlatmaya çalışırlar. Ne var ki insanların geleneksel katılaşmış inançlarını değiştiremezler ve sonunda insanların ağızlarınca verirler. Bunlar içinde yalnız İsa “dediğim dedik” diye diretmiştir. Bu direncinin karşılığını da hayatı ile ödemiştir.
Hermes adı Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da geçer. Tevratta’ki adı: Hanok’tur. Kuran’a göre de İdris peygamberdir. İncil’deki adını da hatırlayamıyorum, üstelik hangi kitaptan okuduğumu da…
Tek Tanrılı dinlerin iki yüzü vardır. Literatürde adı şöyledir: Zahirilik, Batınilik…Yani halkın din anlayışı (zahiri); seçkinlerin din anlayışı (Batınılık)…
Zahirilikte din öğretisi gelenekseldir; babadan oğula geçer. Batınilikte ise geleneğin ötesine geçer. Talip (Mürid: İsteği olan…) bir mürşid’e hizmet eder. Mürşit, isteklisine, din bilgisini anlayış sevisine göre belirler. Örneğin. Yunus Emre’ye kırk yıl mutfağa odun taşıtılmıştır…
Neyse ben bu işe girersem işin içinden çıkamam; size de yararlı olamam. Bu nedenle yararlanabileceğim kitapların adını veriyorum.
1. Damlanın İçindeki Gerçek. Alevilerin Büyük Sırrı. Ünsal Öztürk. Yurt Yayınları.
2. Alevilik Batınilik Ezoterizm TANRININ GİZLİ DİLİ. Süleyman Diyaroğlu. Chiviyazıları (mjora)
3. Aleviliğin Kayıp Bin Yılı (325-1325) Erdoğan Çınar. Chiviyazıları (mjora)
4. Aleviliğin Gizli Tarihi (Demirin Üstünde Karınca İzi). Erdoğan Çınar. Chiviyazıları (mjora)
5. HERMES (METİNLER&ÇALIŞMALAR) Ege Meta Yayınları.
Dediğim gibi adlarını verdiğim bu kitaplarda sizin kafanızı kurcalayan bütün soruların yanıtları vardır. Ancak önce bunların babası olan Hermes’i okunup anlaşılmalıdır. Okuyup anlama da yetmez bir bilene hizmet edilmelidir. Bu da şöyle dile getirilir: “Okumak deva değildir. Anlamak şifa değildir. Kendine ey gönül başka bir tabip ara…”
Verdiğim bu bilgiler ezoterizm (belli bir topluluğun bildi dinsel sır) ile ifade edilir. Bu bilgiler günümüzde Masonlar, Bektaşiler ve Alevilerin bilge dede-babalarınca bilinir. Ancak tek Tanrılı dinlerin dışında bir yaşam felsefesi ve ahlak öğretisidir.
Dinin aslı ahlaktır, erdemdir, insanın tekamül etmesi ve kimseyi incitmemesidir. Bu da Alevilikte “Eline Diline Beline sahip ol” olarak dile getirilir.
Aleviler; Alici olamaz. Çünkü Ali’nin kılıcı iki çataldır ve her iki çatalından da kan damlamıştır. Ali’nin nasıl acımasız bir kan dökücü olduğunu anlamak için Emile Dermenghem’in yazdığı ve Reşat Nuri tarafından türkçeye çevrilen Hz MUHAMMED’İN HAYATI adlı kitabın (İnkılap ve Aka yayınları1958) özellikle 231 – 233. sayfası okunmalıdır.
Oysa Aleviler kan dökmeyi sevmez. Barışçı ve 72 milleti bir gören insanlardır. O “Gelin canlar bir olalım/Münkire kılıç çalalım” diye türkü okuyanlar Alevi değil Alici olan Alevilerdir… Ve bunlar nereden geldiklerini de bilmezler… Bizim kimi laik Atatürkçülerimiz kimi Sünniliği devlet dini olarak kabul ederler.
Siz bakmayın Devletimizin laikliğe sahip çıkmasına. Devletimiz sunniliğin bir numaralı finansmanı, koruyucusudur ve propagandacısıdır…
İşte benim anlaşılamamış olmanın, sevilmememin, kırk köyden kovulmamın, nedeni bu aykırı görüşlerimdendir.
Şimdi kal sağlıcakla, saygılar, sevgiler sana…
hayri@bilgebalta.com – 11.7.2006
+
Sevgili Balta
Bizden de önce saygı.
Çok teşekkür adıyorum.
Sağlık içinde tüm mutluluklar ve basarılar sızların olsun efendim.
Zeki Kentel, 11.7.2006
X
Levent Ertürk’e
Ertürk Dostum,

Önce sevgi sundum. Dinlenme uykusundan kalkar kalkmaz yazını okudum, hayran kaldım.
“- Efendi! Madem ki din hassas bir konudur, ne diye her fırsatta dinsel söylemlerle yola çıkıyorsunuz!!!” demişsin…
Din hassas konu ise neden Müslümanlar saldırıyorlar Yahudilere, Hıristiyanlarca ve de başka dinlere. Neden “.. Hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (K.5/29) deniyor betiklerinde…
Yine Kuran’ın 2/120, 4/189. 5/51 ayetlerinde niçin “Hıristiyanları Yahudileri dost edinmeyin!” deniyor. Niçin “… din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” deniyor. Peki sen onlarla savaşmayı Allah’ın emri sayarsan, onlar kendilerini savunmazlar mı? Elbette düşman düşmana gazel okumaz, elinden geleni yapar…
Şu an dünyada 460’ın üzerinde dinin olduğu söyleniyor. Hepsi de “Kendi dinlerinin Hak din olduğunu söylüyor!” Bunun ölçüsü ne? Bu Hak dinin hangisinin Hak din olduğunu ölçecek bir alet, kişi ve yer göstersene.
İslam dünyasının geri kalmış olmasının nedeni eleştiri ve hoşgörü anlayışının olmamasıdır. Böylece İslam dünyası koyu bir karanlık içinde kalmıştır. İçinde bulundukları karanlıktan o denli hoşnutturlar ki kendileri gibi inanmayanları; inandırmaya çalışmayı Allah’a hizmet sanıyorlar.
Bunlar işin ayrımında değillerdir. Bir olaydan, bir buluştan bir saniye içinde dünyanın haberdar olduğundan haberdar bile değiller. O yasaklamaya çalıştıkları karikatürler ınternette fink atıyor. Sen yasaklasan ne çıkar.
Asıl önemlisi Batı’nın bu iletişim sayesinde İslam’ın zihniyetini iyiden iyiye anlamış olmalarıdır. Artık bu tür olaylar artarak sürecek. Kıran kırana bir savaş başlayacak. Adama “Silahın kadar, paran kadar, tekniğin kadar, ordun kadar, uygarlığın kadar konuş!” deyecekler. İşte o zaman bunların aklı başına gelecek…
Neyse sıkma canını. Gerçekleri kimseyi tahrik etmeye çalışmadan usulüne göre anlatmalıyız… Ne olursa olsun bizim gibi düşünmeyenlerin de bu toplumun insanları olduğunu unutmamalıyız…
Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana ve aile efradına…
Bilge Balta, 3.2.2006
(G. T. 14.2.2006)
x
Sayın Osman Özçalışkan’a

Önce sevgi sana eksik kalan…
Ne mutlu sana; çıkmışsın aydınlığa karanlıktan…

İletine yanıt vermekte geciktiğim için özür diliyorum.
Niçin geciktiğimi de biliyorum.
Birkaç günden beri sıcaklardan olsa gerek yorgunluk çekiyorum.
Bu nedenle de bana gelen iletilere yetişemiyorum.

Aynı gazetede yazmak benim için; seni tanımış olmak yanında, ayrı bir mutluluktur.
Para pulda gözü olmayanlar yazmakla mutlu olur.

Bu yorgunluk içinde de olsa bir kitap okudum bitirdim.
Sensiz boğazımdan geçmedi, bir tane senin için alıp gönderdim.

Pazartesi sana bildirecekler.
İstersen işyerine getirecekler…

Kitabın adı: ÖZÜN ÖZÜ’dür.
Muhittin Arabi’nin bütün yazdıklarının özetinin bütünüdür.
Tam bir ezoterik içeriktedir.
Bu kitabı okuyup anlamak din ilminde mesafe almak gerektir.

Kitabın ilk sayfasına önemli satırların sayfa numarasını yazdım.
Kitabın ilk sayfasına da şu düşüncelerimi aktardım:

“Ne mutlu …,
Bu kitap koca Gaziantep’te gide gide, gitti ona…
+
Görünen, görünmeyen Doğa, Evren yaratandır.
İnsan da yaratandan bir parçadır.
Yaratanın bir parçası olduğunu göre dünyaya gelmekten murat :
İnsan-ı kâmil olmaktır.
İnsan-ı kâmil: Eksiklerini görerek gideren, kimseyi incitmeyerek kendini geliştiren, güzel insan, mükemmel insan’dır…”
+
Yazdığın bütün yazılardan gönderebilirsin.
Gönderdikçe beni de bilgilendirirsin.

Şimdi kal sağlıcakla,
Yarın kitap için telefon edecekler sana…
Şimdi kal sağlıcakla,
Hayri Balta, 28.5.2006
X
M. Ali Diyarbakırlıoğlu’ndan 1

Sevgili güzel bilge insan Hayri Balta
Soyadınız gibi kesen parçalayan değil de birileştiren ışık saçan en eski kandil gibisiniz. Sizi anlayan anlıyor da anlamayana nasıl anlatırsınız sayın bilge?
08.07.2006 tarihli Alevilik ile ilgili yazınızı zevkle okudum. Tamamına katılıyorum.Çocukluğumuzda çıra söndürmelerden ve karanlıkta kadın erkek birbirleriyle bu gününün deyimiyle toplu seks yaptıklarını anlatırlardı. Çocuk olduğumuz için bir şey anlamazdık. Bir şeyler öğrendikçe Alevilerin Cumhuriyete Atatürk’e nasıl da sahip çıktıklarını gördükçe , ne büyük haksızlığa uğradıklarını daha iyi anladım.
Sayın Bilge kişi Size sık olarak yazamıyorum. Beni bağışlayın. Yazılarınızın tümünü okuyorum . Benim işim yazmak değil çizmek. S.S.S. kitabınızı bitirmek üzereyim. Çizerek okuduğum için ağır gitti.
Sevgiyle kalınız.
M. Ali Diyarbakırlıoğlu, 11.7.2006
X
M. Ali Diyarbakırlıoğlu’ndan 2
Sevgili Bilge Balta
Uzun zaman oldu. Size herhangi bir konuyu bırakın da, onca rahatsızlığınızı duyup geçmiş olsun diyemedim. İki defa hastaneyi aradım telefonunuz çaldı cevap veren olmadı Fevzi kardeşim söylemişti, sizin o saatlerde uyuduğunuzu. Nasıl olduğunuzu az çok tahmin edebiliyorum.
Böyle komünistliğe can kurban. Siz yazmaya, bizler okumaya devam.
Size sonsuz sevgi ve selamlarımla sağlıklı günler dilerim.
M. Ali Diyarbakırlıoğlu, 10.10.2007
X
Ressam Dostum,

Öne sevgimi sundum.
İletinden memnun oldum.

Yazdıklarımı e-posta ile bazen yorgunluk nedeniyle gönderemiyorum.
Anılarımı okumak isterseniz www.bilgebalta.com adresli Site’nin açılış (indeks) sayfasına girin, diyorum.
Eşimin ölümü ve benim kalp krizi ile ilgili olarak; başsağlığı ve geçmiş olsun iletiniz için teşekkür ediyorum.

Eşiniz hanımefendiye de ayrıca selam diyorum.
Size de ayrıca sevgiler sunuyorum.

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Bilge Balta, 10.10.2007
x
Tansel Semir’den
Sayın Hayri Balta.
Yazınızı okudum. Geneline de katılıyorum.
Ancak söylediklerinizin hiç birini aleviler kabul etmez.
Aleviler gözlerini Arapların Ali’siyle kör etmişlerdir.
Ne aydınlık ne alev ne de güneş onları ilgilendirmiyor.
İlgilendikleri tek şey Arapların hayalleri.
Aleve tapanlar 1000 yıl önceydi.
Şimdi Aleviler “aydınlığın önderleri” olan İlhan Arsel ve Turan Dursun’u her andıkları zaman kötülemeleriyle kalıyorlar.
Ayrıca insan olanın Mezhebi, dini, ırkı olmaz.
Sevgilerimle…
Tansel Semir, 11.7.2006
+
Sayın Tansel,
İletini aldım, memnun oldum, sevgiler sundum.
Söylediklerinin geneline değil hepsine katılıyorum. Alevilerin onulmaz Ali’ci olduklarını ben de biliyorum.
Ne var ki biz Aliciler beğensin, kabul etsin, diye yazmıyoruz. Biz; gerçek saygımız gereği (Buna din ilminde Allah için denir…) yazıyoruz.
Ayrıca biz balımızı yesinler diye de yapmıyoruz. Biz balı arı olduğumuz için yapıyoruz…
Şimdi kal sağlıcakla, yeniden sevgiler sana…
Hayri@bilgebalta.com – G. T. 12.7.2006
X
Yılmaz’dan
Sayın Balta, ( her şeye zıplayan bir işgüzar üye olarak dayanamadım, kusura bakamayın )
Bu ne tatlı bir yazım
Geliştirin ( işte işgüzarlığım : )) eminim zaten yazıyorsunuz : )) ) lütfen.
Çünkü bende gördüm sizde, mahrum bırakmayın insanları sizden.
En çok ihtiyaç duyacağımız günler geliyorken hem de : ))
X

Sayın Yılmaz,
İletini aldım. Önce sevgi sundum. İletimle ilgilendiğin için memnun oldum.
55 yıldır, amatör, yazarım, hem de hep böyle yazarım.
Gaziantep’te onlarca gazetede, Ankara’da da üç dört gazetede, yazdım; şu an da, Gaziantep Ekspres’te günlük yazmaktayım. (Adresi: www.ekspreshaber.net )
Bu adresi tıklarsanız her gün günlük yazımı okuyabilirsiniz. Ayrıca www.bilgebalta.com adresindeki Sitem’de de diğer konulardaki yazılarımı görebilirsiniz.
Özelinize yazmam için bana soru sormalısınız ya da bir istekte bulunmalısınız. Bizim gibiler; sorulmazsa söylemez, istemezse vermez. Biz ermişler tabakasındanız bizi sıradan kişiler bilmez.
Sakın beni şeriat yanlısı bir inançlı sanmayınız. Biz ermişler, Bilgeler, akıldan, sağduyudan, vicdandan ve de bilim verilerinden başkasına inanmayız. Asıl önemlisi kendimizin dışında, evrenin dışında bütün varlıkları yöneten birini de var saymayız.
Ne varsa insandadır. İnsanın dışında olduğu söylenilen Allah, Ruh, Uzaylılar, sanaldır. Sirus topluluğunda kalem oynatanlar bunu anlamalıdır.
Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
hayri@bilgebalta.com – 9.8.2006
x
NE KADAR CİN ve ŞEYTAN TAİFESİ VARSA GEÇMİŞİNE GELECEĞİNE…

Merhaba Hayri Balta Bey.
Sizleri tüm içtenliğimle, aydınlıkçı yönümle ve yüreğimden gelen sıcaklıkla kucaklıyorum ve selamlıyorum.
Bir konu hakkında sizlerin yardımınıza ihtiyacım var. Fakat öncelikle kendimi tanıtayım. Ben üniversiteyi gecen sene bitirmiş ve mesleğimi elime alabilmem için sınavlara (KPSS.. gibi) hazırlanan biriyim. Bugüne kadar hayatımda din denilen kavram olmadı, çünkü inanmadım. Bu sebeple din ile ilgili hiçbir şeyi (namaz kılma, oruç tutma.. gibi hiçbir şeyi) yapmadım. Çünkü ben Muhammed denilen birinin söylediklerinin kendi sözleri ve uydurmaları olarak görüyorum ve hiçbir şeye inanmıyorum.
Ayrıca 1997 yılında Turan Dursun’un Tabu Can Çekişiyor – Din Bu, 3 isimli kitabini almıştım. Fakat derslerim ve zamanımın fazla olmamasından dolayı kitabi tam anlamıyla okuyamadım.
Bugüne geldiğimde ise bir sorunla karsı karşıyayım. Ve sizin yardımınıza gerçekten ihtiyacım var.
Aralık 2005’te yayınlanan Yeni Aktüel dergisinde bir yazı okudum ve hayatim bazı şeylere inanmamama rağmen tamamen değişti. (Dediğim gibi ben hiçbir dine inanmıyorum)
Bu dergide yazan bir konu var, ve o zamanlar gösterimde olan Şeytan Çarpması isimli filmin güya Türkiye’deki karşılığını ele almışlar ve bunu cinle ilgili olarak açıklıyorlar. Sözde cinle görüşenlerle, konuşanlarla, ilişkiye girenlerle röportaj yapmışlar.
O terbiyesiz ve şerefsiz dergi yöneticileri, sırf tiraj kaygısından böyle uydurma bir şeyler yazdılar ve ben bunu biliyorum. Fakat kendime laf anlatamıyorum. Bu yazıyı okuduktan sonra, inanmadığım halde sanki etrafımda cin varmış gibi hissediyorum. Sanki ben ders çalışırken görünmeyen varlıklar varmış da, benim ders çalışmamı engelliyorlarmış gibi hissediyorum.
Ben ders çalışırken sanki etrafımda görünmeyen varlıklar bulunuyormuş da, her an bana zarar verebilirlermiş gibi hissediyorum. Şunu da belirteyim. O dergide yazılan kişiler gibi ben halisunasyon.. vb. hiçbir şeyle de karsılaşmadım. Ama elimde olmadan ve cin gibi şeylere kesinlikle inanmamama rağmen, ders çalışırken çevremdeymiş gibi hissediyorum.
Bu durum bende Aralık 2005’den beri var. Ve ben su an ne yapacağımı ve bu sıkıntıdan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Şu anki düşüncem, Turan Dursun ve Erdoğan Aydın’ın kitaplarını alıp okumak.
Sizlere şunu sormak istiyorum.
– Bana bu konu ile ilgili önereceğiniz neler olur? (Önereceğiniz başka bir kitap veya yapmam gereken başka bir şey var mi?)
Bana yardımcı olursanız , inanın sizlere çok ama çok minnettar kalırım.
B. S. 16.8.2006
X
Sayın B.S.
Önce sevgi…
İçinde bulunduğun durum ruhsaldır (psikolojik). Cin, şeytan diye insanın dışında bir varlık yoktur.
Cin: Öfkesine kapılan insanın ahlaka, hukuka, insanlığa aykırı çılgınca davranışlarıdır. Öfkesine kapılarak; yasaya, ahlaka aykırı bir işlem yapan “Ne yapayım cinlerim tepeme çıktı!” der. Yani öfkemden ne yaptığımı bilmez duruma geldim, demek ister.
Şeytan ise; insanın kötülüğe olan meylini simgeler. Bu tür kişiler başkasına bir kötülük yaptıkça kendisini mutlu hisseder.
Diyelim; dediğin gibi cinler çevrende dolaşmaya başladı. Onlara şöyle seslen! “Ankara’da bir Hayri Balta var. Sizlere kafa tutar. Eğer bir marifetiniz varsa eğer; Hayri Balta’ya gösterin; ondan sonra bana gelin…” deyiver.
İşte sana bir olay. Bir gün bir doktor beni ziyarete geldi. “Salt sana verdiğim randevuya yetişebilmek için Cuma namazını kılmadan geldim.” Dedi.
Bunun üzerine ona şöyle dedim: “Eğer günahsa yaptığın; söyle Allah’a da; bunu benim hesabıma yazsın!”
Şimdi seni rahatsız eden o cin tayfasının tümüne sesleniyorum. Seni rahat bıraksınlar. Benimle uğraşsınlar.
O çevrendeki cinlerin, şeytanların tümüne, yedi kat sülalesine, geçmişine ve geleceğine sunturlu bir küfür savuruyorum.
Oysa ben hayatımda hiç kimseye küfür etmedim. Ama senin hatırın için seni rahatsız eden cinlere, şeytanlara küfür ettim.
Seninle uğraşacaklarına gelsin benimle uğraşsınlar. Varsa bir marifetleri gelsin bana göstersinler.
Sizi bu vesveselerden bilgilenmek kurtarır. Bu nedenle diğerleri bir yana öncelikle Erdoğan aydın’ın “İslamiyet ve Bilim” adlı kitabı okunmalıdır.
Sana önerim; bu iletimin bir çıkışını al. En kısa zamanda bir psikanalize (Doktora) git. Mektubu ona göster ve kendisinden gereken yardımı iste…
Yanlış hatırlamıyorsam bir ay kadar önce bana “Hayri Bey, yardımına ihtiyacım vaaar!” diye yazmıştım. Açıklama olmadığı için o zaman ciddiye almamıştım.
Şimdi ciddiye aldım, yapılması gerekeni yaptım.
Şimdi kal sağlıcakla. Sana gelenleri bana yolla, o hayalî ve sanal varlık bile olmayanlardan korkma!
hayri@bilgebalta.com – 17.8..2006
x
Emre Kongar’a
Sayın Emre Kongar,
Sevgiler, saygılar; bilimsel niteliğinizden ötürü size derin saygım var. Ancak İslam söz konusu olunca, gerçekleri söylemekten çekinmeniz nedeniyle size olan saygım, sevgim bocalar…
Aşağıda genç bir arkadaşın sizinle ilgili bir yazısı var. Bu yazınızda kullandığınız şu cümleler gerçek saygısı içinde olanları yaralar. İki satır yazınız içinde düzeltilmesi gereken çok konular var:
Örneğin şöyle demektesiniz: “İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)
Bir kere İslam dini; son din değildir, İbrahim dinine bir dönüştür.
Kaldı ki İslamiyet’ten sonra da yüzlerce din gelmiştir; ne var ki bunlar, mevcut dinlerin etkisi ile ve bir de “Ya imana geleceksin, ya öleceksin!” demedikleri için güçlenememiştir.
Aşağıdaki kurallarını sıraladığım bir inanç sistemine nasıl olur da “… çağdaş bir inanç sistemi…” diyebiliriz?
“Köleliği-cariyeliği olumlayan, kadına dayak atılmasını hoş gören, dörde kadar almaya cevaz veren, koşullar oluştuğunda Hülle yapılır deyen, hırsızın elini kesen, ağır suç işleyenin elini ayağını çapraz kesen, zina yapan evlileri taşlayarak öldüren (Recm), bekarlara ise yüz kırbaç vuran, dininden dönenin katlini vacip gören, İslam olmayan ülkeleri darül harp gören ve bunlarla dost olmayı yasaklayan” ki bu çağımızın; ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı kurallar saymakla bitmez.
Genç yazarımız; aşağıda yazısında, ahlak, mantık, hukuk kurallarına aykırı ayetlerden birkaç örnek vermiştir. Bakalım Sayın Hocamız bunlara ne deyecektir?
Hele son tümceniz düşünmeye değer. Merak ediyorum bu İslam dininin ürünleri neler? İlimde mi, fende mi, sinemada mı, sporda mı, teknikte mi, buluşta mı… Bunlar da saymakla bitmez ve kaldı ki yazının ikinci bölümünde “niçin geri kaldık?” sorusu ile siz de bu gerçeklere yüzeysel de olsa değinmektesiniz…
Ülkemiz; bu gün laiklik ile irtica arasında çıkmaza düşmüşse, bunun sorumlusu, sizler gibi gerçekleri ters yüz eden Kemalist aydınlardır. Sizlere Kemalist Müslümanlar da diyebiliriz ki; başat özelliğiniz İslam dini ile laikliği bağdaştırmaya çalışmanızdır…
Kemalist Müslümanlar; Ne Türklerin önderi Atatürk’ü, ne de Arapların önderi Muhammet’i anlamışlardır. Bu ikisi arasında yüz seksen derecelik uzlaşmaz bir zıtlık vardır. Bilimsel niteliği olan bir aydın bu ikiliyi bir arada kabul edemez.
Bu iki önder arasındaki zıtlığı anlamadıkları içindir ki demokrasi adı altında iktidarı, altın tepsi içinde, şeriat özlemi ile yanıp tutuşanlara sunmuşlardır ve şimdi de işin içinden nasıl çıkacaklarını araştırmaktadırlar.
Zaman aydınlık düşünceliler ve ülkemiz aleyhine işlemektedir. Genel Kurmayımız bu gerçeği şu yargısı ile dile getirmiştir. “Bölücülük ve İrtica en büyük ve en yakın tehlikedir!” Yaklaşmakta olan tehlikeyi önlemek için hiç olmazsa aydınların doğru olanı ve gerçekleri söylemesi gerektir.
Tarih, gerçekleri doğruları ve gerçekleri söyleyenlere yer verecektir; söylemeyenleri ise, silecektir.
Sizin toplumumuz üzerinde büyük bir etkinliğiniz var. Gerçek dışı en küçük bir açıklamanız sizin bilimsel niteliğinizi ve bizi yaralar.
Siz bilimsel kişiliğinize sahip çıkmazsanız, kim sahip çıkar?..
Bizler de gerçekleri söylemezsek kim söyler?…
Saygılarımla,
hayri@bilgebalta.com – 11.9.2006
+
İNSAN; DEĞİŞİME İNANANDIR

Emre KONGAR “Kültür Üzerine” adlı eserinde İslam dini üzerine şunları söylemektedir:
“İslam dini, semavi dinlerin sonuncusu olarak her zaman saygıdeğer ve çağdaş bir inanç sistemi biçiminde varlığını sürdürecek, ürünlerini verecektir.“ (1)
Herhalde şu ayetler Sayın Kongar’a göre saygıdeğer ve çağdaş görünüyor;
Nisa 89- Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin.
Nisa 91- Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine baş aşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik.
Bakara 191- Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Tevbe 5- Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Maide 51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.
Maide 38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.
Nisa 34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihat, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
Nahl 75- Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, kendisine güzel bir rızık verilen ve o rızıkdan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Bütün hamd Allah’a mahsustur. Doğrusu insanların çoğu bilmezler.
Sayın Kongar’ın bu ayetlerden habersiz olması olası değildir. Kendisi Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük sosyologlarından biridir. Çok güzel tespitleri bulunmaktadır.
Bakın Sayın Kongar aynı eserinde bu sefer de şu tespitlerde bulunmaktadır:
“…işaret etmek istediğim nokta , Türkiye’nin kurtuluşunu İslam’da görenlerin önce, niçin İslam topluluklarının geri kalmış olduklarına ilişkin akılcı ve bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olduklarıdır. Hem en ileri, hem en güzel, en geliştirici dine sahip olacaksın, hem din toplumsal ilerlemenin bir nedeni olacak, hem de geri kalacaksın. Bakın bu durumu açıklamak insanı nerelere götürüyor:
Din elden gittiği için geri kaldık savı. Bu savı ileri sürenler, (dikkat edin!) dinin elden gitmesinin nedenlerini açıklamak zorundadırlar: En güzel, en ileri olan din, yani Müslümanlık hangi nedenlerle güzsüzleşmiştir? Güçsüzleşmeye neden karşı koyamamıştır? Elden giden dinin yerine ne gelmiştir? Yerine gelen şey, neden gerileme nedeni olmuştur? Müslümanlığın yerine gelen şey, ahlaksızlık ve zındıklık ise, kendisini ahlaksızlık ve zındıklığa karşı koruyamayan bir din, ne denli geçerlidir? Dinin asıl görevi ahlakı ve Allah korkusunu yerleştirmek değil midir?” (2)
Biz sadece Müslümanları değil tüm dünyanın düzen içinde barışçıl bir ortamda kardeşçe yaşamasından yanayız. Yalnız bu barış için savaşım gerekmektedir. Barış için savaşa evet dememiz, geleceği böylece güvence altına almamız gerekmektedir. Oysa İslam dünyasının böyle bir kaygısı yoktur. İslam dünyası değişime şiddetle karşı çıktığı için her zaman bir anarşi ortamında birbirlerini yok etmektedirler. Yalana hayır demeyen hiç kimse bu anarşiden kendini ve toplumu kurtaramaz.
Din olgusu soyut bir kavramdır. Din insanımsının düşüncesizliğidir. Bu düşüncesizliği, dini yok etmekle değil, bilimle-düşünceyle-düşünmeyle çözebiliriz. (Toplumsal gelişmenin evrimsel sürece bağlı oluşu, düşünsel gelişimi de bir sürece tabi kılmaktadır. )
Sayın Kongar biraz daha öz verili ve tutarlı olsaydı (arada kalmasaydı) aydınlığa daha büyük katkılarda bulunabilirdi.
Ahmet Taner KIŞLALI ve Bahriye ÜÇOK gibi “dini çağdaşlaştırma” veya “birilerine yaranma” politikası içerisinde olanlar ne aydınlığa bir fayda sağlayabilir ne de aydın sıfatı kazanabilirler.
Din değişimi kapısından içeri sokmaz. Değişim her zaman dinsizlik olarak görülmüştür. Değişim sömürünün, yalanın zehiridir. İnsanımsı dine inanırken, insan değişime inanmalıdır. Değişim yoksa evren de yoktur.
Değişim devletleri de kapsamalıdır. Değişim geçirmeyen bir devlet devletsizleşmiş demektir. Örneğin Osmanlı bir din devletsizliğiydi. Devlet asla din ile bir araya getirilemez. Din içeren bütün devletler, devletsizliği yani eşitsizliği-düzensizliği-karmaşayı-anarşiyi beraberinde taşır.
Bir toprak parçası üzerinde hüküm kurmakla devlet olunmaz. Devlet birey için vardır, toplum için vardır. Devlet toplumdaki tüm bireylere eşit haklar tanımalıdır. Bunu tanıması için bireycilerin oluşturduğu topluluklar, bireylerin oluşturduğu topluma dönüşmelidir. Bu toplum-bireyler değişimi her zaman içerisinde taşımalı ve yaşatmalıdır.
Osmanlı devletsizliği milyonlarca bireycinin-sürünün emeğiyle parazitleşmiş, değişimi içinde barındıramadığı için de yok olmuştur. Din’in yaşam alanı da bu devletsizliklerin yıkılması-kurulması aşamalarındaki karmaşa ortamıdır. Devletsizlikle din iç içedir. Devletsizlik dini, din devletsizliği yaşatmaktadır.
Değişim insanoğlunun inanacağı tek şeydir. Değişimler her zaman belirli kuralarla gerçekleşir. İnsan da bu kuralları bilim ile açığa çıkarmalıdır. Doğru değişmekle birlikte tektir. Zaman-mekan içerisinde bu değişim gerçekleşir. İnsan değişimi iyi kavramalı ve kurallarını belirleyerek devletleşmelidir-düzenleşmelidir.
1- Emre KONGAR “Kültür Üzerine” Çağdaş Yayınları, 2.B s.152 1984
2- Aynı eser. s.154

http://tanselsemir.blogspot.com/

Güncelleme: 12.9.2006
X
Tansel Semir’e
Sayın Semir,

Yazdığın güzel ve bilimsel içerikli yazılar için size saygı gösterilir.
Sorunlar büyük; ne var ki sorunu çözeceklerin aklına şiddetten başka bir şey gelmiyor Şiddet şiddeti yaratıyor; Türk milliyetçisi Kürt milliyetçiliğini, Kürt milliyetçisi Türk milliyetçiliğini yaratıyor. Bunlar ateşi halka sıçratmak için kıyasıya birbirine giriyor. Güçlü olan da güçsüz olanı ezdikçe eziyor. Onları isyana sürüklemek için elinden ne gelirse yapıyor…
Bu yargısız infazlar, bu kim vurduya gitmeler, daha neler de neler… Anlayış, sevgi, sağduyu, vicdan olmadan bir kıyıma doğru hızla gider de gider… Bu anlayışsızlığın kurbanı yalnız Kürtler değil aynı zamanda Türkler…
Ne var ki yazdıklarımızı okuyan, anlayan, konu üzerine cesaretle giden yok. Buna karşı gittiği felaket uçurumdan habersiz ateşin üstüne ateşle giden çok…
Bu işin çözümü için tek yol sosyalizm anlayışının hakim olması ve uygulamaya geçilmesidir… Sosyalizme de, Türkiye’de kapitalist sistem olduğu sürece nasıl geçilebilir?.. Yoksa; nasıl Balkanlar gittiyse, Yunanistan gittiyse, Araplar gittiyse, öyle sanıyorum ki bu işin sonunda biraz daha küçülme var… Bunu ancak yurtseverlikten nasibi olmayanlar yapar…
Sonuç olarak biz yazıp biz okuyoruz. Sanki havanda su dövüyoruz…
Saygılar, sevgiler sana ve senin gibi yürekli aydınlara…
Şimdi kal sağlıcakla,
Hayri Balta, 23.7.2005
G.T. 16.12.2006
x
EY KÜFÜRBAZ! BU YAZDIKLARIM AZ BİLE SANA
BİR DAHA ALLAH’IN VELİLERİNE DOKUNMA

Bu adresteki (http://www.bilgebalta.com/din.htm); kusuntuları gaflete düşüp okumaktan dolayı; kendimden nefret etmekle beraber şunu da belirtmeliyim ki; çok balta gördüm ama senin gibisini görmedim. Sen nev-i şahsına münhasır özel bir baltasın. Aslında balta bile değilsin, sen balta sapı; hatta mal değneği bile olamazsın.
Sen var ya dokuz ay süren bir kabızlık sonucu dünyaya sıçılmış bir boksun. Hatta bok bile değilsin, seni nasıl tarif etsem acaba bilemedim.
Bu kadar yazı yazıp içinde iki dakka saçmalamadan duramamışsın. bide eğer gerçekten avukatsan yazık bu memlekete yahu..
swordfish-49@hotmail.com 27.9.2006
x
BU YAZDIKLARIM AZ BİLE SANA
ALLAH’IN VELİSİNE DOKUNMA

Bu adresteki (http://www.bilgebalta.com/din.htm); kusuntuları gaflete düşüp okumaktan dolayı; kendimden nefret etmekle beraber şunu da belirtmeliyim ki; çok balta gördüm ama senin gibisini görmedim. Sen nev-i şahsına münhasır özel bir baltasın. Aslında balta bile değilsin, sen balta sapı; hatta mal değneği bile olamazsın.
Sen var ya dokuz ay süren bir kabızlık sonucu dünyaya sıçılmış bir boksun. Hatta bok bile değilsin, seni nasıl tarif etsem acaba bilemedim.
Bu kadar yazı yazıp içinde iki dakka saçmalamadan duramamışsın. bide eğer gerçekten avukatsan yazık bu memlekete yahu..
swordfish-49@hotmail.com 27.9.2006
x
Sword Fish’e 1. Yanıt

Sen Türk değil misin de; kendine Sword Fish dedin?
Sorarım BU MİLLET: Kâfir adını kullanan birine nasıl olur da Türk ve Müslüman desin…

Sahi sen “Hangi bağın bağıbanısan gülüsen/Aldın aklım, ettin beni delisen”
Kim yetiştirdi seni böyle, hangi dinden, hangi mezhepten, hangi tarikattensen…
Din de, mezhep de, tarikat de utanır senin gibi ağzı kokmuş birinden…

Allah bile Peygamberine: “Onların hidayete ermesi senin üzerinde bir yükümlülük değildir.” (K. Bakara. 272) derken
Senin bu yaptığına ne denir? Sabahleyin erken erken…

Bir de şu ayete bak: “O kimi dilerse onu doğru yola iletir.” (K. Bakara. 142) diyor.
Şimdi senin beni doğru yola iletme çabana ne denir?
Al sana bir soru: “Neden Allah beni senin gibi doğru yola iletmemiştir?”

Allah dilerse; beni de, senin gibi birine çevirir…
Demek ki benim senin gibi düşünmemem Allah’ın emridir…

Yani şimdi ben senin beğeneceğin yazı mı yazmalıyım?
Peki, herkesin beğeneceği biçimde yazar söylersem nasıl Bilge olayım…

Bil ki ben mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve aydın bir kimseyim!”
Bunun yanında hem Hukukçu hem de Bilge’yim…
Böyle olan ben, nasıl olur da:
“Abdest suyu alyuvarları artırır… Tansiyonu düşürür…” derim.

Kim dedi sana “www.bilgebalta.com”a gir diye…
Neden kapatmadın da okudun yazılarımı hoşuna gitmediyse…

Gaflete düşmüş, siteme girmişsin.
Ama kapatmamış, okumuş bitirmişsin.
Benden değil; “kendinden nefret etmişsin…”
Gerçekten de nefret edilecek kişiyi iyi seçmişsin…

Cennetlik mi, Cehennemlik mi? Söyle bana şimdi sen nesin?
Ne Cennetlik, ne de Cehennemlik… Çünkü sen bir hiçsin…

Dünyaya bile gelmemişsin. Daha sen, ana karnında bir ceninsin.
Dahası, Din ilmine göre, bir ölüsün!
Bak ne diyor Kuran:
“… ölülere ve sağırlara işittiremezsin.” (K. 27/80. 30/52)
Bilge Balta, gerçekleri ölülere nasıl iletsin?

İnsanların çoğu “Hayallerinde yarattıkları Allah’a tapar.” (Bak. K. 6/116, 148. 6/116, 148. 10/36,66. 53/28)
Zanna tapanlar, tarih boyunca, Allah’ı bilenlere çatar…
Kimisin derisini yüzer, kimisini de ya asar, ya keser, ya da yakar…

Sana derim ki kendini bil kendini.
Allah’a karşı gelirsem cezalandırır Allah beni…
Şöyle şimdi bana: Bu kadarı yetmez mi?
hayri@bilgebalta.com – 2.9.2006 PAZARTESİ için…
Not:
Swordfish’ten gelen yanıt aşağıdadır. Bir öncekine göre biraz edeplicedir. Çok kısa zamanda gereken yanıt verilecektir…
x
baltaların en bilgesi,
Swordfish kılıçbalığı demektir, sen anlamazsın.
Ama varya ben gerçekten gülmekten öldürdün, sen baltaların en komiğisin aynı
zamanda.
Demek sen Allahın velisisin. Bu bir ilk inan. İlk defa bir veli, veli olduğunu ilan etti.
Sen olsa olsa delisin denebilir.
Sana sevgili atatürkünle cehennemde mutluluklar dilerim (eğer tevbe etmezsen)
Swordfish, 2.10.2006
X
Swordfish’e 2. Yanıt:

Sorunu yanıtlamakta geciktim.
Özür dilerim…
Çünkü rahatsızlık çekmekteyim.

Swordfish’tin “Kılıçbalığı” olduğunu nerden bileyim.
Ortaokulu ve Lise’yi akşam okullarında
Gündüz çalışıp akşamları okuyarak
Fakülteyi de dışarıdan orta derece ile bitirebilmiş biriyim.
Ben, yabancı dili bile olmayan, cahil biriyim.
Ama cahilim diye düşüncelerimi söylememeli miyim?

Şimdi gelelim takılmana:
“Demek sen Tanrı’nın velisisin.” diye takılıyorsun bana…

Bir kere bak; ben “Deli” değilim.
Eğer dediğin gibi “Deli” olsaydım;
Kendim için, “Peygamberim, Mesihin, Mehdiyim! Mürşid’im…” derdim.
Ama ben ne Peygamberim, ne Mesih’im ne de Mehdi’yim.
Ben kendini, dinini ve de Tanrı’sını bilen sıradan bir “Veli”yim!..

Bir okulda öğrenciye “Senin velin kim?” diye sorarlar.
Kaldı ki biraz kafası çalışan; Veli karşılığının “koruyucu” olduğunu anlar.
Veli kavramını böyle açıklar sözlükler, lüğatlar…

Şimdi gelelim Tanrı nedir?
Tanrı; Bütün genel doğruları (Başkasının hakkını yememek, hırsızlık yapmamak, kimsenin namusuna tasallut etmemek… saygın gitsin…), olumlu kavramları (Doğruluk, güzellik, iyilik… esma-i hünsa dedikleri), yüce duyguları (Sevgi, bağışlama, kin tutmamak… say gitsin…) kapsayan simgesel bir anlatım ki bu kavramlara sahip çıkan “Rahman’ın Velisi” olarak kabul edilir. Yine bunun gibi bu kavramların tersi kavramlar ise Şeytan’ın Velisi olarak kabul edilir…
Yani, eğer bir insan; genel doğruları, olumlu kavramları, yüce duyguları yaşamına uygular ve bu kavramlara sahip çıkarsa; Tanrı’yı korumuş olur. Yani Tanrı’nın Velisi olur…
Yok bu kavramlara saygı göstermeyerek; genel doğruların, olumlu kavramların, yüce duyguların tersini yaparsa, nefsine uyarak şeytanın yolundan gitmiş olur ki buna da Şeytan’ın Velisi denir…
Elbette bu söylediklerim size saçma sapan gelir. Size göre; insanın dışında, Dünya’nın dışında, Evren’in dışında bir zamandan ve mekandan münezzeh bir Allah vardır ve bu Allah insanın kaderini belirler, Peygamber gönderir kitap indirir.
Bu anlayış insanın yaptığı karşılaştırma (mukayese) sonucu vardığı yargıdır. Bu ise hem de Kuran’a göre bir zan’dır. Bak. Kuran: 2/78. 6/116, 148. 10/36,66. 53/28…)
İşte ben Tanrı’nın velisine dokunma derken bunları kast etmiştim. Yoksa ben yaşamım boyunca ne namaz kılmışımdır, ne oruç tutmuşumdur, ne de diğer vecibeleri yerine getirmişimdir. Yine ben ne Musevi ne de İsevi’yimdir… Ben doğuştan garip bir ademimdir.
Bile bile kimseye kötülük etmemişimdir, çocukken bile bana küfredenlere küfretmemişimdir, kolay kolay iradeli olarak yalan söylememişimdir, bana kötü söz söyleyenlere iyilikle karşılık vermişimdir. Dayanağım kutsal kitaplardaki yüzlerce ayet yanında bir de şu ayettir: “Kestiğiniz kurbanların ne etleri, ne kanları Allah’a ulaşmaz; Allah’a ulaşacak olan yalnızca iyi davranışlarınızdır…” (K. 22/37)
Demek ki bana düşen iyi ameldir…
Ne demek istediğim anlaşılıyor mu acaba?
Bizim bu bildiklerimiz Tanrı; “Akıllılardan ve hikmetlilerden gizlemiştir.” (İncil. Matta, 11/25)
Bu gerçek Kuran’da şu ayetle dile getirilir: “Dirilerle ölüler bir değildir. Şüphesiz ki Allah kimi dilerse ona gerçekleri duyurur. Sen kabirlerde olanlara işittirecek değilsin…” (K. 35/22)
Bu günlük bu kadarı sana yeter sanırım. Ben “ölülere” (Yani fikre karşı küfürle karşılık verenlere, fikirlerinden dolayı başkasını küçük görenlere ve onlarla alay edenlere…) gerçekleri nasıl anlatırım?
Bu kadar açıklamadan sonra sana; Tanrı’nın velileri ile alay etmemeni öneririm… Kabul edersen eğer; senin sövgülerine sevgiler gönderirim… Çünkü ben nefsine (şeytana) mahkum biri değilim…
Hem Atatürk’e de dil uzatma… Çarpılırsın sonra…
Av. Bilge Balta, 27.10.2006
X
İbrahim Ozduğancı’dan
Kendine yazık ettiğin yetmiyormuş gibi insanları da zehirliyorsun , dışarı çık ve çevrene bak, kendine bak, bu güzellikler kendiliğinden mi oldu ?sen mi yarattın ? bir ağacı ,bir böceği ,bir sineği ,yapabilir misin ?bunları yaradan, başı boş mu bıraktı sanıyorsun ?seni yaradanın verdiği nimetle besleniyorsun , eleştirdiğin kitabın içinde, hiçmi gerçek olan yok , ateşi gören herkes, onun yaktığını söyler, ama yanmanın nedemek olduğunu canı acıyan, ,yanan, bilir. olayları bu gözle gör
İbrahim Ozduğancı, 30.9.2006
X
Sayın Özduğancı,

Beni imana getirme kaygın olumlu bir kaygı
Duyarım bu düşüncene saygı…

İletini yanıtlamakta geciktim.
Çünkü çoktandır rahatsızlık çekmekteyim.
Geciktiğim için özür dilerim..

Sen de İbrahim peygamber gibi düşünüyorsun,
Aya, güneşe, yıldızlara bakarak akıl yürütüyorsun.

“bu güzellikler kendiliğinden mi oldu ?sen mi yarattın ?” diye hükme varıyorsun.
İbrahim Peygamber gibi “Bunları yaratan biri vardır!” diye yargıya varıyorsun.
Kendi düşüncen ürünü olarak bir Allah yaratıyorsun…

Ben Allah yaratacak kadar zeki değilim.
Ben sıradan, düşünen bir insanım, haddimi bilirim….

Elbette bizi bir yaratan vardır.
Bizi yaratan maddedir.
Maddenin dışında ne vardır?

Benim bu düşüncem bilime dayanır.
Bilim: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz.”
Diye yargıya varır.

Bu bilimsel dayanağımdır.
Bir de dinsel dayanağım vardır,.
Kuranda şöyle yazılır.
“Allah kişinin kalbi ile kendisi arasına girer” (K. 8/24)
Bir de şöyle yazılıdır:
“Biz insana şah damarından daha yakınız!” (50/16)

Bunların bende geniş açıklamaları vardır.
Senin anlayacağın Bilge Balta Allah yaratmamıştır.
Var olana, varlığını hissettiği kavramlara inanmıştır.

Daha söyleyeceklerim var ama,
Bu günlük bu kadarı yeter sana…
Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Bilge Balta, 28.10.2006
x
x
Z. Topçu’dan
Merhaba,
Arif tekini tanımıyordum ve kitap da tesadüfen elime geçti.
Daha başından itibaren bana öğretilen ve kalbimle bulduklarım çünkü her insanda doğuştan gelen bir din duygusu var diye düşünüyorum sanki her şey karıştı ve altı boş mu diye düşünmeye başladım.
Arif tekini araştırırken çoğu ilgili sitede izine rastlayamadım bu siteyi gördüm.
Sizinde avukat olmanız bu mesajı yazmama neden oldu çünkü bende bir hukuk fakültesi öğrencisiyim.şimdi.
Merak ettiğim bir kaç soru var. Bu konuyla ilgilendiğiniz ve yer verdiğiniz için
cevaplayacağınızdan eminim.
Arif tekinin medresede okuduğun söylediniz Atatürk zamanında bu kurumlar kapatıldı ne tür bir medreseden bahsediyorsunuz?
Arif tekin inanarak yaşamış bir insan şimdi neye inanıyor?
Bir art niyet gözetmeden soruyorum. İnsanların kafasını karıştırıp çözümlerini
niye anlatmıyor? Acaba bunları kendiside mi bilmiyor yada söyleyemiyor mu, çünkü
binlerce yıldır inanılan bir şeyi değiştirmek kolay olmayacaktır. .
Özelliklede Türkiye’de.
Şimdiden teşekkür ederim…
Z. Topçu, 10.1.2007
+
Sayın Topçu,
Önce sevgi…
Arif Tekin, şu an Avrupa’da yaşıyor. Hangi ülkede olduğunu da bilmiyorum.
Kendisi, kendisi ifadesine göre, medrese mezunu olup Diyanet İşlerinden, 25 yıl imamlık yaptıktan sonra, emekli olmuştur… Artık yurt dışındaki medreselerde mi okumuştur; yoksa Turan Dursun gibi Anadolu’nun Doğu illerinde gayri resmi çalışan din okullarında mı okumuştur; bilemiyorum… Ne var ki her ikisi de medrese mezunu olduklarını söylemektedir…
Önemli olan nerede okudukları değildir; önemli olan ne söyledikleridir. Arif Tekin, beni telefonla aradığında, aynen şöyle demiştir: “imamlık yaptığım sürece insanlara yalan söylediğim için vicdan azabı çekiyordum. Bu kitapları yazmakla yaşadığım vicdan azabından kurtuldum…”
Bu güne değin bastırdıkları şunlardır. Çıkış sırasıyla yazıyorum:
Kur’an’ın Kökeni, Kaynak Yayınları
Muhammet ve Kurmaylarının Hanımları, Kaynak Yayınları
Sumerler’den İslam’a Kutsal Kitaplar ve Dinler, Berfin Yayınları
Bildiğim kadarıyla şu an da “MUHAMMED’İN TANRISI” adlı bir kitap yazmaktadır… Dediğim gibi “İslam, hoşgörü ve barış dinidir,” diyenlerin canına kıymalarından korktuğu için İlhan Arsel gibi yurtdışında yaşamaktadır.
Dediğin gibi her insanda doğuştan gelme bir din duygusu vardır. Din dediğin; güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe, erdeme olan eğilimdir ki bu; olumlu kavramlar, yüce duygular, genel doğrular (ki Tanrı olarak anlatılır) bütün insanlıkta doğuştan vardır. Bunun içindir ki “Tanrı’nın dini tek” denmiştir.
İnsanların din diye belleyip bildiği; zamanın ileri gelenlerinin koyduğu şeriattır. Bu nedenle de Musa şeriatı, İsa şeriatı, Muhammed şeriatı denmiştir.
Arif Tekin’in neye inandığını bilmemize olanak yoktur. Bir hukukçu olarak kimseye neye inanıp inanmadığı sorulmamalıdır. Neye inanırsa inansın. Beni, onun davranışları iyi mi, kötü mü olması ilgilendirir.
Çözüm getirmesi sorunuza gelince; her insan çözümünü kendi bulur. O, İlhan Arsel ve benzeri kişiler, bir aydın olarak gerçekleri söylemektedirler. Çözüm; insanın aklında, gözlemlerinde, deneyimlerinde, sağduyusundadır.
Şimdilik bu kadarını yazabildim. Çünkü yaşlıyım (75), hastayım (Kronik kalp yetmezliği, kronik böbrek yetmezliği, hipoglisemi gibi şeker hastalığı ve daha bunun gibi 7 tane raporlu hastalıkla boğuşmaktayım.) ve bu nedenlerle yorgunum…
Şimdilik bu kadar yazabildim.
Şimdi kal sağlıcakla,
Yine sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 10.1.2007
X
Halil Eyupoğlu’ndan
“SEN HAKK’I YABANDA ARAMA SAKIN
KALBİNİ PÂK EYLE HAK SANA YAKIN”.
Pir Sultan Abdal

Hayri Balta..
Öncelikle ölümün eşiğinden döndüğü için geçmiş olsun dileklerimi sunuyor ve acil şifalar diliyorum.
Hayri Balta yaşamla mücadele eden bir kişiliğe sahip insan. Yaşam öyküsü inadına kendisini bir noktaya getirmiştir ki; o nokta ise engin insan mertebesidir.…
Engin insan bence Allah’a en yakın olandır. Her ne kadar Hayri Balta ben inanan biriyim dese de ben de dahil kendisini ateist olarak görmüşümdür. Bu neden kaynaklanıyor? İnsana önyargılı bakıştan..
Hayri Balta her zaman için şeraite karşı duran bir kişiliktir. Oysa günümüzde şeriata karşı olanı DİNSİZ etiketiyle kafir ilan etmişler. Bunların başında da Halla-ı Mansur, Nesimi, Mevlananın hocası Şems Tebrizidir. Bunlar Enel-hak yani tanrı benim içimdedir demişlerdir.
Hayri Balta ise kendini böyle yorumluyor ve diyor ki ben Allahsız değilim. Belki sizin dininizden olmaya bilirim. Hatta hiçbir dini de kabul etmeyebilirim. Bu demek Allahsız olmak demek değil …
Kelime-i şahadet anlamı: Allah’tan başka ilah yoktur. yine şahadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resulüdür.
Yani Kelime-i şahadet Allah ve peygamberi tanıma ve kabul etmedir. Şeriatı yani yolu nasıl kullanacağı da kulun işi.Allah’a varmak insanı tanımakla olur. İnsana sunulan kıymetle ölçülür. Onun için terazi vardır. iyiyi kötüden korumak için yasalar vardır. Hem teraziyi alıp kıracaksınız hem de insan lehine çıkan yasaları tanımayacaksınız. Sonrada şeriat adına dine şekil vereceksiniz. İşte bu Allah’ın dini değil, insanların kafasında oluşturduğu şeriattır.
Hayri Balta işte bu noktada diğer insanlarla ayrışıyor.
Ne diyor:
– Ben Allah’ın dinindeyim. Ve devam ediyor:
– Dediğin gibi her insanda doğuştan gelme bir din duygusu vardır. Din dediğin; güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, dürüstlüğe, erdeme olan eğilimdir ki bu; olumlu kavramlar, yüce duygular, genel doğrular (ki Tanrı olarak anlatılır) bütün insanlıkta doğuştan vardır. Bunun içindir ki “Tanrı’nın dini tek” denmiştir.
Ve aynı felsefe ile Hayri Balta’ya gönül dolusu sevgilerimi ve Pir Sultan Abdalın şu dizelerini sunuyorum.
Sen Hakk’ı yabanda arama sakın
Kalbini pâk eyle Hak sana yakın
Adem’e hor bakma gözünü sakın
Cümlesin Adem’de buldum erenler
+
Bir ismin Ali’dir, bir isimin Allah
Şükür birliğine elhamdü lillah
Dinimiz kavidir, vallah ve billah
Ben Ali’den gayrı âlâ görmedim
Halil Eyyupoğlu,13.1.2007
X
Sayın Eyyupoğlu,
13.1.2007 tarihli Gaziantep Eksperes’teki yazını okudum. Olumlu görüşlerin için teşekkür. Hiç olmazsa bana bir değer biçmişsin.
Ancak bazı yanlış anlamalar var ki bu konuda görüşlerimi açıklamak zorunluluğu doğmuştur…
Öncelikle belirteyim ki ben; Musa şeriatının, İsa şeriatının, Muhammet şeriatının insanlığa hiçbir yararı olmadığı kanaatindeyim. Çünkü bu şeriatlar yüzünden 5 bin yıldır insanlar birbirlerini, sırf kendilerinin inandığı gibi inanmadıkları için öldürüp durmuşlardır. Örnek: Filistinlilerle Yahudilerin savaşı, Avrupa’da yüz yıl savaşları, Deve savaşı, Emevi Haşimi savaşı, Kerbela savaşı, günümüzde Şii-Sünni savaşı… Bunlar şeriat mensuplarının kendi içindeki savaşları. Bir de karşıtlarına karşı savaşları vardır ki; insanlık bunlar yüzünden huzur bulamamış, kan ve gözyaşına boğulmuştur. Örneğin günümüzde; Bin Ladin’in durup dururken Amerika’nın Ticaret Merkezini vurup çökertmesi… Hıristiyanların, ki başı ABD çekmektedir, İslam dünyasına karşı husumeti hep şeriat anlayışı yüzündendir. Özetle, bütün şeriatların insanlığa verdiği bir şey olmadığı gibi vereceği bir şey de yoktur…
+
Bak şu saptamanı beğendim: “Hayri Balta engin insandır. Engin insan bence Allah’a en yakın olandır”.
Şahsen ben Tanrı’ya yakın olmaya çalışanlardan biriyim. Öyle Mansur, Nesimi, Şems gibi “Enel Hak” diyenlerden değilim. Çünkü insan ayrı hak ayrıdır. İnsan maddedir, Hak mânadır. Ancak insan Hak’kı yaşar; bu demektir ki; doğru, dürüst, olumlu, erdemli ve kanaatkar olarak yaşayan insan Hak’kı temsil eder. Enel Hak sözü bir anlam da bunu ifade eder.
Bir de Mansur, Nesimi, Şems vb saygın kişiler; insanla evreni aynı hamurdan; yani topraktan, maddeden görür. Bunlara göre insan topraktan geldi, toprağa gidecektir. Yani insanın, canlının, yaratıcısı güneş, su, hava ve topraktır, yani maddedir. Dolayısı ile insan yaratan maddenin (Güneş, Hava, Su, Toprak= Dört unsur. Enasır-ı Erbaa). Bunu dinler de kabul eder. Demek ki insan maddenin bir ürünü, bir parçasıdır. Buna da Vahdet-i vücut; yani Evren, Dünya ile canlı (hayvan-insan) birlikteliğidir. İşte bu saygın kişiler Enel Hak demekle yaratanın bir parçası olduklarını söylemektedirler. Bunlar insanın dışında güçlü varlık, ki Allah olarak ifade edilir, bir tasavvur etmezler…Tasavvur etmedikleri için de insanın dışında bir varlığın, doğanın dışında bir varlığın olmadığını ileri sürerler .
Bu nedenle ben yaratan olarak maddeyi (Dört unsur) kabul ederim. Elbette şeriatçılar “bu maddeyi de yaratan bir güç vardır ki buna da Allah denir” derler. Bu bir varsayımdır. Mukayeseden doğmuştur. Bu mukayeseyi yapanların başında İbrahim peygamber gelir. İbrahim peygamber; sırasıyla, yıldızlara, aya, güneşe bakarak önce bunlara Allah demiş. Bu da kendini sarmayınca hayali, sanal bir Allah anlayışına varmıştır.
Ben ise hayali, sanal, olan bir Allah’ın varlığını kabul edemem. Ben gerçek olanın peşindeyim ve onu kabul etmekteyim.
İnsan yaratanın (Evren’in, Dünya’nın) bir parçası olur ama Allah olamaz. Olmayan, hayali olan bir varlık olunamaz. Çünkü bilim şöyle diyor: “hiçbir şey yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz.” (maddenin sakınımı yasası).
Ama şeriatçılar kafa karıştırmakta usta oldukları için “olur” diyerek insanın düşünerek araştırmasını önlerler. “Değil mi ki bir yaratan var; yaratanı kim yaratmıştır?” Dediğin takdirde de “Böyle bir şey sorulamaz” diyerek insan aklına ket vururlar.
Oysa yaratan (madde) yaratılmamıştır. Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Maddenin sakınımı yasasının belirttiği gibi başlangıcı, sonu yoktur ve hep vardır ve var olacaktır.
Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir. Allah sanaldır. Yaratan da maddedir, topraktır, Evren’dir. Peki yüce olan bir şey yok mudur?. Olmaz olur mu, vardır ve buna da Tanrı denir ki; bu da, Genel doğrular, yüce duygular, üstün ve olumlu olan kavramlar, akla, bilime, mantığa, sağduyuya aykırı olmayan ilkeler ve kurallardır ki. bunlar, yüce olduğu için de Tanrı olarak adlandırılır.
Bu durumda peygamber gönderen, kitap indiren bir varlık yoktur. Bunların simgesel bir anlamı vardır ki bunu erbabı anlar. (Bu konuda Şeyh Bedrettin’in VARİDAT adlı kitabının okunmasını öneririm…)
Benim Tanrım: Genel doğrular, yüce duygular, üstün ve olumlu olan kavramlar; akla, sağduyuya, bilime, mantığa, sağduyuya aykırı olmayan ilkeler ve kurallardır. İşte ben böyle bir Tanrı’ya inanırım. Dinim de bu kavramların tümünü uygulama çabasıdır…
Demek ki bana göre üç kavram var.
Birincisi: Yaratan (toprak, madde, dünya, Evren…): Bu gerçektir.
İkincisi: Allah, ki bu açıkladığım gibi mukayeseye dayanan hayalî ve sanaldır.
Üçüncüsü: Tanrı ki; yüce olan, doğru olan, iyi olan bütün kavramlardır. Yani mânevi..
Tanrı, mana (manevi) alandaki kavramlardan oluşur. Yani manevi olarak vardır. Maddî olarak yoktur. İşte ben buna inanırım. Tanrı’yı yaşamaya ve O’na yaklaşmaya çalışırım ki; haşa, Enel Hakk’ım diyemem. Ben Hakk’ı temsil etmeye çalışmaktayım, derim.
Peki bu durumda bana bir soru daha sorulabilir. Vahiy,Cennet, Cehennem, Öbür dünya, hesap verme, ruh, ölmek, dirilmek, ilahir… yok mudur? Vardır; ancak bunlar mâna âlemi ile ilgili simgesel anlatımlardır. Saydığım bu kavramları insan yaşarken yaşar. İnsan, diğer canlılar gibi, fiziken ölünce yok olur. Bütün canlılar gibi insan da nerden geldi ise oraya gider… Yani topraktan gelir toprağa gider. Bütün tek tanrılı dinler de bunu böyle kabul eder. Elbette bu sözleri söyleyene de kafir, zındık, mürtet derler. Desinler ne ifade eder…
Şimdi sana söylediklerimin kısa bir özetini yapayım. Eğer bu sözü benden başka birinden duyarsan, veya bir kitapta rastlarsan bana bildir…
Tanrı:Madde olarak yoktur, mâna olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simgesel olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur, sanal olarak vardır.
+
Bir önceki iletinde şöyle bir sözün var:
“SEVGILI BILGE,
ALI’NIN ZÜLFIKARI ÇATAL ÇATALDIR
HER ÇATALINDAN KAN DEĞIL, SEVGI DAMLAMAKTADIR.
O KAMILDIR, HAYDARDIR..
HER KIM ONU KANLI GÖSTERSE BILINIZ KI ONUN IÇI KİN DOLUDUR.”
Demek ki sana göre iki Ali var. Bir tarihte olan Ali var ki bunun kan dökücü olduğunu siz de kabul ediyorsunuz… Bir de tarihte olmayan hayalî bir Ali vardır.
Eğer tarihteki Ali kan dökücü değil derseniz; şu adını verdiğim kitaba baktığınız da mahcup olursunuz. “Emile Dermengham. Hazreti Muhammed’in Hayatı. Çeviren Reşat Nuri. İK. 1958. s. 231 ve devamı…” Bu sayfalarda Ali, Zubeyr ile birlikte nöbetleşe Peygamberin önünde en az altı yüz kişinin kasını vurarak çukurlara doldurmaktadır.
Tarihteki bu Ali’yi kabul etmediğinize göre; demek ki sizin Ali Alevilerin ülküsü olan, yaşamamış hayalî, sanal bir varlıktır. Böyle bir anlayış ise İslam anlayışına ters düşer. Allah, Muhammed, Ali söylemi boşlukta kalır…
Bu günlük bu kadar. Bu kadarı sana epey yeter.
Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 17.1.2007
+
Sevgili bilgem,
Böyle aydınlatıcı yazı için teşekkürler.
Şeriat yol olduğuna göre hani derler ya sen yoluna ben yoluna diye..
İşte o yol çoktan önce ayrılmış.yani İslam’ın yolu Alevilikte diğer şeriatlardan ayrıdır, karşılaştırmalı sonuçlarda insanı yanılgıya düşürür.
“tarihteki bu ali’yi kabul etmediğinize göre; demek ki sizin ali alevilerin ülküsü olan, yaşamamış hayalî sanal bir varlıktır. Böyle bir anlayış ise İslam anlayışına ters düşer. Allah, Muhammed, Ali söylemi (üçlemesi) boşlukta kalır…” diyorsunuz.
Tanımınız doğru. Allah Muhammed Ali boşlukta değil tam tersi doludur. Sanaldır. Kırklar meclisinde felsefi anlamda da tarif edilmiştir. Alevilik esası kırklar cemine göre yol alır ve dönülür. Kırklar cemini eğer incelerseniz sizin yazdığınız bugünkü yazınızla oldukça örtüşür.
Şimdilik benden de bu kadar.
Halil Eyyupoğlu, 18.1.2007
x
Neden ekspreste yazmadığınızı sormadan edemiyorum ama, her şeyden önce sağlık ve şifa diliyorum
Ellerinden öperim
Halil Eyyupoğlu, 18.1.2007
+
Sayın Eyyupoğlu,
İletinizi okudum, Hakkı teslim ettiğiniz için memnun oldum.
“Neden ekspreste yazmadığınızı sormadan edemiyorum?” edemiyorum sorunuza gelince; buna da yanıtım var yeterince…
Bir: Gazetenin yazı işleri müdürü, genel yayın müdürü, başyazarı, senin dışında yazarları, bir geçmiş olsun temennilerini esirge benden. Asıl sahibi ise Halil Zor), bir sonra telefon ederek bana ulaşamadığı için geciktiğini; adresimi damadımdan sorup öğrendiğini ve önümüzdeki hafta içinde Ankara’da bana uğrayacağını söyledi ise bu söyleminden bir ay geçti; hâla gelmedi…
Bu arkadaşların gerekçesi bana ulaşamadıkları gerekçesi. Amerika’dan, Newyork’tan, Avrupa’dan ve başka yerlerinden, Internet’teki Sitemden telefon numaramı bularak ulaşanlar var ama…
İnsan yazılarımın başında bulunan e-posta adresimden de mi ulaşamazdı bana. Bir ileti ile soramaz mıydı telefon numaramı? Fevzi Günenç’ten de mi soramazdı…
Bir de bir okuyucudan bile geçmiş olsun temennisi gelmedi. Demek ki okuyucusu olmayan bir yazarım. Bu durumda ben nasıl yazayım.
İki: Halen sağlık durumun günlük yazı yazmaya elverişli değil. Sitem’e bile yetişemiyorum.
Üç: Ben bu durumda iken, yetmezmiş gibi, elli yıllık eşim bir aydır Atatürk hastanesinde ve 7 gündür de yoğun bakımında uyutulmuş olarak ölümle cebelleşiyor.
Yetmez mi? Bilmem sorunuza yanıt verebildim mi?
Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana.
Av. Hayri Balta, 18.1.2007
X
Gülten Aldaş’tan
Sayın Hayri Balta,
Yanıtınız için teşekkürler.
Bir de şiir eklemişsiniz. Uzun, samimi, yoğun, duygulu. Etkilendim, duygulandım, düşüncelere daldım. Yaşamın en acı gerçeği olan ölüm, eninde sonunda ayıracak bizi sevdiklerimizden.
Sahip olduğumuz her günü, her saati, her anı mutlu, huzurlu, sağlıklı yaşayabilmek umuduyla, hoşça kalın.
Ben de size kendi şiirlerimden bir tane gönderiyorum.
+
BİR UMUTTUR HER YENİ GÜN
HAYAT BU ÇOĞU HÜZÜN

Acılar tükenmez, değişir
Yaşam sürer gider.
Bir sevda var ki yüreğimde bitmez
Vatandır, Atatürk’tür, eşitliktir
Özgürlüktür, emektir, haktır…
Öfkem hüznüm gitgide büyür
‘doluya koyarım almaz
boşa koyarım dolmaz’
Uykularım kaçar, beynim yorulur
Yanar, acır, can evim sancılanır.
GÜLTEN ALDAŞ

Not: Aslında ben size 26.1.2007 tarihinde yazmıştım. Fakat bir aksaklık nedeniyle size ulaşamamış. Bu yüzden yeniden yolluyorum. 2.2.2007
+
Sevgili Gülten,
Acımı paylaşmakla beni memnun ettin sen.

Ben sizi her zaman sevdim.
Sevmekle kalmadım, kol kanat gerdim.

Ne var ki zorunlu ayrılıklar girdi araya.
Herkes kendi derdine düştü,
Başladı herkes kendi başına çare aramaya..

Oysa ne güzel söyleşilerimiz olurdu ailecek…
Kim derdi ki araya kara kediler girecek.

Ölüm elde birdir; istesek de istemesek de gelir.
Ancak vaktini, saatini doğa ayarlar, doğa bilir…

Ölüm bizim sorunumuz değildir.
Ölüm bizi öldürecek olanın sorunudur.
Bizim sorunumuz hastalıklara direnmektir.

Kötü olan, acı olan, iki günü bir olandır.
Heva ve hevesine mağlup olmak kötü yaşamdır.

Çok şükür iki günüm bir olmadı.
Her yeni günüm bir öncekini katladı…
Yeniden doğuşa erdikten sonra
Heva ve hevesine yenilgim kalmadı.

İyisini de yaşadım, kötüsünü de yaşadım yaşamın.
Eğer ölürsem, nefretini kazanmam sanıyorum arkamda kalanların…

Şiirini beğendim,
Güzel şiirlerini beklerim.
Şimdi bana izin ver derim.

Ben sizleri her zaman sevdim,
Her zaman da seveceğim…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana ve çocuklarına, torunlarına…
Ek olarak bir de F.G. dosta…
Av. Bilge Balta
2.2.2007
X
A. B.’den
Sayın Hayri Bey,
Çok değerli, birikimli, gökkuşağı gibi aydınlık internet sitenizi rastlantısal bir gezinti sırasında keşfettim. Bu çabalarınızı hem kutlar, hem de daha zenginleşerek sürmesini içtenlikle dilerim.
Bu mektubu yazmamdaki diğer bir amaç ise şu: Sitenizi incelerken çok değerli, güzel insan Sayın Şükrü GÜNBULUT’un adı ve yazıları ile de karşılaştım. Kendisini çok eskilerden tanımakla birlikte(umarım beni anımsayabilecektir) yine de uzun zamandır bir iletişim halinde değilim. Biliyorum sevgili Şükrü bey asla boş durmaz. Sürekli beyin fırtınaları estirir ama ben yine de şu anda kendisinin nerede ve nasıl olduğunu çok merak ediyorum. Hatta mümkünse bu uzun süreç peşinden sesini duyabilmeyi dahi diliyorum.
Mümkünse sizden istemim, bu mektubun bir kopyasını Sayın GÜNBULUT’a iletebilmeniz ya da bu mümkün değilse bile en azından bana bir bilgi notu gönderebilmenizdir.
Esirgemeyeceğinizi umduğum bu katkınıza şimdiden çok teşekkür eder, tekrar çalışmalarınızın daha fazla insana ve okura ulaşması dileklerimle saygılarımı sunarım efendim.
A. B.
(Turizm Bakanlığı’ndan eski bir dost)/Ankara
+
Sayın A. B.
Önce sevgi, saygı.
Sitemizle ilgili beğeniniz sevindirdi beni.
O kadar çok ki Sitemizi okuyup bana ana avrat söveni.
Böylesine güzel övgüler cesaretlendiriyor beni.

Mektubun Şükrü Günbulut’a okunmuştur.
Ayrıca telefon numaran da kendisine verilmiştir.
Belki şimdiye dek aramıştır.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana,
Av. Bilge Balta, 25.7.2007
G. T. 8.2.2007
X
KURBAN

Yakında ikinci dini bayramımız “kurban bayramını” idrak edeceğiz hepimize kutlu olsun. Bu konuda birçok kişi ve kurumdan çok şey dinledik, çok şey öğrendik. Ben bu defa değerli dostlarıma, ilahiyat fakültesi dekanlığı yapmış, din adamı, Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk’ün, “İslam Nasıl Yozlaştırıldı” isimli kitabından “kurban”la ilgili bölümleri sunmak istiyorum:
“Hiçbir mezhep kurbanı farz görmemiştir. Bunun anlamı, kurbanın ayniyle (yani hayvanın kesilmesiyle ) bir ibadet olmadığıdır… Yoksula et verme diye ayrı bir ibadet yoktur. İbadet yoksula yardımcı olmaktır. Bu yardım yoksulun ihtiyaçlarına en uygun olanıyla yapılmalıdır. Ameliyat olacak para arayan bir yoksula para vermek, ona et vermekten çok daha üstün bir hayırdır. Hem Allah’ı hem yoksulu daha çok memnun eder. Hiçbir ihtiyacı olmayan aileler “ibadet olsun diye bir kan akıtıp”, sonra da karşılıklı et “değiş-tokuşunda” bulunarak kendilerini aldatıyorlar. Sn Öztürk devam ediyor:
“HURAFELER ve BİD’AT LAR:
* Kurbanlık hayvan kesmeyi farz saymak:
Kurbanlık hayvan kesmek, İslam’ın hiçbir mezhebinde Farz Değildir.
*. Kurban Bayramını, hayvan kesme Bayramı sanmak:
Bu anlayış temelden yanlıştır. Pagan (paganizm: çok Tanrıcılık) bir kalıntıdır. Kurban tüm ibadetlerin ortak adıdır. İnsanı Allah’a yaklaştıran şey demektir. Bu anlamda olmak üzere Peygamberimiz namazı bile kurban diye anmıştır. O halde, Kurban Bayramı’nın İslam’a uygun adı; “Yoksula Yardım Bayramı” olmalıdır.
*. Kurbanlık hayvan kesmeyi Haccın Gereklerinden Biri Saymak:
Bu anlayış da İslam dışıdır. Mekke’de toplanan büyük kalabalığın gıdalanmasını kolaylaştırmaya yönelik bir uygulamadır. Bu esprinin yitirildiği zamanlarda sadece bir geleneği yaşatmak uğruna, onca hayvanı kesip kumlarda telef etmek dinin buyruğu olarak algılanamaz.”
Bir din bilgininin Kurban konusundaki açıklamalarını verdikten sonra bir şehit kardeşi Samsun’lu Ayhan Namlı’nın Gözcü Gazetesi’nde yayımlanan bir önerisini sunmak istiyorum:
“Türk milletinin Mehmetçiğe uzanan yardım eli olan TSK Mehmetçik Vakfı’na yapacağınız her türlü yardım; şehit çocuklarının eğitimine, engelli duruma düşmüş gazilerimize yapılan ekonomik yardımlara gidiyor.”
Şehit olup nurlanmak, gazi olup onurlanmak onlar için en büyük ödül ama vatanının bütünlüğü, milletinin huzuru için canlarını vermiş, kanlarını dökmüş askerlerimizin, geride kalanlarına destek olmak bizlerin boynumuzun borcudur “Kurban Bayramı” bu borcumuzun eda edilmesine vesile olur dileklerimle, “Bağış Bayramınızı” kutluyorum.
CEMİL DENK E. Albay, 17.12.2006
+
Sayın Albayım,
Siz ki araştırmacı-yazar, Atatürkçü Düşüne Derneği Genel Başkan (E) Danışmanı, Emekli Subaylar Derneği (Ankara) Çankaya (E) Başkanısınız. Yukarıdaki yazıyı nasıl olur da bizlere gönderirsiniz.
“Bu konuda birçok kişi ve kurumdan çok şey dinledik, çok şey öğrendik.” demişsiniz ve Yaşar Nuri Öztürk gibi bildiği yanıldığına yetmeyen ve Prof Dr. İlhan Arsel’e 13 Aralık 2002 tarihli Star gazetesindeki “küfür namesinde: “ALLAHSIZ, ATEİST-DEİST DAYATMACI, İNKARCI KARTOROZ YOBAZ, MANYAK, KARTOROZ MATERYALİST YOBAZ, KARTOROZ MARKSİST, MAOCU, MANYAK. MELUNLAR, SENİN CANIN CEHENNEME İNKAR MANYAĞI, VİCDANSIZ VE İRFANSIZ MÜŞRİKLER, OMURGASIZ-İLKESİZ EYYAMCILAR…” deyen; bu nedenle Ank. 8. Asliye Hukuk Mahkemesince (Dosya No. 203/414 Esas.) İlhan Arsel’e hatırı sayılır bir tazminat ödemeye mahkum olan ve kesinleşen dava sonucu yüklü bir tazminat ödeyen kişinin gerçek dışı sözlerine nasıl itibar eder de bizlere yollarsınız?..
İnsan, hele araştırmacı bir yazar, yukarıda küfürbazlıktan mahkum olan Yaşar Nuri Öztürk gibi birinin sözlerine nasıl itibar da Türk halkına sunar?
Araştırmacı bir yazar, kurbanı ““HURAFELER ve BİD’AT LAR” arasında sayan birinin sözlerini okuyunca acaba bu konuda Kuran ve Hadis kitapları ne diyor diye İslam kaynaklarına bakmaz mı?
Örneğin Kuran’daki şu ayetlere bakmanı öneririm. Bakara 196, Al-i İmran 183, Maide 2, 28, 34, 36, 95, 97. Hacc 28, 33-34, 36. Kevser 2 ayetlerine bakmaz mı?
Hele Hadis kitaplarının tümünde geçen İslam Peygamberi’nin Hac ziyaretinde 70 deve kurban ettiğine hiç mi rastlamadınız?
Kurban ibadeti bir vecibe (Gerek ve vacip. Borç hükmünde olan bir görev. Ödev. Yapılması gerekli şey..) dir.
İslam’da bir vecibe olan kurban ibadetine nasıl olur da “HURAFELER ve BİD’AT LAR” denebilir? Hele bir sor bakalım küfürbaz’a ne deyecektir?..
Hurafe demek: Aslı asarı olmayan şeriata aykırı uydurma sözler demektir. Kurban ise bütün dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de vardır.
Bi’dat ise: Şeraitte olmadığı halde sonradan eklenen adetler demektir ki böyle bir şey yoktur. Ve kurban şeraitin başından beri vardır…
Senin gibi “araştırmacı-yazar, Atatürkçü Düşüne Derneği Genel Başkan (E) Danışmanı, Emekli Subaylar Derneği (Ankara) Çankaya (E) Başkanı” birine şeriatı şirin göstermeye çalışmak yakışır mı? Bırak ne halleri varsa görsünler…
Bizleri nasıl olur da şeriat konusunda “gaflet” içinde görür ve bu iletiyi gönderirsiniz?..
Saygılarımla…
Av. Hayri Balta, 17.16.2006
X
Yavuz Şahin’den
Sayın Balta,
Tek kanatlı kus ya da uçak uçar mi? Uçsa bile ne kadar?
Ya da tek taraflı bilgi ile gerçeğe ulaşılır mi? Yani kendi fikrine ait yazarları, sairlerin vs. kitaplarını yayınlamışsınız ama bu kitaplara cevap veren kitapları da yayınlasanız ya da yayınlamasanız bile sitenizde link verseniz ne iyi olurdu.
Ama bizim derdimiz gerçeği aramak falan değil diyorsanız o başka.
Yavuz Şahin, 22.2.2007
+
Sayın Şahin,
Önce sevgi derim. Hoşuma gitti önerin…
Önce bir gerçeği belirtelim. “Gerçeğe ermektir” benim emelim.
Dikkat edersen Site’me hiçbir link vermemişim. Oysa benim dünya görüşüme yakın Sitelere link verebilirdim.
Demek istiyorum ki ben kendi dünya görüşümü aktarmaya çalışıyorum. Kimsenin de inancına ve dünya görüşüne karışmıyorum.
Kendi düşüncemi aktarmak yasal bir hakkımdır. Ayrıca ifade özgürlüğü de vardır ve kutsaldır.
Dikkat edersen bütün dinler tarih boyunca birbirinin canına kıymıştır. Ayrıca kendi aralarında da birbirlerine girmiştir…
Oysa gerçek din anlayışında kimse kimsenin canına kıyamaz. Tek olan Tanrı hiçbir zaman buna cevaz veremez…
Sadece bu kavgalar göstermektedir ki dinler yörüngesinden kaymıştır. Oysa bütün dinlerin dostluk, sevgi, barış gibi tek amaçları vardır.
İşte benim amacım: İnsanları Tanrı bilgisine ulaştırmak. Bütün insanlığı tek olan Tanrı’nın tek olan dininde birleştirmek…
Elbete bu isteğimi başarmam olanaksız. Ancak bu yolda gidiyorum ya bana yöneltilen eleştiriler haksız…
Görüşlerimi kısaca anlattım sanıyorum. Yanıt vermekte geciktiğim için özür diliyorum.
Şimdi kal sağlıcakla, sevgiler sana…
Av. Bilge Balta, 24.2.2007
X
Nesrin Özyaycı’dan
23. TEMMUZ sabahına doğru…

“Umut” diye diye bağrışmalarla uyanıyoruz alacakaranlıklara
Bitmez tükenmez sancılı kadınlarımız, çocuklarımız
Geleceğimiz kim de olacak?..
Şaşırmışız
Şaşırtmışlar bizi
Acıyacak, acınacak halimiz tükenmiş
Ana yoldan uzak mesafelere sapmışız
Farkındayız değil mi?..

Yolumuzu bulacağız elbette
İnanıyoruz…
Korkmuyoruz
Acımıyoruz artık bizi yok edenlere, edeceklere
Farkındayız…
“Onlar umudun düşmanıdır”
İyi biliyoruz…

Avuçlarımız, tabanlarımız nasırlaşmış
Beynimiz, yüreğimiz kıpır kıpır geçmişimizle, geleceğimizle…
Huzur çığlıkları kulaklarımızda
az Çileli Çağ özlemiyle
Orta çağın bittiğini haykırmalıyız dünyaya
Modern Çağın çileli Coğrafyasından
Cesurca anlatmalıyız BİZ’i dünyaya!

Orta Doğunun karanlık yazgı senaryolarını
Yeniden ağartarak yazabilmeliyiz onurla!
Kan, acı, göz yaşı istemiyoruz
Biz
Karakter sergilemeliyiz sandıktan çıkan oylarımızla
Kullanmalıyız hakkımızı, anlatmalıyız bizi kullananlara

Cumhuriyet Marşları söylenmeli
Yüreklerdeki endişe dinmeli

Korkmuyoruz!
Sönmeyecek bu şafaklarda yüzen al sancak

Çileli Coğrafyamızın;
Kadınları, adamları, gençleri

İyi düşünmeden çıkmayalım sokağa, sandığa 22 temmuz sabahı
“Kimlik” oyumuzu kullanmalıyız oyunlara gelmeden
Gözümüzü boyayan Senaryolara kanmamalıyız!

Türkücüden
Hırsızdan
Dolandırıcıdan
Ahlaksızdan
Popçudan
Satılmıştan
Kültürünü, inancını, değerlerini bilmeyenden vekil olur mu?

Kafamız karışık
Bilincimiz bulanık
Mükemmeli bulabilmek imkansız!
Ancak;
Kötülerin de iyisi vardır diyerek
“Daha ileriye en ileriye Türkiye”
Hayalimizle, vicdanımızla, özlemimizle
Kullanmalıyız oyumuzu/vatandaşlık hakkımızı

Karar bizimdir
Tercih bizimdir
Yarınlar, onurlu gelecek
Kimlik bizimdir….

Nesrin Özyaycı, 15.7.200

http://www.nesrinozyayci.com

http://www.biem.com.tr

x
Sayın Özyaycı
Önce sevgi saygı…

Okudum aşağıdaki yazını.
Beğendim aynı duyguları paylaşmanı.

Biz yazarız, biz okuruz.
Elli yıldır bekler dururuz.

Her seçimde bozguna uğrarız
Seçim ertesi bakar dururuz.

Millet ayrı telden çalar,
Bir bölüm aydın ve halk ayrı telden çalar.

Halkın büyük çoğunluğu şaklabanların oyununa gelir.
Dörtte bir azınlık ise çağı yakalamak için direnir.

Çare: Önce, halkın ekonomik durumunu düzeltmektir.
Sonra da laik kültürünü artırmaktır.
Bunun tersi bir çaba
Boşa kürek sallamaktır…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden saygılar, sevgiler sana.

Av. Bilge Balta, 15.7.2007
X
Sayın Balta,
İlk olarak sizi saygı ve sevgiyle selamlıyor, göstermiş olduğunuz, cesurca yazılarınızdan dolayı sizi kutluyorum.
Web sayfanızı devamlı okurum, çok iyi ve faydalı buluyorum, elimden geldiğince de arkadaşlarıma tavsiye ediyorum.
Sizden bir ricam olacak, ben Atatürk, devrim, aşk, demokrasi, laiklik, gurbet, özlem vs. Türkü şiirleri yazıyorum.
Tüm bu yazdıklarımı bir kitap altında toplamak istiyorum, fakat şu an Avusturya da Üniversite okuduğumdan dolayı, bir kitap basım evi bulma şansım olmuyor. Acaba sizin tanıdığınız ya da bana tavsiye edeceğiniz bir yer var mi? Eğer varsa kontak kurmak istiyorum.
Bu konuda bana yardımcı olursanız çok sevinirim..
KISA ZAMANDA HABERLESMEK UMUDUYLA
SAYGILARIMLA
MUSTAFA BIRGIN, 30.11.2007
X
Sayın Birgin Mustafa
Önce sevgi sundum sana.

Web sayfamı okuman beni sevindirdi.
Yararlı bulman da beni gönendirdi.

Çalışmaların İçin seni kutluyorum.
İstediğin basımevinin adresini sunuyorum:

Zekeriya Gündoğdu
MOTİF MATBAACILIK
Esat Cad. Karınca Çarşısı, 70/59-61-62
06660, Küçükesat/Ankara.
Tel. 0312 413 04 20 – 418 88 81
e-mail: motifmat@mynet.com

Ver benim adımı
Söyle selamımı

Sana sevgimi yinelerim
Bastırınca kitabından bir tane isterim…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 2.12.2007
X
Çok Değerli Hayri Bey!
İletinizi aldım, göstermiş olduğunuz ilginizden dolayı size çok çok teşekkür
ediyorum.
En kısa zamanda tavsiye ettiğiniz basım eviyle kontağa gececeğim.
Umarım bu konuda her şey yolunda gider.
Daha önce de size dediğim gibi, ben Avusturya’nın Innsbruck şehrinde Üniversite okuyorum; eğer yolunuz buraya düşerse, mutlaka misafirim olarak sizi bekliyorum,sizinle tanışmak benim için bir şeref olacaktır,
Bu gün Türkiye Cumhuriyeti çok zor günler yasıyor; dinci kadrolar ağ gibi dört
bir yanı sarmış durumdalar, ama eminim ki, bu kara bulutlar, siz Hayri
Balta, İlhan Arsel, İnancı uğruna ölümü seçen Turan Dursun vs. aydın
insanların sayesinde kısa zamanda dağılacaktır ve yerini dinlerin, ırkların,
mezheplerin olmadığı temiz Türkiye, daha doğrusu, temiz bir dünya alacaktır.
Kitabım basıldığı anda size bir tane hediye edeceğim. Benim önderim Atatürk, siz, İlhan Arsel vs. geleceği net ve doğru gören insanlardır. Hayatımı bu yolda inanın feda etmekten korkmayacağım, eğitimim bittiği anda, sizin düşünceleriniz gibi kitap çalışmaları yapıp elimden geldiğince insanlara faydalı olmaya çalışacağım.
Değer Hayri bey, kısa zamanda tekrar yazışmak ve buluşmak umuduyla sözlerime şimdilik son verirken, tekrar saygı ve sevgilerimi sunar, iş ve sosyal
hayatınızda başarılar diliyorum.
Sağlıcakla kalın
Mustafa Birgin, 0660 316 2324, 3.12.2007
X
Sayın Birgün,
İletini aldım, Yanıtını yazmak istedim her gün…

Geç de olsa yazıyorum sonunda…
Hastanede yatıp çıktım bu arada…

Avusturya’ya gitmek nerede ben nerede…
Hastalığım nedeniyle tek başıma yaşıyorum evde.

Yaşımız da bir ilerledi bir hayli.
Önümüzdeki yıl yaş olacak yetmiş yedi…

Adımı, İlhan Arsel’le, Turan Dursun’la bir arada anmanız mutlu etti beni.
İkisi de yakın dostumdu; bir Amerika’ya, biri de ölüme gitti.

İşte biz de böyledir;
Komaya girmiş hastaya karanlık uykusu tatlı gelir.

Uyarmak istersen rahatsız olur, sana saldırır.
İsa bunlar için:
“Domuzun önüne inci atmayın!” diye uyarır…

Yurdumuzu saran bu ortaçağ anlayışı ortadan kalkacaktır.
Bunun yerini, muhakkak ve muhakkak, aydınlık bir Türkiye alacaktır.
Yurtseverler de bu amaçla üstüne düşeni yapacaktır…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Bilge Balta, 18.12.2007
X
Değerli Hocam,

Önce sevgi, saygı…
Okudum istifanızı,
Duydum acı…

Ne deyeceğimi bilmiyorum,
Geçmiş olsun demekle yetiniyorum.

Geçmişe çim basmak zorundayız…
Geçmişi bırakıp geleceği yaşamalıyız.

Ne var ki bizlerin huyudur bu…
Kendisini aşmak isteyenlerin kesilir yolu…

Bir dost; bir keresinde bana şöyle demiştir:
“Öyle kişiler vardır ki yavrusunu yiyen kedi gibidir.
Kim biraz kendini gösterirse hemen onun önü kesilir…”

Sizin durumunuz da böyledir.
Sizi kıskanan önünüze dikilir…

Siz ki iyi bir öğrenim görmüşsünüz…
İyi bir filolojisisiniz.
Çok güzel İngilizce bilirsiniz
Türkiye’nin en büyük üniversitesinde öğretim üyesi idiniz…

Bir çok gazete ve dergilerde yazmışsınız…
Üstüne üstlük romanlar, öyküler yazmış,
Ödüller almışsınız…

Elbette sizi kıskanacaklardır…
Çok bilmişler size karşı
Kişilik gösterisine kapılacaktır…
Dahası, yolunuzu tıkayacaktır…

Neyse yeniden geçmiş olsun diyorum.
İyi bir gazete bulursan…
Sizinle birlikte yazmak istiyorum…

Ne var ki kovulmadığım gazete kalmadı
Bize yazdıracak gazete baskılardan korkmamalı…

Var mı bilmem öyle bir gazete…
Gaziantep’teki gazeteleri bir de bu gözle incele…

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler yeniden sana
Çok değerli … Hoca…
Eren Bilge, 4.2.208
X
Sevgili Eren Bilgem,
Samanyolu TV’nin konuşmacı olarak seçtiği bir kişiden yanıt beklemek için çok iyimser olmak gerek.
Bu adamlara başka bir organdan yanıt vermek gerek. Örneğin aynı faksın içeriği, ileti halinde ilerici yayınlar yapan TV’lere de gönderilmeliydi. Elbet içlerinden duyarlı biri çıkıp, bakın bu Eren Bilge farklı şeyler söylüyor. İnsanlarımızın uyanmasına katkısı olabilir…” diye düşünerek seni programa çağırabilirlerdi.
Sonra kendime gülüyorum. Kimse ağrısız başını ağrıtmaya niyetli değil galiba ustam.
Suya sabuna dokunmadan geçinip gidiyor işte herkes.
Bu yüzden de binlerce yılın yalanı bu ortak sorumsuzlukla, binlerce yıl daha devam edip gidecek gibi.
Saygıyla Sevgili Eren Bilge’m.
Fevzi Günenç, 9.2.2008
X
Sevgili Fevzi
Önce sevgi,
Aldım iletini.

Seviniyorum iletim karşılık gördü mü?.
Sunarım teşekkürümü.

En aydınımız “Ben laiğim!” demeye korkuyor bu laik ülkede…
Sen bana, bir tane
“Laik’im” diyen
Aydın, Atatürkçü, ilerici bir kişi göstersene.

Laiklik din dışılık demektir.
Dinlerin her türlü etkisini
Toplumdan, devletten silmektir.

Bizimkiler laikliği, dinin hizmetine sundular.
Devlet laik olur, insan laik olamaz diye yutturdular.

Peki; insan din kuralları ile devlet ve toplum yönetilemez derse ne olur?
Devlet ve toplum yönetiminde din kurallarına yer vermeyen insan elbette laik olur.

Bir dini olan kişi elbete dininin emrine uymak zorundadır.
Dinin kuralları ona göre baş tacıdır.

Doğru’dur; bin insan dindarsa (Yahudi, Hırıstiyan, Müslüman) laik olamaz.
Laik insan ise; dini kendi haline bırakmadan duramaz…
Hepsinden önemlisi din anlayışına
Ne kendi ailesine ne de devlet yönetimine yaklaştıramaz.

Bu bakımdan bizde laikim deyecek insan bulamazsın.
En laikimiz kutsal kitapları Allah kelamı sanır…

Neyse bu kadar laiklik tanımı yeter.
Halkımız ne çekiyorsa yüreksiz aydınlarımızdan çeker…

Şimdi kal sağlıcakla,
Bu iletiler yer almıştı Site’mizin Fevzi Günenç Sayfasında…

Sevgilerle,
Eren Bilge…
9.2.2008
x
Sevgili Fevzi,
Önce sevgi.

Zafer gazetesine gönderdiğiniz yazıda benim için şöyle demişsiniz.

“… Hayri Balta da solan çiçeklerinden köşe yazarlarımızın. Buna soldurulan mı demeliyim yoksa?
Gönlünü hoş edemedi onun bir türlü Bora, birkaç abonenin kaprisine göğüs geremedi mi yoksa yine?..
Kim bilir, etmek istemedi belki de. Birileri haklı mı acaba?
Biz köşe yazarları için “Amaaan, canı isterse yazsın” denilse yeri mi?
Oysa sadece bir gönül işi taşra gazetelerinde köşe yazarlığı yapmak. Bunların kaçı kaça para alıyor sanıyorsunuz?..”
Bu görüşlerinize kısa bir açıklama getirmek istiyorum. Gaziantep’te yazmadığım gazete kalmadı gibi. Şimdi bu gazetelerin adlarını yazıyorum: Aklımda kaldığı gibi.
Gaziyurt, Yenigün, Işık, Sabah, Özgür Gaziantep, Kurtuluş, Son Havadis, Gündem, Güncel, Anti Medya, Gaziantep 27, Olay, Haber ve son olarak da Gaziantep Ekspres var…
Belki unuttuklarım da olabilir…
Bunların çoğunda yazılarım okurların tepkisi üzerine çekildi. Bazılarında da ben sağlık sorunlarım nedeniyle çekilmek zorunda kaldım…
Bütün bu ayrılmalarımda beni üzen yazılarımın çekilme nedeninin bana söylenmemesidir.
Denseydi;
“- Yazıların kim okurlarımıza ağır geliyor. Şu, şu konuda itiraz ediyorlar. Bu konulara değinmeseniz, ya da üslubunuzu yumuşatsanız iye olur?..” denebilirdi, denmedi…
Para istemedik, pul istemedik. Fıkra yazarlığı söz konusu ise “BİZ DE VARIZ!” dedik. Yaygın dedikodu olarak hakkımızda yapılan iftiralar ve dedikoduların “ASLI YOK!” demek istedik.
Demek istedik, ama ne yapsak yaranamadık. Yazılarımızın konusu ve içeriği ağır geldi. Bu yüzden de bizden beklediğimiz yakınlık esirgendi. Araya hep kara kediler girdi.
Şimdi düşünüyorum da bu kadar alttan almamalı idik. Yazma tutkumuz kötüye kullanıldı. “Bunlar yazma hastasıdır, yazılarını yayınlıyoruz ya daha ne istiyorlar!” dendi…
Sanki yazılarımız yayınlanınca tarihî bir şahsiyet olacaktık.
Sonuç: “Sıfıra sıfır, elde var bir sıfır!”
Evet, bizde yazma hastalığı var. İyi ki şu Internet olayı var.
Şimdi “www.bilgebalta.com” adresli sitemizde yazıyoruz. Dünyanın her köşesinden de okurlarımız var. Kimi bize söver, kimi bizi sever… İşte şimdi günlerimiz böyle geçer…
Solmayız, solduramazlar. Işığımızı söndüremezler.
Bize aydınlık, ışık; ışığımızı söndürmek isteyenlere karanlık yeter…
Sevgilerimle,
Eren Bilge, 2.3.2008
X
Sayın R. Mengi,
Önce sevgi.

Bu gün (9.3.2008 Star TV)
“Her Açıdan” adlı programını izledim.
Şeriat vurgunu akıldaneleri dinledim.

Bunlar sağlıklı düşünmez
Kendilerine biçilen sınırı geçemez..
Bunlar birbirlerinin hık deyicisidir.
Birbirlerine aykırı fikir ileri süremez.

Bunlar yalanda yarışırlar,
Uydurmada uyuşurlar.
Bunlar,
1400 yıldır olduğu gibi Halkımızı uyuturlar.

Bundan böyle size yazdıklarımdan ve yazacaklarımdan göndereceğim.
Onlar karşısında elimden geldiğince size yardım edeceğim…

Şimdi kal sağlıcakla,
Başarılar sana…

Sevgilerle
Eren Bilge, 9.3.2008
+
1
DİN VE ŞERİAT

Aynı zamanda Sitemiz yazarlarından olan sayın Tansel Semir “Tanrı ve Put Üzerine” başlıklı yazımızın (aşağıdaki yazı…) son paragrafı hakkında, aşağıdaki biçimde, açıklama istemiş:
“Din ile şeriatı karıştırmayalım. Din, insana doğruyu, güzeli, iyiyi araştırıp yaşamına uygulatmaya çalışır. İnanışları ne olursa olsun bütün insanları sevmeye zorlar. İmana davet, cihat, fetih ve ganimet saplantısından kurtararak barış ve hoşgörüyü sağlar ki; bu da, ne desen değer… kısmını açıklarsanız sevinirim…”
Önce “Din ile Şeriat’tan” başlayalım: Evet, din ile şeriatı karıştırmayalım.
Din Yaratan’dandır; şeriat ise, peygamberlerdendir.
Konuyu biraz daha açalım. Elbette bunlar benim inancım. Benim doğrularım…
Önce Allah, Tanrı, Yaratan, Din ve Şeriat terimlerine açıklama getirelim:
Allah : İlah’tan gelir. Kaynağı: İnsanın doğa ve doğal afetlerden kaynaklanan korkusu, bilgisizliğidir. Sanaldır, hayalidir…
Tanrı : Akıl, mantık, sağduyu, vicdan gibi yüce ve ortak değerlerdir. İnsanın toplumsal yaşam karşısındaki deneylerinden oluşur. Sanal değildir kavramsaldır.
Madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Ruh olarak yoktur, sıfat olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur, simgesel olarak vardır.
Yaratan: Evreni oluşturan maddedir. Her yerde hazır ve nazırdır. Doğmamış doğrulmamıştır. Yoktan var olmamıştır; vardan var olmuştur. Yaratır ve öldürür.
Din : Din, insanların doğasında vardır. Aklın, mantığın, sağduyunun, vicdanın doğru bulduklarıdır.
İnsanın yaşam ve davranışlarında; toplumsal yasalara saygı yanında, akla, mantığa, sağduyuya, ve vicdana, yüksek ahlakî değerlere uygunluk ister.
Din: Erdemdir, yüce duygu ve düşüncelerdir. İki yüzlülükten nefrettir. Sonsuz iyilik ve sevgidir. Kimseyi incitmemektir. Öfkelendiğinde nefsine hakim olmaktır. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmamaktır. Her geçen gün kendini yenilemek ve iki günü bir etmemektir. Bu kavramları yaşamına uygularsan sen dindar (yüksek ahlak ve erdem…) sayılırsın. Bütün bu kavramlara eğilim insanın doğasında vardır ve yaratan tarafından verilmiştir.
Şeriat : Peygamber nitelikli kişilerin koydukları kurallara “DİN” değil şeriat adı verilir. Peygamberler; koydukları kuralların, uygunluk ve inandırıcılık sağlamak amacı ile Allah’ın emri olduğunu ileri sürerler ki gerçekle ilgisi yoktur. Herhangi bir peygamberin şeriatına uyarsan dindar değil, şeriatçı sayılırsın.
Tek tanrılı dinlerde şeriat; Musa Şeriatı, İsa şeriatı, Musa şeriatı diye geçer. İnsanların koyduğu toplumsal yasalar da eski deyimle şeriat sayılır. Kaynağı toplumsaldır.
Şeriat; kendini topluma kabul ettirmiş insanlar tarafından konulur ve sayılamayacak kadar çok şeriat vardır.
Yaratan ve Din ise bir tanedir.
Yaratan’ın insanlara verdiği; ahlaka, erdeme, doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, dostluğa, sevgiye, kardeşliğe olan eğilime “Din” duygusu denir… Din, Tanrı bilgisi edindikçe gelişir…
İnsanın doğasında bulunan sevgi, şefkat, yardımlaşma, dayanışma, barış, çalışarak geçinme, kimsenin sırtından geçinmeme, kimseye iftira atmama, kimse hakkında kötü konuşmama… gibi bütün olumlu ve erdemli duygular ve davranışlar insanın ruhunda olup insan bu kavramları yaşama geçirmelidir; ama şeriatta kendisi gibi düşünüp inanmayan insanlar için ”Kafirdir, katli vaciptir!” Malı, mülkü, karısı, kızı, oğlu ganimettir.
Peygamberler; koyduğu şeriat kurallara harfi harfine uymasını ister. Öyle “Bir kısmını uygulayıp da bir kısmını uygulamamak yok!” (K. 2/85. 5/44, 45) derler…
Her Peygamberin şeriatı başka başkadır. Bazen birbirini tamamlar; bazen de birbirine ters düşer. Örnek verirsek: Kısasa kısas ve sünnet… ve bunun gibi daha binlerce örnek…
Ne var ki ülkemiz şeriatçıları arasında kitabın bir kısmını uygulayıp da bir kısmını uygulamayanlar çoktur… Örneğin; İslam şeriatına göre fuhuş, zina en büyük günahlardan sayılır. Ne var ki mücahidelerimiz, fuhuş ve faiz kadar muhkem olmayan tesettür kuralını uygulamak için sokaklara dökülüyor…
Dinde; Her topluğun inancına ve her topluluğun toprak bütünlüğüne saygı, imana davet, cihat, fetih ve ganimet yoktur… Bunlar şeriat zihniyetinde vardır.
Din, “Yaratılmışı sever yaratandan ötürü” Şeriatta ise vicdanî kanatlara saygı yoktur. Şeriatın ilk koşulu: “Ya imana geleceksin, ya cizye vereceksin, ya da öleceksin…) (Bak. K. 9/29)
Din; şeriattan ayrılarak “bütün insanları sevmeye zorlar. İnsanların barış içinde yaşamasını ister. İnsanı, şeriat zihniyetinde bulunan; İmana davet, cihat, fetih ve ganimet saplantısından kurtararak barış ve hoşgörüyü sağlar ki; bu da, ne desen değer…”
Benim; Allah, Tanrı, Yaratan Din ve Şeriat anlayışım budur.
Hiçbir Peygamberin şeriatına körü körüne bağlı değilim. Aklımın, sağduyumun, vicdanımın sesine uyarım. Kutsal kitaplardan aklımın yattığına, mantığımın kabul ettiğine, vicdanımın sesine uyanları alırım; uymayanları ise yeri gelince eleştiririm.
Tanrı ve din anlayışımın kaynağı kutsal kitaplardır. İşte bir örnek:
“Sen yüzünü Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (K. 30/30)
Bilmem düşüncelerimi anlatabildim mi? Anlamadığın konular varsa çekinmeden bildirebilirsiniz bana…
Sevgilerle,
Eren Bilge, 9.3.2008
X
Sayın Hocam,
Önce selam,

Aşağılıksa kendine…
Bize ne?

Her koyun kendi bacağından asılır.
Aşağılıkları kendi hesabına yazılır.

“Hükmetmeyin ki hük’molunmayasınız.
Hükmedersek hükme mahkum oluruz.”

Bırakalım bizden uzak dursun.
Belasını yaptığı ve yapacağı aşağılıklardan bulsun.

Ekte bu gün yazdığım bir yazı
Bakalım yatıştırır mı asabınızı

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sana…

Sevgilerimle
Eren Bilge, 21.3.2008
(G. T. 31.3.2008)
x
Sayın Nesrin Hocam
Gerekir önce saygı, sevgi sunmam.

Öyle anlıyorum ki Tuncay Özkan adlı yurtseverimizin
Gaziantep’i ziyaretine sevinmişsin.

Elbette Gaziantep denince akla
Savaşan gelir dişle, tırnakla…

Kutsalıdır, Gaziantepli’nin kadını
Kadınına el uzatması gavurun.
Çıldırtmıştır Ayıntaplıyı…

Elde kazma, kürek…
Yağmur gibi yağsa da topla tüfek
İçerde korkusuz bir yürek
Der:
“- Antep’i kurtarmak gerek! Namusumuzu kurtarmak gerek…”

Açlıktan ölsek de ölüm vız gelir bize,
Acı zerdali çekirdeği çöker midemize…

Vatan namustur, namus vatan
Soysuzdur vatanı bin pula satan
Antep’te yoktur vatan satılırken yan gelip yatan
Bilir bunu, senden benden iyi yurtsever Tuncay Özkan…

Sayın Hocam; konular kesek kesek,
Taşmış duyguların öbek öbek …
Hangi çılgın bu duyguları önleyecek?..

(Gazi) Antep önemlidir!
Gaziantep’in açık fikirli
Uzak görüşlü olması gerekir…

Çünkü Gaziantep Gazidir….
Daha Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kentidir…

Sevgilerimle,
Eren bilge, 1.4.2008
(G. T. 7.4.2007
x
Yenimahalle Belediyesi
Emlak Dairesi
Hesapişleri Müdürlüğüne
Yenimahalle/Ankara

Belediyenizin Batıkent Şubesindeki Büroya; borcum olup olmadığını sormaya gittiğimde, EK. 1 ve 2’de görüleceği gibi, şubeniz beni 660.730.000.- lira borçlu çıkarmıştır.
Oysa ekli belgeler ( 4 – 12) incelendiğinde görülecektir ki; ben, borçlarımı günü gününe ödemiş bulunmaktayım ve her yıl gidip borç durumumu sorduğumda da bana “Borcumun olmadığı…” söylenmiştir.
Bunun yanında bana bu güne değin borcumla ilgili olmak üzere herhangi bir tebligat da yapılmamıştır.
Ek. 3’te görüleceği gibi TEK MESKENİ OLAN EMEKLİLERE, DUL VE YETİMLERE AİT BİLDİRİM” de tarafımdan 26.5.2000 tarihinde Belediyenize verilmiştir ve aynı gün de bana, Ek. 5’te görüleceği gibi “26.5.2000 tarihi itibariyle borcum olmadığına ilişkin” belge verilmiştir.
Bilindiği gibi tek meskeni olan emeklilerden emlak vergisi alınmamaktadır.
Bunun yanında çevre vergisi de su faturalarına ek olarak tahsil edilmektedir ve benim elektrik, su, doğalgazla ilgili ödemelerim ise Yapı Kredi Bankası OSTİM Şubesince otomatik olarak yapılmaktadır ve bu güne değil ödemelerimde de aksama olmamıştır.
Durum bu olunca 660.730.000.- lira gibi ödeme gücümün çok üstünde olan bu borç nasıl olmuş da bu güne değin bana bildirilmeden birikip durmuştur?
Bunun nedeni olsa olsa GELİR KOD’UNDAKİ YANLIŞLIK OLSA GEREKTİR.
Şöyle ki benim gelir kodum 12031 olduğu halde Ek. 1’de görüleceği gibi Mükellef Hesap Kartındaki gelir kodu 12301 olarak gözükmektedir.
Yine benim gelir kodum 12070 olduğu halde; Ek. 2’de görüleceği gibi Mükellef Hesap Kartındaki gelir kodu 12700 olarak gözükmektedir.
Ekli belgeler ışığında dosyamın incelenerek borcum olmadığı hususunda tarafıma bilgi verilmesini saygı ile arz ederim. 20.5.2008

Emekli Avukat Hayri Balta
Eki: 12 adet belge fotokopisi…
Adres:
MESA, 12. Cad. 270. Sok. Horonkent Sitesi,
6/10, 06370, BATIKENT/ANKARA
x
Merhabalar Sayın Hayri Bey,
Türkiye’de ilk defa olacak olan “KALP PİLİ TAŞIYANLAR DERNEGİ” kurucusu olarak genel kurulda sizin de bizi onurlandırmanızı beklerim.
Genel kurul üyeleri ekteki dernek tüzüğünde mevcuttur.
Desteğinizi ve en azından tüzük ile ilgili açıklamalarınızı bekliyorum.
Saygılar,
Sevgül Kıllıçaslan, 2.1.2008
+
0212-221 83 17
0535 832 53 95
sevgul@sevgulce.com
x
Sevgül Hanım,
Önce sevgimi sundum.
İletini aldım,
Memnun oldum.

Ekte denilen Dernek tüzüğünü bulamadım.
Acaba ben mi yanlış aradım.

Merak ediyorum, beni nasıl buldunuz.
Yoksa, www.bilgebalta.com adresli Site’mi mi okudunuz

Adı geçen Site’mi okumadınızsa okumanızı öneririm.
Sitem hakkında görüşlerini beklerim.

Gönderirseniz tüzüğü okurum
Yorumda bulunurum.

Sitenizdeki iki meleğinizle gülen fotoğrafınızı gördüm.
Şiirinizi okudum, her üçünüzü de sempatik buldum…

Bu günlük bu kadar…
Sevgiler sana istediğin kadar…

Eren Bilge, 3.1.2008
X
Tekrar Merhaba Hayri Bey
Tüzüğü tekrar dosya olarak yolluyorum. Ben kalbinde pil olan gazeteci die googlede ararken rahmetli eşinizin vefatı ile ilgili yazıları okudum ve size ulaştım
Sitenizi de okudum, tebrikler,
Başarılarınızın devamını dilerim…
Sevgül Kıllıçaslan, 4.1.2008
X
Sevgül Dostum,
Önce sevgi sundum.
Sanma ki sizi unuttum.

Ne var ki yanıt verme sırası şimdi geldi size
Gecikmiş olduğum için gücenme bize…

Dernek tüzüğünü yineleyerek okudum.
İtiraf etmeliyim ki:
Eksiksiz, kusursuz buldum.
Düzeltilmiş şekli de ekte sundum.

Benim üye olmama gelince
Üyeliğim yararlı olmaz size…

Çünkü ben Ankara’dayım.
Dernek çalışmalarına katılamayacak durumdayım..

Beni bir üye kadar yakın bulunuz.
Derneğin fahri üyesi olduğumdan emin olunuz.

Şimdi kalınız sağlıcakla,
İki meleğinle birlikte saygı sevgi sana…
Eren Bilge, 8.1.2008
X
ALLABEN KIYISINDAN AÇAN SARI ÇICEKLER

Hayri Balta. Ankara’dan uzanır bizlere. Unutamamıştır eski bostan aralarını, ülkemizdeki haksızlıkları. Pislikleri talan eden, eşeleyen usta kalemimiz. Kitabı; “Yitmiş bir Adam”.
“Tabulara, Talana, Yalana Balta” başlığı altında yazar yazılarını…
Hukuk mesleğinde karşılaştıklarından etkilenmiş, “özgürce” yazar.
Kendi başkentte ancak yüreği Antep’te.
Beklentilerini noktalayamamış.
Bizim kuşağı anlamakta çok sıkıntılı! Takmamasını tavsiye ediyorum… İnce bir adam, yitmemiş değerleriyle bizi iyi ifade etmekte.
Internetten gönderdiği yazıları nasıl yazıyor diye inanın hayıflanırım!
Vefalı, bir o kadar da öfkeli, yol gösterici, yufka yürekli bir kalem Hayri ağabey…
Ülkemizin yaşadıklarını içine sindiremeyenlerden ancak…
Sağlığınıza iyi bakmanızı, daha çok yaşamanıza duacıyız. Hani son telefon görüşmemizde gülüyorduk ya “…. İtin yaşındayım…” diye.
Kalbinize/Sağlığınıza duacıyız. Hayri ağabey
Atatürkçü ve Aydın bir Tabakhaneli…
Tabakhane’ye uğradığımda selamınızı götüreceğim Bostancı Mektebinin duvarlarına.
Fevzi ağabey’in yazdığı suya çizilen çizgilerle hakeke oynayan siyah önlüklü, beyaz kurdelalı kızlara, çember çeviren, dizi kan revan içinde kanayan sıfır traşlı oğlanlara sevgilerinizi ileteceğim görebilirsem!.
Nesrin Özyaycı, 30.5.2008 tarihli “Alleben kıyısında Açan Sarı Çiçekler” başlıklı yazısından…
+
Saygı değer Nesrin Hocam,
Sana kucaklar dolusu sevgiler sunam.

“Alleben kıyısında Açan Sarı Çiçekler” denmişim
Bilmemişim; sayende, kıvrak kaleminden öğrenmişim.

Kıvrak kalemin; kısa, az öz sözlerin
Yazdıkların özetidir ayların, senelerin.

Kim model olmuş sana bilmem,
Çizdiğin resmime hayır demem…

Gerçekten öfkeli hallerim var…
Bu da beni için için yakar…

“Tabulara, Talana, Yalana Balta” yazdık köşe başlığımızda.
Yalnız bu başlık bile neden oldu gazetelerden atılmamıza.

50 yıldır yazarım, kimilerine batar mı batar yazılarım…
Yine de az olmadı karanlıklardan kurtardıklarım…

Benim eften püften yazılarım bile ağır gelir kimilerine…
Korkunç ve kokmuş karanlıklarında yaşarlar, yaşamları lime lime…

İşte geldik gidiyoruz, bir ömür boyu yalnız yaşadık odamızda.
Kitap olarak basılmaya hazır yüzlerce dosya hazırladık bu arada…

Yazdıklarım içinde öyleleri vardır ki: Dirhemini yiyen it kudurur…
Okuyup da dünya görüşü sarsılmayan okur az bulunur…

Hakkımdaki olumlu görüşlerin için teşekkür…
Bizi de seven varmış, çok şükür…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden saygılarımla,
Sevgilerimle…
Eren Bilge, 15.6.2008
X
Sayın Balta,
Sosyal içerikli bir metin. Üzücü… Edebiyat türlerinden „anı“ olarak dergiye almak olası. Yayın Kurulu’na ileteceğim. Sizden ricam özgeçmişinizi ve bir adet fotoğrafınızı da dergimize iletmeniz.
Bu konuyla ilgili bağlantıyı okumanızı rica edeceğim:

http://www.dergi.havuz.de/0001-A-SERILER-SABITLER/KOSULLAR.html

Dostça selamlar.
Nida Öz, 6.7.2008
X
Sayın Nida Öz,
Önce sevgi…

Öz geçmişimi ve fotoğrafımı sunuyorum.
Özgeçmişim uzun, biliyorum.
Sizden özetleyerek kısaltmanızı rica ediyorum.

Yayın Kurulu sorununa gelince
Korkarım, Yayın Kurulu’ndan söz edilince.

Yayın Kurulları ince eler sık dokur.
Kimisi lehte, kimisi aleyhte okur.
Olanlar da gönderen yazara olur.

Oysa gönderilen bir yazıda yazarın umudu kırılmamalıdır.
Yazar heveslendirilerek önü açılmalıdır.

Varsa yazıda eksik kusur, kurgulamada mantıksızlık
Gösterilmelidir, yazara verilmeden rahatsızlık…

Her edebiyat dergisi bir okul gibi olmalıdır.
Yazar bu okulda doğru yolu bulmalıdır.

Efendim, “Yayın Kurulu yazıyı yeterli görmedi.”
Dedin mi bir daha o yazarın yazı yazmaya varmaz eli.

Demek istediğim bir yazarın önü kesilmemeli.
Yazar teşvik edilerek heveslendirilmeli.

Özgeçmişimi okursanız görürsünüz ben kitapsız öğrenenlerdenim.
Her ne kadar hukuk bitirmişsem de yeterli bir öğrenim görmemişim.

Ama buna karşın elli yıldır yazarım içimden geldiğince
Yazılarım sosyal içerikli olduğu için yer verilmedi yerel gazetelerde.

İşte size verdim biraz hakkımda bilgi,
Gösterirseniz sevinirim bana ilgi.

Şimdi kalınız sağlıcakla,
Başarı dileklerimi sunarım Derginiz Havuz’a…
Hayri Balta, 7.7.2008
X
Sayın Hayri Bilge Balta,
Ben Elvin Kardelen. Geçen dönem size ödevimle ilgili sorular sormuştum. Ilginize çok teşekkür ederim. Bu yıl 3. sınıfa geçtim. Medeni Usul Hukuku hocamız, bayramdan sonra Salı günü teslim edilmek üzere bize ödev verdi. “Yargıcın Yasin’e Ettiği” başlıklı haberi sınıfa dağıttı ve sorular yazdırdı altına. Kitaplardan okumaya araştırmaya devam ediyorum. Sizin de görüşünüzü öğrenmek isterim. Haberi ve soruları aşağıya yazdım.
+
“Yargıcın Yasin’e Ettiği
Trafik kazası sonucu felç olan 10 yaşındaki Yasin Keser, dört yıldır süren davanın duruşması için sağlık durumu tespiti için ambulansla adliyeye getirildi.
Antalya’da dört yıl önce evlerinin önünde oyun oynarken bir otomobilin çarpması sonucu omuriliği zedelenerek felç olan, sekiz ay yoğun bakımda kaldıktan sonra artık solunum makinesine bağlı yaşayan Yasin’in çilesi bitmek bilmiyor.
Anne Fatma Keser ve baba Selami Keser’in, 22 yaşındaki sürücü Haluk Yılmaz aleyhine Antalya 7’nci Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açtığı tazminat davasına dün devam edildi.
Hakimin son sağlık durumunun tespiti için çağırdığı Yasin adliyeye ambulansla getirildi, ancak duruşma salonuna çıkarılmasına gerek görülmedi. Aşağıya inen mübaşir, adliye önünde ambulansla bekletilen ve sağlık raporu için hastaneye götürülmesi gereken çocuğun koluna mahkeme mührünü bastı. Kolu mühürlenen Yasin aynı ambulansla hastaneye götürüldü ve son durumuyla ilgili rapor alındıktan sonra evine döndü.
Anne Fatma Keser, “Yıllardır duruşmaya gidip geliyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de çocuğu istediler, ambulansla getirdik. Yasin’i dördüncü kattan aşağı indirip çıkarmak riskli. Apartmandan indirirken sedyeden düşme tehlikesi atlattı. Beş kişi indirip çıkarıyoruz. Çocuk nefes almıyor. Resimlerini, raporlarını götürdüm. Kendisini görmek istediler. Omurilik zedelenmesi nedeniyle boyundan aşağısı tutmuyor. Nefes almakta zorlanıyor, solunum cihazına bağlı yaşıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de hasta haliyle adliyeye çağırılıyor” diye konuştu.
Tutuksuz yargılanan sürücü aleyhindeki ceza davası da dört yıldır devam ediyor.”
Yargılama kuralları çerçevesinde hakim böyle davranmayıp ne yapabilirdi?
1. Teknik olarak ne yapabilir?
2. Etik olarak hakimin yaptığı şey niye yanlış?
3. Hakimi böyle davranmaya iten şey nedir?
İlginize teşekkür ederim. Yanıt verirseniz sevinirim.
E. K. 22.10.2006
X
Sayın E. K.
Önce sevgiler der, başarılar dilerim
İlgine teşekkür ederim.
Ne var ki ben 15 yıldır avukatlık yapamıyorum.
Hastalık nedeniyle bildiklerimi bile unutuyorum.

Bu nedenle seni yanlış yönlendiririm korkusu içindeyim.
Yine de bildiklerimi söyleyeyim.
Sorulara sırasıyla yanıt vereyim:
1. Hastanın konumu ile ilgili konuda uzman olan doktorlardan bir kurul oluşturularak Yargıç da dahil olmak üzere hastayı evinde ziyaret ederek bir bilirkişi incelemesi yapılabilirdi.
2. Yargıç, davacı hastaya eziyet etmiştir.
3. Yargıç ne görmüşse onu yapıyor, olaya yeni bir bakış açısı ile bakamıyor.

Beni size söyleyeceklerim bu kadar.
Çalışmalarında başarılar…
Sevgiler sana,
Av. Bilge Balta, 29.10.2006
X
Nasılsınız ??
X
Sayın Ayhan Önay,
Önce sevgilerimi sunuyorum.
Çoktandır merak ediyorum.
“Ne oldu bunlara?” diyorum.

Ne modern Türklerden haber…
Ne Ayhan Önay ileti yollar.
Bu işin içinde bir iş var.

En sonunda “Nasılsınız ??” sorusu geldi sizden.
Bir Sayın Balta’yı, bir Merhaba’yı,
Bir de sağlıcakla kalınız demeyi esirgemişsiniz bizden.

Olur mu böyle selamsız sabahsız hal hatır sorma?
Yakışır mı bu Ayhan onay gibi bir aydına?

Yine de teşekkür ederim.
Aramış olmanız her şeye değer derim.

Bu yıl hastalık üstüne hastalık geçirdim.
İkinci bir kalp krizinden sonra bir de zatürre geçirdim.
On beş gün zatürre iğnesi yedim.
Bu arada şekerim yükseldi…
Ensülinle de şekeri dengeye getirdim…

Şimdi gücüm yettiğince yazıp duruyorum.
Yazıp duruyorum ama
Ben yazıp ben okuyorum….

Bütün bunlara karşın www.bilgebalta.com adresindeki Sitemizi
Her on gün de bir güncelliyorum…

Yazdıkça, okudukça gün be gün bir şeye odaklanıyor dikkatim …
Ne kadar cahilmişim de haberim yokmuş benim….

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana.

Eren Bilge (Hayri Balta), 25.7.2008
X
Selamlar Üstad,
www.tatillax.com gibi bir site istiyorum.
PHP değil ama, ASP olmalı, ne kadar sürede ve kaça olur böyle bir site?
İlgine teşekkür eder,
Hayırlı işler dilerim.
Mehmet HAKAN
X
Sayın Mehmet Hakan,
Önce selam, sevgi sana candan…

Yanıt vermekte geciktim.
Bu nedenle özür dilerim.

İstediğin siteyi yapacak olan bir tanıdığım bir firma yok.
Ancak, radyolarda 100 YTL’ye site yapmak için ilan verenler çok…

Ekte web sitesi yaptığını bildiren bir ilan var.
Burası ile temasa geçmende vardır yarar…

“PHP değil ama, ASP olmalı” demişsin ama.
Benim aklım ermez sözünü ettiği bu kavramlara…

Size önerim çevrendeki bilgisayar firmaları ile görüşmendir.
Hepsi ile görüşüp bir fiyat istemendir.

Dediğim gibi yüz milyona web sitesi yapanlar da vardır.
Çevrende web sitesi yapanları tek tek araştır.

Daha önce sizinle yazışmış mıydık hatırlayamıyorum.
Yazışsak da, yazışmasak da sana sevgiler sunuyorum.

Şimdi kal sağlıcakla,
Başarılar yürekten sana…

Sevgilerimle,
Eren Bilge, 31.7.2008
X
Taraf Gazetesi
Sahip ve Yöneticilerine,

Önce saygı, sevgi hepinize…
Başarılar dilerim yeni biçim Gazetenize…

Sahifesi daha az olsun…
Ancak haberler, yorumlar ve de yazılar
Çarpıcı, gerçekçi, öz olsun…

Her gün kültür – sanat eki vermeniz olumlu bir süpriz.
Mağazin yanında kültür, sanat ve edebiyata da yer vermelisiniz.

Kültür, sanat gazetenizde her gün başat şiirler, öyküler ve diğer türler…
Verilmelidir, edebiyattaki bütün konular ve türler hakkında bilgiler…

Öyle sanıyorum ki bedelin düşürülmesi de gazetenin satışını artırır.
Taraflı, tarafsız ilkelerinizle bütün pislikler ortaya çıkarılmalıdır.

Yürekli, dürüst ve cesur kimliğinizle tarihe geçeceksiniz…
Bunun yanında, uyuşuk medyaya da yol göstereceksiniz…

Şimdi kalın sağlıcakla,
Emekli Av. Hayri Balta, 18.8.2008
X
Saygın Eren Bilge,
Belimi incitmişim. Bir süredir sokağa çıkamıyorum. O yüzden kütüphaneye gidemedim. Oyunlarınla ilgili çalışmayı yapamadım. Unutmuş değilim. En kısa zamanda gerçekleştireceğim. Fotokopileri, Tarih dergisini, 25 Aralık Gazetesi örneklerini yollayacağım.
Fevzi Günenç, 12.9.208
+
Sevgili Fevzi,
İletin beni memnun etti.

Nasıl oldu da belini incittin bilmem…
Bil ki sağlığına bir zarar gelsin istemem.

Yazımdaki yanlışların ikinci okuyuşta ayrımına vardım.
Hemen gereken düzeltmeyi ve de bir iki ekleme yaptım.

Demişsin, “25 Aralık Gazetesi’nden bir örnek yollayacağım.
Bana başından sansür dayatan gazetelerde yazıp da ne yapacağım.

Cemaat kültürü yaygın ülkemizde.
Ülkenin kültürü tarikatçilerimizde.

Bizimkiler laikliği dini koruyup kollamak sanıyorlar.
Bu amaçla iktidarı ile muhalefeti birbirleriyle yarışıyorlar.

Ben, bunlarla yarışamam,
İçime nasıl doğuyorsa öyle yazarım,
Okuyucunun istediği gibi yazamam.

Varsın, yazdırmasınlar bana…
www.bilgebalta.com adresli sitemde yazıyorum ya…

Bak! Kütüphane işini çözümlemen önemli.
Bir davâ için önce kanıt gerekli.

Bir de sor bakalım Belediye Tiyatro koluna…
Hangi koşullarla izin vermişler Sakar Ali adlı oyuna.

Oyunu kendileri için mi oynatmışlar…
Yoksa yalnızca salon mu tahsis etmişler…

Zafer Gazetesi’nden Kemal Antep’e
Göndermiş yazıların bulunan gazeteleri
Gazetenin sahibi Cesur Özkeleş’le…

Gazetedeki bütün yazılarını kesip saklayacağım.
Zaman zaman bilgilenmek amacı ile dönüp bakacağım…

Gaziantep’ler sana ne kadar teşekkür etse az.
Çünkü yazılarında Gaziantep’in tarihi var.

Alleben’i betimleyen yazıyı yazacağım.
Adını da Kaybolan Cennet koyacağım…

Hele sen şu Tarih Dergisini bir gönder bakalım.
Gördükten sonra nasıl yazacağımızı planlayalım…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…

Av. Eren Bilge,12.9.2008
+
NOT:
İsil’in dikkatine.
Gönderdiğim iletiler geçiyor mu elinize?
Geçiyorsa; insan, bir teşekkürü çok görür mü bize…
X
Saygıdeğer …
Önce saygı, sevgi diyem.

Konu başlığı ile fotoğrafımı gönderiyorum.
Bunun yanında site adresimi veriyorum.

Site adresim: www.bilgebalta.com’dur.
Sitemin Arşiv bölümü ilginizi çekecek konularla doludur.

Ayrıca GÜNCELLENEN BÖLÜMLER’deki yazılar da ilgi çekicidir.
Bundan böyle güncellenen bölümlere girecek yazılardan size de gönderilecektir.

Bunlar bilgi için olacaktır.
Yalnızca beğeninize gidenler olursa yayınlanacaktır.

Gönderdiklerimi yayınlama zorunluluğunuz yoktur.
Adresinizi verdiğim Sitem’de ilginizi çekecek yazılar çoktur.

İlginizi çekenleri yayınlayabilirsiniz.
Bilmek istedikleriniz varsa bana sorabilirsiniz…

Şimdi kalınız sağlıcakla,
Yeniden saygılar, sevgiler sunar size
Av. Hayri Balta, 22.10.2008
X
CANLARIMIZIN HESABINI İSTİYORUZ!

Öldürülen canlarımızın, yakılıp yıkılan köylerimizin, talan edilen mallarımızın, çiğnenen gururumuzun, dökülen kanlarımızın, hesabını istiyoruz!
Ergenekon Türk ve Kürt halkının düşmanıdır.
Ergenekon demokrasiyi yok etmek isteyen bir suç örgütüdür.
‘Sarıkız ve Ayışığı’ adı altında darbe planlayan bir cunta aygıtıdır
Ergenekon; Kontrgerilla’dır, Gladyo’dur, Özel Harp Dairesi’dir.
Ergenekon; TİT, JİTEM, itirafçı, korucu gibi hukuk dışı yapıları içeren, gayri meşru, militarist derin devlet yapılanmasıdır.
Ergenekon Terör Örgütü ırkçıdır ve halk düşmanıdır, en çok da Kürt düşmanıdır.
Dikkat edin!
Ergenekon yöneticileri daha çok Kürt kentlerindeki terörist faaliyetler, cinayetler, insanlık dışı uygulamalar ile kariyer yapanlardan oluşuyor.
Son 25-30 yılda bölgede yaşanan kirli savaşı yaratan ve savaştan beslenen onlardır.
OHAL rejimi altında yakılan binlerce köyün külleri arasında onların izleri vardır.
Yerinden, yurdundan edilen milyonlarca Kürdün, sokaklarda kurşunlanan aydınların, bombalarla parçalanan insanların, bütün faili meçhul cinayetlerin arkasında onların adı var.
Vedat Aydın’nın, Mehmet Sincar’ın, Yusuf Ekinci’nin, Şevket Epözdemir’in, Musa Anter’in, Sait Erten’in katili Ergenekondur.
Bütün bu suçların hesabını istiyoruz!
‘Bin operasyon’ yapanlardan,
‘Faili meçhul’ adı altında cinayet işleyenlerden,
‘Vatan, millet, bayrak’ adı altında kirli işler yapanlardan,
‘Terör’ öcüsünü kullanarak sabotaj, tehdit ve şantaja başvuranlardan,
Kaos ve istikrarsızlık yaratanlardan,
Hesap istiyoruz!Hakikat ortaya çıksın!
Adalet yerini bulsun istiyoruz!
Ne var ki Ergenekon’un işlediği bu cinayetler henüz açığa çıkartılmamıştır.

Yapılacak şey, Ergenekon terör örgütü davasını bütün suçları kapsayacak biçimde derinleştirerek sürdürmektir.
Bunun için daha fazla zaman kaybedilmemeli.
Yüzlerce insanımızın gömüldüğü toplu mezarlar açılsın, artık!
Asit çukurları incelensin, karanlık işkence ve infaz dehlizleri gün yüzüne çıkarılsın.
Fotoğrafın tamamlanması için JİTEM ve Ergenekon davaları birleştirilsin.
Türkiye geçmişi ile hesaplaşmak, vicdanları temizlemek istiyorsa, bu işin üzerine karalılıkla gitmeli.
Toplumsal adalet ve barışın yolu Ergenekon davasında sonuna kadar gitmekten geçer.
Ancak o zaman Kürt sorunu çözüm yoluna girer, demokrasi inşa edilir, refah yükselir, ülke istikrara kavuşur.
Takipçisi olacağız.
HAK-PAR
+
(Zeki Kentel’in, 16.12.2008 tarihli iletisinden. Zeki Kentel’e teşekkür…)
x
1) Bu yazıya tümüyle katılmıyorum Eren Bilge Ustam,
Suçlamalar kanımca henüz sadece iddiadır; AKP savcısının söylemlerini içermektedir. Susmayı, beklemeyi seçiyorum ben.
Şu anda CHP’nin kendi oklarını kırma girişimi daha çok ilgilendiriyor beni. Yakında CHP’ye Naylon profesör Muhbir Zekeriya Bayaz’ı de alırlarsa hiç şaşmam.
Keşke Ankara’da olsam da CHP Genel Merkezinin kapınına asılması artık kaçınılmaz hale gelen: CUMA’DAYIZ yazısını da görüp bir kez daha kahrolsam.
Neydi o çarşaflılara rozet takan Bursa il başkanının sakalları?
Bence CHP’nin önde gelenleri hac’ca gitmek için şimdiden kuyruğa girmelidir.
Baykal şalvar giymelidir. Bir tv programında “Dini ve Ahlaki mübaheseler” programı yaparak dinsel sorulara yanıt vermede Jurnalci Hoca’ya rakip olmalıdır
Bunlar İnönü’nün “Namussuzlarla mücadele edebilmek için en az onlar kadar cesur olunmalıdır,” sözünü galiba: “Namussuzlarla mücadele edebilmek için en az onlar kadar namussuz olunmalıdır,” seklinde algılamışlar.
CHP’li politikacıların, “Kazanmak için her türlü namussuzluk mubahtır” görüşüne katılmıyorum. Keşke kurbağayı ürküttüğüne deyse aldığın abdest. Şunu ne zaman anlayabilecek benim güzel mankafalarım: Orijinali varken taklidine kimse oy vermeeez!
Sevgiyle, saygıyla…
FEV, 17.12.2008
+
2) İyi de, bugün ” Ergenekon” adı altında suçlanıp tutuklanan insanlar o insanlar değil ki. Biz lhan Selçuk’u, Doğu Perinçek’i ve daha birçoklarını tanıyoruz. Bunlar ülkemizin aydınlık insanlarıdır.
Saygılarımla.,
Yalçın Efe, 17.12.2008

X
Sevgili Fevzi Günenç ve Yalçın Efe,
Önce sevgi size…

Gösterdiğiniz tepkiyi haklı ve olumlu buluyorum.
Ergenekon; denince aklıma gelenleri sıralıyorum.

1965’ten bu yana Kontrgerilla’dır, Gladyo’dur, Özel Harp Dairesi’dir diye hukuk dışı bir örgütlenmenin korkusu altında ulusça yaşamadık mı?
TİT, JİTEM, itirafçı, korucu gibi hukuk dışı yapılanmalar yüzünden memleketimizden kovulmadık mı, kurşunlanmadık mı? İşkence görmedik mi?

Malatya, Sivas, Kahramanmaraş katliamlarını yaşamadık mı?
Uğur mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Abdi ipekçi, Turan Dursun gibi daha binlerce dost aydınları faili meçhul cinayetlere kurban vermedik mi?
Ergenekon yapılanmasında yukarıda adını saydıklarımın uzantısı olanlar yok mu?

Danıştay saldırısını kim yaptı?
Toplantı halindeki yargıçları kim kurşunladı?..
Danıştay yargıcını kim öldürdü?
Alparslan Arslan değil mi?

Cumhuriyet gazetesini kimler bombaladı?
Alparslan Arslan ve arkadaşları değil mi?
İlhan Selçuk kendi gazetesini bombalatır mı?

Sonra, Necip Hablemitoğlu’nu kimler öldürdü?
Elbette bunları yapan İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Tuncay Özkan Doğu Perinçek ve arkadaşları değildir.
Bunlar salt AKP iktidarına karşı oldukları için davaya dahil edilmiştir…
Doğu Perinçek ki ömrü boyunca Susurlukçularla, TİT’çilerle, Jitem’cilerle mücadele etmiştir.

Ergenekon davası sanıkları arasında iki grup var:
Biri; Susurluğun devamı olanlar…
İkincisi Susurluk yapılanmasını ortaya çıkaranlar ve AKP’ye karşı olanlar…

İkinci gruptakiler AKP iktidarına karşı oldukları için içeri alınmışlar.
Bunları, Veli Küçük, Sami Hoştan, Muzaffer Tekin, Alpaslan Aslan ekibinden ayrı tutmalıdır.

Bin operasyon’ yapanları, faili meçhul cinayetleri işleyenleri ve işletenleri, vatan, millet, bayrak’ adı altında kirli işler yaparak Türk-Kürt halkını haraca bağlayanları, bölücülerle mücadele altında uyuşturucu ticareti yapanları, terör öcüsünü kullanarak sabotaj, tehdit ve şantaja başvuranları, kaos ve istikrarsızlık yaratanları nasıl unutabiliriz.
Tansu Çiller’i, Doğan Güreş’i, Mehmet Ağar’ı, Sedat Bucak’ı, Susurlukçu Mehmet Çarkı’nın belki bin kişiyi öldürdüm demesini nasıl akıldan çıkarabiliriz?

Bunlar Türkleri bağımsızlık istedikleri için, Kürtleri de kültürel kimlik istedikleri için Türk-Kürt demeden acımadan öldürmüşlerdir.
Dahası Hizbullah gibi örgütleri yönlendirmişlerdir.

PKK ile birlikte silah kaçakçılığı ve uyuşturucu ticaretini kim yapıyor?..
Kim kimimize işkence ediyor, kimimizin defterini kapıyor…

Bir devlet hukukun dışına çıktı mı yıkılmaya mahkumdur.
Kendi yurttaşlarına hukuk dışı uygulamalar yapan zalimdir.

Bizler bu memleketin aydınları olarak hukuk dışı bu yapılanmalar karşısında susmalı mıyız?
Türk Kürt demeden kanunsuz davranışlarda bulunanlara karşı çıkmalıyız…

O zaman nerede kalır bizim insanlığımız,
Yurtseverliğimiz, aydınlığımız…

Şimdi kalınız sağlıcakla,
Hayri Balta., 17.12.2008
X
Hayri Abi,
Teşekkür ederim.
O zaman “Ergenekoncular” derken ikiye ayırmak gerekiyor. Ergenekon bahane edilerek Atatükçülerden de intikam alınıyor. Ola ki, asıl amaç da budur.
Gerçek Ergenekoncular ola ki ilerde berat eder.
Bitmez sevgi ve saygılarımla.
Yalçın Efe, 17.12.2008
X
Sevgili Yalçın,
Önce vardır sevgim…

Evet, bu davayı ikiye ayırmak gerekir: Bir: Danıştay Saldırısını düzenleyenler,
İki: Atatürk ilkelerini korumakta direnenler.

Bu dava ile yalnız Danıştay saldırısını düzenleyenler, Cumhuriyet gazetesini bombalayanlar yargılanacak.
Öyle sanıyorum ki Atatürkçülerin büyük çoğunluğu aklanacak…

Daha öteye gidilemeyecek,
Geçmişe sünger çekilecek…

Ancak geçmişe sünger çekmek derde deva değildir.
Geçmişin kan dökücülerinden hesap sorulmazsa halkın başına daha kötüleri gelir.

Türk ve Kürt halkının hukuk dışı davranışlara muhatap olması sürüp gidecektir…
Bekleyelim, görelim bakalım başımıza daha neler, neler gelecektir…

Görünen o ki yine kardeş kardeşe düşecektir.
Arkasından olağanüstü hal, ya da sıkıyönetim gelecektir.

Bekleyelim görelim.
İnşallah olmaz diyelim.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…

Hayri Balta, 17.12.2008
X
Sevgili Bilge Balta,
Özür dileyerek…
Çağrı sadece; eşleri, çocukları, babaları, ne oldukları bilinmeyenlerin arkasında gözyaşı dökenlerin feryadıdır
Bu kayıplara gönül vermiş avukatların feryadıdır
AKP güvenlik kuvvetleri el ele sız Bilge Balta da dahil böyle bir şey yok diyenler safındasınız
AKP bu işin takibini üzerine almadığı için yıkılışa geçmiştir.
Yanı bir terakkiperver sıyası partisi gelirse ancak bu işler düzelebilir
Sevgi ve saygılarımla
Zeki Kentel, 17.12.2008
x
Sayın Kentel,
Önce selam, sevgi benden…

Siz yukarıdaki yazımı okumadınız anlaşılan…
Ne olurdu, biraz dikkatlice okusan…

Bir ricam olacak sizden…
“Hangi saftayım!”
Biraz açıklasan,

Saygılarımla,
Av. Bilge Balta, 18.12.2008
X
Sevgili Hayri Abi,
Ne kadar güzel bir öykü. Bu öykü, ikinci yazımınızdır. Bu öykünün ilk yazımı bende vardı. Evi taşıdığım sırada başka eşyalarımla birlikte kayboldu. Sonradan sizde de bulunmadığını öğrendim. Öykünün aslı yok oldu.Yazık oldu.
Öykünün ilk yazımı daha kapsamlıydı. Kuyu dibinden gökyüzünün tekerlek (ya da yuvarlak) gibi görünüşü gözleminiz etkileyiciydi. Bağ kesmeyle ilgili gözlemleriniz, Emine ile olan dostluklarınız da anlatılmıştı.
Bu öyküyü yeniden yazmanız, kaybolanın üzüntüsünü giderdi mi bende; hayır, ama eksikliğini giderdi. Elinize sağlık.
Saygılarımla.
Yalçın Efe, 17.1.2009
X
Sevgili Yalçın,
Önce sevgi,

Evet, doğru bu ikinci yazım.
Dediğin gibi daha kapsamlı idi EMİNE adlı birinci yazım…

Gülçin de senin gibi söylüyor.
O yazım daha iyiydi diyor.

Ancak; bende yok, Gülçin’de yok, Sen de yok…
Fevzi Günenç’te de, Yener’de de yok.
Gaziantep’e gittiğimde bir keresinde
Gazetede, aradım orada da yok…

Yeniden araştıralım hele,
Bakarsın, çıkar bir yerde…

İlginiz için teşekkür ederim.
Sunulur hepinize yeniden sevgilerim.

Hayri Balta, 17.1.2009
X
Zavallı Tatiana,
Kadınların erkeklerden daha aşağı olduğu bir dine girdi.
Tatiana nasıl bir bataklığa girdiğini anladığında iş, işten geçmiş olacak.
Ayhan Onay, 23.1.2009
X
Sayın Balta,
Bu maili okuyunca aklıma şu geldi:
Müslüman kardeşlerimiz bayanların saç kılından bile tahrik olabiliyorlar ki onu kapatma ihtiyacı duyuyorlar.
Böyle bir düşüncede masumiyet aranır mı ki?
Seher Yalçın, 23.1.2009
X
TATİANA
SEVGİ SANA

Değerlerim Dostlarım,
Önce sevgiler sunarım…

Tatiana başlıklı yazıyı yazarken düşünmüştüm.
Acaba bu yazıdaki çelişkiyi kim fark eder demiştim.

İkinizin dikkatini çekmiş yazıdaki çelişki,
Bu da benim olumlu olarak dikkatimi çekti.

Tatiana’nın ne Türk vatandaşlığını seçişi,
Ne de Müslümanlığa geçisi,
İlgilendirmemişti beni…
Beni ilgilendiren onun,
Çağdaş giysilerle,
Anayasal vatandaşlığa geçisi idi.

Modern çağda artık ne etnik kimlik
ne de ne de dinsel kimlik…
Önemli değil,
Önemli olan artık Anayasal birlik…

Ne güzel Türkler, Kürtler, Lazlar,
Çerkesler, Arnavutlar Araplar,
Bir birlik oluşturmuşlar,
Adını da Türkiye Cumhuriyeti kurmuşlar.

Önemli olan; bu birliği korumaktır.
Etnik ve dinsel kimlikten sıyrılmaktır.
Yapılacak iş: “Türkiye Türklerindir!”
Saplantısından kurtulmaktır…

Korkarım etnik ve dinsellik savında bulunanlardan.
İnsanlık bir an önce kurtulmalı bu saplantılardan.

Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olmak yeter bana
Hepimizi bağlayan kurullar bütünü Anayasa…
İşte bu nedenle sevgiyi hak etmişti benim gözümde Tatiana…

Yine bakın dikkatle yukarıdaki iki fotoğrafa,
Hangisi yakışmaktadır çağımıza…

Şimdi kalınız sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 25.1.2009
X
SAYIN BALTA,
Çağdaş İnsanlık için verdiğiniz mücadelede sizleri tebrik ederim. Sağlıklı ve mutlu olunuz. Çok iyi de bir dost kazandınız. Siz kendinizle barışık ve kendinizi seven bir insansınız, ne mutlu size. Hayatta mücadeleyi bırakmamış, Azrail’i tokatlamış, kendi kendinin doktoru olmuşsunuz.
Sizle paylaştığımız birçok konular olduğu gibi, aynı mücadele şeklimiz var. Başımız dik, kalbimiz Atatürk sevgisi ile doludur. Bunları hissetmek büyük bir hazinedir. Hayatı mücadele ile gecen O, güzel İnsan ATATURK hayatım boyunca verdiğim mücadelede hiç bir zaman aklımdan çıkmamıştır.
Amerika’ya gelirken (1958 senesinde, YAS 18, TURIST VIZESI) yanımda 25 dolar ve Atamın hayatını anlatan kitapları getirmiştim. Sıkıldığım zaman Atamın hayatını okudum. Ne mutluyuz Atamızı sevmişiz.
Şireatçılarr gibi tanrı korkusu ile büyümedik. İnsanları soyarak islimin cennetine yatırım yapmadık.
SAYGILARIMLA, GUZEL INSAN BALTA BEY
YUKSEK MIMAR MUHENDIS
AYDIN INSAN. 15.12.2001
X
AYDIN İNSAN’A

Sayın Aydın İnsan,
15.12.2001 tarihli, güzel mektubunu aldım…
7.11.2001 tarihinde de bir mektubunu almıştım.
Beğenmiş, saklamıştım.

Bu satırları mektubunuza karşılık yazıyorum.
Güzel insanlarla karşılaşınca mutlu oluyorum…

Talkancılara yazdığınız o mektupta; İlhan Arsel’den söz edilmişti.
Kuran’ın Eleştirisi 1/1999. sayfa 20-26’dan alıntılarla süslenmişti…

Yaşamım boyunca, düşüncelerim yüzünden, aşağılandım.
Kafa dengi biri ile karşılaşmadığım için bunaldım…
60’şından sonra kafa dengi insanlarla karşılaştım…
Direndiğim yolda, yalnız olmadığımı anladım…

Susuz bir kuyuya atılan taş bile ses verir…
Su varsa “Cum!”; susuzsa “Tak!” diye ses gelir…

Yazdığım mektuplar dipsiz kuyuya atılan taş gibi gidiyor.
Çokları: “Teşekkür ederim.” ya da “Beni rahatsız etme!” bile demiyor…
Tarafınızdan hiç olmazsa yazıma yanıt veriliyor.

Bu gün iki sevinci birden yaşıyorum.
Bir, mektubunuzun geldiğine,
Bir de şu yalan dolu Ramazanın gittiğine.

Hiç olmazsa 11 ay rahatız,
Davullar yanında,
Davul gibi yalanlar duymayacağız…

Sahurda iki davul birden çalınır.
Hasta denmez, yaşlı denmez,
İnançlı, inançsız denmez,
İnsanlar zorla uyandırılır…

Yetmezmiş gibi bir de kapı çalınır…
Bakarsın ki: Koç gibi delikanlılar
Davula vurarak, bahşiş için yalvarır…

Bahşiş için kapımı çalanlara,
Derim:
“Ne olur davulcu kardeşler acıyın bana…
Yaşlıyım, hastayım uykuyu zor yakalıyorum.
Tam uykuyu yakalamışken,
Davullarınız yüzünden korku ile uyanıyorum…

Bir isteğim var sizden:
Ne olur esirgemeyin bizden…

Biliyorum ekmek kapınız,
Bahşiş almazsanız aç kalırsınız.
Alın size iki misli bahşiş.
Ne olur bizim buraya gelince davul çalmayınız…”

Denir: Kutsal aydır; bereket gelir, küskünler barışır,
Oysa ne bereket gelir, ne de küskünler barışır…
Tersine yurttaş, elindekini avucundakini,
Bayram alış-verişine yatırır…

Bayramda ziyaret için pusuya yatılır.
Gelenin-gelmeyenin çetelesi tutulur.

Zengin gelecek diye gözler kapıdadır:
Oysa zenginler çoktan memleketten kaçmıştır.
Bir de bakar ki beklediği değil, beklemediği gelmiş,
Gelenlere gönüllü gönülsüz kapı açılmıştır.

Gelmeyenlere: Niçin gelmedin denir…
Böylece bayramlarda yeni küskünlükler belirir…

Kutsal ay derler ya:
Ne güneş erken, ne de ay geç doğar…
Ne yıldızlar daha çok yanıp söner,
Ne hayvanlar, bahardaki kuzular gibi zıplayıp oynar…
Ne de kuşlar “Cik! Cik!” öter…

Bu nedenle derim ki sizlere:
Düşmeyin sanal Allah’ın peşine,
Olmayan Allah’ın gözüne gireceğiz diye,
Eziyet etmeyiniz kendinize…

Topraktan geldiniz toprak olacaksınız.
Gelmişken bir güzel yaşayınız…
Allah delilerinin yalanlarına kanmayınız…

Burasıdır, görüp göreceğiniz…
Gittiniz mi bir daha gelmeyeceksiniz…
İyisi mi çalın, söyleyin, erkekli kadınlı oynayın
Gelmişken şu güzelim dünyaya; sevin, sevişin…
Sevişerek bir güzel yaşayın…
Sevişmek en büyük ibadettir…
Bunu anlayın…

Öte dünya dedikleri ham hayaldir,
Cennet de cehennem de buradadır.
Öldükten sonra gidilecek yer değildir,

Olumlu davranışınız haz verir, cenneti yaşatır size…
Olumsuz davranışınız, acı verir cehennemi yaşatır size…

Ramazan bitti ama kurban bayramı geliyor…
Sokaklarda kesilecek kurbanlık hayvanlar geziyor…
İnsanların boğuşmaları görülür…

Uykularıma girer kesilen hayvanlar…
Ne kadar da çok, kan akıtmayı ibadet sayanlar…

Uyanmak istiyorum, göğsüme biri oturmuş gibi kalkamıyorum…
Uyanmak istiyorum ama bir türlü uyanamıyorum…

İnsan haklarına saygı, inançlara saygı derler…
Ne hasta, ne yaşlı, ne yorgun dinlerler,
Hak din İslam diyerek:
Düşüncelerimize karışmayı marifet bilirler…

Birkaç yıl sonra Avrupa Birliğine gireceğiz…
Serbestçe gidip, geleceğiz…
Görünen o ki: Bu kafa ile yaşamı, onlara da zehir edeceğiz…

Bu mektubu yazdırdığın için bana
Teşekkürler sana…

Şimdi kal sağlıcakla…

Av. Hayri Balta
16.12.2001
(G. T. 13.4.2009)
X
Nasılsınız değerli büyüğüm?
Sağlığınız falan yerinde olsun ne olur…
Saygımla.
F. E.
X
F. E. Dostum,
Önce sevgi sundum.
Sağlığımla ilgilenmene memnun oldum.

Saatim saati tutmuyor.
Bir bakmışsın sağlığım iyi oluyor.
Bir bakmışsın ya şekerim düşüyor
Ya kalbim ağrıyor.

İşte böylece yaşayıp gidiyoruz..
Yaşadığımıza şükrediyoruz…

Sana iş bulamadığım için üzgünüm.
Senin işsizliğinle artıyor üzüntüm.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Hayri Balta, 20.4.2009
X
İyi misiniz kıymetli büyüğüm?
Sağlığınızın gidişatı ne âlemde?
Elimizden bir şey gelecek haller için ne olur beni de haberdar edin.
Sevgim, saygımla size en derininden…
F. E.,27.4.2009
x
E. Dostum,
İletini aldım, sevindim,
Sağlığımla ilgilenmenden mutlu oldum.

Kalp sorunum ne ise ne de.
Şu şekerin düşüp yükselmesi beni düşündürmekte…

Bir de depresyon ve panik atak çıkmasın mı?
Yaşam, yaşlılıkta çekilmez bir yük olmasın mı?

Yinede de yazıp okuyorum…
Yaşama tutunmaya çalışıyorum.

Sizlerin dostluğu ile güç buluyorum.
Sevenlerime sevgiler sunuyorum.

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 27.4.2009
X
Sevgili Hocam,
Adım Özgür Çelik… Size Almanya’dan yazıyorum.
Uzun zamandır maalesef Türkiye´ye gelemiyorum ve gelemeyeceğim de (Gurbetin getirmiş olduğu maddi sıkıntılardan, durumum müsait olmadığı için, sizi rahatsız ediyorum.)
Hocam, sizden ricam/istirhamım olacak; “Yitmiş bir Adam” adlı kitabınızı, adıma bir iki satır bir şey yazarak imzalayıp yollarsanız beni çok sevindirmiş olacaksınız…
Rahatsızlık verdiysem özür dilerim.
Tüm samimi duygularımla…
Saygı/Sevgi/Dostlukla
Tanrı Türkü Korusun
Kardeşiniz Özgür Çelik/Almanya, 1.5.2009
+
ADRESIM:
Özgür Çelik
Diesterwegstr.9
44536 Lünen/Almanya
CEP: 0049 179 755 666 3
+
Sayın Özgür Çelik Dostum,
İletini aldım; memnun oldum.
Sana sevgiler sundum.

İstediğin “Yitmiş Bir adam” adlı kitabımdan nasıl haberdar oldunuz?
Bu arada niçin okuma gereğini duydunuz?
Ayrıca e-posta adresimi nereden buldunuz?

İstediğin kitabı imzalayıp göndereceğim.
Aldığınızda bildirmenizi rica edeceğim.

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 1.5.2009
+
Postaneler; 1 Mayıs Resmî Tatil, Cumartesi Pazar da kapalı olduğundan ancak
Pazartesi postalayabileceğim…
x
Sevgili Hocam,
Beni kırmadığınız için size çok teşekkür ediyorum. Kitap elime ulaşır ulaşmaz size haber veririm.
Sorularınıza gelince; ben sürekli “Türkiye’nin Sorunları” (Sanal Dergi www.ölcen.net) takip ediyorum. Oradan biliyorum sizi… Daha sonra interneti tararken sayfanıza denk geldim…
Umarım sorularınız cevap bulmuştur. Size çok teşekkür ediyorum…
Saygı ile kendinize iyi bakın.
Özgür Çelik/Almanya, 2.5.2009
X
Sevgili Eren Bilge Balta Ustam,
Mr. Isley’ın doktor değil misyoner olduğu konusundaki bilgilendirmen için teşekkürler.
Necdet Özaltan da bu güzel insanın sadece Dülük’ü değil, Burç tepeleri gibi daha birçok yerin ormanlaşması konusunda da önderlik ettiğini yazdı.
Onun misyonerliği beni ilgilendirmiyor. Dünyanın bir yerini (Bu yer kendi yurdu olmasa da/ASLINDA DÜNYANIN HER YERİ İNSAN OLAN İNSANIN YURDUDUR) ağaçlandırması ilgilendiriyor beni. Karşılığını da hırsız damgası yüklenmek olarak alması incitiyor beni.
Derler ki, Mr. Isley’in amacı bir yerleri ağaçlandırmak değil. O yöredeki antik değerleri çalmaktır.
Diyelim ki bu misyoner Dülük mezarlarını soymak için yaptı o yörede ağaçlandırmayı. Peki, öbür yörelerde niçin yaptı? Oralarda tarihi kalıntı yoktu ki…
Sen kendisini yakından tanıma olanağı buldun. Lütfen bu söylencelerle ilgili olarak bildiklerin, düşündüklerin nedir, yazar mısın?
Sevgi, saygı…
FEVZİ GÜNENÇ, 2.5.209
X
Sevgili Fevzi
Önce sevgi.

Ben, Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale’ye intisap ettikten sonra tanıdım Mr. Isley’i…
O zaman 65 yaşlarındaydı. Gözünde sarı çerçeveli gözlük vardı. Saçları beyazlamıştı. Açık kırmızıya çalan bir yüz rengi vardı.
65 yaşlarında olmasına karşın dinçti. Gaziantep ve çevresini fıldır fıldır gezerdi. Gaziantep kavununu da tuza bandırıp yerdi.
Kendisi doktor değildi. Misyonerdi. Gaziantep Amerikan Hastanesinde Müdürlük ederdi.
O zamanki Gaziantep’in Valisi başta olmak üzere Gaziantep’in ileri gelenleri ile dostluğu vardı. Onların makamına ve evlerine babasının evi gibi girip çıkardı.
Kendisini zaman zaman Sayın Öğreticim Dr. Emin kılıç Kale ile İncil konusunda konuşurlarken ve bazen da tartışırlarken görürdüm.
İntisabımın ilk günlerinde derslere de gelirdi ve bizlere İncil dersi verirdi.
Ancak bizlere ders verirken çok tedirgindi. Her an içeri polis girer korkusu ile gergindi.
Bu nedenle sonraları derslerimize gelmez oldu. Bu gelmemesinde Sayın Öğreticimle İncil konusunda farklı görüşlerinin de rolü oldu.
Evet, doğru…. Yalnız Dülüktepe’yi ağaçlandırmadı. Burç köyünde olduğu gibi Gaziantep çevresinde bulunan bazı köylerin çevresinde de ağaçlandırma çalışmaları yaptı. Kimi zaman bu etkinliği okulların işbirliği ile yapardı. Öğrencileri başına toplardı, her öğrenci eliyle ağaçlandırma çalışmaları yapardı.
En önemli etkinliklerden biri de Körler Okulu yararına caddelerde Büfe açması idi. Açtığı bu büfelerin geliri Körler okulu’na aitti.
Bu etkinliklerinden ötürü Gaziantep Belediyesince Kavaklıkta bir sokağa Mr. Isley adı verilmişti.
Bizim meşhur milliyetçi ve mukaddesatçı teyzeoğlu Mete Neçdet Sevinç’in Mr. Isley adının yazılı olduğu plakanın üstüne çamur yapıştırdığı o günün gazetelerine geçmişti.
Antik eserleri toplayıp ülkesine gönderdi savı da açık bir iftiradan başka bir şey değildir.
Laik bir ülkede herkes dinsel inançlarının propagandasını yapabilir. Bundan doğal ne olabilir. Ne var ki kazın ayağı öyle değil. Çünkü İslam dünyasının bir parçası olan ülkemiz Laiklik anlayışına hazır değil.
Ben Hıristiyanların kendi propagandalarını yapmalarını her zaman kuşku ile karşılarım. Çünkü böyle bir propaganda ile Hıristiyanların çoğalması üzerine ülkemizde din savaşlarının çıkacağından endişeliyim.
Bunun örneklerini şimdiden görüyoruz. Trabzon’daki Rahibin, Malatya’daki Zirve yayınevi katliamının, yine izmir’de bir rahibin bıçaklanmasının ve de Hırant Dink’in öldürülmesi olayları görüşlerimin somut kanıtlarıdır. Belki AB’ye girdiğimiz takdirde bu cana kıymalar azalır.
Bildiklerim ve izlenimlerim bu kadar. Umarım işine yarar…
Eren Bilge Balta, 4.5.2009
X
Sevgili Ustam,
Elbette ki çok işime yarayacak bilgilendiren iletin. Eğer izin verirsen bir köşe yazıma olduğu gibi alıntılamak isterim bu iletiyi. Böylece hem amaca uygun bir iş yapmış olurum hem de Hayri Balta yazılarını özleyenlere bir merhaba katarım.
Mr. Isley’in eski eser hırsız olamayacağını hissediyordum. Bu, histen öte akılcı bir bakış. Adam İncil derslerini bile ürkeklik içinde verirken, nasıl olur da koca mezar kalıntılarını ülkesine taşır. Bunun hiç mi kokusu çıkmazdı onca zaman içinde? Bizim kısa akıllıların “Antep boku” işte…
Ben de taraftar değilim ülkemizde ve hatta dünyanın hiç bir yerinde misyonerliğin rahatça ortam bulmasına. Nedeni de senin olası gördüğün gibi, oluşabilecek dinler savaşı olduğu kadar, Hıristiyanlığın da tüm dinler gibi insanların beyinlerini uyuşturup kitleleri egemenlikleri altına alma çabasından başka bir şey olmadığını düşünmemden kaynaklanıyor bu.
Her şey için teşekkürler benim büyük ustam.
Sevgi, saygı sana…
Fevzi Günenç, 4.5.2009
X
Sevgili Fevzi,
Önce sevgi…

Hapbabcılarla ilgili yazını çok beğendim.
Kendi kendime, “Aferin şu Fevzi’ye dedim.”

Izley’le ilgili yazıma gelince,
Kullanabilirsin istediğin yerde.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana.
Eren Bilge Balta, 4.5.2009
X
Sayın N. T.,
Bu arkadaşım Mc Carthy mukallitlerinin kışkırtmasıyla kaç kez içinden atıldı, Mahkemelerde süründü.
Dünün yargıçları daha mı düzgün insanlarmış ne, onu her seferinde aklarken üste bir de: “Cumhuriyete, Atatürk inkılâplarına bağlı yurtsever bir insan olduğuna karar verilmiştir,” diyebilmişlerdi.
İlkokul mezunu bile olmayan bu arkadaşım, dışardan sınavlara girerek, gece okullarına devam ederek liseyi bitirdikten sonra üniversiteyi de bitirdi. Avukat oldu. Yoksulluk, zor günler sağlığının yüzde 85’ini götürdü ama o hala yazmayı sürdürüyor.
Sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgemeyen bu güzel insanı tanımak istersen lütfen sitesini bir yokla. Sitesinin adresi şöyle: http://www.bilgebalta.com
Yine sevgi
Fevzi Günenç, 17.5.2009
+
AMERİKA’DA BİR TÜRK ÇOCUĞU

Yıl 1984. Damadım, kızım bir görev nedeniyle Amerika’nın Oregon eyaletine gittiler. Yedi yaşlarında bir kızları vardı; onu da zorunlu olarak yanlarında götürdüler. Karı-koca orada çalışmaya başladılar…
Elbette ilkokul çağına gelmiş kızlarını okutacaklardı. Gittikleri yerde de doğal olarak ilkokula yazdırdılar…
Bizim okullarımızda olduğu gibi orada da öğrenciler, her Pazartesi ilk derslerinde bayraklarının önünde istiklâl marşını söylerlermiş… Ancak onlar, bizim burada olduğu gibi okulun bütün öğrencilerini okulun bahçesine toplamazlarmış. Bayrak karşısında istiklâl marşı söyleme törenini her sınıf kendi aralarında ayrı ayrı yaparmış.
Okulların açıldığı gün ilk derste benim 7 yaşına basan torunum Gizem de aralarında olmak üzere Amerikan bayrağını asarak ulusal marşlarını söylemeye başlamışlar.
Ne var ki benim torun, ayağa kalkmadığı gibi Amerikan istiklâl marşını da söylememiş. Denebilir ki bilmediği için söylememiştir. Hayır, öyle değil…
Torunum Gizem’in ayağa kalkmadığını gören öğretmeni, hemen töreni durdurarak, Gizem’in yanına gelmiş. “Yavrum, sen niçin ayağa kalkarak arkadaşlarına katılmıyorsun?” demiş. Gizem’in verdiği yanıt çok ilginç: “Ben Türküm! Türkler yalnız kendi bayrağı karşısında ayağa kalkar ve yalnız kendi bayrağının karşısında kendi marşını söyler. Bir yabancının bayrağı karşısında kalkıp da yabancının marşını söylemez!..”
Öğretmeni neye uğradığını şaşırmış. Kendi yorumunca çocukta bir uyumsuzluk var sanmış. “Peki, demiş, şimdilik sen ayağa kalkma, istiklal marşını da katılma…” diyerek diğer öğrencilerle birlikte töreni tamamlamış. Ancak, olayı okul yönetimine de aktarmadan edememiş…
Olayı öğrenen okul yöneticileri bir Türk çocuğundaki bu ulusal bilincin nereden kaynaklandığını merak etmişler. Gizem’in annesi ile babasını okula çağırmışlar… Bizimkiler okula çağrıldıklarını duyunca: “Ne var acaba?” diye kaygılanmışlar. Merakla ve telaşla okula koşmuşlar. Okul müdürü ve diğerleri bizimkilere şaşkın şaşkın ve de hayran hayran bakarak olayı anlatmış.
“Bu yaştaki bir çocuğa ulusalcılık duygusunu nasıl aşıladınız ki: ‘Ben ancak kendi bayrağım karşısında ve kendi ulusumun istiklâl marşı söylenirken ayağa kalkarım!’ diyebiliyor…”
Bizimkiler gururla: “Biz Türk’üz! Biz Türkler böyle yetiştik ve çocuklarımızı da böyle yetiştiririz. Bir başka ulusun bayrağı karşısında değil; ancak, kendi bayrağımız karşısında kendi ulusal marşımızı söyleriz!” demişler…
Bunun üzerine okul yöneticileri hayranlıklarını gizlemeyerek “Öyleyse tören sırasında sizin kızın sırasına bir Türk bayrağı koyalım. Tören başlayınca kızınız ayağa kalkarak ulusal marşını içinden okusun… Sesli okursa bizim öğrencileri şaşırtır!” demişler…
Bu olaydan sonra bizim Gizem okula gidip geldiği sürece bayrak törenlerinde Türk Bayrağını sırasına koyarak ayağa kalkıyor ve kendi ulusal marşını söylemeye başlıyor…
Bu olay Amerikan’ın Oregon eyaletinde günün konusu olarak aylarca konuşuluyor ve bir Türk çocuğunun kendi ulusal değerlerine bağlılığını kendi çocuklarına örnek olarak gösteriliyor.
Hayri Balta, Gaziantep, Sabah, 29.8.1997
+
Sayın Fevzi Günenç,
Hayri Balta ile tanıştırmana sevindim. Türkiye asla batmaz bu güzel insanlar varken teşekkürler
N. T. 17.5.2009
+
Siz de var olun Sevgili N. T.
Bütün güzel insanlar var olsun.

Sevgi, Fevzi Günenç, 17.5.52009
X
“NEREDEN GELDİK NEREYE GİDİYORUZ?”

Sevgili Güler Pınarbaşı,
Gönderdiğiniz iletiyi olduğu gibi aşağıya alıyorum. Aşağıda bütün sorularına yanıt vermiş durumdayım. İsterim ki size ters gelecek bu açıklamalarım yüzünden bana darılıp küsmeyesin.
Nasıl sizin size özgü görüşleriniz varsa bu da benim bana özgü görüşlerimdir. Umarım, size ters gelebilecek görüşlerim için bana kızmazsınız.
+
Bireysel Seanslar:
1. Ben kimim?
2. Nereden geldim?
3. Nereye gidiyorum?
Hayat amacım ne?
En önemli soru da bu işte: Hayat amacım ne? Bu dünyada neden varım? Ne yapmaya geldim? Nasıl mutlu olabilirim? Kendimi değiştirebilmem mümkün mü? Soruları tam tatmin bir hayat yaşamak için çok önemli. Bunu oluşturabilmek için de öncelikle beden-zihin-ruh sağlığınızın dengesinin kurulması, duygusal yüklerin bırakılması, geçmişin acı veren bağlarının koparılması gereklidir.
Her gün bir mucize oluyor!.. Burada kendi hayatlarımız da birdenbire gizli kaynaklarından çıkıveriyor. Birden etrafı fırsatlarla donatıyor ve tekrar kayboluyorlar. Onlar günlük hayatımızın parlayan yıldızları; fırsatlar!..
Kabul etmeyi ya da görmezden gelmeyi seçebilirsiniz. Mucizelerin varlığına uyumlanın. Hayat anında hayal edebileceğinizden daha heyecan verici, şaşırtıcı bir deneyime dönüşecektir. Onları görmezden gelirseniz, bir fırsat sonsuza kadar yok olacaktır.
Bir mucize gördüğünüzde onu fark edebilecek misiniz?
Eğer fark ederseniz ne yapacaksınız? Ve bir şekilde kendi mucizelerinizi düzenleyebilme şansınız olsaydı hangilerini seçerdiniz?
Sorularınızın, sorunlarınızın cevaplarına yönelik eğitim ve bireysel danışmanlık hizmetleri için BEN hazırım, BİZ hazırız!.. Ya SİZ?
Güler Pınarbaşı, 29.5.2005
X
“NEREDEN GELDİK NEREYE GİDİYORUZ?”

Felsefeciler, filozoflar, peygamberler söze “Nereden geldik nereye gidiyoruz?” diye girerler.
Her biri kendi dünya görüşüne göre yanıt verir; ancak verilen yanıtların hiçbir derde deva değildir.

Bunlar gerçeği görecekleri yerde aramazlar
Bunlar gerçekleri göremeyecekleri yerde ararlar.

Kimileri “Allah’tan geldik Allah’a Gidiyoruz!” der.
Burada Allah’ın simgesi “Bilinemezliktir!”

Kimisi de “ölüm” olayını “Hakka Yürümek!” olarak ifade eder.
Oysa insan yaşarken; ya Hak’ka yürür; ya da, Şeytan’a gider…

“Hakka yürümek” yaşarken söz konusudur.
Ölen insanın canı da (Ruhu da), bedeni de yok olur.

İnsan bir tiyatro oyuncusu gibidir.
Doğumla sahneye girilir…
Ölümle perde kapanır, sahne terk edilir…

Somut bir örnekle konuya girelim:
“İnsanın gözyaşı nerden gelip nere gidiyor?”
Önce bunu görelim.

Duyduğumuz acı gözyaşı ile dışa yansır…
Sevindiğimizde de sevinç gözyaşlarımız vardır…

Şimdi soruya girelim:
Gözyaşı, “Nereden gelip nere gidiyor?” deyelim.

Dedik ya: Acı ya da sevinç duyduğumuzda gözümüz yaşarır…
Gözyaşımız, gözümüzdeki gözyaşı bezlerinden kaynaklanır.

Gözyaşlarımızın geldiği yer belli oldu mu?
Artık gözyaşı nereden geliyor diye sorulur mu?

Gözyaşımız yanaklarımızdan süzülerek yere damlar.
Yere damlayan gözyaşlarımız ya toprağa karışır, ya olur buhar.

Verdiğimiz bu örnek dursun aklımızın bir köşesinde…
Şimdi gelelim “Nerden geldik nere gidiyoruz?” tümcesine.

Sorunun yanıtı bütün canlıların erkeğindedir.
Bütün canlıların erkeği, ergenlik çağında, erbezlerinde sperm üretir.

Şimdi geldiğimiz yeri bulduk mu?
Spermin erkeğin erbezine başka yerden geldiğini duyduk mu?

Gözyaşı bezleri nasıl gözyaşı üretiyorsa; erkeğin erbezi de sperm üretir.
Üretilen bu erbezi ana karnında büyüyeceği yumurtaya ulaşmak için beklemektedir.

Erbezindeki sperm canlıdır (ruh), çünkü hareket halindedir.
Ana rahmine düşeceği anı, bir sıvı içinde, kuyruğunu sallayarak özlemektedir.

Anlayacağınız erbezindeki spermin bedeni de ruhu da vardır.
Ruhun ana karnındaki cenine üç dört ay sonra geleceği ham hayaldir.

Er bezindeki milyonlarca sperm yarışa hazırlanmaktadır.
Yarışın başladığı an, erkekle dişinin seviştiği andır…

Geldiğimiz yeri saptadık mı böylece?
İtirazı olan varsa bildirsin bize.

Erkek ile dişi bir araya gelince;
Emri hak vaki olup sevişince…

Spermler yayından fırlamış ok gibi yarışa geçer
İki milyon sperm içinde: en sağlıklı, en güçlü olan sperm; yarışı kazanarak ana rahmine düşer.

Geride kalan kardeşleri için kapı kapanmıştır.
Bunlar için ölüm anı kapı kapanır kapanmaz başlamıştır.

Yarışı kazanan sperm dokuz ay on gün ana karnında yaşar ki; bu onun en mutlu dönemidir…
Ana karnında yaşadığı o günler, en mutlu günlerdir…

Gereken süre sonunda ana karnından dünyaya gelir.
Uzatmayalım, doğar, büyür, olgunlaşır gelişir….

Yaşam süresini de doldurunca insan…
Hoş bir seda olmalıdır kendisinden dünyaya kalan.

Ölünce toprağa verilir sade ya da şaşaalı bir törenle.
Yaşayanların ilgisi kalmaz artık ölenle.

Geldiği yer belli, gittiği yer belli şimdi.
Artık “Nereden geldik nereye gidiyoruz!” denir mi?

Özetle: Topraktan geldik toprağa gidiyoruz…
Bunu Kutsal Kitaplardan Tevrat’ta da görüyoruz:
“19. Çünkü âdemoğullarının basma gelen, hayvanların başına da geliyor ve başlarına gelen şey birdir. İnsan nasıl ölüyorsa, hayvan da öyle ölüyor. Hepsinin bir soluğu var ve adamın hay¬vana üstünlüğü yoktur; çünkü hepsi boş.
20. Hepsi bir yere gidiyorlar; hepsi top¬raktandır ve hepsi yine toprağa dönü¬yorlar.
21. Âdemoğullarının ruhu yukarı¬ya çıktığını ve hayvanın ruhu aşağıya yere indiğini kim biliyor?
22. Ve gördüm ki; adamın kendi işlerinde sevinçli ol¬masından daha iyi bir şey yoktur, çün¬kü onun payı budur, çünkü kendisinden sonra olacak şeyi görmek için onu kim geri getirecek? (Tevrat. Vaiz. 3/19-22)

Ne gördükse, ne yedik içtikse, Cennet de Cehennem de
Hepsi de buradadır yaşarız hepsini yaşadığımız süre içinde…
Nereden geldik nereye gidiyoruz konusuna da
Nokta koymuş olduk böylece…
+
“Bu dünyaya gelmekten amaç ne?” diye soruyorsunuz?
Bir bitkinin, bir hayvanın bu dünyaya gelişinde amaç ne ise bizim dünyaya gelmekten amacımız da odur…
Değil mi ki insan olarak bu dünyaya geldik. Yapacağımız tek bir şey vardır. Kimseyi incitmeden, kimseye yük olmadan, huzur ve mutluluk içinde yaşamak, tekâmülümüzü tamamlayarak, kendimizi yıpratmadan, bizden sonra gelecek olanlara örnek bir yaşam ve ürün bırakmaktır.
Bilmem, sizin bu konuda bir görüşünüz var mıdır?
Görüşlerini merakla bekliyorum, muhakkak vardır…
Sevgilerimle,
Eren Bilge Balta, 30.5.2009
X
Merhabalar
Mektubunuzu aldım. Bana ters gelen düşünce göremedim ki… Olabilir olursa da o da sizin görüşünüzdür; kızmam, darılmam, küsmem merak etmeyin :)
Burada bu hayata neden geldik? Sorusu neden geldiklerini bulamayan, yaşam amacı bulamadığı için mutsuz olan ruhlara yardımcı olmak için. Siz bulmuşsunuz ne mutlu :)
Yani yorgan yok, kavga yok! Açıklayıcı olabildim mi?
Sevgilerimle
Güler Pınarbaşı, 3.4.2009
+
Sayın Pınarbaşı,
Sözüm yok, güzel iletine karşı.

Doğru söze ne denir,
Doğru söz karşısında; şapka çıkarılır, saygı ile eğilinir….

Sevgilerimi sunarım,
Sana başarılar dilerim…

Saygılarımla,
Eren Bilge Balta, 3.6.2009
X
Sayın
Eren Bilge

Sizleri “Gaziantep Tarih kültür dergisi ve Gaziantep Life (37.Sayısında) sizleri tanıdım.
Çileli ve özverili bir yaşamınız olmuş.
Yaşam hikâyenizi okurken sizlere doyamadım. Yayınlanmış kitaplarınızdan gönderebilir iseniz çok sevinirim.
En iyi dilek ve dostluk ile selamlar
K. T.
X
K. Dostum,
Önce sevgi sundum…

Çileli yaşamımla ilgilendiğin için sevindim.
Bu K. T. dost, acaba Gaziantepli mi dedim…

Elimde bulunan üç kitabımı size bu gün gönderiyorum.
Kızımın, kitapları bu gün saat 17 sıralarında size vereceğini umuyorum.

Bunun yanında diğer kitaplarımı okumak istersen
www.bilgebalta.com adresini tıkla hemen…

Açılan sayfanın hemen altında ARŞİV bölümü var.
ARŞİV bölümünde sıralanmış alfabetik olarak bütün kitaplar…

Önce anılarımdan başlayın çıkış alarak…
Sonra diğerlerini okursunuz tıklayarak…

Hele okuyun bakalım Site’mdeki yazıları…
Çok aykırı buluyor Site’mdeki yazıları
Bazıları….

Bakalım size nasıl gelecek…
Bunu da zaman gösterecek…

Şimdi kalın sağlıcakla,
Sevgiler size kucakla…

Eren Bilge Balta, 11.6.2009
x
Sevgili Fevzi
Önce sevgi…

Aldım iletini,
Okudum yineleyi yineleyi…

Beğendim görüşlerini…
Öğrenmiş oldum
Bana vermiş olduğu değeri…

Ne var ki benim gücüm kalmadı,
Bütün girişimler bana,
Doktorlar tarafından yasaklandı…

Gelseydin görürdün durumumu,
Güçlükle alıp veriyorum soluğumu…

Sitem için günde iki üç yazı yazıyorum,
Yazıyorum ama, kendimi zorluyorum…

Yeni bir girişim stresli bir durum yaratacak.
Bu da benim kısa olan ömrünü daha da kısaltacak…

Bana gerek azıcık aş,
Bir de ağrımayan bir baş…

Beni seviyorsan bu gazetecilik işine bulaştırma,
Sen istersen, yapabilirsin başarılar dilerim sana…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgi sana.
Eren Bilge Balta, 20.6.2009
x
Sayın Bilge,
Merhaba
Uzun zamandır haberleşemiyoruz. Umarım sağlığın yerinde..
Ben hala Türkiye’deyim; aman maalesef sizinle görüşme fırsatım olmadı..
Hatırlarsınız bir ara Hz. Muhammed’in gece hayatıyla ilgili bir arkadaşın meramını bana aktarmıştınız. Gerçi ben yakın zamanda gecikmeli de olsa bir yazı ilettim; ama şimdi çok kapsamlı bir yazı hazırladım isterseniz size ileteyim.
Ben bunu, ilgili kitabımın yeni baskısında ilave ederim. Ayrıca o gence de ileteceğim..Çok sevineceğinizi biliyorum..
Kuralım şu: Bir konuyu ele alırsam, bir savcının hazırladığı iddianame gibi hep kanıtlarım, daha sonra yorumumu (gerekirse) yaparım.
Selam ve saygılar…
İsterseniz ileteyim size..
Arif Tekin, 21.6.2009
+
Arif Dostum,
Önce saygı, sevgi sundum.

İletini hemen yanıtlayamadım.
Beklemeye almıştım.

Nedeni şu:
Kalp pili kontrol gününün gelmiş oluşu.

Hazır çıkmışken kitapçılara da uğradım.
Sizin, BERFİN yayınlarında çıkan
“KUR’AN’DA ALLAH” adlı kitabınızı da aldım.
Bunun yanında bir dergi; dört kitap
Hepsine birden 80 milyon saydım.

İlkin sizin kitabı okumaya başlayacağım,
Eğer “SÜMERLER’DEN İSLAM’A KUTSAL KİTAPLAR ve DİNLER” de olduğu gibi sizdeki yazılı metnini gönderirseniz Sitemizdeki sayfanızda yayınlayacağım…

Bunun yanında “Hz. Muhammed Gece Hayatında da Şampiyondu.” Başlıklı makalenizi de aldım.
Bu makalenizi de okudum hayran kaldım…

Bu makalenizi Reha Oraldağ adlı arkadaşa göndermen de iyi olmuş.
Bu makalenizle adı geçen arkadaş kendisine sataşanlara karşı güç bulmuş.

Sağlık durumuma gelince aldığım depresyon ve uyku ilaçları beni yatağa çekiyor.
Bu ilaçlar yüzünden okumaya da yazmaya da gücüm yetmiyor…

Ama yine de kendimi zorlayarak günde en az elli altmış sayfa kitap okuyorum, iki üç sayfa yazıyorum.
Yazdıklarımı da arkadaşlara yolluyorum, Sitemize koyuyorum.

Ne var ki hiçbirinden olumlu ya da olumsuz yanıt alamıyorum
Yani, anlayacağın ben yazıp ben okuyorum…

Şu an durum budur.
Umarım, ilerde karşılık bulur…

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana.
Av. Eren Bilge Balta, 23.6.2009
+
Sevgili HAYRİ Hocam;
Yazılarınızın okunmadığını falan zannediyorsanız çok üzülürüm. Sizin Makalelerinizin en az 6–7 tanesini ben www.turkforum.net te yayınladım ve çok güzel tepkiler aldım. Onun için emeğinizin boşa çıktığını falan zannetmeyin ve ne olur yazmaya devam edin
SAYGILARIMLA
R.Reha Oraldag, 23.6.2009
+
Hocam,
Ben bütün yazdıklarınızı zevkle okuyorum, hiçbirini kaçırmıyorum.
Her zaman “iyi ki varsınız” diyorum.
Acil şifalar diliyorum.
Sevgiler yolluyorum.
Ayhan Onay, 24.6.2009
X
X
ÖLÜMSÜZ MEDÜZ, NEYİN HABERCİSİ?

MEDÜZ: DENİZ ANASI

İnanılmaz gibi, ama gerçek. Denizlerde ölüme meydan oku¬yan bir canlı yaşıyor.
Gerçi o da tüm canlı¬lar gibi yaşlanıyor ama diğerlerinin sa¬hip olmadığı bir özel-liğe var. Şanslı medüz, hücrelerini yeni¬leyerek gençleşiyor ve yeni bir yaşama başlıyor
Ölümsüzlük tüm canlılar için bir hayal. Ama hydrozoa sınıfından olan Turritopsis nutricula medüzü için sonsuza dek hayatta kalmak hiç de olanaksız değil.
Hydrozoa sınıfın¬daki medüzlerin yaşam döngüsü normalde şöyle: Medüzler yumurta ve sperm bıraktık¬tan sonra döllenmiş yumurtalar midede ve şemsiyeyle oluşan boşlukta planula larvaları olarak olgunlaşır. Deniz diplerine tutunarak koloni oluşturan bu larvalardan iki gün sonra eşeysiz olarak, yeni medüzler dünyaya getiren polipler gelişir. Bunlar birkaç hafta sonra serbest dola¬şan ve üreme yetisine sahip medüzler haline gelir. Medüzler normalde üredikten sonra ölürler.
Çapı ve boyu 4-5mm olan çan biçimindeki Turrutopsis nutricula medüzü de böyle yaşar ama diğerlerinden bir farkı var: Polipin “tomurcuklarından”, özgür dolaşan medüzler gelişiyor. Bunlar yaşlandıkları zaman uzantılarını ters çevirip dibe tutunduktan sonra hücrelerini yenili¬yor ve polipe dönüşüyorlar.
Yani aynı canlı gençleşiyor, yaşlanıyor ve yeniden gençleşiyor.
Bu inanılmaz yeteneği sayesinde Turrutopsis nutricula, düşmanları tarafından yenilmediği sürece sonsuza dek yaşayabiliyor.
Gençleşme sayesinde örneğin sinir ve mukoza hücreleri medüzün çok erken çocukluk dö¬nemindeki duruma dönüşüyorlar. Bu genç hücrelerden ise canlı için gerekli olan beden hücre¬leri gelişmekte.
Diğer kelimelerle, Turrutopsis nutricula yaşlanmayı geriye dönüştüren bir hücre programına sahip. Genelde tropikal sularda yaşayan Turrutopsis nutricula artık dünyanın birçok yerinde görülmekte. Bilim insanları medüzün, gemilerin limanlara girmeden önce attıkları safra sula¬rıyla denizlere yayıldığını düşünüyorlar.
Ölümsüz medüzün geri dönüşüm süreci şimdi deniz biyologları ve genetikçilerin en gözde araştırma konusu haline geldi. Nitekim hücrelerin yapısındaki değişimler normalde sadece ye¬nilenen organlardan bilinir. Oysa anlaşıldığı gibi Turritopsis nutricula medüzünün yaşam dön¬güsünde bu değişim gayet olağan bu süreç. Bilim insanları medüzün geri dönüşüm mekanizma¬sını çözebilirlerse insanlar için daha uzun yaşama şansı doğabilir. Ama kim bilir belki de bilim gelecekte ölümsüzlüğü bile yakalayabilir ve insanlar sonsuza dek yaşayabilirler tabii eğer düş¬manları tarafından öldürülmezlerse…
Nilgün Özbaşaran Dede, Cumhuriyet eki Bilim Teknik. S.1142
+
Gerçekten inanılmaz ama gerçek. Medüz dedikleri şu bizim bildiğimiz Deniz Anası… Bu Deniz Anası’nın “Turritopsis nutricula” denilen türü ilginç bir yaratık. Bir kere eşeysiz ürüyor. Anlayacağınız bir Deniz Anas’ında hem dişilik hem erkeklik özelliği var. Eşi yok. Erkeği yok, dişisi yok. Eşeysiz. Bunun gibi eşeysiz olan başka canlılar da var. Bunlar yine de üreyebiliyorlar.
Bunlar yanında tek hücreli canlılar da var. Bu tek hücreli canlılar da mitoz ve amitoz biçiminde ürüyorlar. Anlayacağınız bunların da erkeği yok, dişisi yok. Bütün bu bilimsel gerçeklerle karşılaşınca Kuran’daki şu ayet geliyor aklama: “İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışızdır” (K. Zâriyat. 51/49)
Yukarıdaki yazıda bir gerçek daha dikkatimi çekiyor. Bu güne kadar bize öğretilen “Her can ölümü tadacaktır.” (K. Ankebût. 29/57) ve “Yeryüzünde bulunan her şey fanidir.” (K. Rahman. 55/26) biçiminde idi.
Ancak Deniz Anası bu yargılarımızı sarsıyor. Öyle ki bu Deniz Anası yaşlanınca yeniden gençleşiyor ve başka bir canlı tarafından öldürülmezse genç olarak yeniden yaşama başlıyor.
Buradan şuraya gelmek istiyorum. Bilindiği gibi bütün kutsal kitaplara TANRI KELAMI denir. Bu yalan değildir. Ancak bunun halkın anladığı gibi aşkın bir varlık tarafından gönderildiğini anlamak din bilgisinden habersiz olmayı gösterir. Tanrı Kelamı, yalan değildir. Ancak anlamı başkadır. Eğer halkın inandığı şekilde bir anlamı olsaydı Tanrı’nın; Deniz Anası’nın yaşamından haberi olması gerekirdi ve ayetlerini de bu şekilde indirmesi gerekirdi.
Bu konuda Şeyh Bedrettin Simavi, Varidatında, şöyle demektedir: “Kuran Tanrı kelamı değildir. Muhammed’in sözleridir. Ancak Tanrı Kelamı demeyen kâfir olur.”
Hadi çık çıkabilirsen işin içinden. Ama erbabı bu işin içinden çıkmasını bilmiştir. Yoksa denildiği gibi Kutsal Kitaplar Tanrı tarafından gönderilmiş olsaydı; bize Deniz Anası’nın durumundan haber verirdi. Ve de kesinlikle din ve inanç uğruna insanların birbirini öldürmesine cevaz vermezdi. Çünkü biline ki Tanrı katında bir damla kanın bedeli bütün dünyanın ele geçirilmesinden daha kutsaldır.
Av. Eren Bilge Balta, 1.8.2009
+
Biz Din için değiliz; Din bizler içindir.
Allah, Kitap, Din, Peygamber insanın tekâmülü içindir.

Biz Kuran’daki doğruluk, dürüstlük, iyilik ve güzellikle ilgili ayetleri alır kendimize yol gösterici sayarız.
Günümüz ahlak ve hukuk kurallarıyla uyuşmayanlarını bizler için söylenmemiş sayarız.

Her çağın kendine özgü kuralları vardır.
Ortaçağ kuralları bizi bağlamamalıdır.

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgi, kucak dolusu,
Nur Hanıma ve sana…
Av. Eren Bilge Balta…2.8.2009
X
Değerli İ. K.
Yanıtı veriyorum derhal.

Önceleri Sitemi her gün yüz yüz elli kişi ziyaret ederdi.
Bu da benim çektiğim emeklere değerdi.

Son günlerde nedense 5 10 kişi girmekte siteme…
Bilmiyorum kabahat kimde…

Sitemi her Pazar öğleden sonra pazartesi tarihi ile güncelliyorum,
Senin anlayacağın haftada değişik türde 20 yazı giriyorum.

Sağlığımla ilgilendiğin için teşekkür ederim.
Sağlığım her geçen gün daha iyi oluyor derim.

Arkadaşların Siteme girmekle yetinmesinler.
Soru sorarak beni deşsinler.

Arif Tekin dosta selamını söyleyeceğim.
Temas ettiğim de senin hakkında bilgi vereceğim.

Şimdi kal sağlıcakla
Saygılar sana, sevgilerimle…

Eren Bilge, 23.11.2009
(G. T. 30.11.2009)
X
ÖĞRETMEN YALÇIN EFE’YE YANIT

21 Mart 2001
Sayın Hayri Balta,
Yazılarınız toplumumuz için çok çarpıcı bir ışıktır. Toplumumuzda çağı anlayıp yaşayanlar pek azdır. Büyük çoğunluk belki elli, belki yüz yıl geriyi yaşamaktadır. Bu elbette bizi üzmektedir. Verdiğiniz bilgiler keşke toplumumuzca okunsa.
Allah, Tanrı ve Yaratan… Biz bunları aynı olarak biliriz; ama siz ayırıyorsunuz. Ayırmaktaki amacınızı anlayamadım. Zaten bir yığın kargaşa yaşanıyor. O halde buna neden gerek duyulmuştur? Bunu siz bilirsiniz. Bizi de bilgilendirseniz seviniriz. Bir de Allah, Tanrı, Yaratan diye ayırmanızın konuya bir katkısını göremedim.
Saygılar sunuyorum.
Yalçın Efe, 21.Mart.2001
+
21.Mart.2001
Değerli Dostum,
a-mailinizi alır almaz yazıyorum: Sorunu beğendim. Öğrenmenin ilk koşulu sormaktır. Ancak, soru sormak da bilgilenmeyi, ilgilenmeyi gerektirir. Atalarımız bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Bilmez ki sora. Sormaz ki bile!”
Sen bir öğretmensin. İnsana bilmediğini öğretensin. Çünkü sen ham bir madde olan insanı bilgilendirmekle (eğitimle-öğretimle) ona bir biçim veriyorsun ki; onu, yaratmış oluyorsun. Dolayısı ile sen yaratansın. Yaratan insandır. İnsandan başka yaratan arama. Bir de koşullar ve olaylar vardır; ama, en önemli etken insan-ı kâmildir unutma. Sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale; bu gerçeği, derslerinde, şöyle dile getirmiştir: “İnsan-ı kâmilden başka Tanrı arama!”…
Beni yaratan Dr. Emin Kılıç Kale’dir. Ölü (ham) idim, diriltti (Pişirdi. kendime getirdi. Olgunlaştırdı, yetiştirdi.) Mevlana bu oluşumu şöyle dile getirir: “Hamdım, piştim, oldum!”.
Mevlana’yı; hamken, (ölü iken) pişirip olduran (dirilten) da Şems’tir. Mevlana, Şems’le karşılaşmasından önce şeriat-tarikat aşamasında (mertebesinde) idi. Şems’le karşılaşmasından sonra gerçeğe (hakikat mertebesine) ulaştı. Şeriat ve tarikat mertebesini aştı.
Ne var ki, beni dirilten sayın Öğreticim Dr. Emin Kılıç Kale beni diriltti; ama, kendisi, ölmeden önce, öldü. Bir aydın olarak sorumluluğunu yerine getirmekten kaçtı. Hakkında yapılan bir soruşturma üzerine yaranmak istediği yöneticilere küstü… Adını da “göğe çekilme” koydu…
12 Mart ve 12 Eylül zulmüne alkış tuttu. Yani yeniden yere indi. Sıkıyönetim komutanlarıyla yazışmaya başladı. Onlara destek çıktığını bildirdi.
Yargısız infaza kurban giden, gözaltında yiten, işkencede biten, her köşe başında kurşun yiyen, işkence tezgahlarında ölen ilerici gençler kendisini hiç mi hiç ilgilendirmedi… Talanı, yalanı görmezden geldi. Celal Bayar’a, Menderes’e caddelerde atıp tutacak denli politika ile iç içe olan adam gitti yerine politikayla ilgilenmeyen ve de üç maymunu oynayan bir adam geldi.
Camilere, şeriatçılara kafa tutan, ben ilericiyim diyen adam gitti yerine; solcuları, toplumcuları aşağılayan bir adam geldi. Oysa kendisi her dersinde ve her konuşmasında şöyle derdi: “Köylüsü donla gezen bir ülkede taksiye binmeye utanırım!” derdi. Eğer ben toplumcu olmuş isem bu sözlerinin üzerimdeki etkisinin büyüklüğündendir. Ne acı ki sonradan bireycilikte karar kıldı…
Beni de toplumcu olduğum gerekçesiyle kovdu. İlericileri, toplumcuları aşağılayıp, beni kovarken “yer yüzünde” idi; ama, iş yargısız infazcılara, işkencecilere, soygunculara, sömürücülere, talancılara tepki göstermeye geline “göğe çekildi”.
Umutsuzluk bir onulmaz hastalıktır. Umutsuzluk hastalığına kapıldılar tümden… Toplumdan umutlarını keserek umutsuzluğa düştüler.
Ne var ki, toplum olduğu sürece sorun olur. Sorun olduğu sürece de çözüm olur. Bütün bunlar doğrudan doğruya, bir aydın olarak, sorumluluktan kaçma idi. Oysa kendisi: “Sorumluluktan kaçan; ya alçak, ya eşek!” derdi…
Aynı soruşturmaya ben de uğradım. Ama ben kaçmadım. Bir “Atatürkçü ve aydın bir kişi” (Benim Atatürkçü ve aydın biri kişi olduğuma ilişkin mahkeme kararı vardır) olarak sorumluluğumu yerine getirmeyi sürdürdüm. Ezilenlerin yanında oldum.
Kendileri ise: “Ezilenden sana ne? Sen kendini kurtar. Sen kendinden sorumlusun. Sen mi kaldın, toplumu kurtaracak?” demeye başladılar. Oysa biraz yukarıda açıkladığım gibi: “Köylüsün donla gezen bir ülkede taksiye binmeye utanırım!” diyorlardı.
Sonradan da bireyciliğe yönelerek toplumsal sorumluluktan kaçmaya başladılar: “Sen kimsin ki? Niçin gazetelere yazı gönderiyorsun? Niçin senden istemeyenlere veriyorsun? Sen yazı yazarak istemeyene veriyorsun. İstemeyene vermek doğru değildir!” demeye baladılar ve beni de kendilerine benzetmeye çalıştılar…
Bende suç olarak, bula bula, gazetelere yazı göndermemi buldular. Bunu başıma kalktılar. Tek suçum bu idi: Gazetelere yazı göndermek… Bu nedenle “Ölü Yazman” diyerek beni aşağıladılar. Bu nedenle de beni aralarından kovdular. Oysa gazetelere göndereceğim yazıları ilkin Sayın Öğreticime okurdum. Beğenir, göndermeme izin verirdi. Öyle ki ilk takma adlarımı da kendisi koymuştu…
Bana iki ad takmıştı. Biri: Aydın Düşünen, diğer ise: Sözer Düşündürücü idi…
Toplumsal çelişkiler hızlanınca, bir de arka arkaya, önce ben, sonra da kendileri tutuklanınca; sandılar ki, bu işler benim gazetelere yazmam nedeni ile başlarına geldi. Ve yine benim yüzümden yeniden soruşturmaya uğrayacaklarını sandılar. Benim yüzümden başlarına bir iş geleceği korkusuyla kıvranıp durdular. Böylece tam bir medenî cesaret yoksunluğu gösterdiler. İçlerinde ileri gelenlerinden biri yüzüme bile tükürdü. Bir “ölü”den başka ne beklenebilir ki?.. Anılar bölümüne bakınız!…
İyi ki kovmuşlar. “Aleyhimde dedikodu yapmışlar; ama, manevi himmette bulunmuşlar.” Çünkü beni kovmakla ben “ölümsüzlüğe” kavuştum. Kendileri ise öldü!.. Ben aydınlığa ulaştım; kedileri ise karanlıkta kaldı. Hâla ve hâla da karanlıkta bocalayıp duruyorlar ve de acınacak durumdalar… (Bütün bunları Sitemdeki ANILAR adlı bölümde anlatıyorum.)
Her ilmin ve bilimin kendine özgü kavramları, terimleri vardır. Ben, dinsel konularda düşünce ve görüşlerimi dinsel deyimler, kavramlar, terimlerle dile getiriyorum.
Az yukarda “Ölü” ve “Diri” terimlerini kullandım. Elbette ölmek ve dirilmek dinsel terimlerdir. Ölme ve dirilme terimlerinin neleri anlatıp kapsadığı bilinmezse; ne demek istediğim anlaşılmaz. Bu nedenle bu dinsel terimleri bilmek gerekir.
Din adamlarının büyük bir çoğunluğu bu terimlerle ne anlatılmak istendiğini bilmedikleri için din konusunda halka yanlış bilgi vermektedirler
Kutsal kitaplardaki anlatımların büyük bir bölümü mecazi ve simgesel anlatımlardır. Bir din adamı kutsal kitaplardaki mecazi ve simgesel anlatımlarla ne anlatılmaya çalışıldığını bilmezse, insanlığa yarar yerine zarar getirir. Nitekim de öyle olmaktadır. Bunların başında da: Yaşar Nuri Öztürk ile Zekeriya Beyaz gelmektedir.
Sözde bunlar aydın din adamıdır. Oysa Cüppeli Ahmet’ten, Müslim Gündüz’den daha çok zarar vermektedirler bunlar topluma… Onların ne mal olduğu yüzlerinden gözlerinden belli. Ama bunların yüzünde ise ilericilik, aydın din adamlığı maskesi var…
İncil’de: İsa’nın “Ölüyü diriltmesini”, Kuranda ise: “Allah’ın ölüyü diriltmeye kadir olduğu” tümcesini (ayetini) gerçek anlamda değil, simgesel anlamda almalıyız. Yoksa değil bir İsa; bin İsa gelse ölüyü diriltemez. Yoksa değil bir Allah; bin Allah gelse, bir ölüyü diriltemez. Bunlar hep mecaz ve simgesel anlatımlardır…
Gelelim yaratma konusuna. Yaratacağın kişi arayış içinde olmalı. Konu ile ilgilenerek soru sormalı. Öğrenmek, bilmek isteğiyle yanıp tutuşmalı…
Bu özellik de kişinin yapısında olur… Yapısında bu özellik olmayan kişiyi ne yapsan adam edemezsin, geliştiremezsin, yetiştiremezsin, olgunlaştıramazsın,… Hem yapısı elverişli olacak, hem de kendisi arayış içinde olacak ve konuya ilgi duyacak…
Arayış içinde olmazsa ne yapsan boşuna. Bu gerçek şöyle dile getirilmiştir Kuran’da:
“Kör ile gören, karanlıklarla ile ışık ve gölgelikle sıcaklık bir değildir. Dirilerle ölüler bir değildir. Doğrusu Allah dilediği kimseye işittirir. Ey Muhammed! Sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin.” (K. 35/19-23 ve bun konuda yüze yakın tümce…)
Bu tümcedeki “Dirilerle ölüler” ile “kabirlerde olanlara” sözcüklerine dikkat. Bunlar hep mecazi ve simgesel anlatımlardır. “Ölülerden, dirilerden ve kabirlerde olanlarla” amaçlananlar cudamlardır. Dinsel anlamda; yaşayan her insan diri değildir. Yeniden doğmadıkça, yani dinsel koşullanmalardan kurtulup akıl yoluna girmedikçe ölü sayılır, kabirde sayılır ve bunlara haber anlatmak deveye hendek atlatmak gibidir.
Yine “Allah dilemezse hiç bir şey olmaz!” (K. 76/30, 31 ve bu konuda yüze yakın tümce(ayet)…) denilir.
Bu gerçek şöyle de dile getirilir: “Cüdama adam gerek, adam ede cüdamı. Cüdam adam olmayınca; adam, adam edemez cüdamı…” Cüdam, gelişmemiş, ham insan anlamına gelir…
Bu konuları anlayabilmek için dinsel konuları ve kavramları iyi bilmek gerekir.
Benim Kuran’dan anladığımı kim anlar? Anlamadıkları için bana dinsiz deyip işin içinden çıktılar…
Din bir ilimdir (Bilim değil). En başta ahlaktır; dendir, edeptir, erdemdir… İnsanın eğitilmesi ilmidir. Ham, gelişmemiş insanın; gelişmesi, olgunlaşması, yeniden doğması, insan olması ilmidir. Bu da öğrenme ve bizleri olumsuz davranışlara sürükleyen duygularımıza gem vurmakla (nefs’e hakimiyetle) olur..
Burada önemli bir yanlış anlamaya dikkatini çekmek isterim. İslam’da “nefsi öldürmek”ten söz edilir. Oysa; ne yaparsanız yapın nefis ölmez. Nefis ruhun bir köşesinde insanı pusuya düşürmek için bekler durur. Yeri gelince insanı kaldırır yere vurur. Önemli olan nefsi öldürmek değil; insanın kendi nefsini bilmesidir. Bu nedenle “Nefsini bilen Rabbini bilir!” denir.
Ne var ki bu ilim tapınma (ibadet) ritüeline dönüşmüştür. Yatıp kalkmaya, oruç tutmaya, hacca gitmeye, salâvat getirmeye dönüşmüştür. Bu dönüşüm Musa ile başlamış, Muhammet’le en ileri aşamaya varmıştır. Bu dönüşüm ise bu yola gidenleri kan dökücü yapmıştır. Bu nedenle bu yola gidenler: Allah, Peygamber, din için; acımadan, çekinmeden, tekbir getirerek, canına kıymaktan zerre kadar çekinmez. Kahramanmaraş Malatya, Çorum katliamlarını yapanlarla, Sivas Madımakta aydınları tekbir getire getire yakanlara Müslüman değildir, diyebilir misiniz?
Tevrat’taki ve Kuran’daki şiddet tümcelerine (âyetlerine) bakınız. Cezayir’de, İran’da, Afganistan’da, Pakistan’da ölen de öldüren de Müslüman… Bir de yurdumuzdaki Hizbullah Müslümanlarına Müslüman değil diyebilir misiniz?.. Hangi dünya görüşüdür bunları kan dökücü yapan? Şeriat zihniyetidir bunları bu denli kan dökücü yapan…
Yine bu din ilmini; Peygamberler, bilgisizlere vererek ayağa düşürmüşlerdir. Tıp öğrenimi gören biri, hukuk öğrenimi gören biri, kimya öğrenimi gören biri yıllarca derslere gidip öğrenmek zorundadır. Böyle bir öğrenim gören kişi ile bu konularla ilgilenmeyen herhangi bir kişi bir olabilir mi?
İşte din de; tıp gibi, hukuk gibi, kimya gibi bir ilimdi… Ne oldu? Siyasal rant amacıyla kolayca mezun olunan bir ilim oldu. Yeter ki sâlavat getir, tekbir getir, camiye git,. Havraya git, Kiliseye git yat kalk tapın… Al sana bir dindar…
Böylece din; tabusal bir inanca dönüştü. Aklın, düşünmenin, mantığın önemini sildi attı… Bu dünyayı Cennet yapmak varken Cehenneme dönüştürdü. Cennet ise, ölünce gidilecek bir yer sanıldı…
İnsan böylece kendi kendine yabancılaştırıldı… Kendisi gibi düşünmeyenlere kolayca öldürebilecek bir canavara dönüştürüldü…
Tarihi dikkatle inceleyiniz bütün dincilerin, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ayrımı yok, nasıl kan dökücü olduklarını göreceksiniz…
Üç peygamber gelip gitmiştir belli başlı… Üçünü de gönderen aynı varlıktır deniyor? Bu nasıl aynı varlık olabilir? Birini gönderiyor; sünnet yapınız diyor; dinlenme gününüz de Cumartesi olsun diyor.
İkincisi geliyor; “Sünnetli olup olmamanın önemi yoktur” (İncil, Galatyalılara; 6/15) dinlenme gününüz de Pazar olsun diyor.
Üçüncüsü geliyor: “Sünnet olmalısınız, dinlenme gününüz de Cuma olacak!” diyor.
Bunların üçü de Allah tarafından gönderildiklerini söylüyorlar. Bütün söylediklerinin Allah tarafından kendilerine bildirildiğini söylüyorlar.
Peki, bu Nasıl Allahtır ki her peygamberine değişik yasalar koyduruyor? Gönderdiği üç peygamber Sünnet kuralında, dinlenme günlerinde dahası binlerce kuralda uyum sağlamazlarsa arkalarına düşen insanlar da elbette birbirlerini kırıp geçireceklerdir.
Bundan şu sonuç çıkmıyor mu? İnsanların Allah için, din için, kitap için birbirlerine kıymasının kaynağı: Allah, din, kitap olmuyor mu? Peki biz insanlar bu saplantılardan ne zaman kurtulacağız? Bu saplantılardan kurtularak birbirimize sevecence yaklaşmayı ne zaman başarabileceğiz…
Mısırlılar, din ilminde çok ileri gitmişlerdi. Şu çelişkiye bak ki: Tek Tanrı kavramına ulaşanların başında Ateon adlı bir Firavun gelir. Ama Mısırlılar bu ilmi ayağa düşürmemişlerdir. Ayak takımına, bilgisizlere, ilgisizlere bu ilmi sunmamışlardır. Tapınaklardaki rahipler bunu yalnızca kendilerine özgülemişler ve kendilerinden isteyenlere, gerekli gördüklerine, layık gördüklerine vermişlerdir.
Bu rahipler; halkın danışmanı idi, eğitmeni idi, yol göstericisi idi… Kendilerine özgüledikleri bu bilgileri halka vermezlerdi; ama, kötüye de kullanmazlardı…
Musa, din ilmini Mısır’dan almıştır. İsa da Musa’dan. Muhammet de her ikisinin çömezlerinden.
Bu din ilmi; İsa’da en yüksek aşamaya gelmişken, Muhammet’le yeniden Musa’ya dönüş başlamıştır. Öyle ki İbrahim dinine dönülmüştür. Bu gerçek Kuranda onlarca tümce (ayet) ile dile getirilir:
“De ki: Rabbim beni dosdoğru İbrahim’in dinine iletti.” (K.6/l6l; 2/135; 6/161; 16/120, 123).
Oysa İsa; İbrahim dinini de, Musa dinini de aşmıştı. İsa da: Din, insanlar içindi. İnsanlar, din için değildi. Çünkü İsa:
“İnsanoğlu, Sept gününün de Rabbidir.” (İncil, Matta, 12/8) demişti.
İbrahim’de de, Musa’da da: “İnsanlar sept günü içindi.” Yani din, insanlar için değil; insanlar, din içindi.
Muhammet’te de, insanlar din için olmuştur. Hem de İslamiyet’te bu doruğa çıkmıştır. Gözleri, tapınmadan (ibadetten) başka hiçbir şeyi göremez olmuştur.
Aklın işlevi yadsınmıştır. “Akılla bir yere varılamaz, gerçeğe erişilemez. Gerçeğe ancak imanla erişebilir!” (Mevlana ve Gazali…) denmiştir.. Varsa da yoksa da tapınma (ibadet). Yurdumuzda Başbakanlık yapmış birinin 27 kere Hacca gittiği unutulmasın…
Oysa İsa, “Ben babadayım, baba da bende!” diyerek Tanrı’yı insana indirgemiştir. İsa bu sözleri öğrencisi Filipus’un: “Rab, bize Baba’yı göster” diye sorması üzerine söylemiştir. (Bk. İncil, Yuhanna, l4/8).
Ne var ki başta Hıristiyanlar olmak üzere; insanlık, İsa’nın ne demek istediğini anlayamamıştır. Hâlâ ve hâlâ yukarılarda bir yerlerde Baba (Allah) aramaktadırlar… Arayıp dursunlar. Bulurlarsa sana da, bana da haber versinler…
İsa’nın öğretisi din değildir, din felsefesidir. Ahlaktır, dendir, edeptir, erdemdir… Tutum ve davranış bilimidir. İnsanı; insandan gelebilecek kötülüklerden koruma öğretisidir.
Ne var ki bu felsefeyi, den, edep, erdem ve ahlak öğretisini İsa’dan sonraki papazlar dine dönüştürmüşlerdir.
Bütün batınî (ezoterik-içsel) tarikatların kaynağı İsa’nın felsefesidir. Bu batınî söylemler Kuran-da vardır ve bütün İslam tasavvufçularının dayanağı bu batınî anlamdaki tümcelerdir.
Din felsefesinde Tanrının yeri insandadır. İnsanın aklındadır, sağduyusundadır, vicdanındadır…
Kaldı ki Tanrı da aklın simgesidir. İnsanlar birbirini uğurlarken: “Allah yardımcın olsun!” diye uğurlar. Böylece: “Aklını kullan! Akıl, en büyük yol göstericidir!” demiş oluyor ki; bunu, ne söyleyen bilir, ne de dinleyen…
Bu konuda açıklayıcı bir örnek vermek istiyorum: “Kuran yolundan (Hak nizamı) gidenlere Allah’ın yardımcı olacağı” söylenir. Gelin böyle olup olmadığını sanal olarak deneyelim…
Bu gün yurdumuzda Bir adam dinsel inancı nedeniyle: “..dik başlılık etmesinden kuşkulandığı karısını dövebilir” (K. 4/34). Bu Kuran’ın, dolayısıyla Allah’ın emridir. Ama kadın gidip kocasının kendisini dövdüğünü bildirerek davacı olursa, erkek ceza almaktan kurtulamaz. Yargıç isterse cezayı ertelemez ve kendisini içeri tıkar…
Adam inandığı Allah’ın kitabına uydu, ceza gördü ve hapse girdi… Hani, Allah adamı korurdu… Ama bu adam, benim dediğim gibi Allah’ın aklın simgesi olduğunu
bilseydi ve aklını kullansaydı yürürlükteki hukuk nedeniyle ceza göreceğini hatırlar ve karısını dövmekten çekinirdi.
Kimileri bu tümceleri (âyetleri) Allahlarına yakıştıramamış olacak ki, elbirliğiyle, “HAFİFCE” yi eklemişlerdir. Ne var ki hafifçe de dövseler ceza almaktan kurtulamazlar.
Hem “hafifçe” dövmek nasıl olurmuş bir türlü anlayamıyorum. Adam karısını dövmeye görsün… Yaratana sığınıp vuruyor… İşte bu nedenle: Unutma, en büyük kurtarıcı akıldır, diyorum. Aklını kullanmayan insanı Allah dedikleri sanal varlık koruyamaz. Aklını kullanmayan insan; ne kendisini kurtarabilir, ne de kurtarıcı olabilir…
Din felsefesinde; İnsan-ı kâmil, yani olgun, yetişmiş, gerçeğe erişmiş insan vardır. İnsan-ı kâmil, Tanrı’nın temsilcisidir. . İnsan-ı kâmil, sıradan insanların üstünde olduğundan yüceltilerek Tanrı denir; İsa’ya dendiği gibi…
Bütün olumlu tutum ve davranışlar, yüce değerler, genel doğrular, etik ahlâk (Bütün insanlığın olumladığı davranış yöntemi)… Üstün, yüce aşağıdakilere göre yüce sayılır…
Tanrının, yukarılarda, yükseklerde, gökte aranmasının kaynağı budur. Dinciler ellerini açıp dua ederlerken neyi yüceltip yukarıda tuttuklarının bilincinde değillerdir.
Tanrı: El üstünde tutulan; bütün olumlu tutum ve davranışlar, yüce değerler, Genel doğrular, etik ahlâktır, dendir, erdemdir. Bütün bunlar Tanrı simgesi ile simgelenerek dile getirilir. Ne var ki bunu kimseler bilmez, kime söylesem de ne demek istediğimi bilmez…
Erişmiş olabilmek için: İnsanın kendi gelişmemiş içgüdülerinden kurtulması, kendisini kötülüğe sürükleyen duygularına hakim olması; bilgide, dürüstlükte, güzellikte, iyilikte kendini yetiştirerek örnek bir insan olması gerektir.
İşte bu duruma gelen insana din ilminde “İnsan-ı kâmil” adı verilir. İnsan-ı kâmilin din ilmindeki sıfatı Tanrıdır. Bu nedenle bu olgun ve üstün insanların söyledikleri sözlere de Tanrı sözü (Tanrı kelâmı) denir. Kutsal kitaplara Tanrı sözü (Tanrı kelâmı) denmesinin kaynağı budur.
Yoksa Allah aciz mi ki kitap yazıp göndersin, hem de dilbilgisi ve imlâ kurallarından habersiz olsun, hem de tutarsız tümceler kursun, hem de dikişsiz konuşmalar yapsın.
Hem her şeyi yapmaya yetenekli (kâdir) olan Allah, mesajını iletmek için peygamber gibi aracılara niçin gereksinim duysun… Hem de en son gönderdiği Peygamber ve kitap 1400 yıllık olsun… Bütün bu düşünce ve inanışlar Allah’ın aczini göstermez mi?
Allah aciz mi ki, bizimle ilişki kurmak için Peygambere ve kitaba gereksinim duysun… Allah, doğrudan bizimle ilişki kuramaz mı ki bir aracıya gereksinim duysun?.. Asıl önemlisi 1400 yıldan bu yana sesi soluğu çıkmasın, sussun ve insanları unutsun… Böle bir Allah anlayışı bilgisizliğin sonucudur…
Bizim dünya görüşümüz böyle bir nitelemeyi Allah denilen yüce varlığa yakıştırmaz. Allah konusunda bilgisizlik bu kadar olur… Allah’tan habersizlik bu denli olur!.. Allah’a saygısızlık bu kadar olur…
Sırası gelmişken bir konuya daha açıklık getirmek istiyorum. Müslümanların eniğinden cücüğüne bir söylemleri var: “En son ve en mükemmel, bir harfi değişmemiş kitap bizimki!..” derler…
Bir kere en son din değil, İbrahim dinine dönüştür. Yani en eski dinlerden biri… Okuyalım:
“…De ki: Rabbim beni dosdoğru İbrahim’in dinine iletti.” (K. 6/161) ve yine:
“Dosdoğru İbrahim’in dinine uyanlardan daha güzel kim vardır?” (K. 4/125).
Kaldı ki İslamiyet’ten sonra da bir çok din ortaya çıkmıştır. Bu dinleri görmek isteyenler “DÜNYA DİNLERİ SÖZLÜĞÜ” İnsanlığa Yön Veren Tüm Din Ve İnanç Akımları. Nokta Kitap Yayınları’na bakılırsa görülür.
En mükemmel din olmasına gelince; bu nasıl mükemmellik:
Karı dövme onda,
Kölelik var, cariyelik onda,
Huri-Gılman onda,
Kadını tarla olarak görüp dilediğin gibi girmek onda,.
Geçici nikah (Muta nikahı) onda,
Güzelliği hoşuna giden bir kadın için mevcut eşlerden birini boşamak onda,
Hulle yapmak onda,
Zina yapanları taşlayarak öldürme onda,
Mirasta kadına yarım, erkeğe tam pay onda,
Tanılıkta iki kadının bir erkeğin yerini tutması onda,
Erkeği kadından üstün görmek onda,
Farklı inançtakileri aşağılama onda,
Hatta imana davet var, İmana gelmediği takdirde öldürmek de var…
Bütün bunlar günümüz hukukuna, İnsan Hakları Evrensel Bildirisine uymayan kurallardır. Bütün bu kurallar kutsal kitaplardaki kurallardan daha insancıl ve daha akılcı kurallardır…
Nasıl olur da insanların koyduğu kurallar Allah’ın koyduğu kurallardan daha iyi ve gerçekçi olur. Bu durum düşündürücü değil mi? Gerçekten merak ediyorum, bu insanlar ne zaman düşünerek gerçeği araştıracak?
Sözde kendilerinin kitapları değişmemiş. Sanki değişen kitaplarda bu sayılanlar varmış da onlar bunu değiştirmişler, bunlar ise korumuşlar…
Demek ki onlar; zina yapanları öldüren tümceleri (ayetleri), Hulle yapmayı, geçici nikahı (Muta nikahı) gibi akla ve insan haklarına uymayan kuralları değiştirmişler. Bu durumda değiştirenler; eğer değiştirmişlerse, çok güzel yapmışlar… Aferin kendilerine…
Burada bir soru gelmekte akla: Hem Allah kendi gönderdiği Tevrat, Zebur İncil gibi kitaplar değiştirilirken eli armut mu topluyormuş. Niçin karışmamış kitapları değiştirilirken. Günümüzdeki devletlerden herhangi biri; değil yasasının değiştirilmesi, uygulanmaması durumunda bile uygulanmayanları cezalandırmakta bir saniye gecikmiyor… Allah niçin sessiz kalmış kitapları değiştirilirken… Görülüyor ki; burada da büyük aldatmalar, büyük yalanlar, büyük saptırmalar söz konusu. Sözde bunlar Allah’ı, dini koruyorlar.
Bunlar, dinlerini de tutarlı bir şekilde savunamıyorlar. Bu güne değin ne İlhan Arsel’in, ne Turan Dursun’un, ne Erdoğan Aydın’ın, ne de Arif Tekin’in yazdıklarına bir reddiye yazamadılar. Öylece bakıp duruyorlar, yalnızca tehdit ediyorlar, ellerine fırsat geçince de öldürüyorlar Turan Dursun’u öldürdükleri gibi…
Hemen ortadan kaldıralım, diyorlar, başka bir şey gelmiyor akıllarına. Tarih boyunca; aklı savunanları, gerçekleri açıklayanları, dine yeni yorumlar getirenleri ortadan kaldırmaktan başka bir şey gelmiyor akıllarına… Din bu mu? Zorla din kabul ettirilir mi? Zorla kabul ettirilen bir din ne değin yaşar?..
Ne var ki Tanrı ve Tanrı bilgisi, benim anlattığım şekilde anlaşılırsa değerini (itibarını), büyüsünü, gizini yitirir sanıyorlar. Allah’ın insanlar üzerindeki korkutucu etkisi kalkar sanıyorlar. Hiç kimse Allah korkusu duymaz, diyorlar. Allah korkusu duymuşlar da ne olmuş? Din adına; savaş, ganimet, yağma, talan, cana kıyma, cinayet, işkence, suikast, tecavüz gırla… Bütün dünyada hapishaneleri dolduranların büyük çoğunluğu inançlı kimseler…
Bu nedenle insanlar dile getirdiğim bu Tanrı anlayışını kabullenmeye bir türlü yanaşmıyorlar. Yalanı, yanlışı pompalayıp duruyorlar. Bunların en rafine olmuşu da Yaşar Nuri Öztürk ile Zekeriya Beyaz’dır…
İsa’ya göre gerçeği arayan insan; çalışıp çabalarsa insan-ı kâmil olabilir. Bunu da şu sözleri ile anlatmaya çalışır:
“Kendisini kabul edenlerin tümüne, O’na inananların tümüne, Tanrının çocukları olma yetkisi yerdi.” (İncil, Yuhanna, 1/12).
Demek istiyor ki: “Ben Tanrının oğlu (İnsan-ı kâmil) olduğum gibi; çalışırsanız, sizler de Tanrının oğlu olabilirsiniz.”
Bunlar hep simgesel anlatımlardır. Yukarılarda bir yerlerde; yani gökyüzünde, göklerde bir Allah yok ki oğlu olsun! Anlayan varsa beri gelsin… Sana da, bana da haber versin…
Allah, Tanrı ve Yaratan bir değildir. Bir kere Allah Arapça, Tanrı ise Türkçe bir sözcüktür.
Allah denince: Anlaşılamaz, sırrına akıl ermez, ne yaptığı ve yapacağı bilinemez, yaptığının hesabı sorulamaz (lâyüssel) bir sanal varlık akla gelir. Bu sanal varlık ne yaparsa doğrudur, yerindedir.
Bu söylem, Erzurumlu İbrahim Hakkı tarafından şöyle dile getirilir: “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler. Vallahi güzel eyler, billahi güzel eyler..”
Bu; aklını işletme, işin aslını araştırma, başına ne gelirse şükrederek kabullen demektir.
Allah sanaldır; zanna dayanır, simgeseldir…
Tanrı kavramına gelince Tanrı düşünseldir ve deneyle varlığı anlaşılır. Olumlu ilkeler ve kuralların tümünü kapsar.
Yaratan’a gelince maddeye dayanır bilimseldir.
Türklerde, Allah yerine Türkçe olan Tanrı kavramı yeğlenmiştir. Tanrı kavramını anlaşılır kılmak için de Allah kavramından ayırmak gereği duyulmuştur.
Çünkü, anlaşılan bir kavram insana yararlı olur. Bu bir anlayış sorunudur.
Tanrı kavramı bilinerek uygulanmaya çalışıldığı takdirde insana yararlı olur.
Bilinen bir kavram gereğince hareket edilince; huzura erişilir, uyulmazsa huzursuzlukla karşılaşılır ki bu denenerek anlaşılabilir.
Hem Arap kültür emperyalizminin (Din, dil, gelenek, görenek…) eksinden kurtulmanın başında Arapça’yı, Farsça’yı dışlayıp Türkçe’mize sarılmak gerekir.Tanrının kaynağı insandır. Toplumsal ve doğal koşullardır. Toplumun onayladığı tutum ve davranışlar iyi; onaylamadığı tutum ve davranışlar kötüdür ve bu Tanrı sözcüğü ile simgelenir.
Tanrı kavramına ulaşanlarda “Günah ve sevap” kavramları yoktur. İyi ve kötü kavramları vardır. İnsan, ya iyi yapar; ya da kötü…
İnsan; iyi yolda olursa huzur ve güven bulur ki buna, din ilminde, Tanrı yolu-Cennet denir; kötü yolda olursa huzursuzluk ve güvensizlik duyar ki buna da din ilminde, şeytanın yolu Cehennem denir.
Bu kavramları bu şekilde anlatmazlar insana. İnsanı korkutarak kendi yollarına döndürmeye çalışırlar ki böylece insanlığa zarar verirler. Pasifize ederler. Zaten amaçları da budur onların. İnsanları pasifize ederek tepkisiz kılmak. Başına ne gelirse gelsin katlandırmak, şükür ettirmek… Hakkını aramasını önlemek…
İnsan, iyi yola giderse karşılığını kendinde; vicdan huzuru olarak, toplumdan da onay alarak bulur ve bu Cennetle simgelenir. Kötü yola giderse karşılığını; vicdan huzursuzluğu olarak bulur ve toplumca da cezalandırılır ki bu da Cehennem azabıyla simgelenir…
Amacım bu işte: Allah ve Tanrı kavramına, dinsel konulara açıklık getirerek, dinsel terim ve kavramları anlaşılır kılmak. Anlamsızlıktan kurtarıp anlamlı kılmak.
Böyle bir ayrım niçin kargaşa yaratsın? Anlaşılmazdan, anlaşılana, bilinmezden, bilinene, korkulandan sevilene varılırsa kötü mü olur? Bilmem anlatabildim mi?
Ne var ki insanlık Allah diye, Tanrı diye, Yaratan diye tutturmuş gidiyor. Bu kavramlara bambaşka, akla, ahlaka, bilime aykırı, yanlış bir yorumla yaklaşıyor.
Yaratan maddedir. Maddenin dışında Yaratan diye bir şey yoktur.
Eğer, dedikleri gibi yaratan varsa, yaratanı yaratan da var demektir ki bu bir kısır döngüdür, içinden çıkılmaz… “Yaratanı kim yaratmıştır öyle ise?” sorusu arkadan gelir ve birbirini izleyip gider…
Zaten ruhçular bir yaratan olduğunu ileri sürdükleri için çıkmaza girerler. Böyle bir sorudan rahatsız oldukları için zor kullanarak insanı susturmaya çalışırlar… Oysa atalarımız bu soruya yerinde bir yanıt vererek kestirip atmıştır: “Yoktan ne tahsil olur ki?”.. Bilim de bu soruya şöyle yanıtlamıştır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz. Var olan da yok olamaz.”
Gerçekten de maddenin dışında bir yaratan olmadığı gibi, yaratılan bir şey de yoktur. Bütün varlıklar, canlı-cansız, var olanın görüntüye çıkışıdır. Görünmeyenden (âmâdan) görüntüye (zuhura) gelişidir. Özdekten gelip özdeğe gidişidir. Görünmeyenin görünüre çıkması ve görüntüsünü değiştirmesidir. İnsan bu görüntüye gelişi ve görüntünün değişmesini, kavrayışının (ihatasının) azlığından, yaratılış sanıyor.
Tutturmuşlar: “Nerden geldik nereye gidiyoruz?” diye. Oysa ne geldiği var, ne de gittiği… Özdek (madde) olarak var. Varlığı, özdeğin içinde. Özdek, besin şeklinde babaya-anaya geçiyor. Babada atmığa (meniye) dönüşüyor. Babadan, anaya atılıyor… Ananın karnında, besleniyor, büyüyor, görünüşe çıkıyor. Tıpkı tohumun toprağa düşüşü, sonra görünüşe çıkışı gibi… Sonra da büyümesini tamamlayıp işlevini yitiriyor. Yaşlanıp ölüyor, toprağa konuyor, toprak oluyor…
Nereden geldi ise yine oraya gidiyor. Özdekti (madde idi) yine özdek oluyor. Çürüyor, toprak oluyor… Niteliği değişiyor… Yok olmuyor; maddeden geldi, maddeye gitti… Görünmez idi, görünür oldu, sonra yine görünmez oldu…
Varlığı var, ama bizim görüş alanımızın dışında… Nereden geldi ise oraya gitti. Ama yok olmadı. Aslına döndü. Aslına döndüğü yerde artık neyin ham maddesi oluyor, bunu bilemeyiz, bu bilgimizin dışında… Bunu da bilemediğimiz için bir simge ile ifade ediyoruz: “Allah bilir!” Bilgisizliğimizi söylemek işimize gelmiyor, bilgiçlik taslayarak “Allah!” deyip işin dışından çıkıyoruz.
Bu “Allah” kavramı yaşamda bizim savunma aracımızdır. Kimi zaman sadaka isteyen dilenciyi başımızdan savmak için iyi bir kalkan olur… “Allah! Versin!” dediğimiz; dilencinin dizlerinin bağı çözülüyor, bütün refleksleri felç oluyor. Söyleyecek sözü kalmıyor…
Politikacılar da oy toplamak için sık sık “Allah” kavramına başvurur. Allah diye politika yapan partinin oyları birden bire artar. Sorumsuzluklarımızı perdelemek için de başvurduğumuz bir kavramdır bu Allah kavramı… Kendi kusurumuzdan oluşan başarısızlıkları takdir-i ilâhi diyerek savuşturmaya çalışırız. Başımıza gelen olumsuzlukların nereden kaynaklığını araştırmak yerine Allah’ın takdiri böyle imiş diyerek kendimizi avuturuz.
İnandırıcılık sağlamak için de sık sık başvurduğumuz kavramdır bu “Allah” kavramı.. “Allah adına yemin kassem ederim ki!” diyen adama inanmamazlık edersen; adamın sana çıkışma hakkı doğar. “Allah adına yemin kassem etim!” niçin inanmıyorsun diye…
İşin burasında aklıma takılan bir soruya değinmek gereğini duyuyorum. İnsanların yemin etmesinin nedenlerini buluyorum da Allah’ın, değişmeyen tek ve son kitabında sık sık yemin etmesine bir türlü aklım ermiyor…
Her şeye gücü yeten Allah’ın inandırıcılık sağlamak niçin bu kadar yemin ettiğini açıklayan bir din adamı ile bu güne değil karşılaşmış değilim… Yemin eden Allah!…
Nedenini araştıramazsın, çünkü o layüsseldir… Çünkü dokunulmazdır… Kendisinden yaptıklarının nedeni, niçini sorulamaz. Böyle bir düşünce aklı çöp sepetine atmak gibidir.
Bir de sık sık “Aklı olmayanın dini yok!” denir… Çık çıkabilirsen işin içinden…
Bir de ruhun ölümsüzlüğünden söz edilir. “Ölen bedendir. Ruh ölmez!” denir. Söz de insan ölünce, ruh bedenden ayrılıyormuş, öteki dünyaya geçiyormuş…
İnsanın ölümü kabul etmemesinin bir sonucudur bu… Yok olup gitmeyi bir türlü kabullenemiyorlar. Gerçekçi olamıyorlar.. Ruhun gittiği bir yer var sanıyorlar. Buna da “öte dünya” dünya diyorlar.
Bunda da yanılıyorlar. Öte dünya diye, öldükten sonra gideceğimiz yer yoktur. Öte dünya biz yaşarken vardır. Yarın, bizim için bilinmeyen, ötede ki bir dünyadır. Bir dakika sonrası, bir saat sonrası, bir hafta, bir ay, bir yıl sonrası bizim için öte dünyadır.
Olumlu, olumsuz bir eylemde bulunduktan sonra; bu davranışımızın sonuçları ile, bir dakika, bir saat, bir gün, bir yıl ya da daha sonra karşılaşırız ki buna öte dünya denir. Asıl öte dünya budur…
İki alem dedikleri budur. Bir bu gün içinde olduğumuz âlem; bir de yaşarken önümüzdeki zaman içinde yaşayacağımız “alem…
Buradan şu sonuç çıkıyor. Bu gününü iyi yapan insan geleceğini kurtarmış oluyor. Bu gün olumsuz bir davranışta bulunan bir insan gelecekte bu olumsuzluğunun sonuçları ile karşılaşacaktır demektir. Elbette bu anlattıklarım “diri” olanlar için söz konusudur. Çünkü Allah, “Ölülerin değil, dirilerin Allah’ıdır…” (İncil. Matta. 22.32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)
Diri olan, olumsuz bir davranışı nedeniyle hesap vermese de bunun sonuçları ile vicdanında karşılaşır ki bu da cehennem ateşinde yanmakla ifade edilir. Yoksa öldükten sonra gidilecek bir cennet ya da cehennem yoktur… Hepsi bu dünyada aranmalıdır… Halka doğrular söylenmelidir. Halk aldatılmalıdır…
Bu açıklamaya karşın hemen soruyu yapıştırıyorlar: “Ya bunca kötülük yapanların cezasını kim verecek?” Sanıyorlar ki, kötülük yapanlar bu dünyada ceza görmezse öbür dünyada Allah tarafından cezalandırılacak . Bu da büyük bir yanılgı. Bir kere suç işleyenlerin öbür dünyada cezalandırıldığını kim görmüş? Eğer Suçlular öbür dünyada ceza görmüş olsaydı; cehennemdekilerin feryadı figanından yeryüzünde oturulamazdı.
Asıl bilgisizliği söyleyeyim. Hiçbir din bilgini bunu bilmiyor. Biliyorsa dile getirmiyor. Bir kere “Allah ölülerin değil, dirilerin Allah’tır” (İncil. Matta. 22.32. Markos. 12/27. Luka. 20/38)
Diri ve ölü terimlerini bilmeyenler din konusunda boşa kürek çekiyorlar demektir. Şimdi kısaca tanımlayayım:
Diri: Yaptığı kötülükten rahatsızlık duyan, bir daha yapmamaya karar veren ve yapmayan kişidir.
Ölü ise; yaptığı kötülükten rahatsız olmayan, kötülüğe bağışıklık kazanan kişidir…
Ölülerin Tanrı’ya ( Kendine, aklına, sağduyusuna, vicdanına ve topluma…) karşı sorumluluğu yoktur. Ancak dirilerin Tanrı’ya (kendine, vicdanına, topluma…) karşı sorumluluğu vardır.
Her ilmin kendine göre kavramları, deyimleri, terimleri vardır. Dinsel kavramları, deyimleri, terimleri bilenler ne demek istediğimi anlar, bilmeyenler ise saçmaladığımı sanırlar ki bunu da öncelikle belirtmeliyim…
Ruh anlayışına gelince bu da büyük bir yanılgıdır. Ruh demek can demektir. Nefes demektir. Canlı olmak, nefes alıp vermek, insan canlı iken söz konusudur. İnsan nefes alamazsa ölür.
İnsan bedeninden ayrı ruh diye bir varlık yoktur. Can, nefes ve ruh; ikisi aynı anlama gelip bedenin (vücudun) çalışmasını sağlar. Bu da başta nefes alıp vermekle, besin almakla sağlanır.
Ruh dediğimiz bedenin işlevidir. Bedenin işlevi bitince bedenden ayrılan ruh diye bir şey kalmaz. Canlılık son bulunca ruh diye bir şey de kalmaz. Bedenden ayrılarak cennete, cehenneme giden ruh diye bir varlık söz konusu değildir. Bedenden ayrılan, aldığımız, solunumdur (nefestir) buna can (ruh) denir. Son nefesini veren kişi için başucundakiler: “En sonunda son nefesini verdi, ruhunu Allah’a teslim etti!” diye sonucu bildirirler.
İnsan; insanın dışında, gerek sağken ve gerek fiziksel olarak öldükten sonra ruh diye bir varlık aramamalıdır. . Ruh diye somut bir varlık yoktur. Ancak düşüncelerimizde, anılarımızda yaşayan hayaller vardır ki biz buna, hayalimizdeki görüntüye (imaja) ruh diyoruz.
Ruh olgusu insanın yaşamı çok sevmesinden kaynaklanmaktadır. Ruhun varlığına inanç, görünmeyen dünyadan görünür duruma gelen insanın, görünmeyen aleme cansız bir madde olarak gidip çürümesi, sonunda yok olmasını bir türlü kabul edememesindendir. Bu nedenle insanlar yaşama umutlarını korumak dürtüsüyle öte dünyada da var olmayı düşlemişlerdir.
Hani şöyle bir fıkra vardır. Şems’in özlemi ile yanıp tutuşan Mevlana’ya birisi:
“Gözün aydın Şems geliyor…” deyince
Mevlana, sarığını çıkarıp adama armağan etmiş. Bunu gören birisi.
“İnanma ya Mevlana, yalan söylüyor o…” demiş.
Mevlana da:
“Ben o armağanı onun yalanına verdim. Doğru söylemiş olsa idi, ona, canımı da verirdim!” demiş ya…
İnsana; yalan olduğunu bilse de, inanmasa da, hayal da olsa bile yaşamak umudu tatlı geliyor. Eğer insanlar gerçekten öbür dünyada bir yaşam olduğuna inansaydı, kendileri de öldüklerinde kendilerinden daha önce ölenlere kavuşacaklarına inanmış olsalardı, ölenlerinin arkasından öylesine ağlayıp dövünmezlerdi…
İşte bunun gibi onların (dincilerin, ruhçuların) yalanı bizim doğrularımızdan daha tatlı geliyor insana… Bizlerin gerçekçiliği umutsuzluktur. Onların yalanı ise umuttur.
Umut, umutsuzluktan iyi olduğuna göre bizim söylemlerimiz bir karamsarlık yaratıyor gelişmemiş ve gerçekçi olmayan insanlarda… Bunun içindir ki yalan söyleyerek insanları umuda kodlayanlar bizden daha yakın geliyor ölmeyi bir türlü kabul edemeyen insanlara…Yalan olduğunu, yanlış olduğunu bile bile bedenen değil de ruhen de olsa yaşama umudunu yitirmek istemiyorlar. Yanılgıyı, yanılgı olduğunu senden, benden daha iyi bildikleri halde yine de kabul ediyorlar. Bu yanılgıların, yanılgı olduğunun bile bile kabullenmesi insanın yok olup gitmeyi bir türlü kabullenememesindendir…
İnsanoğlunun büyük yanılgılarından biri de ruhun varlığının yalnızca kendilerinde olduğunu sanmalarıdır. Bu da büyük bir yanılgıdır. Yalnız insanın ruhu vardır diyerek kendilerine pay çıkarıyorlar. Oysa hayvanla insan arasında oluşum bakımından nitelik ayrıntıları vardır. Eğer insanın ruhu varsa hayvanın da ruhu vardır. Öyle ise hayvanın, örneğin solucanın, ruhu nereye gidecektir.
Kaldı ki kutsal kitaplar bu soruya güzel bir yanıt vermişlerdir. Bakalım:
“Adam oğullarının başına gelen hayvanların da başına geliyor. Bu (insan) nasıl ölüyorsa öteki de öyle ölüyor. Hepsinin bir soluğu (nefesi-canı-ruhu) var ve adamın hayvana üstünlüğü yoktur. “HEPSİ TOPRAKTANDIR ve HEPSİ YİNE TOPRAĞA DÖNÜYORLAR. HEPSİ AYNI YERE GİDİYORLAR” (İncil, Vaiz, 3/19-20).
Unutmayalım ki Karadeniz havzasında çıkarılan taş kömürleri ölen hayvan kalıntılarının üst üste yığılmasından başka bir şey değildir. Ne var ki Kitapları böyle dediği halde Hıristiyanlar bile ruhların cennete gideceği yalanıyla insanları kandırmak için birbirleriyle yarışıyorlar.
Bütün ruhçular (dinciler) insanın yaşamındaki yoksulluğu gidermek, ona iş bulmak, onun mal ve can güvenliğini sağlamak yerine ruhunu kurtarma yarışına giriyorlar.
Varlıklılar, yöneticiler; mallarını bölüşecekleri yerde dinlerini bölüşmeye çalışarak insanları bir güzel aldatıyorlar…
Şimdi gelelim Allah kavramının oluşumuna: Allah kavramını da insanlar bulmuştur. Bakıyorlar ki büyük bir oluş ve oluşum var. Ne o menekşedeki, güldeki, nergisteki, zambaktaki renk olgusu. Ne o köpekti sevgi dolu yaklaşım… Mikro âlem, makro âlem…
Ne o gökyüzündeki güneş, ay, yıldız kümeleri… Bir sonsuz görüntü uzay boşluğu… Başı yok, sonu yok.. Hayran kalıyorlar. Kendi küçük akılları ile yargıya varıyorlar. Masayı yapan biri olduğuna göre bu dünyayı da yapan biri vardır mantığı ile hareket ederek: “Bunları yaratan biri var. O da olsa olsa Allah’tır!” deyip işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. Bu ise insanoğlunun zannından başka bir şey değildir. Bu olguyu Kuran şöyle dile getirir:
“… Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” (K. 2/78. 6/116, 148. 10/36, 66. 53?28)
Bu zanlarından dolayıdır ki “O halde Allah’ı kim yaratmıştır öyleyse?” sorusu karşısında ise takılıp kalıyorlar…
Oysa “Yoktan var eden Allah’tır!” deyen kendileri… Dünya kurulalı beri o Allah dedikleri varlık ortaya çıkıp da işte ben buradayım dememiştir. Söyledikleri yalnızca şu: “Allah Peygamber göndermiş, kitap indirmiş!..
Burada da büyük yanılgılar var. En son gönderdiği Peygamber ve kitap 1400 yıl önce… Allah aciz mi ki 20009 yılında yaşan insanlara, en son olarak, 650 yıllarında gönderdiği Peygamberle, kitapla yol göstersin? Bu yargı Allah’ın yetersizliğini (aczini) gösterir. Allah (Doğa) yetersiz (aciz) değildir.
Oysa çevremizde gördüğümüz her doğru, dürüst, güzel insan, geçmişteki peygamberler gibi, kendi gerçeğinden haber veren bir peygamberdir.
Her bilge (hikmetli) kişinin yazdığı güzel ve iyi kitap yararlanılması gereken bir kutsal kitaptır. İnsanlığa yararlı olan her iyi kitap bir kutsallık taşır.
Bu nedenle tek kitaba bağlanıp kalınmamalıdır. Tek kitaba bağlanıp kalan insan; ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Müslüman ya da başka inançtakiler olsun bunlardan korkulmalıdır. İnsan her doğruluğun, her dürüstlüğün, her güzelliğin, her olumluluğun, her yüce insansal değerlerin ayrımına varıp ondan bir pay kapmalıdır.
Bal arısı her çiçeği koklayıp, yoklayıp bal yapmasını biliyor da insanlar niçin her güzellikten, her iyilikten, her dürüstlükten, her doğruluktan, her olumluluktan bir pay kapmasını bilmesin…
İnsanlar bunu yapmadıkları içindir ki Tanrı’dan uzak düşmüşlerdir. Allah adına, din adına, kitap adına birbirlerini öldürüp durmuşlardır. Böyle Allahçılık mı olur, böyle dincilik mi olur, böyle insanlık mı olur?…
Dünyayı yaratan bir Allah var demekle işin içinden çıkılamaz. Değil mi ki yoktan var eden bir varlık arıyorsun; öyleyse o varlığı yaratan varlık kim?
Bu soruya ve soruna yeterli çözüm ve yanıt getiremedikleri için aklın işleyişine ters düşerek yaşamda kısa devre yapıyorlar. Kalp gözü açık olanlar baktıkları her varlıkta yaratıcının büyüklüğünü görmüyorsa duyarsızdır.
Gerçekte dincilerin Allah dediği Doğa’nın ta kendisidir. Ne var ki bu gerçeği kabullenememektedirler. Çünkü bunu böyle kabul ettikleri takdirde Allah’ın gizeminin ortadan kalkacağını sanıyorlar. Allah’ın gizeminin bilinmemesinde olduğunu sanıyorlar.
Tanrı’yı; (gerçekleri, üstün değerleri, güzellik, dostluk, sevgi, paylaşımcılık olumlu kavramları…) arayacakları yerde peygamberim diye ortaya çıkanların sözlerine bağlanıp kalıyorlar… Onların söyledikleri sözlerin toplamı olan kitapları gerçekten Allah’ın gönderdiğini sanıyorlar. Oysa bütün bu dinsel terim ve deyimlerin din edebiyat ve felsefesinde bambaşka anlamları vardır.
Bunlar, büyük olarak niteledikleri Allah’ı küçülttüklerinin ayrımında değiller. Çünkü o denli büyük bir Allah’ın yarattığı insanlarla iletişim kurmak için 1400 yıl önce gelen bir insanı görevlendirmesinin bir yetersizlik (acizlik) olduğunu bilmiyorlar.
Yaratıcı, yetersiz mi (aciz mi ) ki bu günün insanlarına 1400 yıl önce dünyaya gelen bir insanla seslensin. Sonra Allah ile yarattığı arasına kimse giremez diyorlar. Öyleyse insanla Allah arasına; Arap olmayanlar için söylüyorum, yabancı dille yazılan bir kitap nasıl girsin?..
İnsanlar, beş bin yılı aşan efsanelerden ve mitolojilerden oluşan dinlere inanmakla bilime aykırı bir yola giriyorlar. Aklın işlevini yitirmesine neden oluyorlar. Aklın işlevini yitirmesine en güzel ve somut örnek: Evrenin yoktan var olduğu inancıdır. Yoktan bir şey olmaz. Bilim bu konuda kesin bir yargıya varmıştır. “Hiçbir madde yoktan var olmaz; var olan da yok olmaz…” (Maddenin sakınımı kanunu, Lavezion)
Evrenin yaratılmamış olduğunu, ezelden beri var olduğunu kabul etmek; yoktan var edildiğini kabul etmekten daha akıllıcadır ve daha mantıklıdır. Ne var ki insanlar bu gerçeği kabul etmeye bir türlü yanaşmamaktadırlar.
Evrendeki, doğadaki, bu oluşum öyle bir Allah’la, iki Allah’la, bin Allah’la yapılacak bir iş değildir.
Bilgisiz insanın, korkuya kapılmış insanın en büyük icadı Allah’tır. Allah yaratarak ve O’na sığınarak yalancı (kâzip) bir güvence ve huzur sağlıyorlar kendileri için. Bu nedenle diyorum ki: İnsanlığın ilk buluşu Allah’tır… Evrendeki bu oluşum, bir Allah’ın, bin Allah’ın yapamayacağı denli büyüktür (muazzamdır). Bu iş, bir Allah’ın, bin Allah’ın yapacağı iş değildir.
Allah’ın tekliği de bir dinsel edebiyat söylemidir. Bunun mana aleminde bir yeri vardır. Bu Allah kavramının yüceliğinin anlatır.
Allah’ın tekliği şu demektir: Doğru olan, iyi olan, güzel olan, üstün olan, yüce olan bir tane olur. İki tane doğru, iki tane iyi, iki tane güzel, iki tane üstün, iki tane yüce olmaz. İkisinden biri diğerine göre daha yücedir.
Bu arada iyi ile kötü ikileminde; iyi olanı yapmak tevhid ilkesi gereğidir. Böylece insan iyi kötü ikileminden kurtularak; iyiye yönelmekle tevhid ilkesine uymuş olur.
Biliyorum kimse bu anlamı vermez. Saçmaladığımı sanır… Varsın, sansın, ben söyleyeyim de…
Allah kavramını biraz daha açalım: Allah: Somut değil, soyuttur. Somut olsaydı görülürdü. Soyut olduğu içindir ki Kuran’da:
“İnsanın kalbi ile kendisi arasına girer” (K. Enfal, 24) deniliyor.
Soyut olduğu içindir ki:
“İnsana şah damarından daha yakındır” (K. Kaf, 16) deniliyor.
Gerçekten de Allah; madde olarak yoktur mâna olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Kişi (zat) olarak yoktur sıfat olarak vardır.
Bu soyut varlığın (Allah’ın) kaynağı: Bilgisizliktir, korkudur. Falih Rıfkı Atay, bu konuda şöyle demiştir: “Anlamadıklarımızın, bilmediklerimizin, korktuklarımızın tümüne birden Allah denir. Algılama ve anlayışımız (ihata gücümüz… ) artıkça, bilgilendikçe, korkularımızın nedenini anladıkça; Allah gider, yerine insan gelir…”
Buraya kadar amacımı anlattım sanıyorum. Amacım: arayanı, ilgileneni, soranı bilgilendirmek, karanlıktan kurtarmaktır…
Benimle ilgileneni yeniden doğuşa erdirmektir… Tabuların zincirlerinden insanı kurtararak özgürleştirmek ve gerçeklere erdirmektir.
Gerçeklerin bilinmesi insanı güçlü yapar. İnsanın doğal ve toplumsal olaylar karşısında dayanma gücünü artırır. Bu görev anlayışını bize doğa vermiştir. Değil mi ki böyle bir dünya görüşümüz var. Anayasamız da bize “düşüncelerimizi, görüşlerimizi tek başına ya da toplu halde anlatma hakkı vermiş” biz bu hakkımızı kullanacağız. İşine gelen alır, işine gelmeyen de Sitemize girme zahmetine katlanmayarak bizden uzaklaşır.
Bizim dinciler gibi kimseye düşünce ve inançlarımızı zorla kabul ettirme gibi yanlış bir amacımız yoktur. Doğa biz Aydınlatmacıları insanlığa karşı, gerçeğe karşı, borçlu kılmıştır. Bizler borcuna sadık insanlarız… Ne pahasına olursa olsun borcumuzu ödemeye çalışırız. Doğadan, toplumdan karşılıksız aldık, doğaya, topluma karşılıksız veririz. Hem de cebimizden masrafa girmeyi göze alarak…İşine gelen alır yararlanır, işine gelmeyen almaz, darılır… Biz bunu göze almışız… Bu nedenle bu kadar kalabalık arasında teke tek yalnız kalmışız…
Allah, Tanrı, Yaratan kavramlarını ayırmayı sürdürelim. Allah kavramı Arapça’dır. Arapça ilâhtan gelir. İlâh ise tapılacak varlıktır. Kureyşli Putperestlerin inandığı Allah’la Müslümanların inandığı Allah aynıdır.
Bu dediklerimin kaynağı Kurandır. İsteyene gösterebiliriz. İslam peygamberi, Kureyşlilerce, putların Allah’a ortak koşulmasını en büyük günah (şirk) sayarak yasaklamıştır ve bu Allah anlayışının kaynağı 5-6 bin yıllıktır.
Biz ise yeni bir Allah anlayışına varmışız ve buna da Tanrı demişiz. Bizim Tanrı anlayışımız ile ruhçuların (idealistlerin) Tanrı anlayışı ayrıdır. Mevlâna ne demişti: “Dün söylenen dünle geçti cancağızım. Bu gün için yeni şeyler söylemek lazım…”
Bizi nazarımızda Allah, Tanrı, Yaratan anlayışı farklıdır. Her birine başka anlamlar vermişizdir. Bu görüşlerimizi de, tabuları yıkmak için, her şeyi göze alarak açıkça söylüyoruz ve yazıyoruz.
Tabular değiştirilemez. Bunun için tabular yıkılmalıdır. Bu gün değilse bile yarın yıkılacaktır… Çünkü Neyzen Tevfik söylemiştir:
“Ne şeriat, ne tarikat, ne töre,
Süremez hükmünü yaşadıkça bu küre…
Onlara göre Allah; bilinmeyen, görünmeyen, kendisinden çok korkulan, azabı çok şiddetli, yaptığından hesap sorulamayan, dokunulmaz (lâyüssel) yararsız sanal bir varlıktır.
Böyle bir Allah’ın İnsana hiç bir yararı olmaz. İnsana yalnızca yalancı bir umut verir. Yalancı bir dünya verir. Yaşamın güzelliklerini yaşarken yaşamak varken; bunları, öldükten sonraki dünyaya erteler…
Bizim Yaratan’ımız Doğa ve Evren olduğu için görülür, yaşanır, sever, sevdirir; doğru, dürüst, iyi yaşadığımız sürece mutluluğa erdirir…
Allah için, hiçbir yararı olmayan sanal bir varlık demiştim. Buna, bu gerçeğe, bir dilencinin dilenmesi olayını örnek gösterebilirim. Dilencilerin hepsi de: “Allah, kazadan, belâdan esirgesin, ne muradın varsa versin!” diye yalvarır. Ne var ki dilencinin bizi havale ettiği Allah’ın kendisine bile yararı yoktur. Kendisine yararı olmayan bir Allah’ın bize ne yararı olur? Eğer Allah insanın istediği muradı verecekse dilenci bizden isteyeceğine Allah’tan istesin…
İşte insanlığın büyük çoğunluğunun Allah anlayışı ile dilencinin Allah anlayışı arasında hiçbir ayrım yoktur. Allah anlayışını insana yararlı kılmak için bu anlayıştan bir an önce kurtulmak gerekir… Bizlerin yaptığı da budur.
Çünkü bize göre insan yüce bir varlıktır. Allah da, peygamberler de, kitaplar da insan içindir. Tanrı, insanın mutluluk içinde, huzur ve güven içinde tekamül ederek refah içinde yaşaması için vardır.
İnsanlar, Allah için, peygamberler için, kitaplar için değil; Allah da, Peygamberler de, kitaplar da insan için vardır.
İsa bu gerçeği iki bin yıl önce dile getirmiştir. “İnsanlar sep günü için değil, sep günü insanlar içindir…” diyerek. İsa’dan iki bin yıl sonra biz de bu gerçekleri değişik bir biçimde söylersek çok mudur? Geç bile kalmış sayılırız…
Araplar, görünür varlıktan (puttan) görünmeyen varlığa (Allah’a) ulaşmaya çalışıyorlardı. Putlar, Allah’la insan arasında aracı oluyordu. Dinciler bu putları kaldırarak yerine kendilerini koydular.
Müslümanların inandığı Allah ile müşriklerin inandığı Allah aynıdır.
İslam Peygamberi Muhammet, kırk yaşına değin müşriklerin inandığı gibi inanıyordu… İnanmayanlar Duhâ bölümüne (suresine) bakabilirler. Orada şöyle der: “Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?” (K. 93/7). Aynı anlamda birkaç tane daha var…
Şimdi insanlar Allah’a ulaşmak için din adamlarının ağzına bakıyor. Putlar gitti, yerine din adamları geldi.
Putlar hiç olmazsa asalak değildi, halkın sırtından geçinmiyorlardı. Bunlar ise sözde hem ibadet ediyorlar, hem de halkın sırtından geçimlerini sağlıyorlar. Devletten maaş alıyorlar, halkın verdiği vergilerin büyük bir bölümü bunlara gidiyor.
Bunlar ibadet yapıp yaptırarak karşılığında ücret alıyorlar; bunların arkasına düşenler ise ibadetlerine karşılık bir kuruş ücret almıyorlar; geçimlerini çalışıp-kazanıp sağlıyorlar… Oysa kutsal kitaplarında:
“Sizden ücret isteyenlerin arkasına düşmeyin!” (K. 36/21) diye yazar. Bu anlamda da ona yakın tümce (âyet) var. Bunların arkasına düşenler ise tapınmalarının karşılığını öldükten sonra öbür dünyada alacaklarını sanıyorlar… Hahamlar, papazlar, hocalar ve diğerleri… Putların yerini aldı. Bir de “Allah’la kul arasına kimse giremez!” diyorlar… “İslam’da ruhban sınıfı yoktur.” diyorlar. Ya bu 70 bin Diyanet çalışanı ne oluyor? Hocalar, imamlar, hahamlar, papazlar ne oluyor? Aklınızı peynir ekmekle yemişseniz inanırsınız…
Tanrı kavramına gelince: Tanrı kavramının kaynağı Türklerdir. Tengri’den gelir. Tengri demek, gök demektir. En yüksek mevkide olanlara Tenri’den oluşma Tanrı derler. Göktürkler en baştaki önderlerin Tanrı diyerek yüceltirlerdi. Bu sözcük zamanla Tengri’den Tanrıya dönüşmüştür. Tapılacak değil; sayılacak, sevilecek, uyulacak önderden zamanla uygulanacak bir kavramlar toplamına dönüşerek, yalnız liderler değil: Olumlu nitelikler, yüce değerler, etik ahlâk da, olumlu ilkeler ve kurallar da Tanrı simgesi ile anlatılır olmuştur.
Bu sırra erenlerin başında: Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli Şey Bedrettin ve Yunus Emre gelmektedir. Özetlersek Tanrı simgesi: Anlaşılabilen, bilinebilen, uygulanabilecek olan ve yerine getirildiğinde insanın başını ağrıtmayan tutum ve davranış ilkelerinin toplamı demektir…
Türkler akıllı insanlardır. Her zaman arayış içinde olmuşlardır. . Dünyanın hiçbir toplumu Türkler değin; yurt (vatan) değiştirmemiştir, dil değiştirmemiştir, din değiştirmemiştir, alfabe değiştirmemiştir…
Türkler şimdi de bütün dinlerin üstünde olan ve gerçek bir dünya dini olan laikliğe geçmişlerdir ki, bu: Akla ve bilimsel verilere inanmak demektir.
Çok söylenir: “Aklı olmayanın dini de yoktur.” diye. Türkler Atatürk’ün önderliğinde laikliğe tam anlamıyla uygulamasalar bile ilk adımı atan uluslardan biri olmuştur. Halkı İslam olduğu halde laikliğe yönelmiştir.
Anlayacağınız Türkler, inanç yerine aklı koymuşlardır. Akılcılık da laiklik demektir. Laiklik de çağdaş bir din anlayışıdır. Hem de bütün dinlerin üstünde ve dincilerin birbirlerine saldırısını önleyen, bütün inanırlara inanışlarını özgürce yaşatan…
Laiklikte; kimse kimseye Allah’ın emridir diye kendi din anlayışını dayatamaz… Laikler buna izin vermez…
Din aynı zamanda bir Yaşam felsefesidir. Dünya görüşüdür. Yaşam yöntemidir. Tapınma (ibadet) değildir, güzel ahlaktır. İslam Peygamberinin şöyle söylediği unutulmamalıdır: “Ben güzel ahlâkı tamamlamaya geldim…”
Din, sanal bir varlığa, simgesel bir varlığa tapınmak değildir. Mevlana bunun yetmediğini bundan yedi asır önce söylemiştir:
“Ser bezemi dübbe hava meykunet… Güya ibadeti Hüda meykunet…”
Usumda kaldığı kadarı böyle. Türkçe’si şudur: “Başın aşağı kıçın yukarı, sözde Allah’a ibadet edilmektedir…” Günümüzde ise bu sözleri söylemeye kimse cesaret edememektedir…
Nereden nereye geldiğimizi artık var hesapla… Hem sanal (hayalî) varlığa tapmışsın ne çıkar? Hem tapmışsın, yatıp kalkmışsın da ne olmuş? Bundan ne çıkar ki? Bunlar: Yalancı (kâzip) bir huzur verir ancak… Yalancı huzurdan ne çıkar?
Amaç; İnsanı aldatmak değildir; önemli olan, insanı gerçeğe eriştirmek, gerçek bir huzur ve güvene kavuşturarak yaratıcı kılmaktır…
İnsanın yapması gereken yapacaklarını bilinçli olarak yapmasıdır. İnançta bilinç yoktur.. Bilinç, Tanrının ne demek olduğunun anlaşılması ile olur. Bilinmeyen, anlaşılmayan, korkulan bir kavramın insana hiçbir yararı olmaz… Tanrı denince: Genel doğruları, olumlu kavramları, üstün değerleri, yüce davranışları anlamalıyız.
İnsan, kendisine huzur ve güven veren tutum ve davranışları öğrenmeye çalışmalıdır. İnsan: Genel doğrularla, olumlu değerlerle, yüce davranışlarla yaşamını süslemelidir.. Davranışlarını akla ve bilime göre yönlendirmelidir. Böyle yaptığımız takdirde Tanrı yolunda oluruz. Yoksa yatıp kalkmakla değil… Artık soyut varlıktan, somut varlığa geçilme çağı gelmiştir..
Sen bir öğretmensin. Ham madde olan insana; bilgi-bilim yanında insan olmayı da öğretmelisin. Bu nedenle sorumluluğunu bilmelisin. Öğrencilerine bilim öğretmekle kalmayıp, giyim ve kuşamınla, tutum ve davranışınla örnek olmalısın.
Öğrencileriniz, sizdeki giyim-kuşamı, tutum ve davranışları teyp (tape) gibi almaktadır. Öncelikle sen, sen olmalısın ki onları da oldurasın?..
Anlamadıklarını ve öyle ki sana ters gelenleri bana sormaktan çekinme. Dediğim gibi sormazsan öğrenemezsin. İnsan, ne denli bilirse bilsin öğrenebileceği çok şeyler vardır. İlgilenmeyen, istemeyen kişi yeniden doğuşa eremez.
Şunu unutma ki ben:
“Gizli kalmış sırları açıklıyorum.” (İncil, Matta, 13/35)
Ve yine unutma ki:
“Gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur!” (İncil, Matta, 10/26).
Yaşamda karşılaştığım bütün engelleri ben bu ilkelere uyarak aştım. Yoksa postumu pul deymez ederlerdi.
Hele bir düşün: Adı Allahsıza, dinsize, komüniste çıkmış… Namus tanımaz. Anası ile yatar (oysa benim anam, ben on yaşında iken ölmüştür) diye iftiralara uğramış ve bu nedenle arkasında sivil polislerin cirit attığı bir kişinin, ki emeğinden başka bir kuruş geliri olmadığı ve kiralık evlerde oturduğu ve en az 10 işyerinden kovulduğu halde, 33 yaşından sonra; Ortaokulu, Liseyi, Hukuk fakültesini bitirdi. Bu arada da dört kızını okuttu.
Hukuk Fakültesinde okurken kurşunlandı buna karşın Hukuk Fakültesini 48 yaşında bitirdi ve 49 yaşında Avukat oldu…
Hele bir düşün… 61 yaşında da kalp krizi geçirerek yüreğinin dörtte üçünden oldu ve yatağa düştü… Kendini iyi hisseder etmez de yazmaya başladı. Yazmaya başlar başlamaz da www.bilgebalta.com adlı bir Site kurdu.
Nerdeymişsin 10 Kasım 2006’da bir kalp krizi daha geçirdi. Bu kez de kalbinin yüzde seksenbeşi öldü. Kalp pili takıldı ve bu durumda iken bile üretmeye; yani yazmaya çalışıyor…
Bu bir üstün başarıdır. Din literatüründe keramettir, mucizedir… Ne dersen de artık…
Siz ki bu durumumuzu yakından görenlerdensiniz… Yaşamda en iyi tanığımsınız…
Siteme giren okuyucularımın sayısı bilmem dikkatini çekti mi? Bu sayı, benim için çok bile… Çünkü insanlar; yalana, yanlışa kodlanmış. Gerçekle karşılaşınca yılandan, çıyandan kaçarmış gibi kaçıyor… Bunun da başını aydın denen kişiler çekiyor…
Artık Çetin Altan bile: “Sevgili Peygamberimiz!” demeye başladı. Eskiden yaptığı gibi yine bizi süyükten itiyor. (Gaziantep deyimi olup evleri çevreleyen yüksek duvarların en üstünden aşağıya itilmektir…)
Tıpkı bizi solcu yapıp da kendisinin yeni dünya düzenini seçmesi gibi…
Sevgiler hepinize…
Şimdi kal sağlıcakla…
Av. Hayri BALTA
X
Sevgili Hayri Bey,
Siz gerçekten Balta’ymışsınız… Bravo. Sizin böyle bir mahkeme açtığınızı bilmiyordum. Sizi binlerce kere kutluyorum. Bu dökümanları web sayfalarýnda kullanabilirmiyiz.?
Bu zihniyet aynı şekilde Kaptan Cousteau’yuda Müslüman yapmıştı. Buradan, bunların ne kadar yalancı ve tehlikeli olduklarını da anlıyoruz.
Atatürk’e yapılabilecek en büyük hakaret onun şeriatçı olduğunu söylemektir. Bu iddiayı ortaya atan kişiye, neden sormazlar ki sen nereden biliyorsun bunu diye.. Ve bakınız ki, Atatürk’ün kendi el yazıları ile yazdıklarına bakmaz, gider Urduca yazılmış ne idüğü belirsiz yazılara itibar ederler.Çünkü, onu böyle bilmek isterler. Aynen dediðiniz gibi, “madem Atatürk’çüsün, o halde, Atatürk’ün dediği gibi İslam yolunda git!” demek için..
Ama bizler de boş durmayacağız. Yolun kaç bucak olduðunu görecekler..
Selamlar… 14.12.2001
Omer Malik.
+
Sayın Omeri Malik,
İlgine teşekkür ederek saygılar, sevgiler sunuyorum.
“Bu dokümanları web sayfalarında kullanabilir miyiz.?” diye sormuşsunuz. Beni biliyorsun. Ben bu yazıları herkes için yazıyorum. Hem de 1958 yılından bu yana…
Benim bütün yazılarımı; önceki, şimdiki, gelecekteki bütün yazılarımı siz yayınlayabileceğiniz gibi isteyen herkes Sitesinde veya her hangi bir yerde yayınlayabilir.
Ben yalız Atatürk’ün Son Mesajına ilişkin saptama davası açmadım. Bu şeriatçılar hakkında onlarca dava açarak ellerini kollarını bağladım. Hele IBDA-C’nin “Atatürk’e nalları dikti, İngiliz ajanı alçak” diyen bir yazısı vardı ki, mahkemeye verildiği halde beraat eden bu yazıyı yaptığım suç duyurusu üzerine yasaklattım… Bu Atatürk davası kadar önemlidir. Ama şöhret derdinde olmadığım için kimse beni bilmez.
172’ye yakın kitap olmaya hazır dosyam var. Günlük araştırmalar, fıkralar, denemeler, makaleler söyleşiler, şiirimsiler ve laiklik savaşına ilişkin ki hepsi de yerel gazetelerde ve dergilerde yayınlanmıştır…
Elbette yazılarım okuyuculara ağır geldiği için hepsinden de kovulmuşumdur. En sonunda kendimi sitemi açtım da rahat ettim.
Ne var ki kalp krizi geçirerek kalbimin dörtte üçünü yitirdim, yitirmeseydim…
Doktorum bana: “Sana değil yazmak, düşünmek bile yasak!” demişti. Ben de kendisine: “Desene bana öl diyorsun! Düşünmezsem, üretmezsem ben nasıl yaşarım!” dedim…
Düşünmekten vazgeçersem yasayan bir ölü olurum ki bu bana yakışmaz…
Üzerimde tam 6 ağır hastalık var: 1990’da menieri krizi ile (iki kere) başladı. 11.3.11991’de ağır bir kalp krizi geçirdim… Kalbimin dörtte üçü ölü.. Pompalama oranı yüzde 30…Sonra 10 Kasım 2006 da bir kalp krizi daha; kalbimin yüzde 15’i daha gitti. Şimdi pompalama oranı % 15. Bu nedenle kalp pili taktılar. Şimdi pilli dedeyim…
Üç kalp mütehassısının (Prof. Dr. Kemal Beyazıt, Doçent Dr. Cahit Kocakavak ve İstanbul Kalp Vakfından bir kalp mütehassısı…) üçü de kalbinizin değişmesinden başka yol kalmamış dediler ve bana üç aylık ömür biçtiler…
Kalp krizi arkasından kalp yetmezliği, nefes darlığı… Kimi günlerde nefes almakta güçlük çekerim ki dayanılmaz bir yaşam bu… Seker, bazı yükselir, 490’a çıktığı olur… Bazen da düşer, bütün vücudumu bir titreme tutar.. Kronik böbrek yetmezliği. Karaciğer yetmezliği. Gut… Yüksek tansiyon, Hipotroid, kanda triseglirin bir de romatizma. Üstüne üstlük bir de kemik erimesi. Tam bir hastalık abidesi…
Prostat ki, bir gecede en az dört kere tuvalete kalmak zorundayım. Bazı geceler de altı kere… Bir de Gastrit var ki midem yanar, talcit almazsam kanama yapar…
Bu hastalıklarımdan; kalp yetmezliği, yüksek tansiyon, kemik erimesi, şeker, hipotroid ve kronik böbrek yetmezliği ki bu altı hastalık için raporluyum. Ömür boyu ilaç kullanmak zorundayım… Bereket, bu hastalıklara ilişkin raporum olduğundan ilaçlar parasız verilir…
Kalp krizi geçirdiğimde can çekişirken bir salak, sanki ben dinsiz mişim gibi: “Hiç olmazsa ölürken imana gel!” deme aptallığını göstermiştir…
Kendisine: “Ulan, benim inancımın kaygısı sana mı düştü? Bana ölmek üzeresin diyorsun ama; sen ölmüşsün de haberin yok be!” demekten de kendimi alamamışımdır…
Şurası benim için bir amentüdür ki “İnsanlık aleminin en büyük düşmanı şeriat zihniyetidir. Bu zihniyet görüldüğü yerde ezilmelidir.”
Değerli dostum ben övünme sayılabilecek bu açıklamalarımı gençlere örnek olması açısından belirtiyorum. Bu mücadelemin içinde aç kalma var, kurşunlanma var, işten atılmalar var, dinsiz-komünist diye fişlenme var, memleketten sürülme var…
Hem de dört kız çocuğu ile ve ev kadını eşimle ve de kiralık evlerde sürünerek….
Kiracı olarak gittiğim her mahallede polis tarafından kapı kapı soruşturularak izlenmek de var… Amaçları: Beni dinsiz-komünist diye mahalleye tanıtarak mahalleli tarafından dışlanmamı sağlamak…
Polisin bu çabaları sonucu karşılaştığım kimi şeriat delileri: “La ilâhe ilahe illallah, Muhammeden Resullah!” diye salavat getirerek önümden kaçmakla Allah’ının gözüne girmek isteyen salaklarla karşılaşmışımdır.
Bu koşullar altında iken 37 yaşına değin ilkokul mezunu olarak yaşadım… 33 yaşında Akşam Ortaokulu başladım. 37 yaşında Akşam lisesine girdim; 41 yaşında bitirtim… Bir yıl da üniversite sınavları için çalıştım. 42 yaşında Hukuk Fakültesine gir. 47 yaşında bitirdim ve bir yıl da avukatlık stajı ve tam 49 yaşında avukatlığa başladım… Her babayiğidin kârı değildir bu arkadaş…
Peygamber değilim ama mucizem var. Benim gibi bir adam bu kafadan gayr-i müsallah toplum içinde yetmişsekiz yaşamış. Bundan iyi bir mucize mi olur? Ne var ki bunlar benim için olağandır. Bu toplumda yasamak zorunda olanlar bu tür baskılara katlanmayı göze almalıdır…
İlhan Arsel’in canı yok mu? Çok sevdiği memleketinden ayrılmak zorunda kaldı.. Ilhan Arsel gibi bir aydının memleket yemeklerini özleye özleye yasamasına, halkının şarkılarını-türkülerini dinlemekten yoksun kalmasına neden olan toplumun daha çok çekeceği vardır. Ne demiş atalarımız: “Ulusunun sözünü dinlemeyen uluyu uluyu gider!”
Yine düşüncelerini açıkladığı için mahkemelerde sürünen Sıtkı Sönmez’in ve diğer yazarların cani yok mu? Ya şeriatla mücadele ettiği için canından olan Turan Dursun’a ne diyeceğiz?..
Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki sosyal adalet uygulanan bir düzene geçmemek için, zinde güçlerimizin öncülüğünde; memleketin aydınlarını öldüre öldüre, getirip memleketi hortumculara, vurgunculara teslim ettiler…
Yine söylüyorum ki Muhammed ile Atatürk’ten biri tercih edilmek zorunda bırakılsa bizim bu sözde Atatürkçülerimiz Muhammetçiliği seve seve yeğlerler…
Çünkü Allahçılık, dincilik genlerine işlenmiş… Sanırlar ki bunlar, Evrenin dışında bir Allah var; o Allah, peygamber görevlendirir, kitaplar gönderir… Tam bir Tanrı ve din bilgisizliği…
Bunlar: Sosyalizm geleceğine şeriat gelsin demekten bile çekinmezler. “Elhamdülillah ben de Müslümanım! Benim anam da başörtüsü takardı!” diyerek şeriatçılarımızı kazanmaya çalışan Atatürkçü aydınlarımızı unutmayın…
Bunlar müslümanım demenin ne yükümlülükler getirdiğini bilmeyecek kadar da müslümanlıktan habersizler… Müslümanlığın; savm, salat, haç, zekat ve kelime-i şehadet-i var. Bunlar ömürleri boyunca bir kere salâvat getirmezler; ama ben de müslümanım demeye utanmazlar…
Hele bir şeriat gelsin, öyle adamı “Elhamdülillah ben de müslümanım!” demekle bırakmazlar… İslamın hükümlerini olduğu gibi yerine getirmesi için şeriat polisini adamın başına dikerler.
Çetin Altan bile, hem Marksist’im diyor; hem de sevgili peygamberimiz demekten kendini alamıyor… Yakışır mı bu maddeci olması gereken bir Marksist’te..
Onun için diyorum ki aydınları bilinçsiz ve kişiliksiz olan bu toplumun daha çekeceği çok yoksulluklar, yoksunluklar var… Çünkü bu aydınlar; halkımızın, yalana, yanlışa, batıla, tabuya kodlanmasına seyirci kalmayı inançlara saygı gereği sayarlar… Oysa şeriat tüccarları halkımızı Cumhuriyete karşı canlı birer bomba yapıyorlar da haberleri yok…
Bu saptamalar ve görüşlerim ağır ama gerçek bu…
Simdi kalınız sağlıcakla. Böyle bir yazı yazdırdığınız için teşekkürler sana.
Av. Hayri BALTA.2.12.2009
+
Not: Bu yazıları yazarken Radyo Hedef’te konuşma yapan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat: “Namazdan başka hiçbir şeyi sevmiyorum. Rezzak, (RIZK VEREN…) Cenab-ı haktır… Var mı diyeceğiniz!” diye bangır bangır bağırıyordu… İnsanların özellikle müslümanların yarısı yoksulluk ve açlık sınırında yaşamakta…
Yalnız yurdumuzda yaşayan yoksul ve yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı nüfusumuzun yarısına yakın… Bunları bile bile, göre göre, sorgulamayı akıl edemiyor bu profesör: “Nerede bu Rezzak, Cenabı Hak?…” diye…
Bu adam tıp doktoru ve profesörü; bu böyle dedikten sonra var gerisini sen hesapla…
X
Sayın Hayri BALTA,
Sayın Prof. Dr. İlhan ARSEL’in kitaplarını büyük bir zevkle okuyor, önemli olan konuları not alıyorum. Çok Değerli Aydın insanımız Prof. Dr. İlhan ARSEL, Şeriattan Kıssalar kitabında: “Cennete ilk giren peygamberin Muhammet olacağını ve Cennete giren erkekleri sabırsızlıkla bekleyen huriler var.” diye yazıyor…
Kuranı Kerim de Nebe suresine bakıyorum da: “Cennet için dopdolu kadehler, bağlar ve bahçelerden söz ediyor. Ayrıca: “Ateistcafe de” Kuran da Cennet, Cehennem” makalesini inceledim. Müminler cennete girdiği zaman karşılaşacakları; Üzüm bağları, Süt ırmakları, Bal Irmakları var. Bir de mücevherler, tahtlar var. Müminlerin bu altın tahtlara oturacaklarını ve hurilerin müminlere hizmet edeceğini de açıklıyor…
Kuranı Kerim ve Yüce Meali Nebe suresi 29/34 ayetinde: “Üzüm bağları, Dopdolu kadehler gibi açıklamalar var”. Cennetin erkeklere göre hazırlanması hakkındaki değerli bilgilerinizi almak isterim.
Sizin Sayın Hulki CEVİZOĞLU’na yazdığınız yazıyı okudum. İslam dinin de öldürme yoktur diyenlere çok güzel bir yanıt vermişsiniz. Ayrıca “Maide suresi 33 Ayeti konusunda çıplak uyarıcı gerçeği saptırarak yazıyor!” demişsiniz.”
Hadisleri, uydurma olduğunu ileri sürerler düşüncesiyle Kuran’dan örnekler vermişsiniz ki inkar edemesinler diye… Ben de bu düşünceye katılıyorum. Günümüz anlayışı ile ters düşen görüşleri Kuran’dan vermeliyiz ki inkar edemesinler…
Maddi olanaklarım olsa, bu konu üstüne daha çok çalışmalar yapmak istiyorum. Sizinle tanıştığımdan günden beri düşüncelerimde bir ilerleme ve gelişme olduğunun ayrımına varmaya başladım.
Sayın Hocam, değerli bilgileriniz, beni daha da özgürlükçü, toplumcu düşüncelere sürüklüyor. Bana vermiş olduğunuz kitapları okuyorum. fakat ailesel sorunlarımdan dolayı size zaman ayıramadığım için üzülüyorum. Fakat dünyanın sonu gelmiş değildir. Bu konu da büyük azmim var. Önümüzdeki günlerde aşağıda adlarını verdiğim kitapları almak istiyorum.
A. Kur’anın Kökeni, Arif TEKİN,Kaynak Yayınları.
B. Muhammed ve Kurmaylarının Hanımları, Arif TEKİN,Kaynak Yayınları.
C. Muhammede Göre Muhammed, İlhan ARSEL, Kaynak Yayınları.
D. Kuran Eleştirisi Üç cildini birden, İlhan ARSEL, Kaynak Yayınları.
Sayın Hocam İlhan ARSEL kitaplarıyla, beni karanlıkların içinden çekip çıkardı.
Değerli insana çok saygı ve sevgi duyuyorum. Bana yardımlarınızı sürdürürseniz çok mutlu olurum. Hocam sağlığınız nasıl, sizi iyi görünce huzurlu oluyorum…
Kendinize dikkat etmenizi isterim. Sizin gibi değerli insanlara bu toplumun çok ihtiyacı vardır.
Yeni yılını kutlamak için kart göndermeyi düşündüm, ama kartla olmaz diyerek bu mektubu yazdım.
Çalışmalarınızda başarılar diler, saygılarımı sunarım.
B. Ü. 8.1.2002
+
Sayın B. Ü.,
Önce sevgiler…
Mektubunuzu bir Siyasal Bilgiler Fakültesi mezununun yazması gerektiği şekilde; anlatım, yazma ve noktalama kuralları açısından düzelttim. Bakalım nereleri, nasıl düzelttiğimin ayrımında olacak mısın?
İslam’da kadının adı yoktur. İslam şeriatına göre kadınlara malların yönetimi verilmez: “Allah’ın, sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin” (K. 4/5).
Yalnız bu konuda iki görüş var.
Birinci görüş: Burada “beyinsizlerden” murat: Kadınlar değil, temyiz kudreti olmayanlardır, der.
İkinci görüş ise: Hayır burada “beyinsizlerden” murat Kadınlardır der…
Ben ikinci görüşte olanlardanım. Bu görüşe varmamın nedenlerini açıklayayım: Temyiz kudreti olmayanlara güzel söz söylemenin ne yararı olur…
Yine çok meşhur bir hadis var ki Ayşe ile kocası tartışıyor. Ayşe, “Ya Resulallah, neden biz akılsız ve dinde eksik olalım ki!” diyor.
Kocası tarafından verilen yanıt: “Çünkü Allah iki kadının tanıklığını bir erkeğe denk tutmuştur ki bu da sizlerin akılsız oluşuna delalet eder.” İkincisi ise kadın hallerinizde ibadet gereği sizlerden sakıt olmuştur. Bu da sizin dinde eksik olduğunuzun kanıtıdır.
Bu konuda Sitemizin “Kuran’dan” bölümündeki “Kaygılarım” ve “İranlı Fatma’yı Dinlemezseniz” başlıklı yazılarımda daha geniş açıklama yapılmıştır,
Yine şeriata göre kadın mallar arasında sayılır: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.” (K.3/14).
Görüldüğü gibi kadınlar; mallar arasında sayılmak yanında erkekler için Allah tarafından verilmiş bir nimet olarak gösteriliyor… Oysa kadın erkeğin tasarrufu altında değildir, isterse boşanarak ayrılır…
Bir de İslam’da kadın erkek eşitliği var, derler. Erkeğin malları arasında sayılan ve erkeğe nimet olarak sunulan bir kadının erkekle eşit olabilmesine olanak var mıdır?..
Savaşlarda yenilen düşmanların kadınları, kızları bir ganimet olarak bir mal gibi bölüştürülür ve cariye olarak alınır-satılır ve alan nasıl isterse öyle kullanır. İster ev hizmetlerinde hizmetçi olarak, isterse cinsellik objesi olarak…
Cinsel isteklerini cariyelerle karşılayan sahabeler çoktur… Örneğin Ali, evlenmek isteyince İslam Peygamberi kendisine: “Fatma benim ciğerimdir. Üstüne gül koklatmam. Cariyelerinle yetin demiştir!”
Bütün bunların dışında cariyeler de köleler gibi ticaret işinde de kullanılabilir ve onların kazandıkları parayı kendi mülklerine geçirebilirler. Bu nedenle, eğer cariyeler itiraz etmezlerse, onlara fahişelik bile yaptırabilir. İnanılacak gibi değil mi? Öyle ise okuyalım: “Evlenmeyenler Allah kendilerini lutfu ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilsin ki Allah hiç şüphesiz onu değil zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.” (K. 24/33)…
Kaldı ki o dönemde Muta nikâhı denilen bir uygulama vardır ki kendilerinden yararlanılan kadınlarla istediği ücret karşılığında ilişkiye girilebilirdi. Muta nikahı denen bu uygulama günümüzde yalnızca İran’da uygulanmaktadır. Diğer şeriat ülkelerinde uygulanmamaktadır. Bunun da kaynağı Kuran’dadır: “Kendilerinden istifade ettiğiniz kadınların takdir olunan ücretlerini veriniz.!” (K. 4/5). Bu konuda da İranlı Fatma’yı Dinlemezseniz başlıklı yazımda geniş açıklamalar vardır.
Buradan anlaşılıyor ki fahişelik yapmaktan rahatsız olmayan bir cariye fahişelik yaparak sahibine çıkar sağlayabilir…
Mektubunu: “Çalışmalarınızda başarılar diler, saygılarımı sunarım.” diye bitermişsin. Bu dilemeyi benim için kimden yapıyorsun? Bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim.
Şablon tümcelerden sakınmalıyız. “Çalışmalarımda başarılar dileyeceğine; beni bana havale ederek “Çalışmalarınızda başarılar beklerim! Başarı isteğim vardır, beklentim vardır” deseniz daha iyi olur…
Sakın sağın solun suçlamalarına kapılma.. Doğru bildiğin yoldan ayrılma. Eğer sana, “Hayri Balta’ya gitmekle günaha giriyorsun!” diyen olursa: “Eğer günahsa; bu günahlarım, Hayri Balta’nın hesabına yazılsın!” diyerek çık işin içinden… Daha ne beklersin benden?..
Şimdi kal sağlıcakla… Yeniden sevgiler sana.
Av. Hayri BALTA. 14.1.2002
(G. T. 7.12.2009)
X
Yalçın Efe’ye 2. Mektup
Sevgili Hayri Abi,
İletinize teşekkür ederim.
Çok önceden okumuş, çok yararlanmıştım.
Şimdi bu fırsatla yeniden okuyacağım.
Bizim doktor Enver birkaç sefer ameliyat olmuştu.
Çok severim kendisini. Yarın da beyin ameliyatı olacak.
Kızıyorum; ne biçim Allah bu. Her şeyi bilim adamlarına bırakıyor, kendisi hiçbir şey yapmıyor. Geçmiş karşıya, seyrediyor.
Sevgiler, saygılar, özlem dolu duygular, Hayri abi.
Yalçın Efe, 8.12.2009
X
Değerli Dostum Yalçın Efe,
Çok üzüldüm Enver’in başına gelenlere…
Söylememişsin bana; derdi ne?
Umarım ameliyat başarılı geçer
Şimdiden geçmiş olsun derim kendisine…

Allah; uymak zorunda olduğumuz yüksek değerler,
Güzel duygular, olumlu eylemler, erdemler,
Yüce kavramlar,
Yürürlükteki yasalar…
Buna da uyar olgunlaşmış kişiler…

Toplumun ardına düştüğü Allah hayalidir.
Bu güne değin kimseye yardım etmiş değildir.
Yardım edecek olan akıldır, bilim verileridir.
Bu da insanlara Yaratan tarafından verilmiştir.
Bütün bunlar Allah simgesi ile dile getirilir…

Karanlığa kılıç sallama
Sen de sanal Allah’a, boşuna umut bağlama…

Şimdi gelelim ÖLÜMSÜZ YAZMAN’A
Bunu yeni yazdım daha…

Sen bunun yüzde onunu okumuşsundur.
Bazılarını da belki benim ağzımdan duymuşsundur.

Enver’in durumu ile gelişmeleri bana bildirmeyi unutma.
Kendine gelir gelmez sevgilerimi ilet ona…

Şimdi kal sağlıcakla
Hayri Balta, 8.12.2009
(G. T. 14.12.2009)
X
Selamlar Hayri Bey,
Beni belki duymuşsunuzdur. Uzun suredir internette İlhan Arsel’in kitaplarından oluşan bir site yürütmekteydim. Ne yazık ki bu site birkaç gün önce sanırım şeriatçıların organize şikâyeti üzerine kapatıldı.
Bütün uğraşlarıma rağmen açtıramadım. Simdi bu isi ücret karşılığında yaptıracağım. Daha da kapsamlı bir site kuracağım. Sadece İlhan Arsel’in değil, başka aydınlarımızın da yazılarını içeren bir sayfa kurmak istiyorum.
Gördüğüm kadarıyla sizin sayfanız da su anda bedava hizmet veren geocities üzerinde. İlerde sizin sayfanız da şikâyet üzerine kapatılabilir. Yeni kuracağım sitede size de yer ayırabilirim isterseniz.
Özgeçmişinizi gözlerim yaşlı okudum. Bir donemin anıları kafamda canlandı. Babamla aynı yastasınız. O da Ankara hukuktan mezun ama sanırım 1964’de bitirmiş.
İlke olarak gerçek ismimi gizliyorum. E. Z. ismini kullanıyorum. Uğraşımız kişilere karsı değil de daha çok fikirlere karsı olduğundan bunu anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Görüşmek ümidiyle…
Saygılar…
E.. 9.12.2001
+
Sayın E, Z’ye,
Önce saygı sevgi… Çoktandır merak ediyordum seni.
Önceleri gelen e-postalarını okurdum. Beğenirdim, saklardım, memnun olurdum, Sonra ne oldu bilmem. Son olarak arkadaşların bölünmesi sırasında, “Ben artık yokum!”, diyerek çekilmeni yadırgamıştım… Sevindim adını e-postamda görünce yeniden…
Hele doğrudan bana yazmış olman beni daha çok sevindirdi. Hem sevindirdi, hem de gönendirdi.
Daha önceleri size arkadaşlara gönderdiğim e-postalardan da göndermiştim. Hiç birine yanıt almayınca bir daha göndermeye çekinmiştim.
Dipsiz kuyuya atılan taş ses verir. Bu nedenle derim ki kısa da olsa alınan bir yazı üzerine görüşler, duygular bildirilmelidir.
Sitenizden haberim yoktu… Diğer arkadaşlarda olduğu gibi sizin de Sitenizin kapanmış olması beni korkuttu.
Yobazlarca beğenilmeyen sitelerin başına böyle şeyler gelebiliyor. Biliyorum benim Site de hoşlarına gitmiyor.
Buna hazırlıklıyım ben. Bu nedenle e-posta adresinizi istiyorum hepinizden. Bana gelen e-posta adreslerine Sitede de yazıyormuşum gibi yazıp yazıp göndereceğim üşenmeden…
İlhan Öğreticimin hayranı olduğunu biliyorum. İlhan Öğreticimle telefonla konuştuğunu da İlhan Öğreticimden öğreniyorum.
Yazılarıma yer vereceğini bildirmişsin. Böylece beni bir kere daha sevindirmişsin.
Bundan böyle size yazdığım yazılardan göndereceğim. Bildirirseniz sitenizin adresini, sitenizi de gireceğim…
Adınızı gizlemenize bir şey diyemeyeceğim. Ben sizi böyle seveceğim: İster yaşlı, ister genç; ister bayan, ister erkek…
Sevgi en yüce bir duygudur (Tanrı..), insana sevgi gerek…
Şimdi kal sağlıcakla, işte İhsani’den bir küçük armağan sana:
+
“ALLAH…

Ben Allahı başka yerden
Sordum baktım Allah bende.
Açtım iki gözlerimle
Gördüm baktım Allah bende.

Aradan kalkınca perde
Bana göründü her yerde.
Dediler biraz ilerde
Vardım baktım Allah bende.

Ben bir İhsani’yem aha
Hem vallaha hem billaha.
Tutup kendimi Allaha
Verdim baktım Allah bende…”
Av. Hayri BALTA. 9.1.2002
(G. T. 21.12.2009
X
Sayın Tolga,
Gönderdiğin mesajı buraya alıyorum.
Şimdi yanıt vermek istiyorum.

Şöyle diyorsun:
“selam sevgili kullarım,
artık buraya da vahiy göndereceğim.
Rahmetim altınıza olsun.”

Kullandığın sözler tıpkı tıpkısına böyle.
Yakıştıramadım bu sözleri sizin gibi bir çevre mühendisine.

Çünkü; hem ciddî değil,
Hem de edebî değil…

Sonra, “…sevgili kullarım” demişsin.
Bak kardeşim, meczuplar bir sanal Allah yaratır.
Meczupların yarattığı bu Allah da kullarına vahiy gönderir.
Sermaye de kendisine köle yaratır.

Biz hem kulluk felsefesini
Hem de Kölelik kurumunu hafızalardan kazımak istiyoruz.
Kölelik de, kulluk da bir Ortaçağ anlayışıdır,
Çağımıza yakışmaz diyoruz.

Artık bu anlayıştan kurtulmalıyız.
Bir insanla mektuplaşırken ciddi, edepli olmalıyız.

Bir kişi girdiği uğraşıda ciddiyet ve edepli olma kuralına uymadığı takdirde verimli olamaz.
Bu yapıdaki kişilerin bir atımlık barutu olur; uzun süre yazamaz.

Bunların aklına bir şey gelir.
Hemen onu yansıtmalıyım sanır.
Oysa gırtlak kırk boğumdur.
Her boğumdan geçerken tartım tartım tartılmalıdır.

Söz dediğin, imbikten damıtılmış gibi süzülmelidir.
Söz dediğin kimseyi incitmemelidir.

Demek ki sen katıldığın topluluğun ne büyük bir savaşım verdiğini bilmiyorsun….
Bu tür davranışlar yalnız sana kalsa “Bana ne diyebilirsin?”

Ama sizin bu tür mektuplarınız, ifadeleriniz, bizim topluluğun hesabına yazılıyordur.
Kim bilir neredeki karanlık güçler bizim ağzımızdan çıkanı nerelerde nelere not ediyordur.
Kim bilir kimler bizim çetelemizi tutuyordur.

Eğer bizler akılcı olamazsak,
Bilimsel olamazsak,
Ciddi ve edepli olamazsak
Kimse bizi dinlemeye değer bulmaz.
Kimse bizi ciddiye almaz…

Gürbüz Tüfekçi Hocamızın sana uyarısını dikkate al.
Girdiğin topluluğu güç durumda bırakacak açıklamalardan geri kal.

Bu topluluk öyle gecekondu delikanlılarının, mahalle kabadayılarının gönül eğlendirmek için, şaka yaparak, sağla-solla dalga geçerek kafayı bulacağı bir topluluk değildir.
Biz uyarı görevimizi yaparak gençleri ciddi ve edepli olmaya çağırmazsak bu işi kim yapabilir.

Biliyorum, her koyun kendi bacağından asılır ama biz de bu topluluğun içinde en yaşlı ve deneyimli kişilerindeniz.
Sonra şu “Rahmetim altınıza olsun!” sözüne bir anlam veremeyenlerdeniz.

Karşındaki yetmişi aşmış, güngörmüş, gam görmüş bir kişidir.
Torunum yaşında bir genç nasıl olur da bana
“Rahmetim altınıza olsun!” diyebilir.

Daha bunamadık ki “rahmetimiz altımıza olsun.”
Bizim rahmetimiz olacaksa eğer sizlere olur.

Biz nasıl olur da bir topluluğa yapılan saygısızlığa tepkisiz kalabiliriz.
Bu tepkisel uyarımı sana bir rahmet sayabiliriz.

Bu uyarımdan sizin ve size özenen varsa,
Diğer gençlerin ders çıkarmasını bekler,
Sunarım sizlere; saygılar, sevgiler…

Saygılar, sevgiler sunarken sizlerden biraz ciddiyet ve biraz dikkatli konuşma beklerim.
Şimdi kal sağlıcakla; yeniden saygılarımla, sevgilerimle derim…
Av. Hayri Balta. 14.1.2002

(G. T. 28.12.2009)
X
Sevgili grup üyeleri
Anladığım kadarıyla göndermiş olduğum mesaj belli şekillerde rahatsızlık
yaratmış. Öncelikle sizlerden bu konuda özür dilemek isterim. Ve diliyorum.
Zararın neresinden dönersek kardır değil mi? Sizin de bu konuda bana gerekli
hoşgörüyü göstereceğinize eminim. Yoksa misyonunuza ve yapmak
istediklerinize en ufak bir zarar vermek istemem. Zaten beni tanıdıkça bunu
daha iyi anlayacaksınız.
Şimdilik bu kadar yazabiliyorum.
Ne de olsa askerim ve zamanım biraz kısıtlı.
Sevgilerle. 19.1.2002
+
Sayın Tolga,
Önce sevgi sana…

Önünde saygı ile eğiliyorum.
Öyle bir olgunluk gösterdin ki söyleyecek söz bulamıyorum…

Daha önceki sözlerim seni yılgınlığa uğratmasın, sana itici güç olsun.
Öyle sanıyorum ki büyük bir insan olursun.

Değil mi ki bu olgunluğu göstererek yücelik gösterdin.
Unutma, hislerinle hareket etmediğin takdirde yükselirsin…

Artık gün ironik yaklaşımların günü değildir…
Bütün gençler gösterdiğin bu olgunluğu örnek bilmelidir…
Bizim topluluğumuz içindeki gençlerden de
Ancak böylesine olgunluklar beklenir…

Olgun bir genç olarak kalacaksın anılarımda…
Önünde eğiliyorum saygılarımla,
Şimdi kal sağlıcakla,
Kucak dolusu sevgiler sana…
Av. Hayri BALTA. 19.1.2002
Sürecek. (G. 4.1.2010)
X
Eğer İslamiyet dini tartışılacaksa, Kuran ayetleri ve hadisler tartışılacaktır.
İslamiyet’in esasi Kuran olduğuna Gore, İslamiyet’in iyi ve kotu yanları Kuran’dadır. Hem Kuran’ın kendisi, hem de Kuran içindeki sözler (ayetler) tartışılmalıdır.
Bir “inançlı” Kuran’dan ya da hadislerden örnek verirse, ya da ima ederse, ona Kuran ve hadis ile cevap vermek doğru olur.
Benim için ayet ve hadisleri tartışmadan bir din takışması mümkün değil. Aksi halde, var oluşçuluk grubundan ayrılmam gerekir.
Bir okur’dan…
+
Her şey bir vesiledir. senin kot kafanla şair olman da veya yazar olman da bir
vesiledir.
Onların ölüyor olması da vesiledir.
Soy ismin gibi balta gibi adamsın sen.
Senin düşüncene göre de Allah canı vermiyor annesi veriyor
Bunu unuttun mu sen Allah yok diye savunuyorsan.
Sen de aklını göster.
Bana senin gibi kuş beyinli yaratıklar olduğu sürece bizler ille de şeriat diye yürüyeceğiz…
Sen gel de bize engel ol”
Sen adam mısın adamım diye ortalıklarda dolaşıyorsun
Gel de benim düşüncelerime engel ol!
Nerden geldiğini bilmeyen yaratık…
D. A.
+
Sayın D. A.,
Önce sevgi,
Aldım iletini.

Onurlandırdı beni övgülerin.
Ne şair dendi bana, ne de yazar şimdiye değin.
Beni şair ve yazar olarak gören sensin…

“balta gibi adamsın” demişsin ya bana;
soy adım Balta; ama “balta gibi adam” nasıl olur anlatsana.

Senin Allah dediğinin Türkçesi Yaradan’dır.
Bana göre Yaradan’ı yadsıyan insan hamdır.

Hiçbir yerde Yaratanı yadsımadım.
Yaratanı yadsıyanı da normal saymadım.

Anlaşılan odur ki; şeriatın insanlık için, özellikle de kadınlar için ne menem bir şey olduğunu bilmiyorsun.
Bir şeriatçı ile evlenen bacını, kocası döverse ne dersin?
Hele bu şeriatçı üç kere boşadıktan sonra; yeniden almak isterse,
Bacının bir başka erkeğin koynunda bir gece kalmasına ne dersin? (Hulle… Bak. Kuran. 2/230)

Senin düşünceni engelleyen ben değilim.
Senin düşünceni (şeriatı) engelleyen Türkiye Cumhuriyet’i yasaları, İnsan Hakları Evrensel Bildirgeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir.

Gördün, Erbakan’ın son partisi bile IHM’ne açtığı davayı geri çekmiştir.
Gördün “Türban bizim namus sorumuzdur” diyenler nasıl miskinleşmiştir…

Sahi senin şu Talibanların lideri Molla Ömer;
Onların teorisyeni ve teröristi Bin Ladin’ler,
Senin gibi şeriat için kavga ettiğine göre;
İnandıkları Allah onlara,
Kâfirler karşısında yardım etmiyor niye?..

Hadi yanıt ver bana: Allah’ın şeriatını yeryüzünde hakim kılmak isteyen bu Molla Ömer ile Bin Ladin niçin Amerikan gavurundan niçin didik dik kaçıyor?
Allah, kendi şeriatını hakim kılmak isteyenlerin cihadına niçin seyirci kalıyor?..

Bakalım bana akılsız deyen D. A. Bu anlattıklarıma ne diyor?
Sahi bu D. A.
Allah’ına bu kadar güveniyor da niçin adını, adresini gizliyor…
Biliyor, biliyor; adalet, hukuk yakasına yapışınca
İnandığı Allah’ın kendisine yardım etmeyeceğini biliyor…

Bu sorulara yanıt verebilirsen erersin hidayete.
Yoksa, nasıl gelmişsen öyle dönersin geldiğin yere…

Sevgiler sunuyorum,
Bu kadarı yeter diyorum…

Şimdi kal sağlıcakla,
Bilge Balta, 9.12.2005
(G. 11.1.2010)
X
Sevgili Hayri BALTA;
Senin nezdinde ben de desmira (??) ya yanıt vermek istiyorum izninle:
– Şiddetin her türlüsüne karşıyım ve asla ama asla yakınım deyip mahremimi bile paylaştığım kişiden asla şiddet görmek istemem;
– Asla bazı nefis sonucu oluşacak hülleye maruz kalmak istemem;
– Asla eşek, domuz ve köpekten sonra gelmek istemem, çünkü insanım ben insan;
– Asla söz söyleme hakkımı, oy hakkımı kaybetmek istemem;
– Asla hakkım olan mallarda söz sahibi olamamayı istemem;
– Asla dışlanmak istemem;
– Asla benim hakkımda keyfiyete dayalı tutum ve davranışlara maruz kalmak istemem;
– Asla DÜŞÜNME YETIMIN ELIMDEN ALINMASINI KABUL ETMEM!
– Şahitliğimin aklım başımda olduğu sürece tek başıma iken dahi geçerli olmasını isterim.
– Asla başkalarının sadece cinsel obje olarak gördüğü yaratık olmak istemem;
– Asla kafası çalışmayanlarla yaşamak istemem.
Ben, insan olarak yaşamak isterim ve işte bu yüzden çağdaş, demokratik ve laik Türkiye cumhuriyeti’nin sonsuza dek yürümesini isterim ve bunun için Desmira senin gibiler karşılarında hep bizleri bulacaklar ve ne yazık ki sizler insanca yaşamayı ısrarla reddetseniz dahi bizler sizlerin de insanca yaşaması için uğraşacağız…
Ha illa bunu istemezsen buyurur gidersin şeriat ile yönetilen ülkelere ve mutlu olursun.
(Sibel Cobek, 13.12.2005)
X
Sayın Cobek,
Önce sevgi sunuyorum.
Sizin gibi aklı başında insanlar görünce mutlu oluyorum.
Anlatımınızdan bayan olduğunuzu,
İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın adlı kitabını okuduğunuzu anlıyorum…

İnsanlığın kurtuluşu için sizin gibi aklı başında insanlar gerek.
Bayanlarımızın elindedir gelecek.

Yazınızdan iyi niyetli olduğunuz görülüyor.
Ne var ki iyi niyet yetmiyor.

Sonra sizin; “istemem, kabul etmem!” demeniz işe yaramaz.
Eğer ılımlı İslam adı altında dinsel kurallar uygulanmaya başlarsa;
Sizlerin, “istemem, kabul etmem”leri dikkate alınmaz.
Her akım kendine bir yol bulur.
Bu akımlar içinde en acımasızı şeriat ekolüdür.

Şeriat baştan başa dayatmadır.
Şeriat’ta; bütün insanlığa “Hak dini! kabul etmek” gibi bir dayatma vardır. (Bk. K. 9/5, 29. 191, 193,4/89, 91. 5/33. 8/12, 39. 18/29. 33/61. 66/9)
İlk anda aklıma gelen bunlar.
Bunlar, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa Sözleşmesi ve Anayasamızla çelişen dinsel yasalar.
Bu ayetler gibi daha birçok ayet var.

Bütün bunlar Yaratan’a mal ediliyor.
“Yaratan böyle dedi diye gayr-i Müslim’e” kılıç çekiliyor..

Haşa, Yaradan “Sizin gibi inanmayanları bulduğunuz yerde öldürün!” demez.
Böyle deyen bir din çağımızda yürümez.
Yineleyerek söyleyelim:
Ilımlı İslam bile, sizin iyi niyetinize
İyi niyet göstermez.

Bütün bunlara karşın “İslam barış dinidir sevgi dinidir deyenler;
Yaradan’ı tanımayanlardır.
Bunlarda ne Yaradan bilgisi ve ne de din duygusu vardır.
Bunlar Yaradan’ın gazabına uğramışlardandır.

Sevgiler sana,
Şimdi kal sağlıcakla,
Eren Bilge Balta, 13.12.2005
G. 18.1.2010
X
Sayın Ömer Rey,

İyi çalışmış,
İyi araştırmış,
Çok emek sarf etmiş…

Doğrudur,
Dünya, hikmet yurdudur;
Ve bu dünyada oluşan her şey,
Kendinden evvelki sebepler etkisiyle yönünü bulur.

Kutlarım kendisini.
Sitemde değerlendireceğim bu ÖZLÜ SÖZLERİ”ni…

Sevgilerimle,
Eren Bilge, 23.1.2010
X
Sayın Ömer Rey,
Önce sevgi sundum.
Tasavvuf konusunu işleyen yazını aldım.
Benim daha önce yazdığım
92 sayfalık yazımın Tasavvuf Konusu başlıklı yazımın başına koydum.

Allah’ı (GERÇEĞİ) arayan bir kişiliğin var.
Gerçeği arayanlar O’na varırlar…

Ancak şunu unutmamakta yarar var.
Geleneksel anlayışla O’nu arayanlar,
Hiçbir zaman O’nu bulamazlar.

O’nu bulmak için O’nun ne olduğunu bilmek gerektir.
0, doğru dürüst yaşamaktır.
Genel doğrulara uymaktır.
Ortak değerlere saygı duymaktır.
Olumlu kavramları yaşamaktır.
Yüksek değerlere inanmak,
Olumlu ilkeler ve kuralları üstün tutmaktır
Hepsinden önemlisi erdemli yaşamaktır.

Bu nedenle Ebu Sait adlı Pirimiz şöyle bir söz etmiştir:
“O’nu kullukta arayan bulamaz.
O’nu, O’nunla arayan hemencecik buluverir.” demiştir:
( TEVHİDİN SIRLARI. Muhammed ibn Münevver. Kabalcı yayınları. 2003. s. 294)

Allah: Aynı zamanda, akıl, sağduyu ve vicdandır.
Aklı olan doğa ve toplum yasalarına uymalıdır.

Yine bu nedenle Hacı Bektaş İle Yunus Emre
Hararet nardadır saçta değildir.
Keramet baştadır taçta değildir
Her ne ararsan kendi ara
Kudüs’te, Mekke’de, Haç’ta değildir.
(Bu kıta, Hem Hacı Bektaş-ı Veliye; hem de Yunus Emre’ye mal edilir.)
X
Bu tılsımı bağlayan
Türlü dilde söyleyen
Yere göğe sığmayan
Sığmış bu can içine

Çok aradım özledim
Yeri göğü gözledim
Çok aradım bulamadım
Buldum insan içinde…

Bunlar da diğer Ermişlerin sözleridir.
Akil olan, dini tahkikide, olan bu sözler üzerinde düşünmelidir.

Son olarak bir de bilimsel söz sana.
Bilmem nasıl gelecek bunlar sana…

“Hiçbir madde yoktan var olamaz.
Var olan da yok olamaz…”
(Maddenin Sakınımı Yasası, Lavezion)

İşte böyle dostum;
Sana gerçekleri sundum…

Sana, www.bilgebalta.com adresli siteme girmeni öneririm,
Çalışmalarında başarılar diler, sevgiler derim…

Eren Bilge, 2.1.2010
X
Değerli Malikimiz,

Önce saygılar, sevgiler,
Değerli Malikimiz Ömer.

Z. Beyaz hakkında D.K.’na yazdığım yazı,
Bakalım değerlendirilecek mi, yayına konacak mı?
Ama bizler D. K’na yazılan bu yazıyı,
Öncelikle TV’de programlar yapanlara göndermeliyiz,
Karayı Beyaz gösteren bu Beyaz’ı, gerçek yüzü ile göstermeliyiz.

Bildiklerime gönderdim,
Göndereceklerimin adresini bilmek isterdim.
Eğer bildirirseniz bana faks ya da e-maille,
Bekletmeden hemen gönderirim.

Bu kişinin gerçek yüzünün bilinmesinde kamu yararı vardır.
Buna haddi bildirilmezse daha çook kişinin yaşamını karartır,
Kes sesini sen şusun deyen olmadıkça daha çok ayranı kabarır…

Gayr-i Müslimlerin söz hakkı yoktur.
Kendisi Müslüman ya, dini hak din ya (!) söz hakkı çoktur…

Müslüman’dan gayrisi sesini kesip susmalıdır.
Gayri Müslim yurttaşlarımız suçlu gibi pusmalıdır.

Anayasal hakkını kullanmamalıdır…
Meydan yalnızca kendisine kalmalıdır.

Kafasına estiği gibi herkese kafa tutmalıdır…
Dahası kendinden geçerek zavurlamalıdır.
Bu kafa
Tam şeriatçı kafasıdır…
Kuracağınız topluluk için başarılar.
İnsan hamsa,
Ham olanlar bir araya toplansa,
Neye yarar?

Bize düşen insanları olgunlaştırmaktır.
Kimseye kötülük yapmayacak biçimde oluşturmaktır.

Demokrasi, din ve düşünce,
İşe yarar insanlar gelişince…

Ben bana düşeni yaparım, yapıyorum.
Olumlu çabalarından ötürü seni kutlarım, kutluyorum.

İnsanlar din konusunda peşin hükümlüdür.
En küçük eleştiri de kırmızı görmüş boğa gibidir.

Bu nedenle dikkatli olunmalı.
Taşlar yerli yerine, yeri gelince konmalıdır…
Bütün söylemlerimiz
Yadsıyamayacak belgelere ve bilgilere dayanmalıdır.

İsterim ki insanlar din saplantısından kurtulsun, gerçeği bulsun.
Konuşmaları akılcı, bilimsel, güzel, karşımızdakini kırmadan olsun…

Kavmiyetçilik, ümmetçilik ilkel insanlardan kalmadır.
Günümüz insani bu iki beladan mutlaka kurtulmalıdır.

Saygılar sana, M. Kemal’e,
Levent Ertürk’e…

Diğer kafası çalışan akılcılara
Bir de İsa KARATAŞ’A…
Söylemiştim sana: “Kitaplarından, Dergilerinden göndersin bana…”
Ne mutlu! Kavmiyetçilikten, ümmetçilikten kurtulmuş olanlara…

Düşmanlık yok hiç kimseye:
Ne Müslüman’a, ne Hıristiyan’a, ne deYahudi’ye,..
Bir tek düşmanlığımız olmalı o da insanı insan yerine koymayan,
Bağnaza, yobaza..
Bir de halkın emeğine göz dikenlerle;
Esnafı, işçiyi, memuru, kısacası halkımızı
Kaz gibi yolanlara..

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri BALTA. 22.1.2002
+
G. T. 8.2.2010
X
Sayın Yazar,
Sana diyorum yazar.
Çünkü böyle bir yazıyı ancak usta bir yazar yazar…

Yazını çok beğendim.
Sizde, derin bir bilginin ve de geniş bir kültürün olduğunu öğrendim.

Her aydın böyle bir yazı yazamaz.
Çok yazar da bu kadar inandırıcı ve bilimsel kaynak bulamaz.

Kaynaklar da çok inandırıcı ve bilimsel…
Ancak kurtulamayız çözüm yolu oldukça küresel

Küreselleşme: “Sermaye egemenliğinin dünyamıza dayatılmasının rafine edilmiş
adıdır…”
Sermaye egemenliği yerine emeğin egemenliği kurulmadıkça insanlar mutlu bir
yaşamdan uzak kalacaktır.

Bunun için de hiç olmazsa bir sosyal adalet, sosyalizm hiç olmazsa bir karma ekonomi gerektir.
Bunu bilen küresel egemenlikçiler, başından beri sosyal adalet, sosyalizm diyenlerin anasını bellemektedir.

Bu nedenle insanların çok büyük çoğunluğu sosyal adalet, sosyalizm geleceğine, karma ekonomi olacağına ne olursa olsuna çoktan razı…
Bu razılığı hazırlamak için de sermaye tarafından kullanılmaktadır dincilik arazı…

İnsanları kaderciliğe, miskinliğe ve tevekküle zorlayan bu propagandayı
etkisiz kılmanın tek yolu da idealizme (ruhçuluğa) dayanan dünya görüşünün
bırakılarak; bilimsel sosyalizmin temeli olan, materyalizm ve onun yöntemi
olan diyalektik materyalizme sarılmaktır…
Ne var ki insanlar bu düşünce yöntemini dinsizlik olarak görmekte, ya varsa
kuşkusu içinde öte dünyada yaşamaya umut bağlamaktadır.
Bu umut yüzünden de başına gelen her zillete katlanmaktadır.
Bu nedenle de karma ekonomi, sosyal adalet, sosyalizm olmasın da ne olursa olsun demektedir…

Diyalektiğe göre her oluşum zıddı ile belirir.
Küreselleşmenin zıddı olarak önerilen; Halk egemenliği ve emektir.

Aksi takdirde Türkiye Cumhuriyeti’nin düştüğü şimdiki durumu gösterebiliriz…
Sermaye sınıfı yaratılmak düşüncesiyle halk ve emekçiler dışlandı sonuç da ortada,.ne deyebiliriz…

Kurtuluşun yolu Batının aydınları, emekçileri ve sosyalistleri ile işbirliğidir.
Batı sermayesi ile işbirliğine gidilmemelidir.
Sermayenin zıddı, içinde doğup gelişen, emektir.
Dünyada, emeğin egemenliği yolunda savaşım verilmediği sürece bu rezillik sürecektir.

Bunun yolu da halkın ve emekçinin yönetimde söz ve karar sahibi olmasıdır…
Ancak bunda da başarılı olabilmek için yine Batının aydınları ve emekçileri ile yan yana olmalıdır…

Batı dışlanarak uygulanacak karma ekonominin, sosyal adaletin, sosyalizmin başarı şansı yoktur.
Sosyalist Doğu Avrupa, Rusya ve Komünist Çin’in düştüğü durumda bize örnek çoktur.

Batı sermayesi ile Batı uygarlığı birbirine karıştırılmamalıdır.
Batının akılcılığını, bilimini ve tekniği örnek alınmalıdır.

Batı dışlanarak Batıya karşı verilecek savaş yitirilmeye mahkumdur.
Şeriatçı ile, ırkçı ile ittifak yapılacağına Batının aydınları, emekçileri,
ezilenleri ve sosyalistleri ile ittifak kurulmalıdır…

Bu arada özel girişimcinin üretici ve yaratıcı gücü hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Özel girişimcinin üreticiliğinden ve yaratıcılığından yararlanmasını bilmeyen her iktidar, sosyalist de olsa, komünist de olsa yıkılmaya mahkûmdur.

Özel girişiminin kamu zararına etkinliklerinin azaltılabilmesi için halkın bilinçlenmesi ve halk tarafından kurulan yönetim, ekonomi alanında özel
girişimci ile karlılık alanında yarışacağına kamu yararı ve kamuya hizmet
alanında yarışmalıdır…
Bunun için de halklar bilinçlenerek figüran rolünü değil baş rolde oynamalıdır…

Duyarsız olan, sorumluluktan kaçan halk hiç bir başarı elde edemez…
Halk örgütlenerek sorumluluğu üstüne almaya çalışmadığı sürece kimsenin kendisine yararı olamaz.

Demek istediğim halkımızın yönetimi yönlendirecek oranda bilinçli ve duyarlı olması gerektir.
Bunun motoru da emekçi aydınlarımızdır…

Özetlersek: Batıyı dışlayan ve ekonomik temeli olmayan bir Bağımsızlık
anlayışı küreselleşme belası ile baş edemez…
İşte bizim gibilerin şeriatçı düşünceye karşı halkı aydınlatıp uyarmaya çalışmasının temelinde bu anlayış inkar edilemez.

Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yoksa yanılıyor muyum?..
Av. Hayri BALTA 11.1.2002
X
Değerli Dostum,
Levent Ertürk,

Sizin, benim yanımda özel bir yeriniz var. Ömer Malik ve Mustafa Kemaloğlu’nun da…
Üçünüzün de yazdıklarını son satırına kadar okuyorum. Bazen yineleyerek okuyorum. Çok beğeniyorum, çok yararlanıyorum. Bilmediklerimi öğreniyorum, duymadıklarını duyuyorum. Biriktiriyorum, silmeye kıyamıyorum. Kaç sayfaya kadar biriktirebilirim, onu da bilmiyorum… Bilgisayarım bozulur diye korkuyorum… Bu konuda bana bilgi verirseniz sevinirim.
“Var oluşçuluk” adında bir felsefe topluluğunun kurucusu olarak bizlere öneri getiren sizsiniz. Ömer de, Mustafa da, ben de size güvendiğimiz için topluluğa düşünmeden ve seve seve katıldık. Şimdi anlıyoruz ki bir felsefe topluluğu olan kuruluşunuzda felsefi düşünceden uzak kişiler var.
Önce felsefe üzerinde duralım. Nedir felsefe, felsefe deyince ne anlamalıyız? Felsefe temel konularda akıl yürütmektir. Örneğin varlık konusunu, bilgi konusunu, ahlak konusunu, estetik konusunu ve akla gelebilecek her konu üzerinde imana ve vahye takılmadan düşünmektir.
Başta da varlık nasıl olmuştur. Allah yaratmışsa, Allah’ı kim yaratmıştır. Bu Allah dedikleri nedir, nerededir? Allah’sa akıl verdiği kişilerin işlerine niçin karışır? Akıl verdiği kişilere karışmak kendisine nasıl yakışır? Sonra kendisi yarattıkları ile ilişki kurmaktan aciz mi ki Peygamber gönderir, kitap indirir?..
Bu soruları soramayan kişilerin felsefeye gereksinimleri yoktur. Çünkü onlar iradelerini bir başka varlığa teslim etmişlerdir.
Gelelim “var oluşçuluk” felsefesine. Var oluşçuluk, İnsanın kendi kendisini yaratması olup kendi varlığının etkileyebilecek bir koşulun, olayın, varlığın olmadığını peşinen kabul etmektir. Bu düşünce insanı, tekbenciliğe değin götürür. Biliyorsunuz, Tekbencilik:, maddenin varlığını insana indirger. İnsan olmasaydı, hiçbir şey olmazdı der. Yaratan insandır, der ve bu düşünce giderek insanı “Enel-Hak” dedirtecek kadar sapıttırır.
İnsanın kendi kendisini yaratması üzerinde de kısaca durmak istiyorum. İnsanın iradesi yaşadığı topluma, karşılaştığı olaylara, içinde bulunduğu topluma göre değişir. İnsan işçi ise işçi gibi, varlıklı bir aileden gelmişse varlıklı gibi düşünür. Her iki kesimin dünyaya bakış açısı farklıdır. Dolayısıyla var oluşçuluk felsefesi işi gümüş olanların uğraşacağı bir felsefi uğraştır.
Yoksulların, işçinin, işsizin kendi kendine biçim verme olasılığı yoktur. Yaşadığı koşullar ne denli akıllı olursa olsun kişinin kendi kendini yaratmasına engel olur. Ben bunları yaşadığım için deneysel olarak biliyorum. Çünkü ben 25 yaşına değin bir ölü; yani sorumsuz, duyarsız, bencil heva ve hevesine göre yaşayan bir lümpendim. 25 yaşından sonra Dr. Emin kılıç Kale sayesinde kendime gelebildim.
Şimdi dönelim asıl konumuza. İşin içine iman ve vahiy girince felsefe olmaktan çıkar. Zaten inanan insanın çözümleyeceği sorun da, yanıtlayacağı soru da yok demektir. Aslında inanç iyi bir şeydir. Dayandığı ve Allah dediği bir varlık vardır. Arkasında güçlük bir cemaati vardır. Kelime-i şahadet getirmekle, ya da Camiye, Kiliseye, Havraya gitmekle Cennet’i garantiler. Başına gelenleri kaderimmiş diye sineye çeker… Bu kişiler için artık aklın o denli önemi de yoktur. Çünkü sınırları çizilmiştir, yapacakları belirlenmiştir. Savm, salat, haç, zekat, kelime-i şehadet… Bu kişiler için olur akıl felaket… Ama bizler akılcı olduğumuz için bulamayız, huzur ve rahat…
İşte Ömer, Mustafa ve Levent gibiler akla önem vermişler. İnançların, insanı sağlıklı düşünmekten alı koyduğunu, batıl itikatlara, hurafelere bağladığını görmüşler. Yoksulluğun, bilgisizliğin, geri kalmışlığın, maçoluğun, kıroluğun akılcı davranmamakta olduğunu görmüşler ve bu nedenle de akla önem vermişlerdir. Bu nedenle de huzur ve rahatlarını kaçıracak olan düşünce açıklamalarında bulunmaktan kaçınmamışlardır.
Şimdi bu adamların, hem de bir felsefe topluluğu içinde, aman kimi kişileri ürkütmeyelim gerekçesi ile düşüncelerini açıklamalarını kısıtlamaya çalışmak aynen şuna benzer. Çişi gelene adama çişini tut demeye… Bir insan nereye kadar çişini tutar. Çişi gelen insana çişini tut demek ona büyük bir işkencedir.
İşte kendisini devlet büyükleri sanan kişilerin düşünce açıklamalarına yasak koyması, sansür getirmesi de bu gerçeği görememenin bir belirtisidir. Unutmayalım ki onurlu kişiler ölüm pahasına da olsa düşüncelerini açıklamaktan çekinmemişlerdir. İlhan Arsel, Turan dursun ve diğerleri bunların en yakın ve en güzel örnekleridir.
Sizin olayda bir tarafta üreten akıl var; bir tarafta üreten akıl yerine tüketen akıl var. Tüketen akıl hatırına üreten aklı kısıtlamak bir felsefe topluluğuna yakışmaz. Eğer düşünce üretenler yüzünden bin düşünce tüketen topluluktan ayrılacaksa varsın ayrılsın.
Bir felsefe topluluğunda bulunmanın ilk koşulu her türlü düşünce açıklamasına saygı göstermek olmalıdır. Şimdi Kum Saati adı ile Ömer’e ve Mustafa ya da topluluğa sorular yönelten bir kişi var ortalıkta. Bu arkadaşımız, Ömer’in ve Mustafa’nın sorularına yanıt verme gereğini duymadan yeni yeni sorular atıyor ortaya. Kuran’ın Allah sözü olduğunu kanıtlamaya, dolayısıyla bizleri imana getirmeye çalışıyor.
Ama düşünmüyor ki Allah, Hulle yapın demez. Hırsızın elini kesin demez. Dikbaşlılık eden eşlerinizi dövebilirsiniz demez. Zina yapanı taşlayarak öldürün demez. Hak din İslam’dır, İslam’dan başka dinlere inanan ziyan içindedir demez. İslam’dan başkası kafirdir, kafirin de imana gelmezse katli vaciptir demez. Allah’ın dini kalana kadar kafirlerle savaşınız, yakaladığınızda boyunlarını vurun demez. Bu Allah’a ağır bir hakaret olduğu gibi saygısızlıktır da… Aynı zamanda insanlar tarafından yapılan İnsan Hakları Sözleşmesine tümden ters düşen Ortaçağ anlayışıdır da bu…
Kum saati takma adı ile yazan arkadaşımız, astronomi, uzay bilimi, uzay fiziği gibi konuları Kuran’la açıklamaya çalışıyor. Oysa Kuran’da yazılanlar o zamana değin toplumların bildiği şeylerdir. Ama toplumların bilmediği şeyler hakkında bir şey söylenmemektedir. Âdem’e isimleri öğreten Allah ne bir matematik formülü, ne bir fizik formülü, ne de bir kimya formülü öğretmemiştir. Rüzgâr durursa gemilerin hareket edemeyeceğini sanmıştır. (K. 42/33).
O Allah ki gelecekte rüzgâr dursa bile gemilerin, vapurların enerji ile motorla hareket edemeyeceğini görememiştir. Geleceği görememeyi Allah’a yakıştırmak ne kadar doğrudur? Hiç Allah, yıldız kaymasının nedenini bilmez mi? Bu gün yıldız kaymasının nedenlerini bir ilköğretim öğrencisi bile bilmektedir. Ama Kura’na göre, yıldız kayması Allah’ın meclisini dinlemeye gelen şeytanı uzaklaştırmak için attığı taşlardır. (K. 15/18, 67/5).
Şimdi Ömer, Mustafa; Pelin hanım rahatsız oluyor diye, Kum Saatine yanıt vermesin mi? Bu batıl itikatlara, dogmalara, cehalete prim vermek olmaz mı?
Bana şu soruyu sararak yanıt vermemi istiyorsun. Önce sorunuzu okuyalım.
“2. Özellikle Hayri Balta hocamın bu konudaki görüşünü merak ediyorum. Şöyle bir sorum olacak: Şeriatçı olmadığını iyi bildiğimiz, fakat bir şekilde İslam’la olan bağını da koparamayan insanlarla uğraşmak tehlikeli olabilir mi? Kendisi yıllar süren mücadelesi boyunca, üzerine “kafir, şeytan” vs diye saldıranları gördüğü kadar, mutlaka İslam’ı yeniden yorumlamaya çalışan nice dindar insan görmüştür. Böyle insanları inançlarından vazgeçmeye zorlamak ters tepebilir mi? Biraz taviz ve hoşgörüyle kazanılabilecek nice insan, ters bir tepki verip siyasal İslam’a veya köktendinciliğe geri dönüş yapabilir mi?”
Öncelikle şunu belirteyim ki biz: “İslam’la olan bağını da koparamayan insanlarla uğraşmak” diye bir sorunumuz yoktur. Biz batıl itikatlarla, bilgisizlikle, dogmalarla. hurafelerle uğraşıyoruz. Biz İslam’ın da, diğer Tanrılı ve Tanrısız dinlerin de devlet ve toplum yönetiminde söz sahibi olmasına karşıyız.
İnancı gereği Devleti yönetmeye talip olan kim olursa olsun ve de Allah’ın emri diye türbanı toplumumuza dayatmaya kalkan, kim olursa olsun Cumhuriyetçi ve Laik bir aydın olarak savaşım vermeye zorunluyuz. Ters tepecekler diye gerçeği söylemekten çekinmemeliyiz.
Bu gün Allah’ın emri diye türbanı kabul ettiren zihniyet; yarın, dörde kadar almayı da Allah’ın emri diye dayatabilir. Kadınların eve kapatılmasını da Allah’ın emri diye dayatabilir. Kocasına karşı gelen kadının da dövülmesini de dayatabilir. Hırsızın elinin kesilmesini, kısasa kısas, çapraz el ve ayak kesmeyi de dayatabilir. Yani şimdi türban Allah’ın emri de bu saydıklarım Allah’ın emri değil mi? Şimdi inanca saygı diye bu yapıda insanların devlette ve toplumda etkinlik kazanmasına izin verebilir miyiz?
Pelin hanım ve onun gibilerin hatırı için düşünce açıklamasından ödün vermemiz doğru değildir. Ömer ve Mustafa gibi ışıklı ve parlak zekâların sönmesine meydan vermemeliyiz. Varsın onlar kendilerine yapılan saldırılara karşı savunma haklarını kullansınlar. Pelin hanımın inancından daha kutsaldır onların savunma haklarını kullanmaları…
Değerli dostum, bana soru sorduğuna göre ben sana kendi doğrularımı söylemekle yükümlüyüm. Ben bu ilklerime sonuna değin bağlı kaldım. Aleyhime de olsa doğruları söylemekten çekinmedim. Bendeki gerçek saygısı toplumdan dışlanmış olmamın başlıca nedenidir.
Ola ki bu yanıtlarım sana ağır gelebilir. Bu nedenle bana mesafe koyabilirsin. Gerçi bunu sizden beklemiyorum. Ama milyarda bir olasılık olsa da bana karşı mesafe korsan bu bana çok ağır gelir… Ama ne diyeyim Levent incinmesin diye sorulan soruya düşündüğüm gibi yanıt vermemezlik edemezdim. O zaman kendimden nefret ederdim.
Bu sözlerimden Pelin hanımın da alınmamasını beklerim. Kendisinin inançlarına ters düşüyor diye biz düşüncelerimizi nasıl söylememezlik edelim. Biz, kendisine inançlarını açıklama diyor muyuz? Kendisi de bize düşündüklerimizi açıkladığımız için kızmamalı ve topluluktan ayrılıyorum diye çekip gitmemeli. Onun çekip gitmesine de ayrıca üzüleceğimi de belirtiyorum.
Bir felsefe topluluğu oluşturmuşsun. Bu toplulukta herkese düşüncelerini açıklama hakkını sonuna değin kullandırmak için elinden gelen çabayı göstermek senin birincil görevindir. İsteyen katılır, isteyen katılmaz… Bunda alınacak, gocunacak ne var?..
Şimdi kal sağlıcakla, saygılar sevgiler sana..
Av. Hayri Balta. 14.5.2002
X
Sayın Balta,
Bilgilendirme için teşekkürler.
Ahmet Dursun, 19.2.2010
Liselerde Adnan Hocanın yaradılışı anlatılıyor
X
Sayın Ahmet Dursun,
Önce sevgi sundum.
Ben senin gönderdiklerinden yararlanıyorum.
Gönderdiklerinin tümünü okuyorum.
Teşekkürler ilgine,
Eren Bilge, 19.2.2010
X
Hayri Abi,
Elinize sağlık.
Felsefi ve edebi bir mektup.
Çok beğendim.
Bu mektubunuzu, sevdiğim arkadaşlarıma da gönderdim.
Saygılar, öperim elinizden.
Yalçın Efe, 20.2.2010
X
Değerli Hocam
Bu yazınızı da arşivime aldım.
Teşekkürlerimi sunarım
Cemil denk, 20.2.2010
X
ÇOK GÜZEL BİR MEKTUP

— Levent Ertürk <levbaba@yahoo.com> wrote:
Ömer, Mustafa,
Sizlerden bir ricam olacak. Lütfen var oluşçuluk adı altında kurduğum gruba Kuran ayetleri ile ilgili yorumlar göndermeyin. Bu bir rica ve bence çok önemli…
Öncelikle, eğer dikkat ettiyseniz, benim grupta bir kaç “dindar” var, fakat şeriatçı yok. Bu insanlardan bir kısmı dönüp dolaşıp Kuran ayetlerini konuşmayı çok sıkıcı buluyorlar. Bence haklılar da. Bense onlara dünya bilim tarihine mal olmuş güzel
yazılar göndermek istiyorum.
Şimdi yazacaklarım benim kendi gözlemlerime dayanan fikirler. Bence tartışalım bunları.
1. Hedefleri birbirine karıştırmayalım. Şunu anlatmak istiyorum. Hepimizin asıl hedefi, dini siyasete alet eden ve bu yolla milyonlarca inançlı insanı sömüren şeriatçı takımıdır. Bunlar insanlığın ortak kazanımları olan her tür bilgi ve değeri kendi işlerine geldiği şekilde yorumlarlar ve bunun tek gerçek olduğunu iddia ederler.
Sizler çeşitli platformlara üye olup oradaki siyasal İslamcılarla fikir mücadelesi yapabilirsiniz. Buna itirazım yok. Fakat her zaman dediğim gibi, ülkemizde yaşayan ve üstünkörü “Müslümanlar” diye geçiştirilen kitle birbirinin aynı insanlardan oluşmuyor. Bunların içinde çoğu İslam’la olan bağlarını (en gevşek şekilde olsa
bile) koparıp atamıyorlar.
Çeşitli nedenleri var elbette; ölüm korkusu, Kuranı okumasa dahi küçüklüğünden beri onu kutsal kitap olarak bilmesi, daha üst değerlere yükselecek bilgi birikiminin olmaması vs.
Mesela Pelin isimli kızı ele alalım. “Ben korktuğum zaman Allah’a sığınıyorum.” diyor. Ne kötülük var bunda? Yazdıklarından belli kızcağız şeriatçı değil; uzak yakın alakası yok. Ve yine belli ki, onun “Allah’ı” ile Usame’yi alkışlayanların “Allah”ı aynı şey değil. O zaman niye bu çocuksu inanca saldıralım? Gayemiz ne? Ülkemizde siyasal İslam la çarpışmak mı, yoksa insanları “değiştirmeye” uğraşmak mı ?
2. Özellikle Hayri Balta Hocamın bu konudaki görüşünü merak ediyorum. Şöyle bir sorum olacak: Şeriatçı olmadığını iyi bildiğimiz, fakat bir şekilde İslam’la olan bağını da koparamayan insanlarla uğraşmak tehlikeli olabilir mi?
Kendisi yıllar süren mücadelesi boyunca, üzerine “kafir, şeytan” vs diye saldıranları gördüğü kadar, mutlaka İslam’ı yeniden yorumlamaya çalışan nice dindar insan görmüştür. Böyle insanları inançlarından vazgeçmeye zorlamak ters tepebilir mi? Biraz taviz ve hoşgörüyle kazanılabilecek nice insan, ters bir tepki verip siyasal İslam’a veya köktendinciliğe geri dönüş yapabilir mi?
3. Ben var oluşçuluk grubunda cennet/cehennem var mıdır, yok mudur gibi alabildiğine yoruma açık şeyler yerine, dinsel imge ve kavramların sosyal yönlerini tartışmak istiyorum. Çünkü artık çok iyi biliyoruz ki, inanç -adı üstünde- inançtır.
Sürekli olarak ona akılla saldıramazsınız. Çünkü inanç zaten akıl üstüdür veya
aklı dışlar. Salt akılla halledilebilecek bir mesele olsaydı, günümüzde bir tane bile inançlı insan kalmazdı. İnanç en büyük gücünü ispat edilemeyişinden alır ve doğal olarak müspet ilmin dışında kalır. Bence sorun inancı yok etmek değil, onu tehlikesiz hale getirmektir.
Günümüz Hıristiyanlarına bakalım. Günümüzdeki Hıristiyanların, Oriana Fallacinin yazısında bahsettiği, bilimcileri ateşe atan Hıristiyanlarla ortak noktaları kalmış mıdır artık? Hemen herkes Noel babanın olmadığını (bizdeki Hızır inancı gibi), İncil’in İsa’nın ölümünden yıllar sonra yazıldığını, ekmek ve şarabın gerçekten İsa’nın eti ve kanı olmadığını, İsa’nın veya bir başkasının “gerçekten” Tanrının oğlu olmadığını ve bu tür anlatımların sembolik, değişmeceli (mecazî) olduğunu bilir. Hatta kiliseye gidenler, belki daha iyi bilirler.
Bu durumda Hıristiyanlık batı toplumlarını bir arada tutan ortak değerlerden biri olarak iş görür. Yoksa Isa göğe merdivenle mi çıktı, asansörle mi çıktı, kimin umurunda?
Bence sizler de bu noktayı aşmaya çalışın ve gerçekçi olun. Latincesini unuttum, Hıristiyanlar “saçma olduğu için inanıyorum.” derler. Harika bir anlatım!
Ben, pazar günleri Kiliseye giden, çeşitli özel günlerde çocuğunun odasını süsleyen, ona Aziz bilmem nenin kutsal öykülerini anlatan Hıristiyan bir anne/baba ile fazla uğraşılmaması gerektiğine inanıyorum.
Aynı şekilde, İslam’la olan ilişkisi mübarek gün ve gecelerde gözyaşları içinde dua etmekten öteye gitmeyen Müslüman’la da fazla uğraşılmamalı. Büyük bir tehlike var: Silah ters tepebilir. Öncelikle hepimiz aşağıdaki konularda anlaşıyor muyuz?
a) İnanç salt akılsal çözümlemelerle halledilebilecek bir olgu değildir. Psikolojik yönleri vardır.
b) İnanç eğer tehlike arz etmiyorsa, onunla fazla uğraşmak doğru değildir.
c) Asıl hedef “inananlar” değil, inancı siyaset, ticaret vs gibi amaçlar için kullananlardır.
Ne dersiniz?
Saygılar, sevgiler hepinize..
Levent Erturk
*
NOT:
Eğer İslamiyet dini tartışılacaksa, Kuran ayetleri ve hadisler tartışılacaktır. İslamiyet’in esasi Kuran olduğuna göre, İslamiyet’in iyi ve kotu yanları Kuran’dadır. Hem Kuran’ın kendisi hem de Kuran içindeki sözler (ayetler) tartışılmalıdır.
Bir “inançlı” Kuran’dan ya da hadislerden örnek verirse, ya da ima ederse, ona Kuran ve hadis ile cevap vermek doğru olur.
Benim için ayet ve hadisleri tartışmadan bir din tartışması mümkün değil. Aksi halde, var oluşçuluk grubundan ayrılmam gerekir.
X
Açıklama:
Güzel bir görüş… Tümüne katılıyorum. Amacımız inanırlarla mücadele değildir. Levent Öztürk’ün de dediği gibi: Asıl hedef “inananlar” değil, inancı siyaset, ticaret vs gibi amaçlar için kullananlardır.
Av. Hayri Balta, G. 5.3.2010
X
Değerli Yazar Okulu Arkadaşlarım,

Önce saygılar, sevgiler sunarım.
Kursta olduğu gibi iyisinizdir umarım…

Kursta iken kitabım basılınca haber vereceğimi söylemiştim.
Kitabım basıldı en sonunda, haberiniz olsun isterim.

Kitabım bana özgü düşünce ve inanç açıklamaları ile doludur.
Biliyorum, düşüncelerim ve inançlarım;
Çoğunluğa göre yanlış, azınlığa göre doğrudur.

Yalana, yanlışa kodlanmış, okuyup araştırmamış,
Bir toplum ki kendi bildiğini hep doğru sanmış,
Böyle bir toplumda değişik görüş açıklayanlar;
Genellikle hüsrana uğramış…

Bu hüsrana uğrayan kişilerden biri de benim,
Olsun, riyakârlık yok bende,
Düşündüğüm gibi yazıp söylemeliyim…

En sonunda benim de bir küçük kitabım basılmış oldu.
Şimdi bana kitapsız diyenlerin dili tutulmuş oldu…

Ne ise kitabımı bulabileceğiniz adresleri sunuyorum aşağıda.
Önce hangi kitapçılarda bulacaksınız Ankara’da…

Alfabetik olarak alt alta yazıyorum:
Kitabımı bulabileceğiniz adresleri sıralıyorum:

Ardıç Yayınları, Sakarya Cad. No. 1, 7.Kat. 39 numara,
Akçağ Kitabevi Sakarya caddesinde herkesin bildiği sokakta…

Ayyıldız Yayınları, ki bu da Maltepe Camisi karşısında
Eti Pasajı’nda Eti Sinemasının yanında…

Bir de GÜNER kitabevine bakabilirsiniz.
Mithatpaşa Cad. 24/A’dan alabilirsiniz…

Toplum Kitabevinde de var.
Toplum kitabevi Bayındır Sok. 22/1’de satar…

Gelelim İstanbul’a,
Kitabımız dağıtılacak Can Yayınlarında…
İstanbul’da bulunup da kitabımızı almak isteyenler,
0 212 528 36 09 numaraya sık sık telefon etmeliler…

Rabia Hatun’un şöyle bir sözü var:
“Gönlümü madde âlemine saldım, diyar diyar gezdi döndü…
Mâna âlemine saldım bir daha dönmedi sanki öldü… “

Kitabımız şeriat, tarikat aşamasından öte hakikat mertebesindedir…
İleri sürdüğümüz bütün görüşler mânâ âlemindendir…
Söylediklerim; dinlerin temel kitapları ile belgelenmektedir…

Anlatmak istiyorum ki Tanrı ile insan arasına kimse girmemelidir.
Bunun için birçok dinsel terimlere açıklık getirilmektedir.
Örneğin Tanrı nedir, nerededir?
Tankı kelamı, Cennet-Cehennem ne demektir?

Edep sınırları içinde kalmak koşulu ile bütün olumlu olumsuz eleştirilere açığım.
Edep sınırları dışına çıkana bilinsin ki ağır olacaktır yanıtım…

İlgilenir, okur, düşüncelerinizi bildirirseniz sevinirim.
Edep sınırları içinde kalmak koşulu ile:
Eleştiriler çok ağır da olsa; ne alınır, ne yerinirim…

Bazen mutlu oluyorum sizleri hatırlamakla,
Saygılar, sevgiler sunarım selamlarımla…

Şimdi kalınız sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 28.8.2002
(G. 11.3.2010)
X
Kıymetli İyi İnsan,
Hayri Balta,
15.09.2002
Maillerinizi alıyorum. Sizi azminiz, gayretiniz ve çıkarmış olduğunuz kitabınız için tebrik ediyorum.
Kitabınızı bana hediye etme düşüncenizden dolayı da teşekkür ediyorum. Bu güzel niyetinizden dolayı sizden o hediyenizi almış kabul ediyorum. Yalnız sizden şunu istirham ediyorum ki; bana müsaade edin sizin gayretinizin eseri olan kitabınızı kendi gayretimin neticesi olan param ile almak istiyorum. Bana vermek istediğiniz kitabınızın Ankara’da satışı yapılan bir kitapçı adresini ve ismini verirseniz bizzat gidip alacağım.
Sizin ellerinizden almış gibi olacağım ve altını çize çize okuyacağım. Bir de yazışmalarımızı kitap yapacağınızı bildirmişsiniz. Buna sevindim. Bunun için de ayrıca tebrik ediyorum. Radikal Müslümanların çok şey öğreneceğini söylediğiniz bu kitap, inşallah Müslüman olmayanların da çok şey öğrenmesine vesile olur diyorum…
Kendisi için çizdiği yoldan dönmeme azminde olan büyüğüme, yolunun sonunun hayıra çıkması için dua ettiğimi bildirir.
Saygı ve sevgiler sunarım..
BİR KUL. 15.9.2002
+
Sayın Güzel İnsan,
Saygıma, sevgime layık insan,
Alınca e-mailini sevindim inan.

Kitabımı alacağın adresi veriyorum:
“Kızılay, Sakarya Cad. Konur Sok. 22/1,
Toplum Yayınevi sahibi Remzi İnanç” diyorum.

Bu adrese giderseniz,
“Av. Hayri Balta bana kitap bırakacaktı!” derseniz…

O, size bir tane verecektir.
Ve de sizden kitap bedeli istemeyecektir.
Benim bu isteğime de,
Güzel insan daha fazla direnmeyecektir…

Altını çize çize okumanı,
İşine geleni almalı,
İşine gelmeyeni almamalı…
Aklı başında bir insan,
Hiç kimseyi,
Kendisi gibi düşünüp inanmaya zorlamamalı…

Yazışmalarımızdan oluşan kitabı,
Arayış içinde olanlar okumalı…
Okuduktan sonra herkes
Kendi meşrebine uygun olanı almalı.

İşin doğrusu da budur,
Herkes yaratılışı nasılsa,
Kendini ona göre oluşturur.
Kuran’da bu oluşum:
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasip ederiz!” (K. 10/56)
Diye buyrulur.
Kuran’daki bu tümcenin benzeri aşağıda İn. Rom. 8/30’da bulunur…

Bu tümceyi anlamış olsaydı Peygamberler,
Kimsenin canına kıymazlardı;
“İmana gel ya kafir!”diye teker teker…

Burada Yunus Emre’nin şu sözleri
Düşündürmeli erenleri:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç gılman, birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni”

Bu dörtlükteki “Seni gerek seni!” den murat: İnsanın nefret yerine sevgiyi yeğlemesidir.
Sevgi, Tanrı’nın ta kendisidir,
Çünkü sevgi duygusu, nefret duygusuna göre daha yücedir.

Din ilminde kötü düşünceler şeytana mal edilir;
Doğru, güzel, iyi düşünceler Tanrı diye yüceltilir.

Bir de bana derler; dinsizdir, imansızdır, kâfirdir…
Zerre kadar Tanrı bilgisi olan bana böyle dememelidir…
Çünkü çarpılır,
Ayın-bayın olur, ağzı-gözü eğrilir….

Bu nedenle derim ki ister benim gibi düşün, ister tam tersi…
Benim insan olandan beklediğim,
Eğer o insan kötü olanı yapmıyorsa,
Görmelidir, nefret değil, sevgi…
Bu nedenle demiştir Yunus Emre:
“Bana seni gerek seni…”

Her zaman söylemişimdir yine söyleyeyim bari.
İnsan, hiçbir zaman çıkarmamalı aklından İncil’deki şu tümceyi:
“Tanrı sevgidir.
Sevgide yaşayan Tanrı da yaşar.
Tanrı da onda yaşar!” (İn.Yuh. 4/16)

Eğer nefrete layık insan varsa, yani kötü yolda ise,
Tanrı’yı (Doğruyu, güzeli, iyiyi… Hak’kı…) tepelerse,
Onu cezalandırmak bize düşmez…
Tanrı (Toplum örfü, akıl, sağduyu, vicdan…)
Ona ceza vermeye üşenmez…

Ben Tanrı (Bilgelik, doğruluk, dürüstlük, erdem, iyilik, güzellik, hoşgörü…) yolundayım,
Varsa insanlığa aykırı bir davranışım, gösterin doğrultayım.

Tanrı benim doğruluğumdur, doğruluk benim kayamdır.
Tanrı’nın velilerine (Olumlu davranışlara, Üstün değerlere, yüce kavramlara, genel doğrulara sahip çıkanlara Tanrı velisi denir. Yoksa camiye, kiliseye, localara, sinagoglara gidenlere değil…);
Korku haramdır…

Çünkü: “Tanrı (Sağduyu, akıl, vicdan, insanlık değerleri…)
ayırmış olduklarını çağırdı.
Çağırdığı kişileri doğrulukla donattı.
Doğrulukla donattıklarını yüceliğe kavuşturdu.
(İn. Romalılara, 8/30) diye yazılmıştır. (Benzeri için: Bak yukarda Kuran, 10/56)

Bu satırlarımı okuyan;
Diyecek ki Hıristiyan mı, yoksa Müslüman mı bu adam…
Ne Hıristiyan, ne Müslüman…
Kendini akılcılığa, bilgiye, bilgeliğe, erdeme adamıştır
Bu satırları yazan…

Denir: Dört kitabın dördü de haktır;
Bu kitaplarda günümüze uyan da vardır, uymayan da vardır.
Marifet;
Bu kitaplardan günümüze uyanı almak, uymayanı almamaktır.

Cahildir, ya da bencildir, insanları kâfir-mümin diye ayıran,
Düşmemeli böyle diyenlerin ardına aklı başında olan…

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana..
Bir de güzel insanın
Saygı değer hanımına…

Av. Hayri Balta, 16.9.2002
G. 20.3.2010
X
Sayın Ü. K.,
Radikal Gazetesi Kültür Sanat Bölümü,
Doğan Medya Center, 34554, Bağcılar/İstanbul
Önce saygı, sevgi…

Hocanız Gülçin Tezcan’la konuşmuşsunuz. Hatırlarsınız sanırım.
Gülçin Hoca benim kızımdır. Bu nedenle isteğiniz üzerine Gülçin Hocanın sözünü ettiği S.S.S. (SEVENLER-SORANLAR-SÖVENLER) adlı küçük Kitabımı ekte gönderiyorum.
Biliyorsunuz, Ahmet Altan’ın kitabı 11 günde 110 bin adet sattı. (Hürriyet, 1 Ekim 2002, s. 6).
Benim kitabım ise 110 günde 1 adet satmadı.
Bunun nedenleri çoktur. Baş nedeni onun kadar tanınmış ve usta bir yazar değilim.
İkincisi Ahmet Altan’ın kitabı bir yayınevi tarafından yayınlanmış olup medya ile okuyucu propaganda ve reklam bombardımanına tabi tutulmuştur. Oysa ben büyük gazetelerden hiçbirinde reklam yapamadım; çünkü parasal olanağım yoktu…
Yalnız Cumhuriyet kitap ekine gönderdim l,5 ay önce… Cumhuriyet Kitap Eki de bu güne değin yer vermedi.
Bu arada Hürriyet’in Pazar eki (KEYF) sayfasını hazırlayan Sefa Kaplan’a da gönderdim. Ondan da ses çıkmadı. Onlardan ses çıkmayınca Gülçin kızım bir de “Radikal’e gönderelim!” dedi.
Ahmet Altan kadar tanınmış ve de usta bir yazar olmadığımı biliyorum. O, kitabında bir kadının kocasını aldatmasının ruhsal sonuçlarını açıklıyor; ben ise, din tüccarlarının halkı din adına aldatarak ceplerini doldurmalarını ve bu aldatmalarının insanlık âlemindeki yarattığı sonuçları açıklıyorum.
Ben kitabımda din dünyasında bilinmeyen, yanlış anlaşılan ve yanlış anlatılan kavramlara açıklık getiriyorum.
Örneğin Tanrı ne demektir ve nerededir?
Evreni kim yaratmıştır?
Evren yaratılmış mıdır, yaratılmamış mı mıdır?
Öbür dünya, Cennet, Cehennem var mıdır, yok mudur?
Tanrı kelamı deyince ne anlaşılmalıdır.
Kutsal kitaplar Tanrı sözü müdür, peygamber sözü müdür?
Bu arada nasıl olur da Tanrı anlayışı insana yararlı olabilir?
Tanrı bilinmeden Tanrı yolundan gidilir mi?
Tanrı ve din anlayışı nasıl olur da insana yararlı olur?
Nasıl olur da insan aklını kendi yararına kullanabilir?
İnsanlar bu miskinlik ve tevekkül anlayışından nasıl olur da kurtulur, nasıl yaratıcı ve üretici olur gibi…
Din anlayışının yalnızca tapınma olmadığını; tapınma dışında doğru, dürüst, güzel yaşamanın da din olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Sefa Kaplan’nın… (Hürriyet, 17.9.2002) Tartışma yaratan bir kitap başlığı altında “Kuran’ın Şifresi” diye bir kitabı tanıttı. . (Yazarı: Ömer Çelakıl)
Neymiş de “2006’DA GÖKTAŞI ÇARPINCA DENGELER ALTÜS OLACAKMIŞ…”.
Göktaşı nereye çarpacakmış, kendisinin kafasına mı düşecekmiş, benim kafama mı düşecekmiş, yoksa dünyaya mı çarpacakmış, bunu konuda bir açıklık yok… Yani senin anlayacağın “Kıyamet Senaryosu…”
Bu senaryoyu geçmişte bütün peygamberler gündeme getirmişti.
Okuyun kutsal kitapları… Hepsi “Aman kıyamet kopacak, imana gelin arkama düşün, imana gelmeden ölürseniz cehenneme gideceksiniz!” korkutmaları…
Örneğin İslam Peygamberi de aynı senaryoyu yazdı:
“Kıyamet kopacak yakında. Kıyamet kopmadan gelin imana, düşün arkama!”
Kafası çalışanlar sordu: “Nasıl ki Allah’la bağlantın var, sor bakalım ne zaman kopacak bu sözünü ettiğin kıyamet!”
“Böyle bir soru sorulur mu bu ne büyük cüret. Kıyametin ne zaman kopacağı bilinmez o Allah’ın bilgisindedir elbet!” dedi çıktı işin işinden.
O günden bu güne nerede bir Allahçı, dinci, imancı çıktı ise, kıyamet senaryosu ile söz etti dinden…
Şaştık kaldık, bilemedik hangisinin arkasına düşeceğimizi, “O diyor ki benimki doğru!”; öbürü diyor ki: “Benimki doğru….”
Bu nedenle kıyametçiler birbirine girdi durdu. Bunlar birbirine girdikçe kıyamet de koptu durdu.
Ömer Çelakıl da görecek 2006’da kıyamet falan kopmayacak… Eğer başına beklenmedik bir kaza gelmezse 2006’ya kadar yaşayıp görecek. Görecek ki kıyamet falan kopmayacak.
Ömer Çelakıl şifreyi çözmüş sonunda. “Nur” suresinin sıralanışından kafasınca çıkardığı rakamları yazmış alt alta. Yine kafasından bir ekleme yapmış; olmamış, bir çıkarma yapmış olmamış. Sonra bir ebcet hesabı yaparak Edison’un doğduğu yılı çıkarmış. Böylece Kuran’ın bir mucize olduğunu kanıtlamış… Neymiş de Kuran, elektriğin bulunacağını yıllarca önce haber vermişmiş…
Değil mi ki Edison’un geleceğini ve buluşunu haber veriyormuş; niçin Edison’un adını, sanını, anasını, babasını bildirmemiş de; yalnızca, “Nur” demiş.
Bilindiği gibi nur, “Nur” suresinin adı olduğu gibi din edebiyatında aydınlatıcı bir ışığı simgeler…
Değil mi ki geleceği bildiriyor Kuran… Şu tarihte Türkiye’de Mustafa Kemal adında sarı saçlı, gök gözlü, sarışın bir Türk çıkacak. Adı Atatürk olacak. Benim ezanımı Türkçeleştirecek, benim dinim için “Arab’ın dini” diyecek ve birçok ayet hükümlerini din ve toplum yaşamından çıkararak, uygulanmasını yasaklayacak, diye Müslüman ümmetini niçin uyarmamış?..
Peki niçin Kuran’da: bu kitap bir şifre kitabıdır, incelerseniz çözebilirsiniz; “Bu kitabı çözerseniz bütün buluşları siz yaparsınız, buluşlarınızı üretip üretip satarsanız refaha kavuşursunuz!” dememiş de “Biz Kuran’ı açık ve anlaşılır şekilde indirdik ki (inen indiren yok; bu bir simgesel anlatımdır…) okuyup anlayasınız” demiş…
Hem şifre olarak açıkladıklarının da insanlara yarar bakımından bir katkısı da yok… Böyle şifreleri bilsek de bilmesek de kaybımız yok!…
Ya şu saçmalığa ne diyeceksiniz? Peygamber’in bizzat kendisi: “Kuran’ın kendisinin en büyük mucizesi olduğunu söylemişmiş!” Yahu bu Kuran, Allah’ın kelamı değil mi? Hani Allah vahiy olarak Peygamberinin gönlüne indirdi… Peki, Peygamber nasıl olur da Tanrı’nın kendisine dikte ettirdiği kitap için “Kuran, benim en büyük mucizemdir!” diyebiliyor. Bu intihal olmaz mı?
Bu Allah, din, Muhammed, Kuran söz konusu oldu mu insanların muhakeme sistemi yılan görmüş fare gibi felç oluyor. Hiç akıl yürüterek düşünmüyorlar ve hemen inanmakla Tanrı’yı yücelttiklerini sanıyorlar…
Bu tür saçmalıklarla insanlarımın kafasını karıştırıyorlar. Sayın Sefa Kaplan ve diğer gazeteciler de bunları Türkiye’yi sarsacak haber sanarak yazıyorlar. Asıl Türkiye’yi sarsacak haber benim kitabımdadır. Ne var ki gazeteci arkadaşlar işlerinin çokluğundan benim kitabı okumamaktadır. Okusalardı eğer, görürlerdi ki benim kitabım haber yapmaya değer…
Allahçılar, dinciler, imancılar, kurancılar kafa karışıklığı yaratarak insanları aptallaştırıyorlar. Gerçi benim kitabımı okuyanın da kafası karışıyor; ama hiç olmazsa aptallaşmıyor… Benim kitabı okuyanlar aklını çalıştırarak düşünmeye ve gerçeği araştırmaya başlıyor… Horul horul uyuyanlar uykudan uyanıyor ve böylece karanlığın zindanından kurtularak özgürlüğe kavuşuyor. Üretici ve yaratıcı oluyor…
Akıl yordamı ile yaşam yolunu belirleyerek kendisini yoksulluktan, gerilikten, nefretten, kinden, cennet umudundan kurtararak bu dünyayı Cennet etmeye başlıyor….
Kafirdir, müşriktir, münafıktır, fasıktır diyerek diğer insanlardan nefret etmiyorlar; tersine bütün insanlara karşı saygı, sevgi duymaya başlıyorlar.
Bu arada benden bir tanıtma yazısı istemişsiniz bir sayfalık: Tanıtma yazısı için kitabın ÖNSÖZ bölümünden (2. ve 3. sayfa) beğendiğiniz paragrafları alabilirsiniz. Orada kitabın özet tanımı yapılmıştır zaten…
Tanıtım içine bu mektubumdan beğendiğin satırları alabilirsiniz ve isterseniz kitabın arka sayasını da aktarabilirsiniz. Ama size öneririm ki kitabımı okumadan bir tanıtma yazısı yapmayınız… Kitabımı, göz atarak değil okuyup düşünerek okursanız en güzel tanıtımı siz yapabilirsiniz…
Meslek yaşamınızın başlangıcında size başarılar…
Şimdi kalın sağlıcakla…
Av. Hayri Balta, 9.10.2002
G. 14.4.2010
X
—– Original Message —–
From: cetiner calis
To: Hayri Balta
Sent: Tuesday, October 08, 2002 1:56 PM
Subject: Re: [AISDB]Sitemiz için…

Sevgili Hayri Bey,
Maddenin kaynağı nedir o zaman?
Ben mühendisim. Herşeyi bilimsel acıdan ele alıyorum. Bilim enerji olmadan madde olamayacağını soyluyor. QUANTUM fiziği matematiksel olarak büyük patlamadan önceki halin içe kapalı bir evren olduğunu ve bu evrenin boyutunuzda 10 üzeri eksi 28 cm. olduğunu ispatlamış durumda.
Tabiî ki kısıtlı bilgilerimle bu matematiği çözmem imkânsız. Netice de bir Einstein ya da Hawking değilim.
Kripto ruhçuluğun ne olduğunu da bilmiyorum. Referans verirseniz çok sevinirim.
Hürmette kusur ettimse affola.
Saygı ve sevgilerimle,
Çetiner Çalış, 8.10.200
X
Sayın Çetiner Çalış,
Önce saygı, sevgi…
Biliyorum yanıt vermekte geciktiğimi.
Ne var ki ancak zaman bulabildim.
Ne olursa olsun Çetiner kardeşimizi yanıtlamalıyım, dedim.
Mektubunu yukarıya çıkarıyorum olduğu gibi.
Sorularınızı yanıtlıyorum bildiğim gibi.
1. “Maddenin kaynağı nedir o zaman?” diye başlamışsın mektubuna.
Bildiğim kadarı ile bunun kaynağı Lavezyen’in maddenin sakınımı yasasıdır:
“Hiçbir madde yoktan var olmamıştır; var olan da, yok olmayacaktır.”
Madde, dinsel deyimle: “Doğmamıştır, doğrulmamıştır.”
“O her an yeni bir oluşumdadır.”
Bitki olur, hayvan olur, insan olur ve sonunda düşünceye dönüşür.
Dincilerin buna aklı ermemiştir.
Melekler de bilindiği gibi bilinmeyenin adıdır.
Dinciler bu oluşumu bilmedikleri için Allah diyerek kaytarır.
Ve yarattıkları bu Allah’ın peşine düşerek kendi kendilerini aldatır…
2. “Bilim enerji olmadan madde olamayacağını söylüyor.” demişsin.
Demişsin ama bunun kaynağını göstermemişsin.
Enerji nedir önce, bu konuda bildiklerimi söylemeliyim bildiğimce.
Enerjinin bir adı da “anti madde”dir. Örneğin ateş bir enerjidir.
Ama enerji olmadan önce; odun, kömür, gaz, petrol gibi bir maddedir.
Bir örneğim çoğaltılabilir, yüzlerce binlerce örnek gösterilebilir.
Örneğin Dünyamızın iç merkezinde magma tabakası diye bir ateş kütlesi vardır.
Bu magma tabakası yanardağlar aracılığıyla yeryüzüne fışkırır.
Bu fışkıran madde ateş enerjisi olarak zamanla ya da denize karışında katılaşır maddeye dönüşür.
Demek ki enerjinin de kaynağı maddedir.
Madde olmazsa enerji nasıl üretilir.
Ben mühendis değilim. “QUANTUM fiziği”ni incelemedim.
İlköğrenimimi Atatürk ’ün bizzat yazdığı kitapları okuyarak bilimsel ve laik öğrenimle tamamladım.
33 yaşından bu yana ise gündüzleri çalıştım, akşamları okudum.
Yaşamım boyunca tam bir gözaltı yaşadım.
16 yıllık bir çabadan sonra Hukuk Fakültesini bitirebildim.
Tam bir kürek mahkûmu gibi çile çektim…
Bunu da pek öyle bilgili bir kimse olmadığımı belirtmek için söyledim.
Ben, öğrendiklerimi yaşam okulundan, yaşamımdan öğrenmiş bir kişiyim.
Aklımın, mantığımın, sağduyumun emrinde bir kişiyim…
Bundan böyle de “QUANTUM fiziği”ni öğrenmeye kalmadı gücüm…
“QUANTUM fiziği”ni de artık bilenlerin özet bir şekilde anlatacaklarından öğrenmeliyim.
3. Gelelim son sorunuza: “Kripto ruhçuluğun ne olduğunu da bilmiyorum. Referans verirseniz çok sevinirim.” demişsin mektubunda. Biliyorsunuz iki hayat görüşü vardır dünyamızda.
Birinci görüş materyalist (maddeci) dünya görüşüdür.,
İkincisi dünya görüşü ruhçu (Dinci, spritüalist, metapsişik…) dünya görüşüdür.
Maddecilik dendiği zaman akla bilimsel dünya görüşü, dinsizlik, komünistlik gelir.
Kripto ruhçular; dini ve dinciliği aşmış ama maddeciliği de dinsizlik-komünistlik sanmış medeni cesaret yoksunu kişilerdir.
Bunlar kendilerine dinsiz denmesin diye maddeciliği ağızlarına alamazlar.
Dinciliği, ruhçuluğu da, metapsişik görünmeyi de gericilik saymışlar.
Aslında gizli (kripto) dincilerdir bunlar…
Giderek gizli bir güç, gizli bir yasa, üstün bir güç, üstün bir varlık olduğu düşüncesine varırlar.
Bu dünyayı kim yarattı sorusundan bir türlü kurtulamazlar.
Allah diyecekler ama dilleri varmaz, enerji derler ve enerjici görünürler.
Bu enerjiciler; maddecilerden, dincilerin nefret etmediği kadar nefret ederler.
Bunlar Allah demeye utandıkları için enerji diye bir gizli gücün varlığında diretirler.
Dincilikten kurtulur kurtulmaz karşılarına onun zıddı maddeci görüş çıkınca ve bu görüşün de toplumculuk ve komünistlik olarak suçlanıp dışlandığını görünce kaçacak delik ararlar.
Giderek Allah yerine enerji derler.
Bundan bir iki yıl önce bir topluluk geldi evime.
Önce bayıldılar bütün söylediklerime..
Birkaç ay toplu olarak gelip gittiler.
Baktılar ki ben akılcıyım, materyalistim, mantıkçıyım…
Bir daha da gelmediler…
Kafalarındaki Allah-Billahla ilgim yok, şeriatı tümüyle dışlamışım.
İnsanın dışında, maddenin dışında hiçbir varlık olmadığını söylemeye başlamışım.
Hemen yapıştırdılar: “Maddenin dışında enerji de mi yoktur!” diye.
Benden soğudular; “Vardır ama bunun da kaynağı, size söylediğim gibi, maddedir!” deyince
Bir daha gelmediler,
Adımı da anmadılar…
Son olarak şunu da söylemeliyim ki var oluşçuluk diye bir felsefe okulu (ekolü) vardır.
Bunlar da her şeyin yaratıcısı insandır diyerek işin içinden çıkmaya çalışır..
Bunlar ”Deyen sensin, sen olmasaydın madde deyen, Tanrı deyen olmazdı derler.
Felsefede en tehlikelisi bunlardır.
Çünkü en saçma olduğu için çürütülmesi de olanaksızdır.
Bu topluluğun felsefesine de Tekbencilik (Solipsizm) denir.
Ruhçuluğun, dinciliğin, enerjiciliğin en azılısı bunlardır…
Bunların Tanrısı, inandıkları, taptıkları güçlü insanlardır.
Güçlü insanların kendilerini koruyacaklarına inandıkları zaman saldırgan olurlar.
Bütün kan dökücülüğün kaynağında bu anlayış vardır.
Çünkü bunların arkasına düştükleri liderler kendilerinin Allah tarafından görevlendirildiklerini sanır.
Dinler tarihini okuyanlar sözlerimin doğruluğu ile baş başa kalır.
İşte böyle Çetiner Çalış kardeşim.
Duygu ve düşüncelerimi yeterince anlattım sanırım,.
Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 13.10.2002
G. T. 1.5.2010
X