FATMA TEYZE

FATMA TEYZE

 

Hava öyle güzel ki… Ekim ayının ilk haftası. Yaz sonbahara elini vermiş, vedalaşıyor sanki…

 

Hiç cami avlusunda oturmamıştım. Esen rüzgâr can çekişen sıcağı bastırmış, kuzeye bakan caminin duvarındaki bankı hissettiğim havadan dolayı benimsemiştim. Güneş batmak için yerine doğru ilerlerken alışılagelmiş mimariden uzak kubbesiz, kare yapının sadece minaresi o mekânın cami olduğunu anlatıyordu. Minarenin gölgesi çakıl taşlı köy yoluna öyle güzel düşmüşü ki, tam kadraja girecek bir görüntüydü. Bir kaç kare çektim…

 

Havanın güzelliği beni çarpmıştı; ama nedense başım ağrıyordu. Bir ağrı kesici yutmak için çeşmeye doğru ilerlerken; Camiden bir anons verilmişti köy halkına…

 

“Gel hele gitme, otur” diyen ses beni yakaladı. Döndüm, sarılan iki beden birbirine kenetlenmiş, “canım anam, öpeyim seni bir” sesi sıcaklığını daha bir sarmalıyordu kucaklaşmanın.

 

“Anam benim nasılsın?” dedi oğul.

 

“İyiyim iyi, nasıl olam… Hele bir otur yanıma” dedi. “Ne dediler camiden duymadım oğlum, kulağım duymaz, bilem diye geldim”. Diğer yanına da ben oturdum.

 

“Hoş geldin hele,” dedi. Sanki kendi misafiriymişim gibi karşıladı beni. Sıcacık… Kıramamıştım davetini. Beyaz tülbendi yüzünü çevrelemişti. Elinde ahşap bastonu, bir elinde mor tespihi. Neredeyse elindeki tespihin boncuk sayısı kadar yaşı vardı.

 

“Benim anam tam 96 yaşında, dedi oğul. Tam dokuz çocuk doğurmuş. Hatta on, biri ölmüş.”

 

Hiç kullanmadığım kelime ağzımdan dökülü verdi, “Maşaallah…” Yaşına göre dinçti, baston yardımı ile bankın bulunduğu iki basamağı pek zorlanmadan çıkmıştı. İlkin gözlerimi yüzünden kaçırdım. Bakamadım, bakışlarım yüzünü acıtacakmış gibi geldi, zira gözleri göz çukuruna kaçmış, göz kapakları o kadar düşmüştü ki, sadece gözlerinin karası görünüyordu. İçimi acıtmıştı. Dişleri dökülmüş, yerine takmaları takılmamıştı. Yüzünün dokusunu tahmin edersiniz artık. Elleri de yüzü ile aynı dokudaydı.

 

“Neden burada oturursun?” diye sordu. Birlikte geldiğim kalabalığın tümü köy odasında toplanmış bir tek ben dışarıda kalmayı tercih etmiştim. Köye niye gelmiştik, bu soruda o gizliydi. “Gezmeye, fotoğraf çekmeye geldik teyzeciğim” dedim.

 

“İyi iyi hoş gelmişsiniz” dedi.

 

“Evime gidelim, neden burada oturursun” dedi.

 

“Hava öyle güzel ki… sağol teyzem, burada oturalım” dedim.

 

Kulağım duymaz, gözlerim görmez, buna da şükür benim güzel kızım” dedi. “Buna da şükür buna da” dedi.

 

Anlatmaya başladı ben sormadan;

 

“Ben burada köyün misafirliğinde kalırım, bir başıma. Yanımda bir de oğlum var. O mu bana bakar, ben mi ona bakarım belli değil. O hasta, o bakamaz kendine. Hasta işte… Yemeğimi de yaparım bu halimle, şükürler olsun Allahıma… Şurda az ilerde tapulu toprağım var benim, param yok ki üzerine ev yapam.”

 

O an caminin hoparlöründen, “imar izni olmayanların kendi toprakları da olsa ev yapmaları yasaktır” diye duyurulduğunu, teyzem sorunca ayrımsadım.

 

Oğlu söze girmişti, “ne yapacaksın ana bu saatten sonra evi” dedi. “Her üç ayda bir, birimizin yanına gel kal diyoruz ama gelmiyor, o sevgili oğlunu bırakamıyor” diyerek annesine takıldı.

 

“Nasıl gelem oğul nasıl gelem, o hasta, o kendine bakamaz, onu bırakamam” dedi. Kendine bakan gerekken, oğlunun sorumluluğunu üstlenmişti.

 

“Bir baba dokuz evlada bakar, dokuz evlat bir babayı bakamaz” atasözü öyle güzel uyuyordu ki. Asıl bu yaşta ev gerekti başını sokacak.

 

Teyzeye sordum, “kaçıncı çocuğunu kaybettin diye, duyamamış olmalı ki, oğluna tekrarlattı sorumu. “İlk çocuktu, ilk…”

 

“Kaç yaşında evlendin?”

 

“On altı, çocuktuk daha…”

 

Cevabını bildiğim halde, sormak istedim, “Neden 9 çocuk teyzem?”

 

“Bilmezdik o zaman, bir şey. Bilmezdik ki! Nerden bilelim! Şimdi ki gibi miydi o zaman!..” deyip devam etti kendi anlattıklarına. “Cahildik, bilmezdik bir şey..?”

 

“Aş yoktu, açlık vardı, ekmek yoktu, yoksulluk vardı… Ah anam” dedi. “Ah anam, sana bakamadım, sana yediremedim, seni giydiremedim…” derken içinde büyüttüğü özlem dolu sevgisi, olmayan gözyaşlarını akıtamadan ağlamıştı pişmanlıklarına. 96 yaşında, dokuz evlat sahibiyken, otuz altı torunu varken, anaların anası, pişmanlıkları için hala anne özlemi duyuyordu. Ne saf bir sevgiydi ana sevgisi. Şaşırmıştım!..

 

“Nerden çıkardınız teyzem bu ağıdı şimdi, bak beni de ağlattınız…”

 

“Evime gidelim ha, sana orda çay yapayım, içeriz bir güzel”

 

“Sağol teyzem sağol, kıyamam. Burada oturalım, temiz hava. Şimdi köy odasından bize de getirirler nasıl olsa, çayı burada içeriz.”

 

Konuşmasına ara vermeden devam etti.

 

“Ah kızım ah… Zamanında Ankara’ya gitmek için yatak yorgan sırtlanır, üç gün yol alınırdı. Araba yoktu, at, eşek yoktu.”

 

Eliyle karşımıza düşen sol yanındaki tepeyi gösterip, bak buralar bizim. Diğer tepelerde bir ağaç görüyor musun? Yok, bomboş. Bu ağaçların hepsini rahmetli dikti. Tek tek baktı onlara, orman yaptı o tepeyi. Hükümet geldi, aldı elimizden burayı.

 

“Hakkınızı aramadınız mı teyzecim, olur mu öyle şey…”

 

“Yok kızım yok, az uğraşmadık, elden bir şey gelmez” dedi. “Ne tapumuz var elimizde, ne bir belgemiz, bir şey edemedik, gitti devletin eline rahmetlinin toprakları… Atalardan kalma oralar, nasıl ispatı olur ki, bilemedik”…

 

Oğlu Ankara da oturur, köyde olan evinin bahçesine diktiği ağaçlarını her hafta sonu sulamak için gelirmiş. Anam anam dedikçe, gerçek anneniz mi diye sorma gereği hissettim. Dördüncü çocuğuymuş. Ana oğul kendi aralarında konuşmalarını sürdürdüler bir ara. Bir oğlunun birinci karısı hastalıktan ölmüş. İkincisi de hastaymış, “o da mı ölecek oğul” diye sorunca gülümsedik… “Nereden bileyim ana” diye cevap verdi, “Allah bilir!..”

 

Köyün gençlerinden biri elinde tepsi, acemisi belli, bize doğru çay getiriyordu. Bu da benim torun dedi. Ne güzel, kendi yalnızlığının içinde yine de yalnız değildi, çevresinde hep kendinden birileri vardı. Zaten köy küçük yerdi, herkes herkesi iyi bilirdi.

 

“Evime gitseydik kızım evimi görseydin” dedi bir kez daha.

 

“Yok teyzem şimdi arkadaşlar çıkar, gitme vakti, bir de onları gör” dedim.

 

Birlikte geldiğim gurup birer birer dışarı çıkıyordu köy odasından. “Bak şimdi göreceksin çoğu kişi senin fotoğrafını çekmek isteyecek,…” derken arkadaşlardan biriyle göz göze geldik. “Çek çek sen de çek, hadi fotoğrafımı…” dedi. O kadar dikkat ettiğim kelimeyi çoğu eğitimli kişiler bile dikkat etmezken, bir kaç kez telaffuz etse de doğru yerde kullanmıştı fotoğraf kelimesini. Resim dememişti!

 

Şöyle bir toplandı, elbisesinin eteklerini çekiştirdi, tülbendinin iki kenarını başına sıkıştırdı, bizler hafif çektik kendimizi kendinden. Tespihim de görünsün deyip bastonunun üzerinde birleştirdiği elinde tuttu. “Adım da Fatma Okur, bunu da bilin!” dedi, mertçe. Sonra kendi kendine, “bilseniz ne olacak ki… dedi. “Olsun teyzem bakarsın yine geliriz köye, seni ziyarette ederiz hem” dedim. Bir kaç karede ben çektim Fatma Teyzemin fotoğrafını…

 

İznini istedim kalkmak için, gitme vakti! Hiç yabancılık çekmeden gönülden öptüm anamın elini, canı gönülden. O da beni yanaklarımdan öpüp, oğluna sarıldığı sıcaklıkla kucakladı beni.

 

Otobüs hareket ederken el sallamıştım kendisine. Ayağa kalkmıştı el sallarken. Bir anlık otobüs içerisindeki konuşmaya başımı çevirmiştim ki, otobüsün arka kısmından el sallamak için baktığımda Fatma Teyzem’in bulunduğu yerde kalabalık vardı, bir telaş almıştı orada bulunanları. Meraklı gözlerle beyaz tülbentli Fatma Teyzemi aramıştı gözlerim, göremiyordum kendisini… Otobüsün şoförüne seslendimse de durması için duyuramadım sesimi…

 

Yener Balta,

9 Ekim 2009