TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

TABULARA, TALANA, YALANA
BALTA

IRKÇILIĞA, SÖMÜRÜYE, ŞERİATA
HAYIR!..

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA
+
e-mail adresi:
hayri@tabularatalanayalanabalta.com
site adresi:
www.tabularatalanayalanabalta.com
X

EVRENİN YARATILIŞI
”Klasik olarak, Big Bang teorisi, evrenin tüm parçalarının aniden genişlemeye başladığını kabul eder. Ama evrenin tüm parçaları genişlemeye nasıl aynı anda başlayabilmişlerdi? Emri veren kimdi?
Andrei Linde, kozmoloji profesörü.
Evrenin yaratılışı, bundan bir asır önce, astronomların önemli bir bölümü tarafından gözardı edilen bir kavramdı. Bunun nedeni ise, 19. yüzyıldaki bilim anlayışının, evrenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımını benimsemesiydi. Evreni inceleyen bilim adamlarının çoğu, zaten sonsuzdan beri var olan bir maddeler bütünüyle karşı karşıya olduklarını sanıyor ve evren için bir “yaratılış”, yani başlangıç olduğunu akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Bu “sonsuzdan beri var olan evren” fikri, Batı düşüncesine materyalist felsefe ile birlikte girmişti. Eski Yunan’da gelişen bu felsefe, maddeden başka bir varlık olmadığını savunuyor ve evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini öne sürüyordu. Aslında materyalizm, Ortaçağ’da Kilise’nin hakim olduğu dönemde rafa kaldırılmıştı. Ama Rönesans’tan sonra Batılı bilim ve fikir adamlarının yeniden Eski Yunan kaynaklarına merak sarmaları ile birlikte, materyalizm de yeniden kabul görmeye başladı.
Materyalist evren anlayışını Yeni Çağ’da ilk kez savunan kişi ise, ünlü Alman düşünür Immanuel Kant oldu.
Kant, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın mümkün sayılması gerektiğini öne sürdü. Kant’ın yolunu izleyenler, sonsuz evren fikrini materyalizmle birlikte savunmaya devam ettiler. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, evrenin bir başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki iddia, geniş bir kabul görür hale gelmişti. Karl Marx, Friedrich Engels gibi diyalektik materyalistlerin şiddetle sahiplendikleri bu iddia, 20. yüzyıla da taşındı.
Söz konusu “sonsuz evren” fikri, her zaman için ateizmle içiçe oldu. Çünkü evrenin bir başlangıcı olması, Allah tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu ve buna karşı çıkmanın tek yolu da, hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı halde, “evren sonsuzdan beri vardır” iddiasını öne sürmekti. Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm’in ünlü bir savunucusu haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabında, “sonsuz evren” modelinin geçerliliğine güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkıyordu:
“Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.”3
Politzer, yaratılışa karşı sonsuz evren fikrini savunurken, bilimin kendi tarafında olduğunu sanıyordu. Oysa bilim, çok geçmeden, Politzer’in “eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu kabul etmek gerekir” dediği gerçeği, yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğini ispatladı.
Evrenin Genişlemesi ve Big Bang’in Doğuşu
1920’li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllardı. 1922’de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann’ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.
Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları o zaman çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına bomba gibi düşecekti. O yıl California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.
Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. (Gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble’ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gökcisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin “genişlemekte” olduğuydu.
Kısa bir zaman önce Georges Lemaitre tarafından “kehanet” edilen bu gerçek, aslında yüzyılın en büyük bilimadamı sayılan Albert Einstein tarafından da daha önceden dile getirilmişti. Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak bu buluş karşısında son derece şaşıran Einstein bu “uygunsuz” sonucu ortadan kaldırmak için denklemlerine “kozmolojik sabit” adını verdiği bir faktör ilave etmişti. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istemişti. Ancak sonradan bu kozmolojik sabiti “kariyerinin en büyük hatası” olarak tanımlayacaktı.
Hubble’ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini doğurdu. Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde “tek bir nokta” ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, korkunç çekim gücü nedeniyle “sıfır hacme” sahip olacağını gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya “Big Bang” (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi.
Big Bang’in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre, evren “yok” iken “var” hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin “evren sonsuzdan beri vardır” varsayımını geçersiz kılıyordu.
“Sabit Durum” Denemesi
Big Bang teorisi, kendisini destekleyen delillerin gücü nedeniyle, kısa sürede bilim dünyasında kabul görmeye başladı. Ancak materyalist felsefeye ve bu felsefenin temelindeki “sonsuz evren” fikrine bağlı kalmaya kararlı olan astronomlar, Big Bang’e karşı direnmeye ve sonsuz evren fikrini ayakta tutmaya çalıştılar. Bu çabanın nedeni, önde gelen materyalist fizikçilerden Arthur Eddington’ın “felsefi olarak doğanın şu anki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi bana itici gelmektedir” sözünden anlaşılıyordu.4
Big Bang teorisinden rahatsız olanların başında dünyaca ünlü İngiliz astronom Sir Fred Hoyle geliyordu. Hoyle, bu yüzyılın ortalarında “steady-state” (sabit durum) adında, 19. yüzyıldaki sonsuz evren fikrinin bir devamı olan yeni bir evren modeli ortaya attı. Hoyle evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Bu modele göre, evren genişledikçe madde, gerektiği miktarda, birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu. Tek görünür amacı materyalist felsefenin temeli olan “sonsuzdan beri var olan madde” dogmasını desteklemek olan bu teori, evrenin başlangıcı olduğunu savunan Big Bang kuramıyla taban tabana zıttı. Sabit durum teorisini savunanlar uzunca bir süre Big Bang’e karşı direndiler. Ama bilim aleyhlerine işliyordu.
Big Bang’in Zaferi
1948 yılında George Gamov, Georges Lemaitre’in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang’e bağlı olarak yeni bir tez ortaya sürdü. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan belirli oranda bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı. “Olması gereken” bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları bir rastlantı sonucunda keşfettiler. “Kozmik Fon Radyasyonu” adı verilen bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eşyönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değildi, yani belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang’in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı. Penzias ve Wilson, Big Bang’in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar.
1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve onun Nasa Ekibi, Kozmik Geriplan Işıma Kaşifi Uydusu’nu (COBE) uzaya gönderdiler. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcıların, Penzias ve Wilson’ın ölçümlerini doğrulaması yalnızca sekiz dakika sürdü. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle evrenin başlangıcındaki büyük patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını gösterdiğini kanıtladı. Çoğu bilim adamı COBE’nin başarısını Big Bang’in olağanüstü bir şekilde onaylanması olarak yorumladı.
Big Bang’in bir diğer önemli delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang’den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplanmasıyla uyuşuyordu. Eğer evren, bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu.
Tüm bunlarla birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul gördü. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeliydi.
Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini savunan Dennis Sciama, ardı ardına gelen ve Big Bang’i ispatlayan tüm bu deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatır:
“Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu dönem içinde ben de bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için ‘sabit durum’ teorisini savunuyordum. Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.”5
Evreni Yoktan Kim Var Etti?
Big Bang’in bu zaferi ile birlikte, materyalist dogmanın temeli olan “sonsuz evren” kavramı da tarihe karışmış oluyordu. Peki o zaman Big Bang’den önce ne vardı ve “yok” olan evreni büyük bir patlama ile “var” hale getiren güç neydi?
Elbette ki bu soru, Arthur Eddington gibi diğer materyalistlerin de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani Yaratıcı’nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.
Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilimadamı ise, bugün evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı’nın, yani Allah’ın varlığını kabul etmiş durumdadır. Örneğin ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross evrenin Yaratıcı’sının tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle açıklar:
“Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı’nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı’nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar.”7
Yaratılışa İtirazlar ve Geçersizlikleri
Bu noktaya kadar incelediğimiz gibi, Big Bang’in evrenin yoktan var edilişi anlamına geldiği, yani yaratılışı ispatladığı açıktır. Bu nedenle de materyalist felsefeyi benimsemiş olan astronom ve fizikçiler, bu gerçeğe karşı koyabilmek için bazı alternatif açıklamalar getirmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri olan “sabit durum” teorisine önceki sayfalarda değinmiş ve bu teorinin aslında “evrenin yaratılması fikrinden felsefi olarak rahatsızlık duyan” birtakım bilim adamlarının umutsuz bir çabası olduğunu belirtmiştik.
Materyalistlerin getirmeye çalıştıkları diğer iki alternatif ise, Big Bang’i kabul eden, ama Big Bang’i yaratılış dışında yorumlamaya çalışan modellerdir. Bunların birincisi “açılır-kapanır evren modeli”, ikincisi ise “kuantum evren modeli”dir. Şimdi sırasıyla bu teorileri ve neden geçersiz olduklarını inceleyelim.
Açılır-kapanır evren modeli, Big Bang’i evrenin başlangıcı olarak kabul etmeyi bir türlü hazmedemeyen astronomlar tarafından ortaya atılmıştır. Bu modelde, evrenin Big Bang’den sonra tekrar kendi içine çökerek tek bir noktaya toplanacağı, sonra yeniden patlayıp açılacağı, tekrar kapanacağı ve bu döngünün sonsuza kadar devam edeceği öne sürülür. Yine bu modele göre Big Bang’den önce de sonsuz kez evren patlayıp büzülmüştür. Yani iddiaya göre evren ve madde sonsuzdan beri vardır, ama belirli zaman aralıklarında patlamalar ve sonra içine çökmeler yaşanmaktadır. Şu an içinde yaşadığımız evren ise bu kısır döngünün içinde yer alan sonsuz sayıdaki evrenden bir tanesidir.
Bu modeli ortaya atanların yaptıkları şey, sadece oturup “Big Bang’i nasıl sonsuz evren fikrine uyarlayabiliriz” şeklinde düşünmek ve bir senaryo yazmaktan başka bir şey değildir. Ama bu bilim dışı bir senaryodur, çünkü son 15-20 yılın araştırmaları, açılır-kapanır bir evren modelinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Çünkü, evren kendi içine çökecek olsa bile, bilinen hiçbir fizik kanununun böyle bir Büyük Çökme’yi geri çevirmesi ve evreni yeni bir Büyük Patlama ile yeniden oluşturması mümkün değildir.8
Bu modeli geçersizliğe uğratan en önemli faktör ise, eğer gerçekten evren sürekli kapanıp-açılıyor olsa bile, bu çevrimin sonsuza kadar süremeyecek oluşudur. Çünkü hesaplamalar, çevrimsel evrenlerin birbirlerine entropi aktaracaklarını göstermektedir. Yani enerji her evrende biraz daha yararsız hale gelecek ve her yeni “açılan” evren biraz daha yavaş açılıp biraz daha geniş bir çapa sahip olacaktır. Bu ise zamanda geri gidildiğinde giderek daha küçük evrenler olmasını gerektirecek ve yine bir “ilk evren”de kilitlenecektir. Yani eğer sürekli kapanıp-açılan evrenler olsa bile, bunların ilk başta yine yokluktan var olmaları gerekecektir.9
Kısacası “açılır-kapanır” sonsuz evren modeli, gerçekleşmesi fiziksel olarak imkansız bir fanteziden başka bir şey değildir.
Big Bang’i yaratılış dışında açıklayabilmek için öne sürülmüş olan ikinci model ise, başta belirttiğimiz gibi “kuantum evren modeli”dir. Bu teoriyi savunanlar, kuantum (atom altı) fiziğinde yapılan bir gözleme dayanarak bir senaryo üretmişlerdir. Kuantum fiziğinde, atom altı parçacıkların, boşluk (vakum) içinde aniden oluştukları ve yok oldukları gözlemlenmektedir. (Hani Lavoisier kanununda “hiçbir madde yoktan var olmaz, var olan madde de yok olmaz” diyorlardı ve bunu kendi inkarları için kullanıyorlardı ya, şimdi de o ilmi kanunun tam tersini iddia ederek yine inkar için kullanmaktalar. Kendileriyle ne kadar zıtlaşmaktalar.) .Bu gözlemi, “madde kuantum düzeyinde yoktan var olabilmektedir, bu maddenin kendine ait bir özelliktir” diye yorumlayan bazı fizikçiler, evrenin yaratılışı sırasında maddenin yoktan var olmasını da “maddenin kendine ait bir özellik” olarak tanımlamaya ve doğa kanunlarının bir parçası gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Bu kuantum modeli içinde, bizim yaşadığımız evren, çok daha dev bir evrenin bir atom altı parçacığı gibi yorumlanmaktadır.
Oysa kuantum fiziğine yapılan benzetme, kesinlikle ilgisizdir ve evrenin yaratılışını açıklamaktan uzaktır. Big Bang, Theism and Atheism (Büyük Patlama, Tektanrıcılık ve Ateizm) kitabının yazarı olan William Lane Craig, bu konuyu şöyle açıklar:
İçinde parçacıkların dalgalandığı (bir belirip bir yok olduğu) mekanik kuantum vakumu, aslında gerçek bir “vakum”, yani “yokluk” kavramından çok uzaktır. Bir kuantum modelinde sürekli olarak oluşup yok olan parçacıklar, var oldukları kısa süre için etraflarında bulunan enerjiden çalarlar. Bu “yokluk” değildir ve dolayısıyla madde parçacıkları da yoktan var hale gelmemektedirler.1o
Yani kuantum fiziğinde de aslında madde “yoktan var” hale gelmemektedir. Sadece ortamda var olan enerji, ani bir biçimde maddeye dönüşmekte, sonra bu madde dağılarak tekrar enerji şeklini almaktadır. Kısaca, “kendiliğinden yoktan var olma” gibi bir durum söz konusu değildir.
Ancak, bütün bilim dallarında olduğu gibi fizik alanında da, ateist bilim adamları çeşitli kritik noktaları ve detayları gözardı ederek, gerçekleri materyalist bakış açısına göre saptırmaktan çekinmemektedirler. Çünkü onlar için materyalizmin, dolayısıyla ateizmin ayakta tutulması bilimsel gerçeklerin ortaya çıkartılmasından ve açıklanmasından çok daha hayati bir önem taşır.
Üstte anlattığımız gerçeğin anlaşılması, kuantum evren modelinin çoğu bilimadamı tarafından reddedilmesine yol açmıştır; ünlü fizikçi C. J. Isham’ın ifadesiyle “teorinin önüne çıkan ölümcül zorluklar nedeniyle, kuantum evren modeli yaygın kabul görmemiştir”.11 Öyle ki bu model, bugün onu ilk kez ortaya atan R. Brout ve Ph. Spindel gibi fizikçiler tarafından bile terk edilmiş durumdadır.12 Kuantum modelinin son yıllarda ün kazanmış bir versiyonu ise, dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking’den gelmektedir. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabıyla ilgi toplayan modelinde, Big Bang’in “yokluktan var olma” anlamına gelmediğini iddia etmektedir. Big Bang öncesinde zaman olmadığı gerçeği karşısında ise, “hayali zaman” gibi birtakım kavramlar türetmiştir. Hawking’e göre Big Bang’in 10-43 saniyesine kadar sadece “hayali zaman” vardır ve gerçek zaman bu andan sonra ortaya çıkmıştır. Hawking’in umudu, bu “hayali zaman” kavramı ile Big Bang’den önce sadece “zamansızlık” olduğu gerçeğini reddedebilmektedir. Oysa “hayali zaman”, “bir odadaki hayali insanların sayısı” ya da “bir yoldaki hayali arabaların toplamı” gibi gerçekte sıfıra, yokluğa karşılık gelen bir kavramdır. Hawking bununla sadece bir kelime oyunu yapmaktadır. Hayali zamanla kurduğu matematiksel denklemlerin doğru olduğunu öne sürmektedir, ama bunun hiçbir manası yoktur. Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu, ünlü matematikçi Sir Herbet Dingle şöyle açıklar:
Matematiğin lisanı içinde, biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde, bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle ya da matematik dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek.13
Kısaca, matematikte soyut, teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez. İşte Hawking matematiğin bu soyut özelliğini kullanmakta ve hiçbir gerçekliğe karşılık gelmeyen varsayımlar üretmektedir. Peki acaba bu çabasının nedeni ne olabilir? Cevabı kendi sözlerinde bulmak mümkündür. Hawking, Big Bang’e alternatif olarak öne sürülen evren modellerinin çoğunlukla Big Bang’in “İlahi yaratılışı çağrıştırması nedeniyle” ortaya atıldığını kabul etmektedir.14
Tüm bunlar göstermektedir ki, Big Bang’e alternatif olarak öne sürülen; sabit durum teorisi, açılır-kapanır evren modeli, kuantum evren modelleri ve Hawking modeli gibi arayışlar, gerçekte sadece materyalistlerin felsefi ön yargılarından kaynaklanmaktadır. Bilimsel bulgular açıkça Big Bang’in doğru olduğunu ve “yokluktan var olma” anlamına geldiğini göstermektedir. Ve evrenin yoktan var edilmiş olması, Allah tarafından yaratılmış olduğunun kesin göstergesidir, ancak materyalistler bunu kabul edemezler.
Big Bang’e yönelik bu materyalist tepkinin bir örneği, materyalist bilim dergilerinin en ünlülerinden biri olan Nature’ın editörü John Maddox’un 1989 yılında yazdığı bir makalede ifade edilmiştir. Maddox, “Kahrolsun Big Bang” (Down with the Big Bang) başlığıyla yazdığı makalede “Big Bang’in felsefi olarak kabul edilemez olduğunu” çünkü “Big Bang ile birlikte teologların yaratılış fikrine güçlü bir destek bulduklarını” belirtmiş ve “Big Bang önümüzdeki on yılı çıkaramayacak” kehanetinde bulunmuştur.15 Oysa Maddox’un bu ümit dolu beklentisine rağmen, Big Bang o günden bu yana geçen 10 yıl içinde çok daha güçlenmiş, evrenin yaratılışını ispatlayan daha pek çok bulgu elde edilmiştir.
Bazı materyalistler ise bu konuda biraz daha “sağduyulu” davranmaktadırlar. Örneğin İngiliz materyalist fizikçi H. P. Lipson, yaratılışın bilimsel bir gerçek olduğunu “istemeden de olsa” şöyle kabul eder:
“Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu onaylamak zorundayız. Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz.”16
Sonuçta modern bilimin ulaştığı gerçek şudur: Madde ve zaman, her ikisinden de bağımsız olan, sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. İçinde yaşadığımız evreni var eden, sonsuz güç, irade, ilim ve kudret sahibi olan Allah’tır.
Kuran’ın İşaretleri
Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştirmiştir. Önceki sayfalarda sözlerini aktardığımız ateist felsefeci Anthony Flew’un ifadesiyle, “Big Bang ile birlikte “bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir.” “
Dini kaynaklar tarafından savunulan bu gerçek, evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğidir. Bu, bilimin keşfinden binlerce yıl önce, Allah’ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği mukaddes kitaplarda bildirilmiştir. Tevrat, İncil ve Kuran gibi İlahi kitapların her birinde, evrenin ve tüm maddenin Allah tarafından yoktan yaratıldığı haber verilmiştir.
Bu İlahi kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegane kitap olan Kuran’da ise, hem evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın biçimi konusunda bilgiler verilmektedir. 14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler 20. yüzyıl biliminin bulgularına tamaman paraleldir.
Öncelikle evrenin “yok” iken “var” hale geldiği, Kuran’da şöyle haber verilir:
“O (Allah) gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır…” (Enam Suresi, 101)
Zamanımızdan tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kuran’da bildirilen bir başka gerçek de, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğudur:
“O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiya Suresi, 30)
Üstteki ayetin Arapça orjinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin “birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen kelimesi ratk, Arapça sözlüklerde “birbiriyle içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki “ayırdık” ifadesi ise Arapça fatk fiilidir ki, bu fiil ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir.
Bu bilgiyle ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin ratk durumunda olduğu bir durumdan bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big Bang’in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görürüz. Yani her şey, bir başka deyişle tüm “gökler ve yer” bu noktanın içinde, ratk halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani dışarı çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır.
Kuran’da bildirilen bir başka gerçek ise, bilim tarafından ancak 1920’lerin sonunda fark edilen evrenin genişlemesi gerçeğidir. Hubble’ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya çıkan bu gerçek, Kuran’da şöyle bildirilir:
“Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat Suresi, 47)
Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü evren materyalistlerin sandığının aksine, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah’ın yaratmasıyla var olmuştur ve Allah’tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir.
NOT: Şahin kardeş, burada şunu anlatmalıyım ki: Kur’an ilimlere dayandırılarak anlatılmaz, zira Kur’an tabiat ilimlerini açıklamak için indirilmemiş, hayatın gerçeğini ve insanın bu gerçeğe dayalı vazifelerini bildirmek için bir öğüt olarak indirilmiştir. Yalnız kainatı yaratan Allah (c.c.) olduğu gibi Kur’anı da indiren O’dur. Bunun için son halini alarak kesinlik kazanmış (ispatlanmış) hiçbir ilim Kur’an ile çelişmez. Bazıları Kur’anda anlatılan mucizeleri ve asıl gayesini bilmediği bazı ayetleri İlme ters düşüyormuş gibi anlatırlar. Halbuki mucizeler zaten tabiat kanunlarını aştığı için mucizedir ve Allah’ın varlığının en büyük delillerindendir. Tabiat kanunlarını ancak tesbit edebilen insan bu kanunların üzerinde hüküm sahibi olan Allah’ın mucizelerine ağzı açık hayran hayran bakamaktan başka bir şey yapamaz. Kur’anın anlattığı Peygamber mucizelerinin (felsefi olarak yada tahmin ve zan ile değil) tarihen olmadığını ispatlayacak varsa buyursun ispatlasın..
________________________________________
NOTLAR :
2 Andrei Linde, “The Self-Reproducing Inflationary Universe”, Scientific American, vol. 271, 1994, s. 48
3 George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1989, s. 84
4 S. Jaki, Cosmos and Creator, Regnery Gateway, Chicago, 1980, s. 54
5 Stephen Hawking, Evreni Kucaklayan Karınca, Alkım Kitapçılık ve Yayıncılık, 1993, s. 62-63
6 Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL: Open Court Publishing, 1992, s. 241
7 Hugh Ross, The Creator and the Cosmos: How Greatest Scientific Discoveries of The Century Reveal God, Colorado: NavPress, revised edition, 1995, s. 76
8 William Lane Craig, Cosmos and Creator, Origins & Design, Spring 1996, vol. 17, s. 19
9 William Lane Craig, Cosmos and Creator, Origins & Design, Spring 1996, vol. 17, s. 19
10 William Lane Craig, Cosmos and Creator, Origins & Design, Spring 1996, vol. 17, s. 20
11 Christopher Isham, “Space, Time and Quantum Cosmology”, paper presented at the conference “God, Time and Modern Physics”, March 1990, Origins & Design, Spring 1996, vol. 17, s. 27
12 R. Brout, Ph. Spindel, “Black Holes Dispute”, Nature, vol 337, 1989, s. 216
13 Herbert Dingle, Science at the Crossroads, London: Martin Brian & O’Keefe, 1972, s. 31-32
14 StephenHawking, A Brief History of Time, New York: Bantam Books, 1988, s. 46
15 John Maddox, “Down with the Big Bang”, Nature, vol. 340, 1989, s. 378
xxx
16 H. P. Lipson, “A Physicist Looks at Evolution”, Physics Bulletin, vol. 138, 1980, s. 138
x
2. E-MAİL
13-08-2001
Sayın, sevgili kardeşim İlhami.
Türkiye’ye dönmüşsün. Memnun oldum. Hoş geldin demeye ayağına gitmek isterdim, fakat inan buna şu aralar vakit bulamıyorum. Biliyorum ki senin yolun buralara düşer. O zaman uğrarsan sevinirim. Müsait bir vakitte de bir araya gelip görüşebiliriz inşaallah. Benden bazı arkadaşların istifadesi için, inkarcıların meşhur bir sorusuna cevap yazmamı istemişsin. Öncelikle şunu belirteyim ki biz mü’minler hiçbir inkarcıya cevap yetiştirmekle vazifeli değiliz. Bizim vazifelerimiz belli. Kimse kendini başkasına cevap verme makamında görmemeli. Herkes kendisine düşen vazifeleri yapmalı. Şayet bu sorulara cevap verilecekse bir kısım bulandırılmış saf zihinlere aydınlık yolun gösterilmesi için verilmeli, yoksa tartışma ortamı çıkarıp bu ortamda muhatabı ilzam etmek için değil… Bu tipten soruların her seferinde Müslümanları meşgul etmesine fırsat vermek te doğru bir davranış olmaz. Bu sebeple yeni bir yazı kaleme almıyorum. Daha evvel yazılmış yazılardan gönderiyor, istifadenize sunuyorum. Kısmetse, inşaallah görüştüğümüzde daha detaylı konuşuruz..
Deniliyor ki: “ Allah (c.c) her şeyi yarattı (haşa) O’nu kim yarattı, Her şeyin sebebi O, O’nun sebebi ne?”
Kıymetli Dostum!.
Bu soruyu size soranlar biz Müslümanlardan; “Allah’ın (haşa) yaratıcısı şudur yada O’nun (haşa) sebebi budur.” şeklinde bir cevap bekliyorlarsa yanılıyorlar. Başta Allah’ın (c.c) sıfatlarını bilmekten ya da anlamaktan yoksunlar.. Bu soru kendi inandıkları tabiat ya da madde için sorulabilir ancak. Zira tabiat ve madde ilmi kaidelere göre kendi haricinde bir sebebe ve kanuna muhtaçtır. Bu kanunlar ve sebepler ise elbette bir kanun koyucuya ve müsebbib’e muhtaçtır. Fakat Allah (c.c) bir madde, bir kanun, ya da bir sebep değildir ki; (haşa) O’nu kim yaratmıştır, yada O’nun sebebi nedir? Diyebilelim.
Fakat gel gör ki; her şeyi madde de arayanlar, her şey’i kendi sınırlı ölçülerine, kendi gördüklerine ve bildiklerine benzetmeye çalışanlar. Allah’ı (c.c) da bir madde gibi algılamak isteyenler, O’nu da (haşa) laboratuarda incelenebilecek bir varlıkmış gibi değerlendirmek isteyenler madde haricine erdiremedikleri akıllarıyla böyle bir soruyu sorarlar.
Bilmezler ki; Yaratan, yaratılana benzemez. Allah (c.c) bir sanat değildir ki; “sanatkarı kim” diye sorulsun. İlim değildir ki “Alimi kim” denilsin. Kanun değildir ki “Bu kanunu kim koydu” denilebilsin. Sebep değildir ki: “müsebbibi kim” densin, Mahluk değildir ki; “Halık’ı kim” diyesin. madde değildir ki; “bağlı olduğu kanunlar ve sebepleri neler” denebilsin… O, hem Sani’ hem Alim, hem Kadir, hem Halık, hem Müsebbib-ül Esbap (Sebeplerin sebebi) olan ezeli ve ebedi bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum’dur. Zaman onun yarattığıdır ki, O’nu yarattığı zaman ile nasıl sınırlandırasın…
Bu soruyu soranlar her şeyden evvel bize (aklımıza nereden düşmüşse) Ezel ve Ebed kavramlarını açıklasınlar. Biz de “İşte Allah (c.c) ezeli ve ebedidir. Başlangıcı ve sonu yoktur” diyelim ne anlıyorlarsa anlasınlar.. Yada (Haşa) “Allah’ın sebebi kim?” diyenlere “Allah (c.c.) Müsebbib-ül Esbab (Sebeplerin sebebi) dır.” Diyelim de anlayabilirlerse ne demek istediğimizi anlasınlar.
Bu sorunun bir Müslüman’a sorulmasının saçmalığını belirttikten sonra böyle bir soruya daha evvel verilmiş bir cevabı naklediyorum size :
İnkârcıların ortaya attıkları sorulardan biridir. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet onlar, nâmütenâhîliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifâde edip etmemesini katiyyen değerlendiremezler. Bundan ötürü tereddüde düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebeptir; tıpkı herhangi bir sebep gibi!… Ve Allah’ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbebdir! (sonuçtur) Bu, bir yanlış kanâatın neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Allah, müsebbib-ül-esbâbdır ve varlığının evveli yoktur.
Bugüne kadar kelâmcılar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usûllerle ortaya koyarak “Müsebbib’ül-esbab” olan Allah’ın varlığını anlatmaya çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hülâsasını, bir iki misâlle anlatmakta fâide mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mâhiyetini bilmemenin ve Yaratıcıdan gaflet etmenin ifâdesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibâret olduğuna ihtimâl vermek doğru değildir. Böyle bir şeyi mümkün görüp ihtimâl vermek sırf bir aldanmışlıktır. Meselâ: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; Oksijen, hidrojen, karbon, azot … vs. gibi.. bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da kendilerinden küçüklere.. Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimâl vermek ve kainatın ve kainattaki mükemmelliğin bu yolla îzâh edileceğine inanmak bir aldanma ve mugalatadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe çalıyorsa… Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde âhenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, “Şu şundan, şu şundan, şu da şundan.” demek, herhangi bir meseleyi hâlletmesi şöyle dursun, bilâkis, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zirâ, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı “Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan “… düşüncesinin ilelebet sürüp gideceğine ihtimâl verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir Zâta vereceğimiz âna kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan bir Yüce Yaratıcıya isnat edilince mesele aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında fark yoktur.
Bunu böyle kabûl etmeyip de “o ondan, o da ondan… ” demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istifham ortaya çıkacaktır. Meselâ: Yağmur, buluta bağlı, bulut, zâit-nâkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine. o da suların mevcûdiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara… Böylece sebepler zinciri, belki birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine “şöyle de olabilir, böyle de” diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir nizam; bir âhenk ve birbiriyle münâsebet içinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla îzâh etmeye yeltenmekten başka, birde ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysa ki, her netîce için mutlaka makûl bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i makûl ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerâmeti olarak makûl hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir misâlle bu hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Siz, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorsunuz. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına… İlâ nihaiye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.
Bir başka nümûne, meselâ: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerrede sıfırların çoğaltılması katiyyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifâde etmektedir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve acizliği artırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhâl farz- sebeplerin müdahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından “tenasüp-ü illiyet” prensibine göre, sebeple netice arasında makûl bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata müsâit hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de makûl ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebep bulmak lâzım gelir.
Oysa ki, küre-i arzın hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, güneşe olan mesâfesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtivâ ettiği maslahatlar.. gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne; denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüzbinlerce hâdise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki; bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesâdüflere havâle etmek, aklın kendi kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.
Vâkıa, bu hususta, kelâmcıların “devir ve teselsül” yoluyla bütün sebepleri kesip biçtikten sonra, işi müsebbib’ül esbâb olan Allah’a ulaştırıp sonra da her şeye “mümkin’ül vücûd’ demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün illetlerin gidip O’na dayandığı zâta “Vacip-ül-vücûd” diyerek tevhide menfezler açmışlar ise de, onların elde ettikleri neticeyi daha selâmetli bir yolda elde etmek de mümkündür. Evet, Yüce Yaratıcının her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, Onun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. ilimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen kendine has diliyle Onun varlığını ilân etmekte ve Onu haykırmaktadır.
Bu mevzûda pek çok kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlere iktifâ ederek sadede dönüyorum.
Evet, her şey sonradan var olmuştur. Var edense Allah’tır. Allah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır. Yaratılan her şey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i ale’l-ıtlak’tır. Her şey gidip O’na dayanmakta, bütün karanlıklar îzâh edilemeyecek gibi görünen şeyler, Onunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe götüren de Odur. Artık, Ondan öte bir şey yoktur ki, O’na da bir sebep aransın!..
Bunu da yine bir basit misâlle îzâh etmeye çalışalım: Diyelim ki, trenin en arkadaki vagonunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; o, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle “kendi kendine hareket ediyor” deriz. Verilen bu misâller. Allah’ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten misâllerdir. Ne var ki, durmadan, lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya “işte sebeplerin bitişi” deyip suratlarına çarpacağız.
Burada zihinleri bulandıran diğer bir mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla îzâh edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimâlini vermesidir.
Bir kere ezel, gelmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, kentrilyon defa “kentrilyon” seneleriyle, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysa ki, sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabûl edilen bir mevzûdur. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dâir yıldızlar cesâmetinde ve güneşler parlaklığında binbir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münâkaşa yapılmayacak kadar açık ve bedîhîdir.
Binâenaleyh her şey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle, Yaratandan bahsettiği gibi, sönüp gitmesiyle de Onun evvel ve âhiri olmadığına delâlet etmektedir. Zîrâ, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, âhiri olmayacağı da zarûrîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen her şeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazariyle bakmaktayız. Ancak, kâinatların tedrici olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar. bir gün büzüle çekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet madde bugün var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:
Farz ediniz ki, İzmir’den kalkan bir tren, “50-55″ km. ötede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte “55” km.dir. Buna göre, trenimiz bu mesâfeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz katedilmedik “27.5” km.lik mesafesi kalmıştır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 km.nin ancak yansını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte katedebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, âdeta hiç bir zaman Turgutlu’ya ulaşamayacaktır: ‘Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.
Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve, Varlığı Kendinden olanın dışında her şey fenâ ve zevâl bulup gidecek, sadece O ve O’nun yaşamasını diledikleri kalacaktır
Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O’na yaratılmışlık isnâdı, yaratıcıyı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefâletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenâkuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet ilimlerin bu kadar geliştiği bugün, birinin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mânâ ve neticeleriyle sezip idrâk edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen bir kısım safderûn kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir. İşin doğrusunu ilmi her şeyi kuşatan Allah (c.c) bilir?
Sevgi ve saygılarımla…..
BİR KUL. 13.8.2001
xxx
27-08-2001.k.
Sayın Hayri Bey.
Selam, sevgi ve saygılarımla…
Bir aya yakındır yazışamadık. İnanın bu süre sizi özlememe sebep oldu, en son mektubu ben göndermiştim sanırım. Cevap gecikince sizi de merak ettim, inşaallah sağlık durumunuzda bir problem olmamıştır.. Ben ise bu arada mutat olarak yaptığım işlere devam ediyorum. Aile sorumluluğu, iş sorumluluğu, hayat sorumluluğu ve bütün bunların içine sirayet etmiş bulunan insanlık ve kulluk sorumluluklarını sırtımda taşıdığım mukaddes emanetler gibi görüyor, ve bu ağır yükün altında hayatıma devam ediyorum, Allah (c.c.) bu emanetin hakkını verebilmemizi nasib etsin, ve ondan sonra kaldırsın bu güzel yükü sırtımızdan.
Size cevaben yazdığım mailin ardından, başka arkadaşlara yazdığım bir kaç maili de gönderdim sizlere, normalde kişiye özel yazdığım mailleri başkasına gönderme alışkanlığım yoktur. Fakat siz benden zaman zaman sitenizdeki yazılarınızla alakalı yorumlar beklediğinizi bildirdiğinizden ben de konularımız dahilinde olan yazılarımı başkalarına yazmış olsam da size de göndermeyi yeğledim, bundan sonra da gönderirim kısmetse, sizin de o yazılara da ilgi göstermenizi dilerim.. Beni tanıyan bazı arkadaşlar nedense beni cevap makamı gibi görüyorlar, kendilerine sorulan ve akıllarına takılan sorulara bende cevap arıyorlar.. Onlara bu cevapların kendi içlerinde saklı olduğunu, araştırma, okuma ve tefekkür yoluyla onlara ulaşabileceklerini duyurmaya çalışıyorum. Ben kimim ki, ilmim ne ki her soruya cevap vereyim.. Hem her insanın kendi çapına göre yorumları olur, Kimisi okur inkar için yorumlar, kimisi okur iman için yorumlar, kimisi okur olmayacak şeyler yorumlar, kimisi eksik yorumlar kimisi olgun yorumlar. Fakat gerçek bir tane olur.. ve o gerçeği herkes kendi kabiliyetleriyle keşfedip yaşamalıdır.. Böylece bir tek gerçek farklı kabiliyetlerde tecelli etmiş olur.
Sayın Hayri Bey
Bu maili özlem gidermek için yazdığımdan uzatmayacağım. Sizden mail beklediğimi bildirir, hayırlı günler dilerim. Saygı ve sevgilerimle..
Ha bu arada bir site hazırlamaya niyet ettim, taslağı hemen hemen hazır fakat içeriğini özenle hazırlamam ve bunun içinde araştırma yapmam gerektiğinden internete biraz geç girecek sanırım. içeriği hazır olunca ve internette yayınlayınca size bildiririm, ilk ziyaretçilerimden olursanız sevinirim tabii.
BİR KUL 27.8.2001
xxx
31.8.2001.h.
Sayın Kul ve Evrimcilere Yanıt Verenlere:
Önce saygı, sevgi; çünkü yüce bir kavramdır sevgi.Sevgi ile nefret gündeme geldiğinde tercih edilmesi gereken yüce (Tanrısal)bir kavramdır sevgi…
Görüşlerimi açıklamaya başlamadan önce başıma gelen bir kazayı anlatmak istiyorum. Bilgisayarımın Hard diski çökmüş. Bilgisayrcılar öyle diyor. Önce Hard diski alıp götürdüler. Olmadı, bütün yazıların ve e-maillerin silinmiş dediler. Bir de kasası ile birlikte çalışalım dediler;kasasını da alıp götürdüler.Kendileri işin içinden çıkamadığı için başka şirketlere gönderdiler. Böylece 25 günüm verimsiz geçtiği gibi bütün yazılarım, gelen giden bütün e-maillerim ve de notlarım silindi gitti. Bu da beni umutsuzluğa ve yazmak isteksizliğine sürükledi…
Hard diskteki yazılarım silinip gittiği gibi yeniden de çalıştırılamadı. Yeni bir Hard disk almak zorunda kaldık. Bilgisayarım yeniden çalışmaya başlar başlamaz ilkin e-maillere baktım. Yanıt olmak üzere de bu ilk olarak bu yazıyı yazarak görüşlerimi açıkladım. Görüşlerimi açıklamaya başlamadan önce bütün dostlardan bir ricam olacak.Bu hard diskteki yazıların geri getirilmesi yolu yok mu? Bilgisayarı bulanlar bunu önlemek için de bir çıkış yolu bulmuşlardır.Eğer buna bir çare yoksa; E-mail kutularına bakarak benim gönderdiğim ve bana gönderilen e-maillerinizi yeniden gönderirseniz, böylece hiç olmazsa yazdığım ve bu yazılarıma karşı gönderilen yazıları kurtarmış olurum ki sevincimi tahmin edemezsiniz. Eğer gönderme zahmetine katlanılmazsa; ne yapayım, “kazaya rıza” der geçerim… Ne yapalım, başımıza bu da geldi…
İlkin e-mail kutusuna baktığımı söylemiştim. Sayın Kul dostumuz,sağolsun, İlham’i kardeşimize gönderdiği bir yazıyı bilgi için bana da göndermiş… Yazısında; evren,insan ve toplum dışında bir Tanrı’nın (Allah’ın) varlığını kanıtlamaya çalışarak şöyle diyor: “Allah; bir madde, kanun ya da sebep değildir…” ve “…madde olarak yoktur…” (yerinde bir görüş…) ve yine devamla “Herkes kendine has diliyle O’nun varlığını ilâln etmekte ve O’nu haykırmaktadır..” diyor.
Değme din adamları Sayın Kul’un yazdığı yazıyı yazamaz. Gösterdiği kanıtlar, ileri sürdüğü görüşler öyle gözardı edilecek görüşler değil…Büyük bir din bilgini olduğu, çok kitaplar incelediği kolayca anlaşılıyor.Daha önce de bir başka arkadaşına yazdığı yazıyı bilgi için bana göndermişti. Ne var ki o e-maili, dediğim gibi, silinip gittiği için kime yazdığını hatırlıyamıyorum. Ama aklımda kaldığı kadarı ile o yazı da kendisinin din konusunda büyük bir birikimi olduğu göstermektedir. Ancak bütün bilgileri şeriat mertebesinde. Din-i taklidi aşamasında… Oysa din konusunda ilerlemek, Tanrıya (Allah’a) erişmek için din-i tahkiki yoluna girerek bir mürşidin eteğine yapışmak gerekir. Bu yolda sebat ederek, fırınlarda yanarak, hakikat mertebesine ulaşıp marifet sahibi olmak gerek.
Hakikat mertebesine ulaşıp marifet sahibi olmayan kişi şeriat mertebesinde kalmaya mahkumdur. Mevlana; şeriat, tarikat ve hakikat konusunda şöyle der:”Şeriat, ham cevizin dıştaki yeşil kabuğudur. Yeşil kabuğun altında kahverengi sert bir tabaka vardır ki o da tarikata eş değerdir. Ama cevizin içindeki beyaz kısım vardır ki, asıl yenilecek kısmı olup bu da hakikat mertebesini simgler.”
Şeriat ve tarikat mertebesindeki çok okumuş ve bilgi sahibi olmuş kişiler için; benim mürşidim Dr. Emin Kılıç Kale, sık sık şöyle derdi: “Okumak deva değil; anlamak şifa değil. Kendine sen ey gönül başka bir tabîb ara!..
Bir e-mail de Evrimcilere yanıt verenlerden gelmiş.Bu e-maili gönderenlerin Harun Yahya topluluğu olduğunu sanıyorum. Onlarda şeriat ve tarikat mertebesinde olmak üzere; evrimcileri, laikleri, Masonları, Yahudileri hedef kitlesi seçmişlerdir. Onlar da Sayın Kul dostumuz gibi Allah’ın (Tanrı’nın) varlığını kanıtlama çabasına girmişler. Bunlar görüşlerini nefs-i emmare mertebesinde, kin ve nefretle, dile getirmektedirler ki bunun da gerçek din anlayışı ile bağdaştırmaya olanak yoktur.
Her kim ki insan kardeşinden mefret ederse; o, Tanrı’dan (Allah’tan) uzaklaşmıştır… İnsanlığa düşmanlık, kin ve nefret tohumları ekenler şeytana hizmet ederler. Geçmiş şeytanın oyununa gelenlerle doludur. Bunlar da Sayın Kul dostumuz gibi bir Tanrı’nın varlığını, evrim diye bir şey olmadığını, evrenin Allah tarafından yoktan var edildiğini ileri sürerek Allah’ın varlığını kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Ne var ki Mevlana Allah’la kul ayrımı yapanlara günümüzden yediyüz yıl önce şöyle demektedir. Mevlana’nın dininden ve din bilgisinden kuşku duyulamaz her halde. Bakınız o ne diyor:
“Halk =ben Tanrı’yım= demeyi bir dâvâ sanır; oysa, =ben kulum” demek, büyük bir dâvâdır; çünkü bunu diyen, iki varlık ispat eder: Bir kendisini, bir de Tanrı’yı ispata kalkışır. =Ben Tanrı’yım= diyen, kendisini yok etmiştir; yele vermiştir. Ben yokum, hep odur, Tanrı’dan başka varlık yotur, ben yokluktan ibaretim, hiçim der; bundan dolayı halk anlamaz. İşte buracıkta bir kişi Tanrı rızası için Tanrı’ya kulluk eder; kulluğu meydandadır. Tanrı için kullukta bulunur ama kendisini de görür, yaptığını da görür, Tanrı’yı da görür. O, suya batmamıştır, suda boğulmamıştır. Suda boğulan, o kişidir ki onda hiçbir hareket, hiçbir iş kalmaz; hareketi, suyun hareketinden suyun hareketinden ibarettir.”(M. CELÂLEDDİN RUM, FİHİ MÂ-FİH VE MECÂLİS-İ SEBA’dan SEÇMELER. Hazırlayan Abdülbâki GÖLPINARLI. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. 1000 Temel Eser Dizisi: 109. İkinci baskı, Eylül 1985. s. 40= Bu kitapta kullukla ilgili çok şaşırtıcı bilgiler verilmektedir…)
Sayın Kul da, Evrimcilere cevap verenler de Mevlana’nın deyimiyle büyük bir davaya girişmişlerdir. Var olanı ispatlamaya kalkışmak gibi zor bir iş yoktur. Kendilerine başarılar dilerim. Oysa önemli olan var olanı ispatlamak değildir. Önemli olan var olanı anlayarak yaşama uygulamaktır.
BURADA BİR TANRI TANIMI YAPMAK İSTİYORUM: “Tanrı, madde olarak yoktur, mânâ olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Somut olarak yoktur, soyut olarak vardır. Ruh olarak yoktur, simge olarak vardır. Zat (kişi) olarak yoktur, nitelik olarak vardır.”
Bu tanıma göre, öyle sanıldığı gibi, kitaplar ve peygamberler gönderen Tanrı yoktur. Bu söylemler mecaz ve simgesel anlatımlardır. Din edebiyatında geçen Tanrı, Cebrail, cennet-cehennem, Peygamberlik, Tanrı kitabı gibi dinsel terimler din edebiyatının deyimleri olup mecaz ve simgesel anlatımlardır. Bunları ancak dini tahkiki mertebesinde olanlar anlar. Ör. Mevlana gibi, Şeyh Bedrettin, Muhiddin Arabi, Hallaç-ı Mansur gibiler… Peygamberlerin, Tanrı sözü sanılan kitapların, ölümün ölümden dirilmelerinin, mecaz anlamda değil de gerçek anlamda anlaşılması,din bilgisinin yyokluğundandır. Büyük bir yanılgıdır. Bütün değindiğim bu aykırı görüşlerim, din ilminde, “Sırrullah” kapsamına girer. Bu tanrı bilgisi ise ancak avamın değil havasın uğraşısıdır…
Dediğim gibi: Kitaplar, Peygamberler din öğretisinde birer dinsel terimdir. Din edebiyatının konusudurlar. Din edebiyatını bilmeyenler; dinlerdeki meca ve simgesel anlatımları bilmeyenler,Tanrı bilgisine eremeyenler; atalarından, dedelerinden, çevrelerinden duyduklarını gerçek sanırlar ki bu dini taklidî mertebesidir. Bunlar, sanki Tanrı’nın yarattıklarına ulaşması için bir aracıya (Peygamber-Kitaplar-Cebrail vb.)gereksinim duyduğunu sanırlar.Bu yaratanın büyüklüğünü bilmemekten başka bir şey değildir.
Bütün din mensupları, dinlerinin tapınma kurallarına uyarak yalancı (kâzip) bir huzura ererler; ama, Mevlana’nın deyimiyle: “…kendilerini göremezler, yaptıklarını göremezler, Tanrı’yı göremezler…”. Tapınmaları yerine getirmekle Tanrı’dan ödül alacaklarını sanırlar. Tanrı ile hem hal olamazlar. “Su da boğulan o kişi…” olamazlar. Çoğu insanların yaptığı gibi kendi doğrularını insanlığa, hem de kılıç zoruyla, kabul ettirmeye çalışırlar. İşte kıyamet de bu yanlış anlayıştan doğmuştur ve devam etmektedir…Kuran-da yazılmıştır: “Ey Muhammed! Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir.” (K. 2/272)ve bir tane daha: “Ey Muhammed sen öğüt ver! Esasen bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin… Şüphesiz onların hesaplarını görmek de bize düşmektedir.” (K.88/21,22,26)Bu anlamda daha 10 tane tümce (ayet) vardır. İsteyene gösterebilirim.
Yukardaki ilk tümcede “Allah dilediğini doğru yola eriştirir” (K.2/272) tümceleri gibi tümceler daha çoktur. Örneğin: “Allah dilediğine hakikatları işittirir.” (K.35/22) ve bir tane daha: “Allah, dilediğini saptırır, dileğine de hidayet eder.” (K.K.6/39, 35/8)
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman din adamları toplu halde gayr-i müslimlerin ortadan kaldırılmasını isterler. Fatih’in yanıtı çok ilginçtir: “Bire gafiller Allah dinini kabul ettirmekten aciz mi ki onun yapmadığını ben yapayım..” der. (Bakınız Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabına…)
Dini taklididen kurtularak dini tahkiki yolunda ilerleyenler: Ehli kitab mensuplarını da, başka felsefede ve inanışta olanları ve olmayanları da hak görürler. Kimseyi inanışından dolayı aşağılamazlar. Sayın Kul dostumuzun da belirttiği gibi: “Herkes, kendine has diliyle onun varlığını ilân etmekte ve onu haykırmaktadır” derler; kâfiri de, münküri de, müşriki de hak görürler. Ve onlar; fasıkı da, kâfir,münafık, müşriki de, ateisti de, laiki de, ve diğerlerini de yaratanın bir tezahürü olarak görürler. Yunus Emre gibi:
“Yaratılmışı severiz yaratandan ötürü” derler…
Sırası gelmişken “Evrimcilerecevap” adı ile bana e-mail gönderenlerin bir yanılgılarına daha değinmek istiyorlar. E-maillerinde aynen: = Nitekim Kuran’da da bu gercek haber verilir ve “oluden diriyi cikarmanin”, yani cansiz maddeye can vermenin Allah’a ait oldugu aciklanir: “O oluden diriyi cikarir ve diriden oluyu cikarir, olumunden sonra da yeri diriltir. Iste siz de boyle cikarilacaksiniz. (Rum Suresi, 19″= (Yazıdaki yazma yanlışlarını düzeltmiyorum…)
Görüldüğü gibi bunlar Kuran’ı gerçek anlamı ile ele alarak yorumluyorlar. Oysa bu anlatımlar mecaz anlamda anlatımlardır. Ölünün dirilmesinden amaç: “Yanlış yolda olanların doğru yolu bulmalarıdır. Karanlıkta olanların aydınlığa çıkarak hidayete ermeleridir.” Yukardaki tümcede “Ölümünden sonra da yeri (toprağı) diriltir” deniyor. Yer (arz-toprak) ölür mü? Bu sonbaharda ve kışın topraktaki bitkilerin kurumasını ve çoğu hayvanların kış uykusuna yatmasını ve baharda yeniden zuhura gelmesini ifade eder.
Görüşümü kanıtlamak için bir tümceyi daha sergiliyorum: Örneğin Kuran-da şöyle bir tümce var: “Ölü iken kalbini diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi midir?” (K.6/122)
Bu tümce Ömer’in ölü iken (karanlıkta iken) dirildiğini (hidayete) erdiğini anlatır. Kutsal kitaplarda günah işleyen kişiye “ölü” denir. Yapılmaması gerekenleri yapanlar ölü olarak nitelenir. Kötülük yolundan (günahtan) dönenlere de “ölü iken dirildi denir.” Bu terimlerin ne anlama geldiğini bilmeden odin ilminde yürümeye çalışanlar kutsal kitaplardan hiçbir şey anlamazlar.
Görüşlerimi açıklarken duygusal davranmışsam, nefs-i emmareye uymuşsam, okuyanlardan özür dilerim. Amacım bana gönderilen e-maillere yanıt vererek görüşlerimi açıklamaktır. Okuyanlara düşünme ve araştırma yolu açabilmişsem ne mutlu bana…
Şimdi kalın sağlıcakla…
Saygın Balta. 31.8.2001
x

G Ü N C E L Y A Z I L A R: 5
“FARKINDA MISINIZ?
Kendi vücudumuz da dahil olmak üzere, “dış dünyayı tümüyle beynimizdeki duyu merkezlerinde algıladığımız” gerçeği 1000 yılda ortaya çıkarılan en büyük keşiftir.
Çünkü bu keşif, insanın “madde”ye bakış açısını kökten değiştirecek; “hayatı” yorumlayışını ve yaşayışını temelden etkileyecek somut gerçekleri ortaya koymuştur. Üstelik bu konu bir teori, bir görüş, bir felsefe veya bir düşünce tarzı değil, bilimsel olarak ispatlanmış kesin bir gerçektir.
Maddenin insan beyninde algılandığı gerçeği bizim şu sonuçlara ulaşmamızı sağlar:
1. Madde algı olarak beynin içindeki duyu merkezlerinde meydana geliyorsa, biz maddenin aslına asla ulaşamayız.
2. Beynin içinde, göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan işiten, buruna ihtiyaç duymadan koklayan, buruna ihtiyaç duymadan koklayan, dile ihtiyaç duymadan tat alan, ele ihtiyaç duymadan dokunan bir şuur vardır. Bu şuur Allah’ın yarattığı ruhtur.
3. Beynin kendisi de atomlardan oluşan bir madde olduğuna gere, gerçekte tüm maddeler (buna beyin de dahildir) yine aynı idrakte yani ruhta algılanırlar.
4. İdrakimizin dışına hiçbir zaman çıkamadığımız için, dışımızda ne olduğunu da hiçbir zaman bilemeyiz. Biz her zaman kopya varlıklara muhatap oluruz.
Materyalistlerin ısrarla gizlemeye çalıştıkları bu büyük gerçeği kavramak için Harun Yahya’nın “MADDENİN ARDINDAKİ SIR” adlı kaset veya VCD’sini mutlaka izleyin.
HARUN YAHYA” (AKİT, 10.4.2001, Okur Yapımcılık ilânı…)
Bu tür duyurular Akit gazetesinde her gün yer almaktadır. İsteyen arşivlere bakarak bu tür duyuruların hepsini okuyabilir. Konumuza açıklık getirmesi bakımından bir örnek daha vereceğim:
“TÜM MADDESEL VARLIKLAR ASLINDA SİZE GÖSTERİLEN HAYALLERDİR. BU BİR FELSEFE DEĞİL, BİZZAT YAŞAYARAK ANLAYABİLECEĞİMİZ KESİN GERÇEKTİR…” (AKİT,7.7.2000)
Bu duyuru uzun olduğu için buraya alamıyorum: Ancak bu duyurunun içindeki bir tümceyi de almadan geçemeyeceğim:
“…Hiçbir şeyin, insanın kendisi de dahil olmak, maddesel bir varlığı yoktur. Tek mutlak varlık, tüm bu algıları bizim için yaratan ve bize izlettiren, Rabbimiz olan Allah’tır.”
Farkında mısınız ne denli bilgisiz olduğunuzun? Dışımızda madde diye bir varlık yok. Bütün gördüklerimiz bizim hayallerimiz… Tıpta böyle düşünenler için “umutsuz vaka” denir ve derhal tımarhaneye gönderilir.
Biz olmasak bunların hiç birisi yoktur. Bütün bunlar bize o büyük ruh (Allah) tarafından izlettiriliyor. Öyle ise içinde bulunduğunuz yokluktan, yoksunluktan yakınmayınız. Zenginler de oturup şükretsinler. Çünkü bütün bunları kendilerine sağlayan O büyük Ruh (Allah’tır)…
Bu dünya görüşünde (felsefede) o denli yalan yanlış, bilime ve gerçeklere aykırı görüşler var ki bu deli saçmalıklarını bulup ortaya çıkarmak koyun postundaki tüyleri saymak denli zordur.
Bunun içindir ki Nazım Hikmet bu felsefe için: “En saçma olmasına karşın, çürütülmesi en zor olan bir felsefedir…” demekten kendisini alamamıştır.
“Bu bir felsefe değildir” deniyor. Felsefedir. İdealizm felsefesidir. İdealizm felsefesi ikiye ayrılır. İlki dualizimdir. Bütün dinciler, dualisttir. Yani ikicidirler. Bunlara göre bir Allah vardır, bir de madde vardır. Madde gerçektir. Ama maddeyi yaratan Allah’tır. Allah olmasa madde olmayacaktı.
İkincisi ise: Solipsisttir. Türkçe’si Tekbencilik. Bunlara göre madde diye bir şey yoktur. Madde olarak gördüğümüz hayaldir. Var olan yalnızca insandır ve onun benindeki Ruhtur.
Oysa dinciler maddenin varlığını kabul ederler. Bunlar ise maddenin varlığını asla kabul etmezler. Sadece Ruh vardır. Madde olarak gördüklerimiz bir hayaldir, derler.
Aslında İkicilik ile Tekbencilik birbirine öylesine zıttırlar ki uyuşmalarına olanak yoktur. Aklı başında dinciler bunlara çok sert olarak tepki gösterirler. Ne var ki ikisinin de baş düşmanı akılcılık, bilim ve maddecilik olduğundan şimdilik birbirleri ile dayanışma içinde olarak akılcılığa, bilime ve maddeciliğe saldırmak için birleşirler. Çünkü maddecilik bilimseldir. Lavezyen yasasına göre: “Hiçbir madde yoktan var olamaz, var olan da yok olamaz.!”
İşte bu “dualistlerle solipsizler” salt bilimi çürütmek için böyle kafaları karıştırarak insanları aptallaştırmak için işbirliği içinde maddecilere ver yansın ederler.
Bu solipsistlerin felsefesini çürütmek aslında çok kolaydır. Bir örnekle konumuzu açalım: Komaya girmiş bir hasta düşünelim. Komaya girmiş hastanın; bedeni vardır, ölmediğine göre canlıdır. Canlı olduğuna göre ruhu da vardır. Ama komaya girmiş olan bu hasta hiçbir maddesel varlığı duymaz (hissetmez)… Nedeni de duyu alma organları işlevini yapamamaktadır. Yapamadığı içinde dış dünyayı algılayamamaktadır.
Oysa birinci duyurunun 2. Maddesinde: “Beynin içinde, göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan işiten, buruna ihtiyaç duymadan koklayan, dile ihtiyaç duymadan tat alan, ele ihtiyaç duymadan dokunan bir şuur vardır.” deniyordu. Öyle ise komaya girmiş hasta o “şuur” sayesinde niçin; göremiyor, duyamıyor, koklayamıyor, tat alamıyor. Şu mantıksızlığa bakınız: İnsanın eli olmayınca nasıl dokunacak?..
Bütünüyle ölmemiş, bir hastadan umut kesilince organ nakli yapılıyor. Böbreği alınıyor, gözü alınıyor, kalbi alınıyor ama hasta bunların hiçbirini duyamıyor, bilemiyor, tepki gösteremiyor. Peki, insanın beyninde bulunan o şuur niçin sesini çıkarmıyor?..
Bir örnek daha ameliyata alınan hastaya narkoz verilir. Narkoz verilen hasta canlıdır. Canlı olduğuna göre bedeni de, ruhu da vardır. Narkozla uyutulan hastanın kolunu kesiyorlar, ayağını kesiyorlar, kalbini alıp yerine yenisini takıyorlar, böbreğini alıp bir başkasına takıyorlar. Peki, o “şuur”dan niçin ses çıkmıyor? Nereye kaçıp gitti o şuur; bedeninin kolu, ayağı kesilip biçilirken…
“Göze ihtiyaç duymadan görmek varsa”, görme özürlüler niçin göremiyor? Göremediği için gidip bir engele çarpıyor? Kulağa ihtiyaç duymadan duymak varsa”, duyma özürlüler niçin duymuyor. Kendisine korna çalan arabayı görmediği zaman niçin çiğnenip ölüyor?.. Şimdi bunlar görmüyor diye, duymuyorlar diye kendileri için bir dış dünya, madde, söz konusu değil midir? Hani duyma organlarına ihtiyaç yoktu?
Ruh deyip duruyorlar… Maddenin dışında ruh diye bir şey yoktur. Ruh dediğimiz maddenin işlevidir (fonksiyonudur).. Bedenimiz (madde) olmayınca ruh diye bir şey de olmaz. Bedenimiz yaşama özelliğini yitirince işlev göremediği için ruh da oluşturamaz… Beden ölünce ruhta çıkar dışarıdan kendi bedenine bakarmış:.. Savımızı bir örnekle pekiştirelim: Sahneye çıkan bir aktörün bedeni ile rolünü ayırmak olası mı? Burada aktör beden; yaptığı rol ise ruhudur. Oyun bitince rol de bitiyor. İnsan ölünce bedenin işlevi bitiyor, ruh diye bir şey de kalmıyor. Yalnızca ölenin yaşayanların anısında kalanına ruh diyebiliriz… İleri sürülen diğer bütün savlar saçma, safsata. Safsata, bütün bunlar safsata…
Bir de ruhu yalnız insana özgülüyorlar. Ne denli bilgisizce, duygusuzca görüş. Oysa bitkinin de, hayvanın da ruhu vardır. Çiçekler bile kendisine hoyratça işlem yapan biri içeri girince büzülür, savunmaya geçer…
Hele hayvanlardaki ruha hayran kalır bakar kör basiretsiz) olmayan… İnanmazlarsa bir at, bir kedi, bir köpek besleyip de görsünler hayvanlarda ruhu var mı, yok mu?
Farkında mısınız okuyucularım sizleri bilim düşmanlığı, madde düşmanlığı, eşitlik düşmanlığı nedeniyle nasıl aldatmaya çalışıyorlar?
Bu insanlar: Allah diye, cin diye, din diye, ruh diye ortalığa çıkıp da insan aklını dumura uğratmamış olsalardı bu güzelim dünyamız cennete dönüştürülürdü.
Daha geçen hafta Akit’te bir dizi yayınlandı 2. Sayfada: “DÜNYAYI NASIL BİR ‘SON’ BEKLİYOR” diye… Bu dizide şöyle deniyordu: “İnsan bu dünyayı cennete dönüştürmek için gelmemiş!” diye.
Ya niye gelmiş, “imtihan vermeye”… Peki insanları imtihan etmek için yaratıp gönderen Allah; niye altı aylık bebeleri, bir yaşında bebekleri, beş yaşındaki çocukları, l5 yaşındaki delikanlıları öldürüp duruyor? Öldüreceğine büyütüp sınava soksun…
Hele bir doğal afette; genç-yaşlı demeden, imtihana girmemiş olanlarla imtihana girip de bitirmemiş olanları tümden alıp götürüyor?… Öldürmesin, yaşatsın da sınava tabi tutsun! Hem sınav için dünyaya göndermek, hem de sınava tabi tutmadan, sınavı bitirmeden, alıp götürmek!.. Yakışır mı bu onun şanına?..
Yahu, hem o Allah değil mi insanın yazgısını belirleyen, geçmişini geleceğini bilen? Peki yazgıyı kendisi belirlemişse, bizim geçmişimizi geleceğimizi biliyorsa ne diye bizi sınava tabi tutsun? Okuyalım: “ALLAH NE YAZMIŞSA O OLUR. ALLAH’IN YAZDIĞINDAN BAŞKASI OLMAZ!” (k.9/51) ve yine “KADERDE NE VARSA İNSANIN BAŞINA O GELİR!” (K. 9/51) Ve daha çok… Kurandaki bu tümcelere (ayetlere) inanmazsan kâfirler taifesinden sayılırsınız..
Hem o ne öyle? Bir bedende iki baş. İki başa bir beyin; iki ağız, iki kulak, dört göz..Yani Siyam ikizleri…Daha bu hafta içinde doğan iki başlı doğan çocuğu göz önüne getiriniz… Annesi bile görmek istemiyor… Ananın-babının ne suçu (günahı) var? Kimi hortumlamış bunlar? Maşallahı var… Hortumcuların çocukları nur topu gibi doğarlar…
Yine anadan doğma, özürlülere ne diyeceğiz?.. Hani sen: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık!” (K.95/4) diyordu… Bunun neresi en güzel şekilde yaratılmak? Böyle iki başlı, anadan doğma özürlü insan yaratmak O’na yakışır mı?
Hani : “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler, diye yarattım!”(K. 51/56-58) diyordu…. İki başlı Siyam ikizlerini, anadan doğma özürlüler sınava nasıl tabi tutulacak?
Bütün bu yakıştırmalar senden habersiz olanların korkularının sonuçlarıdır… İnsanları bu şekilde korkutarak kendi cemaâtlerine çekmek için uydurulmuş olan korkutmalardır…
Bütün bunlar kendilerine göre Allah yaratan Allahsızların uydurmalarıdır. Amaç kendi yalanlarına bizi inandırmak ve böylece kendi yalanlarının ruhlarında yarattıkları rahatsızlıktan kurtulmaktır.
Hindistan’a baksınlar… Orada ineğe-öküze tapanlar var. Maymuna tapanlar var… Öyle ki insanın üretim organına tapanlar var! Yaratan olarak insanın üretim organını görürler. Bu anlayış tek Tanrılı dinlere de geçmiştir. Ör. İsrail bayrağındaki simgeye (sembole) bakınız. İç içe geçmiş iki üçgen, ki biri erkeğin, diğeri de kadının üretim organı… Bu anlayış diğer dinlere de geçmiş: Hıristiyanlıkta Baba var Meryem ana var. Müslümanlıkta ise bir başka şekilde var. Bunu yalnız bakar kör olmayan erbabı anlar… Şimdi söylesem bir de bu nedenle kızarlar…
Allah dedikleri sanal varlık dünya kurulalı beri: İneğe-öküze tapanlara, Maymuna tapanlara ve diğerlerine karışmamış; ama, bu kendilerine göre Allah yaratan Allahsızlar, sanal varlığın yerine geçerek, Allahlık yapmaya kalkıyorlar…
Kendileri gibi düşünmeyenleri, inanmayanları, yaşamayanları imana getirmeye kalkıyorlar, ellerine fırsat geçince de “Tekbir getirerek!” öldürüyorlar, yakıyorlar… Kahramanmaraş, Malatya, Çorum Sivas katliamlarına dikkat… Sivas Madımak’ta tekbir getirilerek diri diri yakılanlara dikkat…Bunlara dinsiz diyebilir miyiz? Bu vahşet yalnız bizimkilere özgü değil…Bütün dincilerde bu vahşet var. Allah için, din için, kitap için öldürmek var… Hepsi de sırtını kendi Allahlarına dayar…
Allah, Peygamber göndermişmiş, kitap göndermişmiş.. Peygamber öyle dermiş, kitap böyle yazarmış… Bunlar ortaçağ anlayışıdır. Her dönemin kendine göre bir peygamberi vardır. Binlerce yıl önce gelip gitmiş peygamberlerin günümüz insanlarına vereceği bir şey yoktur… Bütün güzel insanlar, insanlara güzel davranışlarda bulunan bilgeler, yüce değerlere göre yaşayan örnek bilgeler birer peygamberdirler…
Yaratıcının peygamber göndermesine, kitap göndermesine gereksinimi yoktur ki… Akıl vermiş insana, o akıl yeter insanın her şeyine…
Çevrenize iyi bakınız. Gördüğünüz bütün varlıklar; canlılar, cansızlar, bitkiler, hayvanlar… Aklını çalıştıranlara yaratıcıdan haber vermektedirler…
Çevremizde gördüğümüz bütün varlıklar yaratıcının birer kitabıdır. Her varlık: Canlı, cansız… Bitki, hayvan, insan, ay güneş, yıldız..Yer, gök, deniz.. Yaratıcının ayetleridir…
Şimdi koşullanmışlar bana diyecekler ki bu adam sapıttı!.. Sapıttığıma karar verenler için söylüyorum: Sapıtmış olanlar kendileridir. Bu kendilerine göre Allah yaratanların kendi kitaplarından bile haberleri yok. Yerini göstersem bile açıp bakmaya üşenirler. Bu nedenle yüzlercesinden birini buraya alıyorum:
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için âyetler vardır.” (Kur’an; Bakara, 2/164)
Farkında mısınız? Bütün bunların farkında mısınız?
Öyle ise kendi dışınızdaki bir Allah’ın peşinden niçin koşarsınız?..
Allah’ın nerede aranması gerektiğini öğremek isterseniz, aşağıda adresini verdiğim site adresine girmelisiniz…
Av. Hayri BALTA
TABULARA, TALANA, YALANA BALTA
(16 Nisan 2001. SÜRECEK. ARKASI 2 MAYIS 2001 de gelecek…) BU YAZI: 16 NİSAN 2001’de kısa adresi: www.hayribalta.cjb.net olan site adresimde yayına girmiştir.
Xxx

1.9.2001.k.
Sayın Hayri Bey.
Önce selam ve saygılar..
Harddisk’inizin göçtünğünü ve bilgilerinizi kaybettiğinizi söylüyorsunuz.
Buna üzüldüm. inşaallah tekrar temin edersiniz. Bana da eski yazışmalarımızı gönderme çağrısında bulunmuşsunuz. Bende word dosyası olarak tuttuğum karşılıklı yazışmalarımızı ekte ataç yapıp gönderiyorum.
İşlerim yoğun olduğundan yazınıza cevap vermeyi sonraya bırakıyorum. Harddisk konusunda yapılabilecek birşey yokmu demişsiniz. Bildiğim kadarıyla eğer harddiskin mekanik yapısı bozulmuşsa (bad sektör) bunun geri dönüşü olmaz. çünkü artık ne veri alabilir ne de önceki veriyi verebilir. Harddisk mekaniğinden değil de programdan bozulmuş ise veya yalnızca bilgiler silinmiş ise geri getirme olasılığı vardır. Siz harddiski değiştirdiğinize göre eskisi mekanik anlamda bozulmuş demektir ki; bildiğim yöntemler içinde çözümü yoktur, çünkü harddiskin veri yazılabilir alanı bozulmuştur. şimdilik benden bu kadar. Size hayırlı günler diliyorum. ekteki dosyayı önce bilgisayarınıza kaydedin sonra oradan açın. eski yazışmalarımız oradadır. (NOT: Dosya açılırken sizden şifre soracaktır. Oraya -şiir- diye yazınız ve enterlayınız. dosya açılacaktır.
SEVGİLERLE,1.9.2001
xxx
12-09-2001
Sayın Hayri Bey.
Tekrar sevgiler ve saygılar..
Dün göndermiş olduğunuz mailinizi aldım. Yazışmalarımızı gönderdiğim maili almış ve sevincinizi izhar etmişsiniz. Aynı zamanda benim gibi küçük bir adama büyüklük isnat etmişsiniz. Bir büyüğün büyük bir sözünü çalıp bende size söyleyeyim. “Bütün insanlık gelse, bana sen iyisin, iyisin dese, benim iyi olduğuma beni kimse inandıramaz.” Fakat böyle bir iltifatta sizin büyüklüğünüz tabii… Gönderdiğim mailin sizi sevindirmesi beni de sevindirdi..
Öncelikle nasılsınız, sağlık durumunuz nasıl, hayat sizde nasıl tecelli ediyor, bunları kısa da olsa bildirirseniz memnun olurum. Sonra da bana ve “Harun Yahya’cılar” diye tanımladığınız insanlara göndermiş olduğunuz maildeki konulara kısaca değinmek istiyorum. Orada benim bazı arkadaşlara göndermiş olduğum maillerden bahisle buyurmuşsunuz ki: “Onlar da Sayın Kul dostumuz gibi Allah’ın (Tanrı’nın) varlığını kanıtlama çabasına girmişler.” Sizi kırmam umarım ama bu söz bana çok giran geliyor. Zira kimin haddine düşmüş ki “EVVEL, AHİR, ZAHİR, BATIN” olan bir Kadir-i Zülcelalin varlığını yoklukla kıyaslayıp ispata kalkışsın.. Haşa… Benim yapmak istediğim isbat değil, izahtır.. Yanlış yaratıcı anlayışlarının insanların zihnini bulandırmasını engellemektir.. Büyük İslam Alimlerinin yaptığı da budur. İspat değil izahtır. Hatta sizin yaptığınız da budur.. Allah’a ermek sırrı ise apayrı ve iman-ı tahkiki den de sonradır…
Nasıl imtihan sırrı sebebiyle; Allah (cc) eserleriyle Zatını perdelemiş ise, aynı şekilde iman sırrıyla da Allah (cc) her şeyde “ZAHİR” olmuştur. Fakat şu ayırımı iyi yapmalıdır ki: eser ile müessir aynı şey değildir, olamaz da… Allah (cc) bütün eserlerin ve tesirlerin müessiridir. Yani O “VACİB-ÜL VÜCUD” tur O’ndan gayri her şey ise ancak O’nun sayesinde “mümkin-ül vücud” olur…
İnkarların temelinde Allah’ın Zatını kavrayamama acizliği vardır. İnkarcı bu acizliğini kabullenemiyor, Allah’a karşı gurura kapılıyor, bu gurur ise O’nu inkara götürüyor… Yani Bütün varlığı bir saray gibi tek bir Zat’ın ayakta tuttuğuna akıl erdiremiyor da, bütün varlığın her bir zerresinin yine bütün varlığın diğer bütün zerrelerine hem hakim, hem mahkum olması gibi bir saçmalığı bir derece kabulleniyor.. Allah’a karşı gurur ve inadını sergiliyor. Mesela bir kitabın harflerini, kelimelerini, anlamlı cümlelerini tek bir yazar yazmıştır demiyor da, bütün şuursuz harflerin her birinin birbirini bilmesi ve idare etmesi ile o kitabın yazılmış olduğunu izaha kalkışıyor.. Böyle bir saçmalığı hakikat telakki etmek için uğraşıyor.. Ben de insanların gözünün önüne inkarcılar tarafından çekilmiş bu perdeleri aralamaya çalışıyorum.. Allah’ın varlığını ispatlama gayretinde değilim… Yoksa iman-ı tahkiki’ye ermiş bir insan Gündüz vakti Güneşten daha açık ve ZAHİR olan Allah’ın varlığını bilir..
İnsanlar Allah’ın (cc) Zatını kavramada aciz olduklarından O’nun varlığı hakkında değil de Zat’ı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Allah (cc) insanları hakikate iman ile mükellef tuttuğundan bu iman hakikatlerini insanların ihtilaflı akıllarına bırakmamış, elçileriyle ve kelamıyla insanlara varlığını, zatını ve mükellefiyetlerini bildirmiştir. Bu bildirme ise Ahiret gününde Allah’ın kullarına karşı hücceti olacaktır..
İmtihan sırrındandır ki; Allah (cc) her insanın kalbine (kalp hazır olmadan) tecelli etmemiş, (“Dil Beyt-i Hüda’dır, anı pak eyle sivadan, Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde..”İ.Hakkı”)
Bir padişah, bazı hükümlerini kendine has özel telefonuyla ilgililere bildirdiği gibi, genel hükmünü ve emirlerini de, saygın bir elçisi vasıtasıyla göndereceği fermanıyla bildirir. İşte Allah (cc) varlığını, bütün yarattıkları ile ruhlarımıza, aklımıza, hislerimize özel bir telefon ile konuşuyor misali bildirdiği gibi, genel hükümlerini de Hz Muhammed (SAV) gibi bir Yaver-i Ekrem ile gönderdiği Kur’an gibi bir Ferman-ı Ahkem ile bildirmiştir. Fakat Sultan-ı Kainatı tanımayan O’nun yaverini ve fermanını da tanımaz. O’nun gönderdiği elçisini ve fermanını dinlemeyenin kalbine de Allah (cc) tecelli etmez.. O’nun kalbine değişik suretlerde hep benliği tecelli eder…b
Sayın Hayri Bey.
Siz, bir yanda “Allah’a ermek için, bir mürşidin eteğine yapışmalı” derken, diğer tarafta Allah’ı (cc) bütün insanlığa duyuran Peygamberleri Allah ile Kul arasına girmemesi gereken vasıtalar olarak görüyorsunuz da “Alooo çekilin aradan” diyorsunuz. Bu durumda size göre mürşit de bir vasıta olarak aradan çekilmesi gerekmez miydi..! Elbette insanın potinini bağlayabilmesi için bile vasıtaya ihtiyacı vardır değil mi? Elbette Allah (cc) kullarına nasıl hitap edeceğini kullarının fikirlerine danışarak tesbit etmez, kendisi bilir ve takdir eder.. Bilmiş ve takdir etmiştir. Ve insanı ipi boğazında hayvan misali başıboş bırakmamıştır…
Sayın Hayri Bey.
Din-i Tahkiki ve Din-i Taklidi’den bahsetmişsiniz. Ben bunu İman-ı Tahkiki ve İman-ı Taklidi olarak değerlendiriyor ve bu hususta şunu düşünüyorum. Doğru, taklidi olsa bile doğrudur. Yanlış, tahkiki olsa bile yanlıştır. Her inancını yaşayanın inancı doğru olmadığı gibi, Her inancını yaşamayanın da inancı yanlış değildir..
Şeriat, Tarikat, Hakikat meselesi ise; Birbiriyle zıtlaşmadığı sürece üçünde de hakikat vardır. Fakat üçünün de kendi içinde (rengin koyu veya açık olması misali) dereceler vardır.. Şeriat, tarikat birer basamak olup insanı hakikate çıkarıyorlar ise, her insanın fıtratı farklı yaratıldığından hakikate erme meselesi de farklılıklar arz eder. “Hakikate ermenin tek yolu vardır. O da benim yolumdur.” diyen bir mürşid !, ya yalan söylüyordur, ya da hakikatte bir mertebeye ermenin sarhoşluğuyla konuşuyordur..
Siz Hakikate ermeyi Tarikat yolunda bir mürşide bağlanmaya, onun halleriyle hallenmeye bağlıyorsunuz.. Ben size hakiki bir mürşidin bir hakikat sözünü arz edeyim: “ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİL, HAKİKAT ZAMANIDIR.” Nasıl küçük bir dünya gibi olan insanın ömrünün safhaları var, Büyük bir insan misali şu koca dünyanın da ömrünün safahatı vardır.. Dünyanın bu safhasında ise Tarikat ile değil, Hakikat yolu ile hareket etmelidir. Hakikat kuşatıcıdır. Her şeyi kuşatmıştır. Herkesi de kuşatır. Tarikat ise özeldir, hususidir, herkesi kuşatamaz, herkese hitap edemez… Hele böyle bir zamanda yüzde bire bile hitap edemez… Hakikati Tarikat yoluyla hususileştirip, bazı birkaç insana hapsetmek yerine.. dereceleri farklı da olsa bütün insanlara hitap edecek genişliğe taşımak gerek.. Bu sözlerimi yanlış anlamayın, Tarikata ve mürşitlere karşı olduğumu zannetmeyin, Gerçek mürşitlere canım kurban, dudaklarım eteklerinden ayrılmasın onların… Fakat hakikat o kadar geniştir ki, hiç kimse ile tahsis edilemez, sınırlandırılamaz.. Her seviyede insanın O’nun bir zerresine dahi ihtiyacı vardır.. Hakikat yalnızca bazı erenlerin erdiği şeyle sınırlandırılamaz… Fakaaat, Allah’ın (cc) zatının hakikatine tam ermek ise; insani fıtratımızın harcı değildir.. Bunun için erenlerin imamı, İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle buyurmuştur. “Allah (cc) ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde, onunda ötesinde……. yani nerede O’nu buldum ve teşhis ettim sanırsan, onun da ötesinde, namütenahi ötesinde….” Erenlerin meşhur bir düsturu vardır. “Ne ki O zannedersin, zannettiğin o şey O’na perdedir.” Yani “Her şey O, değil, Her şey O’ndan….”
Sayın Hayri Bey.
Yazacak, anlatacak o kadar çok şey var ki; bu anlattıklarım deryada damla mesabesinde kalır.. Fakat damlalar deryadan haber verirler… güller gülistandan bir haberdir….
Hayat insana gösteriyor ki; insan doğru ve yanlış arasında imtihandadır. Size göre bu imtihanı kazananda kazanmayanda aynı yere (yani yokluğa, ebedi zindana) gider. Hakikat ise böyle değildir. Her imtihanın bir amacı ve neticesi vardır. Şu muhteşem hayat ise amaçsız ve neticesiz olamaz… Halbuki önü yokluk, sonu da yokluk olan bir hayatın amacı da, neticesi de olmaz, böyle bir hayat içinde bulacağınız amaç ve netice dahi nihayetinde boştur, neticesizdir…
Yazacak çok şey var ama, bu günlük benden bu kadar. Tekrar yazışmak dileğiyle…. Benden Selam, sevgi ve saygılar sizlere…
BU ARADA, AMERİKA’DA YAŞANAN KATLİYAMI BÜTÜN VARLIĞIMLA KINIYOR VE BÖYLE BİR VAHŞETİ MASUM HALKA REVA GÖREN CANAVARLAR İÇİN VE O MASUMLAR İÇİN MÜRŞİDİMİN SÖZÜNÜ VAR GÜCÜMLE HAYKIRIYORUM “ ZAMAN GÖSTERDİ Kİ CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZUMSUZ DEĞİL..”
ZAMAN GÖSTERDİ Kİ CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZUMSUZ DEĞİL..” ZAMAN GÖSTERDİ Kİ CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZUMSUZ DEĞİL..” 12.9.2001
Xxx
18.9.2991.h
Sayın Kul,
Önce saygı, sevgi. 12.9.2001 tarihli mektubunuza ancak bu gün yanıt vermeye başlıyorum, bağışla beni.
“Öncelikle nasılsınız, sağlık durumunuz nasıl, hayat sizde nasıl tecelli ediyor, bunları kısa da olsa bildirirseniz memnun olurum.” diye sormuşsunuz. Sağlığımla ilgilenmenize sevindim. Mutluluk duydum. Şimdilik iyi sayılmadığımı üzülerek söyleyebilirim. Bir harekete bağlı nefes darlığı çekiyorum. Örneğin elimi uzatıp haberleri dinlemek üzere radyo düğmesini çevirsem yüreğim kalkıyor. Bu durumda hiç halim kalmıyor, üzerime bir isteksizlik çöküyor. Doğru yatağa koşup uzanıyorum. Ne var ki buna alışmış durumdayım. Çünkü on yıldır bu durumdayım; buna karşın, bu durumda da olsa bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Bu arada okuma gücünü yitirmiş olmam da en büyük üzüntüm. Elimde Muhiddin Arabi’nin “FUSÛSU’L HİKEM” adli kitabi var. Ahmet Avni Konuk tarafından tercüme ve şerh edilmiş. 4 cilt. Bu kitabın tercümesini 1957 yıllarında okumuştum. İlk aşıyı da bu kitaptan almıştım. Şimdi bu kitabın yorumu olan kitap bana; ben de ona bakıp duruyorum…
Bu Ahmet Avni Konuk, büyük bir musîkişinastır. Aynı zamanda Mesnevihan’dır. Bir de Mesnevi çevirisi ve yorumu vardır. Ve bu büyük adam: Benim mürşidimin mürşidi musikinaş Zekai Dede’ninde mürşididir…Tarikat silsilesi yoluyla ona dayanırım anlayacağın…
Şimdi gelelim mektubundaki önemli gördüğüm konulara. Bunlara sırasıyla ve kısa kısa olarak değinmek istiyorum… Bu nedenle mektubum biraz uzayacaktır ve bunları yazdıkca postalayacağım.
Ben size, “Siz büyük adamsınız, iyi adamsınız “ölü” değil “diri”siniz” diyorum. Siz buna: “Bütün insanlık gelse, bana sen iyisin, iyisin dese, benim iyi olduğuma beni kimse inandıramaz.” diye yanıt veriyorsunuz. Elbette sizi, sizin kadar bilemem. Bu sözlerinizi bir alçak gönüllülük olarak kabul ediyorum. Siz kendinizi nasıl görürseniz görebilirsiniz ama benim gözümde; büyük, duyarlı (diri) ve iyi bir insansınız.
İnsan doğru, dürüst, iyi ve güzel yaşama yönelince geçmişte yaptıkları bütün olumsuzluklar kendisini olumlu yönde yönlendirmekte büyük rol oynar. Geçmişteki olumsuz davranışlarımız ayağımıza tökez olmamalı, bizi aşağılık ve suçluluk duygusuna atmamalıdır…
“Alooo çekilin aradan” diyorsunuz. Bu durumda size göre mürşit de bir vasıta olarak aradan çekilmesi gerekmez miydi..!” Bu sorunuza da şöyle bir yanıt vermenin yerinde olacağını sanyorum. Önce Kuran’dan bir tümce veriyorum: “Ey inananlar! Allah’tan sakınınO’na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız.” (K.5/35)
Önce bu tümcede geçen kimi sözcükleri nasıl anlıyorum onu açıklıyayım:
İnananlar: İslam’a göre sünnete uyanlar. Bana göre: Bütün dinlerin dışında olarak; kendisini; doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe, insanlığa adayanlar…
Allah: İslam’a göre, “Zatını kavramada aciz” olduğumuz çok güçlü; başına buyruk, dokunulmazlığı olan çok güçlü bir varlık. Bana göre: Erdemli davranışlar, Genel doğrular, üstün değerler, olumlu ve yüce kavramlar toplamıdır…
Cihad: Saldıran düşmana saldırmak ve nefisle mücadele. Bana göre: Örnek bir insan, olgun insan olmak amacıyla caba göstermek…
Aradan çekilmesi gerekenler; sorumluluğundan kaçanlar, şan-şeref ve mevkii için haksızlıkları görmezden gelenler. Kendi çıkarı için gerçeği ters yüz edenlerdir…
İşte ben mürşidimden; bu olumsuz davranışlarını gördüğüm ve eleştirdiğim için ayrıldım. Günümüz koşullarına uymayan, her zamanın bir kuralı olduğunu kabul edemeyen, geçmişe saplanıp kalan ve aklına göre değil de sevap kazanmak uğruna inancına göre yaşayanlar Tanrı ile arama girerlerse, “Alooo çekilin aradan” demekten zerrece çekinmem. Çünkü bu duruma düşenler insanı gerçeklerden (Allah’tan) uzaklaştırır… Bütün; ahlak, din ve gelenek tüccarlarının insanı gerçeklerden (Allah’tan) uzaklaştırmaktan başka bir işlevi yoktur…
“Doğru, taklidi olsa bile doğrudur. Yanlış, tahkiki olsa bile yanlıştır.”diyorsun. Çok güzel bir söz. Ne var ki; Ateist’in, Budist’in, dinsiz’in, laiklerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların, ilâhir say gitsin… Bunların her birinin kendilerine göre doğrusu vardır. Bu doğrular birbirleri ile çelişir. Oysa doğru (En yüce olan) bir tane olur ki buna da Allah denir…
Ne zaman ki tek doğru bütün insanlarca kabul edilir. İşte o zaman insanlar huzura ermiş olurlar. Yoksa herkesin doğrusu kendine göre olamaz… Bu büyük bir yanılgıdır. İnanca değil doğru olana bakmalıyız.,..
“Hakikate ermenin tek yolu vardır. O da benim yolumdur.” diyen bir mürşid !, ya yalan söylüyordur, ya da hakikatte bir mertebeye ermenin sarhoşluğuyla konuşuyordur..” diyorsun. Böyle savlarda bulunurken çok dikkatli olmak gerekir. Bazan insanın attığı silah Bumerang gibi döner kendini vurur. Şimdi Kuran’dan aldığım şu tümceye dikkat: “Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet’tir.(K.3/19) Yine: “Kim İslâmiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir.” (K.3/85)
İslâm’a göre en büyük mürşit Peygamberleridir. Şimdi İslâm Peygamberi “Hakikat ermenin tek yol vardır. O da benim yolumdur demekle bir mertebeye ermenin sarhoşluğu içinde midir”…
Siz Hakikate ermeyi Tarikat yolunda bir mürşide bağlanmaya, onun halleriyle hallenmeye bağlıyorsunuz.. “ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİL, HAKİKAT ZAMANIDIR.” diyorsunuz ki işte ben de bunları söylüyorum… Mevlâna gibi: “Dünle söylenen dünle geçti cancağızım. Bu gün için yeni şeyler söylemek lâzım!” diyorum.
Hamurabi’nin kanunları ile ki, bu Hamurabi kanunlarının yüzde doksanı Kuran’dadır, (Bakınız: “MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ: KUR’AN, İNCİL ve TEVRAT’IN SUMER’LERDEKİ KÖKENİ. Kaynak Yayınları…) günümüz insanları yönetilemez… Ve Haburabi’nin yasaları Allah kelamıdır diye insanlığa dayatılamaz…
Yani “Her şey O, değil, Her şey O’ndan….” Bu sözleriniz üzerinde de durmak grekir. Şimdi bir örnek vermek istiyorum: ”AMERİKA’DA YAŞANAN KATLİAM” da mı ondan? Aman dikkat öyle kalıplaşmış (şablon) sözcükler rastgele ortaya sürülemez…
Kötü olan bütün eylemler, işlemler insanların nefs-I emmaresinin sonuçlarıdır ki şeytandan geldiği kabul edilir. İnsanlık yararına olan bütün iyi eylemler ve işlemler ki Tanrısal kabul edilir ve Tanrı’dandır… Şeytanla Tanrı’yı ayırmak zorundayız…
“Size göre bu imtihanı kazananda kazanmayanda aynı yere (yani yokluğa, ebedi zindana) gider.” Mi diye soruyorsunuz. Gittiğimiz yer yokluk değildir. Topraktır. Topraktan geldik toprağa gideceğiz. Bütün din kitapları da bu gerçeğe vurgular…
Zindan bir varlığı ifade eder. Varlıkla yoklu aynı değildir. Yokluğa gitmiyoruz, toprağa gidiyoruz… Örnek verirsek: “Çünkü âdem oğullarının sayına gelen, hayvanların başına da gliyor ve başlarına gelen şey birdir. Bu nasıl ölüyorsa, öteki de öyle ölüyor. Hepsinin bir solğu var ve adamın hayvana üstünlüğü yoktur; çünkü hepsi boş. Hepsi bir yere gidiyorlar. Hepsi topraktandır ve hepsi yine toprağa dönüyorlar.” (Tevrat, Vaiz. 3/19-21).
Altını çizdiğim sözcüğe dikkat. Çünkü hepsi boş diyor. Bana göre hepsi boş değil. Sınavı kazananlar huzur içinde, güven içinde, mutluluk içinde yaşar. İmtihanı kazanamayanlar; yani nefs-i emmaresine (heva ve hevesine) uyanlar ki:: Hortumcuları, vurguncuları, rüşvetcilerin, hırsızların, katillerin rezil rüsva oluşlarını görüyoruz.
Diyeceksiniz ki kimileri de suç işldiği halde yakalanmıyor ve bunların da cezası öbür dünyada verilecek… Sizin “Bütün insanlık gelse, bana sen iyisin, iyisin dese, benim iyi olduğuma beni kimse inandıramaz.” düşüncesinde vicdanınızın sizi rahatsız etmesi yoksa siz alçak gönüllülük (tevazu) gösteriyorsunuz demektir…
İşte bu anlayışın dinle ilgisi yoktur. Çünkü “Allah ölülerin değil, dirilerin Allah’ıdır.” Allah’tan haberi olmayan ise ölüdür (duyarsızdır); yani, hayvan gibidir. Cana kıyan hayvanlarda hiçbir rahatsızlık gördün mü? Cennet de cehennem de Allah’tan (doğrudan-yanlıştan) haberi olanlar içindir…
Allah’tan haberi olanlar yanlış bir iş yaptılar mı hiçbir ceza görmeseler bile vicdan azabı içinde kıvrılır giderler. Sizin “Bütün insanlık gelse, bana sen iyisin, iyisin dese, benim iyi olduğuma beni kimse inandıramaz.” Düşüncesinde, yaşadığınız kötülüklerin etkileri ile vicdanınızın sizi rahatsız etmesi vardır; yoksa siz alçak gönüllülük (tevazu) gösteriyorsunuz demektir…

“…önü yokluk, sonu da yokluk olan bir hayatın amacı da, neticesi de olmaz, böyle bir hayat içinde bulacağınız amaç ve netice dahi nihayetinde boştur, neticesizdir…” diyorsunuz ki niçin boş olsun. Yaşamı sevmiyor muyuz. Çoluk-çocuğumuzun sevgisini tatmıyor muyuz: Ardaşlarımızla, dostulk kurarak sevgiyi yaşamıyor muyuz? Güzel gördüğümüz zaman hayran olmuyor muyuz? Cinselliği tadarken kendimizden geçmiyor muyuz? Yoksa şürdenlerden dğil misiniz? Niçin yaşamış olmaktan duyduğumuz mutlulukla yetinmiyoruz? Bu kadar aç gözlülük ve doyumsuzluk neden?…Önü toprak, sonu toprak.. Bırak bu saplantıyı da yaşamın tadını almaya bak!..
Gelelim şu yargınıza: “BU ARADA, AMERİKA’DA YAŞANAN KATLİYAMI BÜTÜN VARLIĞIMLA KINIYOR VE BÖYLE BİR VAHŞETİ MASUM HALKA REVA GÖREN CANAVARLAR İÇİN VE O MASUMLAR İÇİN MÜRŞİDİMİN SÖZÜNÜ VAR GÜCÜMLE HAYKIRIYORUM “ ZAMAN GÖSTERDİ Kİ CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZUMSUZ DEĞİL..”
Bu görüş Mürşidinize ve size göredir dostum. Her her ne kadar onlar cehennemlik diyorsanız da onlar İkiz Kulelere toslamakla cennetin kapısını açtıklarını sanıyorlar. Size göre cehennemlik olanlar; kendi inanışlarına göre cennetliktirler. Çünkü kitaplarında şöyle yazıyor ve onlar kitaplarında yazılı olan emirleri yerin getiriyorlar, tıpkı bizim Hizbullahçılarımız gibi: “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K.8/39. Aynı emir 2/193’te de var.) Bu konuda daha çok tümce var…
Bu emir bütün müslümanları bağlar. Kuran’ın bir tümcsine inanmayan maazallah kafirler mağulesinden sayılır.
Bütün dinciler kıyımlarını Allah için yaparlar.. Oysa arkasında ganimet ve çapul gibi düşünceler vardır. Ama bunları söylemezler… İsrail’in Filistin’lilerle 5 bin yıldır süren savaşlarına bak! İslam tarihindeki savaşlara bak. İslamın yaptığı savaşların savunma amacı ile olduğunu söylerler. Peki, savunma amacı ile savaş yapanların, Semerkant’te, İspanya dağlarında, Bizans surları önünde ne işi var? Yine Haçlı seferleri de unutulmamalıdır.
Tek Tanrılı dinlerin hepsi de bu hastalıkla malûldur. Bu da Tanrı’yı (Allah’I) bilmediklerindendir. Örneğin: Terörist saldırılarla neye uğradıklarını şaşıran Amerikalılar, “Tanrı neden kötülere izin verdi!” (Milliyet, 16.9.2001) sorusunu papazlara sorup duruyorlarmış… Bilmiyorlar ki bu işlerle Tanrı’nın ilgisi yoktur… Yakında Allah için İkiz kulelere kamikaze uçuşu yapıp yerle bir edenleri azmettirenler de başlarında bombalar patladığı zaman “Allahım! Niçin kâfirlere izin verdin?” demekten kendilerini alamayacaklardır. Nedeni de bütün dincilerin Allah’tan, dinden haberlerinin olmamasıdır. Öyle inanmışlar ki gözleri hiçi bir şey görmüyor… Akıllarına göre değil inançlarına göre yaşıyorlar, öldürdükçe keyf alıyorlar…
Biliyorum bütün bu söylediklerim sizi etkilemeyecektir. Söylediklerimin hepsi “Aklını inkâra kurban eden bir adamın sapkınlıkları” olarak görülecektir. Sizler görmeseniz bile bu yazıyı okuyan şeriat militanları yüzde yüz böyle deyeceklerdir…
Söylenen hikmet dolu bütün bu söylediklerim cama atılan su gibi süzülüp aşağı inerek iz bırakmayacaktır.
Olsun, nasıl anlarlarsa, nasıl düşünürlerse düşünsünler; bu onların sorunu ve hakkıdır. Anlana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az…
Her ne kadar bu mektubu, yukarıda taksit taksit söyleyeceğim belirtmişsem de bir oturuşta bitirip yolladım. Bana böyle bir yazı yazdırdığınız iin size teşekkür ederim…
Şimdi kal sağlıcakla.. Saygılar, sevgiler her ikinize de…
Saygın Balta, 18.9.2001
xxx
21-09-2001
Selam, sevgi ve saygılarımla..
(Not: Öncelikle sizden, uzun bir yazı okumak için hazır ve sabırlı olmanızı dileyeceğim..)
Sayın Hayri Bey.
Sağlık durumunuz açısından üzüldüğümü ve sağlığınız için duacı olduğumu bildiririm.
Cevabınızı aldım, sevindim, düşündüm… Aslında aynı şeyleri ifade etmek istiyoruz.. Gerçek doğruların ve gerçek iyilerin bilinmesi ve yaşanması hususu… Şartları farklı olsa da; Herkes de akıl, fikir, his, duygu, düşünce gibi ortak hususiyetler bulunmakta.. Herkes düşünsün, bulsun, bilsin, inansın ve yaşasın diye…. Dikkat ederseniz bütün insanların fıtratı bu amaca uygun tasarlanmış. İnsan fıtratına (yaratılıştan verilen hususiyetlere) müdahale edemediğine göre, bu amaçlı yaratılış kimin eseridir… Hiçbir amaçlı hareket, şuursuz ve iradesiz bir simgenin harcı olamaz…
Sizinle yaşanması gerekenler konusunda hemfikiriz, fakat inanılması gerekenler konusunda ayrılıyoruz… İnancımın aslı olan İslam dini ve bu dinin esasları sizinde sürekli vurguladığınız genel doğru ve iyileri, insanların yaşaması gereken esaslar olarak ele alıyor ve bu esasların hayata hakim olmasını istiyor. Bu hakimiyetin sağlanması için de kavgayı, savaşı öngörmüyor. Savaşı yalnızca gerektiği yerde ve gerektiği kadar öngörüyor… Kur’anda geçen “cihad” kelimesi ile “kıtal” kelimelerini birbiriyle aynı görmeyin. Cihad, cehd kökünden gelir ki; kısaca gayret etmek anlamına gelir, kıtal kelimesi ise “savaş” anlamına gelir ki; Kur’an da kıtal nerede kullanılmış, cihad nerede kullanılmış iyi bilmek gerekir.. Ayrıca savaş ile ilgili ayetlerin hangi şartlar altında nazil olduğuna, hangi toplum için gerektiğine ve savaştaki yetki sınırlarının nasıl dar bir alana çizildiğine Kur’ana bir bütün olarak bakabilenler rahatlıkla görürler. İslam, zihinleri bulandırmak isteyen birkaç insanın vurguladığı gibi zulmetmiyor, adaleti tesis etmek istiyor… Fakat iradenin tercih hakkına hürriyet verildiği için, dileyen dilediğini seçebiliyor… Bu da imtihanın sırrı….
Her birimizin içinde vicdan isimli yaratılıştan gelen bir ahlakçı vardır. İçine düşebileceğimiz acziyet ve ahlaksızlık ne kadar büyük olursa olsun, (bir şuur hatasıyla ortaya çıkabilecek istisnai durumlar hariç) kendimiz fazilet derecesine erişemesek bile, başkalarında bulunan fazileti kabul eder, sever, ona hayranlık duyarız. Başkaları yaptığı zaman ayıpladığımız bir şeyi, bizzat biz yapmak istemiş olsak bile, alçakça bir davranış karşısında tiksinti duyarız. Bizzat kendimizde bulunan kusurlardan nefret eder ve her ne kadar bu kusurları gidermek hususunda devamlı bir çaba içinde olmasak da, kendimizi bunlardan temize çıkarmak için sürekli bir gayrette bulunuruz. İçimizden kim kendini yalancı, münafık, alçak, sahtekar, sarhoş veya herhangi büyük bir kusuru olan biri olarak göstermek ister..?
İşte bundan dolayı Allah (cc) Kur’an-ı Kerim tebliğinde çok defa, evrensel bir adalet ve zulüm, iyi ve kötü şuurunu muhatap alır; Yaşanması gerekenleri tanımlarken de yine bu şuura başvurur. Yani Allah (cc) kendi yarattığı insan fıtratına yine kendi kelamı ile seslenmektedir. Elbette insan fıtratını en iyi bilen O’nu yaratandır. Kur’an-ı Kerim’in insan fıtratına seslenen ahlaki mesajını hülasa etmek ve sistemleştirmek için kullandığı ayetlerden bazıları:
“…… O Peygamber, onlara yapılması doğru olanı buyurur, yapılması yanlış olanı yasaklar. Onlara temiz ve hoş şeyleri helal,.. kötü ve çirkin şeyleri haram kılar…..” (A’raf-157)
“Gerçek şu ki; Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı emredip,… utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya (yaratılış gayenize) aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size öğüt veriyor ki, böylece (bütün bunları) tutasınız.” (Nahl-90)
“…De ki; Allah asla utanç ve tiksinti veren işleri emretmez… De ki; Rabbim, yalnızca doğru olanın yapılmasını emretmiştir… De ki; “Ey Ademoğulları, Allah’a kulluk olsun diye yapıp ettiğiniz her işte kendinize çeki-düzen verin, yiyin için, fakat israf etmeyin, kuşku yok ki O savurganları sevmez.. De ki; Allah’ın kulları için yarattığı güzelliği, rızkın iyisini, temizini yasaklayan kim? (A’raf-28-29-31-32)
“ De ki; Doğrusu, Rabbim, yalnızca, açık ya da gizli, utanç verici davranışları, günahın her çeşidini, başkasının elindekine haksız yere göz dikmeyi, ALLAH’TAN BAŞKASINA TANRISAL NİTELİKLER YAKIŞTIRMANIZI VE BİLMEDİĞİNİZ ŞEYİ ALLAH’A İZAFE ETMENİZİ YASAKLAMIŞTIR.” (A’raf-33)
Şimdi bu iktibasları çoğaltmak yerine, bu evrensel ahlak şuuruna, doğuştan gelen iyi ve kötü duygusuna, Kur’an-ı Kerim’de kırk beşten fazla yerde atıfta bulunulduğunu belirtmekle yetinelim.
Bununla beraber Kur’an-ı Kerim’deki İlahi terbiyenin başvurduğu bu fıtri his, bütün insanlarda, devamlı olarak kaidelere uymayı temin edecek kadar canlı değildir. Bu sebeple eksiksiz bir ilahi terbiye metodu bu kadarıyla iktifa etmemiştir. Bütün evvelki peygamber ve dinlerin asıllarının koruyucusu ve tamamlayıcısı olan Hz. Muhammed (S.A.V).’i doğru ile yanlışı birbirinden ayırıncaya kadar mücadele etmek için göndermiş, O da ilahi hükümler uyarınca gerektiğinde olanca eziyete, işkencelere, hakaretlere sabretmiş, gerektiğinde de bütün şartların aleyhinde olmasını bile düşünmeden zulme karşı savaş etmiştir. Böylece doğru ve yanlış bilgisi kesin hatlarıyla birbirinden ayrılmıştır. Fıtrat dini tüm insanların ulaşabileceği bir seviyeye çıkarılmıştır.. Dikkat etmek gerektir ki; İnsanlık tarihi boyunca insanları en çok etkisi altında bırakmış ve halen de bırakmakta olan Peygamberlerin tebliğleridir… Akıl kaynaklı hiçbir felsefe insanları bu derece etkilemiş değildir.. Bu, insan fıtratının yine o fıtratı yaratana gösterdiği olumlu karşılığın neticesidir… Eğer O Peygamberlerin insanlığa sundukları “doğru” kavramı olmasaydı ve bunun için mücadele vermiş olmasalardı, . Bu gün biz dahi bahsettiğimiz doğruları bu derece sahiplenemeyecektik. Hatta siz dahi O’nların tebliğlerini ve dinlerini duymamış olsaydınız, ne hakikat konusunda derinlemesine araştırmaya girecektiniz, ne de genel doğruları bu günkü kadar sahiplenebilecektiniz… Bütün insanlar evrensel değerlerin kıymetini Allah’ın göndermiş olduğu bu peygamberlerden almış ve fıtratıyla eşleştirip sürdürmüştür…
“Hakikate ermenin tek yolu vardır. O da benim yolumdur.” diyen bir mürşid !, ya yalan söylüyordur, ya da hakikatte bir mertebeye ermenin sarhoşluğuyla konuşuyordur..” sözüm hakkında; Böyle savlarda (iddialarda) bulunurken çok dikkatli olmak gerekir. Bazan insanın attığı silah Bumerang gibi döner kendini vurur.
Şimdi Kuran’dan aldığım şu tümceye dikkat: “Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet’tir.(K.3/19) Yine: “Kim İslâmiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir.” (K.3/85) demişsiniz…
Öncelikle belirtmeliyim ki; ben kimseye silah atma niyetinde olmadığımdan, dönüp beni vurması da ihtimal dışıdır. Ayrıca; Ben size hakikat çoktur demedim ki; elbette hakikat bir tanedir. Benim sözüm hakikate ulaşmanın yöntemleri ve metotları hakkında idi… Kur’anda hakikat nuru anlatılırken “Nur” tabiri her yerde tekil olarak, batıl anlatırken de “zulmetler (karanlıklar)” tabiri her yerde çoğul olarak kullanılır. Bu şu demektir ki; Hak bir tanedir, ve onunla zıtlaşan her şey batıldır… Bu hakikati hedefleyerek hareket eden her mürşidin, hakikate ulaşmada kendi fıtratına has metotları vardır. Benim söylemek istediğim söz ise kendilerine has metotları hakikate ulaşmanın tek yolu olarak gören acemi mürşitleredir!
İslâm’a göre en büyük mürşid Peygamberleridir. Şimdi İslâm Peygamberi “Hakikat ermenin tek yolu vardır. O da benim yolumdur demekle bir mertebeye ermenin sarhoşluğu içinde midir”?… diyorsunuz.
Hz. Muhammed (s.a.v)’i, düşmanları bile İslam’ın sıradan bir mürşidi olarak değerlendiremez. Zira O, bu dinin yegane Peygamberidir. Peygamberler Hakikate bir yoldan ermezler. O’nlar hakikati ve ona ermenin bütün yollarını karanlıktan aydınlığa çıkaran ve insanlığa sunan elçilerdir.. Ve kendileri de Allah’ın izniyle, o yolların hepsinden Hakikate ulaşırlar. Hakikate erme noktasında başka hiçbir insan da bu mertebeye erişemez. Çünkü O’nlar zaten hakikatin tebliğ ve temsilcileridirler. Bu yüzden iman hakikatlerinden biri de O’nlara imanı gerektirmektedir… O’nlarsız bir arayış, felsefedeki hakikat arayışına benzer, sürekli arar fakat tam olarak bulamaz, sonra bulduğu kadarıyla avunmaya çalışır… Halbuki; O’nların yollarının birinin ucundan tutsa hakikatin nurlu yüzünün ışığı kendisine görünmeye başlar.. inanmasa da hakikati O’nların yolundaki işaretler (simgeler) sayesinde tanır, bilir… Böyleyken insanın gurura kapılması ve onlara karşı duyarsız davranması çok hazin bir sonuçtur…
Sayın Hayri Bey.
Yine benim bir sözümü eleştirerek; Yani “Her şey O, değil, Her şey O’ndan….” Bu sözleriniz üzerinde de durmak gerekir. Şimdi bir örnek vermek istiyorum: ”AMERİKA’DA YAŞANAN KATLİAM” da mı ondan? Aman dikkat öyle kalıplaşmış (şablon) sözcükler rastgele ortaya sürülemez… Bu tür şablonların söyleneceği yer ve zaman vardır, söylenmeyeceği yer ve zaman… Diyorsunuz.
Ben bu sözü ortalık bir yerde söylemedim, ilgili konunun geldiği yerde ve zamanında söylediğime inanıyorum. Yazdığım bölümü tekrar okursanız alakasız bir yerde söylemediğimi görürsünüz.. Fakat siz tamamen konu dışında bir soru yöneltip ”AMERİKA’DA YAŞANAN KATLİAM” da mı ondan? Diyorsunuz. Sorana cevap verilmelidir. Ben de cevaben derim ki; “O olay Allah’ın irade-i külliyesi dahilinde, insanların irade-i cüziyelerinin ve su-i ihtiyarlarının sebebidir.” Desem sağlam bir kader inancını gerektiren bu meseleyi anlayabilirmisiniz… Anladığınız anda cevabın ne kadar basit olduğunu ve sorunun da tasavvufi derinliği olan bir konuya çok basit kaçtığını anlarsınız sanırım… Fakat daha iyi anlaşılması için konuya devam edeyim:
“Kötülüğün kaynağı” diye bir felsefede “ Kötülüğün kaynağı insandır, O’nu yaratanda Allah ise, o halde kötülüğün kaynağı Allah’tır..” deniyor.. (sizin müslümanlarda görmek istediğiniz mantığa işaret ediyor.) Eğer Allah (cc) kötülükleri bildiren ve yapılmaması gerektiğini tebliğ eden peygamberler göndermese, Kitaplar indirmese ve din tebliğ etmeseydi bu yargı doğru olacaktı… Fakat Allah (cc), Peygamber göndermiş, vahiy indirmiş ve neyin yapılması gerektiği, neyin yapılmaması gerektiğini bildiren Din tebliğ etmiştir.. Bundan sonra Allah (cc) kötülüğü almış ve insan nefsindeki su-i ihtiyarın yüzüne çarpmış ve bu konuda onu sorumlu tutmuştur.. ve insana; “Size gelen her iyilik Allah’tandır. Başınıza gelen her kötülük de kendinizden…” (Nisa-79) diye buyurmuştur. Bu ayette çok ince ve derin bir kaderi husus vardır ki, her insan hemen kavrayamaz.. Bu ayetin hikmetlerinden biridir ki; insan “Ben iyiyim, iyiyim” deyip böbürlenme, “Ben kötüysem o da Allah’tan” deyip, suçunu Allah’a (cc) atma gibi bir hakka sahip değildir..
Unutmayın ki; ateşin icadı kötü değildir, fakat onu yanlış yerde kullanmak kötü olur. Bıçağın icadı kötü değildir, fakat onunla zulmen bir masumu bıçaklamak kötü olur. Yine unutmayın ki, nefis ve şeytanın yaratılması kötü değildir. Kötü olan insanın onlara uyması olur…
Yaratıcı, her şeyin zıddıyla bilindiği bir alem yaratmıştır. Soğuk, sıcağın içine nüfuz etmesiyle derece kazanır ve bir halde olmaktan çok halde olabilmeye kabiliyet kazanır. Aydınlık, içine karanlığın nüfuz etmesiyle derece kazanır ve bir halde olmaktan, çok halde olabilmeye istidat kesbeder.. İyiliğin içine kötülüğün karışmasıyla, iyilik de, kötülük de, bir halde olmaktan çıkar, çok hallerde kendini gösterir.
Ve dikkat etmeli ki; nefis ve şeytanın insanın vicdanına nüfuz etmesi veya edememesine göre insan tek halde bulunmaktan, çok halde bulunmaya kabiliyet kazanır.. İyi de yekta olmaz, kötü de yekta olmaz. Nefis ve şeytanın rolü ile, Hz. Ebubekir gibi Elmas ruhlu insanlar ile, Ebu cehil gibi kömür ruhlu insanlar bu sayede birbirinden ayrılırlar.. Bakın Kur’an ne diyor: “ Gerçek şu ki; biz insanı en güzel şekilde yaratırız. Ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz, tabii iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar hariç…” (Tin-4,5,6)
Dikkat edin ki, ilk yaratılış, yani temiz ve en güzel fıtrat Allah vergisidir. İnsan bu fıtratı bozmazsa zaten iyidir. Fakat bozarsa suçlu kendisidir. Bir de bu fıtratı gayesine uygun yerlerde işleyip daha fazla kıymet kazandırmak vardır.. Ama onun kıymet kazanmasının zeminini hazırlayanda, kıymet verende yine Allah (cc)’tır.. Bunun içindir ki hakiki mü’minler “Mehasinim mevhibedir, Seyyiatım maksubedir.” derler.. Yani “İyiliklerim, güzelliklerim Allah vergisidir. Kötülüklerim, günahlarım kendimdendir…” Böylece “Size gelen her iyilik Allah’tandır. Başınıza gelen her kötülük de kendinizden…” (Nisa-79) ayetinin bir hikmeti açığa çıkmış oluyor..
İşte bende bundan dolayı iyiliği kendime izafe etmedim ve “her kes bana sen iyisin iyisin dese, benim iyi olduğuma beni kimse inandıramaz” demiştim.. Sözümdeki manayı şimdi anladınız umarım… Bana iyi vasfını Allah (cc) yakıştırıp, “sen kıymetini koruyanlardan oldun” diyene kadar ben iyi olduğumu söyleyip nefs-i emmaremin gururuna pay çıkaramam , alem söylese de…
Evet insan öyle bir surette yaratılmıştır ki, melekleri geçmeye de namzet, şeytandan beter olmaya da müsait, bunu belirleme hakkı da kendi cüzi iradesine tanınmış… Bu özelliği ile insan dünyada bir imtihanda olduğunu isbat etmektedir.. Peki böyle bir imtihanı kim irade etmiştir. Elbette Yarattığı tüm varlıkla, Peygamberleriyle, Kitaplarıyla kendini bize tanıtan Allah (cc) dilemiştir…
Sayın Hayri Bey.
Buyurmuşsunuz ki; “…önü yokluk, sonu da yokluk olan bir hayatın amacı da, neticesi de olmaz, böyle bir hayat içinde bulacağınız amaç ve netice dahi nihayetinde boştur, neticesizdir…” diyorsunuz ki niçin boş olsun. Yaşamı sevmiyor muyuz. Çoluk-çocuğumuzun sevgisini tatmıyor muyuz: Arkadaşlarımızla, dostulk kurarak sevgiyi yaşamıyor muyuz? Güzel gördüğümüz zaman hayran olmuyor muyuz? Cinselliği tadarken kendimizden geçmiyor muyuz? Önü toprak, sonu toprak.. Yoksa şükredenlerden değil misiniz?…. Bırak bu saplantıyı da yaşamın tadını almaya bak!.. .
Sayın Hayri Bey, Beni yaşamın tadını almaya davet ediyorsunuz..
Ardımda bir arslan var (ecel), önümde beni asacak bir darağacı (kabir), ve beni bunlar karşısında aciz bırakan sağ ve sol yanımda derin yaralarım (insanın hayat ve ölüm karşısındaki fıtri acizliği) var. Böyle bir durumda iken beni hayatın tadını çıkarmaya mı davet ediyorsunuz… Bilin ki bunlar benim saplantılarım değil kendini uyutmayan tüm insanları saran bir vak’a… kendimi heveslerimle uyutmamın alemi yok..
Eğer sizde, ardımdaki arslanı öldürecek, önümdeki darağacını kaldıracak, sağ ve sol yanımdaki yaraları iyileştirecek bir çare varsa gösterin, ben de sizi dinleyeyim, hayatın lezzetini almaya bakayım… Eğer yoksa, o zaman sizi değil, bu dertlerime gerçek çareyi bulan, şu kısa hayatatıma gerçek kıymetini veren, Kur’an gibi bir semavi kelamı dinlerim… O zaman ardımdaki arslanın beni ebedi bir memlekete götüren bir hizmetçi suretinde olduğunu, önümdeki darağacının beni ve bütün sevdiklerimi asan bir canavar değil, hakiki ve ebedi bir alemin giriş kapısı olduğunu bilirim… Sizin yaşamaya çalıştığınız doğruların kendi hayatıma bakan geçiciliğine ebedi bir anlam kazandırırım… Hayatımı başıboşluktan, manasızlıktan da kurtarırım. Unutmayın ki: “İman ölüm anında insanı ebedi idamdan kurtarıyor” her ne kadar siz bunu bir avuntu saysanız da, bu böyle.. Size Kur’an’dan bir kaç ayet daha :
“Beri yanda, er-geç bizim karşımıza çıkacaklarına inanmayıp, kendilerini bu dünya hayatı ile hoşnut kılmaya çalışanlara, onun ötesini gözetmeyenlere, ve bizim ayetlerimizi umursamayanlara gelince…..” (Yunus-7)
“Hayır, O’nların ahiret konusundaki bilgileri gerçeğin berisinde kalmaktadır; zaten onun gerçekliğinden yana şüphe içindedirler, hayır ondan yana kördürler… Bunun içindir ki; hakkı inkara şartlanmış olanlar “Nasıl yani! Biz ve atalarımız, toz, toprak olduktan sonra, (topraktan) yeniden çıkarılacağız öyle mi?! “ diyorlar (ve yine derler ki;) “ gerçek şu ki; bu bize ve atalarımıza da önceden vadedilmişti; eskilerin masallarından, efsanelerinden başka bir şey değil bu?!”…… (Neml-66,67,68)
“ Ve o gün, her ümmetin içinden mesajlarımızı yalanlayanları ayrı bir bölük olarak toplayacağız; ve böylece, onlar (günahlarının derecesine göre) sınıflandırılacaklar; öyle ki (hesaba çıktıkları an) Allah (cc) onlara: “akıl ve bilgi yoluyla üstesinden gelemeyince, tutup mesajlarımızı yalanlamaya kalktınız öyle mi? Peki bu yaptığınız neydi öyleyse?” diyecek.. (yani hayatı niye yaşadınız öyleyse) Ve (böylece, onlara vaktiyle söylenen) söz, onların tüm karalamalarına rağmen, olanca gerçekliğiyle karşılarına çıkacak. Ve onlarda buna karşılık artık diyecek söz bulamayacaklar..” (Neml-83,84,85)……………………..
Ayrıca bir hukukçu olarak: Bir kere öte dünyada yerine gelecek olan adelet gecikmiş bir adalettir. Gecikmiş adalet de adalet değildir… Bu kuralı bir hukukçudan sorabilirsiniz… diyorsunuz.
Siz de bilirsiniz ki; Hiçbir sınavın notu sınav bitmeden verilmez. Öğretim dönemi bitmeden, hiçbir öğrenciye karne verilmez.. Fakat dünyadaki hiçbir hukukçu, hiçbir suçluyu işledikleri ve işleyecekleri hakkında imtihana tabi tutmadığından, işlenen suçun cezası için sınavın bitmesini beklemez. Yargı sistemini çalıştırmaya devam eder. Halbuki Allah (cc) insanları dünya hayatında imtihana tabi tuttuğunu bildirmiş ve bildirdiklerine göre yaşamamızı istemiştir…
“ O hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki, sizi sınamaya tabi tutsun, (ve böylece) davranış yönünden hanginiz daha iyidir (onu göstersin) ve Yalnız O’nun Kudret sahibi ve çok bağışlayan olduğuna inanasınız…” (Mülk-2)
“ Ve hepinizi mutlaka sınayacağız ki, (bizim yolumuzda) üstün gayret gösterenleri ve sıkıntılara göğüs gerenleri (diğerlerinden ayıralım. Çünkü biz bütün ididalarınızı deneyeceğiz.. (ki ne yaptığınızı size gösterelim.)” (Muhammed-31)
“Şüphesiz imtihan etmek için insanı katışık bir sperm damlasından yaratan biziz…. Biz ona yolu gösterdik. Ya şükredici olur, ya da nankör..” (İnsan-2,3)
Bu konudaki ayetlere Kur’anın bir çok yerinde rastlamak mümkündür.. Hatta Kur’anda imtihanın her türü belirtilmiştir. Dünya nimeti ile imtihan (Kehf-7,8), Musibetlerle imtihan (Bakara-155,214)+(Al-i İmran-186).. vb..
Sayın Hayri Bey. Amerikadaki saldırıyı kınamam hakkında diyorsunuz ki;
Gelelim şu yargınıza: “BU ARADA, AMERİKA’DA YAŞANAN KATLİYAMI BÜTÜN VARLIĞIMLA KINIYOR VE BÖYLE BİR VAHŞETİ MASUM HALKA REVA GÖREN CANAVARLAR İÇİN VE O MASUMLAR İÇİN MÜRŞİDİMİN SÖZÜNÜ VAR GÜCÜMLE HAYKIRIYORUM “ ZAMAN GÖSTERDİ Kİ CENNET UCUZ DEĞİL, CEHENNEM DAHİ LÜZUMSUZ DEĞİL..”
Bu görüş Mürşidinize ve size göredir dostum. Her ne kadar onlar cehennemlik diyorsanız da onlar İkiz Kulelere toslamakla cennetin kapısını açtıklarını sanıyorlar. Size göre cehennemlik olanlar; kendi inanışlarına göre cennetliktirler. Çünkü kitaplarında şöyle yazıyor ve onlar kitaplarında yazılı olan emirleri yerine getiriyorlar, tıpkı bizim Hizbullahçılarımız gibi: “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” (K.8/39. Aynı emir 2/193’te de var.)
Bu emir bütün müslümanları bağlar. Kuran’ın bir tümcesine inanmayan maazallah kafirler mağulesinden sayılır. Diyorsunuz.
Sayın Hayri Bey.
Bu sözünüzle Amerikanın dünya üzerinde bir fitne ve zulüm kaynağı olduğunu ve Kur’ana inananların bu fitneyi ortadan kaldırmak için savaşmaları gerektiğini mi vurgulamak istiyorsunuz. Öyleyse dinleyin;
“Size savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama saldırganlık yapmayın. Doğrusu Allah (cc) saldırganları sevmez.” (Bakara-190)
“ Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir…” (Hacc-39) ayetlerini ve bunun gibi daha birçoğunu Kur’anda hiç görmediniz sanırım, yada anlatımınızda farklı bir kasıt var…!
Sizde iyi bilirsiniz ki: islamda şuna göre veya buna görecilik yoktur. Allah’a (cc)’ın bildirdiği hakikate göresi vardır. O’nun bildirdiği hakikatler ise yarım yamalak değerlendirilirse yanlış olur.. Bunun içindir ki gerçek Mü’minler Allah’ın kitabında ayet ayırt etmeden bütününe birden inanırlar.. Zira O’nda insanlar için gereken her bilgi, gerektiği kadar mevcuttur.. Bütününe birden nazar etmezse yanlış yorumlayacağını bilir.. Kur’an savaş ve saldırı gibi konularda neler buyuruyor bakın ve Amerika’daki teröristlerle Türkiye’deki Hizbullah etiketini kullanan teröristlerin hareket tarzları Kur’an da mı yazıyor insafla bir görün..
“Ve artık, zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya, ve (insanların) kulca yönelişleri bütünüyle ve yalnız Allah’a adanıncaya kadar onlarla savaşın. Ama eğer direnmeyi (yani sizinle savaşmayı) bırakırlarsa bilin ki; Allah O’nların edip eyleyeceği her şeyi görmektedir.” (yani size savaş açmayan inkarcıları Allah’a havale edin.) (Enfal-39)
İslam tahrip ruhuna karşıdır:
“onlar İkiz Kulelere toslamakla cennetin kapısını açtıklarını sanıyorlar.” Diyorsunuz, şu ayeti dinleyin, cennetin kapıları kimlere açılıyormuş bakalım.
“Ahiret yurduna (cennete) gelince biz orayı, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere ayırmış bulunuyoruz…” (Kasas-83)
Hatta İslam evrensel bir ideolojinin dahi zorla dayatılmasını istemez. Bu konuda bakın ne der;
“Rabbin eğer öyle olmasını dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes imana erişirdi. Hal böyleyken, insanları inanıncaya kadar zorlayacak değilsin..” (Yunus-99)
“Sen ne kadar istesen de insanların çoğu iman etmeyeceklerdir.” (Yusuf-103)
İslam; vicdanları baskı altında tutmak ve inanç hürriyetini engellemek bir yana, bu hürriyetin gelişmesine mani olup, onu güç durumda bırakanlara şiddetle muhalefet etmiştir..
“Sana saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki; O ayda savaşmak çirkin bir şeydir. Ancak insanları Allah’ın yolundan çevirmek, O’nu inkar etmek ve mescid-i haram’a girmekten onları men etmek, ve halkını oradan sürmek, bütün bunlar Allah katında daha da kötüdür, Çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur.. Düşmanlarınız güçleri yetse, inancınızdan döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan vaz geçmeyeceklerdir….” (Bakara-217)
İşte İslam’a göre savaş “Düşmanlarınız güçleri yetse, inancınızdan döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan vaz geçmeyeceklerdir….” ayetindeki güçleri yetip savaş açmış düşmana karşı verilmiş bir ruhsattır.. Ve bu yalnızca gerekli sebeplerin ve şartların bir araya gelmesi sonucu verilen bir izindir. Her zaman ve her yerde yapılacak vazife değildir, neden böyle göstermeye çalışıyorsunuz ki. Her zaman ve her yerde yapılacak olan cihattır, cihadın manasını da yukarıda kısaca arz etmiştim: Allah’ın dinini yaşamak, sonrada en uygun tarzda tebliğ ve irşat gayretidir..
İslam, müslümanın inancını kendi kalbine gömüp yaşamasını ve diğer insanlar için umursamaz olmasını öngörmez, bu hakikatlerin insanların tamamına duyurulmasını ve bu konuda etkin bir şekilde çalışılmasını emreder. Fakat davetin en hikmetli, en ikna edici ve en yumuşak şekilde yapılması gereklidir. Burada herkesin görevi, ikraha başvurmadan, hak olarak inandığı şeyi isbat etmekten ibarettir. Davet edilen kişi davete icabet ve ret hususunda tamamen hürdür; Ancak O’nun da inananlara inançlarını anlatabilmek ve ona layık olduğu değeri verebilmek hususunda aynı hürriyeti tanıması şarttır. Yoksa böyle bir durumda şiddete maruz kalınırsa Allah (cc) karşılık vermeyi Müslümanlara hak tanımıştır… Tabii bu karşılık dahi yerinde ve zamanında olmalıdır.. Her an her yerde olacak iş değildir.. Bunun dışında inançlardan ve fiillerden ötürü herkes sadece fert olarak sorumludur. Kur’an bu hususta şöyle der:
“Bütün insanlığı hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır; ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış; şüphesiz, O’nun yolundan kimin saptığını en iyi bilen senin Rabbindir; ve yine doğru yola erişenleri de en iyi bilen O’dur.. Bunun içindir ki, zora başvurmanız gerekirse, ancak O’nların sizi zora koştukları kadar zora başvurun (maruz kaldığınız kadarıyla karşılık verin). Fakat eğer kendinizi tutarsanız, bilin ki, güçlüklere göğüs germesini bilen kimseler için bu daha iyi, daha hayırlıdır..” (Nahl-125,126) (Yani maruz kaldığınız muameleler; öldürme, işkence, saldırı vb. sabredemeyeceğiniz durumlar kadar ağır değilse, onlara karşılık vermez sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır…)
“Siz ey imana ermiş olanlar! Siz kendinizden sorumlusunuz: eğer doğru yolda iseniz, sapkınlığa düşenler, size hiçbir zarar veremezler….” (Maide-105)
“İnanc(ınız)dan dolayı size karşı savaşmayan ve yurtlarınızdan sürmeyen inkarcılara gelince, Allah onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz, çünkü Allah adil davrananları sever.” (Mümtehinne-8)
İşte Sayın Hayri Bey. Kur’andan Hüküm çıkarırken siyak ve sibakı, konu hakkındaki diğer ayetleri de göz önünde bulundurmazsanız, maazallah müslümanları teröristliğe bile yönlendirebilirsiniz. Ya da ‘Kur’ana inananların terörist olmaları gerektiği’ düşüncesi kadar saçma bir yargıya varabilirsiniz.. Allah sizi yanlış değerlendirmelerden korusun…
………………………
Bir de diyorsunuz ki;
“Ne zaman ki tek doğru bütün insanlarca kabul edilir. İşte o zaman insanlar huzura ermiş olurlar. Yoksa herkesin doğrusu kendine göre olamaz… Herkesin doğrusu kendine göre olunca kan ve gözyaşı dinmez.
İslam’ın kendi doğrularını empoze etmek için kan ve göz yaşı istemediğini yukarıda misalleriyle belirttikten sonra diyorum ki; herkeste farklılık arz eden, bu izafi doğrular “tek ve gerçek doğru” ya nasıl dönüşecek, eğer bütün insanların akıllarında doğrular farklı ve izafi ise, gerçek ve tek doğru kimden gelecek ve ne ile bütün vicdanlara hükmedebilecek.. Ya da gerçek doğrular her insanın fıtratında ve aklında var ise bunlar bütün insanlarda ne ile aktif hale geçirilebilecek…. İşte Kur’an gerekli imani ve dini bilgiyi vazettikten sonra bu konuyu da şöyle açıklar:
“Böylece sen batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak) dine çevir, ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran ki; Allah’ın yarattığı fıtratta bir bozulma ve çürümeye fırsat verilmesin.. BU SAHİH BİR DİNİN GAYESİDİR AMA ÇOĞU İNSANLAR BUNU BİLMEZLER..”
Allah (cc) Kur’an ile İnsanlık çapında genel ve insan çapında özel doğruların özgürce yaşanmasındaki sınırları İslam dininde belirlemiştir. İman edip bu dine girenlere de özel bazı emirler (vazifeler) vermiştir ki, bu emirler Müslüman’ın Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde bir kul olmasını temin içindir…
Bu kadar mükemmel hakikatler, simgelerle izah edilemez. Bu muhteşem hayat, Yaratıcı, Peygamber, Kur’an, İslam…. simgelerin içine gömülecek gibi değiller..
“Peki, kimdir yaşayan her varlığı, hak ettiği şeye bakarak görüp gözeten.. Yine de Allah’a ortak koşuyorlar (öyle mi?) Deki; Onlara istediğiniz ismi verin ( mesela, tabiata tanrı deyin, ya da başka şeye..) Sanki O’na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber verdiğinizi sanıyorsunuz? Yoksa sadece sözcüklerle mi oynuyorsunuz? Hayır, tersine, hakkı inkara şartlanmış olanların çarpık tasavvurları kendilerine güzel gösteriliyor; ve böylece (yaptıklarından dolayı) doğru yoldan döndürülüveriyorlar: ve zaten Allah’ın, doğru yolun dışında bıraktığı kimseye yol gösteren bulunmaz..” (Ra’d-33) Dikkat edin bunu ben söylemiyorum Ezel ve Ebed Sultanı Allah (cc) bildiriyor…
Elbette öyle.. istemeyene zorla verilmez ya…….
Ebede kadar sevgi ve saygılarımla… Hoşca kalın…
BİR KUL…. 21.9.2001
+
7.10.2001.h.
Sayın Kul,
Önce saygı, sevgi diyorum. Yazdığınız uzunca yazınıza tek tek yanıt vermezsem size haksızlık etmiş olurum. Bunları numaralandırdım. Önce 1. sorunuzdan başlıyorum:
1. “Aslında aynı şeyleri ifade etmek istiyoruz.. Gerçek doğruların ve gerçek iyilerin bilinmesi ve yaşanması hususu… Şartları farklı olsa da; Herkes de akıl, fikir, his, duygu, düşünce gibi ortak hususiyetler bulunmakta.. Herkes düşünsün, bulsun, bilsin, inansın ve yaşasın diye…. Dikkat ederseniz bütün insanların fıtratı bu amaca uygun tasarlanmış. İnsan fıtratına (yaratılıştan verilen hususiyetlere) müdahale edemediğine göre, bu amaçlı yaratılış kimin eseridir… Hiçbir amaçlı hareket, şuursuz ve iradesiz bir simgenin harcı olamaz…” Birinci ve ikinci tümcenle beni anlamış olmana seviniyorum. Doğru; ikimiz de aynı şeyi seviniyoruz. Doğruların ve gerçeklerin bilinmesi ve yaşanması… Buna bir diyeceğim yok… Ne var ki siz doğrunun ölçüsünü İslam’da buluyorsunuz. Bir İsevi de İncil’de, bir Yahudi de Tevrat’ta buluyor. Bu üç kitabın üçü de birbirine tamamen zıt kurallarla dolu… Bir de Tanrı’sız dinlerle Tanrı tanımayanların inançlar var. İşte burada ayrılıyoruz. Ben diyorum ki bir tek doğru (Allah birdir dedikleri…) var. O da; akıl, bilim, tek kültürden değil, çok kültürden oluşan sağduyu ve vicdan…
2. “Sizinle yaşanması gerekenler konusunda hemfikiriz, fakat inanılması gerekenler konusunda ayrılıyoruz… İnancımın aslı olan İslam dini ve bu dinin esasları sizinde sürekli vurguladığınız genel doğru ve iyileri, insanların yaşaması gereken esaslar olarak ele alıyor ve bu esasların hayata hakim olmasını istiyor.” Burada da bir anlaşmazlık var. Ben diyorum insanın elinin, hırsız da olsa, kesilmesi doğru değil diyorum. Ben: “Yurtta barış, dünyada Barış” diyorum. inancınızda “Dar-ül Harp”- Dar-ül İslam” var. Benim inancıma göre zina suç değil; sizin inancınıza zina suçtur ve cezası taşlayarak öldürmektir. Daha ılımlılarınız zinanın karşılığı kırbaçtır diyor. Benim inancıma göre kadın dövülemez, sizin inancınıza göre kadın, dikbaşlılık ederse dövülür. elbette bu l400 yıldır olan dövme emrini günümüz ıslamcıları, Allah’a dine yakıştıramadıklarından olsa gerek, yumuşatarak haififçe’ye çevirdiler… Olsun; haffçe de olsa kadın dövülemez..Sizin inancınızın aslına göre heykel yapmak en büyük günahlardandır, benim inancıma göre ise her ilimizin hükümet meydanında ve parklarında heykeller olmalıdır. Bu inanç farklıları saymakla bitmez…
3. “Başkaları yaptığı zaman ayıpladığımız bir şeyi, bizzat biz yapmak istemiş olsak bile, alçakça bir davranış karşısında tiksinti duyarız.” Doğru… Doğru söze ne nedir…
4. “İçimizden kim kendini yalancı, münafık, alçak, sahtekar, sarhoş veya herhangi büyük bir kusuru olan biri olarak göstermek ister..?” Başkalarını bilmem ama ama ben yeniden doğmadan önce, ölü iken, kusurum olduğundan söz ediyorum ve diyorum ki yeniden doğmadan önce utanç verici davranışlarımdan ötürü krendimi ayıplayabiliyorum. Buna din ilminde “Nefs-i levvame” denir: Kendini kınayan nefis… Dinin başlangıcı ve Allah’a doğru yolculuk kendi kusurlarını görüp düzeltmekle başlar… Ama günümüz islam şeriatçıları “Oruç, namaz, haç, zekat, kelime-i şehadet” dersen sana yeter diyor… (İslamın koşulu…)
5. “ben kimseye silah atma niyetinde olmadığımdan, dönüp beni vurması da ihtimal dışıdır. Ayrıca; Ben size hakikat çoktur demedim ki; elbette hakikat bir tanedir. Benim sözüm hakikate ulaşmanın yöntemleri ve metotları hakkında idi…” Birinci tümcende dediğin gibi “silah atma niyetinde olmadığın” belli. Benim sözlerim bir teşbih olup benzetme yapmaktır. Burada sizi bana silah etmekle ilgili bir şey söylemedim. Bu da sizin değindiğiniz “siyak sibak” yani sözün gelişi ve öncesi ile sonrası ile ilgilidir…
Hakikate ulaşmanın yöntemleri” konusunda da olaylara bakış açımız ayrı ayrı. Sizin bakış açısının sınırları çizilmiş ve benim bakış açımın sınırları sınırları çizilmemiş. Sizin inancınızda her şey Kuran’da belirtilmiştir. Benim dünya görüşüme göre ise her zamanın bir kuralı vardır ve bu kurallar toplumlar ilerledikçe vzaman değiştikçe değişir..
7. “Kötülüğün kaynağı” diye bir felsefede “ Kötülüğün kaynağı insandır, O’nu yaratanda Allah ise, o halde kötülüğün kaynağı Allah’tır..” deniyor.. (sizin müslümanlarda görmek istediğiniz mantığa işaret ediyor.)” Burada bir yanlış anlama olsa gerek. Ben diyorum ki: “Size gelen her kötülük şeytandandır; size gelen her iyilik ise Tanrı’dandır..” diyorum. Kanıt olarak da Kuran’daki şu tümceyi göstermiştim: “Size gelen her iyilik Allah’tandır. Başınıza gelen her kötülük de kendinizden…” (Nisa-79). Ne olur şunu unutmayalım. İslam inancına göre bir levh-i mahfuz var: “Allah, âlemi yaratmadan önce meydana gelecek olan her şeyi Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.”Yine islama göre, islamın koşulu sayılırken,”kaza ve kadere” iman esastır
8. “Böylece sen batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak) dine çevir, ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran ki; Allah’ın yarattığı fıtratta bir bozulma ve çürümeye fırsat verilmesin.. BU SAHİH BİR DİNİN GAYESİDİR AMA ÇOĞU İNSANLAR BUNU BİLMEZLER..” Bu benim yeniden dirilmeye başlarken (yani gerçeği görmeye başlarken) çıkış noktam olan bir tümcedir. Siz yerini belirtmemişsiniz ama ben belirtiyorum: (K. 30/30)” Ben yüzümü batıl olan şeyden çevirerek hak dine (ki bana göre akıl, sağduyu, vicdan, olgunluk, söylenene körü körüne inanmamak akıl ölçüsüne vurmaktır…) çevirdim. Yaratılışımözelliğini bozulmaya ve çürümeye bırakmışken yeniden doğdum… Yoksa tam bir ölü idim… Ölü olarak da ölecektim. Yazımın başından beri dikkatinizi “ölü” ile ” “Diri” kavramına çekmiştim, bakıyorum ki bu konuda düşünme gereği bile duymuyorsun. Oysa dinde ilerlemek isterseniz bu “ölü” ve “”diri” kavaramlarının anlaşılmasından geçer…
Aramızda 200 sayfaya yakın bir yazışma oldu. İyisi ile kötüsü ile herkes, eğer okursa, bu yazışmadan kendine yaratılışına uygun olanı alır. Zararlı olanların ise üzerinde durmaz. Kimseye inancımızı aşılamak gibi isteğimiz yoktur. Ne olur, Anayasamızın bana tanıdığı : “Herkes, düşünce ve kanattlerini söze, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yay hakkına sahiptir.” (M. 26) şu hakkı çok görmeyiniz…
9. “Ardımda bir arslan var (ecel), önümde beni asacak bir darağacı (kabir), ve beni bunlar karşısında aciz bırakan sağ ve sol yanımda derin yaralarım (insanın hayat ve ölüm karşısındaki fıtri acizliği) var. Böyle bir durumda iken beni hayatın tadını çıkarmaya mı davet ediyorsunuz…” diyorsunuz ki yine yanıtım: Evet! olacak…Yani senin ardında ecel, önünde kabir var da ben ölmeyecek miyim? Yineliyorum. Yaşamın tadını almaya bak. Ne kaybın olur… Sizin dediğiniz gibi olsa, öbür dünya yaşamdan tad almanı başına kalkacak değiller ya…Hayatın tadını alsak da, almasak da; İnansak da, inanmasak da öleceğiz. Kimse bize yaşarken niçin yaşamdan tad aldın diye ceza verecek değil ya… Ya ben ne yapayım. Senin gideceğin bir yer var, benim o da yok… Sizlerin inancına göre bu kafa ile benim gideceğim yer esfel-i safilin… Asıl korkması gereken ben korkmuyorum da… Benim derdime niçin düşüyorsunuz bilmem kki..
İşte böyle değerli dostum. Senin ki sana benim ki de bana… Ne sen benim yüzümden; ne de ben sizin yüzünüzde sorumlu olabilirim. İyi ise de, kötü ise de herkesin doğrusu kendine… Yaşamın tadını almaya bakalım iyisikine… Uymayalım ne olursa olsun, nef-i emmareye…
Sağlıcakla, kal… Saygı, sevgi sana, saygıdeğer hanımıza ve oradakilere…
Saygın Balta
Not. Dün yazacaktım. İki kere elektirikler söndü.. Bu toplumda yaşamanın ceremesini çekeceğiz…7.10.2001
xxx
09-10-2001.k
Saygılar size ve sevdiklerinize…
Mailinizi aldım, size borçlu oldum. Cevaben yazıyorum, borcumu ödüyorum… Önceki mailimdeki “İstemeyene verilir mi?” sözümün özü mailin sonundaki ayet mealindeydi.. Sonu öyle bitti, Kul’da böyle başlık attı…
Doğrulara Tapan, Saygın Büyüğüm..
Sizde mürşidimin şu sözünün tezahürünü görüyorum. “Hakikaten bence Müslüman neslinden gelen bir adamın, akıl ve fikri İslamiyet’ten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir zaman İslamiyet’ten vazgeçemez.!” Çünkü vicdan ve fıtrat (dış etkilerin müdahalesi olmadıkça) hiçbir zaman yalan söylemez.. Sizin olumlu kavramlara, sevgiye, saygıya, doğrulara Uluhiyet isnat etmeniz, akıl ve fikrinizin İslamiyet’ten tecerrüdünü gösterdiği gibi, fıtrat ve vicdanınızın da İslamiyet’ten vazgeçemediğini gösteriyor..
Sizin İslam’da görüp, beğenmediğiniz hükümler inanmayanı değil, inananı bağlar. O hükümler ya Müslüman bir ferdin, ya da Müslüman bir toplumun vazifeleridir. Şu halde bunlar sizin vazifeleriniz değil ki, neden bu kadar zorunuza gidiyor. (inançsızların, tesettürlülerin sıcakta yanma dertlerine düştükleri gibi..) Siz bana; “Ahirete inanmayan benim, öldükten sonra dirilmeme derdi benim, neden benim derdime düştünüz bilmem ki..” , diyorsanız bende size bu kadar Müslüman’ın inanç ve ibadet hükümlerinin derdine düşmemenizi tavsiye ediyorum.. Çünkü o dertler! İnananların derdi!.. Hem İslam’ın Müslüman’a yüklediği şahsi emir ve yasakları (iman esaslarına inanmadığından ve nefsine ağır geldiğinden dolayı) reddetmesi insanlarda az görünen bir tavır değildir… İmtihana giren herkesin imtihanı kazanma derdi vardır bekli ama, herkesin kazanması şartı yoktur..
Bir de Müslüman’ın bakış açısının sınırlı, sizin bakış açınızın sınırsız olduğu iddianız var… Burada Mürşidimin şu sözü hatırıma geldi ki;
“Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi, dalâlet değildir. Çünkü, hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.”
İşte Saygın Büyüğüm, Bir Müslüman’ın sizin bakabildiğiniz bütün bakış açılarından bakabileceğini, her açıdan düşünebileceğini, tefekkür edebileceğini anlatır bu söz. Bu bakışlardan sonra kabullenmek, aklın tasdikine ve kalbin iz’anına kalır.. Unutmayın bakış açısı farklı şey, tasdik etmek farklı şeydir.. Bir insanın her şeyi düşünebilmesi ifade edebilmesi bir özgürlük olsa da, önüne geleni tasdik etmesi ve her hayat tarzını yaşaması ise sınırsızlıkla, özgürlükle değil, nefs-i emmareye esir olmasıyla izah edilir.. İslam düşünce ve tefekküre değil nefs-i emmareye sınırlar koyar.. Nefsin arzularında ise yine mürşidimin ifadesiyle “Helaller keyfe kafidir, haramlara girmeye hiç lüzum yoktur.”..
Sayın Hayri Bey. Siz benim hayattan lezzet almadığımı düşünmüyorsunuz her halde, Her insan gibi hayattan zevk ve lezzet alıyorum elbette.. Helaller bana öylesine yetiyor ki; fıtratımın dışındaki günahlarda zevk aramaya kalkışıp bunu da sınırsız özgürlük olarak algılamıyorum. Aksine Dünyada helallerle sınırlı gördüğüm şu zevklerimin ebedi bir alemde sınırsız olacağını biliyorum, zevk ve lezzetimi tam alıyorum. Ölümle bitip her şeyin yarım kalacağını da düşünmüyorum. Size yazdığım hikayeyi hatırlarsanız; Kuyunun duvarındaki ağaç, dünya nimetleri idi.. ve o ağaca asılı kalan inkarcı, o yolculuktan tek nasibinin ağaçtaki meyveler olduğunu düşünüyordu.. Bunun için hırsla ve bir daha elde edemeyeceğini düşündüğünden, kendini avuturcasına yiyordu.. İman eden insan ise, o nimetlerin birer numune olduğunu bildiğinden asıllarına layık olmaya çalışırcasına, nimet sahibine saygı içerisinde nimetleri izin verildiği kadar yalnızca tadar… Mürşidimin ifadesiyle “Bu meyveler numunelerdir.. Ta ki asıllarına müşteri olunsun.. Onun için tatmaya izin var fakat hayvan gibi yutmaya izin yoktur..” Siz, zina benim için suç değildir diyorsunuz, Cinsel arzunun tatmini bir dünya nimetidir ki; helalinden tatmaya izin vardır, fakat sapıkça hayvan gibi her önüne geleni yutmaya izin yoktur.. İslam bunu sapkınlık görür ve şiddetle Yasaklar..
İşte Sayın Hayri Bey, Benim dünya nimetlerini ve lezzetlerini yutma gibi bir acelem yok.. İslam’ın helal kıldığı şeyler keyfime kafi olduğu gibi, haram kıldığı şeyler de, vicdanımı ve fıtratımı korumaya kafi…
Benim sürekli ölümü ve kabri nazarınıza sürmemin sebebi; Bunların Ahiretin habercisi olduklarını hatırlatmak ve Hayatın ancak ebede bakan yüzüyle manalı olabileceğini anlatmaktır. İnsandaki ebedi yaşama hissinin (ki inanan inanmayan her insan bu his sayesinde ölümü unutarak yaşayabiliyor) ebedi bir alemden haberci olduğunu vurgulamaktır. Uluhiyet kime isnat edilirse edilsin yine de Allah (cc.)’ındır bunun için sizin Tanrı dediğiniz tabiatın, insanın bütün ihtiyaçlarına cevap verip de, bu en mühim ve bütün her şeye bedel olan ebedi yaşam arzusunu görmezden gelemeyeceğini vurgulamak amacındayım.. Mürşidim bunu şöyle ifade eder “ Hiç mümkünmüdür ki; Meyve kurdu gibi en küçük bir varlığın, en küçük bir ihtiyacını, hiç beklemediği ve hiç ummadığı yerden gönderen bir Kadir-i Zülcelal, İnsan gibi mükerrem kıldığı büyük bir varlığın, en mühim isteği ve ihtiyacı olan ebedi yaşam arzusunu görmezden gelsin, karşılıksız bıraksın..” “Madem Allah (cc) var, elbette ahiret vardır..”
Mailimi, mürşidimin konu hakkındaki tefekkür’e kapı açan sözleri ile bitiriyorum..
1-) “Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü visallerinin (kavuşmalarının) lezzeti, firaklarının (ayrılıklarının) elemine mukabil gelmez….”
2-) “Kalp ebedi aleme açılmış bir penceredir.. Bu fani dünyaya razı değil..” (Herkes hayatından şikayetçidir deriz ya.. bu dünyaya razı olmadığımızın işareti..)
3-) “İnsanın bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması, ve mütemadiyen zeval ve firak ta yuvarlanması şahittir..”
4-) “Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat iradi istek elden alınmaz..”
5-) “Şu dünya diyarı, meydan-ı imtihandır ve hizmet diyarıdır. Lezzet ve ücret ve mükafat yeri değildir..”
6-) “Bu dünya dar-ül hikmettir, dar-ül hizmettir.. Dar-ül ücret ve mükafat değildir..”
7-) “İnsanın sonsuza uzanmış emelleri, ve kainatı ihata etmiş efkarı, ve ebedi saadetlerinin envaına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir. Bu dünya o’na bir misafirhane ve imtihan içinde bir bekleme salonudur…”
Sayın Hayri Bey. Sözü uzatmak isterdim fakat mürşidimin ifadesiyle; “Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler pek çoktur..”
Size verilen ömür sermayenizden elinizde kalan kısmını, en hayırlı bir ticarette sarf edebilmeniz dileğiyle…. Sevgi ve saygılarımla, hayırlı günler dilerim…
Sizi seven Bir Kul….. 9.10.2001
Xxx
12.10.2001.h.
Sayın Kul,
Saygı, sevgi hepinize, özelliklle mürşidinize… Nedenini açıklayacağım size. Biliyorum; siz, mürşidinizden habersiz benimle mektuplaşmaya giremezsiniz. Ondan habersiz bir iş yapmamak edep gereğidir. Bir mürit (muradı-isteği-olan…) edep çizgisinden gitmelidir… Bir ölü kendisini nasıl ölü yıkacıya teslim ederse mürit de mürşidine öylesine kendisini teslim etmelidir…
Mektubunuzda: “Sizde mürşidimin şu sözünün tezahürünü görüyorum. “Hakikaten bence Müslüman neslinden gelen bir adamın, akıl ve fikri İslamiyet’ten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir zaman İslamiyet’ten vazgeçemez.!” Çünkü vicdan ve fıtrat (dış etkilerin müdahalesi olmadıkça) hiçbir zaman yalan söylemez.. Sizin olumlu kavramlara, sevgiye, saygıya, doğrulara Uluhiyet isnat etmeniz, akıl ve fikrinizin İslamiyet’ten tecerrüdünü gösterdiği gibi, fıtrat ve vicdanınızın da İslamiyet’ten vazgeçemediğini gösteriyor..” diye söze başlamışsınız . Bir de: “Helaller keyfe kafidir, haramlara girmeye hiç lüzum yoktur.”.. diyerek eklemişsiniz.
Bu sözler güzel sözlerdir, dikkate alanı diriltir… Kendisine saygılarımı, sevgilerimi söyle. Yokluğunda ellerinden öptüğümü de… Sakın sözlerimde art niyet arama. Sarhoş ve hamuşi değilim aklım başımda… Özdenim söylediğim sözlerde… Sana önerim, benden sana hayır yok, mürşidinizin eteğine yapış, eşiğine yüz sür derim…
Şimdi gelelim konuya: ”Ynt: Madem Allah var, Elbette Ahiret vardır..” Sözüne bir diyeceğim yok. yalnızca yaklaşım yönteminde hem fikir değiliz. Unutma; Ahiret, Allah’ın yarattığı insanlar için söz konusudur. Doğanın yarattığı hayvanlarla, insanlar için Allah da yoktur, ahret de yoktur. Allah dirilerin Allah’ıdır. Ölülerin Allah’ı da, ahreti de yoktur. Tapınma evlerine giden dinciler vardır, onların Allah diye tapınmaları palavradır. Bunlar “sırrullah” konusudur. Ancak isteyene, hizmet edene verilir… İnsanlar kendi yaratılış özelliğine göre değişir, gelişir. “Allah dilediğine gerçekleri işttirir” (K. 35/22) ve “Allah dilediğine hidayet eder.” (K. 10/25, 22/16) “Allah dilediğine kereminden ihsan eder” (K. 10/107)… Allah basireti bağlanmış ölülere ne eder?…
“Müslüman’ın inanç ve ibadet hükümlerinin derdine düşmemenizi tavsiye ediyorum.. ” diye hafifçe bir sitemde bulunmuşsunuz. Özetle belirteyim ki yanılmışsınız. Kimsenin inanç ve ibadetinin derdinde değilim; ben, Devletimin bana verdiği “düşünce ve kanaatimi” açıklamakla meşgulum.. (Any. m. 26).
“Siz, zina benim için suç değildir diyorsunuz,” Tövbe tövbe ben böyle der miyim. Dediğim şudur: “Dinlere göre suç olan zina Devletimizin yasalarına göre suç değildir…” demişim. Allah’ın emrine göre yasak olan zinaya karşı insanlar nasıl oluyor da karşı geliyor demişim… Sürçü lisan yolu ile demişysem bile düzeltirim…
Ben dirildikten sonra harama uçkur çözmemişim. Eşimin bile koynuna istemedikçe hem de aylarca girmemişim. Unutma yaşım yetmiş, en az beş hastalıkla bitmiş durumda iken halen yakışıklı ve güzelim…Ayrıca benimle aşk yaşamak isteyen o güzelim kadınlara yüz vermemişim, ama geçit vermemişim… Buna ilişkin bir öykü Sitemin “GEÇMİŞTE YAZILANLAR” linginde yayınlanmaktadır. Adı da: “ARAMIZDA TANRI VAR” dır…
“Herkes hayatından şikayetçidir deriz ya.. bu dünyaya razı olmadığımızın işareti…” tir diye kendi kanaatinizi belirtmişsiniz. Oysa ben; o denli çile çektim, kurşun yedim, iftiralara uğradım, gözaltına alındım, hapis yattım, en az 15 işyerinden kovuldum, aç kaldım… En az beş ölümcül hastalıkla tanıştım… Yine de; bu dünyaya geldiğim için, yaşadığım için kendi Allah’ıma teşekkür etmişim.
“Şu dünya diyarı, meydan-ı imtihandır ve hizmet diyarıdır. Lezzet ve ücret ve mükafat yeri değildir..” diyorsun… Ah dostum, yeniden doğuşa eriş de, şu Allah adına bizleri korkutan dinlerin zincirlerinden kurtul da, masivadan geçerek Allah’tan başka biri ile meşgul olma da bak, lezzet mi alıyorsun, eziyet mi çekiyorsun görürsün…
Sakın beni lezzet, ücret ve malmülk düşkünü sanma… Sağlığımda, babadan kalma malın-mülkün tasarrufuna vermişim kızlarıma… Bir lokma bir hırka anlayışındayım. Allah’tan başka kimden niçin korkayım… Ne var ki bana dinciler gelir, dinsiz diye kaçar. Dinsizler gelir, dindardır diye kaçar… Kim ne derse desin ben böyleyim. “Nerde güzel gördüm taparım, nerde çirkin gördüm kaçarım. İster kâfir de, ister müslim budur benim dinim…” (Fuzulî)
İşte bir yanılgı daha: “Bu dünya o’na bir misafirhane ve imtihan içinde bir bekleme salonudur…” Bu yargı dinlerin bir balonudur. Bu dünya görüp göreceğin tek yerdir. Biz canlılar ölümlüyüz de bu dünya, değişime uğramak koşulu ile, ölümsüzdür, ebedidir…
Saygın (Hayri) Balta; ne kâfirdir, ne münafıktır, ne müşriktir, ne de müslümandır. Saygın Balta; Tabulara, talana, yalana karşı çıkan, yalandan-yanlıştan kaçınan, şeytanını yenmeye çalışan, gerçeğe (Hak’ka) saygı duyup boyun eğen kendi kendini değiştirme çabasında olan bir insandır…
İnsanlara Allah adına dayatılan dinlerde olumlusu da olumsuzu da olduğuna inanan ve bu nedenle kutsal kitaplarda seçme yaparak kendine yararlı olanı alan yararsız olanı üstünde durmayan bir aydındır…
Sayın Dostum, mektubunun bir veda niteliğinde olduğunun ayrımındayım. Ben de aynı kanıdayım. Söylenmesi gereken söylenmiştir. 200’ü aşmış karşılıklı yazışmalar yapılmıştır. Bunları okuyanlar kendi meşrebine göre yararlanır. İsteyen sizde hikmet bulur, isteyen de hikmetin bende olduğunu sanır.
Artık söze gerek kalmamıştır. Artık yazışmalarımızı noktalama zamadır.
Mektubuma son verirken Sayın Mürşidinize selam söyle. Yukarda söylediklerimi yineliyorum. Yapış eteğine, yüz sür eşiğine….
Şimdi kal sağlıcakla, saygı sevgi, size ve saygıdeğer eşinize…
Saygın Balta, 12.10.2001
Av. Hayri BALTA
xxx
15-10-2001
Tekrar saygılarımla….
Sayın Hayri Bey.
Size dikkatimi çekmeye çalıştığınız “Ölü ve Diri” konusu hakkında bir yazı yazmıştım, tam gönderecektim, 12-10-2001 tarihli mailinizi aldım, okudum.. yazımı göndermekten vazgeçtim..
Mürşidime selamınızı iletiyorum, aldı mı, almadı mı bilemiyorum.. Zira mürşidim dünya hayatından terhisini alalı çok zaman oldu.. Fakat geriye öyle bir mürşit bıraktı ki; yerinden ve zamanından ayrılamayanlara bile mürşit oldu.. İşte benim mürşidim de bıraktığı bu eserler oldu.. O zat; “Ben Mevlana’nın zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım, Mevlana benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı…” “Risale-i Nur, Kur’anın bu asırdaki bir mucizesidir.” diyerek 20. asırda İslam anlayışını seslendiren Zattır.. Sizin tavsiyenize de uyarak eteğine (eserlerine) yapışacağım..
Sayın Hayri Bey..
Mailimdeki veda inceliğini kavramanızı, sizin inceliğinize veriyorum… Veda istemediğim bir şeydir, fakat lüzumundan fazla konuşmak ve insanın kendisini cevap makamı haline getirmesi de hoş değildir…
Ben sizi unutmayacağım, Sizi “Tanrı sevgidir.. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar.. Tanrı da O’nda yaşar..” sözüyle daima hatırlayacak, ve saygıyla anacağım ve diyeceğim ki; “Sevgisiz Allah’a (cc) yaklaşılamaz, Sevgiden yoksun insanda Allah (cc) tecelli etmez..” ve yine diyeceğim ki;
Mü’min olan, Allah’ın Zatı hakkında sabit bir itikada bağlanmaz, sonsuz bir deryayı bardağa sığdırmaya çalışmaz.. Bilir ki; o bardağın içindeki zaten O sonsuz deryadandır.. Fakat O, bardağın içindeki şey kadar değildir..
Ve işte Allah’ın kendi zatını anlattığı ayetler:
“İşte Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur, O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse yalnız O’na kulluk edin, zira O’dur her şeyi görüp gözeten.. Hiçbir beşeri görüş ve tasavvur O’nu kuşatamaz, Halbuki O, her türlü beşeri görüş ve tasavvuru çevreleyip kuşatır. Zira yalnız O’dur tam nüfuz edilemez olan, ve her şeyden haberdar bulunan.” “.. Ama bazıları, bütün görünmez varlık türlerine, Allah’ın yanında (ona denk) bir yer yakıştırmaya başladılar.. Halbuki O’nların tümünü yaratan O’dur.. O sonsuz ihtişam sahibidir, ve insanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yüceliğe sahiptir..” (En’am Suresi-100,..,103)
“O insanların gözleri önünde olanı da, onlardan saklı tutulanı da bütünüyle bilmektedir. Ama onlar O’nu bilgice asla kuşatamazlar..” (Taha suresi-110)
“Allah, kendisinden başka ilah olmayan, sonsuza kadar diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağı olan, Her şeyi hükmüne ve iradesine bağlı kılan YARATICI….” (Al-i imran suresi-2)
Sayın Hayri Bey.
“Ah dostum, yeniden doğuşa eriş de….. masivadan geçerek Allah’tan başka biri ile meşgul olma…” diyorsunuz, teşekkür ediyorum.. Zira; O’nunla sürekli meşgul olan, her şey ile ve herkes ile hakkıyla meşgul oluyor demektir…
“..O zaman bak acımı çekiyorsun lezzet mi alıyorsun.. diyorsunuz.. Bende size yine mürşidimden bir söz yazıyorum “ O’nu tanıyan zindanda dahi olsa bahtiyardır.. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır..”
Siz O’nu unutamamışsınız, fakat O’nu eksik ve yanlış tasavvur etmişsiniz. Hakikat makamının hususi hallerinden sıyrılıp, şeriat makamının kuşatıcı yönünü görememişsiniz. Hakikat makamındaki bazı özel halleri herkese ve herşeye teşmil etmek istemişsiniz. Bu sebeple de, dinsizler size dinci, dincilerde dinsiz demişler, İki taraftan da anlaşılamamışsınız..
Sayın Hayri Bey.
Sözlerimi noktalarken, Bana dua etme özgürlüğünü çok görmeyeceğinizi umuyor, Son olarak, sizinle yazışmalarımıza şu dua ve şu ayet ile veda ediyorum..
“Allah’ım!.. Saygın Hayri Beyin, senin “Rahman” isminin Cilve-i Nurundan gözleri kamaşmış, diğer sıfatlarının bir kısmını seziyor.. büyük bir kısmını da sende göremiyor. yarattıklarına olan tecellisine bakarak, O sıfatlarını da yarattıklarına izafe ediyor…. Ona, Kainatta ve Kitabında ve Peygamberlerinde, tecelli eden bütün isim ve sıfatlarını bildir ve sezdir ki; sen Kudretsiz, İradesiz, Hükümsüz, Kelamsız, Basar’sız, Semi’siz, yalnızca yarattıklarına verdiği cüzi iradeye bağlı değilsin… Zatına mahsus İrade ve Kudretiyle yaratan, Hikmetiyle işleyensin.. Biz bazı şeyleri çirkin görsek bile, senin yarattığın her şey güzeldir.. (Mürşidimin ifadesiyle) “Beşerin su-i ihtiyarı bulaşmadıkça, hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik, ve çirkinlik yoktur.. Yaratılan her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibariyle güzeldir..” desin ve Seni, kendini bize tanıttığın gibi tanıyıp bilsin.. ” Amin…
… ve bir ayet ;
“Onların Allah’tan başka yalvarıp, sığındıklarına sövmeyin ki, Onlarda kin ve cehaletten dolayı. Allah’a sövmesinler.. Zira biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. Zamanı geldiğinde onlar Rablerine döneceklerdir.. O zaman Allah (cc) onlara bütün yaptıklarını (en doğru şekilde) anlatacaktır..” (En’am suresi-108)
Ne görsem ötesinde hasret çektiğim diyar,
Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var…
Ebede kadar sevgi ve saygılarımla…
BİR KUL..
X
XX
Sayın Kuldan’an, 13.12.1/0012
Yeniden selam size..
Saygı ve sevgilerimle,
Sayın Hayri Bey. Sizi unutmadım, hatta durumunuzu merak ettim, nasılsınız, inşaallah iyisinizdir. Rahatsızlıklarınız ne durumda.. Sağlık problemlerinizi aşmışsınızdır inşaallah.
Yazışmaları bitirmemiz demek ‘bir hal hatır sormayı da bitirmemiz’ demek değildir diye düşünüyorum.
Hem sizin gibi, Tanrı’yı Vahdet-i Vücut anlayışından esinlenerek “Vahdet-i Mevcut”‘da bulmuş, ve o mevcuttan da kötü gördüğü şeyleri şeytan olarak vasfetmiş ve bu şeytani kötülüklerden uzak durup, Rahmani güzelliklerle hemhal olmaya çalışan bir büyüğümü elbette unutmam..
Hayatınız nasıl gidiyor. Davanıza hizmetiniz ne durumda.. Koskoca hayatınızın çok ufak bir zaman diliminde tanışıp konuştuğunuz Bir Kul’u zaman zaman da olsa hatırlarmısınız.
Hatırlarım Sayın Kul, derseniz mailime ufakta olsa cevap beklerim sizden..
Sevgi ve Saygılarımla.. Sağlıcakla kalın..13.12.1/ 00.12
XXX
13.12.2001/13.53
Sayın Kul,

Önce saygı, sevgi sunuyorum. Vefalı oluşuna hayran oluyorum…
Demişsin mesajına unutulmamalı. Sizi unutacağım sanılmamalı…
Nasıl unuturum seni, en iyi anlayansın beni.
“Tanrı’yı Vahdet-i Vücut anlayışından esinlenerek “Vahdet-i Mevcut”‘da bulmuş, ve o mevcuttan da kötü gördüğü şeyleri şeytan olarak vasfetmiş ve bu şeytani kötülüklerden uzak durup, Rahmani güzelliklerle hemhal olmaya çalışan bir büyüğümü elbette unutmam..”
Bu sözlerin bu kanıtdır. Beni anlamak isteyen bu sözleriniz üzerinde durmalıdır.
Beni anlamak isteyen bbr de Mevlana’nın “FÎHİ MÂ FÎH” (SÖYLENMESİ GEREKENİN ÖZETİ) adlı kitabı ile şeyh Bedrettin’in “VARİDAT” adlı kitabını okumalıdır.
Bu kitaplar okunduktan sonra da İncil ile Kur’an okunmalıdır. Okumalı ve saplanıp kalınmamalıdır… Gizli olanı (ezotorik, batınî) bulup çıkarmalıdır.
Tevrat’ta da iyi sözler var ama bunun yanında Filistinliler düşmanlık aşılayan sözler de vardır. Tevrat’ı okuyan bunların ayrımı yapmalıdır. Günümüzde sürüp giden Filistinli Araplar ile İsrailli Yahudilerinin bu acıklı kavgasının kaynağının Tevrat olduğunu bilmelidir. İslamın müşrik, kâfir ile murted’e (dininden dönen) yaşam hakkı tanımaması da Tevrat’tandır…
Gerçek müslüman; müşrik, kâfir, murted diye insan öldürmez. Ateist de, dinsiz de insandır, insan olan insan olana saygı duymalıdır.
Atatürk’ün de dediği gibi savaş cinayettir. Savunma dışında yapılan savaşlar kandır, gözyaşıdır, felakettir. Savunma savaşı dinli de de dinsizde de vardır. Ancak savunma diye soluğu Cebeli tarık ile Semarkent’te almamalıdır. Bütün bunlar için, dini Allah adına yaymak denir. Yalandır, asıl neden fetih, ganimettir…
“Allah bir şeyin olması için ol demesi yeterlidir” Bu bir ayettir. Bu gün dünyamızda yedi milyar insan var. Bunların l.5 – 2 milyarı müslümandır. Geri kalanı ise müşriktir, kafirdir dinsizdir, Allahsızdır. Hindistan da insanın üretim organına tapan yanında maymuna, binlerce heykele puta tapan da vardır… Hani “Allah bir şeyin olması için ol demesi yeterdi.” idi… Şimdi bu ayet ile görünen gerçek karşısında ne demeli… Hani Hak din islamdı, Alla bütün insanlığın müslüman olmasını istemişti.
Ben dava adamı falan değilim. Ben yasaların bana verdiği düşünceyi anlatma hakkını kullanan biriyim.
Ne ise senin unutmam olası değil… Sen bana bir adım geldi isen ben sana bin adım gitmeliyim…
Şimdi seninle aramızdaki yazışmaları derleyip toplayıp bir araya getirimekle uğraşıyorum.
Bitirince bir örneğini sana göndermeyi planlıyorum…
Sanal varlığa kul olmak bana hicaptır. Senin sevgine kul olmak ise bana yakışandır…
Senin inancına saygı duyarım. Nasıl inanırsan inan bana ne?
Hayran olurum, kurban olurum senin sevgine…
Sağlık durumum bildiğin gibidir.
Hayri Balta yorulunca hemen dinlenmelidir.
Şimdi yoruldum, dinlenmeliyim.
Yaşamın değerini bilmeliyim.
İnsanlığa borcum var yerine getirmeliyim…

Şimdi kal sağlıcakla…
Binlerce teşekkür sana…
İhya ettin beni çok güzel anlamakla…
Unutmamakla…
Av. Hayri Balta.13.12.1/13.53
x
—– Original Message —–
From: bir kul To: hayribalta@superonline.com Sent: Thursday, December 13, 2001 10:23 AM Subject: unutmamalı..
Yeniden selam size.. Saygı ve sevgilerimle,
Sayın Hayri Bey. Sizi unutmadım, hatta durumunuzu merak ettim, nasılsınız, inşaallah iyisinizdir. Rahatsızlıklarınız ne durumda.. Sağlık problemlerinizi aşmışsınızdır inşaallah.
Yazışmaları bitirmemiz demek ‘bir hal hatır sormayı da bitirmemiz’ demek değildir diye düşünüyorum.
Hem sizin gibi, Tanrı’yı Vahdet-i Vücut anlayışından esinlenerek “Vahdet-i Mevcut”‘da bulmuş, ve o mevcuttan da kötü gördüğü şeyleri şeytan olarak vasfetmiş ve bu şeytani kötülüklerden uzak durup, Rahmani güzelliklerle hemhal olmaya çalışan bir büyüğümü elbette unutmam..
Hayatınız nasıl gidiyor. Davanıza hizmetiniz ne durumda.. Koskoca hayatınızın çok ufak bir zaman diliminde tanışıp konuştuğunuz Bir Kul’u zaman zaman da olsa hatırlarmısınız.
Hatırlarım Sayın Kul, derseniz mailime ufakta olsa cevap beklerim sizden..
Sevgi ve Saygılarımla.. Sağlıcakla kalın..
X
15-12-2001
Sayın Hayri Bey.
Sevgi ve saygı ile..Cevabınız için teşekkür ederim. Sağlık durumunuzun evvelki gibi olduğunu bildirmişsiniz. Allah (cc) sıhhatinizi arttırsın. Bilirsiniz ki hastalıkların şifa bulması bir rahmet olduğu gibi, hastalığın yerinde sayması ilerlememesi de bir rahmettir. Tabii dileğim şifa bulmanızdan yana…
Beni unutmamanıza da sevindim. Beni ‘sizi en iyi anlayanlardan’ birisi olarak vasıflandırmanızı da iltifat kabul ediyor, sizin de beni anlamanızı ve inancımın taassup içerisinde bir saplantı olmadığını bilmenizi isterdim.. Şunu da belirtmek istiyorum ki: Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i mevcut birbiriyle aynı gibi görünse de, aslında birbirine çok uzaktır. Vahdet-i vücutçular “La mevcude illa hu” anlayışında olup “Allah (cc)’tan başka mevcut yoktur.” Derler. Vahdet-i mevcut ise bir nevi panteism ve monizm felsefelerindeki anlayışa uyarak “La ilahe illa mevcut” anlayışındadırlar.
Birincisi Allah’ın (cc) zatı hesabına mevcudatı inkar ederken, Diğeri mevcudat hesabına Allah’ın (cc) zatını inkar etmektedir. Birincisi marifetullah ve muhabbetullah mertebelerindeki bir vecd, zevk ve istiğrak halidir. Kendisini ve tüm mevcudatı (enfüsi ve afaki bütün Zat ve sıfat tecellilerini) Allah’ın (cc) zatı ve sıfatlarından fark edemeyecek hale gelmek ve Allah’tan başka bir şeye vücut yakıştıramama halinde bir zevk-i ruhani mesleğidir. Muhyiddin-i Arabi gibi Vecd insanları bu zevk-i ruhaniyi diğer liyakatlılara da tattırmak için bu mesleklerinin yolunu beşyüz’den fazla eserleri ile yazmışlar. Bu yol İslamiyet içerisinde zuhur etmiştir. Fakat avam’dan havassa kadar tüm insanları kapsayacak kadar umuma ait bir yol olmadığından, fazla intişar etmediği gibi bu makamlara liyakat kesbetmeyenlerin elinde yanlış anlayışlara ve yanlış saplantılara yol açmıştır ve Tecelli’yi, Zat’tan ayıramama noktasında da ifrat etmişlerdir..
İkinci yol olan “Vahdet-i mevcut” yolu ise tamamen islam dışında kalmıştır. Tek bir ilahın Kudret ve İradesine akıl erdiremeyenler maddenin haricinde bir Tanrı olamaz demişlerdir.. Böylece bir tek ilahı kabul etmemekle, maddenin her zerresine bir ilah kadar irade ve kudret vermiş olduklarının farkında değiller. Bunlarda Tecelliyi Zat’la karıştırma noktasında tefrite gitmişlerdir.
Hakiki iman sahipleri ise “Allah (cc) mevcudatın haricinde tasavvur edilemeyeceği gibi, dahilinde de tasavvur edilemez. Mevcudat O’nun Zat ve Sıfatlarının tecellisinden başka bir şey değildir, tecelli ise Zatın aynı olmadığı gibi, Zat’tan ayrı da değildir.” diyerek isabet ederler. ‘Hiçbir şey yok, O var’ yada ‘Her şey var, O yok.” Demezlerde, “Her şey, O’nunla var” diyerek, Şey’i ve O’nu ayırırlar.
Sayın Hayri Bey.
Sizin tavsiye ettiğiniz kitapları es geçmiyorum. Fırsat buldukça araştırıp buluyor ve okuyorum. Ben de size Tüm önyargılarınızı bir kenara bırakarak bu imani ve itikadi konularda akli ve kat’i delillerle izahta bulunan Risale-i Nur’u ve başta meşhur “Tabiat Risalesi”ni okumanızı tavsiye ediyorum. Bu risale ortalama 25 sayfa civarındadır, sizi çok fazla yormaz, ilgilerinize arz ederim.
Dahası siz de beni soracak olursanız, çok şükür iyiyim. İyi olmaya çalışıyorum. Ramazandan evvel beni epeyce rahatsız eden mide ağrıları çok şükür ramazanla birlikte sona erdi, tekrar başlamaz inşaallah. Ayrıca iş hayatım ramazanda biraz sakinleşti. Buna mukabil Aile ve ilim hayatım biraz daha canlandı. Şu anda bir çok kitabı birden okumaya çalışıyorum. Bazılarına bu garip gelse de benim hoşuma gidiyor. Mesela: Mevlana hazretlerinin Mesnevi tercümesini akşamları, Bediüzzaman hazretlerinin Lem’alarını yatmadan evvel, Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinden bazı bablar içeren Marifet ve Hikmet’ini işe gidip gelirken, Muhammed Esed’in Meal-Tefsirini de aralarda okumaya çalışıyorum, bunlardan hariç Alevilik ve Şia hakkında araştırma yapıyorum. Bu beni yormuyor aksine ilmimi artırmam yeni huzurlar veriyor bana.. Tabii şunu çok iyi biliyorum ki: “Yalnız okumakla olmaz, anlamak ta yetmez, yaşanmayanın hiçbir faydası olmaz.
Sayın Hayri Bey.
Kusuruma bakmayınız ki, sözümü istemediğim halde uzattım. Sizi meşgul ettim. Bana hakkınızı helal ediniz. Bu seferlik mazur görünüz. Bir daha uzamayacak biliniz.
Unutulmadığına sevinin Bir Kul.14.12.1/12.16
X
17.12.2001/11.25
Sayın Kul,
13.12.2001 tarihli metubuna ancak bu gün yanıt verebiliyorum.
Sizi beklettiğim için özür diliyorum…

Sizin gibi güzel bir insan bekletilmemelidir.
Saygı duyulup inciltilmemelidir.
Zaman zaman anlatımım sert oluyor…
İstiğrak halinde değilim ama “vecd, zevk” içindeyim.
Bu nedenle ve de açık sözlülüğümle istenmeden olsa
de siz değerli dostları incitmekteyim.
Ne olur anlayın beni gönül ehlini incitmek değil niyetim..
“Unutulmadığına sevinin” demişsiniz.
Yoksa yine veda etmek niyetinde misiniz…

Tecelli başka zat başkadır.
Gerçekten bu ikisi birbiri ile karıştırmamalıdır…

Ben de “Vahdet’I vücud” anlayışına karşıyım.
Eski yazılarıma bakarsanız hiçbir zaman “Enel-Hak” demediğim kanısındayım…

Gördüklerimizin hepsi onun tezahüdür, yüzeye çıkışıdır.
Ama insan Evren’nin dışında dünyayı gözetleyen
sanal bir zat’ın da peşine düşmemelidir.

Vahdet’I vücutçular Allah için “Her yerde hazır nazırdır” derler…
Olmaz böyle şey bilmeden söylerler.

Lağım çukurunda, cardınlarla dolu kanalizasyon linkinde, Allah aranamaz…
Allah dediğimiz kavram: Doğa ve toplum yasaları ile insanın aklından ve sağduyusundan doğmaktadır…
Bu nedenle derim ki insanın olmadığı yerde insan aranmamalıdır..

Zekeriya Beyaz yumurtluyor. “Köpekler de cennete gidecek!” diyor.
İşte ver notu: Bu adam Tanrı ve din konusunda hiç bir şey bilmiyor…

Cennet ve cehennem insana özgüdür…
Olumlu davranışımız, halimiz vaktimiz iyiyse, bize haz verir cenneti oluşturur.
Olumsuz davranışımız, kötüyse halimiz vaktimiz, bize acı verir…
Kanıtı şudur: Olumsuz bir iş yaptığımızda ateşte yanıyormuşuz gibi yüzümüz kızarır…
İşte bu oluşumu din alimlerimiz cehennem diye vasıflandırır…
Sorumluluktan, duyarlılıktan yoksun olanlar hayvan sayılır;
Köpekten daha aşağıdır o cenneti de cehennemi de bilmez…
Cennet de cehennem de sorumlu ve duyarlı insanlar içindir.
Sorumsuz ve duyarsız olanlar ölüdür; cennetten de cehennem de beridir…
Bu nedenle Kur’an-da: “Biz sorumluluğu dağlara yükledik kabul etmedi de; bu sorumluluğu insana yükledik!” denir…

Biliyorum diyorsun ki: “Kötülük yapanların yaptıkları kesesine mi kalacak?”
Allah onun cezasını öbür dünya da verecek…”
Bunlar hep yanlış anlaşılmaktandır. Ölümden sonra bir yaşam yaşanmamaktadır.
Ölmekten murat: Kötü bir insanın yaptılarından nedamet duyarak bir daha yapmamaya yemin ederek ölmeden evel ölmesidir…
İşte bu şekilde ölenler, yani yeniden doğanlar, Allah’a hesap verir.. . Yaptıklarının
Pişmanlığını duyarak kendi kendini yer ki buna hesap günü denir…
Kanıtı şudur: Olumsuz bir iş yaptığımızda ateşte yanıyormuşuz gibi yüzümüz kızarır… İşte bu oluşumu din alimlerimiz cehennem diye vasıflandırır…

Bu nedenle sana şu şu kitapları oku diyorum.
Sende bir nitelik görmesem bu kitapları oku der miyim…

Bir Allah aşıkının okuması gereken kitapları yeniden sıralıyorum:
Şems-I Tebrizi’nin iki ciltlik Makalat’I; Mevlana’nın Ahmet Avni Konuk tarafından çevirisi yapılan Fususül Hikem’I; Şeyh Bedrettin’in Varidat’ı… İlk elde bu üçü gözden geçirilmelidir… Okumakla kalınmamalı gerçeğin sırrına (İlm-i ledün) erilmelidir…

Fütüvat El Mekkiye simgeseldir, zor anlaşılır… Bu üç kitap okunduktan sonra okunmalıdır… Bunların hepsi de sünni kökenli olup zamanın en büyük din bilgileridir. Bunların hepsi de benim örneğimdir… Örneğin şu Ahmet Avni Konuk benim öğreticimin öğreticidir…

“Risale-i Nur’u ve başta meşhur “Tabiat Risalesi”ni okumanızı tavsiye ediyorum.” demişsin.
Said-I Nursinin yaşadığı dönemde kitaplarına eğildim. Ne var ki dili bana çok ağır ve ağdalı geldi. Farsça ve Arapça ile dolu olduğu ve çok az Türkçe kullandığı için bir türlü anlayamadım, bıraktım…
Şimdi aklıma gelmişken söyleyeyim: Turan Dursun’un müftlük yaptığı sırada yazdığı : “MÜSLÜMANLIK ve NURCULUK” adlı bir kitabı var. Kaynak yayınları arasında satılmaktadır. 144 sayfalıktır, kolay okunur…Muhakkak alınıp okunmalıdır…
Rica ediyorum senden bir da bu kitabı oku ne var…
Bir de Arif Tekin’in KURAN-IN KÖKENİ” adlı kitabını okumalısın. Bu kitabı okuyarak bir reddiye yazmalısın. Arif Tekin de Diyanetten emekli bir müfettiştir… Kendisi ve kitap mahkemeye verilmiş ama: “Kitapta yazılanlar şeriat ülkelerinde yaşananları doğruluyor” gerekçesiyle berat etmiştir…

İlahiyatça Profesörler uyuyor mu? Bunların bu kitaba reddiye yazmamaları ayıp olmuyor mu?
Gönül dostum, Sayın Kulum; ben sana kul olurum da sanal Allah’a, onun tarafından gönderildiği sanılan Peygamberlere, ve de Allah kelamı olduğu sanılan kitaplara kul olmak olur bana olur zulum…

Bunların hepsinin dinsel terimle anlamı vardır. Bunlara ilişkin açıklamalar sözünü ettiğim kitaplarda vardır…

Şimdi yoruldum, izin ver bana.
Saygı, sevgi sana.
Şimdi Kal sağlıcakla.
Av. Hayri Balta. 17.121.1/12.30
XXX
18-12-2001
Sayın Hayri Bey.
Önce selam ve saygılar..
Dünkü Mailinizi aldım, Benim göndermiş olduğum maildeki bir harf hatası yanlış anlaşılmama sebep olmuş. Bu ise sonunda belirttiğim. “Unutulmadığına sevinin Bir Kul” sözüdür. Bu sözün doğrusu: “ Unutulmadığına sevinen Bir Kul” olarak yazılmalı idi.. Yani ben sizin de beni unutmayışınıza sevindim. Yoksa ne haddime ki, beni terk etmeyen bir insanı ben terk edeyim.
Demişsiniz: “İnsan, Evren’nin dışında dünyayı gözetleyen sanal bir zat’ın peşine düşmemelidir.” Çok doğru.. Böyle olması gerektiği gibi; İnsan, Evrenin içinde kendi gözleriyle gözetleyebileceği bir Tanrı da üretmemelidir.. Allah’ı (cc) Maddenin, ya da aklının duvarları arasına hapsedebileceği bir varlık olarak tasavvur etmemeli. İstediği zaman şeytani duygularıyla O’nu mağlub edip, istediği zaman da kabul edip duygularına hapsettiği bir hisler bütünü olarak tahayyül etmemeli. Kendisi her şeyi tecellilerle bildiği gibi, tecellinin ötesini de tecelliye benzetmemelidir. Elhasıl: Tecelli, Zat’sız olmayacağı gibi, Tecellisiz Zat’ta bilinmez idi..
Siz lağım çukurlarını, pis yerleri, kötü hisleri, olumsuzlukları Allah’ın Zatına yakıştıramamakta haklısınız. Fakat Ehl-i Vahdet için bu olumsuzluklar olumluluklar ile birdir. Şöyle ki; Siz o pislikler sayesinde temizliğe “temiz” vasfını verirsiniz. İyilikleri kötülük mukabilinde iyi görürsünüz. Sıcağı, soğuk ile bilirsiniz. Bir Rengi ayırt edebilmek için, başka bir renge gerek duyarsınız… ila ahir… Bu demek değildir ki; iyiliği anlayalım diye kötülük yapalım.. Bizim kötü ya da pis olarak değerlendirdiğimiz şey hakkında Mürşidimin özlü sözünü beyan edeyim: “Halk-ı şer şer değildir. Kesb-i şer şerdir.” Yani ‘şerrin yaratılması şer değil, şerrin işlenmesi şerdir. Zira onların yaratılmasında vazgeçilmez ilahi bir hikmet vardır… (siyahla beyaz gibi, sıcakla soğuk gibi, iyilik ve kötülük gibi…) Yine O zatın sözüyle beyan edeyim ki: “Beşerin bulaşık eli bulaşmadıkça, hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik yoktur..” Bu sözü Kur’an “Sana bir iyilik gelirse bil ki; Allah’tandır. Sana bir kötülük dokunursa bil ki bu da nefsindendir.” Ayetiyle tasdik eder.. Bilmem bunlar size neyi anlatır…
Sayın Hayri Bey,
Kitap tavsiyelerinizi değerlendiriyorum. Bahsettiğiniz yazarlardan bazılarını ve muhalif sesleri genelde internetten takip ediyorum. Epeyce siteleri var.. Yalnız şu anda herhangi bir kitaba ya da kişiye reddiye yazacak vaktim yok. Hem Ramazanın bitmesiyle işlerim biraz daha yoğunlaşacak. Okumaya dahi zor fırsat bulacağım. Ben bu muhalif sesleri zaten sürekli içimden işitiyorum.. Zaten içimde bir Turan Dursun, Bir Arif Tekin, Bir İlhan Arsel, Bir Aziz Nesin vb… leri var. Bir fikri kabullenene kadar binlerce şüphe ve tereddüt üreten ve benden cevap bekleyen bir sürü muhalif ses var içimde. Herkesi dinlemeye vaktim yetmeyeceğinden muhalif ses olarak içimdekileri dinlesem artar bile.. Oysa ben taklit değil, tasdikle, şüphe değil kabulle meşgulüm.. Hem yukarıdaki yazarların ve daha nicelerinin 25 sayfalık bir “Tabiat risalesi”nin içinden çıkamayacaklarını ve bir reddiye yazamadıklarını görüyorum. Ben Risale-i Nur’un Nurculuğuyla ilgilenmiyorum, Nurlarıyla ilgileniyorum, yani doğrularıyla.. Bu ise eserleri okumakla olur, yalnızca muhalifleri dinlemekle değil… Bırakın bütün eserleri bir yana, yalnızca bahsettiğim risaleye reddiye yazsınlar da görelim boylarını.. Onlar en azından benim yaptığım kadar bile muhaliflerini hakkıyla dinlemiyorlar, zanla hareket ediyorlar.. Zaten Kur’an demiyor mu; “Onların İnkarları zandan başka bir şey değildir..” diye..
Bir de tavsiye ettiğiniz kitaplar içinde, Mevlana’nın Füsus-ul Hikem’i demişsiniz. Bu kitap Muhyiddin-i Arabinin eseridir. Sanırım ismi yanlış yazmışsınız.. Siz Fütuhat-ı Mekkiyyesi için simgesel derken, başkaları da Füsus-ul Hikem’i için simgeseldir diyor. Ayrımını yapmak ta yine bana düşüyor.. Bu kitap da takibimde, Marmara Üniversitesi İlahiyat fakültesi yayınları arasında.. fırsat bulunca okuyacağım inşaallah..
Sayın Hayri Bey.
Benim inancımın sebebinin halen taassup olduğunu mu düşünüyorsunuz, “Cennet sevdası yada cehennem korkusundan dolayı bunları kabul ediyor” mu diyorsunuz.. Halbuki biliyorsunuz ki; Cehenneme sebep hakikati tasdik etmemek ve yaşamamaktır. Cennete vesilede hakikati tasdik edip, yaşamaktır.. İşte benim iman derdim de o hakikattir.. Tüm insanlara hitap eden bir vahiy olmadıkça, İnsanın aklına bırakılan her inanç şüphelerde boğuluyor, bunu bilmüşahede tasdik ettim..
Sizin gibi bir zat, Allah’ı (cc) yalnızca havassın inanabileceği kadar gizleyip, batıni manalar vererek insanları her meselede batıni labirentlere sokmamalı.. Allah’a imanı bu kadar zor kalıplarla sıkıştırmamalı.. Yalnızca, Muhyiddin-i Arabi, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve Şeyh Bedrettin gibileri hakikate ermişler, beni ancak bunlar anlar dememeli.. Allah’ın (cc) Batın ismini havassa bıraktığı gibi, Zahir ismini de avam’a bırakmalı. Bırakın onlarda gözetleyen bir tanrıya inansınlar… Gözetlemenin keyfiyetine eremeseler de, görüldüklerini bilsinler ve yanlışlardan uzak dursunlar..
Bakın işte sözü yine uzattım.. yine başınızı ağrıttım. Özür dileyerek noktalıyorum sözümü..
Tekrar sevgi ve saygılarımla..
Bir Kul…
X
18.12.2001
Sayın Kul,
Her zaman olduğu gibi önce saygı sevgi sunuyorum.
İçten gelen duygularımla “Bahtiyar ol!” diyorum…
Mektubunu düşenerek okuyorum, yeni yeni kavramlar buluyorum…
Aramızda pek ayrılık yok, yazılarının çoğuna katılıyorum…
Ama siz şeriat – tarikat açısından bakıyorsunuz;
ben ise hakikat açısından bakıyorum…

Şimdi görüşlerine karşı görüşlerimi: Kısa kısa sıralıyorum.

“İnsan, Evrenin içinde kendi gözleriyle gözetleyebileceği bir Tanrı da üretmemelidir.. Allah’ı (cc) Maddenin, ya da aklının duvarları arasına hapsedebileceği bir varlık olarak tasavvur etmemeli.” demişsin.“
Güzel demişsin, doğru demişsin. Doğru söze ne denir. Doğru söz tasdik edilir.
Allah maddenin ve aklın duvarlarına hapsedilemez.
Allah zat (kişi) olarak gözle görülemez.
Allah görünmez, görülmez; hissedilmeli, sezilmeli ve yaşanmalıdır…
Allah hem zahirdir; hem batındır. Zahir ehlince ne hissedilir, ne sezilir, ne bilinir, ne de yaşanır; ancak, batın ehlince bilinir, hissedilir, sezilir ve yaşanır…
Arif olan anlar, arif olmayan bizi saçmalıyor sanır…”Sine-yi haneden kurşun gibi sözler çıkar ama; varınca guşuna halkın, saçmaladığımı sanır!”
“Tecelli, Zat’sız olmayacağı gibi, Tecellisiz Zat’ta bilinmez idi..” Bu da güzel bir söz, hemi de özün özü güzel bir söz… Her zaman yazdım size.. Dedim ki ne: “Allah, insanın olduğu yerde vardır; insanın olmadığı yer de yalnızca madde vardır.” Zat (kişi-insan) olmazsa; tecelli kime tecelli eder.
“Halk-ı şer şer değildir. Kesb-i şer şerdir.” Bu da güzel bir saptamadır. Sanma ki Hayri Balta söylediklerini anlamamaktadır. Bu söylediklerinin Hepsi de Mevla’nanın Fihi Ma Fih’ (Söylenmesi gerekenin özeti) inde vardır… Bu kitapta, önce tümce (ayet) gösterilmekte; sonra da yorumlanmaktadır…
“Oysa ben taklit değil, tasdikle, şüphe değil kabulle meşgulüm..”Ben de öyleyim, taklitle değil; din-î tahkikle uğraşmaktayım…
“Nurlarıyla ilgileniyorum, yani doğrularıyla..”Bu konudaki düşüncelerimi daha önce yazmıştım. Ben Kutsal Kitaplardaki doğruları arıyorum demiştim. Diyeceksin ki: “Kutsal kitaplar da doğru olmayan var mı? Bu konuda da bilgi vermiştim: “9. Cumhurbaşkanı Kuran’-ın 234 tümcesi (âyeti) uygulanmamaktatır.” Dediğini belirtmiştim… Artık karını dövemezsin. Dinini değiştirdi diye insanı öldüremezsin. Zina yaptı diye kadını recmedemezsin. Hırsızlık yaptı diye suçlunun elini kesemezsin. Muta nikahı yapamazsın. Hak din islam, başkaları ziyandadır diyemezsin. İnsan Hakları ile insanlara tanınmış olan bu haklar Kutsal kitaplarda yok diye yadsıyamazsın… Sitemde bu konuda yapılmış çok geniş açıklamalar vardır. Bu anlattıklarımyüzünden bana: “İmanını aklına kurban edenler!” den biri daha diyemezsin…
“Bir de tavsiye ettiğiniz kitaplar içinde, Mevlana’nın Füsus-ul Hikem’i demişsiniz. Bu kitap Muhyiddin-i Arabinin eseridir. Sanırım ismi yanlış yazmışsınız.. Siz Fütuhat-ı Mekkiyyesi için simgesel derken, başkaları da Füsus-ul Hikem’i için simgeseldir diyor.” Haklısın, yanlış yazmışım. Doğrusu Mevla’nın Fihi Ma Fih’idir. Aldığım ilaçlardan mı, ilerlemiş yaşımdan mı, yoksa hastalıklarla boğuşmamdan mı? İşte bazan böyle tekliyorum…Futühat-I Mekkiye simgesel değildir. Muhittin Arabi’nin menkıbesidir; simgesel olan Muhiddin Arabi’nin Fususul Hikem’idir. Bu nedenle derim ki bu kitabın okunması ertelenmelidir…
“Cehenneme sebep hakikati tasdik etmemek ve yaşamamaktır. Cennete vesilede hakikati tasdik edip, yaşamaktır..” Bu da doğrudur ama açıklamaya muhtaçtır. Gerçek saygısı olmayan, kendini sanal Allah’a veren, olmayan bir Allah’a ulaşmaya çalışan cehennemdedir. Allah’I hisseden, sezen ve yaşayan ise cennettedir…
“Gözetlemenin keyfiyetine eremeseler de, görüldüklerini bilsinler ve yanlışlardan uzak dursunlar..” Zahir ehlinin Allah korkusu ile günah işlemekten kaçınacağını mı sanıyorsun; Ozaman derim ki yanılıyorsun… Türk halkının yüzde doksanı müslüman denir… Ya şu hapishanelerdeki, hortumcusundan, vurguncusundan, ırza tecavüz edenden, dolandırıcıdan, kapkaçcıdan oluşanlara ne denir? Bunların içinde bir tane gösterebilir misin Müslümanım değilim diyen… Eğer onlar müslümansa ben müslüman değilim ebediyyen…
Anlatacağım şu kısa öyküyü da unutma ebediyen:
“Zahir ehlinin biri kediyi terbiye etmiş. Kedi misafirlere tepside kahve ikram edermiş…
Bu terbiyenin işe yaramadığın göstermek için Batın ehli; davete gelirken bir çöp kutusu içinde Fındık Faresi getirmiş. Kedi, konuklara tepsi içinde kahve getirirken, kibrit kutusundaki fındık faresini ortaya salmış. Fareyi gören kedi, tepsiyi fırlatmış atmış… Koşarak fareyi yakalamış yutmuş.”
Batın ehli ermiş diyor ki: Zahir ehli din yoluyla terbiye edilir ama yaratılışındaki özelliği değiştirmez. Çıkarı söz konusu olunca aklına Allah, peygamber, kitap gelmez… İşte hapishaneleri dolduran ve de kendini müslüman sayanlar bu cümledendir. Unutma ki bunlara batın ilmi( ilm-I ledün=Gizli din= Din sırları) haramdır. Bunları din yoluyla terbiye edeceğini sanan aldanmaktadır…
Gerçek din insanın eğitimi, tekamülü için konulmuş kurallar manzumesidir. Yatıp kalkma, zikir, ibadet değildir. En büyük ibadet: Yapılması gereken bir işi en güzel şekilde yapmaktır. Bunların başında da karı-kocanın sevişmesi gelir…
Bunun için de insan-I kâmil olmak gerekir… İşte Sivas Madımak’taki insanları yakan da, Çorum, Malatya, Kahramanmaraş’ta Allah,din, kitap için insanları yakıp kesenler de müslümandır… Ya şu Amerika’da İkiz Kulelere uçakla toslayıp yerle bir eden.. Suçsuz insanlardan üç bin tanesini üç dakikada yere gömen; Molla Ömer, Amerika’da hapiste yatan Kör İmam ve de El Kaide üyesi militanlar, bir de şu Usame Bin Ladin denem adam…
Hani ne oldu Allah kendilerini koruyacaktı… Allah’Itan haberi olmayanları koruyacak Allah mı kaldı.. Şunu bil ki dostum: “Allah kendini bilmeyenlerin duasını kabul etmez.” Yaşayan islam alemi içinde ve diğer dinciler için de 1O tane Allah’ı bilen gösteremezsin…
Hepsi de Şeytan’ın esiri olmuş; erkeği şeytanın kocası, kadını ise şeytanın metresi olmuş… Bu taifeye İnsan-I Kâmil diyemezsin… Eğer dersen Hakka (gerçeğe) karşı saygısızlık edersin hemi de Hak’kı (gerçeği) tepelemiş olursun, teslim etmezsin…
Eğer müslümanlık böyleyse, ki böyledir, ben müslümanım diyemem; seve seve “Elhamdülillah iyi ki müslüman değilim!” demekle sevinerem. Eğer onlar dindar ise beni öldürseler de dindarım diyemem…
Şimdi kal sağlıcakla…
Seni incitiyor muyum yoksa; sizen göre ters gelebilecek bu düşüncelerimi açıklamakla…
Sen iyi bir insansın, gönül ehlisin, beni anlarsın; biliyorum, kızmazsın yazılarımı okumakla…
Binlerce teşekkür sana, Hak’kın tecellisine vesile oldun; bana bu mektubu yazdırmakla…
Av. Hayri Balta. 18.12.2001
x
20-12-2001
Evvelen Selam ve Saygılar yine..Hakikat mertebesinden konuştuğunu bildiren büyüğüme…
Bilirsiniz ve biliniz; akıllı bir insan hangi makam ve mertebede bulunursa bulunsun, söylediklerinden ve yaptıklarından mesuldür ve sorumludur. Bu mesuliyet ve sorumluluk onu bütün makam ve mertebelere mecbur eder. Hakikat makamı dediğiniz öz, bir aslın, bir bütünün özüdür. Özü bütünden ayıramazsınız.. Bu bütün ise, bir ceviz kadar basit değildir.. Halbuki; cevizin dahi özünü koruyan muhtelif kabuklarıdır..
Hak Tealâ, neye, neyi vesile kılmış ise, ona o vesile olur.. Ötesi hayaldir, kuruntudur.. Bu vesilelerin tamamı insanların hislerine, muhtelif akli yaklaşımlarına, sık yanılan duygularına bırakılırsa yanıltır…
“Allah görünmez, görülmez. Hissedilmeli, sezilmeli..” doğru..
Ama “yaşanmalı” dediğinizde; Allah’ı (cc) Beşerin ef’ali ve ahvali yerine koymuş olursunuz. Her şeyin üzerindeki O kudreti insanın fiillerine ve hislerine bağlamış olursunuz.
“Allah, insanın olduğu yerde vardır; insanın olmadığı yer de yalnızca madde vardır.” diyorsunuz. Peki insanın dışındaki bütün varlıklar çok mu düzensizdir, nizamsızdır, karmaşıktır ki; tesadüfen ortaya çıkmış olsun. Aslında maddede ve kainatta düzen yokta biz düşündükçe mi yaratılıyor. Halbuki uzaydaki nizam, insanlar uzayı keşfetmeden de vardı.. Uzaydaki bu şuursuz ve akılsız maddeyi insanlar düşüne düşüne yaratmadığına göre, nasıl böyle insan gibi akıl sahibi bir varlığı hayran edecek düzende ve güzellikte nizam buldu.. İnsanın olmadığı yerdeki bu varlık alemi hangi akılla, kudretle, hikmetle, ilimle, iradeyle muhteşem kanunlar koyup bütün zerreleri bu kanunlara tabi kıldı.. Hem tesadüflerin elindeki bu kanunlar nasıl her şeyde bir maslahat gözetir gibi düzen buldu. Hem kim meyvelerin lezzetini bilecek dil koydu bu insanların ve hayvanların ağzına.. aynı dile beyan kabiliyetini kim öğretti…………. İşte insanlardaki şuur, sanatı ve sanatkarı keşfetmek için maddeye verilmiş manevi kuvveden başka bir şey değildir. Bir yerde Nizam varsa bu Nâzım’a işaret eder. İnsan olsa da, olmasa da varlık sanatlıdır. Sanat ise, Sanatkarı icap eder. Sanatkar ise tanınmak ve bilinmek ister ki; zîşuurları yaratmış..
“İnsanın olmadığı yerde, Allah’tan bahseden olmaz..” deseniz. “Bütün alemleri dolaşıp insandan başka zişuur bir varlık olmadığına şahit oldunuz da mı böyle söylüyorsunuz derim… Halbuki tüm şuur sahibi varlıkları alemlerden kaldırsanız dahi, geriye kalan sayısız varlıklar, hususen zîhayat (hayat sahibi) varlıklar yine O’nu haykıracaklar, bu haykırışları insan duymasa, duyacak başka varlıklar yaratılacaktır… Kainatta muhteşem bir düzen ve sanat varsa (ki var). Bu düzen ve sanatı insanlar düşünerek varlık sahasına çıkarmıyorlar. Fakat insandaki akıl, bunları düşünmek için varlık sahasına çıkıyor. İnsanı kainattan kaldırmakla bu muhteşem saltanatı da kaldırmış olmazsınız. Belki yalnızca; bu saltanatı hayret ve hayranlıkla izleyen, idrak eden müşahitlerin bir kısmını kaldırmış olursunuz.
Bütün bunlar gösteriyor ki; bilinmek isteyen bir Zat vardır. Bu zat varlığını zîşuur (şuur sahibi) varlıklara borçlu değil, zîşuur canlılar varlığını O zata borçludur… Dolayısıyla; “insanın olmadığı yerde Allah (cc)’ta yoktur.” diyemezsiniz… Zira; Kainat insanın bilgisinden doğmadığına göre, Kainat ve insan Allah’ın (cc) ilmi ve kudretinden doğmuştur….. Ve “İnsan, vazife ve mertebe noktasında; şu haşmetli kainatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belagatlı bir dili, ve şu alem kitabının anlayışlı bir mütalaacısı, ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nazırı, ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündedir..” İşte bu; Bilinmek isteyen ile, o istek dairesinde marifete erenin ayrımıdır..
“9. Cumhurbaşkanı Kuran’-ın 234 tümcesi (âyeti) uygulanmamaktadır.” Dediğini belirtmiştim… diyorsunuz.
Ben bu sözünüze daha öncede cevap yazmıştım. Yine belirteyim ki: Siz Kur’anın teklif içeren emir ve yasaklarını, tabiatta cari kanunlar gibi değerlendirmek istiyorsunuz. “İnsanlar bu teklifleri yerine getirmiyorlarsa bu kanunlar geçerli değildir..” yanılgısına varıyorsunuz. Din; nihayetinde bir tekliftir. Bu teklif insanların yapmasının imkansız olduğu bir teklif değildir. İnsan bu emir ve yasaklara uyar, ya da uymaz.. Uysa da din dindir, uymasa da… Eğer insanların uygulamadığı her kanun doğru değildir denilse, o zaman hiçbir kural ya da kanuna doğrudur denemez. Zira; her yerde kuralları çiğneyenler çoktur.. Ben, İslam dini kadar, Nesli, malı, canı, namusu gerçek kıymetine mukabil adaleti bozmadan koruyan başka bir kanun ya da kural bulamadım. Katledeceği cana karşılık canını vermek durumunda kalacak insan öyle kolay kolay cana kast edemez. Haksız yere çalmak suretiyle kazanç sağlayacak insan, elini kaybetme durumunda kalacaksa, öyle kolayca mala kast edemez (devletin parasını kendi maaşıymış gibi cebine atamaz).. Helaliyle yetinmeyip her namusa göz diken sapık ruhlarda, öyle her önüne gelenle cinsi arzularını tatmin etme yoluna girmeye razı olsa, cezaya razı olamaz.. Öyle herkes keyfince nesli ve namusu kirletemez…
Bu gün bu emir ifade eden tekliflere uymamakla insanlar Allah’ın hükümlerini yok etmiş olmazlar.. Eğer öyle oluyor diyorsanız. İnsanların çiğnediği her kanun hükümsüz oluyor demektir.. O zaman rüşvet yenebilir, devlet sömürülebilir, insanlar aldatılabilir, istediğinle fuhuş yapılabilir, gören yoksa çalınabilir, yakalanmazsan öldürülebilir.. Bu gün bunlar Türkiye’nin ve bir çok dünya devletinin düştüğü realitedir.. Bu durum, bu devletlerin bütün kanunlarının hükümsüzlüğünü gerektiriyorsa şayet, o zaman dünyada hüküm sürecek tek kanun, “Elinden geleni ardına bırakma” düşüncesi olacaktır…
“Zahir ehlinin Allah korkusu ile günah işlemekten kaçınacağını mı sanıyorsun; O zaman derim ki yanılıyorsun…” diyorsunuz. Doğru söylüyorsunuz.. Müslüman’ım diyenler öncelikle Müslüman sıfatlarını taşımalılar. Günaha girmek, haram yemek, ırza tecavüz etmek, haksız yere kan akıtmak İslam’ın emirleri değildir ki, Müslüman sıfatı olsunlar. Eğer bunlar bir Müslüman’da var ise, o İslam’ın kesinlikle istemediği sıfatları taşıyor demektir.. Ki bu sıfatların uzaktan yakından İslam ile alakası yoktur..
Nefsinin esaretinden kurtulamamış insanların yaptıklarına bakarak “Eğer bunlar şundan ise, ben ondan değilim.” demek basit bir nefsi savunmadır.. Mesela: “Bunlar dürüst ise ben dürüst değilim.” “Bunlar akıllı ise ben deliyim.” “Bunlar insan ise ben hayvanım.” Vb. sözlerde böyledir. Hakikat böyle nefsi savunmalardan müstağnidir. Bir insan, insanlara hayvanca muamelede bulunuyorsa, başka bir insanın bunu örnek göstererek; “Öyle ise ben insan değilim..” demesi ne kadar saçma ise; Müslümanlığın sakındırmak istediği ne kadar günah varsa işleyen bir insanı örnek göstererek “Bunlar Müslüman ise ben değilim” demek o kadar saçma olur.. Güya, İslam’ı Müslümanca inkar ediyormuş gibi..
Sayın Hakikat makamından konuştuğunu bildiren büyüğüm.
Ben, sizde birçok insani erdemler sezdim, bunların hürmetine sizi sevdim, ve bunların hürmetine konuşmaları sürdürüyorum. Yoksa anlatılacaklar anlatılmıştır. Tekrar tekrar yazmaya da hacet yoktur. Fakat sizin gibi birine bende vakit çoktur.. Bakın işte, bir hal hatır sormam neye niyetti, neye kısmet oldu.. Yine başladım boşu boşuna yazıp durmaya.. İçimden bir ses diyor ki; “Hayri Bey’in inancına senin vakıf olduğun kadar, o da senin anlatmak istediklerine vakıf olsaydı seni böyle aşağı gördüğü makamlara mahkum etmezdi..” Bu ses kimden geliyor bilmiyorum. Fakat hakikat payı var…
Sevgi ve saygılarımla hürmet ediyorum size.
Düşük makamından seslenen
Bir Kul. 21.12.2001
X
17-02-2002
Kıymetli kardeşim Şahin, nasılsınız, inşaallah iyisinizdir. Sormuş olduğunuz suale verilmiş bir cevabı aşağıda istifadenize sunuyorum. Selam ve muhabbetle hayırlı günler dilerim..
Diyorsunuz ki: “Ruhlar mütegayyir (değişken) olmadığına göre, hadis de (sonradan olmuş da) olamazlar.. deniyor.. Halbuki biz Allah’tan başka ezeli ve ebedi bir varlık olmadığına inanıyoruz..
Cevap: Bu soru kelâm ilminin derin meselelerinden bir tanesidir ve bu sualin altında şunlar vardır: Kâinat mütegayyirdir. Değişmeye tâbidir ve mütemadiyen değişip durmaktadır. Biz, bu açıdan kâinata hâdis deriz. Yani sonradan olmuş ve çözülmeye doğru gidiyor, daimi bir çözülme içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh;`bütün bu çözülmeleri, hiç çözülmeyen, tebeddülden, tegayyürden müberrâ bir zat dizmiş, tanzim etmiştir” diyoruz. Bu prensibe, değişen üzerinde, değişmeyen bir zâtın bulunduğunu gösterme prensibi denebilir. Tebeddül ve tegayyür eden her şey, tebeddülden, tegayyürden, elvandan, eşkâlden münezzeh, müberrâ olan bir Zât-ı Ecell-i A’laya (cc) delâlet eder ki, O da Allah’tır, Vâcibül-vücuddur. Bütün beşerî ve kevnî hâdiselerden, ârızalardan münezzeh ve mukaddestir. İşte zat-ı ûlûhiyet için serd edilen bu mukaddime üzerine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.
Allah, mütegayyir değildir, Allah değişmez, O yemez, içmez, isrâfâtı, ihtiyacı yoktur. Ezelîdir; varlığı zatî ve kendindendir, aynı zamanda da, ebedîdir.
Öbür taraftan ruhun da bir besâteti vardır. Yani ruh maddeden mürekkep değildir. Aynı zamanda âlem-i halktan değil, Kur’ân’ın beyaniyle, âlem-i emirdendir. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike-i kiram gibi Allah’ın emriyle meydana gelen, zişuur nûrânî kanunlardan ibârettir. Tohumdaki nemâlanma kanunu, küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da, bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.
Ruh maddeden mürekkep olmadığı için basittir; çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez, Sabit bir varlığı vardır. Şimdi bu yönü ile, -haşa- bazılarının aklına, Allah’a benziyor gibi bir şey gelmekte. Yani Allah tegayyürden münezzeh olduğu gibi, ruhta da tegayyür ve tebeddül yok, öyleyse farkları ne?
Allah’ın tebeddülden, tegayyürden, elvan-u eşkâlden münezzeh ve müberrâ olması zâtındandır. Ruh ise, basit bir varlık olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, hâlıktır, ruh ise mahluktur. Allah, kendi kendine kâim ve varlığı kendindendir. Ruh dahil her şey, O’nunla kaimdir. her şey elini O’na uzatmış istiâne etmekte O ise, “iyyake nestain” sözü ile yapılan bütün istiânelere, iâne etmekte, yardımda bulunmaktadır. Ruh da, Allah’ın yardım elini uzattığı, mahluklarından birisidir. Ruhun varlığı da Allah ile kâimdir. Evet, ruh da Allah’a dayandığı sürece vardır. Allah’a dayanmadığı zaman o da mahvolur. Allah şuurlu, hayatlı bir kanun olarak ruhu kendi kudret ve iradesine dayamış ve böylece onun varlığını devam ettirmektedir.
Bir misalle arz edecek olursak; Güneşte şua, ışık ve renkler vardır. Ay’da da, bunu müşahede ederiz. Fakat Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, ayda o ışıkları düşünmemize imkân yoktur. Ayın üzerindeki o ârazi ışıklar,Güneşte zâtî olan ışıkların cilvesidir. Biz hayalen Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’ın üzerinde ışık devamına imkân kalmaz. Siz Ay ile Güneşi bu durumda müsâvi tutabilir misiniz? Hayır. Kur’an Ay için “nur” veya “Münir” tabirini, Güneş için ise parıl parıl yanan bir lamba ifadesini kullanmıştır. Bu benzetmeler bir bakıma Cenab-ı Hak için uygun olmuyor. Ama, meselenin kavranması için müşahhas temsile ihtiyaç var.
Ahirette de, Allah; ruh ile beraber cesetleri de bâki kılacaktır. Allah bâki, onlar da bâki, ama; onların bekası Allah ile kâim. Dilerse hepsini yok ediverir. Fakat onun varlığı kendi Zâtı ile kâim. Onlar yok olabilirler ama. Zât-ı Ecell-i A’lâ her türlü avârızdan muallâ ve müberrâdır.
Sevgi ve saygılarımla..
Ruhunu İlahlaştırmayan Bir Kul…
x
06-09-2002
Merhaba Sayın Hayri Bey.
Nasılsınız, rahatsızlıklarınız geçmiştir inşallah. Beni soracak olursanız; iyi olmaya çalışıyorum.. Şükür Allah’a…
Evet.. Unutmadım sizleri.. Unutmam kolay kolay. Görüşlerinizle, sözlerinizle hatırımdasınız … Bu gün yine hatırladım ve düşündüm ki: birbirimize telkinleri kesmiş olsak ta, selamı, hal hatır sormayı da kesmek vefasızlık olur..
Sizler beni unuttunuz mu yoksa.. L
Sitenize bu gün şöyle bir nazar ettim. Geliştirmiş ve yazılarınızı artırmışsınız. Saygı duyuyorum faaliyetlerinize.. Hani ben de bir site hazırlamayı düşünmüştüm fakat müsaade etmedi hayat külfeti.. Hayırlısı olsun. Ben de müsaade ettiği zaman hazırlarım belki.
Eğer bana cevap vermeyi lüzumsuz görmezseniz, bir selamınızı çok görmeyin..
Şimdilik hayırlı günler diliyorum. Saygı ve sevgiler sunuyorum..
BİR KUL.6.7.2002
X
Eskimiş yeni yüzler ***

Filler çok geniş vadilerde yaşasalar bile her gün
kullandıkları yoldan
gidip gelirlermiş.

Fil avcıları da fillerin geçeceği yolu derince
kazarlar üzerini ince bir
tabakayla örterler ve en önde yürüyen filin o kazılan
çukura düşmesini
sağlarlarmış.

Fil avcıları siyah elbiseler içerisinde, yüzleri
kapalı olarak gelir,
çukurda çırpınan fili kırbaçla dövmeye başlarlarmış .
Birkaç gün hiç
yiyecek vermezlermiş.

Birkaç gün sonra aynı avcılar, beyaz elbiseler içinde
filin sevdiği
yiyeceklerle gelirler ve filin karnını doyururlar ve
hortumunu, yüzünü
gözünü okşarlarmış.

Avcılar, fili kendilerine alıştırdıktan sonra çukurun
önünü kazarak fili
oradan çıkarırlar ve filin hortumundan tutarak kendi
fil damlarına
götürürler ve ölünceye kadar fili işlerinde
kullanırlarmış.

Ben, bu av hikayesini her duyuğumda Türk milletini
avlamak isteyen ve
batının çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen avcı
insanlar hatırıma
gelir.

Önce insanımızı cehalet çukuruna düşürüyorlar. Bin
türlü bahanelerle
okumalarını engelliyorlar. Sonra cebindeki parasını
pul eyliyorlar,
efendi iken köle, zenginken fakir, azizken zelil,
şerefli iken hakir
haline getiriyorlar sonra yeni yepyeni ve ak pak bir
makyajla
karşılarına geçip kurtarıcı rolünü üslenerek
kafeslemeye çalışıyorlar.
Kutuplarda ayı avcıları ayı avlamak için buzlaşmış
karların içine jilet
gibi keskin baltayı yerleştirir, keskin tarafının
üzerine kan
sürerlermiş.

Ayı gelip kanı yalarken kendi dili de kesilirmiş. Ama
kanın tadından
dilin acısını fark edemezmiş. Kendi kanını yalamaya
başlarmış .

Damarlarındaki kan tükenince olduğu yere yığılır
kalırmış. Avcı da gelip
derisini yüzermiş.

Kurşunla vurursa ayının postu delindiğinden fazla para
etmediği için bu
yolu denermiş.

Doların bir gecede ikiye katlanması neticesinde bu
gece şu kadar milyar
veya trilyon kazandım” diyen adam aslında kendi
ülkesinin kanını emerek
kendisini tüketiyor.
X
Sayın Güzel İnsan,
6, 7 tarihli e-mallerini alır almaz heyecanlandım. Okuyunca sevindim, canlandım. Buna karşın yine de yazamadam. Çünkü yazacak güç ve zaman bulamadım. İşte kendime gelir gelmez aşağıdaki satırları karaladım.
Bundan böyle size Sayın Kul deyemeyeceğim; sakın yanlış anlam verdiğimi sanmayın, içmden içtenlikle geldiği için bundan böyle sana gülez insan deyeceğim.
Çünkü sen aramızdaki düşünce ve inanç ayrılığına karşın; nefret yerine sevgiyi yeğledin. Yine benim anlayışıma göre “Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar.”(İn. Yuh. 4/16). Elbette bana göre Tanrı sende yaşamaktadır. Hayri Balta ise sevgiyi değer verene tapar. Bak güzel insan. Sevgi yüce bir duygudur. Dolayısiyle yüce olan, her duygu, her nefret, her düşünce ve davranış; kendisine göre aşağı olana göre daha yücedir. Yüce olan bütün kavramlar Tanrı sıfatı ile nitelendirilir. İslam’daki esma-I hüsna buna güzel bir örnektir…
Sağlıklı ve iyi olmana sevindim. Ne var ki ben o kadar sağlıklı ve iyi değilim. Sabah kahvaltısında light peynir yesem bile iki-üç saat kendime gelememekteyim.
Bünyem; şeker, tuz, ve yağı kaldıramıyor. Şeker almasam, şekerim düşüyor kalbim ağrıyor, elim ayağım titriyor; şeker yersem, şekerim yükseliyor bana rahat vermiyor. Tuz yemesem tansiyorum 5’şe düşüyor. Bu da demektir ki tehlike geliyor. Tuz alırsam bu kez tansiyonum yükseliyor beyin damarlarım patlacakmış gibi oluyor. Az yağlı da olsa kimi zaman dikkatsizce davranamarak yemiş oluyorum. Ama ne var ki bu kez de bir-iki gün yataktan kalkamıyorum. Bu nedenle artık güçlükle yazabiliyorum, kendime geldikçe hemen bilgisayarın başına koşuyorum. En sağlıklı günlerde bile yazsam yazsam üç saat yazabiliyorum.Ondansonra ertesi güne kadar enerji depoluyorum.
Seni unutmam olası mı; sen ki sana göre aykırı olan çıkışlarıma bir ermiş gibi davrandın. Üstelik bir de unutmadığını yansıtan bir mesaj yazmışsın. Hayri Balta, bu soylu davranışa nasıl hayran kalsın. Çünkü sen edebli bir insansın.
Hangi din olursa olsan; ilk koşulu, edepli olmaktır. Din demek “den” demektir. Denli olanlar dinlidir; densiz, olanlar ise dinsizdir. Bana göre sen densiz değil; denlisindir; dolayısıyla dinlisindir.
“Siz beni unuttunuz mu yoksa” demişsiniz. Senin için yukardaki övgüyü yapan insana nasıl olur da beni unuttun mu yoksa diyebilirsin…
“L” gösterdiğin bu simgenin benimle ilgisi yoktur. Böyle bir görünüş başkalarının inançlarını aşağılayanlarda çoktur. B nedenle bu tür insanlara bağnaz, yobaz denmiştir.
Sitem için övgüne teşekkür ederim. Senin de Site açmanı dört gözle beklerim. Eğer isteğin (duan) özden ise Tanrı kabul edecektir. Çünkü Tanrı duaları kabul edendir… Sanma ki bizim dışımızda bizim duaları kabul edecek güçlü bir varlık vardır. İsteklerimizi (duamızı) yerine getirecek içimizdeki akıl, sağduyu, azim ve iradedir. Dene bak, isteklerin (duan9 nasıl yerine gelir. Buna en güzel örnek benim bu yaşta ve bu sağlıkla gösterdiğim istençtir (irade).
Mektubuma son verirken İncil’den bir tümce (ayet) daha: “”Sen komşunu sevecek ve düşmanlarına buğz (nefretle bakacaksın) edeceksin ( Tev. Levililer, 19/18) denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim. Şerire (kötü insan) karşı direnmeyin; fakat her kim senin sağ yanağına vurursa ona ötekini de çevir. Ve eğer bir adam seninle mahkemey gidip gömleğini almak isterse ona abanı da ver. Ve hner kim seninle bir mil gitmek isterse onunla iki mil git. Senden dileyene ver, ve senden ödünç isteyenden yüz çevirme.” (İncil. Mat. 5/38).
Bu konuda Kuran ne demiş acaba. İzin verirsen bir de bakalım ona: “”Ey müminler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden, onlarla dost olanlaronlardandır.” (K. 5/51) Burada hangi tmceler Tanrı’ya yakışır sözlerdir. Acaba bu Tanrı niçin sık sık görüş değiştirir?
Bu tümcelere değer veren ben; nasıl esirger, selamını, sevgisini senden…
Bu arada sana bir İmam ve Hukukçu arkadaşa gönderdiğim mektubu ekli olarak gönderiyorum. Anlamadığın konular olursa çekinmeden soru sormanı bekliyorum.
Şimdi kal sağlıcakla, saygılar, sevler güzel insana.
Bir de bu güzel hanımın değerli harnımına…
Av. Hayri Balta. 8.9.2002
X
Merhaba Hayri Bey;
Mesajınız için teşekkür, kitabınız için de tebriklerimi arz ediyorum.
En kısa zamanda temin edeceğim Özgün bir eser meydana getirdiğinizden eminim.
Umarım dağıtım ve pazarlama konusunda da başarılı sonuçlar alınır.
Saygılar….
Mehmet PEKER ( Hukukçu – İmam ), 28.8.2002
+
Sayın Mehmet Teker,

Önce saygı, sevgi teşekkürler…
Bir okuyucum olması ne desen değer…

Umarım darılmazsınız bana…
Şimdi kal sağlıcakla…
Saygılar, sevgiler yeniden sana…
Av. Hayri Balta, 29.8.2002
Not: İkinci mesajındaki şiire teşekkürler. Bu güzel şiiri Sitem’e alacağım.
X
Saygılar Hayri Bey;
Önce sizi bütün yüreğimle kutluyorum. Özgeçmişiniz gerçekten etkileyici… Böyle bir azme hayran olmamak elde değil. Ancak özgeçmişinizde iki noktanın eksik kaldığı kanaatindeyim; biri evliliğiniz (nasıl başladı, nasıl gitti, mutlaka örnek tarafı vardır!), ikincisi ise İşçi Partisi ile ilişkiniz…
Gelelim eserinize… Eserinizin mizanpajı, kapak tasarımı, baskı kalitesi oldukça iyi. İsim etkileyici. Ancak musahhihiniz hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Edebi ifadelerde ve cümle kurgusunda zaman zaman eksikler bulunmakta…
İçeriğe gelince; beni yanıltmadınız. Sizden şaşırtıcı ve özgün bir eser bekliyordum. Gerçekten şaşırtıcı ve özgün. Ama beni asıl şaşırtan eserinizde ateizm savunması izlenimi vermeniz. Biz TYB’ de (Türkiye Yazarlar Birliği Yazar Okulu) sizinle konuştuğumuzda mutasavvıf izlenimi alıyorduk. Her ne kadar bazı konularda farklı düşünsek de sizin mistik bir tarafınızın olduğunu zannediyorduk. Eminim kursiyerlerin büyük çoğunluğu benimle aynı yanılgıyı paylaşacaktır.
Burada sizinle savunduğunuz düşünceleri tartışacak değilim. Zira böyle bir tartışmanın abesle iştigal olduğu aşikardır. Siz de en az benim kadar, belki benden daha fazla islami kaynaklara ulaşma şansına sahipsiniz. Ama şunu bilmeli ki önyargıları bırakmadıkça insanlar düşünce dünyasında bir arpa boyu yol kat edemez. Hakikatin ayakları altında ezilmektense hakikati başa taç edinmek daha erdemli davranış olsa gerektir.
Tekrar tebrikler Hayri Bey. Başarılar… Daha geniş yorumu belki kitabı bitirdikten sonra yaparız umarım. Saygılar….
Mehmet Peker ( Hukukçu – İmam ) 6.9.2002
X
Sayın Mehmet Peker,
İçten kutlamalarınız için teşekkür ederim. Her zaman böylesine olgunca yanıtlar vermeni beklerim.
Özgeçmişimi okumuşsun. “Böyle bir azme hayran olmamak elde değil.” demişsin. Evet, çok çektirdiler. Hem devlet, hem millet. Hem de en, en yakınlarım bana oldu illet…
Ben bu illetçilerin hiç birini suçlayamadım. Çünkü; beni yola getirdikleri takdirde Allahlarının cennetinden bir yer parselleyeceklerini sanıyorlardı. Bu nedenle derim ki; başıma ne geldiyse yaratılış özelliğimden gelmiştir. “Allah dileseydi hepiniz gibi beni de doğru yola iletirdi.”(K. 16/9) tümcesindeki hikmeti bilmiyorlardı. Evet, gördüğün gibi başıma ne geldi ise Allah beni diğerleri gibi yaratmadığı için geldi. (Bu dileseydi konusuyla ilgili yüze yakın ayet var… İstersen Hayri Balta bunları tek tek sayar…)
Eksik gelen noktalara gelince. Değinmeyelim hiç şu evliliğime… Benim evlilik tam bir dramdır. Bu 45 yıllık (27 Mart 1957) evliliği anlatmak için nehir roman yazmam gerektir. Ayrıca evliliğimi anlatmak özel yaşama girmek demektir.
İşçi Partisi ile ilişkime gelince ben, özgeçmişimde gördüğün gibi, toplum tarafından dışlandım. Kendisini adam sanan cudamlarca yüzüme tükürülerek haşlandım.
Bir de gördüm ki İşçi Partisi Atatürk ilkelerine, cumhuriyetin erdemlerine, Aydınlanmacılara sahip çıkıyor. Gazetelerinde ve dergilerinde onların yazılarına yer veriyor. Ör. İlhan Arsel, Turan Dursun, Abdullah Rıza Ergüven, Faik Bulut, Erdoğan Aydın, Şükrü Günbulut ve daha niceleri.
Sonra Türk-Kürt ayrımı yatmıyordu. Öyle ki Kürtlere hak tanırım dediği için lideri Doğu Perinçek hapis yatmayı göze alıyordu. Atatürkçülüğe, laikliğe sahip çıkıyordu. Bir de aktivitelerim söz konusu olduğunda bana oluyorlardı destek . Olmuyorlardı çalışmalarıma köstek. Bunlar beni adam yerine koyarak bana değer verdiler. Yıllardır arayıp da bulamadığım sevgiyi içtenlikle, bol bol, gösterdiler.
Sonra koşullar değişti. Aydınların yazısı Doğu dünyasını ve toplumlarını aşağı görüyor diye kesildi.Yazılarına mırın kırın ederek yer verilmedi, kimilerininki de sansürlendi… Ör. İlhan Arsel, Erdoğan Aydın, Faik Bulut, Şükrü Günbulut ve daha niceleri… (Bu konuda kitabımın 6-26. sayfalarında yeterli açıklama var.) “Kürtlerle ittifak yapmak vatana ihanettir!” dendi. Bir de laiklik ilkesine sırt çevirdiler. Şeriatçılar Almanya’da Federe İslam Devleti kurarken, Avrupa’nın hemen hemen bütün kentlerinde cami yapıp örgütlenirken, adamların fabrikasında çalışıp, ülkemizdeki bir vali kadar ücret alırken, ekmek yediği kapıyı kafir diye aşağılarlarken ses yok. Ama iki misyoner gelip misyonerlik yapınca kıyamet kopuyor. Şeriatçı militanların yaptıkları eylemlerde öldürdükleri aydınlarımız unutuluyor. Ör. Muammer Aksoy, Bahriye Üçoku, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu’yu öldürmüş olmaları…
Bir insanın istediği gibi düşünmesine, inanmasına, yaşamasına, düşünce ve inancını her türlü araçla yaymasına ve de istediği zaman dinini değiştirmesine karışmamak laiklik ilkesi gereğidir. (Bak. Anayasa, m. 25, 26) Hangi din olursa olsun kendi düşünce ve inancını devlete ve topluma dayatmadığı sürece saygı görmelidir…
Benim; Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğe karşı çıkanlara karşı çıkışım bu nedenledir. Erbakan gibi 150 kilo altın biriktirip de Müslümanlık taslayanlar içindir. Bu konuda infak ayetlerine bakabilirsiniz. Öncelikle şu ayetlere bakarsaniz bilgilenirsiniz. (K. 9/34, 35; 70/18).
Unutmayalım İslam’da dinini değiştirenler (Mürtetler) öldürülür. Hadis kitaplarında mürtetlerin nasıl öldürüldüğüne ilişkiler öyküler dile getirilir. Şaşıyorum, bu çağda din değiştirenleri öldürenlerin arkasına nasıl düşülür… Ve en önemlisi Alemlerin Rabbi denen Allah, “Dilediğini müşrik, dilediğini Müslüman yaptığına göre” (K. 6/112) dinini değiştirenleri niçin hor görür, öldürttürür?..
Bence böyle bir anlayış Tanrı’ya en büyük saygısızlıktır. Onu aşağılamak, tanımamaktır… Ben Tanrı’ya karşı gelmekten Tanrı’ya (Akıl, sağduyu, vicdan gibi olumlu ve yüce kavramlar..) sığınırım. Bu nedenle de bana ne ateist, ne dinsiz, komünist ne de mason demelerine aldırırım.
Benim üstün niteliğim (sıfat-ı galibem=galip sıfatım) ne ümmetçiyim ne de kavmiyetçiyim… Beni kendime özgü dinim varsa da dünyada mevcut dinlerden hiç birine mensup değilim. Türküm ama ırkçı türkçü değilim; ben insanın ne Arap, Acem, ne Alman, İtalyan ne de Rus Amerikan olması ile ilgilenirim. Hangi ulus insan haklarına saygı göstermiyorsa, kadınlarını aşağılayıp tplumdan dışlıyorsa, hangi ulus başkasını ve kendi halkını ezip sömürüyorsa ve de kan dökücü ise ben ona düşman kesilirim. Emperyalizm, vahşi kapitalizm, her türlü izm bir tek yolum vardır o da akılcılıktır derim..
İşçi Partisi ırkçılarla, kavmiyetçileri ittifaka çağırdı. Onlar gibi AB’ye de karşı çıktı. Oysa AB, benim için, bu gerilikten, ilkellikten, hukuka saygısızlıktan kurtulmak ve de saydamlığa kavuşmak için tek ışıktı.
İşte bu nedenle İşçi Parti’sinden koptum. Artık hiçbir partinin üyeliğinde yokum. Biliyorum ki beni bu kafayla hiçbir parti kabul etmez. Kabul etseler bile H. Balta artık gitmez.
Düzeltmeler (tashih) ve edebi terimlerde ifade yetersizliği benim bilgisizliğimden kaynaklanmaktadır. Kitabımdaki öğrenim çabamı dikkatle okursanız görürsünüz ki Osmanlı ve Din edebiyatı ilgili bir öğrenimim olmamıştır. Bir de bana e-mail gönderenlerden kaynaklanabilir. Çünkü onların anlatımlarına kültür ve öğrenim durumları bilinsin diye dokunulmamıştır.
“… ateizm savunması izlenimi vermeme” şaşırmışsınız. Anlaşılan siz kitabımın 101 ile 110 sayfalarını okumamışsınız. Hele bu sayfalara bir oku… Okuyup düşündükten sonra gönder eleştiri okunu…
Yazar Okulunda (kursta) birlikte iken; beni, “mutasavvıf ve mistik” olarak görmen doğrudur. Benimle tanışıp sohbet edenlerin kimisi beni “mutasavvıf” kimisi de ”mistik” diye nitelendirir: kimisi de; benim iin, yeryüzüne daha böyle Allahsız, dinsiz gelmemiştir der.
Böyle görünmek mutasavvıf ve mistik görünen ermişlerin kaderidir. Yazar Okulunda (kursta) birlikte iken; beni, “mutasavvıf ve mistik” olarak görmen doğrudur. “Eminim kursiyerlerin büyük çoğunluğu benimle aynı yanılgıyı paylaşacaktır!.” diyorsun ki bu da doğrudur. Biz ermiş kişiler (mutasavvıflar, gerçeğe ermiş mistikler, yakîn mensupları (K. 15/99…) ser verir, sır vermezler. Her renge bürünürler ama renk vermezler. Benim de
okulda ser verip sır vermemem gerekti. Eğer renk verseydim başımı kekerlerdi. Çünkü gördüm ki oradakiler arkadaşlar ve Hocalar din-i tahkiki değil din-i taklidi mertebesindelerdi…
Şimdi sana bir soru: Muhiddin arab-î, Hallacı- Mansur, Nesimi, oğlanlar şeyhi, Molla Kabız, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin ve daha nicelerinin öldürülmeleri nedendir? Bunlar zamanın din bilginleri değil mi idi… Bunlar kadar Allah’ı, dini, Kuran’ı bilen var mı idi?.. Eğer laiklik ilkesi geçerli olmasa idi Hayri Balta’nın kellesi çoktan gitmiş idi…
“Hakikatin ayakları altında ezilmektense hakikati başa taç edinmek daha erdemli davranış olsa gerektir.” demişsin son olarak. Gerçeği (Hakikati) baştacı ettiğim için aldığım karşılık toplumdan dışlanmaktır. Eğer ben gerçeği (hakikat) baştacı etmeyip de insanların ağzına göre verseydim. Yani “Allah’ın istediğini değil de insanların istediğini söyleseydim.” (Bak. Incil, Mat. 16/23) bu insanlar beni balla, kaymakla beslerlerdi.
Sana derim ki “yaratılmışı hoş gör yaratandan ötürü.” Eğer, Allah dileseydi beni de Erbakan, Erdoğan, Müslim Gündüz, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve de arkalarına düşenler gibi hidayete erdirirdi.” (K. 39/17-18). “O halde sakın bilmeyenlerden olma!” (K. 6/35). Hakkımda “Hükme varma ki hüküm verilenlerden olmayasın!” (İncil, Mat. 7/1) Eğer hüküm verilenlerden olursan karanlıklardan kurtulamazsın, karanlıklarda kalırsın…
Bak değerli arkadaşım, güzel dostum Allah kendini korumaktan aciz mi ki Allah’ı korumaya soyunursun…
Ankara’daki kitabevlerinden Akçağ kitabevi, iade etti 10 kitabımdan 9 tanesini… “Bu kitap kendilerinin tarzını uymazmış.” İslam’da demokrasi ve düşünce özgürlüğü var diyenler kitabımı satmazmış. Hele düşün bunlar bir de iktidara gelmişler. Eğer bunlar iktidara gelirse sana yemin billah ederim ki biz akılcı düşünürlerin yaşamını; Allah,din Muhammed, Kuran aşkına burunlarından getirirler..
“Daha geniş yorumu belki kitabı bitirdikten sonra yaparız umarım.” diye noktalamışsın mektubunu. Beklerim daha geniş yorumlarını. Ama sen de hoş görmelisin benim yorumlarımı…
Son bir hatırlatma daha sana. Yer vereceğim Sitemde gönderdiğin ve göndereceğin mesajlarına ve yer alacaktır yazacağım ikinci kitabımda…
Şimdi kal sağlıcakla,
İçten saygılar sana..
Av. Hayri Balta , 8.9.2002
X
09-09-2002
Kıymetli Büyüğüm.
Öncelikle sevgi ve saygılar size. Nasıl cevap versem bilmem ki mailinize..
İltifatlarınıza değer miyim acaba.. Değmiyorsam şayet ikiyüzlülük mü yapıyorum bilemiyorum.
Ancak ben iyi biliyorum ki çok eksiğim, çok noksanım, çok kusurluyum.
Sevinçliyim; cevabınızdan dolayı… Üzgünüm rahatsızlıklarınıza…Elimden gelirse bir şey, söyleyin yardımcı olayım.
Yazınızı ilgi ile okudum. Ne yazarsanız buyurun yazın bana…
İstifade ederim fikirlerinizden, kültürünüzden..
Fakat artık muhalefet etmem size.. Ben de görüyorum Müslümanlarda sizin gördüğünüz yanlış inançları, ben de biliyorum; “Her Müminin her sıfatı Mümin olmadığı gibi, Her Kafirin her sıfatı da kafir değildir.” Bir çok Müslüman var ki; potansiyel kafir durumunda. Bir çok Kafir de var ki; potansiyel Mümin durumunda.
Allah cc. Her ikisini de ıslah etsin…. Ne diyeyim bilmem ki.., şu an göz yaşlarım konuşmaya başladı, beni susturdu… Beni mazur görün…
Tekrar görüşmek dileğiyle.. Sevgi ve Saygılar size..
Bir Kul.10,.9.2002
X
Saygı Değer Güzel İnsan,
Daha önce gönderdiğim yazılarım içinde bulunan 8.9.2002 tarihli Mehmet Teker yazısını aşağıdaki şekilde düzeltip değiştirdim. Daha önce gönderdiğim Sayın Mehmet Teker yazısını silerek yerine aşağıdaki yazıyı yerleştirmenizi rica eder, saygılar sunarım.
Orjinal mesaın için çok çok teşekkür ederim. Anlayışın ve duyarlılığın karşısında ben de ağladım. Bundan böyle yazdığım bütün yazılardan önemli gördüklerimi sana göndereceğimi bilesin. Üstümüzde Tanrı (ki anlayış, olgunluk, sevgi gibi yüce duygular, insanca değerler…) olduğu sürece ne senden bana, ne de benden sana incitici sözler çıkmayacaktır.
Saygılarımla
Av. Hayri Balta, 10.9.2002
X
Sayın Mehmet Teker,
İçten kutlamalarınız için teşekkür ederim. Her zaman böylesine olgunca yanıtlar vermeni beklerim.
Özgeçmişimi okumuşsun. “Böyle bir azme hayran olmamak elde değil.” demişsin. Evet, çok çektirdiler. Hem devlet, hem millet. Hem de en, en yakınlarım bana oldu illet…
Ben bu illetçilerin hiç birini suçlayamadım. Çünkü; beni yola getirdikleri takdirde Allahlarının cennetinden bir yer parselleyeceklerini sanıyorlardı. Bu nedenle derim ki; başıma ne geldiyse yaratılış özelliğimden gelmiştir. “Allah dileseydi hepiniz gibi beni de doğru yola iletirdi.”(K. 16/9) tümcesindeki hikmeti bilmiyorlardı. Evet, gördüğün gibi başıma ne geldi ise Allah beni diğerleri gibi yaratmadığı için geldi. (Bu dileseydi konusuyla ilgili yüze yakın ayet var… İstersen Hayri Balta bunları tek tek sayar…)
Eksik gelen noktalara gelince. Değinmeyelim hiç şu evliliğime… Benim evlilik tam bir dramdır. Bu 45 yıllık (27 Mart 1957) evliliği anlatmak için nehir roman yazmam gerektir. Ayrıca evliliğimi anlatmak özel yaşama girmek demektir.
İşçi Partisi ile ilişkime gelince ben, özgeçmişimde gördüğün gibi, toplum tarafından dışlandım. Kendisini adam sanan cudamlarca yüzüme tükürülerek haşlandım.
Bir de gördüm ki İşçi Partisi Atatürk ilkelerine, cumhuriyetin erdemlerine, Aydınlanmacılara sahip çıkıyor. Gazetelerinde ve dergilerinde onların yazılarına yer veriyor. Ör. İlhan Arsel, Turan Dursun, Abdullah Rıza Ergüven, Faik Bulut, Erdoğan Aydın, Şükrü Günbulut ve daha niceleri.
Sonra Türk-Kürt ayrımı yatmıyordu. Öyle ki Kürtlere hak tanırım dediği için lideri Doğu Perinçek hapis yatmayı göze alıyordu. Atatürkçülüğe, laikliğe sahip çıkıyordu. Bir de aktivitelerim söz konusu olduğunda bana oluyorlardı destek . Olmuyorlardı çalışmalarıma köstek. Bunlar beni adam yerine koyarak bana değer verdiler. Yıllardır arayıp da bulamadığım sevgiyi içtenlikle, bol bol, gösterdiler.
Sonra koşullar değişti. Aydınların yazısı Doğu dünyasını ve toplumlarını aşağı görüyor diye kesildi.Yazılarına mırın kırın ederek yer verilmedi, kimilerininki de sansürlendi… Ör. İlhan Arsel, Erdoğan Aydın, Faik Bulut, Şükrü Günbulut ve daha niceleri… (Bu konuda kitabımın 6-26. sayfalarında yeterli açıklama var.) “Kürtlerle ittifak yapmak vatana ihanettir!” dendi. Bir de laiklik ilkesine sırt çevirdiler. Şeriatçılar Almanya’da Federe İslam Devleti kurarken, Avrupa’nın hemen hemen bütün kentlerinde cami yapıp örgütlenirken, adamların fabrikasında çalışıp, ülkemizdeki bir vali kadar ücret alırken, ekmek yediği kapıyı kafir diye aşağılarlarken ses yok. Ama iki misyoner gelip misyonerlik yapınca kıyamet kopuyor. Şeriatçı militanların yaptıkları eylemlerde öldürdükleri aydınlarımız unutuluyor. Ör. Muammer Aksoy, Bahriye Üçoku, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu’yu öldürmüş olmaları…
Bir insanın istediği gibi düşünmesine, inanmasına, yaşamasına, düşünce ve inancını her türlü araçla yaymasına ve de istediği zaman dinini değiştirmesine karışmamak laiklik ilkesi gereğidir. (Bak. Anayasa, m. 25, 26) Hangi din olursa olsun kendi düşünce ve inancını devlete ve topluma dayatmadığı sürece saygı görmelidir…
Benim; Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğe karşı çıkanlara karşı çıkışım bu nedenledir. Erbakan gibi 150 kilo altın biriktirip de Müslümanlık taslayanlar içindir. Bu konuda infak ayetlerine bakabilirsiniz. Öncelikle şu ayetlere bakarsaniz bilgilenirsiniz. (K. 9/34, 35; 70/18).
Unutmayalım İslam’da dinini değiştirenler (Mürtetler) öldürülür. Hadis kitaplarında mürtetlerin nasıl öldürüldüğüne ilişkiler öyküler dile getirilir. Şaşıyorum, bu çağda din değiştirenleri öldürenlerin arkasına nasıl düşülür… Ve en önemlisi Alemlerin Rabbi denen Allah, “Dilediğini müşrik, dilediğini Müslüman yaptığına göre” (K. 6/112) dinini değiştirenleri niçin hor görür, öldürttürür?..
Bence böyle bir anlayış Tanrı’ya en büyük saygısızlıktır. Onu aşağılamak, tanımamaktır… Ben Tanrı’ya karşı gelmekten Tanrı’ya (Akıl, sağduyu, vicdan gibi olumlu ve yüce kavramlar..) sığınırım. Bu nedenle de bana ne ateist, ne dinsiz, komünist ne de mason demelerine aldırırım.
Benim üstün niteliğim (sıfat-ı galibem=galip sıfatım) ne ümmetçiyim ne de kavmiyetçiyim… Beni kendime özgü dinim varsa da dünyada mevcut dinlerden hiç birine mensup değilim. Türküm ama ırkçı türkçü değilim; ben insanın ne Arap, Acem, ne Alman, İtalyan ne de Rus Amerikan olması ile ilgilenirim. Hangi ulus insan haklarına saygı göstermiyorsa, kadınlarını aşağılayıp tplumdan dışlıyorsa, hangi ulus başkasını ve kendi halkını ezip sömürüyorsa ve de kan dökücü ise ben ona düşman kesilirim. Emperyalizm, vahşi kapitalizm, her türlü izm bir tek yolum vardır o da akılcılıktır derim..
İşçi Partisi ırkçılarla, kavmiyetçileri ittifaka çağırdı. Onlar gibi AB’ye de karşı çıktı. Oysa AB, benim için, bu gerilikten, ilkellikten, hukuka saygısızlıktan kurtulmak ve de saydamlığa kavuşmak için tek ışıktı.
İşte bu nedenle İşçi Parti’sinden koptum. Artık hiçbir partinin üyeliğinde yokum. Biliyorum ki beni bu kafayla hiçbir parti kabul etmez. Kabul etseler bile H. Balta artık gitmez.
Düzeltmeler (tashih) ve edebi terimlerde ifade yetersizliği benim bilgisizliğimden kaynaklanmaktadır. Kitabımdaki öğrenim çabamı dikkatle okursanız görürsünüz ki Osmanlı ve Din edebiyatı ilgili bir öğrenimim olmamıştır. Bir de bana e-mail gönderenlerden kaynaklanabilir. Çünkü onların anlatımlarına kültür ve öğrenim durumları bilinsin diye dokunulmamıştır.
“… ateizm savunması izlenimi vermeme” şaşırmışsınız. Anlaşılan siz kitabımın 101 ile 110 sayfalarını okumamışsınız. Hele bu sayfalara bir oku… Okuyup düşündükten sonra gönder eleştiri okunu…
Yazar Okulunda (kursta) birlikte iken; beni, “mutasavvıf ve mistik” olarak görmen doğrudur. Benimle tanışıp sohbet edenlerin kimisi beni “mutasavvıf” kimisi de ”mistik” diye nitelendirir: kimisi de; benim iin, yeryüzüne daha böyle Allahsız, dinsiz gelmemiştir der.
Böyle görünmek mutasavvıf ve mistik görünen ermişlerin kaderidir. Yazar Okulunda (kursta) birlikte iken; beni, “mutasavvıf ve mistik” olarak görmen doğrudur. “Eminim kursiyerlerin büyük çoğunluğu benimle aynı yanılgıyı paylaşacaktır!.” diyorsun ki bu da doğrudur. Biz ermiş kişiler (mutasavvıflar, gerçeğe ermiş mistikler, yakîn mensupları (K. 15/99…) ser verir, sır vermezler. Her renge bürünürler ama renk vermezler. Benim de
okulda ser verip sır vermemem gerekti. Eğer renk verseydim başımı kekerlerdi. Çünkü gördüm ki oradakiler arkadaşlar ve Hocalar din-i tahkiki değil din-i taklidi mertebesindelerdi…
Şimdi sana bir soru: Muhiddin arab-î, Hallacı- Mansur, Nesimi, oğlanlar şeyhi, Molla Kabız, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin ve daha nicelerinin öldürülmeleri nedendir? Bunlar zamanın din bilginleri değil mi idi… Bunlar kadar Allah’ı, dini, Kuran’ı bilen var mı idi?.. Eğer laiklik ilkesi geçerli olmasa idi Hayri Balta’nın kellesi çoktan gitmiş idi…
“Hakikatin ayakları altında ezilmektense hakikati başa taç edinmek daha erdemli davranış olsa gerektir.” demişsin son olarak. Gerçeği (Hakikati) baştacı ettiğim için aldığım karşılık toplumdan dışlanmaktır. Eğer ben gerçeği (hakikat) baştacı etmeyip de insanların ağzına göre verseydim. Yani “Allah’ın istediğini değil de insanların istediğini söyleseydim.” (Bak. Incil, Mat. 16/23) bu insanlar beni balla, kaymakla beslerlerdi.
Sana derim ki “yaratılmışı hoş gör yaratandan ötürü.” Eğer, Allah dileseydi beni de Erbakan, Erdoğan, Müslim Gündüz, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve de arkalarına düşenler gibi hidayete erdirirdi.” (K. 39/17-18). “O halde sakın bilmeyenlerden olma!” (K. 6/35). Hakkımda “Hükme varma ki hüküm verilenlerden olmayasın!” (İncil, Mat. 7/1) Eğer hüküm verilenlerden olursan karanlıklardan kurtulamazsın, karanlıklarda kalırsın…
Bak değerli arkadaşım, güzel dostum Allah kendini korumaktan aciz mi ki Allah’ı korumaya soyunursun…
Ankara’daki kitabevlerinden Akçağ kitabevi, iade etti 10 kitabımdan 9 tanesini… “Bu kitap kendilerinin tarzını uymazmış.” İslam’da demokrasi ve düşünce özgürlüğü var diyenler kitabımı satmazmış. Hele düşün bunlar bir de iktidara gelmişler. Eğer bunlar iktidara gelirse sana yemin billah ederim ki biz akılcı düşünürlerin yaşamını; Allah,din Muhammed, Kuran aşkına burunlarından getirirler..
“Daha geniş yorumu belki kitabı bitirdikten sonra yaparız umarım.” diye noktalamışsın mektubunu. Beklerim daha geniş yorumlarını. Ama sen de hoş görmelisin benim yorumlarımı…
Son bir hatırlatma daha sana. Yer vereceğim Sitemde gönderdiğin ve göndereceğin mesajlarına ve yer alacaktır yazacağım ikinci kitabımda…
Şimdi kal sağlıcakla,
İçten saygılar sana..
Av. Hayri Balta , 8.9.2002
X
Sayın Güzel İnsan,
Sitemiz için yazdığım yazıyı gönderiyorum. Buyazı Sitemizin 20. sırasındaki “Yeni Oluşumlar bölümüne” girecek.Ayrıca S.S.S.”SEVENLER-SORANLAR-SÖVENLER” adında bir kitabım yayınlandı. Artık bana kitapsız diyemeyecekler. Bundan size bir adet vermek istiyorum. Kızılay’a çıktığın bir gün şu adrese git. Yalnızca “Av. Hayri Balta, benim için bir kitap bırakmış.Almaya geldim.” dersen kitap sana verilecektir. Yok, siz bana Kızılay’da bir adres verirseniz oraday bir tane bırakırım, siz de bana: Biri bana bir kitap bırakacaktı, bıraktı mı, bıraktı ise bana ver!” diyerek alırsınız.
Ayrıca seninle yazışmalarımızı bir kitap şekline getirdim. Yalnızca bir önsöz, giriş ve “Bak-Bul-Index” yazacağım. Kitapda adınız Sayın Kul diye gececek ve yine sizi kimse bilmeyecek. Bu kitapta müslümanım diyenlerin alacağı çok şey olacak.
Şimdilik bu kadar,
Kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 13.9.2002
+

HALKIMIZI SOYANLAR, İNSAN GÖRÜNÜMLÜ AYI’LAR

Aşağıda okuyacağınız “Eskimiş Yeni Yüzler” başlıklı şiiri bana “Güzel İnsan” diye nitelediğim dini bütün bir dost göndermişti. Bu güzel insan benim din dışı aykırı görüşlerime karşın benimle yazışmayı hiçbir zaman kesmedi. Diyebilirim ki ne demek istediğimi anlayan tek dini bütün insan bu arkadaş… Ne ben kendisini tanırım, ne de kendisi beni…
Siteme girerek yazılarımı okuyunca bana e-maille gönderdi; ben de kendisine yanıt verdim. Kimi zaman birbirimize sert çıkmamıza karşın sonunda birbirimize saygı göstermenin Tanrı’nın isteği (insana yakışan davranış…) olduğunu idrak ettik.
Böylece bu arkadaşla yazışmalarımız bir kitap oldu. Adını “Sayın Kul” koydum. Yalnızca bir önsöz, giriş ve “BAK-BUL –INDEX” yazınca kitap yayına girecek. Bu kitabımdan radikal Müslümanların bile pay alacağını düşünüyorum…
Bu gün e-posta kutumdan Suna adlı arkadaşın gönderdiği e-mail’i alınca hemen aklıma Güzel insan’ın göndermiş olduğu, aşağıda okuyacağınız şiir geldi. Atatürk’ün kurduğu bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl olup da IMF’nin verdiği ev ödevini yapar duruma geldiğini gösterir güzel bir şiir…
Önce Suna adlı arkadaşın yazısını sonra da “Güzel İnsan”ın gönderdiği yazarı belli olmayan şiiri okuyalım. Eğer Atatürk’ün gölgesini görmek istiyorsak da aşağıdaki “web” adresinden Dalaman Kaymakamlığının hazırladığı Siteye girelim.
Şiirde akıcılığa sağlamak küçük değişiklikler yanın da bir da son kıtada “Ben” yerine “Hayri Balta’nın, hatırına” sözlerini koydum. Anlayacağınız şiir benim değil. Yazarını da bilmiyorum. Bildiren olursa da sevinirim. 13.9.2002
+
1. “Günaydın Arkadaşlar
Aşağıdaki adreste, Atatürk’ün resimleri var. Resimlerine bile bakarken, farkında olmadan yüzüm gülmeye, içim ferahlamaya başladı. Her şeye rağmen önümüzde güzel günler var. İş ki ulusça, oynanan oyunları kavrayıp, uyanalım ve ayaklarımızın üzerinde duralım. Yolumuz, Yüceler Yücesi Atatürk’ün ilke ve devrimleri ışığında, akıl, bilim, vicdan ve gönül eşliğindeki ilerici yoludur. Sevgiler yolluyorum. Çetiner Beye de güzel Atatürk resimlerinden dolayı teşekkür ediyorum. Suna… 13.6.2002.

http://www.damalonline.com/atasilueti.htm”

+
2. “ESKİMİŞ YENİ YÜZLER

Filler çok geniş
Vadilerde yaşasalar bile
Her gün kullandıkları yoldan gidip gelirlermiş.

Fil avcıları da fillerin geçeceği yolu derince kazarlarmış,
Üzerini ince bir tabakayla örterlermiş
Ve en önde yürüyen filin o kazılan çukura düşmesini beklerlermiş…

Fil avcıları siyah elbiseler içerisinde, yüzleri kapalı olarak gelirmiş,
Çukurda çırpınan fili kırbaçla dövmeye başlarlarmış.
Birkaç gün hiç yiyecek vermezlermiş.

Birkaç gün sonra aynı avcılar,
Beyaz elbiseler içinde filin sevdiği yiyeceklerle gelirlermiş,
Filin karnını doyururlar, hortumunu, yüzünü-gözünü okşarlarmış.

Avcılar, fili kendilerine alıştırdıktan sonra çukurun fili oradan çıkarırlarmış,
Filin hortumundan tutarak kendi fil damlarına götürürlermiş,
Önce beslerlermiş; sonra da, ölünceye kadar da özel işlerinde kullanırlarmış.

Böylece, Ulusumuzu cehalet çukuruna düşürüyorlarmış.
Bin türlü bahanelerle okumalarını engelliyorlarmış.
Sonra cebindeki parasını pul eyliyorlarmış,
Efendi iken köle, zenginken fakir,
Azizken zelil, şerefli iken hakir yapıyorlarmış,
Sonra yeni yepyeni göstermek için, allayıp-pullayıp makyajlarlarmış.
Karşılarına geçip kurtarıcı rolünü üslenerek kafesliyorlarmış.

Alın size bir öykü daha:
Kutuplarda ayı avcıları ayı avlamak için buzlaşmış karların içine jilet
gibi keskin baltayı yerleştirirmiş,
Keskin tarafının üzerine kan sürerlermiş.

Ayı gelip kanı yalarken kendi dili de kesilirmiş.
Ama kanın tadından dilin acısını fark edemezmiş.
Kan yaladığını sanarmış ama aslında kendi kanını yalarmış…

Damarlarındaki kan, yalaya yalaya, tükenince olduğu yere yığılır kalırmış.
Avcı da gelip derisini yüzerek omzuna atıp götürüp satarmış.

Kurşunla vurursa ayının postu delindiğinden postu beş para etmezmiş,
Bu nedenle de kurnaz avcı bu yolu denermiş.

Dolar, bir gecede ikiye katlanırmış,
İnsanından, yurdundan çok parayı seven vurguncular, hortumcular, soyguncular,
Bir gecede şu kadar milyar veya trilyon kazandım diye takla atarmış”
Aslında bunlar kendi kanını yalayan ayı gibi kendi ülkesinin kanını yalarmış.
Kendi ülkesinin kanını eme eme halkını aç korlarmış…

Hayri Balta’nın, bu fil öyküsü her duyduğunda,
Türk milletini avlamak isteyen
Ve batının çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen
Avcılar gelirmiş hatırına…
X
Değerli Tunçsiperimiz,
Aşağıdaki mektubu Sitemizin 17. sırasındaki “Sevenlere-Soranlara-Yerenlere” bölümüneyerleştirmeni rica eder,
saygılar sunarım.
Av. Hayri Balta, 16.9.2002
x
15-09-2002
Kıymetli İyi İnsan.
Maillerinizi alıyorum. Sizi azminiz, gayretiniz ve çıkarmış olduğunuz kitabınız için tebrik ediyorum.
Kitabınızı bana hediye etme düşüncenizden dolayı da teşekkür ediyorum. Bu güzel niyetinizden dolayı sizden o hediyenizi almış kabul ediyorum. Yalnız sizden şunu istirham ediyorum ki; bana müsaade edin sizin gayretinizin eseri olan kitabınızı kendi gayretimin neticesi olan param ile almak istiyorum. Bana vermek istediğiniz kitabınızın Ankara’da satışı yapılan bir kitapçı adresini ve ismini verirseniz bizzat gidip alacağım.
Sizin ellerinizden almış gibi olacağım ve altını çize çize okuyacağım..
Bir de yazışmalarımızı kitap yapacağınızı bildirmişsiniz. Buna sevindim.. Bunun için de ayrıca tebrik ediyorum. Radikal Müslümanların çok şey öğreneceğini söylediğiniz bu kitap, inşallah Müslüman olmayanların da çok şey öğrenmesine vesile olur diyorum..
Kendisi için çizdiği yoldan dönmeme azminde olan büyüğüme, yolunun sonunun hayıra çıkması için dua ettiğimi bildirir.
Saygı ve sevgiler sunarım..
BİR KUL. 15.9.2002
+
Sayın Güzel İnsan,
Saygıma, sevgime layık insan,
Alınca e-mailini sevindim inan.

Kitabımı alacağın adresi veriyorum:
“Kızılay, Sakarya Cad. Konur Sok. 22/1,
Toplum Yayınevi sahibi Remzi İnanç” diyorum.

Bu adrese giderseniz,
“Av. Hayri Balta bana kitap bırakacaktı!” derseniz…

O, size bir tane verecektir.
Ve de sizden kitap bedeli istemeyecektir.
Benim bu isteğime de,
Güzel insan daha fazla direnmeyecektir…

Altını çize çize okumanı,
İşine geleni almalı,
İşine gelmeyeni almamalı…
Aklı başında insan hiç kimseyi,
Kendisi gibi düşünüp inanmaya zorlamamalı…

Yazışmalarımızdan oluşan kitabı,
Arayış içinde olanlar okumalı…
Okuduktan sonra herkes kendi meşrebine uygun olanı almalı.

İşin doğrusu da budur,
Herkes yaratılışı nasılsa onu göre kendini oluşturur.

Kuran’da bu oluşum “Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasip ederiz!” (K. 10/56) diye buyrulur.
Kuran’daki bu tümcenin benzeri aşağıda İn. Rom. 8/30’dadır.

Bu tümceyi anlamış olsaydı Peygamberler eğer,
Kimsenin canına kıymazlardı “İmana gel ya kafir!”diye teker teker…

Burada Yunus Emre’nin şu sözlerini anmadan geçemeyeceğim.
“Cennet cennet dedikleri/Birkaç gılman, birkaç huri/İsteyene ver sen onu/Bana seni gerek seni”
Bu dörtlükte “Seni gerek seni!” den murat insanın nefret yerine sevgiyi yeğlemesidir.
Sevgi, Tanrı’nın ta kendisidir,
Çünkü sevgi duygusu, nefret duygusuna göre daha yücedir.
Din ilminde kötü düşünceler şeytana mal edilir;
Doğru, güzel, iyi düşünceler Tanrı diye yüceltilir.

Bir de bana derler; dinsizdir, imansızdır, kafirdir…
Zerre kadar Tanrı bilgisi olan bana böyle dememelidir…
Çünkü çarpılır, ayın-bayın olur, ağzı-gözü eğrilir….

Bu nedenle derim ki ister benim gibi düşün, ister tam tersi…
Benim insan olandan beklediğim,
Eğer o insan kötü olanı yapmıyorsa,
Görmelidir, nefret değil, sevgi…
Bu nedenle demiştir Yunus Emre: “Bana seni gerek seni…”

Her zaman söylemişimdir yine söyleyeyim bari.
Insan, hiçbir zaman çıkarmamalı aklından İncil’deki şu tümceyi:
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı da yaşar. Tanrı da onda yaşar!” (İn.Yuh. 4/16)
Eğer nefrete layık insan varsa, yani kötü yolda ise,
Tarı’yı (Doğruyu, güzeli, iyiyi, doğru olanı…) tepeliyorsa,
Bunun cezasını vemek bize düşmez…
Tanrı (Toplum örfü, insanın yaratılış özelliği) ona cezasını vermeden edemez.
Tanrı (Toplum örfü, akıl, sağduyu, vicdan…) ceza vermeye üşenmez…

Ben Tanrı (Bilgelik, doğruluk, dürüstlük, erdem, iyilik, güzellik, hoşgörü…) yolundayım,
Varsa insanlığa aykırı bir davranışım, gösterin doğrultayım,
Hem de gösterene minnettar olayım…

Tanrı benim doğruluğumdur, doğruluk benim kayamdır. (Tev. Tek. 15/6)
Tanrı’nın velilerine (Olumlu davranışlara, Üstün değerlere, yüce kavramlara, genel doğrulara sahip çıkanlara Tanrı velisi denir. Yoksa camiye, kiliseye, localara, sinogoglara gidenlere değil…) korku haramdır…

Çünkü: “Tanrı (Sağduyu, akıl, vicdan, insanlık değerleri…) ayırmış olduklarını çağırdı.
Çağırdığı kişileri doğrulukla donattı. Doğrulukla donattıklarını yüceliğe kavuşturdu. (İn. Romalılara, 8/30) diye yazılmıştır. (Bak yukarda Kuran, 10/56)

Bu satırlarımı okuyan diyecek ki Hrıstiyan mı, yoksa Müslüman mı bu adam…
Ne Hıristiyandır, ne Müslamandır bu dama; kendini akılcılığa, bilgiye, erdeme adamıştır kendini bu adam…

Denir: Dört kitabın dördü de haktır;
Bu kitaplarda günümüze uyan da vardır, uymayan da vardır.
Marifet bu kitaplardan günümüze uyanı almak, uymayanı almamaktır.

Cahildir, ya da bencildir, insanları kafir-mümin diye ayıran,
Düşmemeli böyle diyenlerin ardına aklı başında insan…

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar, sevgiler sana..
Bir de güzel insanın saygı değer hanımına…

Av. Hayri Balta, 16.9.2002
x
Sayın Güzel insan,
Öne saygı, sevgi…

Kitabımını alacağın adreste bir yanlışlık olmuş.
Doğru adres şudur: “Remzi İnaç, Toplum Yayınevi Sahibi.Sakarya Cad. Bayındır Sok. 22/1, Kızılay/Ankara.”
Özür diler, saygılarımı sunarım.
Av. Hayri Balta, 17.9.2002
X
19-09-2002
Saygıdeğer insan.
Mesajınız için gönderdiğiniz maili ve kitabınız için verdiğiniz adresi aldım. Teşekkür ediyorum. Elbette size daha fazla ısrar etmeyeceğim.
Kitabınızı işimden fırsat bulduğum en kısa zamanda uğrayıp alacağım, Yahut
aldıracağım.
Tekrar teşekkür ediyor, size iyi çalışmalar ve hayırlı günler diliyorum.
Sevgilerle…
BİR KUL. 20.9.2002
X
06-10-2002
Sayın Hayri Bey.
Saygı ve sevgiler size..

Kitabınızı almak için işyerinden bir türlü fırsat bulamamıştım. Sonunda Kızılay’a yakın bir iş yerinde çalışan bir kardeşim vasıtasıyla aldırdım. Aldığım gün de 60. sayfaya kadar okudum. Adım kadar bildiğim fikirlerinize yeniden muhatap oldum..
Fikirlerinizdeki psikolojik, felsefi, sosyal, aktüel, siyasi ve tarihî yorumları bir kenara saklarsak. Özüne, temeline, kaynağına inersek şayet; yani Hayri Balta’nın hayat felsefesine ve imanına nazar edersek: şu esaslara dayandığını tekrar müşahede ettim :
“Tüm varlığın özü maddedir. Maddenin varlığı kendinden ve ezelîdir. Bu madde içerisinde görünüp kaybolan, değişip dönüşen tüm varlık yine aynı maddenin şekil, sûret ve mahiyet değiştirmesinden başka bir şey değildir. Bu oluşum bir yoktan var oluş değil, Kendiliğinden olan bir iştir.. Maddeye bağlı olarak kendi kendine gerçekleşen ve insan aklını hayran bırakan bütün bu güzel ve olumlu oluşum ve değişimlerin bizâtihi kendisi, oluşması Tanrıdır. Bu oluşumu yaratan bir varlık yoktur. Tanrı bu olumlu fiillerin bir simgesidir. Bu varlık içindeki tüm olumsuzluklar ise şeytan ismiyle simgelenmiştir. Zât olarak herhangi bir Tanrı yada Şeytan yoktur. Bunları da ancak insan denen varlık idrak eder… Tanrı’yı da, şeytanı da ancak o bilir ve yaşar.. O’nun dışında bir Tanrı ve şeytan aranmamalıdır!”
Sayın aydınlatmacı, akılcı, özdekçi, mantıkçı, vicdancı Hayri Bey.
Bu güne kadar topladığınız kültür birikiminin size kazandırmış olduğu ve aksine ihtimal veremeyecek kadar inandığınız bu fikirlerinizin özü en ince ihtimallere kadar Güzel insan diye hitap ettiğiniz bu şahıs; dünya görüşünüz, akıl, fikir ve tefekkür süzgecinden geçirilmiş bütün tutarsızlıkları tesbit edilmiş, akla, mantığa, vicdana tamamen ters olduğu yakînen tasdik edilmiştir.
Fakat siz, sizinle ilk yazışmamda belirttiğim, gibi inancınıza aksini kabul edemeyecek kadar bağlı bulunduğunuz için beni anlayacak konumda değilsiniz. Yani kendinizde yeni bir inanışa bütün kapılarınızı kapamış durumdasınız. Halen benim size Allah’ın cennetinden yer parsellemeye çalıştığımı düşünmeyiniz. Siz fikirlerinizin verdiği gururu tatmin etme yoluyla zaten bir cennet kazanmışsınız. Kibrit alevi gibi parlayıp ölümle sönecek bir cennet..
İnanç her fikrin, her yorumun, her hayat felsefesinin başıdır. Fiilleriniz doğru olabilir, fakat inancınız doğru değilse şayet; baştan, özden kaybetmişsinizdir.. Yani; haksız yere savaş açmış bir ordunun kahraman askeri olabilirsiniz ve askerî kahramanlıklarınızla övünebilirsiniz, hatta çok iyi bir asker olduğunuz için vicdanen huzur da duyabilirsiniz. Bu şekilde kendinize vicdanınızdan bir cennet parselleyebilirsiniz. Fakat işin başından yanlış yolda olunduğu ortadadır. İnanç işte böyle bir değerdir.
Ben sizin inancınıza ait esasların ilmin, aklın, vicdanın esaslarına uymadığını yakînen tasdik ettiğimi bildiriyorum. Siz kültürel yorumlarınızla İslam’ın inanç esaslarının yanlış olduğunu vurgulayıp dururken, kendi inanç esaslarınızın ne kadar temelsiz kaldığını görmemekte ısrarlısınız. Kapısını çok defa çaldığım halde açmayan birinin evine zorla girecek değilim.. Bu sebeple sizinle yeniden fikirlerinizi tartışmaya başlamayacağım.. Ama tekrar belirtmeliyim ki: sizin inanç esaslarınız ilmin, aklın ve vicdanın pozitif delilleriyle çürümüş olduğunu ve bunu her an ispat etmeye hazır bulunduğumu biliniz. Bu inancı yeniden gözden geçirmek yada, savunmakta ısrar etmek sizin bileceğiniz bir iştir.
Sizde olumsuz gördüğüm bir şeyi belirtmemde kötü bir niyet aranmamalıdır.. Bu sözlerimle “Güzel insan” diye tanımladığınız kişinin güzelliğini kaybettiğini düşünmeyiniz. Bilirsiniz ki; güzel insanlar hatalarında da birbirlerine iltifat ederek güzel görünmeye çalışmazlar…
Ben sizin inancınızın çürüklüğünü belirtmekle haklarınızı da çürütmüş değilim. İnancınızı bu çürüklüğüyle benimseyecek değilim, fakat ifade özgürlüğünüzün sonuna kadar arkasındayım.. İnsan olmanız itibariyle sizi halen seviyor ve saygıyla anıyorum.. Unutmayın ki; fikirleriniz tamamen yanlış demiyorum. Ama inancınızın tamamen yanlış olduğunu da yakînen anlamış olduğumu belirtiyorum.. ve artık inancınızı ortaya koyan fikirlerinizi buruk bir tebessümle okuyorum. Size karşı düşüncelerimi de olduğu gibi aktarıyorum. Bu konuda olduğum gibi görünüyor ve göründüğüm gibi oluyorum. Bu da sizi kırmasın üzmesin lütfen.. Kırmış ve üzmüşse eğer özür dilerim sizden..
Tekrar görüşmek dileğiyle sevgi ve saygılarımla…
Bir Kul. 6.10.2002
X
Sayın Güzel İnsan,
Önce saygı, sevgi, her zaman olduğu gibi…
Benim sizi “Güzel İnsan” diye nitelenedirmemin gerekçesi, sizin beni pohpohlamanız değil ki…
Benim size güzel insan dememin nedenlerine gelince, sıralayayım elimden geldiğince. Önelikle kendi dünya görüşünüze göre eleştirdiniz benim dünya görüşünü elden geldiğince…
Öncelikle demeliyim ki; benim dünya görüşümü en iyi anlayanlardansınız. Benim dünya görüşümü sizin kadar anlayabilen; ama Hak görüp bana kızmayanlardansınız…
Benim maddeci görüşlerim sizin şeriatçı kişiliğinize, düşüncenize, inancınıza yüzde yüz ters düşmesine karşın bana hiçbir zaman kızmadınız, edep dışına çıkmadınız, bir dindarın nefsi emmaresine uyarak sövüp saymaması gerektiğine inandınız.
Beni anladığınız için ilk yazışmalarımızda olduğu gibi imana davet etmekten vazgeçmek gibi güzel bir gelişme örneği gösterdiniz.
Bunun yanında siz din tacirleri gibi iki yüzlü (riyakar) ve korkak değilsiniz. İnancınızı takiye yapma gereği duymayacak kadar seversiniz.
Şu Yaşar Nuri’ye bir bak! Adam tam bir kaypak. “Anadilde İbadet Meselesi” adlı kitabının 35. sayfasında “Ezana ihtiyaç kalmamıştır” dedi. Şeriatçı kamu oyunun baskısı karşısında yüz seksen derece çark etti.
Bir günümüz çıplak uyarıcısı Yaşar Nuri Öztürk’e bak… Bir de Hallacı Mansur, Muhiddin Arabi, Nesimi, Şeyh Bedrettin Simavi gibi “Enel Hak” diyen mutasavvıflara bak. Adamların başı kesildi, boynu kırıldı, derileri yüzüldü diri diri, ne var ki döneklik etmedi hiç biri…
Bak şu gencecik kızları tesettüre sokarak kamu alanlarına, okul kapısına yığan din taciri milletvekili sahtekarlara… Kendileri Meclise başlarını kapatarak girseler ya…Gencecik kızları emir kulu polislerin önüne sürüyorlar. Kendileri ise “Höt!” dendi mi kaçacak delik arıyorlar. Yani şimdi bunların kendi inançlarını devlete dayatma hakkı var; devlet yasasını uygulatmak istedi mi bunu niçin dinsizlik, günah sayar? Soruyorum sana bu hangi mantığa sığar. Unutma ki bu kafa ile devleti ele geçiremeyecek hiç bir zaman zorbalar…
Din iman dendi mi akılları duruyor. Hiç birinin kafası çalışmıyor. Hepsi de akıl yürütmekten, düşünmekten korkuyor. Demiyorlar ki bu Allah kendi dinine niçin sahip çıkmıyor?.. Niçin kitabında dediği gibi hükmünü yerine getirmiyor (K. 13/41)
Peygamberlerine yararı olmayan Allah’ın bize yararı olur mu?. Hiç Allah “Habibim!” (Sevgilim) dediği ve hatta melekleri ile birlikte övdüğü (salata durduğu) (K. 33/56) peygamberinin ehli beytinin mallarının elinden alınmasına, zehirlenerek öldürülmelerine, Kerbela’da kılıçtan geçirilmelerine, yetmiş yıl camilerde kendilerine sövülmesine seyirci kalır mı? diyemiyorlar. Çünkü Tanrı’nın nerede ve ne demek olduğunu bilmiyorlar.
Benim güzel dostum hiç Tanrı’yı bilmeden Tanrı’ya kulluk olur mu? Tanrı’yı bilmedikleri içindir ki açlık çekiyor bu müslümanlar. Düşman bulamazlarsa birbirlerine karşı savaş açıyorlar. Dünyanın bütün nimetlerinden mahrum kalıyorlar… Ne çöllerde, ne denizde, ne deniz altında, ne dağlarda, ne ormanlarda, ne uzayda bilimsel araştırma yapıyorlar. Bilim yapmıyorlar, güzel sanatlardan, sportif oyunlardan uzaklar, horul horul uyuyorlar.
Bunlar kendi gibi inanıp yaşamayanları imana getirme ve Allah’ın dinini hakim kılmak istedikçe başlarına bomba yiyorlar. Gidip masum insanların başına Ticaret merkezlerini yıkıyorlar… Üç bin suçsuz insanı üç dakikada betona gömüyorlar. Sonra da biz bunu Allah’ın emri üzerine yapıyoruz diyorlar. Hiç Tanrı’yı bilene, Tanrı yolundan gidenlere böyle bir eylem yakışır mı? Müslümanlığa bunları yakıştırmayan benim gibi birine “Ama inancınızın tamamen yanlış olduğunu da yakînen anlamış olduğumu belirtiyorum.. “ denir mi?
Ben size teşekkür ediyorum yine de. Hiç olmazsa alıp okmuşsun kitabıma ilgi göstermişsin derinliğine… “Sayın aydınlatmacı, akılcı, özdekçi, mantıkçı, vicdancı Hayri Bey.” demişsin bize.
Güzel insan, sen nasıl benim inancımı benimsediğin takdirde huzursuz olursan; inan ki benim için ölüm başlamıştır senin inancını kabullendiğim an.
Ben Ali gibi her çatalından kan damlayan iki uçlu kılıç Zülfikarla anılacağıma, “kıtal” (Bak Muhammed suresinin bir adı da Kitâl’dır), cidalci (savaşcı), cihatcı, kitalcı (din için öldüren), diye anılacağıma razıyım bin kere akılcı, özdekçi, mantıkçı, vicdancı diye anılmaya…
Kaldı ki sizin gibi güzel insandan başka adımı anan da yok. İmzalayıp verdiklerimden sizin gibi görüşlerini de açıklayan yok!
Ahmet Altan’ın kitabı 11 günde 11 kere 10 bin sattı. 110 bin adet… Benim kitabım ise 5 kere 11 günde 11 tane satmadı, yalnızca satıldı 1 adet… Nedeni ise şu: Benim kitabı okuyanların kafası karışıyor, onun kitabını okuyanların bilmem neresi kalkıyor… O kocasını aldatan kadınları anlatıyor, ben ise insanları aldatan din tacirlerini anlatıyorum. Elbette satılmaz benim kitabım…
Erbakan, Erdoğan, Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri gibi aklını kullanmayan, düşünmeyen, halka din satarak zengin olan (Tanrı’dan kork! Hiç bir insan 150 kilo altın biriktirir mi? 150 kilo altın biriktirene müslüman denir mi?) ve de Tanrı’yı bilmeyen müslüman olacağıma; onlar gibi müslüman olmamak, onların gittiği cennette olmamak daha iyi bana…
Şimdi kal sağlıcakl, saygılar, sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 7.10.2002
X
08-10-2002
Sayın Hayri Bey.
Selam ve Sevgiler.. Mailinizi aldım, sevindim.
İnsanlar sizi anlamıyorlar Sayın Hayri Bey, nedeni ise: Bir tarafta kaba softa, ham yobazlar var, diğer tarafta onlardan beter nefsinin esîri maddeciler.
Kaba softa, ham yobazlar sizin söylemlerinizle dinlerine bir zarar geleceği endişesindeler.. Güya Allah’ı sizin vereceğiniz! zarardan korumaya çalışıyorlar. Nefsinin esîri maddeciler ise keyiflerini bozmak istemiyorlar.. çünkü sizin fikirlerinizdeki doğrularla sınırlandıklarında nefislerinin işine gelmiyor.. Çoğunluğu da hiç bir şeye bulaşmak istemeyen, kafasındaki beyni gezdirmek için dünyaya gelmiş olan- fikir çilesine, beyin zonklamasına alışkın olmayan insanlar. Bu insanlar içinde elbette kitabınız satılmaz..
Tabii kitabınızı almayanların içinde bulacağını bulmuş, fikir çilesi
çekmiş, hakikate ulaşmış kahramanlar da var, onları da ipe çekmemek lâzım..
Sayın Hayri Bey.
“Müslümanlığa bunları yakıştırmayan benim gibi birine “Ama inancınızın
tamamen yanlış olduğunu da yakînen anlamış olduğumu belirtiyorum.. ” denir mi?” demişsiniz. Burayı yanlış anlamışsınız. Ben size fiillerinizin, fikirlerinizin, yorumlarınızın tamamen yanlış olduğunu söylemedim ki, ben gönderdiğim mailde özünü belirttiğim inanç esaslarınızın tamamen yanlış olduğuna yakînen inandığımı belirttim.. Eğer yanlış olduğuna inanmasaydım, doğru olduğuna inanırdım.. Bundan da belirttiğiniz tarzda en ufak bir huzursuzluk ve rahatsızlık duymazdım..
Siz bana göndermiş olduğunuz onlarca maildeki sayfalarca fikirlerinizi yalnızca okuyup geçtiğimi ve hemen karşıt cevap yazmaya koyulduğumu mu düşünüyorsunuz.. Vallahi hayır..
İnancınızın ve fikirlerinizin özünü teşkil eden bütün iman esaslarınızı pozitif ilmin verileriyle, aklın ve mantığın sağlam esaslarıyla bir bir incelemiş, tutarsızlıklarını tesbit etmişim. Eğer ki; ilme, akla, mantığa ve vicdana tam uyduğunu tesbit etmiş olsaydım fikirlerinizi kabul etmemekte ısrar edeceğimi mi zannediyorsunuz.. Vallahi yanılıyorsunuz.. Yazdığınız onca yazıda aklımda cevapsız sorular mı kaldı zannediyorsunuz.. Vallahi yanılıyorsunuz..
Ben sizin yorumlarınızla yıkmaya çalıştığınız İslam şeraitine sımsıkı bağlı olduğu halde, melek gibi insanlar tanıyorum yüzlerce.. tanısanız sizin de alnından öpeceğiniz insanlar.. Fakat siz İslam şeriatine (dinine) bağlı olan birinin zalimden başka bir şey olamayacağını düşünüyorsunuz nedense.. Bu zıtlık tamamen yorumlamadan ve benimsenmiş hayat tarzından kopamamaktan kaynaklanan bir zıtlıktır..
Müslümanların yanlış yolda olması ve İslam’ın yanlış anlaşılması; ne
İslam’ın hakikatsizliğinden, ne de sizin hakikattarlığınızdan değildir.. Bu durum; yanlış yorumlardan, benimsenmiş hayat tarzından vazgeçememe nefsânîliğinden, fikirsizlikten, tembellikten, cahillikten vb.. kaynaklanıyor.
İslam, benim gibi basit seviyedeki bir Müslüman’ı Güzel İnsan yapmışsa eğer bu benim İslam’ı olduğundan farklı yorumlamamdan ya da işime geleni almam, işime gelmeyeni atmamdan değildir.. Allah’ın cc. lütfuyla Aslını kavramış olmamdandır.. Sizin o dininin şeriatini düşman seçmiş olmanız da; aslını, özünü gerçeğini kavrayamamış olmanızdandır, yanlış yorumlamanızdandır..
Sizinle 230 sayfalık yazışmalarımızda, belirli bir konu düzeni takip etmedik. Hislerimizin ve aklımızın estirdiği gibi yazdık.. Yine de yanlış yorumlarınızın çoğuna cevap verdiğimi hatırlıyorum, siz ne kadarını anladınız bilemeyeceğim. eğer isterseniz o yazışmalarımıza yeniden bir göz gezdirip vicdanen, aklen ve ilmen doğru bulduğunuz sözlerimin altını bir çizin ve yeniden bir değerlendirin.. Beni daha iyi anlayacaksınız.
Şu kadarını belirteyim ki; Sizin fikirlerinizle yıkmaya çalıştığınız sanal bir Tanrıya ben de inanmıyorum, Fakat; İlimsiz, Kudretsiz, İradesiz, etki olmadan tepki veremeyen aciz bir Tanrıya da hiç inanmıyorum.
Tekrar sevgi ve saygılarımla.
Sağlıklı günler dilerim..
Bir Kul.. 8.10.2002
X
Sayın Güzel İnsan,
Sitemiz için yazdığım yazıyı gönderiyorum. Bu yazı Sitemizin 20. sırasındaki “Yeni Oluşumlar bölümüne” girecek.Ayrıca S.S.S.”SEVENLER-SORANLAR-SÖVENLER” adında bir kitabım yayınlandı. Artık bana kitapsız diyemeyecekler. Bundan size bir adet vermek istiyorum. Kızılay’a çıktığın bir gün şu adrese git. Yalnızca “Av. Hayri Balta, benim için bir kitap bırakmış.Almaya geldim.” dersen kitap sana verilecektir. Yok, siz bana Kızılay’da bir adres verirseniz oraya da bir tane bırakırım, siz de bana: Biri bana bir kitap bırakacaktı, bıraktı mı, bıraktı ise bana ver!” diyerek alırsınız.
Ayrıca seninle yazışmalarımızı bir kitap şekline getirdim. Yalnızca bir önsöz, giriş ve “Bak-Bul-Index” yazacağım. Kitapta adınız Sayın Kul diye geçeçek ve yine sizi kimse bilmeyecek. Bu kitapta Müslümanım diyenlerin alacağı çok şey olacak.
Şimdilik bu kadar,
Kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 9.10.2002
X
Sayın Güzel İnsan,
Sitemiz için yazdığım yazıyı gönderiyorum. Bu yazı Sitemizin 20. sırasındaki “Yeni Oluşumlar bölümüne” girecek.Ayrıca S.S.S.”SEVENLER-SORANLAR-SÖVENLER” adında bir kitabım yayınlandı. Artık bana kitapsız diyemeyecekler. Bundan size bir adet vermek istiyorum. Kızılay’a çıktığın bir gün şu adrese git. Yalnızca “Av. Hayri Balta, benim için bir kitap bırakmış.Almaya geldim.” dersen kitap sana verilecektir. Yok, siz bana Kızılay’da bir adres verirseniz oraya da bir tane bırakırım, siz de bana: Biri bana bir kitap bırakacaktı, bıraktı mı, bıraktı ise bana ver!” diyerek alırsınız.
Ayrıca seninle yazışmalarımızı bir kitap şekline getirdim. Yalnızca bir önsöz, giriş ve “Bak-Bul-Index” yazacağım. Kitapta adınız Sayın Kul diye geçeçek ve yine sizi kimse bilmeyecek. Bu kitapta Müslümanım diyenlerin alacağı çok şey olacak.
Şimdilik bu kadar,
Kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 9.10.2002
X
Evrim Teorisi
Bir akademisyenin, üstelik sol bir akademisyenin (Nuray Mert) bilimsel teorinin ne anlama geldiğini dahi bilememesi nasıl bir ülkede yaşıyor olduğumuzun nereye doğru gittiğimizin öyle net bir göstergesi ki.
Lanet olsun bu bir yerden kırılmalı artık. Bir de bu bilimsel! kadın kanal kanal dolaşır her konuda ahkam keser, gazete gazete yazı yazar. STV de her oturuma çıkmayı garantiledi artık!
Utanıyorum…
Ve üşüyorum.
Dışarıdaki yağmurdan değil.
Tuncay
Evrim Teorisi: Nuray Mert’in Bildiği Yanıldığına Yetmiyor
Mert’in “evrim teorisi”ne dair düşüncesinin üzerinde durulmaya değer yanı, çok yaygın birtakım yanlış anlamaların ve yarım doğruların derlemesi oluşu.
BİA Haber Merkezi – İstanbul
13 Ekim 2007, Cumartesi
Mustafa ARSLANTUNALI
Nuray Mert, 9 Ekim tarihli Radikal’deki köşesinde, “Bilim budalalığı” başlıklı yazısında diyor ki: “Evrim teorisi de, adından da anlaşılacağı gibi bir ‘teori’dir, yani varsayımdır. Teoriler bir yere kadar, bilimsel gelişmelere zemin oluşturabilir, nihai sorulara gelince teoriler varsayım sınırında kalır.”
Bilimsel alanda teori herşeydir…
Bu çok sık rastlanan, yaratılışçıların bayıldığı türden bir yanlış. Oysa teorinin varsayım manasına gündelik dildeki kullanımıyla bilimsel tanımı birbirlerinden çok farklı şeylerdir; “evrim teorisi gerçek değildir, sadece bir teoridir” iddiasını ileri sürebilmek için bilimin işleyişinden tamamen bihaber olmak gerekir. Bilimsel alanda “teori”nin, yani kuramın üzerinde bir nokta yoktur, nokta. (Kuramlar yanlışlanamaz mı? Tabii ki: Aşılırlar, terk edilirler, geliştirilirler… Bilimsel yöntemin ayırıcı niteliği de zaten bu.)
Gerçek, hipotez, yasa, kuram gibi bilimsel işleyişe ilişkin temel terimlerin bilerek ya da bilmeyerek yanlış kullanımı, sanki ortaya birtakım kuramlar atılıyormuş da bunlar kabul edilirse gerçeğe veya yasaya dönüşüyorlarmış sanısını yaratabiliyor. Tersine: Evrim teorisi gibi bir teori (kuram), bir dizi bilimsel gerçeği, sınanmış hipotezleri, mantıksal çıkarımları içerir, “sadece teori” deyip geçtiğiniz şey, bilimsel olan her şeydir neredeyse…
Mert’in bu hatasında ısrarcı olduğunu görmek için 18 Ocak’ta yine Radikal’deki köşesinde yayımlanan “Yaratılışçılar Kudurmaz” başlıklı yazısını hatırlayabiliriz: “Evrim teorisine inananların bunu ‘tartışmasız bilim’ makamına çıkarma çabalarına sonuna kadar karşıyım, ama bir teori olarak istenildiği kadar okutulsun.”
Mesele inanç değil, inancı bilimmiş gibi sunmak
İşte demokrasi… Yaratılışçıların bütün istediği de bu: Evrimin yanı sıra, akıllı tasarım ‘kuramı’ da okullarda okutulsun, isteyen istediğine inansın. Öyleyse liselerde kimya dersinde simya da okutulsun, üniversitelerin astronomi bölümlerine astroloji kürsüleri (Kova burcu anabilim dalı?) konsun, olmaz mı? Şaka bir yana: Bilim dünyasının yaratılışçılara karşı çıkmasının sebebi, bu insanların dünyanın yaradılışına ya da Tanrının varlığına dair inançları değil, bu inancı bir bilimmiş gibi sunmaya, bir sözde-bilim yaratmaya çalışmaları… “Akıllı tasarım” denen şeyin yanlışlanabilir, sınanabilir bilimsel bir kuram olduğunu sanırım –ve umarım– Nuray Mert de iddia etmeyecektir.
“Kesintili denge” kuramıyla Darwinci evrim kuramına yeni bir paradigma getiren (“sadece bir paradigma”) ünlü paleontolog Stephen Jay Gould, din ile bilimi “birbirleriyle örtüşmeyen hükümranlıklar” olarak tanımlamıştı. Birincisi inançlarla, öteki olgularla ilgilenir, dolayısıyla kendi sınırları içinde kaldıkça arada bir çelişki olması gerekmez. Makul bir anlaşma önerisi gibi görünüyor: Ben senin alanına bulaşmayayım, sen de benimkine.
Avrupa Konseyi bir tür bilimsel sahtekarlığa karşı çıkılıyor
Yaratılışçılık, bu anlaşmanın bozulmasıdır işte, inancın bilim kisvesine büründürülmesidir, yoksa birtakım insanların dünyanın 10.000 yıl önce yaratıldığına, türlerin değişmediğine inanıp inanmamaları meselesi değil. Yani Mert’in sandığı gibi, “yaratılışa inanmak, insan haklarına ve demokrasiyle ters düşer” diyen yok, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin kararında, yaratılışa ilişkin inançların bilimmiş gibi yutturulmasına, bir tür bilimsel sahtekârlığa karşı çıkılıyor. Örneğin Adnan Hocacıların sözde müzelerine, köfteci dükkânlarına kadar koymayı başardıkları küçük “evrim yoktur” vitrinlerine, mahkeme kararıyla birtakım sitelere erişimi engellemelerine…
Bu arada, Mert’in sandığı gibi evrim, “üzerinde tüm dünyanın hâlâ tartıştığı”, yarın öbür gün miadı dolacak bir “varsayım” değil; biyolojik dünyayı olanca karmaşıklığıyla açıklama yeteneğine sahip, bırakalım fosil kayıtlarını, her gün laboratuvarlarda, genetik araştırmalarda binlerce kez doğrulanan, dört başı mamur bir kuram.
Bütün dünyanın bu kuram üzerinde tartıştığı söylenebilir yine de; evrimin olup olmadığı değil, mekanizmaları tartışılıyor. Çağdaş fiziğin olduğu gibi, biyolojinin de çözmesi gereken bir dizi “problemi” var.
Dinin de bilimin de işleyişini anlamaya çalışmak…
Mert’in bilimden ne anladığını, bilim felsefesi hakkında ne düşündüğünü tartabilir, bu konuda fikir yürütebiliriz. Söylediklerinin üzerinde durulmaya değer yanı, aslında çok yaygın birtakım yanlış anlamaların ve yarım doğruların bir derlemesi oluşundan ileri geliyor…
Dinden söz edildiği an, konunun kör inançlar ve hurafelerden ibaret olduğunu düşünen pozitivistler vardır. Oysa denir ki, sığlığa düşmeksizin herhangi bir alanı eleştirmek için, biraz olsun onun iç mantığını anlamaya çalışmak, işleyişine nüfuz etmek gerekir.
Din için olduğu kadar, bilim için de doğrudur bu; kulaktan dolma bilgiler ve klişelerle hareket etmek yerine evrim kuramını biraz ‘çalışmak’ daha iyi sonuçlar verebilirdi. Bir de, “pozitivist” deyince akan suların durduğu inancından sıyrılmak hiç fena olmaz doğrusu. (MA/NZ 2007/10/13, sema <goxelle2005-58@yahoo.com>:
X
Din kültürü dersleri
RAMAZAN Bayramı’nda tutup da Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in keyfini kaçırmak pek de ince bir hareket sayılmaz. Ama ne yaparsınız ki ortada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tam da bu bakanın uygulamalarının hukuka uymadığını söyleyen kararı var:
Hasan Zengin isimli bir Alevi yurttaşımız, kızına zorunlu olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinde “Aleviliğin öğretilmemesi” nedeniyle kızının bu dersten muaf tutulmasını istediği halde bu talebi reddedildiği için sonunda AİHM’ye başvurmuş.
AİHM de, Türkiye’deki hem uygulamayı hem de “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinin içeriğini inceledikten sonra, “Bu derslerin içeriğinin ve uygulamanın laik eğitim sistemine aykırı olduğu” sonucuna vararak “Ya o dersi zorunlu yapar ama o zaman sadece bir tek din (örneğin İslamiyet) hakkında verdiğiniz bilgi ile kalmaz, çocuklara öteki dinler hakkında da yeterli ve dengeli şekilde bilgi verirsiniz, yahut da bu dersleri zorunlu olmaktan çıkartırsınız. Ama o zaman da bu dersi almak istemeyenlerden kendi dini inançlarını açıklamalarını talep edemezsiniz” anlamında bir karar verdi.
AİHM, kararında özetle diyor ki, Milli Eğitim Bakanlığı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 1 No’lu Protokolün 2’nci maddesinin “Devlet, (…) ana ve babanın, (bu) eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir” şeklindeki hükmünü ihlal etmiştir. Çünkü bu uygulama, “demokratik bir toplumdaki eğitimin (…) gereken nesnellik (objektiflik) ve çoğulculuk kriterlerini karşılar nitelikte sayılamaz.”
Sözün burasında anımsatalım:
Yarın öbür gün Sayın Başbakan çıkar da “Ortada din dersi ile ilgili bir konu olduğuna göre AİHM’nin ulemaya sormadan bu konuda bir karar vermesi yanlıştır” derse şaşmayın.
Sadece ona değil, bu kararın, Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik yönünden hiç de önemi olmadığını önümüzdeki günlerde görürsek ona da şaşmayın. Çünkü söz konusu bakan, Cumhuriyet tarihinin -öyle sanıyoruz ki- kararları ve uygulamaları yargı tarafından en fazla reddedilen (hukuka aykırı bulunan) hükümet üyesidir. Kendisi örneğin, 8 kere görevden aldığı Milli Eğitim Müdürü’yle ilgili kararı, mahkeme tarafından 9 kere iptal edilen bir siyaset adamıdır. Ne var ki ağzını açınca “hukuka saygısına” ilişkin çok laf dinlemeniz bu gerçeği değiştirmemektedir.
İkinci nokta bize kalırsa biraz daha ilginç.
Biliyorsunuz yukarıda “ihlal edildiği” ileri sürülen hüküm Bilim Kurulu tarafından hazırlanan yeni Anayasa Taslağı’nın 24’üncü maddesinde de yer almaktadır. Taslak onunla kalmayıp, “Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yetirmekle yükümlüdür” şeklinde bir seçeneği de sunmaktadır.
İşin tuhafı, Milli Eğitim Bakanlığı mahkemenin dayandığı hükmün Türkiye tarafından konan çekince nedeniyle bize uygulanamayacağını iddia ediyor. Eğer öyle ise, bu hüküm Anayasa taslağında neden yer alıyor?
Sayalım ki öyle değil… Yani Bakanlık doğruyu söylemiyor. O zaman sormak gerekiyor, laik eğitim sistemini benimsemiş olan devlet bir kısım çocuğa Darwin Teorisi’ni, ötekine Yaratılış Teorisi’ni mi öğretecektir?
Oktay EKŞİ. oeksi@hurriyet.com.tr , 13.10.2007
X
Arzu Hanım,

Evrim teorisini kabul edenlerin en kızdıkları şey nedir biliyor musunuz?
Cahillerin yarım yamalak bilgileriyle çıkıp ortaya ahkam keserlerken cehaletlerini sergilemeleri.
En temel argümanları dahi bilmeden bir marifetmiş gibi “ilkel” bilgileriyle bilgiçlik taslamaları.
1. Evrim teorisine göre insanla şempanzenin ve tüm maymun ailesinin ataları ortakdır. her ikisi de primat atadan gelir.
2. Maymundan gelse ne farkeder? İnsan maymunldan çok daha “aşağılık” bir varlık olduğunu her fırsatta tekrar eder
3. En yakın akrabası olan şempanzelerde ve daha yüksek memeli olan yunuslarda tıpkı insan gibi “kan davası”, “zevkine seks” , ” homoseksüellik”, “alay etme”, “alet kullanma” gibi çok özel davranışlar sürekli gözlenmektedir.
4. Kız kardeşini becerenden geldiğini kabul etmek daha mı mantıklıdır.
5. Bir sürü yarı insan yarı primat fosil bulundu bunları neye yoruyorsunuz? Örneğin Neanderthal adamını ve yokoloan milyonlarca canlı türünü?
6. Tanrının yarattığı canlılar neden yokolsunlar? Madem Tanrı onları yarattı imalat hatasımıydılar ki yokoldular. Kafa mı buluyor Tanrı bizimle?
7. Yumurtadan çıkan kaplumbağa yavrularının yüzde onu bile denize ulaşıp 3 aylık olamadan terki diyar ediyorlar.
8. Madem tek bir ata var Adem ve Havva “kan grupları” nasıl oluştu?

Binlerce soru sorarım hiç birine “Yaratılış Zırvası” cevap veremez, kendi kendini teori ilan etmesin orda haddini bilsin. Zırvalık.
Gerçekten maymundan geldiğinize mi inanıyorsunuz sorusunda karşısındakine acıma ve zavallı görme var.
Karşınızdaki insan bostanda yata yata büyümemiş

“hiç akletmez misiniz?” diyor Kuran’da Allah

Çok beklersin sen akledecek olanı
Onlar seni bilmeyi değil, sana inanmayı seçti.

Biraz iki kelime okuyun yahu korkmayın imanınıza bir zeval gelmez.
İlim Çinde de olsa gidip alınız diyor Peygamber, bizimkiler parmaklarıyla google da “bir tık” yapmaktan acizler.
14.10.2007 tarihinde Arzu TEZER <arzutezer@gmail.com> yazmış:
x