ALLEBEN

ANILAR

5/20

 

ALLEBEN

(KAYBOLAN CENNET)

 

 

Alleben deresi berrak mı berraktı, suyu gürül gürül akardı.

Dalgalanarak akan bu suyu izlemeye doyum olmazdı.

Allaben Çocuğu bu duruma gelen Alleben deresine atlardı.

Suya atladığı zaman da Alleben deresini kucaklardı…

İÇİNDEKİLER

1

ALLABEN DERESİ BATIDAN DOĞUYA AKAR…

GÖNÜLLERE DÜŞEN ATEŞ KAVAKLIK’TA YAKAR…

2

TABAKHANE DEYİP GEÇMEYİN

KARASUSAKTAN SU İÇMEYİN

3

ALİ NACAR CAMİSİNİN ÖYKÜSÜ…

NEREDE GÖRÜLMÜŞTÜR BU TÜRLÜSÜ

4

ALİ NACAR CAMİSİ ALLEBEN’DEDİR.

ALLEBEN ADI  BU CAMİ YÜZÜNDENDİR

5

İNSAN BOKU ÇOK BULUNUR

MAKBUL OLAN İT BOKUDUR

6

DELİ DOLU ACIMASIZ BİR ADAM

EŞŞEK KASABI DELİ ALİ BAYRAM

7

ALLEBEN DERESİ NEREDE OLUR BOKLU AKAR

BOKLU AKARDA YÜZER ÖRDEKLER KAZLAR

8

ALLEBEN DERESİNE EN ALTTAN BAŞLAYALIM

YAVAŞ YAVAŞ BATALHÜYÜK’E DOĞRU ÇIKALIM

9

MEZBAHAKÖPRÜSÜ İLE TAHTAKÖPRÜ ARASI

KISA DA OLSA ANLATILMAYA DEĞER BURASI

10

ALLEBEN DERESİNİN EN ALÂSI

TAHTAKÖPRÜ’YLE TAŞKÖPRÜ ARASI

11

TAŞKÖPRÜ’DEN ALLEBENKÖPRÜSÜ’NE

GİDELİM HELE BİRLİKTE, GEZE GEZE

12

İNCİLİPINAR’A KADAR GİDELİM

ORDAYSA KANA KANA SU İÇELİM

13

ŞİMDİ, GİDELİM MAANOĞLU KÖPRÜSÜNE

GİTMEDEN ÖNCE, ÇİMELİM YEDİSÖĞÜT’TE

14

BATAL HÜYÜK, BÜYÜK MÜ BÜYÜK

TEPESİNDE BİR EV KÜÇÜCÜK

15

ALLEBEN’LE İLGİLİ YAZIŞMALAR:

16

  1. HAYRİ BALTA’NIN ÖZ GEÇMİŞİ…

17

TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:

 

ALLEBEN DERESİNİN BU GÜNKÜ GÖRÜNÜŞÜ

 

ALLEBEN DERESİ

(KAYBOLAN CENNET)

 

Gaziantep denince akla Alleben gelir.

Alleben’in asıl adı Ali Bendi’dir.

 

Ali bendi, söylene söylene Alleben olmuştur.

Bunun da nedeni Gazianteplilerin, sözcükleri boğuşudur:

Ör. “Ne yapıyorsun?” yerine, “Nediyn?” gibi…

 

Alleben deresi, kenti, doğudan batıya ikiye böler.

Suyun Kale tarafında kalanına Şahin Bey,

Suyun İstasyon tarafına ise Şehit Kamil derler.

 

Alleben deresinin kaynağı olarak Sof Dağı gösterilir.

Alleben deresine, kentin çıkışında, Sacır suyu denir…

 

Sacır suyu ise Nurgana’yı, Oğuzeli’ni, Şiveydin’i yalayıp geçer.

Suriye sınırını geçtikiten sonra suyunu Fırat’a döker,

Oradan da Basra körfezine, oradan da Umman’a gider…

 

Vardır, Alleben deresi boyunca:

Bir kale,

Bir stadyum,

İki değirmen,

İki hamam,

Üç bent,

Dört cami,

Beş pınar,

Yedi kahve,

Altı köprü,

Bir davar pazarı…

 

Alleben deresinde bulunan Gaziantep Kalesi ile Kamil Ocak stadı birbirine bakar…

 

Değirmenler: Bostaniçi değirmeni, Çarşı değirmeni,

Hamamlar: Naip hamamı, Tabak hamamı,

Bentler: Bostancı bendi, Ali bendi, Tabakhane bendi…

 

Camiler: Ali Nacar Camisi, Çınarlı Camisi, Tabakhane camisi, Bostancı camisi…

Kahveler: Çarmelek kahvesi, Söğütlü kahve, Dutlu kahve, Köse Kadir’in kahvesi, Alleben kahvesi, Kavaklık kahvesi,

 

Köprüler: Bostancı köprüsü, Mezbaha köprüsü, Tahta köprü, Taş köprü, Alleben köprüsü, Maanoğlu köprüsü…

 

Pınarlar: Alleben pınarı, Hacı Ahmet pınarı, Ekşimişki pınarı, Karamaraş pınarı…

Alleben boyunca sıralanır küçük pınarlar,

En meşhuru Yedi Söğüt’ten az aşağıdaki İncili pınar.

 

Alleben pınarı şimdiki Emirgan bahçesinde bulunurdu.

Askeri kışlanın önündeki asırlık çınarın tam karşısında dururdu…

 

Hacı Ahmet pınarı ise Ali Nacar camii mezarlığının Alleben’e çıkışında,

Kepkep Abdürrezak’ın evinin önündeki büyük çınar ağacının hemen altında.

 

Karamaraş pınarı ise Dayının Yeri’nin az aşağısında bulunan musalla taşının hemen bitişiğinde idi

Yeller esmektedir bu pınarın yerinde şimdi…

 

Alleben deresinin, Batalhüyük’ten taa en aşağıda bulunan

Bostancı köprüsüne değin, her iki yakada olan:

Çınar, kavak,  söğüt, salkım söğüt ağaçları suyu selamlar…

 

Alleben deresinin  berrak suyu,

Diz boyu…

 

İçilecek kadar temiz  olan su

Alabalıklarla dolu….

 

Derede yüzer, sahipli sahipsiz ördekler, kazlar…

İnsanlardan ürken yeşil renkli kurbağalar:

“Cup! Cup!” suya atlar,..

 

Bu kurbağalar zaman zaman sanki bir orkestra eşliğinde gibi Vırak! Vırak!” diyerek öterdi.

Derede zaman zaman su kaplumbağaları da yüzerdi.

 

Hele derenin kenarlarındaki ıslak topraklar içine yuva yapan yengeçlerin yuvasında filozof gibi düşüne düşene avlarını beklemeleri insanları düşündürürdü.

Şimdi bunların hepsi yok oldu,

Güzelim dere çöle döndü.

 

Şimdi Alleben Deresi’nin içinde lağım suları akan betondan bir arık var.

Alleben’in Deresinin eski görüntüsünü hatırlayanları bu görüntüye bakarak hüngür hüngür ağlar…

 

Bostancı bendi, Kavaklık’tan çıkışta Maanoğlu köprüsünün bitişiğinden başlayarak kente inerken solda kalan bütün bostanları sular…

Bu bendin suyu, bostanları suladıktan sonra şimdiki Kamil Ocak stadyumunun güneyinde bulunan  Bostaniçi değirmenini döndürdükten sonra evlerin avlusundan geçerek Tabakhane çarşısındaki Çarşı Değirmenine akar…

 

Ali bendi ise Çınarlı camisinin karşısına denk gelir.

Bu bent, İstasyon’a giden yolun altından geçer…

 

Sonra Stadyumun aşağısında bulunan  Karadayı’nın bostanlarını sular

Sonra Ali Nacar camisinin helası altından geçerek Alleben deresine akar…

 

Tabakların bendi ise Kepkep Abdürrezak’ın evinin önündeki büyük çınarın altındadır…

Bu bend Hacı Ahmet pınarının yanındadır

 

Tarih oldu şimdi bu çınar, bu pınar…

Bilenlerin yüreği yüreği yanar,

İnsan Allaben deresinin bu doğal yeşilliklerine nasıl kıyar…

 

Tabak bendinin suyu,

Tabak dükkânların üzerindeki bir arıktan yol bulurdu.

 

Tabaklar, deri işlemesinde ve temizlemesinde kullanırdı bu suyu…

 

Bu arıktan akan sular; gece yarısından öğle ezanına değin tabakları sular…

Kullanır öğleden sonra gece yarısına değin bostancılar…

 

Bazen bostancılar; öğleden sonra bostanlarına gelen suyun azaldığını görünce,

Çaputlara sarılı taşlar sokardı bu deliklere…

 

Bunun yüzden dericilerle bostancılar arasında hır gür  çıkar;

Ne var ki sonunda uzlaşırlar…

2

TABAKHANE DEYİP GEÇMEYİN

KARASUSAKTAN SU İÇMEYİN

 

Tabaklar bendinin suyu büyükçe bir arıktan tabak dükkânların üstünden geçer.

Deri işlemesini, temizlemesini yaptıktan sonra Alleben deresine ineri.

Bu temizleme işinde tabaklar; Karasusak adını verdikleri tahtadan yapılma büyükçe bir külek kullanırdı.

Bu külek kimyasal maddelerle haşır neşir olduğu için kararmıştı…

 

Dericiler, dükkânın taban taşlarını yalayarak geçen sulara sürte sürte su aldıklarından Karasusak’ın ön tarafı yarı yarıya giderdi…

Kimi zaman dericiler dükkânlarının ortasından geçen suyu Karasusakla içerdi.

 

Tabakhaneli olmayanlar,

“Tahta Köprü’den geçme,

Karasusaktan su içme!” diye,

Tabakhanelilere takılırdı.

 

Bir de şöyle takılırdı  halk:

“Bostandan dışarı kabak.

Adamdan dışarı tabak…”

 

Dericiler, işlerini bitirince Söğütlü kahveye giderler.

Hem günün siyasal olaylarını değerlendirir,

Hem çayını kahvesini içer,

Hem de;   iskambil, dama oynayarak vakit geçirirler.

 

Bazen dama yarışları düzenlenirdi

Ve bu dama yarışları meraklılar tarafından izlenirdi.

 

Çok meşhurdu Tabakhane’nin damacıları.

Şehreküstü’den, Suburcu’ndan gelen damacılarla yarışırlardı.

Bunlar arasında Cücük Mamet, kardeşi Cücük Ömer, Çekirdekçi Dede (Ekrem Güzelhan), Diyapkara vardı…

 

Söğütlü kahve; Taş köprüsünden Tabakhaneye inişte, sağda Alleben’e bitişikti.

Burada tabak dükkânlarına varmadan iki cartlak kebabı;

Yani ciğer kebabı pişirirdi.

 

İkisinin de adı Şakir idi.

Biri yaşlı, biri gençti.

 

Yaşlı olanı tezgâhını yazın fırının yanına kordu.

Kışın işi iyiydi ama yazın  zordu.

 

Çünkü yaz sıcağına; hem fırının, hem de ocağın sıcağı karışırdı.

O da yaz günlerinde tezgâhını Alleben’in kenarına taşırdı.

Böylece sudan kaynaklanan serinlikle biraz olsun rahatlardı…

 

Az aşağıdaki ikinci cartlak kebapçısı,

Tabak dükkânına bitişik kurardı yaz kış ocağını.

 

Bunlardan yaşlı olanı işi bitince mangalını, sandığını, kafesini Söğütlü kahveye kordu.

Diğeri de önünde çalıştığı tabak dükkânında bir yer bulurdu…

 

Derici dükkânları, Taş köprü’den Mezbaha köprüsüne değin sağda bulunurdu.

Taş köprüsü ile Mezbaha köprüsü arasında bir de Tahta köprü kurulmuştu…

 

Çarmelek kahvesinin önündeki bu köprü tabakhanelilerin çok işine yarar.

Tabakhaneliler bu köprüden geçerek  giderlerdi Naip hamamına, Kalealtına kadar…

Tabak işçileri, ustaları, kalfaları da bu Tahta köprüden tabak dükkânlarına akar…

 

Tabakhanede yalnız deri işçileri bulunmazdı.

Bunların yanında kuşakçılar, kilimciler de vardı…

 

Söğütlü kahve idi Tabakhanenin merkezi

Bu kahveyi o zamanlar Dağdelen Kara işletirdi.

 

Dericiler Söğütlü kahvede ham deri alırdı.

Hem de işlenmiş derilerini satardı.

 

Satış mezat biçiminde yapılırdı.

İşlenen deriler sırası ile satılırdı…

Deriler en çok artıranda kalırdı.

 

Mezattaki satış olurdu çok çekişmeli…

Bazen öylesine bir hal alırdı ki mezat,

Alıcıların birbirine inat,

İşlenmiş deriler  değerinin iki üç katına giderdi.

 

İşlenmiş derileri alıp boyayan boyacılar;

Boyadıkları derileri sırtlayıp Kunduracı çarşısında satar…

 

Kunduracı Çarşısında bulunan en büyük alıcı,

Bakır  Han’ın girişinde, bulunan fatlacı…

 

Bunlar da aldıkları bu boyanmış derileri kunduracılara satar…

Fatlacı dükkânında baba ve iki oğlu,

Bunlara  bakardı Alleben Çocuğu…

 

Tabak işçilerinin benzi soluk, sağlıkları bozuk olurdu…

Görürdü aracılık yapan kardeşlerin çok sağlıklı olduğunu,

 

Tabakhanenin bir de Dutlu kahvesi var.

Bu kahvede otururdu genellikle yaşlılar…

 

Köse Kadir’in kahvesinde ise gençler,

Gece yarısına değin oynanırdı; aznif, dama, tavla, iskambiller…

 

Çarmelek kahvesine, işe erken kalkan işçiler gider.

İşçiler bu kahvede dinlenir; çay, kahve içer…

 

Bu kahveler, sabahtan akşama değin pikaplarına koydukları plaklarla birbirleri ile yarışır…

Pikaplar yatsıya kadar durmadan bağırır…

 

Hele 2. Dünya Savaşı sırsında Söğütlü kahveye toplanan dericiler,

Kulaklarını radyoya vererek haberleri dinler…

Bu dinleyicilerin kimine Almancı, kimine de İngilizci derler…

 

Bunlar zaman zaman ağız dalaşına girerdi.

Neyse kavga büyümeden ayırırlardı Alamancıları,  İngilizcileri…

3

ALİ NACAR CAMİSİNİN ÖYKÜSÜ…

NEREDE GÖRÜLMÜŞTÜR BU TÜRLÜSÜ

 

Alleben deresi boyunca sıralanan dört cami vardır.

Alleben’e bitişik olan camilerden ilkinin adı Çınarlı camisi olup, kente inişte  derenin sağında kalır.

Emirgan bahçesinin bitişiğindeki Alleben köprüsünün iki yüz metre aşağısında ve solda ise Ali Nacar camisi yer alır…

 

Bu caminin yapım öyküsü ilginçtir.

Bu öyküyü anlatmadan geçmek doğru değildir.

 

Tabakhaneliler,  Ali Nacar camisi demez; ya, Annacar camisi der.

Bu da sözcüklerin boğumlanmasından ileri gelir…

 

Tabakhane’de bir Nacar (marangoz) varmış.

Çok usta imiş, tahta kutularını, bütün takım taklavatı o yaparmış…

 

Bu meslekte yıllarca çalışmış.

Çok para kazanmış,

 

Kazandığı bu para ile cami yaptırmaya karar vermiş;

Vermiş ama içine bir kuşku girmiş…

Çünkü helal para ile yapılmayan camide,

Namaz kılınmaz imiş…

 

Nacarlıkta usta ya… Cami için ayırdığı parayı yaptığı özel kutuya koymuş.

Kutu, kendisinden başka kimsenin açamayacağı şekilde olmuş.

 

“Eğer bu para helalsa,

Kutu dönüp dolaşıp gelir bana…

Çünkü bu kutuyu benden başkası açamaz!..” demiş.

Gece yarısı kutuyu Alleben deresine bırakmış…

 

Dereye bıraktığı kutu ne zaman kendisine gelecek, beklemeye başlamış.

Aylar sonra, elinde kutu bir köylü dükkanına gelmiş…

 

“Usta, ben Şiveydin köyündenim. (Şimdiki Havaalanının bulunduğu yer…)

Bu kutuyu suda akarken gördüm…

 

Aldım ama bir türlü açamadım.

Hangi nacara götürdümse onlar da açamadı.

 

Dediler: “Sen bu kutuyu, bir de, Tabakhanedeki Nacar Ali’ye götür.

Bu kutuyu kırmadan açmayı ancak o bilir…

Ne olur, hele şuna sen bak bir! …

 

Nacar ustamız hafifçe gülümsemiş.

Köylü: “Niçin güldün be usta?” demiş…

 

“Nasıl gülmeyeyim köylü kardaş…”

Dedikten sonra anlatmış:

 

“Bu kutuyu ben yaptım.

Dereye de ben bıraktım…

 

Bir cami yaptırmaya karar vermiştim.

Kazandığım para haram mı, helal mi demiştim…

 

Cami parasını kutuya koyup bıraktım Alleben deresine.

Eğer bu para helalse; bu kutu döner dolaşır bana gelir yine…

 

İşte geldi gördün mü?

Açmadan söylüyorum. İçinde şu kadar para var.

İçindekiler senin, para çıkmazsa dediğim kadar…

 

Eğer dediğim kadar para çıkarsa; bu paralar, ne senin ne de benim.

Allah’ın…

Çünkü camiyi Allah için yaptıracağım…”

 

Köylü: “Tamam” demiş  “dediğin kadar para çıkarsa; paralar ne senin ne de benim.

Var git istediğin yere camiyi yaptır derim…

4

ALİ NACAR CAMİSİ ALLEBEN’DEDİR.

ALLEBEN ADI  BU CAMİ YÜZÜNDENDİR

 

Bizim Ali usta, başlamış camiyi yaptırmaya.

Ancak nerden gelecek su, caminin helâsına…

 

Nacar Ali Usta düşünüp dururmuş.

Demiş camiyi yapan usta:

“Ne düşünüp durursun?..”

 

“Nasıl düşünmeyeyim,

Helâ için suyu nerden getireyim?”

 

“Caminin önünde akan bir dere varken düşünülür mü be

Caminin helâsı için gereken su;

İşte şurada, akıp gidiyor gözümüzün önünde…”

 

Nacar usta, camiyi yapan ustalarla birlikte;

Neresinden su alabiliriz diye keşif yapmışlar derede…

 

Çınarlı camisinin önünden geçip giden derede uygun bir yer bulmuşlar.

Buraya yaptıkları bentten çevirdikleri suyu caminin bitişiğinde bulunan on hücreli helânın altından akıtmışlar.

 

Başta da belirttiğim gibi yapılan bu bende halk Ali bendi demiş…

Söylene söylene de Ali bendi’nin adı Alleben olmuş…

İşte böyle Alleben adı da buradan gelirmiş…

 

Kayıtlar şöyle yazar:

“Ali Nacar (Annacar) Camisi (Merkez)

Gaziantep Tabakhane semtinde Yaprak Mahallesi’ndeki Ali Nacar Camisi Alleben Deresi’nin yanında bulunmaktadır. Bu caminin ne zaman yaptırıldığı bilinmemektedir. Bununla beraber ilk yapımının XIV.yüzyılda olduğu sanılmaktadır.

 

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “Alüyyün Nacar” olarak söz etmesinden ötürü bu caminin bir marangoz tarafından yaptırıldığı ileri sürülmektedir.

Caminin müezzin mahfilinde h.1213 (1798) tarihi yazılıdır. Bu tarihin onarım tarihi olduğu sanılmaktadır.

 

Cami ile ilgili görüşlerden birisi de 1376’dan önce yapılıp, 1816’da yeni baştan yapılmıştır. Ayrıca kuzeyinde bulunan Aliyyün Nacar Medresesi de günümüze gelememiştir.

 

Gaziantep’in en büyük camilerinden olan bu yapı dikdörtgen planlı olup, mihrap yönüne paralel iki sahınlıdır. Yapımında kesme ve moloz taşın kullanıldığı caminin dış cephesinde siyah ve beyaz taşlarla hareket sağlanmıştır. Mihrap siyah ve beyaz taşlardan yapılmış ancak, üzeri boyandığından yakın tarihlerde özgünlüğünü yitirmiştir.

Caminin avlusunun ortasında bulunan, tek şerefeli minare sekizgen kaideli olup, oldukça kalın ve silindirik gövdelidir.”

 

Bu kayıtlardan anlaşılıyor ki Ali Nacar camisi Araplar zamanında yapılmış.

Ne var ki camiyi yapanın Arap mı, Türk mü bir türlü anlaşılamamış…

 

Her ne kadar Gaziantep Arapların elinde ise de o tarihlerde;

Türklerin Anadolu’da yerleşik olarak yaşadıklarından söz etmektedir 1071 Malazgirt savaşından önce…

 

Şu an caminin avlusunda; imam, müezzin,  görevlilerin yatıp kalkacağı yerler.

1950’lerde bu binanın üst katı bir süre Kale Klubü’ne hizmet eder…

 

Avluda yükselen minarenin hemen bitişiğinde dairemsi bir şadırvan vardı.

Çarşı içi değirmenine Şadırvanın yanındaki arık su taşırdı…

Bu arıktan akan sular Çarşı içi değirmenini döndürdükten sonra Değirmen suyuna akardı…

 

Şadırvan’ın ortasındaki taştan yapılma baca gibi borudan şakır şakır akan su havuzda birikirdi

Şadırvan’daki musluklardan abdest alınır, su içilirdi…

 

Abdest alan cemaat şadırvanda abdest alır,

Kışın ezan okununcaya kadar camiye karşı güneşte oturur

Yazın da minarenin hemen yanındaki  ağaçların altı olur…

 

Ezan okununca camiye gider namaza durur…

Cemaat abdest almaya gelmeden önce 10 hücreli helada ihtiyacını giderir.

Yine Tabakhane halkının büyük çoğunluğu, esnaf, işçiler bu helaya gider.

 

Helanın girişinde, sağdaki ilk hücre   boy abdesti almak isteyenler için özel olarak yapılmış bir gusülhane idi.

Burada, yıkananlar göbeğine kadar dolu su da cünupluktan temizlenirdi…

5

İNSAN BOKU ÇOK BULUNUR

MAKBUL OLAN İT BOKUDUR

 

Alleben kıyısında bulunan tabakların çalışmaları görülmeye değerdi.

Sabah ezanı kalkarak idare lambası ışığında işbaşı ederdi.

 

Önce kazanda su kaynatılır.

Kaynattıkları su silelere boşaltılır.

 

Üstüne sumak ekşisi  yaprağını döker

Kıçlarında peştamal yarı bellerine değin sileye girer.

Sumak yaprağı karışmış bu suda ham derileri evire çevire çiğner…

Batırıp çıkardıktan sonra ayaklarının altına alarak tepikler…

 

Tepikledikleri bu deriler yüzeye çıkar.

Yüzeye çıkanları yeniden yaprak suyuna sokup çıkararak ayaklarının altına koyar.

Tabaklar bu işleme heyden tepme derler…

 

Ancak derilerin Sumak yaprağı ile pişirilmesinden önceki aşamasında derilerin insan ya da it bokundan geçirilmesi gerekir.

Bunun için de deriler  silenin önündeki taşlıkta işlenir…

 

Kesilirdi dereden gelen su.

Kaynatılan su,

Doldurur yapma havuzu,

Bu suya konan insan ya da  it boku,

Çiğnenince bulamaç olurdu…

 

Sonra kireç aracılığı ile tüyleri dökülmüş deriler;

Sıvılaştırılmış bu bokun içine konarak dört beş saat bekler.

 

Hani  bir deyim vardır. “Ulan Tabakhaneye bok mu yetiştireceksin! Bu acelen ne?”

Hatırlanırsa Kemal Sunal bir filminde bu deyimi kullanınca seyirciler başlamıştı gülmeye…

 

İşte bu deyimin kaynağı anlattığım bu deri pişirme  işlemidir.

Bunun için de insan ya da it boku gerektir.

 

Bu bokları getirip tabaklara satanlara Sakatçı uşağı denir.

Sakatçı uşakları, sabahın erken saatinde kalkıp  yakın köylere  gider.

 

Buldukları insan ve it bokları kurumuş olurdu.,

Ellerindeki raketlerle gaz tenekelerine konurdu…

 

Sakatçı uşakları bu gaz tenekelerini çabucak dolması için dört tarafından tekme ile içine geçirirlerdi.

Böylece küçülen tenekeleri doldurmaya az bir zaman yeterdi…

 

Sakatçı uşaklarının gaz tenekelerini tekmeleyerek küçültmelerini Alleben Çocuğu dikkatle izlerdi.

Bazen, babası kendisini harçlıksız koyduğu zaman, “Bok dök, bokoğlu boka muhtaç olma…” diyerek “köylere gidip bok toplayarak tabaklara satma düşüncesi” aklından geçerdi

Sonra, “Koskoca Paltaların oğlunun sakatçı uşaklığına soyunması doğru olur mu?” diyerek bu düşüncesinden vazgeçerdi.

 

Sakatçı uşaklarından birinin adı Kazımdı.

Sakatçı Kazım diye anılırdı.

20 yaşlarında var yoktu.

Mavi gözlü sarışındı…

 

Pazarlıkta usta idi…

Debbağlara getirdiği bokları satarken çok çekişirdi…

 

İt bokunu,  insan bokundan daha yüksek  bir bedele satardı.

Bazen bedeli az bulunca eve götürü saklardı.

Ertesi gün getirip pazarlardı.

Satar satmaz da doğru kahveye giderek kumar oynardı.

 

Dericiler,  Sumak yaprağı ile silelerinde pişirdikleri derilerde kalan et parçalarını kazımak için güneş doğar doğmaz dükkânların önüne çıkardı.

Derinin boyun kısmını kendi boylarındaki kütük ile duvar arasına korlardı…

 

Sonra iki saplı bıçakla deriyi iyiden iyiye kazıyarak temizlerdi.

Etten, sinirden temizledikleri bu deriyi sumak yaprağıyla pişirerek güneşe sererdi.

Bu işlemlerden sonra posası çıkan bu sumak yapraklarını dükkanların önüne küme küme dökerdi.

 

Biz çocuklar da bu havcar kümelerine  çıkarak “Ankara benim!” derdik,

Bizim gibi çıkmak isteyenleri: “Ankara benim!” diye aşağı iterdik.

 

Bu “Ankara benim!” kavgası çok eskilere giderdi demek…

Şimdi bile devam ediyor bu gelenek…

 

Bu havcarlar kulelerini Tabakhane’deki Tabak hamamı ile Naip hamamı yakıt olarak kullanırdı.

Bu işi de külhancılar yapardı.

 

Külhancılar bu havcarları Gaziantep kalesinin güneyindeki hendeğin bitişiğine sererdi.

Öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere ayaklarını sürerek bu havcarları baran haline getirirdi.

Kuruduklarından emin olduktan sonra da külhanın deposuna bacadan dökerdi…

 

Sonra da külhana geçerek hamamın ocağına bu havcarları avuç avuç iterdi…

Alleben Çocuğu külhancıların sessiz, sakin, yoksul yaşamını ilgiyle izlerdi.

 

Çünkü bu külhancılar bu işi boğaz tokluğuna yaparlardı.

Bir de külhanda yatıp kalkarlardı.

Bunların giyecek bir giysileri bile olmazdı…

 

Saçları sakalları tıraş nedir bilmezdi.

Üstleri çıplak peştamal ile gezerdi.

6

DELİ DOLU ACIMASIZ BİR ADAM

EŞŞEK KASABI DELİ ALİ BAYRAM

 

Debbağlar, duvara dayadıkları kütükler (Bereci) üstünde pay kazıma (deri kazıma) işini her gün zevkle yapardı.

Yan yana derilerini temizleyen bu deri işçilerinin birbirlerine takılarak, laf atardı…

Alleben Çocuğu bunların bu şakalaşmasına şaşkınlıkla bakardı.

 

Bu dericilerin takıldıkları bir adam vardı.

Bu adam Eşşek Kasabı Deli Al Bayram’dı.

 

Eşek Kasabı Deli Ali Bayram ilginç bir adamdı.

Tabakhaneliler bu adamdan korkardı…

 

Eşşek Kasabı Deli Al Bayram; tabakhane’ye Su kenarı sokağından girerdi.

Keseceği at ya da eşeğin üstünde yeniçeri ağası gibi binerdi.

 

Eşek Kasabı Deli Ali Bayram’ın yılkı atı üzerinde yeniçeri ağası gibi Taş köprüden Sukenarı sokağına girer

Kahveci Dağdelen Kara (Dağdelen Hüseyin) dükkanlarının önünde derilerini kazımakta olan tabaklara yüksek sesle: “Geliyor!.. Geliyor! Kasapların kralı geliyor!…” diye ünlerdi.

 

Bunun üzerine deri kazıyanlar Eşşek Kasabı Deli Ali Bayram’ı izlerdi…

Bu sırada Dağdelen Kara ikinci komutu verirdi…

 

“Selaam dur!”…

İşçiler, topuklarını birbirine vurarak, selama durur.

 

Deli Ali Bayram ise dericilerin bu biçimde kendisi ile alay etmelerine aldırmazdı.

Teftiş edercesine hepsine yukardan bakardı…

 

Taşköprü ile Tahtaköprü arasında sıralanan debbağ esnafı;

Kanaatkar, hoşsohbet, neşeli, sevimli, şakacı insanlardı.

Öyle ahım şahım bir gelirleri yoktu…

Yevmiyelerini alınca kendilerinden iyisi yoktu.

Öyle sanıyorum ki bu işçiler bir gün çalışmasalar ertesi gün aç olurdu…

 

Debbağlar, işleri bitince hemen eve giderek öğle uykusuna yatardı.

Çünkü debbağlar saban ezanı ile birlikte işbaşı yapardı…

 

İdare lambası ışığı altında işe başlar,

Öğleye kadar çalışırlar.

Tabakhane’de herkesin bir lakabı var.

 

Çangallı Memik, Derviş Mamet,   Havel MametHüsük Ali, Kahveci Kara, Kokuk (Kokmuş) Hasan, Köle Mamet, Köle Sait, Köle Süleyman, Köle Hanifi, Küllü Mahmut, Mırmır Memik, Küllü Ali, Miskilim Mustafa, Palta Hasan (Alleben Çoğunun kardeşi), Palta Heyri (Alleben Çocuğunun lakabı), Palta Mamet (Allaben Çocuğunun babası), Paslı Nuru,  Sıçan Hasan, Süllüm Mamet, Söbe Mamet, Yetim Ali  bunlardan bazılarıydı.

İşte bunlardan biri de Eşşek Kasabı Deli Ali Bayram’dı.

 

Deli Bayram; Tabakhane’ye kimi zaman keseceği; çelimsiz, semersiz, yularsız yılkı atın ya da eşeğin üzerinde girerdi.

Bindiği eşeğin üzerinden çıplak ayakları yere değerdi.

 

Kimi zamanda kendisini götüremeyecek kadar zayıf düşmüş at ya da eşeğin üzerine binmezdi,

Yularından tutup çekerek önden giderdi…

 

Deli Bayram, ayakta duracak mecali kalmamış hayvana binilemeyeceğini bilirdi.

Arkasında kurbanı Hacıbaba tepesinin  önünden geçerek Nizip caddesine doğru giderdi.

 

Deli Bayram; kara yağız, pos bıyıklı, karakaşlı, dağınık saçlı, uzunca boylu, iri yarı heybetli bir adamdı.

Bütün esnaf Deli Bayram’a yaklaşmaya korkardı.

 

“Uymayın Deli Bayram’a,

Baksana belindeki bıçağa,

Kuşağındaki masada…

Uğraşılmaz böyle adamla…”

 

Bu sözleri duyan Deli Bayram neşelenirdi.

Belindeki bıçakla birlikte kuşağından sarkan masadı göstererek herkese gözdağı verirdi.

 

Genellikle yazın ve sonbaharda ortaya çıkardı.

Döşü açık, başı dik, hep mağrur gezerdi.

 

Deli Bayram’ın boynuna doladığı dama taşlı renkli mendil çıplak göğsüne inerdi.

Ara sıra durur; boynuna doladığı yağlıkla, boynundaki, yüzündeki terleri silerdi.

 

Kesim yeri Hacıbaba tepesinin doğusunda

Mezarlığın altında

Boş arazi dolu olurdu taşlarla.

 

Kesim yerinde  hayvanın ayaklarını bağlardı.

Sonra bir yanına geçerek mecalsiz hayvana var gücüyle bir tekme sallardı.

Tekmeyi yiyen mecalsiz hayvan bir kütük gibi yanı üstü yatardı.

 

Belinden bıçağı çekerdi.

Yaşamaktan bezmiş hayvanın başucuna geçerdi.

“Bismillah!” dedikten sonra, tekbir getirerek, hayvanın başına çökerdi.

 

Kendisi hayvanı keserken leş kargaları, havada, başı üstünde dönerdi.

Leş kargaları Deli Bayram’ın bir an önce işini bitirmesini beklerdi.

 

Kestiği hayvanın öldüğünden emin olan Deli Bayram hayvanın ayağından çözdüğü ipleri beline dolardı.

Deriyi yüzüp çıkardıktan sonra bıçağını deriye sürterek temizler ve kestiği hayvanın derisini omzuna atardı…

 

Mırıldanarak Tabakhane’ye doğru sakin sakin yürürdü bitirmiş olmanın mutluluğu ile İşini

Sanki biraz önce cana kıyan kendisi değilmiş gibi…

 

Dükkân dükkân gezerek elindeki deriyi satmaya çalışırdı.

Satamayınca deri elinde kalırdı.

Beygir derisine alıcı bulurdu da;

Eşek derisi çoğu zaman elinde kalırdı.

 

Debbağlardan başka malını alan olmazdı.

Her zaman, gönüllü gönülsüz satmak zorunda kalırdı.

 

Satmaya mecburdu,

Çünkü başka alıcı yoktu…

 

Yılkı beygir, eşek kesmek onun yapabileceği tek işti.

Yapmasa acından ölürdü bu işi…

 

Evi barkı, çoluk çocuğu var mıydı, yok muydu, kimse bilmezdi.

Zaten kendisi de deri satışı dışında kimseyle yüz yüze gelmezdi.

 

Sıcakların artması üzerine Deli Bayram iyice delirirdi…

Birkaç ay ortalarda görünmeyince,

Eşek Kasabı Deli Ali Bayram’ın yine,

Tımarhaneye tıkıldığını herkes bilirdi…

7

ALLEBEN DERESİ NEREDE OLUR BOKLU AKAR,

BOKLU AKARDA YÜZER ÖRDEKLER KAZLAR

Annacar camisinin helasına girerek ihtiyaç giderenlerin dışkıları alttan geçip giden Alleben suyuna düşünce “Pat! Pat!” diye ses çıkarırdı.

Bu arada yarım metre aşağıdaki su ihtiyaç giderenin kıçına  sıçrardı.

 

Helânın altından geçen sular  Alleben deresine karışırdı.

Bu nedenle Alleben deresinin adı; Ali Nacar camisinin helasından sonra Bokluakar adını alırdı.

 

Bokluakar’dan akan bu dışkılar Bokluakar’da yüzen ördeklerle kazların besin kaynağı olurdu.

Öyle ki, ördekler ve kazlar boğum boğum akmakta olan bu dışkıları bir an önce kapmak için birbirleri ile boğuşurdu…

 

Bir keresinde küçük bir çocuk ayakta Alleben deresine işiyordu.

Debbağ ustası Hacı Mamet görünce suya işeyen çocuğu:

“Günahtır, oğlum suya işenmez!” diye sıkıştırmış oldu…

 

Bunu gören Alleben çocuğu, Hacı Mamed’in çocuğu azarlamasına bir soru ile karşılık verdi.

“Ama Hacı Ammi, Annacar camisinin helasına girenler Alleben deresine sıçıp işiyor…” dedi…

Sonra Alleben deresinde boğum boğum akan dışkıları gösterdi:

 

“İşte bak, gözümüzün önünde akıp gidiyor.

Onların yaptığı günah olmuyor da bu çocuğun yaptığı mı günah oluyor?”

 

Hacı Mamet, Alleben Çocuğuna dik dik baktı:

Başka söz etmeden  uzaklaştı…

 

Değirmen suyu ile  Bokluakar arasında bir refüj bulunur.

Bu refüj Bokluakar’la Değirmen suyunu birbirinden ayırır…

 

Sahipsiz ördeklerle kazlar bu refüjde yaşar.

Burada dinlenir, burada yumurtlar, burada kuluçkaya yatar.

 

Alleben Çocuğu, Alleben deresi ile yan yana akan  Değirmen suyu’na bitişik “Tabakhane, Sukenarı, Hasan Palta Sok. No. 2”de doğmuştu.

Ailenin ilk çocuğu olması nedeniyle dedesi Palta Hasan, Kavaklıkta yedi kurban kestirerek deri ve kilimci işçilerini doyurmuştu…

 

Alleben Çocuğu, çocukluğunda sahipsiz yaşayan bu ördeklerle kazların yumurtalarını toplayarak halasına verirdi.

Halası onları pişirdikten sonra; yeşil soğan, yaprak biber, biraz da tuz atıp dürüm yaparak yerdi.

 

Alleben Çocuğu, derede bulduğu yumurtaları niçin anasına götürmezdi de halasına götürürdü.

Çünkü annesi, Alleben Çocuğu 10 yaşında iken (1942) ölmüştü…

 

Ancak halası bu yumurtaların tavuk yumurtaları gibi lezzetli olmadığını, ördek ve kaz yumurtalarının sası sası koktuğunu söylerdi.

Bu da Alleben Çocuğunu üzerdi:

 

“Ne yapsam;  ben bu halama beğendiremiyorum!…” derdi…

Derdi ama; yine de Alleben deresinde bulunan çalılıklar, yeşillikler arasında yumurta aramaktan vazgeçmezdi.

 

Bu çocuğun en büyük zevki Alleben deresi boyunca sürüp giden çalılıklar  arasında yumurta aramaktı.

Öyle ki bir keresinde Karadayı’nın bostanında bulmuştu tavuk yumurtaları.

 

Tavuk yumurtaları hemen pantolonundan çıkardığı eteğine doldurarak doğru evlerine koştu.

Gerçekten de tavuk yumurtaları ördek yumurtalarından hoştu…

 

Ancak sonradan anladı ki bu tavuklar sahipsiz değildi.

Eğer bostan sahibi Karadayı kendisini görseydi;

Bir güzel dayak yerdi…

 

Alleben Çocuğu’nun, 10 yaşından 18 yaşına değin geçen yaşamı Alleben deresinde geçmişti.

Çünkü okuduğu Gazi ilkokuluna Alleben deresi boyunca gidip gelirdi.

 

Alleben deresinin en aşağısında bulunan  Bostancı köprüsünden Batalhüyük’e Alleben deresini izleyerek belki yüz kere inip çıkmıştı.

Bu iniş çıkışların bir nedeni de Batalhüyük hizasında bağlarının olmasıydı.

 

Bağlarına giderken özellikle Alleben deresini izleyerek giderdi.

Bağlarından evlerine dönerken de yine Batalhüyük’ten başlayarak  Alleben deresi boyunca Sukenarı sokağındaki evlerine dönerdi.

 

Alleben Çocuğu Alleben Deresinde balık tutardı.

Tuttuğu bu balıklar alabalıklardı.

 

Mezbahada kesilen koyunların, keçilerin, diğer büyük baş hayvanların kanı Alleben deresine akardı.

Alleben Çocuğu bu kan ırmağına hayretle bakardı.

 

Çocuğun ilgisini en çok mezbaha arığından akan sakatatları toplayan yoksul kadınlar çekerdi.

Bu kadınlar arıktan akan bağırsakları, dalakları, diğer hayvan atığı parçaları getirdikleri sepete koyduktan sonra evlerine giderdi.

 

Bir keresinde 40 yaşlarında bir kadın çömelmiş arıktan akan sakatatları topluyordu.

Anlaşılan kadın çocuğu adamdan saymıyordu.

 

Ne var ki çocuğun gözleri, çömelmiş durumdaki kadına kaydı.

Kadının kıçında don yoktu, edep yeri açıktaydı…

8

ALLEBEN DERESİNE EN ALTTAN BAŞLAYALIM

YAVAŞ YAVAŞ BATALHÜYÜK’E DOĞRU ÇIKALIM

 

Bostancı köprüsü ile Mezbaha Köprüsü Arası: Alleben’in en alt sınırıdır.

Mezbaha’nın bitişiğinde bir Buz Fabrikası bulunur.

Gaziantep’in buz ihtiyacı bu fabrikadan karşılanır.

 

Mezbahanın hemen bitişiğinde çınar, kavak, söğüt ağaçlarından oluşan belediyeye ait bir fidanlık vardı.

Bu fidanlığın hemen bitişiğinde bulunan Mezbaha Kahvesinde ham deriler alınıp satılırdı…

 

Dericiler (debbağlar) bu kahvede toplanırdı.

Hem alış veriş yaparlardı

Hem de günün siyasal durumunu konuşurlardı…

 

Bu kahvenin hemen bitişiğinde bulunurdu Davar Pazarı.

Celepler bu boşluk alanda sürülerini satışa sunardı.

 

Davar Pazarından biraz aşağı inince

Bostancı Camisi yer alırdı biraz ilerde.

 

Bu cami metruktu.

Namaz kılanı yoktu.

 

Mezbaha köprüsünden Bostancı köprüsüne değin

Alleben deresi simgesi idi simgesi idi ilgisizliğin.,..

 

Ali Nacar camisinin helâsından çıkan dışkılar,

Tabakhaneden gelen artıklar,

Halk tarafından dereye atılan çullar çaputlar …

Mezbaha’da kesilen hayvanlardan artan dalak, bağırsak ve diğer sakatatlar

Alleben deresine akar…;

O güzelim dere, burada pis pis kokar…

 

Mezbaha’nın kullanmayarak dereye bıraktığı bağırsaklar derenin ağaç dallarına, çalılıklarına takılarak derenin akıntısına göre sallanıp dururdu.

Bu sallanıp duran çalılıklara takılmış çaput parçaları da olurdu…

Bunlar derede birbirine dolanarak küçük adacıklar oluştururdu.

 

Ne zaman ki şiddetli bir dolu, yağmur sonucu sel gelir;

Ancak bu şekilde dere pislikten temizlenir…

 

Mezbaha köprüsünden Bostancı köprüsüne doğru gidişte derenin sol yanında bulunurdu bağlar…

Vardı derenin sağında yine bostanlar…

 

Bu bostanlar Tabak bendinden gelen sularla sulanırdı.

Bostanların başlıca ürünü domates, hıyar, patlıcan, marul, hıyardı…

 

Bostanları birbirinden ayıran sınırda, seyrek de olsa, ağaçlar bulunurdu

Bu ağaçlar genellikle zerdali ağaçlarından oluşurdu.

 

Sonradan sağda bulunan bostanların tümü kaldırıldı.

Yerine evler, dükkânlar, okullar yaptırıldı.

 

Mezbaha’nın tam karşısına Gaziantep Belediyesi fidanlık yaptırmıştı.

Gaziantep Belediyesi, Fidanlık Müdürü Kemal Göğüş bu fidanlığa aşıktı…

Sık sık gelir fidanların ne durumda olduğuna bakardı…

 

Sonra bu fidanlık da kaldırıldı.

Yerine Devrim Ortaokulu yapıldı.

 

Bu fidanlığın az aşağısında Tabak hamamı bulunurdu.

Alleben Çocuğu bu hamama neden Tabak hamamı dendiğini düşünüp dururdu…

 

Tabak hamamı dediğin tabakhanede olmalı idi.

Oysa Tabakhane’de bulunanın hamamın adı Naip hamamı idi.

 

Doğrusu Tabakhane hamamımın adı Tabak hamamı değil de Bostancı hamamı olmalı idi.

Çünkü bu mahallenin çevresi Bostancı mahallesi idi.

 

Tabak hamamının az aşağısında Bostancı ilkokulu vardı.

Anlaşılan Tabak hamamı, Naip hamamından önce yapılmış tı…

Naip Hamamı, sonradan yapılmış olmalı ki yaptıran kişinin adını almıştı…

 

Mezbaha’nın Nizip yolu tarafında bulunan semtin resmi adı Çakmak  mahallesi idi.

Ama halk arasında buraya Karamaraş denirdi.

Bir türlü öğrenememişti Alleben Çocuğu bu semte neden Karamaraş dendiğini …

 

Çakmak mahallesinin sakinleri de genellikle debbağlıkla uğraşırdı.

Bu semte Kara Mamet adında bir debbağ ustası vardı.

 

Yaşlı, kendi halinde bir adamdı.

Ancak uyanır uyanmaz içmeye başlardı.

 

Sakıp adında bir oğlu, Musa adında bir torunu vardı.

Bu aile geçimlerini dericilikten sağlardı.

 

Bunlar; dede, oğul, torun, ailecek içkici idi.

Dede evinde, oğul kahvede, torun  ise eğlence yerlerinde içerdi…

 

Ancak işlerini aksatmazlardı.

İçip içip kimseye çatmazlardı.

 

Eziyetleri kendilerine idi…

Bu durumda bile çalışmayı ihmal etmezlerdi…

9

MEZBAHAKÖPRÜSÜ İLE TAHTAKÖPRÜ ARASI

KISA DA OLSA ANLATILMAYA DEĞER BURASI

 

Mezbaha köprüsü ile Tahta köprü arası:

 

Mezbaha’nın hemen yanında bulunan Mezbaha köprüsü

150 metre kadar yukarıda da Tahta köprü.

 

Değirmen suyu gelir yukarıdan,

Tahta köprü’yü geçer geçmez zevk alır dereye kavuşmaktan.

 

Tahtaköprü ile Mezhabaköprüsü görünürdü hangisinden baksan

Ne var ki Ali Nacar camisinin helasından,

Gerekse derici dükkânından,

Bir de dereye atılan çul çaputtan

Su yerine pislik akardı arıktan…

 

Bu atıklardan yer yer küçük adacıklar oluşurdu.

Deri artıkları, çullar çaputlar,

İnce şeritler halinde sallanıp dururdu…

 

Belediyenin ihmalkarlığı burada da belirirdi.

Alleben deresi güzelliğini yitirmemek için direnir de direnirdi…

 

Ne var ki Gaziantep Belediyesi Alleben’in bu direncini görmezden gelirdi…

Alleben’i, yine Alleben’in kendisi temizlerdi.

 

Bir bakarsın birden bire yaz yağmuru yağardı,

Alır götürürdü derede biriken çulları çaputları…

 

Tabakhane çocuklarına gün doğardı sel gelince.

Selden sonra berrak suda çimerlerdi gönüllerince…

 

Yaz günleri Tabakhane çocuklarına gün doğardı.

Karamaraşpınarı suyla dolardı.

 

Büyükçe bir havuz biçiminde idi.

Özel olarak yapılmış bu havuzun suyuna taş merdivenlerle inilirdi.

 

Suyun derinliği ancak dize kadar olurdu,

Kadınlar burada; çamaşırlarını, halılarını, yatak yorganlarını yıkayıp kuruturdu…

 

Yaz günleri, bir söylenti çıkardı.

“Karamaraş pınarı’na su gelmiş.

Ağzına kadar dolmuş…”

 

Bütün çocuklar pınara koşardı.

Üstlerini çıkarıp kıçlarında don havuza atlardı.

 

Çocuklardaki sevinç görülmeye değerdi.

Pınar suyu bu; tertemiz, içilirdi…

Böyle tertemiz, içilecek kadar temiz bir suda çimmek

Ömre bedeldi…

 

Bir keresinde, ağzına kadar dolmuş havuzda bir çocuk pınarın içinde çırpınıp duruyordu.

Havuzun kenarındaki çocuklar “Boğuluyor! Boğuluyor! Yok mu kurtaran?” diye çığlık atıyordu.

 

Bunu gören Alleben Çocuğu hiç düşünmeden kendini havuza attı.

Boğulmakta olan çocuğu sudan kaldırarak itmeye başladı.

Böylece iki itişte çocuğu kurtardı.

 

Çocuğu itmesinin nedeni; boğulmakta olan çocuk korkudan kendisine sarılırsa ikisinin birden boğulacağı korkusu idi…

Bu nedenle çocuğu tutarak suyun üstüne çıkarıp itiyordu.

 

Bu pınarın yanı başında Tabakhane semtinin ölüleri için hazırlanmış taştan yapılma musalla taşı bulunurdu.

Cemaat, musalla taşına konan tabutun önünde cenaze namazına dururdu.

 

Şimdi ne musalla taşı kaldı ne de pınar.

Bunu gören Alleben Çocuğu’nun yüreği yanar…

 

Bu pınarın tam karşısında,

Alleben deresinin öbür yakasında…

 

Tabakhane camisi bulunurdu.

Tabakhane camisi, bakımsızlıktan yer yer yıkılmaya yüz tutmuştu.

 

Sağlam olan bir tek minaresi kalmıştı.

Alleben Çocuğu’nun en büyük eğlencelerinden biri de bu minareye çıkıp Tabakhane’ye tepeden bakmaktı.

 

Sonradan bu cami Tabakhane’deki bir zengine satıldı.

Camiyi alan zengin de camiyi bütünüyle kaldırıp yerine dükkân yaptırdı.

 

Karamaraş pınarının 100 metre kadar yukarısında derenin kenarında üç dört tabak dükkanı daha vardı.

Bu tabak dükkanı iki kardeşindi Ekşimişki lakablı

 

Bu dükkânın bir özelliği vardı.

Merdivenle inilen bu tabak dükkânında su kaynardı.

 

Dükkânda çalışanlar bu pınardan su içerdi.

Susayanlar su içmek için bu dükkâna girerdi.

Dükkânda kaynayan su Alleben deresine inerdi.

 

Bu dükkan da kaybolup gitti.

Alleben Çocuğu, boşuna Alleben   deresi için “Kaybolan Cennet” dememişti…

 

Şimdi bu pınarın üstünde bir tatlıcı dükkanı vardır.

Bu tatlıcı dükkanı Dayının Yeri adını alır denir…

 

Tabaklar Tahta köprüden geçer,

Hem Kalealtı’na, hem de işlerine gider;.

 

Çakmak mahallesinden Kalealtı’na gitmek isteyenler bu köprüyü seçer.

Köprüyü geçenler bir metre genişliğinde dar bir sokağa girer.

 

Bu dar sokaktan geçenler

Dericilere su getirenin arık üstündeki küçücük köprüden geçer…

 

Tahta köprü, derme çatma bir köprü idi.

Hemen hemen her sel geldiğinde göçerdi.

 

Bir keresinde büyükçe bir sel Tahta köprü’yü alıp götürdü.

Bu nedenle Tabaklar dükkânlarına gidiş yeri,

Olurdu ya Mezbaha köprüsü ya da Taşköprü…

 

Bu da yakınmalara neden olurdu.

Bunun üzerine Tabaklar kendi aralarında para toplayarak Tahta köprü’yü yeniden oluştururdu.

 

Burada şunu belirtmek gerekir ki eğer sel Alleben deresini temizlememiş olsaydı,

Tabakhane de oturulur hal kalmazdı…

 

İyi ki ara sıra sel gelirdi.

Gelen sel Alleben deresini temizlerdi.

 

Selden sonra Alleben deresinde su artardı,

Alleben deresinin berrak mı berrak suyu gürül gürül akardı.

 

Dalgalanarak akan bu suyu izlemeye doyum olmazdı.

Allaben Çocuğu bu duruma gelen Alleben deresine, üstünü çıkarıp atlardı.

Suya atladığı zaman da Alleben deresini kucaklardı…

 

Allebeni Deresi, çevresi ile insanları ile anlatılmalı…

Albenin bu özelliği hiçbir zaman unutulmamalı…

10

ALLEBEN DERESİNİN EN ALÂSI

TAHTAKÖPRÜ’YLE TAŞKÖPRÜ ARASI

 

Tahtaköprü ile Taşköprü arası:

 

Tahtaköprü ile Taşköprü arası Alleben’in en güzel yerlerinden biri…

Berrak su, gürül gürül akarak iki kanaldan yan yana giderdi…

 

Bu iki akar suyun ortasında bir refüj bulunurdu.

Bu refüjde bodur çalılılıklar yanında tikenler diz boyu…

 

Allaben deresindeki salkım söğütleri,

Alleben deresine secde ederlerdi…

 

Bu refüjde bulunurdu sahipsiz ördeklerle kazlar…

Ördekler, kazlar burada yumurtlar,

 

Burada kuluçkaya yatar,

Burada dinlenir,

Burada bitlenir…

Kurulanmak için burada kanat çırpar…

 

Kuluçkadan kalktıklarında Ördekler, kazlar

Yavrularını arkalarına alırlar..

Bir filo komutanı gibi önde bunlar

Yüzer arkasında yavrular

 

Yavrularını akarsuda gezdirir,

Onlara nasıl yemleneceklerini öğretir…

 

Gerek ördekler gerekse kazlar,

Bazen koru halinde bağrışırlar

 

Yem aramak için Başlarını suya daldırıp ayakları ile denge sağlar,

Yavruları da kendileri gibi başlarını suya gömerek yem arar…

Alleben Çocuğu bunların böyle yemlenmelerine  hayranlıkla bakardı…

 

Alleben deresinin iki yakasında söğüt ağaçları sıralanırdı.

Ara sıra da çınar ve dut ağaçlarına rastlanırdı.

 

İlkbahar da bunların dalları tomurcuklanır çiçek açar,

Allebeni yemyeşil bir cennete dönüştürür bahar…

Ağaçlarının yemyeşil dalları arasında ötüşür kuşlar…

 

Tavuk büyüklüğündeki kelkekez kuşları, yakaladıkları  bir deri artığını gağaları ile çekiştirirlerdi.

Dericilerin dükkân önüne attıkları artıkları kapışarak yiyen bu kuşlar ilkbaharda gelir, sonbaharda geldikleri yere giderlerdi.

 

Bu deri parçalarından nasiplenen Çalağanlar da vardı..

Bunlar dükkânların önünde gördükleri deri artıklarını almak için dalış yaparlardı.

Ayakları ile yakaladıkları deri parçacıklarını yemek için bardaklara konardı…

 

Bütün bunlar; ördeklerle, kazlar,

Serçeler, kumrular. kelkekezler,  çalağanlar, …

İki kanaldan akan berrak sular,

Sıra sıra sıralanmış ağaçlar…

Alleben’i tam bir cennet yapar…

 

Böylesi güzel bir görüntü Alleben’in hiçbir yerinde görülmezdi.

Alçak gönüllü, daima güler yüzlü insanları kimseyi üzmezdi…

 

Tahtaköprü ile Taşköprü arasındaki dericiler,

Çartlak kebapçılarından çartlak kebabı yerler.

 

Mangal başında beklerken kebabın pişmesini

İğnelemeden duramazlardı birbirlerini…

 

Zaman zaman Söğütlükahve’nin önünde üççatallı direkler dikilir,

Parmak kalınlığında tel gerilir…

 

Esnaf anlardı ki ikindi üzeri cambaz gösteri yapacak.

Bu cambazlar diğer illerden gelirdi koşarak…

 

Gelen bu cambazlar, Kamil Pehlivanı aralarına alarak gösteri yaparlardı.

Kamil pehlivan serçe parmak kalınlığındaki bir mıhı (büyükçe bir çiviyi) kalın bir kütüğe çakardı.

 

Çakmadan önce mıhta herhangi bir çürüklük olmadığını seyircilere gösterirdi.

Sonra yerdeki kütük üzerindeki çiviyi ağzı  ile bir sağa bir sola eğerdi.

Ağzında kırık parça, seyirciler önünde gezerdi…

 

Sonra sırtüstü yere yatar,

Göğsü üzerine büyükçe bir taş koyar…

 

Yanında taşıdığı balyozu birine vererek vurmasını söylerdi.

Göğsüne konan taş bir balyoz darbesi ile kırılınca ortalık alkıştan inlerdi…

 

Bu Kamil pehlivan gösteriye başlarken Nacar marka cep saatini asardı toplu iğne ile memesine…

Parsasını toplardı göğsündeki saati göstere göstere…

 

Kamil pehlivanın çivisi, balyozu, saati her zaman yanında gezerdi…

Nerede bir kalabalık görürse orada tezgâhını kurar yapardı gösteri…

 

Gösterisini yapmadan önce de gezdiği ülkeleri ballandıra ballandıra anlatırdı.

1.90’nı aşan boyu yanında iri bir cüssesi vardı.

Yaz kış başı açık yalnız başına dolanırdı…

 

Tabakhanede bir de döküştürme yapılır.

Döküştürmede, kuşçuların kuşları yarışır…

 

Kuş besleyenler arasında Dağdelen Kara ile Demir Mamdeli önde gelir.

Bunlar her sabah güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde kuşlarını salıverir.

 

Kuşluk vakti deyimi de buradan gelir…

İkindi üzeri güneş devrildiğinde kuşlar yine salıverilir…

 

Bazen Şehreküstü’deki ya da Türktepe’deki (Eskiden Kürttepe de denirdi)  kuşçularla bahse tutuşulur…

Bu da şöyle olur:

 

Tabakhane kuşçuları güvendiği kuşları  alır;

Kendileri ile birlikte gidecek çocukların ellerine verir.

 

Kuşlarını getirir vardıkları yerdeki kuşçular.

Tam güneş batmak üzere iken havaya salıverilir kuşlar…

 

Sonra havada takla atan kuşlar izlenir…

Kimin dişi kuşu, rakibin erkek kuşunu kandırıp kendi yuvasına getireceği merakla izlenir….

 

Kimin dişi kuşu diğerinin erkek kuşunun başını döndürecek…

Kimin kuşu rakibin erkek kuşunu baştan çıkararak kendi damına indirecek…

 

Rakibin kuşunu kendi damına kondurmak kuşçular için büyük bir onurdu…

Bu eğlence de kazanan taraf günlerce övünme övünür dururdu…

11

TAŞKÖPRÜ’DEN ALLEBEN KÖPRÜSÜ’NE

BİRLİKTE GİDELİM HELE GEZE GEZE,

 

Taşköprü ile Allabenköprüsü Arası:

 

Allaben deresi üzerinde bulunan köprülerden biri  Tabakhane çarşısında bulunan Taşköprü idi…

Bu köprü üç gözlüdür. İlk iki gözünden Alleben deresi; üçüncü gözünden de Alinacar camisinin helasının altından çıkan sular geçerdi.

Helanın altından gelen bu su köprüyü geçer geçmez Allaben deresi ile birleşirdi.

 

Bu birleşme sonucu Tahtaköprü’ye değin Bokluakar adını alırdı.

İşte bu Taşkörü’den yukarı doğru gidişte Alleben deresinin sağında Ali Nacar camisi vardı.

 

Caminin bitişiğinde Alleben deresine paralel boşluk bir alan bulunurdu.

İniş aşağı bulunan bu boşlukta dericiler işlenmiş derilerini kuruturdu.

 

Bu boşluk alanda deriler serili olmadığı zaman Tabakhane semtinin çocukları tepikleşirlerdi…

Tepikleşme oyununda atik olanlar dalgın olanları yere sererdi…

 

Yaşamda öyle değil mi, bir parça dalgın gezenler,

Ummadıkları kişilerden tekme yerler…

 

Bu alanın hemen bitişinden Camiye geçen küçük bir yol olurdu.

Bu boşlukta dört beş mezar bulunurdu…

 

Olla ki bu mezarlar camiyi yaptırana, ailesine aitti.

Alleben Çocuğu bazen bu aralıktan geçerdi,

Doğrusunu söylemek gerekse geçerken de ürkerdi…

 

Kalealtı’ndan gelenler, Depo sokağı çıkışında Bostancı bendi arığı üzerinde bulunan küçük ve daracık köprüden geçer.

Daha sonra ikinci bir köprüden karşı kıyıya geçtikten sonra bu daracık mezarlı yoldan camiye girer.

 

Bu küçük yolda bir de ev vardı ve bu evin avlusundan su arığı geçerdi.

Bu eve Ekşimişkilerin evi denirdi.

 

Ekşimişkilerin evinin hemen arkasında Alleben’e bitişik Kepkep Abdürrezak’ın evi vardı.

Bu evin önünde ise bulunurdu Hacı Ahmet pınarı,

Vardı Hacı Ahmet pınarının hemen dibinde bir de büyük çınar ağacı,

 

Bütünlük arz ederdi çınar ağacı ile Hacı Ahmet pınarı,

Bu pınara sarkardı salkım söğüdünün dalları…

 

Büyük taşlarla örülmüştü Pınarın çevresi

Pınarda büyükçe taşlardan yapılmış üç basamaktan inilirdi.

 

Bu pınarın bekçiliğini Depo sokağının çıkışına bitişik evde oturan Söbe Mamet yapardı.

Bu Söbe Mamet ilginç bir adamdı.

 

Karnı, burnu hizasında çıkık olduğu için Söbe Mamet olmuştu lakabı.

İstemezdi pınarın doğal yapısının bozulmasını…

Bu nedenle kovardı. Hacı Ahmet pınarında çimmeye gelen çocukları…

 

Söbe Mamet, daha önceleri kilimcilik yapardı.

Sonra kilimci dükkânını kapattı,

Büyükbaş hayvan beslemeye başladı.

 

Söbe Mamet beslediği büyükbaş hayvanların  sütünü satarak geçinirdi.

Ürettiği bu sütlerden yaptığı kaymağı savcılara, emniyet müdürüne ikram ettiği söylenirdi.

Arkasını savcılara, emniyet müdürlüğüne dayadığı için de koska koska gezerdi.

 

Kardeşi Kokuk Hasan buna karşı çıktı.

Çünkü Kokuk Hasan işsiz kalmıştı…

 

Kokuk Hasan tam bir kokuktu.

Herkese bulaşıp sataştığı, herkesle kavga ettiği için adı Kokuk (Kokmuş anlamında) Hasan olmuştu…

 

Kokuk Hasan sık sık kardeşi Sobe Mametle de kavga ederdi.

Bunların kavgası Tabakhane halkı için tam bir seyirlikti.

 

Bu kavgaların nedeni:

Sobe Mamet ayrıldıktan sonra,

Dost tutmuştu Kokuk Hasan, ağabeyinin dostu Gadana Zekiye’yi,

 

Kokuk Hasan’ın şerrinden Tabakhane halkı gibi

Söbe Mamet de yaka silkmişti.

 

Bir gün Kokuk Hasan ortadan kayboldu.

Kardeşi Söbe Mamet,

Tabakhane’de kardeşini sorup durdu.

 

Kokuk Hasan’ın ne olduğunu bilen, gören yoktu,

Kokuk Hasan ruh olup uçmuştu.

 

Aylar, yıllar geçti Kokuk Hasan gelmedi.

Sanki yer yarılmış içine girmişti…

Ne var ki Tabakhane’de halkı,

Kokuk Hasan’ı,

Kardeşi Söbe Mamet’in hallettiğini söylerdi.

 

Böylece Tabakhane halkı Kokuk Hasan’ın şerrinden kurtulmuştu…

Kan batmaz derlerdi ama Kokuk Hasan’ın kanı batmıştı…

 

Hacı Ahmet Pınarı’nın  hemen üstünde Tabaklara su yöneltmek için Tabakhane bendi yapılmıştı.

Alleben deresinin bütün suları bu bende kaymıştı.

Yine de Alleben deresi bu bendi aşmıştı…

 

Bu bendin suları daha önce açıklandığı gibi gece yarısından öğleye kadar Tabakların;

Öğleden sonra gece yarısına kadara Mezbaha köprüsünden aşağıda bulunan bostancıların…

 

Alleben deresi Tabakların bendine takılınca bir göl oluştururdu.

Bazen sel gelirdi, bu bendi alır götürürdü.

 

Bunun üzerine Tabaklarla bostancılar bir araya gelerek Tabakhane bendini yeniden yaparlar.

Her seferinde  daha sağlam yaptıklarına inanırlar…

 

Selden sonra çocuklar Alleben deresinde yıkanırdı…

Gaziantep çocukları ilk yüzmeyi bu derede yapardı.

 

Bu bendin hemen sağında taaa Kamil Ocak stadına değin bostanlar bulunurdu.

Bu bostanlara da Karadayı’nın bostanları denirdi.

 

Bostan sahibi Karadayı’nın evi bostanlarına bitişikti.

Bitişik evinden Bostanına girenleri görür görmez hemen yekinirdi.

 

“Laan, çekilin oradan!” diye bağırırdı.

Bostanına kimseyi koymazdı.

 

Korkutucu gür, davudî bir sesi vardı.

Bu yüzden çocuklar Karadayı’nın bostanına yaklaşmaya korkardı.

 

Karadayı’nın bostanına bitişik olarak, tam Kanavetçi sokağının hizasında, küçük bir pınar bulunurdu.

Bu pınara küçük taşlardan yapılmış merdivenle inilirdi.

 

Kadınlar çocuklarının kirli bezlerini bu pınarda yıkardı.

Bu güzelim pınar da bakımsızlıktan yüzünden ortadan kalktı…

 

Bu bakımsızlık ve ilgisizlik nedeniyle bazen; Kanavetçi sokağına bitişik Alleben deresinin dibi çamur, üstü yosun tutardı.

Bir keresinde burada çimen çocuklardan biri Tarzan gibi “Auaa!” çekerek suya balıklama atladı.

Atladı ama bir daha çıkamadı.

 

Başı, elleri çamura gömülmüştü.

Ayakları, başı suda yem arayan ördeklere dönmüştü…

 

Allaben Çocuğu hemen suya atladı,

Çamura çakılan çocuğu çekip çıkardı.

Çocuğun yüzü gözü çamura bulanmıştı…

 

Bu durumlarda Alleben deresini belediye değil gelen sel temizlerdi.

Dibe biriken çamur da, yüzeyde oluşan yosun adacıklar da sele giderdi…

 

Bir pınar daha vardı az yukarda

Merdivenle inilirdi bu pınara da

 

Bu pınar,

Salih Çavuşun evinin karşısında kaynar

 

Karadayı’nın, Alleben’e bitişik bostanın kıyıları; yan yana  çınar, kavak, söğüt ağaçlar ve bodur çalılıklarla dolu idi.

Bu çalılıklar ördeklerle, kazların eviydi…

 

Bu kıyıda yaşayan ördeklerle kazlara Karadayı sahip çıkardı.

Görülmeye değerdi bu kazlarla ördeklerin sudan çıktıktan sonra kurulanmaları…

 

Karadayı’nın bostanlarının karşı kıyısında bulunurdu evler,

Bu evlerin bitişiğinde bulunan yere askeri kışla derler…

 

Askeri kışlanın hemen önünde de büyük, yaşlı bir çınar ağacı…

Bu çınar ağacı öylesine yaşlı idi ki yarılmıştı karnı…

 

Ama yaşlı çınar ölüme direnirdi.

Tarihe tanıklık ederdi.

 

Kışlanın hemen bitişiğinde bulunan bu çınar ağacının tam karşısında şimdiki adı Emirgan olan Alleben bahçesi bulunurdu.

Alleben bahçesinde yan yana dikilmiş çınar, kavak, söğüt ağaçları uzar dururdu…

 

Bahçenin tam ortasında küçük bir kulübe vardı.

Bu kulübe, bahçeye çay ocağı görevi yapardı.

 

Bu kulübenin boş gezenlerin uğrak yeri olduğu söylenirdi.

Bu bahçe çoğu zaman bulamazdı işletmeci…

 

Bu bahçenin de hemen önünde küçük bir pınar vardı.

Çevresi mermer taşlarından yapılmıştı.

 

Pınara, taşlardan yapılmış merdivenlerle inilirdi.

Bahçe için gerekli olan su bu pınardan edinilirdi…

 

Alleben deresi kenarında yerden fışkıran bu pınarlar sayılamayacak kadar çoktu.

Ne var ki şimdi bunlardan bir tane bile kalmadı, hepsi yok oldu…

 

Ne olacak, şehircilik kültüründen yoksun olanları yaparsan belediye başkanı,

O da ortadan kaldırır bostanları, pınarları…

 

Bu bostanlar, pınarlar korunmuş olsaydı…

Belediye, Alleben Turizminden büyükçe bir gelir sağlardı…

 

Pınarlar, pınarlar..

Bu pınarlara nasıl kıyarlar.

Umarım bu pınarlara kıyanlar,

Cayır cayır yanarlar…

 

Şimdi nesini göstereceksin halka;

Pislik kokan, betondan yapılma, daracık bir arıktan başka…

 

12

İNCİLİPINAR’A KADAR GİDELİM

ORDAYSA KANA KANA SU İÇELİM

 

Allebenköprüsü ile İncilipınar arası:

 

Alleben köprüsü şimdiki Emirgan bahçesine bitişiktir.

Bu köprü’den İncilipınar’a gidişte Çınarlı camisi karşısında yapılan bendin adı   Ali bendidir.

Alleben adını,

İşte bu Ali bendinden almıştır…

 

Bu bendin suyu, İstasyon caddesinin altından geçtikten sonra  Karadayı’nın bostanlarını sular

Ali Nacar camisinin helasının altından geçtikten sonra Alleben deresine akar.

 

Unutulmamalı ki Araplar, Gaziantep’i Bizanslılardan alıp kente girdiklerinde bakmışlar ki her taraf pınar…

Bu yüzden kente “suyun gözü anlamında” Ayıntap adını koyar…

 

Bu Ayıntap söyleni söyleni Antep olur…

İşte Gaziantep’in adı böyle konur…

.

Kavaklık’a doğru giderken sağdaki bütün alan  bostanlarla çevrili.

Bu bostanlar Alleben deresinden yukarıda idi.

 

Suyunu Maanoğlu bitişindeki Maanoğlu bendinden alır.

Bu bostanlarda yetişenler; domates, marul, patlıcan, salatalık, mısır…

 

Bu bostanlar yukarıda sağda Değirmiçem’deki Çiftçinin Haraf’ına kadar uzayıp giderdi.

Bağlar, bostanlar arasında bulunan harafta Gaziantep’li gençler çimerdi.

 

Solda Çınarlı parkı, Çınarlı parkına bitişik elektrik fabrikası…

Görünürdü Elektrik fabrikasına bitişik bostanları.

 

Bu bostanlar, Kırkayak bahçesi önünden akan bir arıktan su alırdı.

Bu arığın suları akardı doğudan batıya…

Oysa diğer arıkların suları akardı batıdan doğuya…

 

Kırkayak’a bitişik bostanlardan sonra vardı İncili pınar

İncili pınar’ı korurdu beyaz mermer taşlar…

 

Parmak kalınlığındaki borudan küçük bir havuza durmadan su akardı.

Bu pınarın önünden geçenler susamamış olsalar bile muhakkak eğilip suyu avuçlardı…

 

Kendi kendine akan bu pınar,

Suyu birikince Alleben deresine koşar…

 

Bu pınar bakımsızlığa, ilgisizliğe karşın kaynar,

İlgilenilmiş olsaydı daha gür akardı bu pınar…

 

Bu pınar öylesine yetim, öylesine öksüz bir pınardı;

Gözyaşı dökerek, ben de varım diye ağlardı…

 

Alleben deresinin her iki yakasında Kavaklık’a varıncaya kadar,

Vardı böylesine küçük pınar…

 

Meraklı iki arkadaş:

Bostancı köprüsünden Kavaklık’a kadar çıkmış.

Tam üç yüz pınar saymış…

 

Sonradan bu bostanlar  yerine ev yapıldı.

Böylece bostanlar da gitti, pınarlar da gitti.

O güzelim Alleben tarih olup bitti…

 

Alleben deresi boyunca sıralanırdı salkım söğüt ağaçları.

Şehadet getirir gibi yer yer göklere uzanırdı kavakları…

 

Çoğunluk söğüt ağaçlarında,salkım söğütlerinde idi..

Salkım söğütleri dere boyunca Alleben deresine secde ederdi…

 

İncili pınar önündeki sular biraz derin akar.

Bu sular insanın dizine kadar…

 

İncili pınar Gazianteplilerin mesire yeri sayılırdı.

Pazar günleri mesire yapanlar çoğalırdı.

 

Alleben Çocuğu bir gün çocuklarını alarak İncili pınar çevresinde gezmeye çıkmıştı.

İncilipınar çevresindeki çayırlık, çimenlik  alanda renk renk kır çiçekleri açmıştı…

 

Alleben Çocuğu’nun kızları koparmazdı çiçekleri.

Çiçekleri koparmanın doğru olmadığını bilirlerdi.

Bu nedenle kokladıkları çiçeklere   yüz sürerlerdi.

 

Bu arada çocuklar haykırır:

“Baba, derede bir çocuk akıyor!…”

 

Dönüp bakan Alleben Çocuğu, bir kız çocuğu gördü yüzükoyun akıp giden…

Anlamıştı Kız çocuğu olduğunu giysilerinden…

 

Hiç düşünmeden ayakkabısı ve pantolonu ile suya atladı.

Kızı, sırtındaki giysilerinden tutup dışarı çıkardı…

 

Bu sırada kızın anası feryadı figan ile koşup gelmişti.

Bereket kız çocuğu sağdı, boğazından biraz su gitmişti…

 

Annesi ise sevinçten ellerine sarılmıştı Alleben Çocuğunun:

“Allah senden razı olsun,

Ne muradın varsa versin!

 

İyi ki farkına vardınız,

Kızımı kurtardınız…”

 

İncili pınar çevresinde  Menteciler bulunurdu.

Bunlar İncili pınar’ın suyu için genellikle burada otururdu…

 

İncili pınar çevresinde oturur ispirto içerlerdi.

İsporto içmelerinin nedeni:

Rakıyı, şaraba güçlerinin yetmemesi…

 

Hepsi de aşırı derecede alkolikti.

Tek özellikleri kendi kendilerini övmekti.

 

Bunlar kendi aralarında söyleşirler,

Zaman zaman ağız dalaşına girerler…

 

Kısa zamanda hiçbir şey olmamış gibi barışırlar,

Söyleşilerini sürdürüp dururlar…

 

Yanakları, dudakları kızarıp morarmış…

Bakarsın içlerinden biri sızıp kalmış

 

İçlerinden dertlenen gazel okur,

Halsiz ve mecalsiz olduğundan sesi kısılır…

 

Bunlar ispirto yanında meşhurdu sigaraları..

Bu nedenle sararmıştı parmak araları…

 

Şurasını da belirtmeden geçilmez,

Bunlar yüzünden Alleben deresine yalnız gidilmez…

13

ŞİMDİ, GİDELİM MAANOĞLU KÖPRÜSÜNE

GİTMEDEN ÖNCE, ÇİMELİM YEDİSÖĞÜT’TE

 

İncili pınar ile Maanoğlu köprüsü arası:

 

İncili Pınar’dan az yukarıda Yedisöğüt vardı.

Alleben Çocuğu; Yedisöğüt’teki  söğütleri sayardı

Yediden çok söğüt sayınca  şaşardı…

 

Gerçekten de Yedisöğüt’te  yediden çok söğüt vardı.

Bu söğütler Alleben deresine bakardı…

 

Bu söğütler Alleben deresini daha da güzelleştirirdi…

Bu bölüme sular yukardan çağlayarak gelirdi.

 

Sel gelince daha da hızlanırdı bu akıntı…

Bu nedenle Yedisöğüt’te bir çukur açardı…

 

Bu çukur yüzünden su  derinleşirdi.

Derinleşen bu suda gençler çimerdi…

 

Buraya gelen gençler donla suya atlardı.

Burada göllenen su gençleri boylardı…

 

İlkbahar’da gençleri boylayan su yazın boylamazdı.

Sular iyice çekildiğinden gençler suya atlayamazdı.

 

Yedisöğüt, çayırlık, çimenlikti.

Yaz sıcağından kaçan aileler burada serinlerdi.

 

Yedisöğüt’te su aşağıda kalırdı.

Buradan Değirmiçem Harafı’na değin bostandı…

 

Bostanların sınırlarını kavak ağaçları belirlerdi.

Bostanlar bağlar, bahçelerle birileşirdi.

 

Şimdi bunların yerinde kat kat apartmanlar yükselmekte….

Alleben’in o güzelliğinden hiçbir şey görünmemekte.

 

Gazi ilkokulunda okuyan Alleben Çocuğu, bir gün arkadaşları ile okuldan kaçarak Yedisöğüt’e çimmeye gitmişti…

Arkadaşları Cemil Alevli’nin oğlu Oktay Alevli, Bedri Yüksekbilgili,  Durdu Bilen’di…

 

Cemil Alevli’nin oğlu gelmeyince bir telaş almış okul yönetimini.

Aramaya başlamışlar, ara ki bulasın izlerini…

Kimlerin aklına gelir çocukların Yedisöğüt’e çimmeye gittikleri…

 

Durumu Cemil Alevli’ye bildirmişler.

“Oğlun okula gelmedi, haberin var mı?” demişler.

 

Cemil Alevli’yi duyduklarına inanmamış.

Nasıl olur da oğlu okuldan kaçarmış…

 

Doğru okula gelmiş.

Oğlu okulda yok, gözleri ile görmüş…

 

Hepsi birden telaşlanmış.

Bu çocuklar nereye kaçmış…

 

Akıllarına kötü kötü şeyler gelmiş…

Cemil Alevli”ye göre oğlunun kaçırılması fidye içinmiş…

Oysa öyle bir şey yok,

Çocuklar Yedisöğüt’e çimmeye gitmiş…

 

Çocuklar için öylesine doğal ki Yedisöğüt’te çimmek.

Çimindikten sonra donlarını için çalılıklara sermek…

 

Sonra giysilerini giymişler,

Hiçbir şey  olmamış gibi okula gitmişler…

 

Okula vardıklarında ne görsünler,

Aileleri okulda kendilerini beklemekteler…

 

Aileler durumu anlayınca rahatlamış.

Okuldan kaçtıkları için de kendilerini azarlamış.

 

Ertesi gün baktık Oktay Alevli okuldan alınmış…

Öğrendik ki Cemil Alevli, Oktay’ı,

Dayıahmet Ağa İlkokulu’na yazdırmış…

 

Bazen Oktay Alevli’nin evine giderdik.

Cemil Alevli’nin evinde pasta börek yerdik…

O olaydan sanra,

Bir daha Oktay Alevli’yi görmedik.

 

Alleben deresinde yeşil çayırlar, çimenler vardı.

İnsan bu çayırlara, çimenlere basmaya kıyamazdı.

Çünkü çayıra çimene basmayı günah sayardı.

 

Öylesine çayırlık çimenlik bir yerdi ki bu Alleben

Bu çayırlara, çimenlere otururdu, halısını, kilimini seren

 

Maanoğlu köprüsünün önünde çevresi; çınar, iğde ağaçları salkım söğüt, söğüt ağaçları yüzünden görülmeyen bir bahçe vardı.

Bu bahçe Dr. Emin Kılıç Kale’ye atalarından kalmıştı.

 

Dr, Emin Kılıç Kale öğrencileri ile birlikte bu bahçede

15 günde bir Tertip adında bir piknik düzenlerdi.

Bu pikniği düzenlemek sırasıyla bir öğrenciye verilirdi.

 

Belirlenen listeye göre alışveriş yapılır,  yemek pişirilir.

Akşa doğru söyleşilerle birlikte yemek yenir.

 

Yemeğe katılanlar, konuklar hariç, paylarına düşeni verirdi.

Genellikle; Domatesli kebap, Kilis kebabı,  Patlıcan kebabı, Musakka yanında Özbek pilavı yenirdi…

 

Yatsıdan sonra at arabası ile gelen; masa, sandalye, mangal, sahan, tabak ne varsa yeniden at arabasına yüklenir.

Soylu aileden bir öğrenci eline fener verilir,

Soylu ailenin elinde fener,

Arabanın önüne geçer,

Hoca ve öğrencileri arkada gider…

 

Yolda  Emin Kılıç Kale’nin söylediklerini dinler.

Alleben Çocuğu bu görüntüyü izler…

Bu malzemeler Cumhur Yaşar’ın evine gider…

 

Alleben deresinde balıklar, kurbağalar yanında kaplumbağalar, suyılanları da vardı.

Alleben Çocuğu ara sıra Alleben deresinde suyılanı tutardı…

 

Çünkü Suyılanı insanı sokmazdı.

Bunu bilen Alleben Çocuğu;

Elindeki suyılanı, gider çaka satardı…

14

BATAL HÜYÜK, BÜYÜK MÜ BÜYÜK

TEPESİNDE BİR EV KÜÇÜCÜK

 

 

Maanoğlu köprüsü ile Batalhüyük arası:

 

Maanoğlu köprüsünü geçmeden önce; köprüye bitişik olarak yapılan Bostancı bendi vardı.

Bu bend Dr. Emin Kılıç’ın bahçesinin üstünden Kamil Ocak stadına kadar bostanları sulardı.

 

Maanoğlu’nu köprüsüne geçer geçmez Kavaklık’a girilmiş olurdu.

Dere boyunca uzanan Kavak ve söğüt ağaçları bulunurdu…

 

Batalhüyük’e doğru giderken sağda bağlar.

Bu bağların ortasında Sarıgüllük güler…

 

Sarıgüllük, Narlı yolundan Batalhüyük hizasına kadar uzanırdı.

Sarıgüllük’te bağevleri ile Valinin yazlık evi vardı…

 

Maanoğlu köprüsünden yukarı doğru çıkarken Alleben deresi daha berraktı.

Bu suyun içinde balıklar suyun akışına karşı yemlenmek için yarışırlardı…

 

Elini uzatsan tutulacak gibi görünen bu balıklar,

Kuyruklarını sallayarak, birbirleri ile yem yarışı yapar…

 

Kavaklık’tan yukarı doğru çıkarken yer yer derenin sağında, solunda, yemyeşil çayırlarla döşeli piknik alanları vardı.

Bu alanlara aileler beşer onar metre aralıklarla sererdi kilimlerini,  halılarını…

 

Piknik yapanlar içinde türkü söyleyerek eğlenenlere,

Rastlanırdı yer yer davul zurna eşliğinde halay sekenlere…

 

Dolma yapıp yiyenleri mi,

Mangal tüttürenlere mi,

Etli çiğ köfte, yağlı köftelere mi,

Bu görüntü izlenmez mi?..

 

Yemek hazırlanırken genç top oynar,

Kızlara gelince onlar ip atlar.

 

Uzuneşek yanında, birdirbir oynayanlar

Yarış yapanlar, sekip sıçrayanlar…

 

Kavaklık işte böyle bir yerdi.

Kavaklığa Maanoğlu köprüsünden girilirdi…

 

Top çevirenler yanında futbol oynayan gençler

Futbol topu ara sıra dereye düşer…

 

Görünür uzuneşek oynayanlar,

Karşılıklı ip sallayanlar,

Salladıkları iplerin üstünden atlayan genç kızlar…

 

Kavaklık bu tür görüntülerle taaa Batalhüyük’e kadar uzayıp gider.

Üç beş taşla yapılan derme çatma ocaklar  üzerinde kebaplar yapılır, yemekler pişer…

 

Kimi aileler mangal keyfi yapar.

Kimi yerlerde erkekler küme küme otururlar.

Kadınların yaptıkları mezelerle rakılarını yudumlar…

 

Küme küme yan yana otururdu aileler…

Olmazdı kendilerini taciz edenler…

 

Bilirdi tacize kalkan ölesiye dayak yiyeceğini,

İyisi mi kimseyi taciz etmemeli…

 

Bulaşıklar Alleben deresinde yıkanırdı.

Kimi aileler yatsı ezanına değin piknik yapardı…

 

Kavaklık her mevsimde güzel olurdu.

Kış mevsiminde bile  Kavaklık’a gezmeye gidenler bulunurdu.

 

Buz tutmuş karlar,

Basılınca hart hurt ses çıkar…

 

Bu mevsimde Kavaklık şairlere ilham verirdi.

Kavaklıkta hazan yapraklarına basa basa gidilip gelinirdi.

Yaprakların çıkardığı hışırtılar insanın aklına mistik düşünceler getirirdi…

Kavaklık’ın ilkbaharı ise mevsimlerden en güzeli…

 

Bu mevsimde dere çok daha gür akardı.

İlkbahar’da esen yeller

İnsanların yüzünü yalayıp yakardı.

 

İlkbaharda ağaçlar,

Dallar da yapraklar,

Görülürdü tomurcuklar…

 

Kavaklık’ın ortasına kurulan Kavaklık kahvesi görünürdü bir saray yavrusu gibi.

Burada masalar kurulur, sandalyeler atılır, rakı şişeleri dizilirdi…

 

Kavaklık’ın ortasındaki Kavaklık kahvesi,  lokanta,  kahvehane, çay ocağı olarak işletilirdi.

Parası olanlar için tam bir dinlenme, eğlenme yeri idi.

 

Garsonlar beyaz gömlekli, kelebek kravatlı, kara yelekli,

Masalar arasında gezerek sesiz sedasız hizmet ederlerdi.

 

İlkbaharda Kavaklıkta bazen bozulur havalar…

Siyah bulutlar gökyüzünü kaplar;

Birdenbire şimşekler çakar,

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağar,

Eserdi fırtına gibi rüzgar,

Kavaklıktakiler sığınacak yer arar…

 

Kimileri sığınırdı tepsilerin, leğenlerin altına.

Kimileri sığınırdı Kavaklık kasrına…

 

Yağmurdan, fırtınadan sonra kimileri evine gider,

Kimileri de pikniğe devam eder..

 

Bir ilkbahar mevsimi Alleben Çocuğu’na bir arkadaşı:

“Hadi, seninle Kavaklık’ta çiğ köfte yapalım.

Bir güzel kafa bulalım!” der…

 

Arkadaşı ile birlikte; bakkaldan simit, kasaptan yarım kilo ince kıyılmış kara et, manavdan domates, yeşil soğan, biber gibi gerekli malzemeleri alırlar.

Bir şişe de Güzelbağ şarabını koyunlarına korlar,

Kavaklık’ın yolunu  tutarlar…

 

Alleben Çocuğu sorar:

“Etli çiğköfte yapacaksın ama hani köfte yoğuracağın tepsi!”

“Tepsiye gerek yok ki!”

 

“Köfteyi neye koyup yoğuracaksın?”

“Hepsi Kavaklık’ta hazır bekliyor.

Nasıl olduğunu da göreceksin…”

 

Birlikte Kavaklık’a gidilir.

Kesilmiş bir ağaç kütüğünün başına geçilir…

 

Avuçları ile Alleben deresinden su alarak tepsi gibi duran ağaç kütüğünü bir güzel yıkarlar.

Yıkadıktan sonra büyükçe olan ağaç kütüğünün üzerine eti, simidi, gereken diğer malzemeleri koyarlar.

 

Arkadaşı, yeşil soğanın kabuklarını soyar,

Cebinden çıkardığı çakı ile soğanları doğrar,..

 

Gerekenlerin saplarını keser.

Gereken suyu da akan dereden avuç avuç alarak köfteye döker,

Bundan sonra köfteyi yoğurmaya geçer…

 

Köfte kısa zamanda hazır olur.

Şarap şişesini açmak için şişenin tabanına vurulur…

 

Yoğrulan köfte ufak ufak topaklanarak kütüğün üzerine dizilir.

Şarap şişesi kafaya dikilir,

Etli çiğ köfte meze olarak yenir…

 

Bu arada Kavaklık’ın derinliğinde

Sevgilisini özleyen bir genç türkü söylemekte…

 

Yoğurt koydum dolaba, ellere vay

Bugün başım kalaba ellere vay

Seni doğuran ana ellere vay

Olsun bana kaynana…

 

Ellere canım ellere vay

Giymiş pembe şalvarı

Sallanır saçakları

Yerlere vay…

 

Ellere canım ellere vay…

Av. Hayri Balta, 1.10.2008

xxx

15

ALLEBEN’LE İLGİLİ YAZIŞMALAR:

Fevzi Can,

Önce sevgi…

 

Sözünü ettiğim ALLEBEN (KAYBOLAN CENNET) başlıklı yazıyı sunuyorum.

Bu yazı aynı zamanda yazının planı sayılır. Anlata anlata Kavaklıktaki Batalhüyük’e kadar çıkıyorum…

 

Çıkarken bazı olayları anlatıyorum…

Kimi kişilere değiniyorum.

 

Aşağıdaki görüldüğü şekilde betimleme yapıyorum.

 

Bak hele bu anlatım sana nasıl geliyor?

Eren Bilge, yazım kuralları bakımından eksikler varsa kırmızı kalemle belirt, diyor…

 

Sevgilerimle,

Eren Bilge, 24.8.2008

x

Sevgili Ustam,

“Alleben, Kaybolan Cennet” ana başlıklı yazını aldım. Hepsi de altın değerinde.

Bunları sen izin versen de vermesen de “Gaziantep Kültür – Tarih” Dergisine vereceğim. Yazılara çok sayfa ayırıyorlar. O nedenle iki yazını aynı sayıda yayınlayabilirler.

Ancak dergide yazılar genellikle fotoğraflı oluyor. Bunun için Foto Mercek ile Abdullah Çitçi’den eski Tabakhane ile Alleben resimleri bulacağım. Yenilerini de ben çekeceğim. Kıyaslamalı fotoğraflarla birlikte yayınlansın.

Gaziantep’e bugün geldim. O nedenle sana vaat ettiklerimi daha yerine getiremedim. Bir iki gün içinde hem dergiyi, hem de kütüphaneden edinebildiklerimi sana yollayacağım.

Sevgi, saygı…

FEV, 24.9.2008

X

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi…

 

Alleben (KAYBOLAN CENNET) adlı romanın ilk bölümü ekli olarak sunulmuştur.

Bundan sonra Mezbaha’dan başlayarak Batalhüyük’e kadar Alleben betimlenecek yer yer; kişilere ve olaylara da yer verilecektir.

 

Bu romanın yazılışında en büyük yardımcı sizler (Yener kızımla) olacaksınız.

Çünkü bazen hastalığım nedeniyle hafızamı toplayamıyorum; bu nedenle de az da olsa  yazma ve noktalama kuraları gözden kaçıyor.

 

Gözüne çarpanları bildirmeni beklerim.

Bildirirsen,  sevinir teşekkür ederim.

 

Sevgilerimle,

Eren Bilge, 25.9.2008

+

Sevgili Hayri ağabey,

Yazın nefis olmuş…

Ellerine sağlık

Belgesel çalışmamda bu yazınızdan alıntı yapabilirim

Hayırlısıyla-sağlıkla

Nice güzelliklere

Antepten sevgiler

Nesrin, 2.10.2008

X

Sayın Meryem Güneş Hanım,

Her zaman olduğu gibi önce saygılar, sevgiler sunarım.

 

Yukarıda büyütülmüş fotoğrafımı gönderiyorum.

Daha da büyütmek isterseniz yolunu gösteriyorum.

 

Mousla fotoğrafın üstüne gel.

Sol tuşla, tuşla bir el.

 

Fotoğraf üstünden kare biçiminde şekiller çıkar.

Bu karelerden köşede bulunanın kulağından tutar

Sağa doğru çekersen fotoğrafı yayar,

İsteyen istediği büyüklükte bir fotoğraf yapar…

 

Küçültmek isterseniz de aynı işlemi yapabilirsiniz.

Böylece bir şekli istediğiniz biçime sokabilirsiniz…

 

Bu ara son bir düzeltme yapıyorum.

Bu yorgunluk için özür diliyorum.

 

  1. Bölümün 5. paragrafının ilk satırı şöyle olacak:

“Bu bostanlar yukarıda taaa Değirmiçem’deki Çiftçinin Harafı’na kadar uzayıp giderdi”

Sanırım bundan böyle düzeltme isteğim olmayacak…

 

Şimdi kalınız sağlıcakla,

Yeniden saygılar, sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 23.10.2008

X

Saygıdeğer Meryem Güneş Hanım,

Önce saygı, sevgi sunarım.

 

Alleben (KAYBOLAN CENNET) başlıklı yazımı yayınlayacağınızı duyunca.

Yazıyı yeniden gözden geçirdim boylu boyunca.

 

Gereken yerlerde eklemeler, düzeltmeler yaptım.

Son biçimini verdiğim yazıyı hemen yolladım.

 

Bir önce gönderileni silerek yerine bunu yapıştırın,

Derginizde bu son gönderdiğim biçimiyle yayınlayın.

 

Şimdi kalınız sağlıcakla,

Yyeniden saygılar, sevgiler sana…

Av. Hayri Balta,

+

Saygıdeğer büyüğüm Hayri bey,

Yazıyı bu şekilde alıyorum, ellerinize yüreğinize sağlık. Fakat göndermiş olduğunuz fotoğrafın boyutu çok küçük. O nedenle farklı bir ebatta bir fotoğrafınıza ihtiyacımız var. Göndermeniz bizi ayrıca mutlu eder.

Gaziantep dolusu sevgiler…

Meryem Eroğulları Güneş, 3.10.2008

X

Sayın Meryem Eroğulları Güneş Can,

Sana saygı sevgi candan…

 

Kargo ile gönderdiğin dergileri aldım.

Sana nasıl teşekkür edeceğim bilmem;

Çünkü çok memnun kaldım.

 

Daha inceleyemedim, yalnız kapaklarına baktım.

Ne denli güzel dergiler çıkarmış meğer bu Gaziantep’te…

Şaştım kaldım.

 

Kapaktaki kızların güzelliği dikkatimi çekti.

Eskiden Gaziantep’te böylesine güzeller yoktu?

Bunlar nereden çıktı?

 

Hepsi de inci tanesi gibi…

Güzel kızlar olmasa vatan sevilir mi?

Vatan için savaşılıp ölünür mü?

 

Okuduğum zaman görüşlerimi ayrıca bildireceğim?

Şimdilik bu başarınızdan ötürü sizleri tebrik edeceğim.

 

Aşağıda bu gün yazdığım bir yazı gönderiyorum.

“NEREDEN GELDİK NEREYE GİDİYORUZ?”

Sorusuna yanıt veriyorum.

TANRI’YA YAKINLIK KONUSU” da

Bitince göndermek istiyorum…

 

Elbette diyemem derginizde bunları yayınlayın

Bilirim Gaziantep’te ve de Türkiye’de

Çok olduğunu Molla Kasımların…

 

Şimdi kalınız sağlıcakla,

Yeniden saygılar, sevgiler,

Sana ve Dergi çalışanlarına…

Av. Hayri Balta, 13.11.2008

X

“NEREDEN GELDİK NEREYE GİDİYORUZ?”

ve

TANRI’YA YAKINLIK KONUSU

 

Felsefeciler, filozoflar, peygamberler “Nereden geldik nereye gidiyoruz?”  diye girerler söze.

Ancak verilen yanıtlar derde deva değildir; hiç biri girmez, giremez öze…

 

Bunlar gerçeği görecekleri yerde aramazlar

Bunlar gerçekleri göremeyecekleri yerde ararlar.

 

Kimileri “Allah’tan geldik Allah’a Gidiyoruz!” der.

Burada Allah’ın simgesi “Bilinemezliktir!”

 

Kimisi de “ölüm” olayını “Hakka Yürümek!” olarak ifade eder.

Oysa insan yaşarken; ya Hak’ka gider; ya da, Şeytan’a gider…

 

“Hakka yürümek” yaşarken söz konusudur.

Ölen insanın canı (Ruhu) da, bedeni de yok olur.

 

İnsan bir tiyatro oyuncusu gibidir.

Doğumla sahneye girilir; ölümle perde indirilir…

 

Somut bir örnekle konuya girelim.

“İnsanın gözyaşı nerden gelip nere gidiyor?”

Önce bunu görelim.

 

Duyduğumuz acı gözyaşı ile dışa yansır…

Sevinç göz yaşlarımız dışa süzülür….

 

Şimdi soruyu basite indirgeyelim…

Gözyaşı,  “Nereden gelip nere gidiyor?” diyelim.

 

Acı ya da sevinç duyduğumuzda gözümüz yaşarır…

Gözyaşımız, gözümüzdeki gözyaşı bezlerinde oluşur…

 

Göz yaşlarımızın geldiği yer belli oldu mu?

Artık gözyaşı nereden geliyor diye sorulur mu?

 

Gözyaşımız yanaklarımızdan süzülerek yere damlar.

Yere damlayan göz yaşlarımız toprağa düşmeden olur buhar.

 

Verdiğimiz bu örnek dursun aklımızın bir köşesinde…

Şimdi gelelim “Nerden geldik nere gidiyoruz?” tümcesine.

 

Sorunun yanıtı bütün canlıların erkeğindedir.

Bütün canlıların erkeği, ergenlik çağında, erbezlerinde sperm üretir.

 

Şimdi geldiğimiz yeri bulduk mu?

Spermin erkeğin erbezine başka yerden geldiğini duyduk mu?

 

Gözyaşı bezleri nasıl gözyaşı üretiyorsa; erkeğin erbezi de sperm üretiyor.

Üretilen bu erbezi ana karnında büyüyeceği yumurtaya ulaşmak için vakti saatini bekliyor.

 

Erbezindeki sperm canlıdır (ruh), çünkü hareket halindedir.

Ana rahmine düşeceği anı, bir sıvı içinde, kuyruğunu sallayarak beklemektedir.

 

Anlayacağınız erbezindeki spermin bedeni de ruhu da vardır.

Ruhun ana karnındaki cenine üç dört ay sonra geleceği sanılır…

 

Er bezindeki milyonlarca sperm yarışa hazırlanmaktadır.

Yarışın başlangıcı erkekle dişinin seviştiği andır…

 

Geldiğimiz yeri saptadık mı böylece?

İtirazı olan varsa bildirsin bize.

 

Erkek ile dişi bir araya gelince;

Emri hak vaki olup sevişince…

 

Spermler yayından fırlamış ok gibi yarışa geçer

İki milyon sperm içinde: en sağlıklı, en güçlü olan sperm; yarışı kazanarak ana rahmine düşer.

 

Geride kalan kardeşleri için kapı kapanmıştır.

Bunlar için ölüm, kapı kapanır kapanmaz başlamıştır.

 

Yarışı kazanan sperm dokuz ay on gün ana karnında yaşar ki; bu onun en mutlu dönemi…

Ömür boyu unutmaz ana karnında yaşadığı o mutlu günleri…

 

Gereken süre sonunda ana karnından dünyaya gelir.

Uzatmayalım, doğar, büyür, olgunlaşır, ölür…

 

Yaşam süresini de doldurunca insan…

Hoş bir seda olmalıdır kendisinden dünyaya kalan.

 

Ölünce toprağa verilir sade ya da şaşaalı bir törenle.

Yaşayanların ilgisi kalmaz artık ölenle.

 

Geldiği yer belli, gittiği yer belli şimdi.

Artık “Nereden geldik nereye gidiyoruz!” denir mi?

 

Özetle: Topraktan geldik toprağa gidiyoruz…

Bunu  Kutsal Kitaplarda da görüyoruz:

 

“19. Çünkü âdem oğulları­nın başına gelen, hayvanların başına da geliyor ve başlarına gelen şey birdir. İnsan  nasıl ölüyorsa, hayvan da öyle ölüyor. Hepsinin bir soluğu var ve adamın hay­vana üstünlüğü yoktur; çünkü hepsi boş.

  1. Hepsi bir yere gidiyorlar; hepsi top­raktandır ve hepsi yine toprağa dönü­yorlar.
  2. Adem oğullarının ruhu yukarı­ya çıktığını ve hayvanın ruhu aşağıya yere indiğini kim biliyor?
  3. Ve gördüm ki; adamın kendi işlerinde sevinçli ol­masından daha iyi bir şey yoktur; çün­kü onun payı budur, çünkü kendisinden sonra olacak şeyi görmek için onu kim geri getirecek? (Tevrat. Vaiz. 3/19-22)

 

Ne gördükse, ne yedik içtikse, Cennet de Cehennem de

Hepsi de buradadır yaşarız hepsini yaşadığımız süre içinde…

Nereden geldik nereye gidiyoruz konusuna da

Nokta koyduk böylece…

Eren Bilge, 13.11.2008

X

Sayın Meryem Hanım,

Önce saygı, sevgi sunarım.

 

Derginizin 16 sayı da geldi.

Hayri Balta, buna sevindi,

Teşekkür etti.

 

Ekte bir yazı gönderiyorum.

Bu yazıyı yayınlanması için değil;

Bilgi ve fikir edinesin diye gönderiyorum.

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Yeniden saygılar, sevgiler sana.

Av. Hayri Balta, 7.1.2009

X

Hayri bey merhaba,

Fevzi Günenç beyefendi bize sizinle ilgili bir röportaj metni gönderdi. Yalnız bu metinde Ankara’ya gidişinizden önce Gaziantep’teki yaşamınızla ilgili daha detaylı bilgiye ihtiyacım var. Örneğin 10 yaşından 25 yaşına kadar (Emin Kılıç Kale ile tanışmanıza kadar) neler yaptınız, neler yaşadınız. Yani isteğimiz Anteple ilgili anılarınız, duygularınız biraz daha uzun anlatılsın.

Konuyla ilgili sizden haber bekliyorum.

Saygılarımla,

Meryem Eroğulları, 12.1.2009

+

Sevgili Fevzi,

Önce sevgi.

 

Meryem Eroğulları’nın yazısı ekli.

Gençliğimle ilgili,

Ayrıntılı bilgi istedi…

 

Sordukları ile ilgili geniş bilgi var anılarımda.

Önce bu anılarımı tara.

Sonra, yerleştir bunları röportaja konu sorular altına.

Ondan sonra da gereken eklemeleri yaparım ben bunlara.

Böylece,

İstediği konuda ayrıntılı bilgi vermiş oluruz

Sayın Meryem  Eroğulları’na…

 

Bu konuda bana canla başla yardımcı olacağına eminim.

Bunu ne kadar çabuk yaparsan o kadar çok sevinirim.

 

Şimdi kal sağlıcakla,

Sevgiler yeniden sana..

Av. Hayri Balta, 12.1.2009

 

EK : 1:

X

GAZİANTEP ve KAVAKLIK

 

Gel de sevme bu kenti. Gaziantep’i severim. Doğduğum, ekmeğini yiyerek suyunu içerek büyüdüğüm kenttir. Kim sevmez doğduğu kenti. Hiçbir şeyi olmasa aynı havayı, aynı suyu paylaştığı insanları vardır.

Kentimle ilgili güzel bir şey okudum mu içime sinmez. Birileriyle paylaşmak isterim onu. İşte şimdi de Bülent Ağcabay’ın bir yazısı çıktı karşıma. “Kavaklık’tan küçük bir kesit” yazının adı.

Ağcabay’ı da da Gaziantep’im kadar çok severim. Sözü uzamayalım da şu boğazımdan geçmeyen yazıyı bir kez de sizinle birlikte okuyalım:

Ayıntab’ta eğlence ve meşk yaşamı eskiden beri iklim-iskan ve dinsel nedenlerle kentin belirli noktalarında yoğunlaşmıştır. Cumhuriyet öncesi kent yerleşimi, batı-kuzey çizgisi esas alındığında, bugünkü Akyol Mahallesi batı yönünde son yerleşim bölgesidir.

Gerek meskun olmayışı ve gerekse taban suyunun yakınlığı ve içinden Pancarlı-Kavaklık suyu adıyla akarak Maanoğlu Köprüsü’nden sonra Ayn’ülleben ismini alan derenin Kavaklığın içinden akmasıyla dahası, batı-kuzey yönünden esen serin rüzgârla “Yelli Gedik” olarak bilinen bölgeyle bitişik “Kavaklık Mesiresi” bu iklimsel özellikleriyle, neredeyse kentin tek eğlence-meşk yapılan yeri niteliğindeydi.

Kavaklık uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olarak, 1772 yılından günümüze kadar gelmiştir. Özellikle Gaziantep Belediye teşkilatının kurulmasından sonra, belediye başkanları Kavaklığı kentin nefes alacağı bir akciğer gibi görmüştür.

Yaklaşık 235 yıllık bir süreç içerisinde Kavaklık, özel mülk sahiplerinin bahçeleri istimlâk olunarak bu günkü sınırlarına kavuşmuştur.

Batalhöyük’ün kuzey batısında bulunan Kavaklık Mesire alanının 16 bin metrekarelik kısmı, “1772 yılında Fazileti Hakimşeri Molla Efendi ile Nakiyebüleref Kaymakamı (Nakiyp) tarafından 77 kişiden toplanan 100 kuruş karşılığında, Hacı Hanefizade Mustafa Efendi’den alınmıştır.

Kadı 56 kişiden 74.50 kuruş, kaymakam ise, 21 kişiden 24.50 kuruş toplanmıştır. Bu alanın eni 80 metre, boyu 200 metre olup, içinde bulunan ceviz ağaçları ise, Berber Hıdır ustanın varislerinden 10 kuruş karşılığında alınmış olup; bu alan Kır Kahvesi’nin yukarı tarafıdır.”

“Kavaklık mesire alanının oluşumunda, Faziletlu Külli Zade Efendi (Aksoy), Ali Efendi Zade (Kuzanlı, Işıtman), Kethuda Zade (Göğüş), Hacı Hüseyin Efendi. Battal Ağa Zade (Budak, Battal), Sadık Ağa, Bayram oğlu (Bayram), Molla Mehmet, Kazgözoğlu Hacı Yusuf, Bazzade (Bazoğlu), Hacı Ali, Hafaf söylemez ef. Misafir Zade, Mevlevi Şeyhi (Ocak), Keleşoğlu Molla Mehmet, Altunbaşoğlu, Hayırsizoğlu, Körpeoğlu, Kalenderoğlu, Molla Feyzullah, Burnu Delik oğlu, Kuluoğlu Hacı Mustafa, Helvacıoğlu, Fekle Zade, Beynamazcıoğlu Abdullah Çelebi, Şamşeyhoğlu (Ulusam), Ganemoğlu, Gercinli Zade Hacı Molla, Samlıoğlu (Samlı), Hıyamlı oğlu (Sayın), Güzelce Mustafa Ağa, Seyfeddinoğlu (Şahin), Davut Ağa Zade Battal Ağa (Battal), Kamalak Zade (Alpay), Mühsin Zade, Horkor Zade, Gani Zade, Hasırcıoğlu (Tüzün), İmam Zade, Badem Zade para yardımında bulunmuşlardır.

Satın alınan bu mülk o yıllarda kaymakamlığa bağlanmış, Gaziantep il olunca valiliğe daha sonra da mesire alanı olarak belediyenin mülkiyetine geçmiştir.

Birçok olaya canlı tanıklık eden Kavaklık, aşkın, hasretin, bakir duyguların nefesini hep hissetmiş, fikirsel ve bedensel yorgunluğun giderildiği, sevda türkülerinin, kahramanlık destanlarının dile getirildiği mekân olmuştur.

Özellikle kurulduğu günden bu yana memleketini seven her idareci Kavaklığa bir taş koymayı görev bilmiş, zaman içerisinde bu alan kentte ağaç sevgisinin doruğa çıkarıldığı vazgeçilmez bir dinlence yeri olmuştur.

Kavaklığın bugünkü görünüşüyle adı arasındaki uyumsuzluk hemen dikkatinizi çekecektir. Çünkü Kavaklıkta bir tek kavak ağacını görmekte güçlük çekiyoruz. Bugünkü sınırlarına ulaşana kadar Kavaklık zaman içerisinde belediyeler tarafından özel mülk sahiplerinden satın alınarak, bugünkü sınırlarına ulaşabilmiştir.

Kavaklıkla ilgili çalışma yaparken birçok kaynakta çelişkili kaynaklara rastladım. Şer-i Mahkeme Kayıtlarını Türkçeleştiren Güzelbey, Kavaklığın ilk temelini oluşturan sahipleri için farklı bir anlatımda bulunmaktadır.

“Antep suyunun şehre yetip arttığı günlerde derenin iki yanındaki tarlalarda kavak yetiştirildiği için bu ad verilmiştir. Kavaklığın bu gün kapladığı yer, vaktiyle Nur Ali Ağa adında ailesi Samsat’tan göçmüş hayırsever bir adamın özel mülkiyetinde iken, veraset yolu ile Battal Bey’e kalır.

Battal Bey de Antep kaymakamı bulunduğu sırada şehri terk eder. Belediye teşkilatı kurulduktan sonra da bu idarenin tasarrufuna geçer. Belediye, derenin iki tarafına söğüt ağaçları diktirir. Fakat adı da “Kavaklık” olarak devam eder.”(3)

Antep harbinde Fransızların karargâhı Amerikan Kolej binası idi. Kavaklık, Fransızların karargâhına çok yakın olması nedeniyle vatanseverler memleketlerini savunurken, bu mesire alanından sık sık faydalanmış ve Fransızlara saldırmışlardır.

Sözde medeni Fransızlar, “1920 yılında korkunç bir katliam yaparak kavaklıktaki tüm ağaçları keserek, bu ağaçları odun olarak soğuk kış şartlarında ısınmışlardır.” 25 Aralık 1921’de tekrar bağımsızlığına kavuşan Gaziantep’te ilk iş olarak çıplak kalan bu alanda ağaç bayramı düzenlemiş ve kavaklık tekrar canlandırılmaya çalışılmıştır.

1922 yılında düzenlenen Ağaç Bayramı nedeniyle tüm okullara her öğrenciye bir ağaç fidesi verilmiş ve bayramın birinci günü öğrencilere daha önce belediye görevlileri tarafından hazırlanan çukurlara fidelerin dikimi yaptırılmıştır.

Bayram sırasında kavaklıkta ağaç fidesi satışı da yapılmış, halk bu alanda satın aldığı ağaç fidelerini boş çukurlara dikmiştir. Fide satışı adeta bir yarışa dönüşmüş, “Heyeti Merkeziye Reisi, Eski Gaziantep Milletvekili Ferit Arsan, ‘Mustafa Kemal Paşa namına’ diyerek bir madeni altın verip, bir fidan alır.

Bunu gören Belediye Başkanı Mehmet Ali Bey (Kayaalp) Ferit beye hitaben: ‘Onu sana kim verir? Ben iki altın vereceğim’ der ve iki altın vererek fideyi Mustafa Kemal Paşa adına kendisi dikmek ister. Bu ilginç diyalog halk tarafından ilgiyle izlenir ve adeta bir müzayede yapılır.

Olaya tanık olan Heyeti Merkeziye Üyesi Kahraman Hacı bey, ‘Böyle olmaz, her arttıran arttırdığı parayı versin’ diye teklifte bulunur ve bu teklif kabul edilir.” Halk tarafından satın alınan fidanların hâsılatı ve müzayede sonunda kahramanlarımız adına dikilmek istenen ağaç fidelerinin geliri o gün belediyenin bayram için harcadığı masrafları karşılar.

Mustafa Kemal Paşa için o gün dikilen hatıra fide ise, eski adıyla “Kavaklık Kasrı”nın yakınında, bu alanın batısında bir çukura dikilmiştir. “İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir” gibi milli mücadele liderleri adına da o günün anısına birer fidan dikildi.

İşte bu gün gördüğümüz koca söğüt ağaçları, savaş sonu yapılan ve o zaman adına “Ağaç Bayramı” diye adlandırılan seferberliğinden kalmadır.

  1. Ali Kayaalp, Antep Harbi sonrasında Kavaklık Mesire yerinin yeniden yapılanması için önemli çalışmalar yapmıştır. Ağaç fidesi dikmek için öğrencileri teşvik ederek, çocukların ağaç dikimine katkıda bulunmalarını sağlamıştır.

Ağaç dikimi sırasında üzücü bir de olay yaşanır. Mesire alanı içerisinden geçen Alleben Deresi’nden karşıya geçmeye çalışan bir çocuğun, köprünün tahtalarından birisinin çürük olması nedeniyle gürül gürül akan dereye düşmesi ve kurtarılamayarak can vermesi aileleri tedirgin etmiştir.

Bu olay ağaç dikimine çocukları gönderen aileleri bir süre huzursuz etse de, kısa bir süre sonra ağaç dikme bayramının heyecanı kenti kurtaran Antepliler’in coşkulu katılımlarıyla hız kazanmıştır.

Kavaklık birçok olaya da tanıklık etmiştir. Gaziantep’te yaşamının bir bölümünü geçirenlerin dahi adı anıldığında anlatacak birçok Kavaklık anısı vardır. Sizlerle Kavaklığın bu günün değil de daha çok dününü paylaşmaya, o günkü anlatımlara yer vermeye çalışıyorum.

Tarihçi Ercüment Asaf Yanıç’tan dinlediğim bu Kavaklık anlatısını ilk duyduğumda kendimi biran Kavaklığın o gizemli dünyasında buldum.

“Had safhada bir kuraklık sonucu şehir yaşayanları ekinin kavrulması sıkıntısıyla ticaretin de durma sonucu kent içinde bilinen hacı hocalara başvururlar. Ancak yağmur yağmaz, sıkıntı büyür…

Sonunda esnaf loncalarının başındakiler ve eşraftan bir gurubun Kilis’te postnişin makamında bulunan Tarik-i Turuk (Nakşbendiyye-Kadiriyye-Yeseviyye) ve erdemli, yol gösterici, Mürşid Baytazzade Muhammed Vakıf Efendi’ye gitmesine ve onun bu sıkıntıdan kurtulunması için duasının istenmesine karar verilir…

Kilis’e varan Ayıntablılar dergaha kabul olunur; şeyh efendi onlara bakar ve,

“ – Neden buralara kadar geldiniz, şimdi gidiniz… Havalar müsait… Ayıntab’da ne kadar sazende, hanende varsa onları toplayın, nevaleyi neyi düzün ve Kavaklık’ta iyi bir meşk edin..” der…

Gurub şaşkın ve çaresiz Antep’e döner ve Şeyh Efendi’nin söylemine uygun bir mesire hazırlığına girişirler… Memlekette ne kadar sazende, ne kadar hanende varsa alıp Kavaklığa mesire çadırlarını kurarak  meşk ve eğlenceye dalarlar…

Birkaç gün sonra hanendelerden (şarkı söyleyen kadınlar) birisi, yöneticilerden birine bu eğlencenin bu defa hiç görülmemiş bu boyutlarda neden yapıldığını sorar; aldığı yanıt “Şeyh Efendi”nin isteği üzerine olduğu yolundadır…

O an hanende, diğer hanende ve sazendeleri toplar ve olup bitenleri onlara da haber vererek:

“ – Madem bu âlicenap ve ulu Şeyh Hazretleri böyle söylemiş, ben bu andan itibaren terk-i meslek eyledim” der, ve şehre dönmeye karar verirler.

Bu yolda olan tüm kadınlar ve sazendeler dönüş hazırlığına başladıklarında, o güne kadar görülmemiş bir yağmur başlar, her yer suya gark olur…

Bu rivayet Âli Âkif Efendi (Ali Baba)’ye izafe edilerek anlatılırsa da, zaten her iki zamanın erdem sahibi ve evliya mertebesindeki bu zatların hangisinin bu olayda olduğu da önemli sayılmamak gerekir. Zira ki, onlar “Vahdet Denizi”nde “bir” değiller midir?..” (7)

Kentin son elli yılında Kavaklığın Gaziantep kültüründeki yeri yadsınamaz. Gazianteplinin Arap kültüründen uzaklaşmaya çalışması ve kendi kültürüne dayalı “sahre” ve eğlence hayatının vazgeçilmez mekanı, diğer sahre alanlarıyla birlikte Kavaklık olmuştur. “

Sık ağaçlarla kaplı loş bir patika yoldan ilerlerler daha ilk adımımızı atar atmaz yüzümüze çarpan serinletici hava içinize huzur ve neşe verir. Güzel bir his sizi etrafınıza bakmaya teşvik eder. Burası tabiatın bütün nimetlerinden faydalanıyor. Su, temiz hava, bol güneş.

Akan Alleben deresinde yarının ümidi olan gürbüz Türk çocukları oynaşıyor. Ürken kurbağalar bağrışıp bu güzel manzaraya sesleriyle katılırlar.

Ağaçlarda öten çırçır böcekleri, bembeyaz açılmış papatyalara konup kalkan çalışkan arılar, çiçekten çiçeğe raks eden kelebekler, annesinin yanından ayrılmayan pamuk tüylü kuzu, hepsi hepsi birbiriyle uyum sağlar.

Her tarafı ağaçlarla çevrili bu güzel yerden esen rüzgâr vücuttaki bütün bitkinliği, yorgunluğu giderir. Şimdi herkesin arzusu güzel bir gün geçirmektir.

Kavaklık, artık yeşil çimenlerin üstüne yayılmış insanlarla tıklım tıklımdır. Herkes kendi âleminde kendi eğlencesindedir.

Burada her türlü insanla karşılaşabilirsiniz. 7’sinden 70’ine kadar herkesim. Gençler top oynar salıncaklar kurar, şarkılar söyler, ip atlar ağaçlara tırmanırlar. Anneler onlara yemek hazırlamakla meşgul olur. Görmüş, geçirmiş tecrübe sahibi nineler, dedeler, evlatlarına, torunlarına hatıralarını anlatırlar.”

1950’li yıllara gelindiğinde şehir nüfusunda hızlı artış görmekteyiz. Kavaklık mesire alanı, kentin ihtiyacına cevap veremeyecek duruma gelmiş ve belediye tarafından mesire alanı bir miktar daha genişletilmiştir.

Belediye Başkanı Nail Bilen, Maanoğlu Köprüsü’nden batıya doğru derenin iki yanındaki yerlerden istimlâk ederek, bu kısmın genişliğini eski gazino binasına kadar uzatırken, daha sonra göreve gelen Belediye Başkan Abdülkadir Batur zamanında ise,  Batalhöyük’e kadar olan kısım istimlak edilmiş ve boş arazi olan bu alana ilk iş olarak ağaç dikimi yapılmıştır.

İstimlâk edilen her arazi,  Gaziantep Ağaçlandırma Derneği tarafından boş yerlere binlerce fidan dikilmiştir. Necmi Bayram’ın Belediye Başkanlığı döneminde ağaçlandırma çalışmalarının daha hızlı bir boyut kazandığını görüyoruz.

O yıllarda mesire alanının tek gazinosu ise, bakımsız durumda hizmet vermektedir. Büyüyen ve sınırlarını genişleten bir kavaklık mesire alanı içerisindeki Kır Kahvesi ya da “Kavaklık Kasrı” döneme ayak uyduramamış, yeşillikler içerisinde ilgisiz köhne bir yapı haline gelmiştir.

O yıllarda masa, sandalye ve bunlara uygun eşyanın olmayışı nedeniyle müşterileri, küçük iskemlelerde ya da çimlerin üzerine serilmiş hasırların, kilimlerin üzerinde oturdukları, birçok anlatımda yer almaktadır.

Harp yılları geride kalmış, sosyal yaşantıda değişimler yaşanmaya başlanmıştı. Belediye Başkanı Necmi Bayram, 1957 yılında gazinonun işletmesini belediye bünyesine alır. 1960 yılına kadar belediye personeli tarafından eskiye oranla daha nezih bir ortam sağlanarak, Kavaklık Kasrı ve çevresi daha modern bir görünüme kavuşur.

Kavaklık’ın simgesi haline gelen “Kır Kahvesi”ni Kavaklık bütünselliği içerisinde almak gerekir. Tespit edebildiğim kadarıyla Kavaklığın temelini oluşturan alandan 125 yıl sonra, Fevzi Paşa tarafından 1897-1899 yılları arasında “Kavaklık Kasrı” yapılmıştır. Ermeni bir usta tarafından inşa edilen taş bina, bugüne kadar değişik hizmetler vererek günümüze kadar ayakta kalmayı başardı.

Antep Harbi sırasında Fransızların askeri amaçla kullandığı bu mekan, Kır Kahvesi, lokanta ve gazino olarak da uzun yıllar hizmet verdi. Özellikle 1960’lı yıllarda dönemin ünlü sanatçıları burada haftalarca program yapmıştır.

Bu sanatçılardan, “Ankara Radyo Sanatçısı Nevin Demirdöven, Şükran Ay, Neşet Ertaş”ın geldiği dönemlerde kalabalık topluluklara hitap etmişlerdir. O yıllarda Zeki Müren bir günlüğüne Kavaklık Gazinosu’nda bir konser vermiş ve izdiham denecek bir kalabalık topluluk Zeki Müren’i dinlemek için saatlerce beklemişti.

Zeki Müren bu konserin tüm gelirini o yıllarda çocuk esirgeme kurumunda kalan çocukların faydalanması için bağışlamıştır. Gazinonun işletmeciliğini Sinemacı Mehmet lakablı birisi çalıştırırdı. Daha sonra oğlu Eftal uzun yıllar gazinonun işletmeciliğini yaptı. O yıllarda enişte lakaplı bir de garson vardı. Eniştenin gerçek ismini kimse bilmezdi.”

Gazinonun işlerlik kazanması, kavaklıktaki ağaçların oluşturduğu renk cümbüşüyle bütünleşince, Kavaklık Gazianteplilerin vazgeçilmez sahre kültüründeki yerini almakta gecikmedi. Özellikle bu yıllar Gaziantep Sahre Kültürünün oluşumunda en etkin diyebileceğimiz yıllardır.

Bir çok şairin ilham kaynağı olan Kavaklık, doğa sevgisinin yanı sıra, sevgiliye yazılan içli namelerin, sohbetlerin, hasretlik duygusunun, şiir dizelerine döküldüğü vazgeçilemez mekân olmuştur.

Gaziantep’ten ayrılıp Ankara’ya yerleşen Şakir Sabri Yener, Güzelbey’e yazdığı mektubunda Kavaklığa olan hasretini şöyle dile getiriyor:

“Kuşlar cenneti Kavaklığın Sivas Halısı gibi nakışlı çimleri, çimenleri üstünde gezmenin, eğlenmenin hasretini çekiyorum. Pazar günleri bu eşsiz mesirede piknik yapanların âlemini görmek, gözümde tütüyor.”

Yener’in hasretlik duygusuyla yazdığı şiirden iki dörtlüğünü sizlerle paylaşmak istedim.

(…) Kavaklık’ta kaynıyor mu kazanlar?

Kasideler yazıyor mu ozanlar?

Kuşlar okuyor mu akşam ezanlar?

Söyle canım ne var ne yok Antep’te?

 

Kavaklıkta davullar çalıyor mu?

Antepli hayattan öç alıyor mu?

Çiğ köfteler lahmacunlar yiyor mu?

Söyle Cemil ne var ne yok Antep’te?

 

Ankara Atatürk Çiftliğinden yazan hocanın mektubuna Cemil Cahit Güzelbey de şöyle cevap veriyor:

Kavaklıkta sıra sıra tencere

Halılar serilmiş yeşillik yere

Üstte kuşlar altta ses verir dere

Sırsır’la kurbağa vurur mızrabı…

 

Adalar insandan denizdir taşlar

Kızlar kendir seker oğlanlar koşar

Her köme ayrı bir dünyada yaşar

Unutmuşlar günahı ve sevabı…

 

Sarımsak dişleri sanki kuyruktur

Taze göv soğanlar badem sucuktur

Kırmızı erikler lokum oluktur

Tüter mangallardan cartlak kebabı…

 

Künefe, baklava, helva ve börek

Ayran, cacık buzlu, lahmacun gevrek

Kuzu kızartması, ya o mübarek

Haykırır: “Gel çeşit çeşit aş kabı”

 

Alem ol alemdir devran ol devran

Yeter artık evden çıksın da ferman

Bizim ele doğru oluver revan

İşte hocam mektubunun cevabı…”

 

Gaziantep Büyükşehir Belediyesi tarafından 100. Yıl Kültür Parkı kapsamında, modern kent anlayışı içerisinde değerlendirilen Kavaklık Mesire alanı, yüz yıllardır yapılan çalışmaların neticesinde bugün kentin adeta akciğeridir.

Belki 1950’li, 60’lı yıllardaki gibi “sahre” kültürü, esnaf dayanışmasını bugün bu mekânda göremiyoruz ancak, modern belediyecilik anlayışıyla çocukların, gençlerin, sporcuların, sevdalıların ve memleket hasreti çekenlerin hala vazgeçemediği bir mekândır Kavaklık…

Fevzi Günenç

X

  1. 2

KAVAKLIK’TAN KÜÇÜK BİR KESİT !..

 

BÜLENT AĞCABAY

 

Ayıntab’ta eğlence ve meşk yaşamı eskiden beri iklim-iskan ve dinsel nedenlerle kentin belirli noktalarında yoğunlaşmıştır. Cumhuriyet öncesi kent yerleşimi, batı-kuzey çizgisi esas alındığında, bugünkü Akyol Mahallesi batı yönünde son yerleşim bölgesidir. Gerek meskun olmayışı ve gerekse taban suyunun yakınlığı ve içinden Pancarlı-Kavaklık suyu adıyla akarak Maanoğlu Köprüsü’nden sonra Ayn’ülleben ismini alan derenin Kavaklığın içinden akmasıyla dahası, batı-kuzey yönünden esen serin rüzgârla “Yelli Gedik” olarak bilinen bölgeyle bitişik “Kavaklık Mesiresi” bu iklimsel özellikleriyle, neredeyse kentin tek eğlence-meşk yapılan yeri niteliğindeydi.

Kavaklık uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olarak, 1772 yılından günümüze kadar gelmiştir. Özellikle Gaziantep Belediye teşkilatının kurulmasından sonra, belediye başkanları Kavaklığı kentin nefes alacağı bir akciğer gibi görmüştür. Yaklaşık 235 yıllık bir süreç içerisinde Kavaklık, özel mülk sahiplerinin bahçeleri istimlak olunarak bu günkü sınırlarına kavuşmuştur.

Batalhöyük’ün kuzey batısında bulunan Kavaklık Mesire alanının 16 bin metrekarelik kısmı, “1772 yılında Fazileti Hakimşeri Molla Efendi ile Nakiyebüleref Kaymakamı (Nakiyp) tarafından 77 kişiden toplanan 100 kuruş karşılığında, Hacı Hanefizade Mustafa Efendi’den alınmıştır. Kadı 56 kişiden 74.50 kuruş, kaymakam ise, 21 kişiden 24.50 kuruş toplanmıştır.

Bu alanın eni 80 metre, boyu 200 metre olup, içinde bulunan ceviz ağaçları ise, berber Hıdır ustanın varislerinden 10 kuruş karşılığında alınmış olup; bu alan Kır Kahvesi’nin yukarı tarafıdır” (1)

“Kavaklık mesire alanının oluşumunda, Faziletlu Külli Zade Efendi (Aksoy), Ali Efendi Zade (Kuzanlı, Işıtman), Kethuda Zade (Göğüş), Hacı Hüseyin Efendi. Battal Ağa Zade (Budak, Battal), Sadık Ağa, Bayram oğlu (Bayram), Molla Mehmet, Kazgözoğlu Hacı Yusuf, Bazzade (Bazoğlu), Hacı Ali, Hafaf söylemez ef. Misafir Zade, Mevlevi Şeyhi (Ocak), Keleşoğlu Molla Mehmet, Altunbaşoğlu, Hayırsizoğlu, Körpeoğlu, Kalenderoğlu, Molla Feyzullah, Burunu Delik oğlu, Kuluoğlu Hacı Mustafa, Helvacıoğlu, Fekle Zade, Beynamazcıoğlu Abdullah Çelebi, Şamşeyhoğlu (Ulusam), Ganemoğlu, Gercinli Zade Hacı Molla, Samlıoğlu (Samlı), Hıyamlı oğlu (Sayın), Güzelce Mustafa Ağa, Seyfeddinoğlu (Şahin), Davut Ağa Zade Battal Ağa (Battal), Kamalak Zade (Alpay), Mühsin Zade, Horkor Zade, Gani Zade, Hasırcıoğlu (Tüzün), İmam Zade, Badem Zade para yardımında bulunmuşlardır. (2)

Satın alınan bu mülk o yıllarda kaymakamlığa bağlanmış, Gaziantep il olunca valiliğe daha sonra da mesire alanı olarak belediyenin mülkiyetine geçmiştir.

Birçok olaya canlı tanıklık eden Kavaklık, aşkın, hasretin, bakir duyguların nefesini hep hissetmiş, fikirsel ve bedensel yorgunluğun giderildiği, sevda türkülerinin, kahramanlık destanlarının dile getirildiği mekân olmuştur. Özellikle kurulduğu günden bu yana memleketini seven her idareci Kavaklığa bir taş koymayı görev bilmiş, zaman içerisinde bu alan kentte ağaç sevgisinin doruğa çıkarıldığı vazgeçilmez bir dinlence yeri olmuştur.

Kavaklığın bugünkü görünüşüyle adı arasındaki uyumsuzluk hemen dikkatinizi çekecektir. Çünkü Kavaklıkta bir tek kavak ağacını görmekte güçlük çekiyoruz. Bugünkü sınırlarına ulaşana kadar Kavaklık zaman içerisinde belediyeler tarafından özel mülk sahiplerinden satın alınarak, bugünkü sınırlarına ulaşabilmiştir.

Kavaklıkla ilgili çalışma yaparken bir çok kaynakta çelişkili kaynaklara rastladım. Şer-i Mahkeme Kayıtlarını Türkçeleştiren Güzelbey, Kavaklığın ilk temelini oluşturan sahipleri için farklı bir anlatımda bulunmaktadır.

“Antep suyunun şehre yetip arttığı günlerde derenin iki yanındaki tarlalarda kavak yetiştirildiği için bu ad verilmiştir. Kavaklığın bu gün kapladığı yer, vaktiyle Nur Ali Ağa adında ailesi Samsat’tan göçmüş hayırsever bir adamın  özel mülkiyetinde iken, veraset yolu ile Battal Bey’e kalır. Battal Bey de Antep kaymakamı bulunduğu sırada şehri terk eder. Belediye teşkilatı kurulduktan sonra da bu idarenin tasarrufuna geçer. Belediye, derenin iki tarafına söğüt ağaçları diktirir. Fakat adı da “Kavaklık” olarak devam eder.”(3)

Antep harbinde Fransızların karargâhı Amerikan Kolej binası idi. Kavaklık, Fransızların karargâhına çok yakın olması nedeniyle vatanseverler memleketlerini savunurken, bu mesire alanından sık sık faydalanmış ve Fransızlara saldırmışlardır. Sözde medeni Fransızlar, “1920 yılında korkunç bir katliam yaparak kavaklıktaki tüm ağaçları keserek, bu ağaçları odun olarak soğuk kış şartlarında ısınmışlardır.” (4)

25 Aralık 1921’de tekrar bağımsızlığına kavuşan Gaziantep’te ilk iş olarak çıplak kalan bu alanda ağaç bayramı düzenlemiş ve kavaklık tekrar canlandırılmaya çalışılmıştır. 1922 yılında düzenlenen Ağaç Bayramı nedeniyle tüm okullara her öğrenciye bir ağaç fidesi verilmiş ve bayramın birinci günü öğrencilere daha önce belediye görevlileri tarafından hazırlanan çukurlara fidelerin dikimi yaptırılmıştır. Bayram sırasında kavaklıkta ağaç fidesi satışı da yapılmış, halk bu alanda satın aldığı ağaç fidelerini boş çukurlara dikmiştir. Fide satışı adeta bir yarışa dönüşmüş, “..Heyeti Merkeziye Reisi, Eski Gaziantep Milletvekili Ferit Arsan, ‘Mustafa Kemal Paşa namına’ diyerek bir madeni altın verip, bir fidan alır. Bunu gören Belediye Başkanı Mehmet Ali Bey (Kayaalp) Ferit beye hitaben: ‘Onu sana kim verir? Ben iki altın vereceğim’ der ve iki altın vererek fideyi Mustafa Kemal Paşa adına kendisi dikmek ister. Bu ilginç diyalog halk tarafından ilgiyle izlenir ve adeta bir müzayede yapılır. Olaya tanık olan Heyeti Merkeziye Üyesi Kahraman Hacı bey, ‘Böyle olmaz, her arttıran arttırdığı parayı versin’ diye teklifte bulunur ve bu teklif kabul edilir.” (5)

Halk tarafından satın alınan fidanların hasılatı ve müzayede sonunda kahramanlarımız adına dikilmek istenen ağaç fidelerinin geliri o gün belediyenin bayram için harcadığı masrafları karşılar. Mustafa Kemal Paşa için o gün dikilen hatıra fide ise, eski adıyla “Kavaklık Kasrı”nın yakınında, bu alanın batısında bir çukura dikilmiştir. “İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir” (6) gibi milli mücadele liderleri adına da o günün anısına birer fidan dikildi. İşte bu gün gördüğümüz koca söğüt ağaçları, savaş sonu yapılan ve o zaman adına “Ağaç Bayramı” diye adlandırılan seferberliğinden kalmadır.

  1. Ali Kayaalp, Antep Harbi sonrasında Kavaklık Mesire yerinin yeniden yapılanması için önemli çalışmalar yapmıştır. Ağaç fidesi dikmek için öğrencileri teşvik ederek, çocukların ağaç dikimine katkıda bulunmalarını sağlamıştır. Hatta ağaç dikimi sırasında üzücü bir de olay yaşanır. Mesire alanı içerisinden geçen Alleben Deresi’nden karşıya geçmeye çalışan bir çocuğun, köprünün tahtalarından birisinin çürük olması nedeniyle gürül gürül akan dereye düşmesi ve kurtarılamayarak can vermesi aileleri tedirgin etmiştir. Bu olay ağaç dikimine çocukları gönderen aileleri bir süre huzursuz etse de, kısa bir süre sonra ağaç dikme bayramının heyecanı kenti kurtaran Anteplilerin coşkulu katılımlarıyla hız kazanmıştır.

Kavaklık birçok olaya da tanıklık etmiştir. Gaziantep’te yaşamının bir bölümünü dahi geçirenlerin adı anıldığında anlatacak birçok Kavaklık anısı vardır. Sizlerle Kavaklığın bu günün değil de daha çok dününü paylaşmaya, o günkü anlatımlara yer vermeye çalışıyorum. Tarihçi Ercüment Asaf Yanıç’tan dinlediğim bu Kavaklık anlatısını ilk duyduğumda kendimi biran Kavaklığın o gizemli dünyasında buldum.

“..Had safhada bir kuraklık sonucu şehir yaşayanları ekinin kavrulması sıkıntısıyla ticaretin de durma sonucu kent içinde bilinen hacı hocalara başvururlar. Ancak yağmur yağmaz, sıkıntı  büyür…

Sonunda esnaf loncalarının başındakiler ve eşraftan bir gurubun Kilis’te postnişin makamında bulunan Tarik-i Turuk (Nakşbendiyye-Kadiriyye-Yeseviyye) ve erdemli, yol gösterici, mürşid Baytazzade Muhammed Vakıf Efendi’ye gitmesine ve onun bu sıkıntıdan kurtulunması için duasının istenmesine karar verilir…

Kilis’e varan Ayıntablılar dergaha kabul olunur; şeyh efendi onlara bakar ve,

“ – Neden buralara kadar geldiniz, şimdi gidiniz… Havalar müsait… Ayıntab’da ne kadar sazende, hanende varsa onları toplayın, nevaleyi neyi düzün ve Kavaklık’ta iyi bir meşk edin..” der…

Gurup şaşkın ve çaresiz Antep’e döner ve Şeyh Efendi’nin söylemine uygun bir mesire hazırlığına girişirler… Memlekette ne kadar sazende, ne kadar hanende varsa alıp Kavaklığa mesire çadırlarını kurarak  meşk ve eğlenceye dalarlar…

Birkaç gün sonra hanendelerden (şarkı söyleyen kadınlar) birisi, yöneticilerden birine bu eğlencenin bu defa hiç görülmemiş bu boyutlarda neden yapıldığını sorar; aldığı yanıt “Şeyh Efendi”nin isteği üzerine olduğu yolundadır… O an hanende, diğer hanende ve sazendeleri toplar ve olup bitenleri onlara da haber vererek:

“ – Madem bu âlicenap ve ulu Şeyh Hazretleri böyle söylemiş, ben bu andan itibaren terk-i meslek eyledim” der ve şehre dönmeye karar verirler. ..

Bu yolda olan tüm kadınlar ve sazendeler dönüş hazırlığına başladıklarında, o güne kadar görülmemiş bir yağmur başlar, her yer suya gark olur…

Bu rivayet Âli Âkif Efendi (Ali Baba)’ye izafe edilerek anlatılırsa da, zaten her iki zamanın  erdem sahibi ve evliya mertebesindeki bu zatların hangisinin bu olayda olduğu da önemli sayılmamak gerekir. Zira ki, onlar “Vahdet Denizi”nde “bir” değiller midir?..” (7)

Kentin son elli yılında Kavaklığın Gaziantep kültüründeki yeri yadsınamaz. Gaziantepli’nin Arap kültüründen uzaklaşmaya çalışması ve kendi kültürüne dayalı “sahre” ve eğlence hayatının vazgeçilmez mekânı, diğer sahre alanlarıyla birlikte Kavaklık olmuştur. “..

Sık ağaçlarla kaplı loş bir patika yoldan ilerlerler daha ilk adımımızı atar atmaz yüzümüze çarpan serinletici hava içinize huzur ve neşe verir. Güzel bir his sizi etrafınıza bakmaya teşvik eder.

Burası tabiatın bütün nimetlerinden faydalanıyor. Su, temiz hava, bol güneş.

Akan Alleben deresinde yarının ümidi olan gürbüz Türk çocukları oynaşıyor.

Ürken kurbağalar bağrışıp bu güzel manzaraya sesleriyle katılırlar.

Ağaçlarda öten çırçır böcekleri, bembeyaz açılmış papatyalara konup kalkan çalışkan arılar, çiçekten çiçeğe raks eden kelebekler, annesinin yanından ayrılmayan pamuk tüylü kuzu, hepsi hepsi birbiriyle tezat teşkil ederler.

Her tarafı ağaçlarla çevrili bu güzel yerden esen rüzgâr vücuttaki bütün bitkinliği, yorgunluğu giderir. Şimdi herkesin arzusu güzel bir gün geçirmektir.

Kavaklık, artık yeşil çimenlerin üstüne yayılmış insanlarla tıklım tıklımdır. Herkes kendi âleminde, kendi eğlencesindedir.

Burada her türlü insanla karşılaşabilirsiniz. 7’sinden 70’ine kadar her kesim. Gençler top oynar, salıncaklar kurar, şarkılar söyler, ip atlar ağaçlara tırmanırlar. Anneler onlara yemek hazırlamakla meşgul olur. Görmüş, geçirmiş tecrübe sahibi nineler, dedeler, evlatlarına, torunlarına hatıralarını anlatırlar.” (8)

1950’li yıllara gelindiğinde şehir nüfusunda hızlı artış görmekteyiz. Kavaklık mesire alanı, kentin ihtiyacına cevap veremeyecek duruma gelmiş ve belediye tarafından mesire alanı bir miktar daha genişletilmiştir. “Belediye Başkanı Nail Bilen, Maanoğlu Köprüsü’nden batıya doğru derenin iki yanındaki yerlerden istimlâk ederek, bu kısmın genişliğini eski gazino binasına kadar uzatırken, daha sonra göreve gelen Belediye Başkan Abdülkadir Batur zamanında ise,  Batalhöyük’e kadar olan kısım istimlak edilmiş ve boş arazi olan bu alana ilk iş olarak ağaç dikimi yapılmıştır.” (9)

İstimlak edilen her arazi,  Gaziantep Ağaçlandırma Derneği tarafından boş yerlere binlerce fidan dikilmiştir. Nemci Bayram’ın Belediye Başkanlığı döneminde ağaçlandırma çalışmalarının daha hızlı bir boyut kazandığını görüyoruz. O yıllarda mesire alanının tek gazinosu ise, bakımsız durumda hizmet vermektedir. Büyüyen ve sınırlarını genişleten bir kavaklık mesire alanı içerisindeki Kır Kahvesi ya da “Kavaklık Kasrı” döneme ayak uyduramamış, yeşillikler içerisinde ilgisiz köhne bir yapı haline gelmiştir.

O yıllarda masa, sandalye ve bunlara uygun eşyanın olmayışı nedeniyle müşterileri, küçük iskemlelerde ya da çimlerin üzerine serilmiş hasırların, kilimlerin üzerinde oturdukları, birçok anlatımda yer almaktadır.

Harp yılları geride kalmış, sosyal yaşantıda değişimler yaşanmaya başlanmıştı. Belediye Başkanı Necmi Bayram, “1957 yılında gazinonun işletmesini belediye bünyesine alır. 1960 yılına kadar belediye personeli tarafından eskiye oranla daha nezih bir ortam sağlanarak, Kavaklık Kasrı ve çevresi daha modern bir görünüme kavuşur.” (10)

Kavaklık’ın simgesi haline gelen “Kır Kahvesi”ni Kavaklık bütünselliği içerisinde almak gerekir. Tespit edebildiğim kadarıyla Kavaklığın temelini oluşturan alandan 125 yıl sonra, Fevzi Paşa tarafından 1897-1899 yılları arasında “Kavaklık Kasrı” yapılmıştır.

Ermeni bir usta tarafından inşa edilen taş bina, bugüne kadar değişik hizmetler vererek günümüze kadar ayakta kalmayı başardı. Antep Harbi sırasında Fransızların askeri amaçla kullandığı bu mekan, Kır Kahvesi, lokanta ve gazino olarak da uzun yıllar hizmet verdi. Özellikle 1960’lı yıllarda dönemin ünlü sanatçıları burada haftalarca program yapmıştır.

Bu sanatçılardan, “Ankara Radyo Sanatçısı Nevin Dömirdöven, Şükran Ay, Neşet Ertaş”ın geldiği dönemlerde kalabalık topluluklara hitap ederlerdir. O yıllarda Zeki Müren bir günlüğüne Kavaklık Gazinosu’nda bir konser vermiş ve izdiham denecek bir kalabalık topluluk Zeki Müren’i dinlemek için saatlerce beklemişti. Zeki Müren bu konserin tüm gelirini o yıllarda çocuk esirgeme kurumunda kalan çocukların faydalanması için bağışlamıştır. Gazinonun işletmeciliğini Sinemacı Mehmet lakablı birisi çalıştırırdı. Daha sonra oğlu Eftal uzun yıllar gazinonun işletmeciliğini yaptı. O yıllarda enişte lakaplı bir de garson vardı. Eniştenin gerçek ismini kimse bilmezdi.” (10)

Gazinonun işlerlik kazanması, kavaklıktaki ağaçların oluşturduğu renk cümbüşüyle bütünleşince, Kavaklık Gazianteplilerin vazgeçilmez sahre kültüründeki yerini almakta gecikmedi. Özellikle bu yıllar Gaziantep Sahre Kültürünün oluşumunda en etkin diyebileceğimiz yıllardır.

Bir çok şairin ilham kaynağı olan Kavaklık, doğa sevgisinin yanı sıra, sevgiliye yazılan içli namelerin, sohbetlerin, hasretlik duygusunun, şiir dizelerine döküldüğü vazgeçilemez mekân olmuştur.

Gaziantep’ten ayrılıp Ankara’ya yerleşen Şakir Sabri Yener, Güzelbey’e yazdığı mektubunda Kavaklığa olan hasretini şöyle dile getiriyor:

“..Kuşlar cenneti Kavaklığın Sivas Halısı gibi nakışlı çimleri, çimenleri üstünde gezmenin, eğlenmenin hasretini çekiyorum. Pazar günleri bu eşsiz mesirede piknik yapanların âlemini görmek, gözümde tütüyor.” (11)

Yener’in hasretlik duygusuyla yazdığı şiirden iki dörtlüğünü sizlerle paylaşmak istedim.…

Kavaklık’ta kaynıyor mu kazanlar?

Kasideler yazıyor mu ozanlar?

Kuşlar okuyor mu akşam ezanlar?

Söyle canım ne var ne yok Antep’te?

 

Kavaklıkta davullar çalıyor mu?

Antepli hayattan öç alıyor mu?

Çiğ köfteler lahmacunlar yiyor mu?

Söyle Cemil ne var ne yok Antep’te?

 

Ankara Atatürk Çiftliğinden yazan hocanın mektubuna Cemil Cahit Güzelbey de şöyle cevap veriyor:

 

Kavaklıkta sıra sıra tencere

Halılar serilmiş yeşillik yere

Üstte kuşlar altta ses verir dere

Sırsır’la kurbağa vurur mızrabı

 

Adalar insandan denizdir taşlar

Kızlar kendir seker oğlanlar koşar

Her köme ayrı bir dünyada yaşar

Unutmuşlar günahı ve sevabı

 

Sarımsak dişleri sanki kuyruktur

Taze göv soğanlar badem sucuktur

Kırmızı erik lokum lokum oluktur

Tüter mangallardan cartlak kebabı

 

Künefe, baklava, helva ve börek

Ayran, cacık buzlu, lahmacun gevrek

Kuzu kızartaması, ya o mübarek

Haykırır: “Gel çeşit çeşit aş kabı”

 

Alem ol alemdir devran ol devran

Yeter artık evden çıksın da ferman

Bizim ele doğru oluver revan

İşte hocam mektubunun cevabı” (12)

 

Gaziantep Büyükşehir Belediyesi tarafından 100. Yıl Kültür Parkı kapsamında, modern kent anlayışı içerisinde değerlendirilen Kavaklık Mesire alanı, yüz yıllardır yapılan çalışmaların neticesinde bugün kentin adeta akciğeridir. Belki 1950’li, 60’lı yıllardaki gibi “sahre” kültürü, esnaf dayanışmasını bugün bu mekanda göremiyoruz ancak, modern belediyecilik anlayışıyla çocukların, gençlerin, sporcuların, sevdalıların ve memleket hasreti çekenlerin hala vazgeçemediği bir mekandır Kavaklık…

1-       B. Şehir. Beld. Kült. Yay. 1989 – 2001 sf:106

2-       Kültür Der. Yayınları. 1969, C: 12, sf: 100

3-       a.g.e. 1963, C: 6, Sf: 259

4-       a.g.e. 1969, C: 12 Sf. 119

5-       a.g.e. 1969, C: 12, Sf: 151

6-       a.g.e. 1963, C: 6, Sf. 259

7- Yanıç, Ercüment Âsaf, Eylül, 2006, sohbet.

8-  Besnili, Şenol. GKD. Cilt:3, Sf:59, 60

9- Özer, Abdullah, Yöre Dergisi, Sf:6

10-a.g.e. sf:6

11- a.g.e. sf:7

11- Çengel, Osman ile Mayıs 2006 tarihinde yapılan görüşme.

12- GKD. 1964, Cilt 7, S. 140

Bülent Ağcabay

Gsm :  0.535-381.23.27

Email :  b.akcabay@mynet.com

X

ANTEP İKLİMİ

 

İnsanlar her çağda. Zamanı tanımak için yaşanan tecrübeleri kendilerinden sonra gelenlere anlatmaya çalışmışlar. Bu çalışmaları tekerlemeler katarak akıllarda kalmasını sağlamışlar. Bu günlere sayılı günler denir. Uzun yıllarda ataların kazandığı tecrübelerdir.

Antep’te Kış:

1- Kışın başlangıcı.

2- Kışın içi zomzomulu zamanı.

3- Kışın çıkışı olarak üç zamana ayırırlar.

Takvimlerde erbain yani kırk gün anlamında ayrıca zemheri denilir.

Hamsin yani elli gün zemherinin zahmeti diye adlandırılır. Toplam doksan gün eder.

İnsanlar Hızır’dan hep yaz ve bahar olmasını istemişler.

Hızır: “Hayır, yaradılışa aykırı olur!” demiş. “Ancak size sayılı günlerde kış olmasına yardımcı olurum. Bazı günlerde yazdan gün yaşamanızı sağlarım.” demiş. “Ancak siz ağaçları kesmez, yakmazsanız. Yeşilliği yok etmezseniz çevrenizi kirletip canlıları yok etmezseniz felaket gelmesini önlerim!..” deyip söz vermiş.

Aralarında kesim kesmişler, söz almışlar. Bu konuşma yani kesime Kasım demişler. Kesim (Kasım) günleri 8 kasımda başlar 179 gün 5 mayısa kadar devam eder.

Yaz günleri 6 Mayıs’tan 7 Kasım’a kadar 186 gün olarak sözleşmişler.  Kesimleri böyle olmuş…

Aralık ayının 11 inde Karakış girer. 12 gündür. Güneş aynı çizgide doğar batar. Köylerde “Güneş aynı yerinde duruyu…” derler.

Genelde yağışlı geçer. Soğuk ve don olabilir. Kar yağdığı yıllar olmuştur. 90 gün zemheri girer. 23 Aralıktan 31 Ocak’a kadar sürer.

Bu günlere Geneyik’te kışın zomzomulu geçtiği günler denir. Aynı zamanda tohum ekme zamanıdır. Çiftçi kurak geçmesini ister. Kızına ‘’Hayadı tozudarak süpürürsen sana çiçekli fistanla yeşil kadifeden örfan alırım.’’  dermiş derler.

Kızım hayad süpür, tozduğun göster

Baban kumaşçıya, fistanlık kes der

Çiftçi zemheride, kuraklık ister

Tohum ekimine, devam Antep’te

Bir Şubattan 22 Marta kadar zahmeti başlar  50 gün sürer. Bu günlerde havanın yağışlı olması istenir.

Zemherinin zahmeti 1 Şubattan 22 Marta kadar 50 gün sürer. Dört kısımda değerlendirilir.

1- Sadildabah veya Sadüzzebik; yani kesip devenin karnına girme. On iki buçuk gün sürer.

2- Sadilbelah veya sadilbeli; yani, çamur çipil olacağı belli anlamında. On iki buçuk gün sürer

3- Sadilsöğüt veya sadüssüut; yani,  söğüt tomurcuk verip yeşillenir ağaçlara su yürümesi.

4- Sadilkabayı veya sadilhabaya; yani, Çıkar kabayı, abayı. Böcekler, sürüngenler çıkar. Hava ısınmıştır.

5- Martın üç dokuzu başlar bundan sonra baharın güzelliği kendini
gösterir. Dağa, bağa, tarlaya giden aç kalmaz

Aralık Ocak aylarına yeddiye. Şubat Mart aylarına beşe. Nisan Mayıs aylarına üçe. Haziran Temmuz, Ağustos aylarına bire. Eylül, Ekim, Kasım aylarına sekize derler.ayrıca

Gaziantep’te; Yediye ocağın sonu ile Şubat’ın üç haftası.

Beşe Şubat’ın sonu ile Mart’ın üç haftası.

Üçe Martın sonu ile Nisanın ilk haftası

Bire Nisan’ın sonu ile Mayıs’ın ilk haftalarını gösterir.

Tohum ekerken ayın yeni çıktığı ilk günlerde ekim yapılmaz, bir süre beklenir.

Kavak ağaçlarının yapraklarını tepeden dökmeye başlaması kışın sert geçeceği anlamına gelir.

Koyunlar yüzünü güneye karşı dönerek yatarsa bu kısa süre içinde yağmurun yağacağı anlamına gelir.

Aralık ayı için dokuza deyimi kullanılmıştır. Ülker yıldızı Kasım ayı başında görülmeye başlar, Mayıs ayından itibaren görünmez olur.

OCAK

Kırk gün zemherinin, kırk gün zahmeti

Poyrazı dondurur, yok merhameti

Bazı sene sakin, nedir  hikmeti

Bahar havasında, yumuşak kışı

Şiddetli soğukla, kırk gün zemheri

Fırtına, karla, buz, kaplar her yeri

İnce, kat kat giyin, giyecekleri

Karakış bastırır, dondurur ocak

İki hafta Ocak, sonuna yakın

Bir hafta Şubat’ın, başına bakın

Çiftçi çiftini sür, bırakma sakın

Yeddiyenin yeli, ıslık Antep’te

Antep’ te Fırtınalı Günler

8 Ocak zemheri fırtınası. İğne deliği kadar yarıktan deve büyüklüğünde soğuk girer. Kış zorlu başlamalı, yumuşak bitmeli.

11 Ocak şiddetli fırtına damları keptiren çok kar yağar. Poyrazın buydurduğu. Öküzün mayısını (dışkısını) dondurduğu günler.

16 Ocak don olur çörtenlerden akan su meses gibi donar.

20 Ocak Güneş kova burcuna girer.

24-29 Ocak soğuk şiddetli fırtına.

30 Ocak zemheri sonu.

Kış güneşinin hoşluğuna kanmamalı.

Kar yılı var yılı. Gece yağar gündüz açar yılın hoşluğu. Gündüz yağar gece açar yılın puştluğu. Önünde kavurga kavurur (mısır patlatır). Arkasında poyraz kar savurur.

Ocak ayı ile Şubat ayının iki haftasına yeddiye derler. Tohum ekme zamanı.

Koyunlar kuzular.

ŞUBAT

Şubat’ın sonunda, Mart’ın başında

Beşenin selleri, siyeç taşında

Üçe hemen gelir, güller karşında

Yeddi, beşe, üçe, yaşar Antep’te

Cemre düşer ılık, söğüt uyanır

Su seğirtir bitki, yeşil boyanır

Dolu yağmaz ise, çağla dayanır

Çağlalar görünür, yersin Antep’te

Şubatın birin de, zemheri girer

Dört on iki günü say birer birer

Yağışla toprağa bereket siner

Fazlada korkutmaz zahmeti kışın

Yirmi Şubat Kasım yüz beşe erer

Cemre ilk közünü, havaya serer

Yedi gün say suya, toprağa girer

Zahmette yirmi beş, günüdür kışın

2 Şubat Barak fırtınadan devenin karnına girer.

5 Şubat ağaç dikim fırtınası.

11 Şubat soğuk ve don.

20 Şubat cemre havaya düşer yağmur yağışlı.

Güneş balık burcuna girer.

Kasım erer yüz beşe.

Acımazsa deli beşe

İtler doyar üleşe.

Sabırla beş günü yetiririm.

İti kölğüye yatırırım.

Kışı beyle bitiririm

27 Şubat cemre suya düşer. Leylekler gelir. Cemre Arapça ateş anlamına gelir. Cemreler yağışlı geçerse yıl yağışlı olacak demektir.

Sazak: İnce rüzgâr, soğuk esen poyraz.  Kışın sabaha karşı eser.

Baharın ilk ayında da esmeye devam eder.

Şubat sonu girer beşe

Bakma çiftten başka işe

MART

Soğuklar kırılır, bağlar budanır

Son cemre toprakta, bitki uyanır

Kırlangıçlar gelir, böcek canlanır

Kalem aşısı yap, Nevruz ilkbahar

Tedbiri bırakma, Şubat sonunda

Hava tekrar döner, Mart’ın onunda

Mart çıkar dert çıkar, yaz var yolunda

Güneş beri döner, gelir ilkbahar

Koz kavuran kocakarı soğuğu

Şiddetli soğuğun sonu olduğu

Yeşeren ağaçla tırtıl bolluğu

Son soğuk günleri Martta ilkbahar

Martın dokuzundan iki dokuz var

Kuzuyu, oğlağı, yavrular davar

Sayılı günlerle fırtına savar

Geneyikli bahar bitirdin kışı

Dahra sonu Mart’ta gelir zamanı

Sıcaklar soğuktan alır fermanı

Gece gündüz eşit, ara dermanı

Ülser, dertler azar korun ilkbahar

Soğuklar kırılır bağlar budanır

Son cemre toprakta bitki uyanır

Kırlangıçlar gelir böcek canlanır

Geneyik’te kalem aşısı  Mart’ta

Şubat’ın sonunda, Mart’ın başında

Beşenin selleri siyeç taşında

Üçe hemen gelir güller karşında

Yeddi, beşe, üçe, yaşar Antepte

2 Mart soğuklar kırılır.

6 Mart cemre toprağa düşer.

7 Mart ağaçlara su yürüme başlangıcı. Badem, erik kayısı çiçek açar

9 Mart bağ budama, kalem aşısı yapılır.

11 Mart’ın ilk dokuzu.

17 Mart Kocakarı soğuğu.

Yaşlılar hava ısındı diye sevinir dışarıda güneşe karşı otururlar. Bu günlerde yeniden hava soğur. Üşümeye başlarlar. Kırlangıç gelme fırtınası da olur.

19 Mart Zemheri zahmetinin sonu. Dahra zamanı. İsa bıçağı göğe çıkarır. Kasaplık hayvanlar kesilmez.

20 Mart, Güneş koç burcuna girer.

21 Mart Nevruz ilk bahar gece gündüz eşitlenir. Saba rüzgârı eser. Bu rüzgâr gece ile gündüzün eşit olduğu günlerde doğudan eser. Şairler hafif ve latif bulur. Sevgiliden estiği kabul edilir.

23 Mart koz kavuran soğuğu

26 Mart Çaylak fırtınası.

29 Mart fırtına… Ağaçlar yeşerir. Tırtıllar, böcekler, sürüngenler  canlanır.

Mart çıkmazsa dert çıkmaz derler.

Şubat yoksulu üzer.

Mart derisini yüzer.

Mart dokuzundan sonra dağlar misafir kabul eder.

Martın on beşi yaz, on beşi kış.

Mart’ın yazına puştun sözüne güvenilmez.

Mart Nisan ağlarsa çiftçi güler.

Mart ayı kışa çalar

Mart çift süreni durdurur

Güneşte iti soldurur

Mart Mart marıttı

Kuzuyu oğlağı ayırttı

NİSAN

Nisan yağmurları bereket saçar

Bülbüller ötüşür, lale gül açar

Çiçekler polenli, arılar uçar

Yazın belirtisi başlar Nisan’da

3 Nisan bereketli.

Martın üçüncü dokuzu ve sonu.

Nisan bulur yeddiyi yeli üşütür gövdeyi.

6 Nisan yaz biraz belli olur. Çiçekler açar bülbüller öter.

7 Nisan Zeynep Gergi’den dersinde sele gider. Zeynep’ e türkü yakılır

8-14 Nisan Meryem ana atkısını yerde sürür. Otlar diz boyunda toprağı bürür.

15 Nisan yağmurlu. garinin oğlağı sele gider. Yaşlı kadın Martın 27’sinde oğlaklarını dere kenarında yeşeren otları ile otlatır. Hava güneşli oğlakları hoplar zıplar gari sevinir. Mart ayına;

“Mart götüne barmağım.

Dingildesin oğlağım!” der.

Martın buna canı sıkılır. Nisan’a rica eder. “Bana iki gününü ver.”
der.

Nisan, Martın ricasını kıramaz. İlk beş günüm senin olsun der.

Gari yine oğlağını otlatırken şiddetli yağmur fırtına ile garinin oğlağını sel alır götürür.

Bu günlere garinin oğlağının sele gittiği günler denir. Antep halkı bu günlerde tedbirli olur.

Miladi ve rumi yıl ayları on iki gün farklı gün gösterir. Nisanın on üçü eski

Mart ayını birinci günü.

Yağmuru yel azdırır. Laleler, sümbüller çiçek açar.

19 Nisan Guguk fırtınası. Güneş boğa burcuna girer. Öküz soğuğu  fırtınalı. Sitti sevrin sonu.

26-28 arılar oğul vermeye, serçe yavruları yumurtadan çıkar.

‘’Mart yağar Nisan övünür. Nisan yağar insan övünür’’

Nisan yağar sap diklenir.

Mayıs yağar dane yüklenir  derler.

Bu aya beyin yayan yürüdüğü hatunun yavan yediği zaman derler.

Mart yetirir nisan öğünür.

Nisan yetirir mayıs öğünür.

En sonu insan öğünür.

Korkmam Mart’ın kışından.

Korkarım Nisanın beşinden

Nisan soğuğu insana kar gibi, hayvana kor gibi deyer.

Nisan Mayıs aylarına Çiftçi dilinde üçe denir.

MAYIS

Hızır, İlyas bilge, iki arkadaş Ölümsüz yaşarlar, evrene sırdaş

Abı hayat suyu, içmiş canla baş

Buluşur yaz başlar, Hıdrellez’de

Hıdrellez gelir kışında sonu

Yağmurlar kesilir, çapa, bel konu

Çöl rüzgârı eser, kırkın koyunu

Ülger doğar ısı artar mayısta

4 Mayıs çiçek fırtınası kesimin 180. Günü (kasımın) sonu.

6 Mayıs Hıdırellez. Hızır ile İlyas Hatay’ın Samandağı ilçesinde 6 Mayıs’ta buluşurlar. Buluştukları gün yaz başı sayılır. Bu güne Hıdırellez denir. Sahre yapılır kırda zaman geçirilir.

Akarsuya, Alleben’e dilekler yazılıp atılır. Gül ağacının altına çocuğu olmayan küçük beşik kor veya salıncak kurar, çocuğunun olmasını ister. Evi olmayan evcik yapar ev dileğinde bulunur. Akşamdan dama bir ölbe süt kor, süt yoğurt olursa dileğinin yerine geleceğine inanılır. Yağmur yağabilir.

9 Mayıs doğu rüzgarları eser. Mercimek yolması başlar.

13 Mayıs mevsimsiz soğuklar.

15 Mayıs arpa yolmasına başlanır.

16 Mayıs Filizkıran fırtınası.

20 Mayıs gül mevsimi.

21 Mayıs ülger doğar. Ülger fırtınası.

25 Mayıs çapa bel zamanı. Topraktan su çekilmeye başlar.

26 Mayıs bahur bahar rüzgârları sonu.

28 Mayıs koyun kırkım zamanı girer. Sam yeli eser.

30 Mayıs bevarih kabak meltemi eser. Mayıs yaza çalar

HAZİRAN

Bu yılın en uzun, dört günü erer

Yirmi bir Haziran uzun gün sürer

Yaprak aşısının zamanı girer

Uzun güne dur der, biter haziran

2 Haziran Fırtına.

3 Haziran Filiz Koparan fırtınası (3 gün). İlk haftadan sonra sıcaklar başlar.

10 Haziran Ülker Doğumu Fırtınası (3 gün)hasat başlar. Buğday yolması başlar

16 Haziran Güney rüzgârları esmeye başlar. Tahannebi üzümüne ben düşer.

Karalıklar da hafif kızarır ben düşmeye başlar.

21 Haziran en uzun gün.

22 Haziran Güneş Yengeç burcunda Fırtına gün dönümü.

27 Haziran Kızıl Erik Fırtınası (2 gün) yaprak aşısı yapılır.

29 Haziran yaprak fırtınası.

TEMMUZ

Temmuz başı beş gün eser sam yeli

Sıcaklıklar artar çok su içmeli

Yaprak aşılama sona ermeli

Hamlık olgunlaşır pişirir temmuz

1 Temmuz Yaprak Fırtınası.

3 Temmuz Sam Yelleri .

6 Temmuz Fırtına (2 gün).

9 Temmuz Çarh Dönümü Fırtınası (3 gün).

10 Temmuz Bevarih rüzgârlarının sıcak günlerin sonu.

11 Temmuz fırtına (2 gün)

16 Temmuz Fırtına (2 gün).

18 Temmuz sıcakların artması

20 Temmuz Gün Dönümü Fırtınası.

22 Temmuz güneş Aslan Burcu’nda.

25 Temmuz Fırtına (2 gün).

29 Temmuz üzümler olgunlaşır. Yaprak aşısı sonu.

30 Temmuz Kızıl Erik Fırtınası

AĞUSTOS

Çölden sıcak gelir, güççük gardaşı

En sıcak yeddi gün Ağustos başı

Fıstık üzüm kurur ambara taşı

Kışlık kurutmanın sonu Ağustos

En sıcak yeddi gün Agustos başı

Fıstık üzüm kurur ambara taşı

Sam rüzgarı esmez, bekleriz kışı

Kışlık kurutmanın sonu Ağustos

Sıcaklık oldurdu gitsin beklenir

Ağustosun onu yeri bellinir

Yirmide yerinde guyruk eklenir

Guyruk doğar koruk doğamaz yazda

Turfanda zamanı doğar terazi

Ülgerle ısınır taş, su, arazi

Kuyruk doğar serin, günün birazı

Görülen yıldızlar, işaret yazda

1 Ağustos ( Eyyamu bahur) en sıcak günlerin başlaması

7 Ağustos sabah namazı vaktinde parlak bir yıldız doğar, çok kısa bir zaman sonra kaybolur. Tüylü deve kuyruk doğduğunu bilir ve kükrermiş. Bu kükremeyi duyanlar “Kuyruk doğdu.” derlermiş. Yere, akşam dökülen su, sabaha kadar kurumazmış.

Doğdu kuyruk kalmadı koruk.

Veya:

Doğdu kuyruk doğmaz koruk derler.

Bu günlerde sıcaklardan her yer yanıyor deseler inan.

Sel sellemeye gitmiş deseler de inan.

Yılın en sıcak günleridir.

8 ağustos sıcak günlerin sonu.

12 Ağustos fırtına.

14 Ağustos Fırtına.

17 Ağustos Fırtına.

19 Ağustos Fırtına.

20 Ağustos Fırtına (2 gün) Leylekler göçe başlar.

22 Ağustos güneş başak burcunda.

23 Ağustos Sam Yellerinin sonu. 31 Ağustos Mihrican fırtına. Bu zaman-
da patlıcanların parlaklığı azalmaya başlar. Mihrican deymiş derler.

“Kuyruktan sonra ekilen darıdan.

Heriften sonra kalkan karıdan.” hayır gelmezmiş

EYLÜL

Eylülün içinde, değer Mihrican

Sıcaklar kırılır, serinler her can

Yapraklar dökülür, sapsarı mercan

Göçmen kuşlar kalmaz, uğurlar Eylül

Güneşin gittiği yol değişmez

Sıcaklığı fersiz bize yetişmez

Canlılar neşesiz, koşup, erişmez

Tamı kırk gün sürer, her yer kara kış

2 Eylül Mihrican Fırtınası.

7 Eylül Bıldırcın Geçimi Fırtınası

8 Eylül yaprak dökümü başlar. Koç ayrım zamanı.

13 Eylül Çaylak Fırtınası.

17 Eylül sıcaklar azalır.

19 Eylül Fırtına güz yağmurları

22 Eylül güneş terazi burcunda. Gece gündüz eşitlenir. Mahra
zamanı (üzümler mahrayla taşınır).

23 Eylül sonbahar gelir.

25 Eylül Fırtına.

28 Eylül sergi Fırtınası.

29 Eylül ağaçlardan su çekilme başlar.

30 Eylül Turna Geçimi Fırtınası

EKİM

Sıcakların sonu bağlar bozumu

Şiddetli fırtına bozar durumu

Bacayı temizlet attır kurumu

Yağmuru başlatır sonu ekimin

Artık mahra sonu gelme zamanı

Sıcaktan, soğuklar alır fermanı

Gece, gündüz eşit, ara dermanı

Ülser, dertler azar, korun sonbahar

Yeşillik kayboldu, çiçekler soldu

Dökülen yaprakla, park, bahçe doldu

Karınca, kelebek, arı yok oldu

Kış uykusu başlar, artık sonbahar

Ekim başlarında sıcakların sona ermeye başlar. Zeytinler, irileşip
morarmaya başlar. Narlar olgunlaştı. Bağ kesimi zamanı

3 Ekim Kuş Geçimi Fırtınası.

4 Ekim Koç Katımı Fırtınası

09 Ekim Yaprak Dökümü Fırtınası.

14 Ekim Meryemana Fırtınası

17 Ekim Kırlangıç Fırtınası.

18 Ekim Koz Kavuran Fırtınası.

20 Ekim çelikleme ve ağaç dikimi yapılır.

21 Ekim Bağ Bozumu Fırtınası-

23 Ekim güneş Akrep burcunda.

24 Ekim sular soğumaya başlar.

28 Ekim Balık Fırtınası.

31 Ekim zeytin budama budama zamanıdır.

KASIM

Kışı başlatarak yaz günü biter

Böcekler saklanır yere çiğ düşer

Son şire sıcağı bir hafta sürer

Ağaçların suyu gider Kasım’da

Kışın başlangıcı, sekiz Kasım’dır

Altı ay süreli hava hasımdır

Hıdırellez günü yaza basımdır

Kasım yüz elliye yaşarız kışı

2 Kasım Kuş Geçimi Fırtınası.

7 Kasım hızır-yaz günleri sonudur.

8 Kasım kış başlangıcıdır

11 Kasım son şire sıcakları.

12 Kasım Lodos Fırtınası.

17 Kasım Koç Katımı Fırtınası haşarat gizlenir.

22 Kasım güneş yay burcunda.

23 Kasım güney rüzgarları.

24 Kasım soğukların başlangıcı.

28 Ülker dönümü

ARALIK

On bir Aralık’ta karakış başlar

Sisli, karlı, donar toprakla taşlar

Soğuklar arttıkça hayat yavaşlar

Sisi, yağışıyla, gelir karakış

2 Aralık Ülker Dönümü Fırtınası.

4 Aralık Fırtına (2 gün)

6 Aralık Kuzey rüzgârları.

7 Aralık Zemherinin Fırtınası.

9 Aralık Karakış Fırtınası kıran geçiren. (10 gün).

19 Aralık Fırtına.

21 Aralık Gün Dönümü Fırtınası. Güneş oğlak burcunda

28-31 Aralık şiddetli rüzgarlar fırtına. Yeddiyenin yelleri eser…

Hasan Geneyikli’nin 10.5.2010 tarihli iletisinden…

16

  1. HAYRİ BALTA’NIN ÖZ GEÇMİŞİ…

 

1932 yılında Gaziantep’te doğdu. 10 yaşında iken annesi öldü. Babası, eşinin ölümüne dayanamayarak yaşama küstü. 

Çocukluğunun kış günlerini Gaziantep’in Tabakhane semtinde; yaz günlerini de Gaziantep’e yakın İbrahimli köyündeki bağlarında geçirdi. 

Yaz günlerinin gecelerinde kayan gök taşlarını görünce “Tanrım! Ölen annemi geri gönder!” diye dileklerde bulundu…

Dileklerinin yerine getirilmemesi üzerine sükut-u hayale uğradı ve Allah’ı aramaya başladı…

1945 yılında Gaziantep Lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında Türkçe öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” deyince, çok da istediği halde, utancından bir daha okula gidemedi…

Okula gidememesine karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuştu. Okuyamamış olmasının eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle kitaplar okuyarak gidermeye çalıştı. 

Okuldan koptuğu yıllarda geçimini dericilik, kilimcilik yaparak sağladı… Çalışmaktan artan boş zamanlarında futbol oynadı. Kendisi futbolu değil de futbol kendisini bıraktığı zaman futbol hakemlik kursuna bitirdi… 

Stajyer olarak yönettiği ilk maçta taraftarlarca geleneksel tezahürat yapılınca futbol hakemliğini bıraktı. 

25 yaşında Gaziantepli tasavvufçu, tasavvuf müziği ustası olgun insan Dindar Filozof Dr. Emin Kılıç Kale’den; Ahlak, tasavvuf, yaşam ve müzik dersleri aldı… O toplulukta kimi zaman tef vurdu ve kimi zaman da ney (nay) üfledi. 

Bu toplulukta “fırınlara girip çıktı”, “ölmeden önce öldü”, “yeniden doğdu”. Bu topluluğa “ölü” olarak girdi “diri” olarak çıktı. 

Dünya görüşü nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandı. 

Yargılama sonunda mahkeme: “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verdi. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” sayılan bir kişi oldu. Ne var ki aklanmasına karşın 10’a yakın işyerinden kovuldu. 10’a yakın ev değiştirmek ve sonunda Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldı…

1965 yılında, 33 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokuluna başladı. 1969 yılında dört yıllık olan bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdi. 

Gaziantep Akşam Lisesi 1. Sınıfında okurken “Kavmiyetçi ve Ümmetçi” kişilerce rahat verilmemesi üzerine 11 Mart 1971’de Ankara’ya göçtü. 

Gaziantep’ten ayrıldıktan bir gün sonra 12 Mart 1971’de Ordu, yönetime el koydu. Böylece 12 Mart’ın hışmından kurtulmuş oldu. Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydı başına gelecek vardı…

Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydını yaptırdı ve Genel-İş Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman, bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebeci ve daktilo olarak çalıştıktan sonra muhasebe şefliğine getirildi. 

Gündüzleri çalıştı, akşamları okula gitti. 4 yıllık Anafartalar Akşam lisesini bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Akşam Türkçe Bölümüne kaydını yaptırarak derslere gidip gelmeye başladı. 15 gün sonra yaşının geçmiş olduğu gerekçesiyle okuldan kaydı silindi. 

Bunun üzerine yılmadı bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra 1974’te Ankara Hukuk Fakültesine girmeyi başardı ve hem çalışıp hem okuyarak 1979 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi ve bir yıl da staj gördükten sonra 1980 yılında (48 yaşında) avukatlığa başladı. 

Hukuk Fakültesi öğrencisi iken, 27 Mart l977’de, ölüm döşeğindeki babaannesini görmek için gittiği Gaziantep’te, gece yarısı evinin önünde, faşistlerce kurşunlandı… Sağ göğsünden giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıktı. 15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlatarak yeniden yaşama döndü. Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını hisseder ve düşlerinde yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uyanır…

Avukatlık yaptığı sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularından oldu.

İlk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görevli iken 11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirince kalbinin % 70’i çalışamaz bir duruma geldi. ADD’deki görevinden ayrıldı ve doktorların sözü üzerine avukatlığı bıraktı. O günden bu güne değin de evinde yazarlık yapmaktadır…

Yaşamı boyunca emeğinden başka geliri olmadığı için eşi ve dört çocuğu ile geçim zorluğu çekti. Ankara’da iki kışı, ailesi ile birlikte, odunsuz, kömürsüz, elektrik sobası ile geçirdi…

65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadıktan sonra babaannesinden kendisine kalan trilyonlar değerindeki taşınmazları, kendisine yeteri kadarını ayırdıktan sonra, dört kızına bıraktı…

Şu an dört kızından 6 torunu bulunmaktadır. Torunlarından biri Amerika’da bir üniversitede Siyaset Bilimi hocalığı yapmaktadır. Biri de İnşaat Fakültesini bitirmiş olup bir şirkette inşaat mühendisi olarak çalışmaktadır… 

Yaşamı boyunca, hastalığında bile, bir Aydınlanmacı olarak düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışmıştır. Laikliği savunmak için birçok dava açmış ve bu davalardan birinin sonucunda da ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ kurulmuştur.

Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hemen hemen hepsine günlük yazı verdi. Kimisi kapandığı için, kimisinden de, bir süre sonra, yazılarına yer verilmediği için, ayrıldı. 

Ankara’da ise Barış ve Ulus gazetelerinde ve kimi dergilerde yazdı. 

Bu günkü tarih itibariyle basılmış 31 kitabı vardır. Bu kitaplar parasız dağıtılmaktadır… (Kitapların listesi aşağıdadır…)

2000 yılından beri www.tabularatalanayalanabalta.com adresli Sitesinde aydınlanma savaşı vermektedir…

Düşünce ve inanışlarından ötürü hakaretlere, küfürlere ve tehditlere karşın; bireyciliğe karşı toplumculuğu,  dine karşı bilimi, şeriata karşı cumhuriyeti, teokrasiye karşı laikliği, vahye karşı aklı, yaratılış teorisine karşı evrim teorisini, ruhçuluğa karşı maddeciliği  savunmuştur…

Ne var ki çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılır…

Av. Eren Bilge, 19.11.2014

17

TABULARA TALANA YALANA BALTA YAYINLARI:

(Alfabetik olarak)

 

  1. Allah Denince 1/6
  2. Allah Denince 2/6
  3. Allah Denince 3/6
  4. Alleben (Kaybolan Cennet) -Anılar 5-
  5. Aşağılık Maymun -SSS 2-
  6. Aydınlanma
  7. Aydınlara Mektup
  8. Bir Aydın Adayı -Anılar 1-
  9. Cambaz –Cambaz 32-
  10. Emanet
  11. Erenlerin Dünyası
  12. İncil’den
  13. Kaygılarım
  14. Kızma Yok
  15. Kuran’a Akılcı Bir Bakış (Kuran’dan)
  16. Laiklerin El Kitabı
  17. Laikliği Benimsemeden…
  18. Laiklik Bir Yaşam Biçimidir
  19. Misyoner’e Yanıt
  20. Muhbir ve Tertipçilerim –Anılar 2-
  21. Muzır’dan Kes!.. -Öykü 2-
  22. Röportaj ve … -Anılar 3-
  23. “Sanal Katılım” ve “Taç’a atılanlar”
  24. Sırların Sırrı
  25. Son Nokta –Anılar 4-
  26. SSS 1/23
  27. Taç’a Atılanlar
  28. Takvimlerden
  29. Tanrı’ya Yakınlık
  30. Tevrat’tan
  31. Yitmiş Bir Adam -Öykü 1-