RÖPORTAJ

RÖPORTAJ

Ve…

 

GAZİANTEP’İN MATERYALİST AYDINI DA VARDIR

BU MATERYALİST AYDIN AVUKAT HAYRİ BALTA’DIR…

Konuşturan             : Fevzi Günenç

Fotoğraflar             : Servet Şahin

 

Tırnak içindekileri Fevzi Günenç anlatıyor:

 

“Hayri Balta kimdir?”

1932 yılında Gaziantep’te doğan Hayri Balta kendi küllerinden yeniden doğmuş Atatürkçü, laik ve materyalist bir aydındır.

Çocukluk ve gençlik  yıllarını yaşam hakkında hiçbir fikri olmadan yaşamıştır.

Onu düşünmeye ve yaşama hırsla sarılmaya iten ortaokulda yaşadığı bir olaydır.

1945 yılında Gaziantep lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında öğretmeni: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” demiş.

Buna çok üzülen Hayri Balta, çok da istediği halde, utancından; bir daha okula gidememiş…

Çünkü gömleğini yıkayacak, temiz giyinmesini sağlayacak bir anneden yoksundu.

O, 10 yaşında iken annesi hakkın rahmetine kavuşmuştu…”

 

Bu girişten sonra röportaja başlıyoruz:

 

 

 

 

BALTA AİLESİ

 

 

Eşi Meliha Balta, kendisi ve kızları

(Küçükten büyüğe ve soldan sağdan…)

Yener, Elgin, Gülçin ve Elçin…

 

İşte ilk sorum:

“1. Bir şey dikkatimi çekti… Çocuklarının hepsi de kız. Erkek çoğunuz olmadı mı?”

 

İkiz erkek çocuğum oldu. Birinin adı Keskin; diğerinin adı da Sever koymuştum. Ne var ki biri iki gün; diğeri de üç gün yaşadı ve öldü?..

 

“Neden?..”

 

Çocukların doğumu Gaziantep SSK Hastanesinde oldu. Yıl 1969… İkisi de 7 aylık doğmuştu ve hastanede oksijen çadırı olmadığı için bakımsız kaldılar…

 

“Bir şey daha dikkatimi çekti. Gerek kız ve gerekse erkek çocuklarının hepsinin de adı Türkçe… Niçin babanızın, dedenizin; ya da annenizin, nenenizin adlarından birini koymadınız?..”

 

Ben Cumhuriyet çocuğuyum. Babam, anam Osmanlı çocuğu… Onlar çocuklarına Osmanlının koyduğu adları koyabilir; ama ben Cumhuriyet çocuğu olduğum için çocuklarıma Osmanlıdan gelen adları koymayı kendime yakıştıramadım. Türk olduğum için çocuklarımın da adı Türkçe olmalı, dedim…

 

“Okuldan kopmanıza karşın sizde bir okuma aşkı gördüm hep!..”

 

“Doğru… Okula gidememe karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuşuyordum. Dericilik ve kilimcilik yaptığım günlerde bile işten çıkar çıkmaz gazete ve dergi almak için doğru Suburcu’na…

Okuyamama eksikliğimi; günlük gazeteler, haftalık ve aylık dergilerle, kitaplar okuyarak gidermeye çalışıyordum.

25 yaşında insan-ı kâmil, musikişinas, tasavvufçu Dr. Emin Kılıç Kale’ye intisap ettim.

Ondan; ahlak, hayat  ve tasavvuf dersleri yanında müzik dersleri aldım…

O toplulukta; kimi zaman tef çaldım, kimi zaman da Nay (Ney)  üfledim.

 

 

O BİR NEYZENDİR…

 

 

(Hayri Balta, 1958’de Dr. Emin Kılıç Kale ile başladığı Tarihi ve dinî müzik çalışmalarını Ankara’ya göçtükten sonra da sürdürdü.  Bu kez meşk arkadaşı öğreticisinin oğlu Yüksek Mimar Mühendis Polat Kale’ydi.  

1991 yılında geçirdiği ağır bir kalp krizi üzerine Ney (Nay) üfleyemez, Tef vuramaz, Saz ve Org çalamaz oldu…)

 

“2. Bu toplulukla ilgili anılarınızı anlatır mısınız?”

 

Bu topluluğa “ölü” olarak girdim “diri” olarak çıktım.

Daha doğrusu; çıkış değil de, kovuldum.

Bu topluluğun en büyük yararı beni irade sahibi yapması oldu; çünkü en küçük bir yanlış davranışım karşısında çok büyük bir tepki görüyordum.

 

İdealizme karşı materyalizmi; bireyciliğe karşı toplumculuğu seçmem nedeniyle bu topluluğa ters düştüm. Gazetelere yazı vermem ve DİSK davasında işverenim olan sendikacıların vekaletini aldığım için de topluluktan kovuldum…

 

Hiçbir zaman hakkımda kötü konuşmamışlardır. Sorulduğunda olumsuz davranışıma ilişkin bir örnek gösteremezler ve “Hayri Balta, eline, diline, beline sahip aydın bir kişi!…” derler.

“3. O yıllarda yerel basında sizin için kampanyalar üzerine dava açılmıştı:  

“Emin Kılıç’ın öğrencisidir; dinsizdir, komünisttir, masondur… denilmişti.”

Evet, doğru… Dünya görüşüm nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandım.

Yargılama sonunda  Mahkeme “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” diye karar verdi. (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16)

Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” unvanını alan tek kişi oldum…

Ne var ki; bu kararın hiçbir etkisi olmadı; ömrüm boyunca MİT ve Emniyetçe takibata uğradım…

Mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın bir kişi…” sayılmama karşın  polisin baskısı nedeniyle 10’a yakın işyerinden kovuldum.

Bütün bunlar yanında çok sevdiğim Gaziantep’i terk etmek zorunda kaldım.

“4. Çocukluk ve ilk gençlik döneminiz nasıl geçti?

Bu konuda bilgi verebilir misin?..”

 

Çocukluk dönemim kışın Tabakhane’deki evde, yazın bağlarda geçti.

Bağlarda geçirdiğim günler en güzel günlerimdi.

 

İki erkek iki de kız kardeşin annesiz yaşaması kolay değildi.

Babaannemin biz dört kardeşe bakması kolay olmadı…

 

18 yaşıma gelinceye kadar Tabakhane’de dericilik, kilimcilik yaptım.

Çalışma saatleri dışında kahvelerde kağıt ve tavla oynadım.

 

Her gün ikindiye doğru futbol oynamak için Kamil Ocak stadına koşardım.

Futbolun yanında içki ve sigara da kullanırdım Bütün bunları “BİR AYDIN ADAYI” adlı kitabımda anlatıyorum…

 

Askerlikten sonra  İstanbul Pangaltı’da; dayım Tahir Öztemir’in yanında, Baklavacı tezgahtarlığı yaptım.

Üç  ay süren tezgahtarlık yaşamımdan sonra kendimi yeniden Gaziantep’te dericilik, kilimcilik yaparken buldum.

 

“5. Çocukluk yıllarınızda unutamadığınız bir anınız var mı?

Bunlardan birini kısaca anlatsan olmaz mı?”

 

Olmaz olur mu? Anasız yaşamak kolay mı?…

Hayatımın her dönemi unutulmaz anılarla doludur…

Bunlar unutulur mu?

 

Fırtınalı bir hayat yaşamak zorunda kaldım.

Tabakhanenin esrarcı gençlerini tanıdım.

Kabadayılar arasında yaşadım. Onlara özenerek kabadayılık yaptım.

Bu anılarımı ayrıntılı olarak Anılarımda ve Günlüklerimde anlattım… Anılarımı ve Günlüklerimi 14’e yakın kitabımda toplamayı başardım.

 

Okula gitmememe karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuşuyordum.

Öğrenimimi sürdüremeyişimin eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle, kitapları okuyarak gideriyordum.

 

Okuldan koptuğum yıllarda geçimimi dericilik ve kilimcilik yaparak sağlamaya çalıştım.

Çalışmaktan artan boş zamanlarımda futbol oynadım. …

 

Hakemlik kursuna gittim. Saip Aksoy (Karamaça) Hakemlik kursunda Öğretmenimizdi. Çok hoş ve sevimli bir adamdı. Yanlış yaptığımızda tepkisini tebessüm ederek gösterirdi.

 

Stajyer olarak yönettiğim ilk maçta geleneksel tezahürat yapılınca hakemlikten vazgeçtim. Hakemlikten vazgeçmemde Dr. Emin Kılıç’a intisap etmemin de büyük bir rolü oldu…

Bu nedenle hakemlik diplomamı almaya bile gitmedim.

 

“6. Bir de kardeşinizle birlikte kuyuya düşme olayınız vardı.

Düştüğünüz kuyudan sizi kim kurtardı?”

 

Evet, unutulmaz anılarımdan biri de kardeşimle kuyunun dibinde kalmamızdır.

Sırası gelmişken bunu da kısaca anlatmamız lazımdır.

 

Kardeşim Hasan’la aramızda bir buçuk yaş farkı vardı.

Ben ne yapsam o da aynısını yapmaya kalkardı.

 

Şimdiki İbrahimli mevkii, 74. Caddenin orada,

Sezer sitesinin bulunduğu alanda…

 

Üç su kuyusu vardı.

Bağda oturanlar sularını bu kuyulardan alırdı.

 

Bu üç kuyudan ikisine kardeşim de inerdi.

Ancak üçüncüsüne inemezdi.

Ama bana inat kuyuya inmek için direnirdi.

 

Bir de Emine adlı bir oğlağımız vardı.

O da bağlarda arkamız sıra yayılırdı.

 

Dedim ya kardeşimle kuyulara inmek için yarışırdık.

Üçümüz (Ben, kardeşim ve oğlağımız Emine…) o çapı büyük kuyunun başına geldik.

 

Dedim: “Senin bacakların küçük,

Kuyunun çapı ise büyük.

Ben inerim, bacaklarım sana göre uzun.

O bacaklarınla inmeye çalışırsan

Düşersin dibine kuyunun…”

 

Dinlemedi beni,

Dedi: “Ben de inerim!..

Hadi, sen altta ben üstte birlikte kuyuya inelim!”

 

“Olmaz!” dedim.

“Ben bu kuyuya daha önce indim,

 

Ben altta, sen üste birlikte inersek kuyuya,

Sen düştüğünde beni de düşürürsün kuyunun dibindeki suya.

 

İyisi mi sen altta, ben üstte inelim kuyuya.

Sen düşersen, hiç olmazsa ben kalırım yukarda.”

 

Böylece o altta, ben üstte inmeye başladık kuyuya.

On metrelik kuyunun üç metresini indiğimiz anda…

 

Bir de baktım kardeşim hızla kuyuya düşüyor.

Elleri ile kuyunun kenarlarına tutunmaya çalışıyor.

Kuyunun kenarına tutunmak için tırnaklarının çıkardığı ses

Cızır cızır ediyor…

 

Diz boyu su var kuyunun dibinde

Bu su sıçradı üstüme düştüğünde

Bunun üzerine çabucak indim kuyuya ben de…

 

Hemen boynuma sarıldı,

Hüngür hüngür ağlamaya başladı.

 

Düştüğünde sol ayağının bileği incinmiş,

Hüngür hüngür ağlaması o yüzdenmiş…

 

“Dur, dedim, çıkıp bağ bekçisine haber vereyim.

Birlikte gelip seni kuyudan çıkarayım.”

 

“Olmaz, dedi, kalırsam ben buruda korkarım tek başıma,

Ne olur beni kuyunun dibinde, yalnız bırakma…”

 

Kuyunun dibinde ikimiz bir arada,

Ağlaşıp duruyorduk,

Sarılı olarak boyun boyuna…

 

Türküler okuyordum kardeşim Hasan’a…

“Ağlama, ağlama, ağlayıp da yüreğimi dağlama…”

 

Yarım saat kadar ağlaştık kuyunun dibinde…

Baktım olmayacak böyle…

 

Dedim: “Sen otur benim üstüme.

Ben alta, sen üstümde,

Çıkalım kuyudan birlikte…”

 

Ben altta o üstümde,

Çıkıyorduk kuyudan birlikte.

 

İncinmiş ayağını kullanamıyordu.

İki eli ve bir ayağı ile ben alttan ittikçe

Üstümde yukarı doğru çıkıyordu.

 

Lök gibi oturmuştu üstüme,

Kadem kademe çıkıyorduk ben alttan ittikçe…

 

Aklıma kötü düşünceler geliyordu.

“Ya yeniden, ikimizden düşersek kuyunun dibine!” diyordu.

 

İki üç metre kalmıştı kuyudan çıkmamıza.

O başımın üstünde ben altta.

Tıkanmış kalmıştım çıkmaya iki üç metre kala.

 

Kuyudan çıkmamıza iki metre kala,

Biri üstte biri altta iki kardeş ağlaşır…

Bakalım Allah’ın işine kim karışır…

 

Birden bir ses duydum yukardan…

Biri “Kim var orada?” diye sesleniyordu

Kuyunun ağzından…

 

Seslenen hemen kuyuya indi.

Kardeşimi sırtımdan çekti.

Kucakladı, kuyunun dışına itti.

 

Bana dedi: “Seni de çıkarayım?”

“Yok, dedim, ben kendim çıkarım!”

 

Yukarı çıktım ama bacaklarımı birleştiremiyordum.

Bacaklarım kaskatı kesilmiş, iki çatal olmuş, yürüyemiyordum.

 

Kusmaya başladım yeşil yeşil safran rengi…

Bu arada kaybetmişim kendimi…

 

Gözümü açtım ki başucumda köylü bir karı koca

Yoldan geçerlerken bakmışlar ki bir oğlak

Kuyunun yanında tek başına…

 

Sağa sola bakmışlar oğlağın sahibini görememişler.

“Şu sahipsiz oğlağı alıp köye götürelim!..” demişler.

 

Emine’yi tutmak istemişler.

Emine ile kuyunun çevresinde dönüp durmuşlar.

Emine’yi kovalarlarken kuyudan sesler geldiğini duymuşlar.

Bunun üzerine bizim kuyuda olduğumuzu anlamışlar.

 

İşte böyledir kuyuya düşme maceramız.

Bir daha bizi yalnız bırakmadı amcamızla, babamız…

 

“7. Ne oldu da 30’undan sonra öğrenime başladınız.

Hem çalışıp hem de okumayı nasıl başardınız?

 

1964 yılında, 32 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulunu dışardan bitirmeye çalıştım.

Bir girişte, iki üç ders dışında, bütün sınavlardan geçer not aldım.

 

Ne var ki 1965 yılında Akşam ortaokulu açıldı Gaziantep’te.

Hemen kaydımı yaptırarak yer aldım ilk 24 kişi içinde.

 

Hiç aksatmadan dört yıl gidip geldim.

1969 yılında bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdim.

 

DÜŞÜNMEYE DE ZAMAN AYIRMALI…

 

 

  (Çalışmanın sadece okuma ve yazmadan ibaret olmadığına inanan Balta, okuyup yazmaktan yorulunca dinlenir. Çoğu zaman da hem ekonomik açıdan hem de düşün açısından yoksul bırakılan halkımızı düşünür.

Sadece dini konularda yazılar yazmakla kalmayan dostumuz, toplumcu gerçekçi bir yazar olarak halkın kurtuluşu için neler yapılabileceğine ilişkin kafa yorarak bunları da yazıya döker…)

 

“8. Sonra Liseye kaydınızı yaptırdınız.

Sanırsam Liseyi Ankara’da okudunuz…”

 

Akşam ortaokulunu bitiren öğrenciler için akşam lisesi açıldı hemen.

Gaziantep Akşam lisesine de kaydımı yaptırdım vakit geçirmeden.

 

Amacım; liseyi de bitirip yüksek okula gitmekti.

Ancak, öce Liseyi bitirmem gerekti.

 

Liseyi de bitirip üniversitede de okumaya kararlıydım.

Polisin baskısı sonucu Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldım.

11 Mart 1971’de kendimi Ankara’da buldum.

 

Bir gün sonra ordu yönetime el koydu.

Ankara’ya gidişim beni;

12 Mart’ın hışmından kurtarmış oldu.

 

Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydım içeri alınacaklardan biri de ben olurdum.

Bilmiyorum o hengameden nasıl kurtulurdum.

 

Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydımı yaptırdım

Çok geçmeden Genel-İş Sendikası Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman olarak işe koyuldum.

 

Kötü niyetliler buraya da ulaştılar.

Dinsizdir, komünisttir, masondur diye

Sendikayı da kışkırttılar…

 

Ne var ki Sendikaya güçleri yetmedi.

Sendika kendilerine:

“Biz bir şeyini görmedik!..” dedi.

 

Bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebe memuru ve daktilo olarak çalıştım.

Daha sonra da Muhasebede Muhasebe Şefi oldum.

 

Ankara Anafartalar Akşam Lisesini, 4 yıl sonra bitirdim.

Bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra;

1974’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim.

 

“9. Bu arada bir de kurşunlanma olayınız var.

Bu konuda bilgi verseniz aklınızda kaldığı kadar?..”

 

Hukuk Fakültesinde okurken  ölüm döşeğindeki babaannemi görmek için gittiğim Gaziantep’te, gece yarısı evimin önünde, faşistlerce kurşunlandım (27 Mart 1977).

Önden ve soldan giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıkan kurşun yüzünden 15 gün hastanede yattım.

15 gün ağzımdan kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlattım.

Yeniden yaşama dönerek hem çalışıp hem de okumaya başladım.

 

Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını duyarım…

Bazen da  yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uykudan fırlarım.

 

“10. Avukatlık yıllarınızı anlatır mısınız?

Avukatlığa nasıl alıştınız?”  

 

1974’te girdiğim Hukuk Fakültesini 1979’de bitirdim.

Ve bir yıllık stajımı da Ankara Yenimahalle Adliyesi’nde geçirdim.

 

1981 yılında, 49 yaşında, avukatlığa başladım.

Ankara Barosuna kayıtlı olarak Yenimahalle’de büro açtım.

Avukatlık yaptığım sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu üyeleri arasında yer aldım.

Kurucu yönetim kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görev yaptım.

 

“11. Avukatlığı çabuk bıraktınız.

Sanırsam hasta oldunuz…”

 

11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirerek kalbimin % 70’i çalışamaz bir duruma gelmişti.

Doktorların yasaklaması üzerine, avukatlığım da ADD deki görevimden de bitmişti.

“12. Çalışmayı bırakınca Ankara’da geçiminizi nasıl sağladınız?

Bildiğim kadarıyla, sık sık işinizden atıldınız…

Gaziantep’te iken ailecek yoksulluk içinde yaşadınız.

Bu yoksulluğu bir ben; bir de toprağı bol olası, uzun yıllar sızlanmadan kahrımı çeken eşim Meliha Balta ile çocuklarım bilir.

Eşim ve dört kızım (Elçin, Gülçin, Elgin, Yener) ile uzun zaman geçim zorluğu çektik, emeğimden başka gelirim yoktu…

 

Ankara’da iki kışı odunsuz, kömürsüz;  elektrik sobası ile geçirdim…

İşte liseyi ve Hukuk fakültesini bu koşullar altında bitirdim.

 

ORG ÇALARAK MUTLU OLUYOR…

 

 

(Melih Kibar’ın Ankara, Çankaya’da açtığı kursa devam eden Balta burada öğretmenleri Can Atilla’dan org çalmayı öğrenir. Daha sonra Org Kursu yüksek bölümünde de katılan arkadaşımız, 5,5 ay gidip geldikten sonra kalp krizi geçirmesi üzerine bu kursu tamamlayamaz. Ama o artık dilinden çok iyi anladığı orgun başına geçerek zaman zaman parmaklarıyla okşar gibi dokunduğu tuşların çıkardığı ezgilerle mutlu olur…)

 

“13. Sonra kara talihiniz tersine döndü.

Kendinizi bolluk içinde buldunuz; eliniz bol para gördü…”

65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadım.

Babaannemden 1 trilyon değerinde taşınmaz kaldı; bu mirastan 20 milyarını kendime ayırdım…

Kalanını, dört kızıma bağışladım.

Sağlığımda çocuklarının ev bark sahibi olduklarını görmekten mutlu oldum.

Şu an dört kızımdan dünyaya gelen 6 torun buldum.

 

Torunlarımdan biri Bilkent’te Siyaset Bilimi fakültesini bitirdikten sonra doktora yapmak üzere burslu olarak Amerika’ya gitti.

Biri de İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi  İnşaat Fakültesine bitirdi…

 

Şu an üç torunum da yüksek okullarda okumakta.

En küçüğü ise lise sonda…

 

Kızlarım, torunlarım; hepsi de beni örnek almaktadır.

 

“14. Çocuklarınızı, Atatürkçü, ilerici, aydın, ulusalcı, yurtsever insanlar olarak yetiştirdiğinizi biliyoruz. Onlar da kendi çocuklarını, kendileri gibi yetiştiriyor. En büyük torunun ilk öğrenimini yaparken Amerika’da okuduğu sınıfta masasına Türk bayrağı diktirdiğini, her gün sınıfında Türk istiklal marşını söyleyerek derse başladığını, “Yitmiş Bir Adam” adlı öykü kitabınızdaki, “Amerika’da Bir Türk Çocuğu” adlı anlatınızdan öğreniyoruz.  

 

ANLATTIKLARI İLGİYLE DİNLENİR…

 

 

 

(Bir hatip değildir o. Ancak üzerinde konuşacağı konulara tamamen hakim olan, anlattıkları ilgiyle dinlenilen biridir Balta.

Konuşmayı, insanları bilgilendirmeyi seven bir düşün adamı olarak kent kent dolaşıp konuşmalar yapmayı çok ister ama bu bir düştür onun için artık. Hayatiyetinin kalan sadece yüzde 25’iyle bu kadarını yapabilmeyi göze alamaz doğrusu.

“Benim söylemek istediğim her şey yazılarımda yer almıştır” diyerek adres olarak da çok zengin içerikli www.tabularatalanayalanabalta.com adresli web sitesini gösterir.)

 

Yaşamım boyunca, hastalığımda bile; bir aydınlanmacı olarak; akılcılığı, bilimsel düşünceyi, Cumhuriyetimizin kazanımlarını ve laikliği savunmuş ve korumaya çalışmışımdır

Bu amaçla da Cumhuriyet karşıtları hakkında birçok suç duyurusunda bulunmuş ve dava açmışımdır.

Düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak için Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hepsine yazı verdim.

Kimisi kapandığı için; kimisinde okuyucularım yazılarımı kaldıramayarak gazeteye  baskı yaptığı için; kimisinden de hastalığım nedeniyle ilişkiyi kestim.

 

 “15. Sizin sadece gazetelere köşe yazıları yazan bir yazar olmadığınızı biliyoruz. Şairsiniz, öykücüsünüz, sayısız anlatılarınız var. Bize bunlardan da söz edere misiniz?

 

SAZ DA ÇALAR

 

 

(Hayri Balta, geçirdiği kalp krizlerinden sonra avukatlık diplomasını kitaplarının bulunduğu rafların en üstüne asarak kendini tamamen okumaya, yazmaya verdi.

Çalışma odasının duvarındaki “saz” süs olsun diye asılmamıştır oraya.

Yenimahalle Gençlik merkezinde saz öğretmeni Aydın Aksaraylı’dan,

Yenimahalle Halk Eğitim merkezinde Cüneyt Pakdemirli’den

Halaykur Derneğinde Ali Demirhan’dan,

TRT’de de çalışan İhsan Öztürk’ten ders alarak saz çalmayı da öğrendi.

En çok Mahzuni Şerif türkülerini, söyleyip çalmayı seviyor.

Mahzuni’nin türküleri içinde ise dilinden düşürmediği türkü şu:

“Kurban olam yürüdüğün yollara

Kara peçe yakışmıyor kullara

Uyan bir bak hele bizim hallara

 

Bulutlar terinden, dağlar kokundan

Sarhoştur sevdiğim Mahsuni bundan

 

Bir daha gel, bir daha gel Samsun’dan

Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin!”

 

Ankara’ya göçtükten sonra; Ankara Barış, Ankara Yeni Ulus gazetesinde yazdım.

Bunların da kapanması üzerine evime çekilerek “TABULARA, TALANA, YALANA BALTA” ve “EMPARYALİZME, IRKÇILIĞA, ŞERİATÇILIĞA HAYIR!” sloganları  ile kendime ait www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitemi açtım.

“S.S.S. (Sevenler-Soranlar-Sövenler)”, “Yitmiş Bir Adam”, “Son Nokta”, “Kızma Yok”, “Taç’a Atılanlar”, Aydınlanma, Sırların Sırrı, Tanrıya Yakınlık ve Bir Aydın Adayı, Röportaj ve  adlı 9 kitabım yanında 150’yi aşkın dosya  ve klasörleri, zaman buldukça, fotokopi baskı olarak hazırladım.

 

“16. Yazılarımızla üzerinize sık sık şimşekleri çektiğinizi biliyoruz.

Bütün bu yapıtlarınızdaki dünyaya bakışınızı nasıl özetlersiniz?”

 

Yaşamım boyunca bana yapılan bütün aşağılamalara, engellemelere, küfürlere ve tehditlere karşın yılmamış; vahye karşı aklı, dine karşı bilimi, teokrasiye karşı laikliği, şeriata karşı cumhuriyeti, yaratılışçılığa karşı evrim teorisini, idealizme karşı materyalizmi, bireyciliğe karşı toplumculuğu savundum ve savunmayı sürdürüyorum. Bu görüşlerim yüzünden çok tehdit aldım ve iftiralara uğradım.

Son iftiraya da “SIRLARIN SIRRI” adlı kitabım nedeniyle dost ve aydın bildiğim biri tarafından iftiraya uğradım.

Bu iftirayı aşağıdaki şekilde manzum olarak dile getirdim. Birlikte okuyalım:

X30

EFTEN PÜFTEN İFTİRALAR

 

Şimdi siz benim, şu başıma gelene bakın…

 

Bir arkadaş Gaziantep Sanat Edebiyat Derneğinde (GASED)  bir kitabımı (SIRLARIN SIRRI) dağıtıyor.

Gaziantep’ten tanıdığım bir arkadaş bir tane alıyor.

Toplantıda aldığı kitaba dalıyor…

Birden bire mal bulmuş mağribi gibi bağırıyor:

 

“Aha, buldum!.. Bu adamın Allahsız, dinsiz, komünist olduğunu biliyordum. İşte burada da itiraf etmiş…”

Sonra da “buldum” dediği cümleyi okumuş:

Sözde Hazreti Ali Efendimiz şöyle demiş:

“Ben gözümle görmediğim Allah’a inanmam!..”

 

Hz. Ali “Allah yok!..” demiyor bir kere…

Diyor ki ben inandığım Allah’ı görürüm gözümle…

 

Bu sözlerden Hz. Ali’nin Allah’a inanmadığı nasıl çıkarılabilir?

Buna mantıkta çarpıtma denir.

Bu gerçeği Kuran şöyle bildirir:

“… Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle birliktedir…” (K. 57/4)

 

Kaldı ki İslam tasavvufunda

“Allah’ı görmemek küfürdür.

Allah’ı görmeden onun varlığı hakkında nasıl tanıklık edilir?”

(Bakınız: Tasavvuf. Kısa Bir Giriş.İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)

 

Kaldı ki ben kitabımın kapağında Allah’ın varlığına ilişkin kutsal kitaplardan kanıtlar göstermişim.

İncil’den, Tevrat’tan, Kuran’dan örnekler vermişim:

 

İşte Tanrı’nın varlığının Kutsal Kitaplardaki kaynağı:

 

TEVRAT, DOĞRULUK kavramına Rab der.

RAB doğruluğumuzdur” (İbranice “Yahve sidkenu”. Tevrat. Yeremya. 23:6 ve 33/16)

 

İNCİL SEVGİ kavramını Tanrı olarak kabul eder.

Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19)

 

KURAN da, HAK kavramına, Allah’ın ta kendisidir der:

“Bu böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp da taptıkları ise batılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür.” (K. 22/62. Yine Bkz. 24/25)

 

İşte dostlar ben böyle eften püften iftiralara uğradım.

Öylesine eften püften iftiralar ki hayretle bakıp kaldım….

 

Bana bu eften püften iftirayı yapanı sordum soruşturdum.

Kendisinin hem namaz kıldığını; hem de zina yaptığını,

Bir de zina yaptığı kadının  dostu tarafından bir güzel soyulduğunu duydum.

 

Yok, Allahsızmışım da,

Yok, dinsizmişim de,

Yok, komünistmişim de…

Bire cahil!. Bunlar kalmadı mı geçmişte…

 

Görünme, görünme…

Görünme gözüme…

Yer kalmadı sana şu yaşlı gönlümde…

 

Bu eften püften iftiralar,

Beni değil de atanı yaralar…

 

Yakışır mı sana;

Aydınım, şairim diye gezersin Gaziantep sokaklarında,

Yazık değil mi Gaziantep’imin o güzelim kaldırımlarına…

+

Allah’ım bunlara bırakma dinini, sen koru…

Bir zinakârın senin dinini koruması olur mu?

 

Av. Hayri Balta, 29.6.2012

 

 

Ne var ki ben çok az kişi tarafından anlaşılabilmişimdir. Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılan bir düşün adamıyım.

“17. Bildiğim kadarıyla, günün 10-15 saatini okuyarak, yazarak araştırma yaparak, yazışarak geçiriyorsunuz. Bütün bunları da kalbinizin pompalama oranı yüzde 25’e düşen bölümüyle yapıyorsunuz. Yeryüzünde hayatiyetinin yüzde 75’ini yitirmiş olmasına karşın halen böylesine yoğun çalışabilen bir yazar, düşün adamı daha olduğunu sanmıyorum.

Bize sağlığınızla ilgili bilgi verebilir misiniz?”

 

EN YAKIN DOSTLARI KİTAPLARIDIR…

 

 

 (En yakın dostları kitaplarıdır onun ama aynı zamanda  insan canlısı, dost canlısı bir düşünür yazardır Hayri Balta. Düşünü kurduğu şey, sayısı 150’yi aşan eserlerinin basılarak kitaplıklarda yer almasıdır. Ne yazık ki kitap, ülkemiz halkının ihtiyaç listesinde son sırayı aldığı, hele bilimsel eserler bu listeye dahi giremediği için, onun kitapları yayıncısını, dolayısıyla okuyucusunu da layıkıyla bulamaz bir türlü. İlerleyen yaşına rağmen Balta yayınlanmamış kitaplarını erinmeden bastırarak eşine dostuna yollar. Sitesinde de yayınlar.)

 

Elbette… 11.3.1991’de ağır bir kalıp krizi geçirdim. Kalbimin ¾’ü tahrip olduğundan kalp yetmezliği hastalığına yakalanarak avukatlık yapamaz duruma geldim. Prof. Kemali Beyazıt, Doçent Dr. Cahit Kocakavak ve İstanbul Kalp Vakfı doktorları yeni bir kalp taktırmazsam üç ay daha yaşayamayacağımı söylediler.

“Hayır, bıçak değdirmem. Öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini kabul etmedim. Vücudum kendi kendini yeniledi. Ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbimi besledi. İkinci Kalp Krizini 10 Kasım 2006’da geçirdim. 18 Kasım 2006’da Kalp pili takıldı.

HASTALIKLARIM: (ALFABETİKOLARAK)

 

  1. RAPORLU HASTALIKLARIM:
  2. Diabeten Mellitus, (Glucobay)
  3. Ekstrasistol (Cordarone veya Coraspin)
  4. Harekete bağlı nefes darlığı-, (Desal)
  5. Hipertriroidi, (Levatiron veya Tefor)
  6. Hipertansiyon, (Inhibace plus)
  7. Kanda trigliserin, (Lopid)
  8. Kronik Böbrek Yet. (Günde en az  4 litre su içiyorum)
  9. Kronik Kalp Yet. (Digimerc,   Digoxin-,   Monadur veya moneket)
  10. Kronik Obstrüktif  Akciğer   Hastalığı,
  11. Ostoreopoz, (Rocaltrol)

 

2.RAPORLU OLMAYAN HASTALIKLAR:

  1. Alerji, (Allerset veya Telfast veya…
  2. Böbreklerde kis ve taş var
  3. Bulaşıcı olmayan ekzama
  4. Gasrit, (Talcid veya. Lansör…)
  5. Kanda ürik asit (Allo Ürik veya Allo gut)
  6. Karaciğerde yağlanma,
  7. Menieri, (Betaserc veya Vasoserc)
  8. Romatizma, (Endosetin)
  9. Pankreas taş dolu,

10..Prostat, (Cordura, Hytrın, Dilaprost) 

+

(Parantez içindekiler kullanılan ilaçların adıdır…)

X

Sayısı 150’yi aşan eserleri… (Alfabetik…)

  1. Allah’a Sesleniş,
  2. Alleben
  3. Amcamla Mektuplaşmalar; 1, 2
  4. Anlayana; 1-3,
  5. Anılar – Belgeler; 1-10,

Anılar 1: BİR AYDIN  ADAYI  (Basıldı)

Anılar 2. RÖPORTAJ VE… (Basıldı)

  1. Belgeler (Alfabetik…)
  2. Ankara Barış: 1, Cama Toslayanlar,
  3. Ankara Barış: 2. Tanrı ve Put Üstüne
  4. Ankara Ulus: Din Başka Şeriat Başka,

10.Ankara Yenimahallem Gazetesinde Çıkan Yazılarm

  1. Atatürk Budur
  2. Atatürk Davası, 1, 2,
  3. Atatürk Davasına İlişkin Belgeler ve Bilgiler 1,
  4. Atatürk Farkı,
  5. Atatürk’ten (Ne Yaptıksa Tehlikede Cumhuriyet Dahil),
  6. Atatürk’ün Son Mesajı
  7. Atatürk ve Laiklik,
  8. Ateş Düştüğü Yeri Yakar
  9. Aydınlarımız Aydın mı?,
  10. AYDINLANMA, (Basıldı)
  11. Aydınlara Mektup
  12. Balta’nın Seçtikleri,
  13. Bay Casus,
  14. Bayanlarla Mektuplaşma,
  15. Bir alacak Davası.
  16. Bir de Radyo Olayı,
  17. Boşanma Davası
  18. Cevdet Yıldızla Mektuplaşma,
  19. Çocuklarımla Mektuplar,
  20. Davalar:
  21. Davalının Baroya Şikayeti.
  22. Dergilerde ve Kitaplarda Çıkan Yazılarım,
  23. Derin Devlet
  24. Derleme
  25. Din 1-6
  26. Din Bu mu?
  27. Dinci, Milliyetçi, Ulusalcı,
  28. Dindar Filozofun Dersleri
  29. Doğma Şunların Üstüne (Şiir),
  30. Duvara Konuşmak,
  31. Edepli – Edepsiz
  32. Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim, (Şiir),
  33. Erenler Sezenler
  34. Ermeni Dosyası
  35. Esin Geldikçe
  36. Evet Layıksınız,
  37. Evren Kale ile Mektuplaşma,
  38. Evrim Teorisi,
  39. F. T. Ocak’a Mektuplar ve Yazılar
  40. Fevzi Günenç’le Mektuplaşma (Öncekiler),
  41. Fevzi Günenç’le Mektuplaşma (Sonrakiler),
  42. Fıkralar 1-7,
  43. Fotoğraflı Yazılar; 1 -2
  44. Gaflet (Aheste Çek Kürekleri)
  45. Gaziantep Anti Medya: “Vatansever Değilsin, Ölmelisin”
  46. Gaziantep’te Bugün: 1. Tanrı Kelamı

57.Gaziantep’te Bugün: 2. Allah’ın indirdiği ile Hükmetmeyenler

  1. Gaziantep’te Bugün: 3. Tanrı Vardır ve Sizin Belanızı Verecektir
  2. Gaziantep Ekspres
  3. Gaziantep Güncelde 1 Sevgilerle
  4. Gaziantep Güncelde 2 Selam Dünya
  5. Gaziantep Gündem, (Laiklik İlkesine Veda mı?)
  6. Gaziantep Kurtuluş, 1. Gündem (Başyazılar)
  7. Gaziantep Kurtuluş,, 2. Kurtuluş İçin
  8. Gaziantep Kurtuluş, 3. Haşlamalar
  9. Gaziantep Kurtuluş, 4. Yazma Tuktusu
  10. Gaziantep Özgür Gazetesi, 1,2,3,4
  11. Gaziantep Sabah 1 Ben de Varım
  12. Gaziantep Sabah 2 Merak Ediyorum
  13. Gaziantep Sabah 3 Yazı Sevgisi,
  14. Gaziantep Sabah 4 Zararlı Yanılgılar
  15. Gaziantep Sonhavadis ( Korkusuz Yazardan Korkanlar)
  16. Gaziantep Toplum,
  17. Gaziantep 27 Gazetesi: “Derin Devlete Tak! Tak! Kurtların Yediği Kuzuya Bak”
  18. Geçmişte Yazılan Mektuplar
  19. Genel Mektuplar,
  20. Gençlerimiz, (Şiir),
  21. Göstermelik
  22. Güncel Mektuplar
  23. Güncel Yazılar
  24. Halkçı Ozanlar
  25. Halil Eyyupoğlu ile Mektuplaşma,
  26. Hasan Gören
  27. Hıristiyanlarla Mektuplaşma
  28. Hüseyin Çırakman
  29. İlhan Arsel: Şeriat ve Kadın Davası 1-2
  30. İlhan Arsel’den Aziz Dostuna, 1-8,
  31. İlhan Arsel ve Yaşar Nuri Öztürk
  32. İlk Yazdıklarım,
  33. İlmel Yakın, Aynel Yakın Hakkel Yakıyn,
  34. İmamın İftirası ve Karar / Bu yazılar İmamlara Zarar,
  35. İncil’in anahtarı:
  36. Çağdışı İnsanların Silik Halleri,
  37. Tek Söz,
  38. İçimizdeki Şeytan,
  39. İsa’ya Bir Bakış.
  40. İncil notları,
  41. İrtica Dosyası
  42. İslamcıların Yok Dedikleri Üç Kurum
  43. İslam’da Bu Yok Öyle mi?
  44. İşte Kuran Müslümanlığı,
  45. İş ve okul Arkadaşlarımla Mektuplaşma,
  46. İtilmiş Bir Adam
  47. Kadın ve Türban
  48. Kardeş mektupları,

106.Karikatürlü Yazılar

  1. Katillerimi istiyorum
  2. Kaygılarım (Dikkat Öpecekler)
  3. Kesme Tutkusu
  4. Kışkırtıcı Ajanlar,
  5. Kızma Yok, ((Basıldı- Fotokopi baskı…)
  6. Kurban,
  7. Laiklik ve Teokrasi,
  8. Müslümanlık Sınavı,
  9. Oyun Eleştirileri,
  10. Öğrenim Çabası,
  11. Ökkeş Davası (Gerçek İçin Zaman Aşımı Yoktur) 1-3
  12. Önalım (Şufa) Davası..
  13. Önemli Notlar,
  14. Öyküler; 1-2
  15. Özgeçmiş
  16. Sakar Ali (oyun),
  17. Sanal katılım 1,2
  18. Sayın Kul
  19. Sayın Öğreticim
  20. Şafık Günenç,
  21. Seçme Sözler
  22. Seçme Yazılar
  23. Seher Yaşar
  24. Sendika Arkadaşlarımla Mektuplaşma
  25. Sevenler Sevmez Oldu
  26. Sırların Sırrı (Basıldı)
  27. Sitemli Mektuplar,
  28. Sizi Aldatıyorlar,
  29. Sokrat’ın Savunması
  30. Solcu İdi Ülkücü Oldu
  31. Solcunun Davası.
  32. Solda Sıfır Bir Solcu,
  33. Son Mesaj Uydurmadır
  34. Son Nokta (Basıldı)
  35. SSS 1 ((Basıldı)),
  36. SSS 2-7,
  37. Söze Gerek Yok,
  38. Suç Duyuruları ve Ölüm Tehdidi,
  39. Şaşkın Başkan (Oyun),
  40. Şeriat Budur,
  41. Şeriatçı Dayatmaya Karşı
  42. Şeriat Tartışılıyor,
  43. Şeytanın Dölleri
  44. Taca Atılanlar
  45. Tamer Abuşoğlu
  46. Tanrı Nedir ve Nerededir,
  47. Tanrı ve Din Tanımı,
  48. Tanrı’ya Yakınlık (Basıldı)
  49. Türk Ulusuna Temyiz Dilekçesi,
  50. Utancımız (Demokrasiye, onurlu Yaşama, Özgürlüğe özlem),
  51. Uyuyanlar, Uyutanlar, Uyaranlar,
  52. Üç Kişi Hakkında Aydınlık’ı Aydınlatma,
  53. Ümit Sayın,
  54. Yakınlarımla Mektuplaşma,
  55. Yalanınız Batsın Sizin,
  56. Yalanın Doğrusu
  57. Yansıma
  58. Yaşar Nuri Öztürk,
  59. Yayınlanmayan Yazılarım,
  60. Yazarın Sevinci,
  61. Yazma Tutkusu,
  62. Yitmiş Bir adam, (Basıldı)
  63. Zilli Kurt’un Çırpınışı

 

SEÇKİN BİR KİTAPLIĞI VAR…

 

 

(Türkiye’deki en seçkin kütüphanelerinden biri Avukat Hayri Balta’nın evindedir. Özellikle dini konudaki kitapları bu kütüphanede bulmak olası. “Kitaplar, kitaplıkların raflarını süslesin, diye alınmaz. Onları okumadıktan sonra neden alacaksın ki?..” diyen Balta, okuduğu tüm kitaplarla ilgili notlar alır, yazılar yazar. Yazdığı yazılarını kişisel sitesinde yayınlayan usta yazarın web sitesi de bu nedenle bir anlamda eşi bulunmaz bir kütüphanedir.)

 

“18. Söyleşimizi yaşamınızdan sizce ilginç olan bir anınızla noktalamak isterim…”

Annemin özlemine dayanamayan babam askerden kaçıp gelmişti. Ne var ki annemin özlemi ile askerden kaçıp gelen babam annemin ölmüş olduğu haberini duyunca yıkılmıştı ve bir daha da kendine gelememişti.

Babam asker kaçağı ya; polisler, inzibatlar babamı aramaya başladı. Zaman zaman mahalle muhtarından, komşulardan babamın ne yaptığını, nerede bulunacağını, eve hangi saatte gelip hangi saatte çıktığı soruyorlarmış.

Kimileri de: “Rahat bırakın yahu, adam kendine gelsin! Karısını kaybetti. Dört çocuğu ile ortada kaldı. Hele bu duruma bir çare bulsun. Ondan sonra alıp götürün!..” dermiş polislere…

Bir gün yatsı namazından sonra eve giren babamdan az sonra güvenlik güçleri evimizi bastı. Babam, gelenlerin polis olduğunu anlayınca; onlar merdivenlerden çıkarak bizim odaya girinceye kadar, hemen çatıya doğru kaçtı. Polisler içeri girdiler; baktılar babam yok. “Yahu bu adam nereye gitti böyle. Bu eve girdiğini gözlerimizle gördük. “Kuş olup uçmaDI ya!..” diye aramadık yer bırakmadılar.

Birkaçı muhakkak çatı katındadır diyerek hemen çatıya çıktı. Babamı çatı katında da göremeyince bardağa çıkmışlar.   Bardak dediğimiz çatının en üstünde çatıya su sızmasını önlemek için dizilen arıksı kiremitler…

Güvenlik güçleri çatıda gezerlerken kiremitlerin çatır çatır kırıldığını duyuyordum.

“Artık babamın kurtuluşu yok. Muhakkak yakalarlar. Asker kaçağı diyerek tartaklaya tartaklaya götürürler…” diye düşünürken bir de baktım elleri boş aşağı indiler.

Suratlarından düşen bin parçaydı… Homurdana homurdana, sokrana sokrana çıkıp gittiler.

Bu bizim ailenin ne yazgısı varmış. Birinci kuşak dedemlerin evini kaçak tütün satıyorlar diye reji memurları basmış. İkinci kuşak olan babamın evini de asker kaçağı diye basıyorlar. Üçüncü kuşak benim evimi de komünist! diye basıyorlar. Umarım çocuklarım, torunlarım böyle bir olayı yaşamaz…

Onlar gittikten az sonra babam çatıdan aşağı indi. Ben sanmıştım ki babam çatıdan komşu dama atlayarak kaçıp gider. Meğer öyle yapmamış. Güvenlik güçleri komşu evlerin kapısını da tutmuşlar düşüncesiyle komşunun damına atlamamış. Onlar çatıya çıkınca komşunun damının bulunduğu saçağa iki eliyle yapışarak sucuk gibi sarkmış. Onlar gidinceye kadar öylece sarkık kalmış… Onlar çıkıp gittiğine emin olduktan sonra da çıkıp gelmiş. Babamdan böyle bir şeyi hiç ummazdım. Kendisi kısa boylu ufak tefek bir yapıda, sessiz sedasız, içine dönük biri idi. Ayrıca anası da kendisine “Sefil Mamet, benim sefil oğlum!” derdi. Sanmıştım ki boynunu büküp polislere teslim olacak.

Babam asker kaçağı olarak semtimizin diline düştü. Güvenlik güçleri semtimiz halkını sıkıştırıp duruyordu. “Bu adamı yakalamamıza yardım edin!” diyorlardı. Babam baktı olmayacak. Bir gün biz dört kardeşe “Hazırlanın hep birlikte Zonguldak Çaycuma’ya gidiyoruz.  Komutanlara sizi göstererek Ya beni terhis edersiniz; ben de para kazanır bu çocuklara bakarım; ya da ben terhis oluncaya kadar çocuklarıma siz bakarsınız. Benim bu çocuklarımı Allah anasız bıraktı; ben de babasız bırakamam, diyeceğim!” dedi.

Baba annem, “Yapma çocukların başına bir iş getirme. Yerinden uğrayan kırk kadıya uğrar. En küçüğü ölüm! Çocukları bana bırak, ben bakarım. Sen git askerliğini yap gel.” dediyse de dinletemedi.

Zonguldak’a gidiş yolculuğumu hatırlayamıyorum. O zaman 10 yaşındayım.  Kardeşlerim ise benden küçük…

Yıl 1942. O tarihlerde otobüs yok.

Gaziantep’e en yakın tren istasyonu elli-altmış kilometre uzaklıkta olan Kahramanmaraş’ın Narlı beldesindeki tren istasyonu. O tarihlerde Gaziantep Ankara’ya, İstanbul’a ya da diğer kentlere ya kamyonla ya da trenle gidilebilir. Zonguldak’a trenle gittiğimizi hatırlıyorum. Muhakkak Narlı’ya kadar kamyonla gittik. Oradan trene binerek Adana; Ankara üzerinden trenle Zonguldak’a gittik. Zonguldak’tan da Çaycuma’yla başka bir araçla gitmiş olmalıyız.

Bir de baktık bir garnizondayız. Babam bizi biraz geride bırakarak garnizonun bahçesinde çay içen bir subay topluluğunun yanına gitti. Subayların hepsi oturmuş babamın ayakta hazır ol vaziyette anlattıklarını dinliyordu. Babam bizleri göstererek anlattıkça subaylar bize bakıp duruyordu.

Babam önde; biz dört kardeş arkada ve askerlerin arasında, mevcutlu olarak gidiyoruz. Hatırlayamıyorum babam askeri mahkeme de yargılandı da mı da hapse attılar; yoksa komutanının verdiği disiplin cezası ile mi bizi hapse attılar, bilemiyorum.

Bizi tahtadan yapılmış iki katlı bir eve kapattılar. Babamla birlikte üst katta bir odada kalıyoruz. Öyle sanıyorum ki alt katta da diğer tutuklu ya da hükümlü askerler vardı; onların da babam gibi dışarı çıkmaları yasaktı. Zaten yalnızca bizim kaldığımız koğuşun kapısında da inzibat beklerdi.

Odanın kapısında bir nöbetçi asker. Üç öğün karavanamız geliyor. Bakır kazanda gelen yemeklerimizi hep birden kaşıklıyoruz. Bizlerin gündüzleri çıkıp oynamamıza izin veriyorlar. Bahçede meyveli ağaçlar arasında mahallenin çocukları ile birlikte oynuyoruz.

Yaşım on. Mahallenin kızlarından biri ile daha yakın arkadaşlık kuruyorum ve birbirimize karşı ilgi duyuyoruz. Ne var ki o kızın yüzünü hayal mayal de olsa hatırlayamıyorum. Ama ruhumda bir iz bırakmış ki zaman zaman onun sarışın saçları ile hatırlıyorum ve o çocukluk günlerimi yeniden yaşıyorum.”

Sevgili Balta kendisinden küçük üç kardeşiyle birlikte ilk mahpus hayatını 10 yaşındayken yaşayacaktır.

Onun yaşamı burada özetlediğimiz kadar kısa değil elbette. Bir değil, üç değil, beş on cilt kitaba sığmaz Şu ana değin yazdığı anı kitaplarının sayısı 14…

Hayri Balta’yı daha yakından tanımak isteyenler www.tabularatalanayalanabalta.com adresli sitesinden gerekli bilgileri edinebilirler.

 

İYİ BİR OKUYUCU…

 

 

(Av. Hayri Balta için iyi bir okuyucu demek yerinde olur.

O, okumanın yararına o kadar inanır ki, okumayan bir yazarı, sulanmayan ağaca benzetir. Doğal olarak da sulanmayan ağaç ise sonunda kurumaya mahkûmdur.

Balta her gün iki gazete, hafta bir iki,  her ay en bir iki kitap satın alır ve okur. Gazete, ve dergilerden kestiği kupürleri özenle biriktirir…)

 

“19. Sizin “Ustasız sanat öğrenilmez” diye ünlü bir sözünüz var. Küllerinizden yeniden doğuşunuzda etken olan ustanız kimdi?..”

Benim yetişmemde kuşkusuz ki Dr. Emin Kılıç Kale’nin büyük etkisi olmuştur.

Dr. Emin kılıç Kale hiçbir yanlışımızı kabul etmezdi. Yanlışımızı gördüğünde büyük bir tepki gösterirdi. Gerekirse ağır biçimde cezalandırırdı bu da yanlış yapmama konusunda bizim irademizi geliştirirdi…

Her davranışı ile bizi eğitmeye çalışırdı. Olumlu davranışları ile olumsuz davranışları ile bizim tekamülümüze hizmet ederdi:..

Tam bir Allah adamı idi. Dünyada, malda mülkte gözü yoktu. Dünyada iyi bir isim bırakmak için çalışırdı.

Bizi ayıran isi Allah oldu. Çünkü felsefi ve siyasi görüş bakımından ayrı düştük. Felsefi olarak ayrılığımız uzlaşmazdı. O bir idealistti ve idealizmin Solipsizm ekolündendi. Felsefesini “Diyen sensin!..” sözleriyle özetlerdi;  ben ise bir materyalisttim ve yaratan madde derdim….

Siyasi görüş bakımından o; öğrencileriyle birlikte, bireycilikte karar kıldı; ben ise toplumculukta…

Felsefî ve siyasal görüşlerim nedeniyle gazetelere yazı vermemi bir türlü kabul etmezdi. İsterdi ki kendisinin 20 bin sayfayı aşan yazılarını kitaplaştırayım. Bir de sol içerikli yazılarım nedeniyle hem benim hem de kendilerinin başına iş açacağım korkusuna düşmüşlerdi. İşte bu nedenlerle beni istemeden aralarından uzaklaştırmışlardı…

İyi ki ona intisap etmişim. Şu an bile onun olumlu etkisi altında kendi geliştirmekle yükümlü kılıyorum.

Onun hiç unutmayacağım bir sözünü yinelemekten kendimi alamıyorum:

Adama âdem gerek;

âdem ede adamı…

Adam, âdem olmayınca;

âdem, âdem edemez adamı…

 

“20. Yazılarınızda Eren Bilge adını kullanıyorsunuz?.. Bu nedeni hakkında açıklama yapar mısın?..”

Eren’liğim Tanrı sırlarına vakıf olmamdan geliyor. Kuran’da çok güzel bir ayet var. Bu ayet dinin özüdür. Hicir suresi 15/99’da geçer. “Yakîyn gelinceye kadar ibadet ediniz!..” der.

Tanrı bilgisinden ve din duygusundan yoksun cahiller bu ayeti: “Ölüm gelinceye kadar ibadet et!” olarak tercüme ederler. Oysa ibadetle ilgisi yoktur.

Bu ayet, erdemli yaşam sonunda insanın vahye (içe doğuş) nail olmasını ifade eder. Bu içe doğuş halkımızın çok kullandığı dinsel bir terimdir. Beklenmedik bir iş yaptığında, sorarlar: “Bu işi nasıl yaptın?..” O da yanıtlar: “İçime doğdu da!..”

Erdemli yaşamı ilke edinen olgun insan  olumsuz bir iş yaptığında Tanrı kendisini uyarır. İnanmayanlar Kuran’ın 42/51’inci ayetine bakabilir. Ayet şöyledir:

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (K. 42/51)

Bu nedenle ben Tanrı’ya yakınlık hasıl ettiğim için kendimi Eren sayarım….

Türkistanlı Şeyh Ebu Said der ki: ”O’nu kullukla arayan bulamaz. O’nu O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (Tevhidin Sırları. Muhammed İbn Münevver. Kabalcı yayınevi. 2003. s. 294)

Anlayan varsa; gelsin elini, ayağını öpeyim…

Bilge adını kullanmama gelince karşılaştığım olaylarda öfkeye kapılmadığım için ve hepsini bilgece karşıladığım için Bilge adını kullanmaktayım. Yoksa bunun bilgililikle bir ilgisi yoktur… Halen de zaman buldukça bilgilenmeye çalıyorum. Her geçen gün de çok bilgisiz olduğumun ayrımına varıyorum… Benim bilgeliğim olgunca davranışımdır…

Kim Bilge’liğime aykırı bir davranışımı görürse bildirsin bana….

“21. Son sorum: “27 Mayıs Milli Devrim Derneğinin onursal üyeliğine seçildiniz. Bu nasıl oldu?”

Adı geçen Dernekte dört yıla yakın bir süre Pazartesi söyleşiler düzenledim. Bu söyleşilerde ahlakî, dinî, tasavvufi ve siyasî konuşmalar yaptım. Derneğe gelip giden birçok üyeyi aydınlattım. Bu hizmetim karşılığı olarak onlar da bana “Onursal üyelik” verdiler, ki kendilerine teşekkürü bir borç bilirim.

Hastalığım artınca söyleşilere gidemez oldum. Şimdi onlar geliyor arada sıra…

+

Fevzi Günenç’ten: Dün bir telefon aldım Hayri Balta’dan… Yeni bir kalp krizi geçirmiş… Kalbine pil takmış doktorlar. Bu pil, kalbi teklediği zaman, şok verip hayatta kalmasını sağlıyormuş.

Ne var ki bu şok ölümden de beter geliyor yazarımıza. “İçimde bir çatırtıdır koptu, gözlerinin önünde şimşekler çaktı!” diyor son yaşadığı soku  anlatırken. Sonra da şiire dökmüş yaşadığı bu korkunç olayı.

 

Şiir şöyle…

 

BİRİNCİ ŞOKU ALDIM!

(Sözüm şok yaşamayanlar içindir…)

 

10 Kasım 2006 geçirmiştim dördüncü kalp krizini.

Bu kriz üzerine ölmüştü kalbimin yüzde yetmiş beşi.

 

Şu an, kalbimin pompalama oranı yüzde yirmi beşmiş…

Bu durumda kalbime, pil takmak gerekmiş…

 

Çaresiz, “Takın dedik”, “Ne gerekse yapın!..

Vakit geçirmeden kalp pili takın!.”

 

18 Kasım 2006’da kalp pili taktılar.

Durup dururken beni “Pilli Dede” yaptılar.

 

“Ne işe yarar bu kalp pili?” dedim bir ara…

Dediler: “Kalbin tekleyince bu pil girer araya…

 

Şok verince  kalbe…

Döner kalp normale…”

 

5 Kasım 2008 saat on sekizde…

Bilgisayarın başında, çalıştığım yerde…

 

“Küt!” diye bir ses, sanki bir kütük düştü…

Sonra, trafo patlamış gibi bir ışık yandı söndü…

 

Bir boşluk hissettim yüreğimde

Bir ürperme, bir titreme, bedenimin her hücresinde…

Kalp pili takarlarken demişlerdi:

“Şok alırsan koş gel bize…”

 

Hemen koştuk acile

Bağladılar monitöre….

 

Kardiyografi çektiler.

Damar yolu için damarımı deldiler…

Kan aldılar, tahlil ettiler…

Kan şekerimi ölçtüler…

Dediler:

“Yapılacak olanı yapmışlar.

Kalbine pil takmışlar.

 

Sinirlenme, heyecanlanma,

Kilo alma, kendini yorma…

Bir de:

Sevgilin varsa sarılma…

Hazır olmalısın bu şok dalgalarına…”

 

Taburcu olduk,

Kendimizi evde bulduk..

 

Hemen yatağa koştum,

Sırtüstü yattım

Tavana baktım…

 

Düşündüm;

“Demek; her şok dalgasında

‘Küt!’ diye bir ses duyacağım.

Sonunda trafo patlayacak

Ve ben: “Işıklar içinde öleceğim!..”

 

Kalp pili değil sanki içimdeki

Bir bomba, saatli …

 

Bir kaygı, bir korku, bir panik atak…

Bu saatli bomba ne zaman patlayacak?

 

Neler gelmedi ki başıma,

Sonun da bu da geldi başıma…

 

Yaşam, işte böyledir…

Göreceğiz daha neler neler…

 

Bu birinci şok dalgası..

Bu da bizdeki yaşam halkası…

Bakalım ne zaman gelecek arkası…

 

Bunu beklemek ne kötü bir kaygı…

Böyle bir kaygı ile yaşamak ne acı!…

 

Av. Hayri Balta, 7.11.2008

+

Ona bu olay üzerine şu iletiyi yollamıştım:

Sevgili Eren Bilge Avukat Hayri Balta,

Seni çok iyi anlıyorum; o saatli bombayı seninle birlikte sanki ben de içimde taşıyorum…

Her şeyin bir avuntusu vardır. Eğer içindeki o trafo olmasaydı, sanırım yaşam seni yitirmiş olacaktı. Dünyada belki de senden başka birisi daha yoktur hayatiyetinin yüzde 25’i ile yaşarken yüzde bin ürün veren.

 

“…Trafo yine patlayacak

Ve ben

“Işıklar içinde öleceğim…” diyorsunuz.

 

Buna daha çok zaman var.

Doğa onca da acımasız değil.

Senin yazdıklarına, yazacaklarına daha çok ihtiyacımız var…

 

Saygı, sevgi…

Sunarım sağlık dileğimi…

Fevzi Günenç, 10.11.2008

X

EVLERİ TABAKHANEYE BAKAR…

 

 

(Tabakhane sadece işyerlerinden oluşmuş bir yöre değil. Tabakların evleri de oradadır. Aileleriyle birlikte aynı yörede yaşar tabaklar. Tabakhaneye hayat veren Alleben deresi bu evlerin önünden akar.

 

KURUSUN DİYE SERİLMİŞ DERİLERİ…

 

 

Tabakhane, kalenin eteğinde yer alıyor. Evlerinin karşısında tabak dükkânları vardı.  Dükkânların önünde kurusun diye serilmiş derileri olurdu hep.

Vefalı tabak kadınları kocaları için maniler de düzmüşler.

 

“Tabakhane ardı kale,

Büyür ne gül ne de lale,

İşine bak utan felek.

Tabağa ettiğin hale.”

+

BABASI MEHMET BALTA,

KARDEŞİ HASAN BALTA

 

 

Ömür yiyen meslek, tabaklık…

Güçlü kuvvetli bir delikanlıydı Hasan Balta.

Tabakhanenin sert koşullarına o bile dayanamadı.

Genç yaşta yaşamını yitirdi.

Mehmet Balta, Hasan ile Hayri’nin babası.

Ömrü Tabakhanede, derilerin arasında geçti.

Meslek onu genç yaşta aramızdan aldı…

 

Hasan Balta, sevdiği derileri yerden yere vurarak genç yaşta ömrünü tüketen, yürümeye başladığı günden öldüğü güne kadar Tabakhaneden, tabaklıktan uzakta kalmayan, hem de okuyan yazan seçkin bir kişiydi.

Yaşıtımdı Hasan Balta. Ben abonelere gazete dağıtan bir çocuktum, o gazete okuyan bir çocuk. Ne büyük keyifler duyardı kazancıyla gazete alıp okuyabilenlerden olduğu için o yaşlarında…

Hasan’ın mesleğiyle ilgili olmamıştım. Bir gün böyle bir yazı yazacağımı bilseydim ilgilenmez miydim hiç?

Neyse ki, Hayri Balta var. Hayri Balta, tabaklığa isyan eden büyük oğuldu. Ne yaptı, etti, 49 yaşında da olsa üniversite bitirip avukat oldu.

Hayri Balta’nın da ömrü Tabakhanede geçmiştir. Hayri Balta tabaklıktan kurtuluş, dışardan sınavlara girerek, gece okullarında okuyarak kendini kendi küllerinden yeniden oluşturarak okuyan, yazan bilge bir kişi olmuş ve avukat olarak yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Ancak bu, Tabakhanede tabaklık işini yapanlarla birlikte, gençlik yıllarında aynı acıyı paylaşmamış demek değildir. Onu o gençlik, o tabaklık yıllarına çektik.

“1. Bize dünün Tabakhanesini, tabaklarını anlatır mısınız üstat?”

 

Alleben deresinin suları Tabakhaneye gelince, orada esnafın oluşturduğu bentte birikirdi. Buraya Tabaklar Bendi denirdi. Tabaklar bendinin suyu büyükçe bir arıktan tabak dükkânların üstünden geçerdi. Geçerken de her dükkânda açılan delikten dükkanların içine akarak deri temizleme ve işlemesinde  kullanıldıktan sonra yine Alleben (Gaziantep’in içinden geçen küçük bir dere) deresine dökülürdü. Bu işleme ve temizleme işinde tabaklar; Karasusak adını verdikleri büyükçe bir tas kullanırlardı.

Bu tas kimyasal maddelerle haşır neşir olduğu için kapkara olurdu. Dericiler, dükkânın taban taşlarını yalayarak geçen sulara sürte sürte su aldıklarından Karasusak’in ön tarafı yarı yarıya aşınırdı… Kimi zaman dericiler dükkânlarının ortasından geçen bu suyu Karasusakları ile içerdi.

Tabakhaneli olmayanlar, “Tahta Köprü’den geçme, Karasusaktan su içme!” diye Tabakhanelilere takılırlardı. Bir de şöyle takılırlardı  tabaklara “Bostandan dışarı kabak, adamdan dışarı tabak…”

Tabaklar işlerini bitirince Söğütlü kahvede buluşarak hem günün siyasal,sosyal  olaylarını değerlendirirler hem de; iskambil ya da dama oynayarak vakit geçirirlerdi.

“2. İşledikleri derileri ne yapardı tabaklar?”

 

Tabakhanenin merkezi Söğütlü Kahve idi. Söğütlü Kahvede tabaklar (debbağlar, dericiler), hem ham derilerin alışını, hem de işlenmiş derilerin satışını yaparlardı.

Satış mezat biçiminde yapılırdı. İşlenen deriler sırası ile satışa sunulurdu. Kim çok artırırsa satış onun üzerinde kalırdı. İşlenmiş derileri alan deri boyacıları; boyadıkları derileri sırlayarak Kunduracı çarşısına götürüp satarlardı. Bunlar da aldıkları bu boyanmış derileri kunduracılara satarak aracılık yaparlardı.

Mezattaki satış çok çekişmeli geçerdi. Bazen öylesine bir hal alırdı ki sırf alıcıların birbirine kişilik ve üstünlük gösterisi nedeniyle; sahtiyanlar (işlenmiş keçi, koyun derisi) değerinin iki üç katı fazlasına bile satılırdı. Bu rekabet de deri işleyicilerinin işine yarardı.

“3. Tabakların o zorlu çalışmalarını da anlatır mısınız?”

 

“Alleben kıyısında bulunan tabakların çalışmaları görülmeye değerdi. Sabah ezanı işe kalkarak idare lambası ışığında çalışmaya başlarlardı. Önce kazanda su kaynatırlar. Kaynattıkları bu kaynar suyu silelerine (Büyük ahşap kap) boşaltırlar. Bildiğimiz Sumak bitkisi  yaprağını torbasından da sileye dökerek yarı bellerine değin sileye girerlerdi.

Sumak yaprağı karışmış bu suya ham derilerini evire çevire batırıp çıkardıktan sonra ayaklarının altına alarak tepiklerlerdi. Ayaklarının altına aldıkları bu derileri tepikledikleri zaman daha öncekiler yüzeye çıkardı. Yüzeye çıkanları yeniden yaprak suyuna batırıp çıkararak ayaklarının altına alırlardı. Tabaklar bu işleme “heyden tepme” derdi…

Ancak derilerin Sumak yaprağı ile pişirilmesinden önceki aşamasında derilerin it atığından geçirilmesi gerekirdi. Bu da dükkânların ortasında ve silelerinin önündeki taşlıkta yapılırdı.”

Bu çalışma öğlenin en sıcak saatlerine kadar açık havada devam ederdi. Tabakhane kadını için şöyle bir öykü anlatırlar.

Hattuç bacı evinin hayadında (avlusunda) güneş altında, öğle yemeği olarak kuru ekmek yiyormuş. Komşusu, iki evi birbirinden ayıran süyükten (duvardan) seslenmiş. “Kele bacım, ekmeği neden kuru kuru, hem de güneşin altında yana yana yiyorsun?”

Hattuç bacı yanıt verir. “Benim herifim (kocam) güneşin altında yana yana çalışırken gölgede lokma geçer mi benim boğazımdan?”

Bu vefalı tabak kadınları kocaları için maniler de düzmüşler. Biri şöyle: “Tabakhane ardı kale, yeter ne gül ne de lale, işine bak utan felek, tabağa ettiğin hale.”

“4. İt atığı nasıl temin ediliyordu, ne işe yarıyordu?”

Dereden gelen su kesilirdi. Yapma bir havuza sıcak su konurdu. Bu suya da kuru it  dışkısı döküp ayakları ile çiğneyerek sıvılaştırırlardı. Sonra kireç aracılığı ile tüyleri dökülmüş ham deriler; sıvılaştırılmış bu sıvının içine konarak dört beş saat bekletilirdi. Bunları getirip tabaklara (debbağlara, dericilere) satanlara sakatçı uşağı denirdi.

İt dışkısını ‘sakatçı uşağı’ adı verilen çocuklar toplardı. Bunlar, sabahın erken saatinde kalkıp  yakın köylere  giderek buldukları kurumuş it dışkılarını, ellerindeki raketlerle yerden alıp. Sırtlarında taşıdıkları gaz tenekesine doldururlardı.Sakatçı uşakları bu gaz tenekelerinin hacmini küçültmek için altından Amaçları ve dört yanında tekmelerle küçültebildikleri kadar küçültürlerdi. Amaçları küçülttükleri bu gaz tenekelerini bir an önce Tabakhane’ye yetiştirip satmaktı. Sakatçı uşaklarının bu aceleciğini görenler: “Ne o!.. Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun!.. “ demekten kendilerini alamazlardı.

Sakatçı uşaklarından birinin adı Kazım’dı. Sakatçı Kazım  pazarlıkta usta idi. Debbağlara getirdiği atıkları satarken çekişir dururdu. Daima it atığını, yüksek  bir bedelle satardı. Bazen bedeli az bulunca satmaz eve götürür, ertesi gün getirip satardı. Satar satmaz da doğru kahveye giderek kağıt, dama, tavla gibi oyunlar oynardı.

Önce deriler tüylerinden temizlemek için kireç kullanılırdı. Ondan sonra tüyleri yolunmuş deriyi  it atığı ile pişirirlerdi. Bu işlemden sonra dericiler, Sumak yaprağı ile silelerinde pişirdikleri derilerde kalan et parçalarını kazımak için güneş doğar doğmaz dükkânlarının önüne çıkarlardı. Derinin boyun kısmını kendi boylarındaki kütük ile duvar arasına koyduktan sonra iki saplı bıçakla deriyi iyiden iyiye kazıyarak temizlerlerdi. Tabaklar etten sinirden temizledikleri bu deriyi suda yıkadıktan sonra güneşe sererek kurutup satışa sunarlardı.

Tabaklar, duvara dayadıkları kütükler üstünde deri kazıma işini her gün zevkle yaparlardı. Bu işlemlerden sonra siledeki posası çıkan bu sumak yapraklarını dükkânlarının önüne küme küme dökerlerdi. Biz çocuklar da bu havcar (sumak yapraklarının kullanıldıktan sonraki posası…) kümelerine çıkarak, bizim gibi çıkmak isteyenleri: “Ankara benim!” diye aşağı iterdik.”

 

ALLEBEN DERESİ…

 

 

(Alleben deresinin suları Tabakhaneye kadar pırıl pırıl akarak girer; Tabakhane’den siyah bir renge bürünmüş olarak çıkıp yoluna devam eder.

Bu yolculuk Fırat’a ulaşıncaya kadar yeniden arılaşır, durulaşır sonra da nehirle birlikte Basra Körfezine karışır…)

 

“5. İşin bunca zor olmasına karşı, kazancı iyi miydi bari Tabakların?”

 

Taşköprü ile Tahtaköprü arasında sıralanan tabak esnafı; kanaatkar, şakacı, hoşsohbet, neşeli, sevimli, insanlardı. Günlük kazançları ile geçinirlerdi. Ahım şahım bir gelirleri de yoktu… Öyle sanıyorum ki bu işçiler bir gün çalışmasalar ertesi gün aç kalabilirlerdi.

Tabaklar, işleri bitince hemen eve giderek gündüz uykusuna yatarlardı. Çünkü onlar sabah ezanı ile birlikte işbaşı yapar, idare lambası ışığı altında işe başlar, öğleye kadar çalışırlardı.

 

“6. Tabakhaneden geçtiğim zaman, Tabakhaneli olmayan ben, oradan yayılan kötü kokuya dayanamaz, burnumu tutardım. O yörenin insanları bu kokuya alışmış olmalıydılar. Ama oradaki kirlilik hep öyle kalmazdı. Tabakhaneyi bazen pırıl pırıl temiz, kokusuz olurdu. Nasıl olurdu da arınırdı Tabakhane?”

Tabakhane sadece işyerlerinden oluşmuş bir yöre değil. Tabakların evleri de oradadır. Aileleriyle birlikte orada yaşarlar. Bu yöre; Boklucaören, Çakmak Mahallesi, Karamaraş, Sinler diye anılırdı…

Bu mahallelerin erkekleri genellikle kilimcilik, kuşakçılık, ve tabaklıkla uğraşırdı.

Boklucaören, benim doğduğum sokağın adıdır. Resmi adı ise Hasan Palta sokağıdır.

Hasan Palta sokağına Boklucaören denmesinin nedeni: Bu sokağın ortasından bir arık geçerdi. Bütün evlerin, yüznumaralar da dahil, bütün atıkları bu arığa akardı ve arıktan boklar akardı. Bu yüzden de bu kıvrım kıvrım olan sokağa Boklucaören denirdi. Kaleoğlu Çıkmazı bu sokaktadır. Ayrıca bu sokakta iki tane de Kabaltı var. Duyduuma göre şimdi bu sokakta bir de müze açılmış…

Tabakların kirlettiği Alleben deresini yine Alleben’in kendisi temizlerdi. Bir bakarsın yaz günü birden bire kendini gösteren yaz yağmuru derede biriken bütün artıkları alıp götürürdü. Böylece dere temizlenmiş olurdu. Böylece Tabakhanedeki çocuklara gün doğardı. Yer yer biriken su birikintilerine girip çimerlerdi.

Karamaraş Pınarı’nın 100 metre kadar berisinde derenin kenarında üç dört tabak dükkânı daha vardı. Bu tabak dükkânlarından biri Ekşimişki lakaplı iki kardeşe aitti.

Bu dükkânın bir özelliği vardı. Dükkânın merdivenlerle inilen aşağısında bir pınar dükkânın içinde kaynayıp dururdu. Dükkânda çalışanlar su içmek istediklerinde karasusak’larını bu suya daldırıp içerlerdi. Pınarın suyu dükkânın altından yine Alleben deresine akardı. Bu dükkan da kaybolup gitti.

Burada şunu belirtmek gerekir ki eğer sel Alleben deresini temizlememiş olsaydı Tabakhane de oturulur hal kalmazdı… İyi ki ara sıra sel gelirdi. Gelen sel Alleben deresini biriken atıkları alıp götürürdü. Selden sonra Alleben deresinde su artardı, berrak mı berrak bu suyun gürül gürül akmasını seyretmeye doyum olmazdı. Bu duruma gelen Alleben deresini, Alleben Çocuğu (Hayri Balta) inip kucaklamak isterdi… Çoğu zaman kucaklardı da…

Alleben deresi Tabakların bendine takılınca bir göl oluştururdu. Bazen sel gelirdi ve bu bendi alır götürürdü. Bunun üzerine Tabaklarla Bostancılar bir araya gelerek Tabakhane bendini yeniden yaparlardı. Her seferinde  daha sağlam yaptıklarına inanırlardı; ne var ki sele ne dayanır… Büyükçe bir sel gelince yaptıkları bent yeniden yıkılırdı.

+

Günümüzde bütün bunların hepsi hayal oldu. Artık ne Tabakhane var, ne tabaklar var, ne Kilimciler, ne Kuşakçılar de Hasan Baltalar var…

Onları bulanık gözlerle, gülümsemeye çalışarak anıyoruz.

Avukat Hayri Balta’ya, Tabaklar konusunda bizi bilgilendirdiği için teşekkür ediyoruz.

Fevzi Günenç, 28.3.2009

X

XX

KEŞKE DÜNYA Av. HAYRİ BALTA GİBİ GÜZEL İNSANLARLA DOLU OLSA!

 

KENDİNİ KÜLLERİNDEN YARATAN BİRİ

 

Onu (Hayri Balta’yı) Alleben deresi kenarında aylak aylak dolaşan serkeş bir delikanlı olarak görüyoruz başta. Ortaokula başlamış ama öğrenimini sürdürememiş. Nedeni de şu: Bir temizlik yoklamasında Türkçe Öğretmeni kendisine:

“Gömleğin kirli, git değiştir de gel…” deyince, bir daha okula gidememiş…

Neden? Ona temiz bir gömlek verecek annesi yokmuş da onun için…Çünkü annesi kendisi 10 yaşında iken ölmüş… Böylece Tabakhanedeki arkadaşlarına uyup başıboş yaşamı seçmiş.

Belâ nerede, o orada. Birinin haksız bir iş yaptığını görse hemen ibiğine biner, kavga eder…

Tabakhane kanununu uygulamaktadır o. Kanun odur! Çevresindeki herkes korkmaktadır kendisinden.

“Aman şerri bize bulaşmasın…” diye herkes ondan uzak durmaktadır.

Ona uzak durmayan bir tek kişi vardır. Bakkal Ahmet Ağa.  Ahmet ağa “Heyri”nin yaşamını öteden izlemekte, onun için üzülmektedir.

“Bu çocuk asil bir ailenin çocuğu… Ailesindeki herkes aklı başında, terbiyeli, saygılı, saygıya değer kimseler. Bu oğlan neden böyle aykırı çıktı? Ne olacak bunun sonu?”

Bir gün çağırır onu dükkânına. Şöyle ges bir zamanda… Gece yarısı evine dönerken örneğin.

“Hele gel oğlum Heyri, seninle birez gonuşak…”

“Benimle ne konuşacaksın Ahmet ammi. Benim seninle bir sorunum yok ki?..

“Var var, gel hele sen…”

İstemeye istemeye girer bakkal dükkanına Heyri.

“Buyur ammi…”

Bir sandalyeye oturtur onu Bakkal Ahmet. Bir Sofdağ gazozu açar kendisine. Gazozu içmek istemez Heyri ama öbürünün ısrarı üzerine şişeyi yavaşça ağzına götürür, utana utana bir yudum alır.

“Bu sendeki şu anda gördüğüm utanma duygusu, senin düzeleceğine, adam olacağına işarettir oğlum Hayri…” diye söze başlar Bakkal Ahmet.

“Ne düzelmesi, ne adam olması dayı? Niye biz adam değil miyiz?..”

“Değilsin tabii ulan! Adam mısın? Sabahtan akşama Alleben kenarında sürtmek. Onunla bununla kavga etmek adamlık mıdır?”

“Onlar da doğru yollarına gitsinler, ona buna zarar vermesinler…”

“Sen Tabakhanenin jandarması mısın?”

“Jandarmasıyım! Haksızlara, adilere, terbiyesizlere birinin dur demesi gerek!”

“Bırak şimdi Donkişotluğu oğlum. Toplumu, toplumun eğri insanlarını zorbalıkla tek başına bir tek sen yola getiremezsin. Her şeyin yolu yordamı vardır. Önce kendine bakacaksın. Bak askerliğini de yapıp geldin, ne güzel… Artık dinginleşmeli, doğru düzgün bir yaşam kurmalısın. Yarın evleneceksin, çoluk çocuğa karışacaksın. Böyle kalırsan kim kız verir sana?..”

Bu sözlere vereceği karşılık yoktur Hayri’nin. İçindeki bir duygu “cız” diye yakar yüreğini.

“Artık son vermelisin bu yaşama, sabah akşam şarap içmelerine…”

“İçiyorsam kendi paramla içiyorum. Kimseden çalmıyorum, zorla almıyorum ya ammi…”

“Bugün çalmazsın, zorla almazsın ama yarın bir gün paran olmayınca onu da yaparsın. Bu senin gittiğin yol, yol değil oğlum. Kemal bey gibi okumuş bir adamın yeğenine, Memet ağa gibi melek bir adamın oğluna yakışmaz bu yaşam…”

Dost acı konuşur. Bakkalın söyledikleri önce fena halde canını sıkar Hayri’nin. Sonra düşünmeye başlar. Adam doğru mu söylüyor ne?..

“Şimdi söyle bakalım, ne olacak oğlum bu senin sonun?”

Dolukur, ağlamamak için kendini zor tutar Alleben’in Tabakhaneli kabadayısı.

“Ne yapayım dayı?.. Yapabileceğim başka bir şey mi var sanki?”

“Var ya oğlum, olmaz olur mu? Adam gibi adam olabilirsin istesen.”

Güler buna Heyri.

“Nasıl?”

“Bak, sözlerimi iyi dinle. Doktor Emin Kılıç Kale diye birinin adını duydun mu sen?”

“Duymadım.”

“Öyleyse şimdi duy. Bu adamın Hayat Dersleri diye bir okulu var…”

“Bu yaştan sonra okula mı gideceğiz dayı?”

Oğlum bu okul senin bildiğin okullardan değil. Burada insana insanlık öğretiyorlar. Okuma yazma, bilgi, bilim öğretiyorlar. Müzik öğretiyorlar…”

Öbürleri değil de müzik ilgisini çekmiştir Hayri’nin.

“Müzik mi?”

“Müzik ya…”

“Eee?”

“Git buraya, öğren bütün bunları. Farklı biri ol. Alleben’den Çankaya’ya taşın…”

“Çankaya ne ki Bakkal ammi?”

“Bırak ne olduğunu şimdi. Günü gelip kendini orada krallar gibi gördüğünde anlarsın ne olduğunu.”

Farklı bir şeyler söylendiğini duyumsuyordu Hayri. Önünde farklı bir yol açıldığını…

“Beni alırlar mı ki oraya? Yani şu okul mu neyse, oraya… Hani, müzik de öğretilen yani… Yaşım geçmedi mi?”

“Alırlar… Yaşın geçmedi. Orada senden yaşlıları da var. Selâmımı söyle yeter.”

Hayat Dersleri Okulu’nun adresini alıp ertesi günden tezi yok yola çıkar Hayri. Tırmanır Amerikan Hastanesi Yokuşunu. Bulur Doktorun evini. Söyler kendisini kimin gönderdiğini.

Oradakilerin kendisini kuşkuyla, yabansı karşılayacaklarını düşünmektedir Hayri. Oysa hepsi dost bakışlarla bakmaktadır ona.

Bir yana ilişir. Ona ilk günden buranın kuralları öğretilir. Hayat Dersleri Okulu’na giren adam yalan söylemez. Sigara içmez, içki içmez. Başkasının namusuna hainlik etmez. Durmadan kendini geliştirir. İyi insan, güzel insan olur. Kendine, topluma, yurduna, dünyaya yararlı insan olmak için çabalar. Özetle eline, diline, beline sağlam biri olur… Bunları yapamayanlar burada barınamazlar, geldikleri yere geri dönerler.

Çok heyecanlanır Hayri. Değişmeye, onlara söz vermeden önce, kendi kendine söz verir. “Bu söylenenler ne güzel sözler!” der… Bunları yapabilen insanlardan biri olmak ne güzel bir şey!

Kısa zamanda değişir Hayri. Oradaki öğrencilerden güzel el yazısı yazmayı, notaları değerleri ile okumayı öğrenir… Eline aldığı “ney” denilen aletten, kulağa hoş gelen sesler çıkartmaya başlar. Bu arada tefle ritim tutmayı da öğrenir…

Çok geçmeden eski huylarını tümden bırakmayı başaracak, uyumlu, örnek bir öğrenci olarak göze girecek, öğreticisinin gözdelerinden olacaktır Hayri.

Bu arada bir işe de gereksinimi olacaktı elbette. Öğreticisi ile arkadaşlarının önermesiyle Gaziantep Milli Eğitim Müdürlüğünün temizlikçi kadrosunda yazman olarak işe başlar…

Yazmanlığın üstesinden öyle bir gelir ki Hayri, daha işe girişinin ilk ayında dairede herkesin sevdiği biridir artık. Özellikle de Müdürün…

Ama yazmanların öğrenimi olur, diploması olur. Bizimkinde bunlar yok. Ortaokul birden terk bir yazman… Hemen dışarıdan ortaokul bitirme sınavlarına hazırlanmaya başlar. Öylesine bir aşkla sarılır ki işe, açlıkla sarıldığı bütün ders kitaplarını su gibi içer, en iyi dereceyle ortaokul diplomasına kavuşur.

Diplomasını veren öğretmeni ona, “Bütün derslerin pekiyi oğlum. Ben sana daha iyi notlar vermek isterdim ama ne yapayım ki, “PEKİYİ”den daha büyük not yok!” diyecektir.

Bu arada Baba Mehmet, anası çoktan toprağa karışmış olan oğlunun mürüvvetini görmek istemektedir. İşte, artık işi gücü de vardır… Onu çarçabuk evlendirir.

Akyol mahallesinden Meliha Hanım’la yaşamını birleştiren Hayri’nin bir biri ardından yavruları dünyaya gelmeye başlar. Ama hepsi de kız çocuğudur. Bir de erkek çocuğa kavuşabilseler!.. Bunun için kızlarının sayısını dörde kadar yükseltmekten kaçınmayacaktır Mehliha Hanım.

Son olarak ikiz erkek çocuk doğurur ama bunlar çok yaşamaz kısa zamanda yaşamını yitirir. Böylece Meliha Hanım’ın erkek çocuk tutkusu içinde hep ukde olarak kalır.

Sonunda, bugün artık her biri birer Hacettepe Güzel Sanatlar akademisinden grafiker, Gazi Üniversitesi resim bölümünden mezun öğretim üyesi, işletmeci ve teknik ressam olan çocukları için “İyi ki bütün çocuklarım kız olmuş! Ne güzel kızlarım oldu! Tanrı herkese böyle yararlı çocuklar nasip eyleye!..” diye sevinecektir Meliha Hanım. Elçin’i, Gülçin’i, Elgin’i, Yener’i için…

Dar gelirleriyle çocuklarını hep bodrum katlarda; güneşsiz, havasız evlerde büyütmek zorunda kalacaktır Balta ailesi…  İlk yıllarda, çocuklar solunum bozukluğu gibi kalıcı hastalıklara yakalanabilirdi ama bünyeleri sağlam olduğu için kalıcı bir hastalığa yakalanmazlar….

Bir şeyler yapmalıydı Hayri… Ortaokul mezunu olmak yetmeyecekti ona. Yükselmek için daha çok okumalıydı. Bu kez Lise diplomasının peşine düşer. Ne var ki, bir süre sonra şu kanıya varır: “Ustasız çırak, zenaat öğrenemez”

Bunun üzerine gece okuluna yazılır. Gündüzleri Milli Eğitimdeki işini sürdürür, geceleri okula gider, Hayat Okulu öğrenimini de sürdürür. Peki ya derslere ne zaman çalışır? Ayakta, mutfakta, yolda yürürken, otobüste,  iki taşın arasında, uykusundan özveride bulunarak…

Bu tutkulu çalışma tam sekiz yıl sürecek, Hayri gece okulunun bütün sınıflarını iftiharlık olmak üzere hem sınıf hem okul birinciliği ile bitirecektir.

Bu arada Doktor Emin Kılıç’ın Yazman’ı da olmuştur o. Hayat Okulunun öğrencilerini aydınlatan Mektuplarını kendisi kaleme alıyor, çoğaltıyor, arkadaşlarına kendisi dağıtıyordu artık.

Gazeteci olduğunu sanan, yazarlık saplantılı, yetersiz bazı kimselerin, gündemde olabilmek için sarıldığı bir yöntem vardır: “Atatürkçülük, cumhuriyetçilik, ilericilik, laiklik dünyaya geniş pencereden bakmak gibi özellikleri olan seçkin insanlara dünyayı dar etmek… Bunun için de en geçerli gerekçe: Dinsizlik, masonluk, komünistlik yaftası…

“Doktor Emin Kılıç Kale, Hayat Dersleri Okulu’nda öğrencilerine bu muzur şeyleri öğretmektedir(!)…”

“Bu okula devam eden Hayri Balta da hem dinsizdir, komünisttir hem de masondur…”

“Bunların rastlandığı yerde başları ezilmelidir.”

Yerel basında hem Dr. Emin Kılıç hem de Yazmanı Hayri Balta aleyhine günlerce yazılar yazılır, kampanyalar yürütülür…

Aslında bütün bunlar onları hem kamuoyu gözünde küçük düşürme hem de adliyenin, savcılığın,  emniyetin harekete geçmesi için ihbardır.

Ne var ki sağduyulu güvenlik güçleri yaptıkları araştırma soruşturma sonucu bunların yurda, devlete, millete zarar verecek nitelikte kimse olmadıkları, böyle bir eylemin peşinde bulunmadıkları kanısına varacaktır.

İş bu düzeye varıncaya dek elbette ki peşlerine az ajan salınmayacaktı onların. Çok ilginç anılarından biri aza aşağıda anlatılmaktadır Balta’nın:

Okula, işe gidip gelirken peşine takılan bir polis vardır. Hayri yürür, o da yürür. Hayri durur, o da durur.

Sonunda bizimki durup adamın yanından geçmesini bekler. Adam tam yanından geçerken elini yakalayıp koluna girer.

“Birader, neden öyle ötelerden zahmetle izliyorsun ki beni? Gel birlikte yürüyelim. Yürürken konuşuruz, canımız sıkılmaz, vaktin nasıl geçtiğini bilmeyiz. Böylece hem birbirimizden bilgi alış verişi yapmış oluruz, hem de sen raporuna yazacak bol doküman elde etmiş olursun…”

Sivil polis mahcup olur. Koluna girip birlikte yürümez onunla ama bir süreliğine olsun peşinden düşer.

Parmakları da az boyalara batırılıp çıkarılmayacaktır, az işlenmeyecektir emniyet kayıtlarına Hayri’nin…

Buna çok içlenen arkadaşımız küçük bir kitapçık çıkartacaktır. Her parmağının ve iki elinin mürekkebe bulayarak izini bastığı bu kitabına “Ellerim Ellerim Suçsuz Ellerim” adını verecektir.

Basının ihbarları işe yarayacak, emniyet soruşturmaları, adli ve idari takibatlar Hayri’nin, yargılanıp aklanmasına karşın, işsiz kalmasını sağlayacaktır.

Ne yapsın adam? Ailesini yaşatmak zorundadır. Yapabildiği tek iş yazı yazmaktır… Yazı makinesini  alır, bir de açılır kapanır masa uydurur, gider adliyenin önünde arzuhalcilik yapmaya başlar.,

O yıllarda benim yayınlanmakta olan günlük Kurtuluş Gazetemde de bir köşe sahibi olacak, her gün, insanları iyiye, güzele, doğruya yönlendiren yazılar yazacaktır.

Arzuhalciliğe başlayışının 30 günü dolmadan gazeteye gelişlerinden birinde adliye kapısındaki işini bırakacağını söylüyor Balta. Sebep: Ona gelen bütün müşteriler yoksuldur. Bırakın kendisine arzuhalcilik ücreti ödemeyi, kâğıt alacak, arzuhale yapıştırılacak 16 kuruşluk damga puluna ödeyecek paraları olmadığı gibi açılacak davaların yatırılacak harçlarını ödeyecek paraları da yoktur.

Arzuhalci Hayridir bu… Elinin darda olmasına rağmen bu kez yoksul müşterilerine kendisi yardım etmekte, böylece sıfırı tamamen tüketmektedir.

Sürekli basında çıkan ihbarlar sonucu kaç kez işinden olur Hayri Balta. Emniyetlik olur, adliyelik olur.

Mahkeme ,mahkeme, mahkeme…

Mahkemeleşmelerin sonunda adliyeden beratını alır Hayri Balta. Yargılama sonunda  “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimsedir!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) diye karar verilir. Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” unvanını alan tek kişi olur ama polis peşini bırakmayacaktır ve her girdiği işyerinde işten atılması için patronuna baskı yapacaktır.

Böyle bir unvan mahkeme kararı ile ilk olarak Hayri Balta’ya verilmiştir…

Bu güzel Gazianteplimizi çok mutlu eden olaylardan biri, kendisinin, çoluk çocuğunun ekmeğiyle oynayan sözüm ona basıncıları, muhbirleri mahkeme sonunda tazminat ödemeye mahkûm ettirmesidir. Balta aldığı tazminatla eşine dostuna baklava ziyafeti çeker. Bu ziyafetin adını da “Haksıza Lanet Baklavası Ziyafeti” koyar.

“Baklavayı yiyin, haksıza lanet olsun!” deyin yeter der…

Anarşi döneminde, anarşinin kanı ona da bulaşacaktır. Bir gece önünü çevirir dar görüşlü bir kaç siyasi şaki.  Böyle güzel bir insana nasıl kıyılır? Bir gece önünü çevirdi dar görüşlü bir kaç siyasi şaki,  kendileriyle gelmesini söylerler. Gitmez o. Gelmezse öldüreceklerini söylerler.

“Gitsem beni zaten öldüreceksiniz, şimdi öldürün…” der. Direnme, kapışma bir tabancanın bir el ateşlenmesi ile sonlanır. Şakiler kaçar, o ise ağır yaralı olarak yere yığılır.

Neyse ki o ara mobilet motoruyla biri geçmektedir oradan.

“Vuruldum!” der mobiletliye inleyerek. “Beni Hastaneye yetiştir arkadaş!”

Yerde kanlar içinde yatan bu adamı alıp hastaneye taşır mobiletli insan kişi. Böylece, ağzından 15 gün kan gelmesine karşın, ölmez Hayri Balta…

Yaşayacak daha çok ömrü, yazacak çok yazısı, uyaracak çok insanı vardır daha onun.

Başkente göçülür. Genel İş Sendikasında iş bulunur.

Doğum günlerini hiç bir zaman kutlayamamış olan Hayri’miz 43’ncü yaşında gece lisesini bitirmiş, sınavlara girerek 44 yaşında Hukuk Fakültesini kazanmıştır.

Hukuk Fakültesi öğrenimini bin bir güçlüğe karşın güçlükle bitiren Balta artık 49 yaşında bir avukattır.

Yenimahalle’de, evine yakın bir büro açar. Büronun kapısına levhasını asar:

AVUKAT

HAYRİ BALTA

 

Bütün bunları ne kadar da kolay anlattım. Zor yazabileceğimi düşünüyordum ama kolay yazdım. Gelin de bir de Hayri Balta’ya sorun hele bakalım, bu hayatı o kadar kolay yaşadı mı? Bu sona o kadar kolayca ulaşabildi mi?

Bakkal Ahmet amminin kehanetinde olduğu gibi Çankaya’da değilse de Başkentte, bir hukuk adamı olmanın güzelliğini yaşamayı sürdürdü yıllarca Sevgili Hayri Balta sonunda!

Ancak çektiği sıkıntılı, acılı yıllar, onun doyasıya avukatlık yapmasına izin vermedi. Geçirdiği bir kalp krizi erken yaşta emekliye ayırdı kendini.

Bu kez evinde oturacak insanları iyiye, güzele, doğruya yönlendirecek yazılar yazacaktı. Yazdı da. Ne var ki yazılarını bir süre yayınlayan gazeteler çok geçmeden ona ardını dönüyordu. Sakıncalı yazardı o. Onun yazıları yüzünden gazetelerin aboneleri azalıyordu.

Böyle böyle Gaziantep’teki hemen hemen bütün gazeteleri dolaştı. Sonunda onuncu köy de kalmadı. Bunun üzerine kendi gazetesini kurdu. Bu çocuklarının ona yaptığı en güzel sürprizdi.

Bir gün kızları Hayri Baltayı bilgisayarın başına oturturlar.

İnternette: www.tabularatalanayalanabalta.com adresinde bir site kurar.

Ekranda bir sanal gazete belirir:

TABULARA, TALANA, YALANA BALTA

+

EMPERYALİZME, IRKÇILIĞA, ŞERİATA HAYIR!..

+

BU SİTE: DİNÎ, EDEBÎ, FELSEFÎ, SİYASÎ, DEMOKRAT, LAİK, MADDECİ BİR SİTEDİR…

Sorumlusu: Av. Hayri BALTA’dır…

 

Bu ne güzel bir şeydir!..

O günden sonra Hayri Balta kendini sitesine adar. Bütün yazılarını burada yayınlar. Sadece kendi yazılarını mı? Fikir akrabası olan bütün dostlarının yazılarını da…

O şimdi var gücüyle yazmayı sürdürüyor. Nerdeyse 150’e yakın yayına hazır dosyası var. Erinmemiş, fotokopi yaptırıp bunların 50 kadarını da bana yollamıştır. Gözüm gibi baktığım o dosyaları her yeni ev taşımamda “yangından ilk kurtarılacaklar” gibi her şeyimden önce özenle paketler, taşınmaya hazır hale getiririm.

Bugünlerde yine yol göründü bana…. Yeni bir eve taşınmak üzereyim. Önce Balta ustamın emanetlerini hazırladım. Ev mülkün olmazsa böyle benim gibi 50 yılda 70 eve taşınırsın.

“Ucunu ucuna ekleyip bir evcik edinseydin ya” diyenlere, derim ki: “Bir hırka bir lokmaya eyvallah diyen abdala mülk ne gerek? Öbür dünyaya götüremez nasıl olsa.”

Sevgili Balta’nın hep acılarını anlattım. Biraz da insanın içini ışıtan haberlerine yer vereyim:

Uzun yıllar boyunca yoksulluk denen kılıcın keskin soğuk ucunu hep ensesinde hisseden Balta ailesinin ekonomik yaşamı ansızın değişir. Ninelerinden kalan bağlar şehir planı dâhilinde kalınca kendisine; her çocuğuna birer daire armağan eder, bankada güvence olarak tutabileceği bir miktar nakit sahibi haline gelir sevgili ustam.

Bütün bunlardan daha değerli olanı ise, bu dönem içinde altının değerini bilen kuyumcular da olur. Ona yakınları önce “Bilge” sanını lâyık görür. Kendisi ise : “Bilgeliğim bilgili oluşundan değildir; yaşadığım acılara sabırla katlanmamdan gelir…” der…

Böylece adı: Avukat Hayri Bilge Balta olur.

Ardından dostları ona “Eren”liği de uygun görür. Erenliği de şu şekilde açıklar: “Dini; ezoterik ve Batınî açıdan ele alırım. Allah’ı da olgun insanın olduğu yerde bulurum. Olgun insanın olmadığı yerde Allah yoktur; Şeytan vardır!..” der…

Bu kez de adı:

“Av. Eren Bilge Balta” olur.

Av. Eren Bilge Balta’nın şimdi kendisini anlayan birçok okuru, hayranı, dostu var. Bunlardan biri de benim. Sevgili Balta’yı hep ustam olarak gördüm, ustam olarak andım. Bu, bundan sonra da böyle sürecek.

Bizim gibi insanlar için mal, mülk, servet değil küçücük bir san bile hazinedir. Sevgili Av. Eren Bilge Balta ustamı bu “san”larıyla çok varsıl görerek seviniyorum.

O tanıdığım insanların en güzellerinden biri.

Keşke dünya böyle güzel insanlarla dolu olsa!

Fevzi Günenç, 26.6.2009

X

XX

HAYRİ BALTA’NIN

 

  1. EKMEK KAPILARI…

 

  1. Çocukluk dönemi: Kışın evde, yazın bağlarda…12.6.1932 12.2.1950,
  2. Gençlik dönemi :
  3. Debbağlık, dokumacılık… Çalışma saatleri dışında kahvelerde kağıt ve tavla oynamak, futbol, içki ve sigara… 12.2.1950-1.7.1957,
  4. Baklavacı tezgahtarlığı: İstanbul Pangaltı’da dayım Tahir Öztemir’in yanında. 1.7.1957-1.10.1957,
  5. Debbağlık-Dokumacılık: Gaziantep, Tabakhane’de… 1.10.1957- 26.4.1958,
  6. Kâtiplik : Gaziantep Teknik Ziraat Müdürlüğünde Mak. Teknisyeni Cumhur Yaşar’ın yanında. 26.4.1958-28.7.1958,
  7. Dokumacılık: Tabakhane’de Ekrem Güzelhan ve Fevzi Dölek yanında. 28.7.1958-4.8.1958,
  8. Kâtiplik: Nakliyeci Kamil Apa yanında. 4.8.1958-26.8.1958,
  9. Debbağlık: Tabakhane’de kardeşim Hasan Balta’nın yanında. 26.8.1958-5.9.1958
  10. Tezgahtarlık: Baklavacı Vasıf Güllü yanında. 5.9.1958 -16.3.1959,
  11. Debbağlık: Tabakhane’de kardeşim Hasan Balta yanında.16.3.1959-1.2.1960.

10.Kâtiplik ve Başkatiplik: Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğü Sicil Bürosunda.

Gaziantep Millî Eğitim Müdürlüğü  Okul yaptırma Bürosunda Başkâtiplik. 1.2.1960-1.11.1962,

  1. Muhasebecilik: Gaziantep Amerikan Hastanesinde.1.11.1962-1.12.1967,
  2. Personel Şefliği. Gaziantep Yapı işleri 9. Bölge Müdürlüğünde   1.12.1967-1.1.1969
  3. Arzuhalcilik: Gaziantep Hükümet Konağı önünde Baki Çelik yanında. 1.1.1969-10.1.1969,
  4. Serbest Muhasebecilik: Gaziantep 2 numaralı Vakıf İşhanında.10.1.1969-20.1.1969,
  5. Muhasebecilik: Gaziantep Fayans Ticaret Şirketinde. Cevdet Dai yanında. 20.1.1969-21.2.1969,
  6. Gazetecilik: Gaziantep Kurtuluş gazetesinde Fevzi Günenç yanında. 21.2.1969-1.4.1969,
  7. Sinema Gişesinde Bilet Satma: Nakıp Ali sinemasında Cengiz Nakipoğlu yanında.. 21.2.1969-1.4.1969,
  8. Katiplik: Gaziantep CHP İl Merkezinde Abdurrahman Öngel’le Birlikte. 1.4.1969-20.10.1969,
  9. Muhasebe Yardımcılığı Velmic İplik ve Dokuma Fabrikası’nda. 20.10.1969-30.4.1971
  10. Ankara Genel-İş Sendikası Genel Merkezinde daktilo: Önceleri Hukuk Bürosunda Lütfü Gülergün yanında ve sonra, Muhasebe Bürosunda Erol Saraçoğlu yanında.

Daha sonra Muhasebe Şefliği. 1.5.1971-7.1.1980,

21.Stajyer Avukatlık:

Av. Osman Öz yanında 6 ay,

Ankara Yenimahalle Adliyesinde 6 ay…  7.1.1980-7.1.1981,

  1. Avukatlık: Ankara Barosuna kayıtlı olarak. 18.2.1981-11.3.1991,
  2. Evde Yazarlık: 11.3.1991’de miyokart kalp krizi geçirerek kalbimin ¾’ü çalışamaz duruma gelince eve çekilerek yazarlık yapmak… 11.3.1991.

X

XX

  1. ÖĞRENİM ÇABASI:

 

  1. Çocukluk : 12.6.1932-1947,
  2. İlkokul      : Gaziantep Gazi ilkokulundan pekiyi derece ile… 1942.
  3. Ortaokul : İlkokulda okurken 1942’de annem öldü. Ortaokulda okurken yapılan bir temizlik yoklamasında: “Gömleğin kirli, git değiştir gel!” diye eve gönderilince o yıl   okula dönemedim 1944.

Bir yıl sonra 1944’te yeniden 1. sınıfa başladımsa da anne yokluğu, bakımsızlık ve ekonomik koşullar nedeniyle okuldan koptum ve 37 yaşına değin ilkokul mezunu olarak yaşadım.

  1. Başıbozukluk: Gaziantep Tabakhanede yanında çalıştığım Debbağ ustam Hacı Kimya adlı kişinin Mesnevi’ye ilişkin yorumları ilgimi çekince altı ciltlik Mesnevi’yi alıp okumaya başladım. 1952.
  2. Askerlik: Ankara Mamak Muhabere Okulunda  Şifre Çözme Kursunu pek iyi derece ile bitirdim. İstanbul Ayazağa Süvari Okulu Muhabere Bölüğüne gönderildim. Buradan gönderildiğim  Beşiktaş Yıldız Tank Taburundaki Telsiz Bakım ve Onarım kursunu da  pek iyi derece ile bitirince çavuşluk rütbesi ile ödüllendirdiler. 1954.
  3. Askerlik sonrası: Gaziantep Ticaret Lisesi’nin açmış olduğu Muhasebe Kursuna devam etmeye başladım. Bütün dersleri izledim; ancak, bitirme sınavlarına girmedim. Öğretmenimiz: Ali ihsan Gereççi idi. 1956.
  4. Futbol Hakemliği: Futbol oynayamaz duruma gelince Gaziantep Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğünün açmış olduğu Futbol Hakemliği kursuna gittim. Bu arada Dr. Emin Kılıç Kale’ye intisap ettiğim için bitirme sınavlarına girdiğim halde  diplomamı bile almayarak futbol yaşamına veda ettim. “YENİDEN DOĞUŞ” başlamıştı… 1957.
  5. İlkokul Kitaplarını okuma: Bir ara ilkokulda gördüğüm dersleri unuttuğumun ayrımına varmam üzerine ilkokul derslerine çalışmaya başladım. 1957.
  6. Musikide Hayat dersleri: Gaziantep’te Dr Emin Kılıç Kale’ye intisap ettim. 11.3.1958.

Burada: Ahlak,  Felsefe, Müzik, Tasavvuf,  Yaşam  ve Tanrı ve Din bilgisi dersleri aldım. Tevrat, İncil ve Kuran üzerinde araştırmalarım üzerine İncil ve Kuran uzmanlığı sıfatını kazandım.

Dr. Emin kılıç Kale’ye intisabım yaşamımın dönüş noktası oldu. Ölmeden Önce Öldüm, Yeniden Doğdum… 11.3.1958 –

  1. Amerikan Hastanesi Müdürü Mr. Ayzli ve Amerikan Hastanesi Doktorlarından Mr. Updegraf’tan çok az  olsa da İncil dersleri aldım.
  2. Daktilo Kursu: Gaziantep Ticaret Lisesi’nin açmış olduğu Daktilo kursunu pekiyi derece ile bitirdim. Bu arada Güney Anadolu Daktilo yarışmasında birinci oldum.  Öğretmenimiz Oya Tarhan adlı bir bayandı, 1963.

Güney Anadolu çapında hızlı ve yanlışsız daktilo yazma yarışmasında  birinci oldum. Daktiloda yazmak benim mesleğim oldu.

  1. Dışarıdan ortaokul diploması almak için dışarıdan bitirme sınavlarına girdim. 1964.
  2. Gaziantep’te Akşam ortaokulu açılınca dışarıdan bitirme düşüncemden vazgeçerek okula gitmeye başladım, 1965.

Okulu pek iyi derece ile ve okul birincisi olarak bitirdim.

Akşam Orta Okulunu bitirdiğimde 37 yaşında idim ve öğrenciler arasında benden daha yaşlısı yoktu, 1969.

  1. Akşam Lisesine Giriş: Ortaokulu bitirir bitirmez Gaziantep Akşam Lisesi’ne kaydımı yaptırdım. 1969.

Ancak düşünce ve inanışlarım nedeniyle bana yaşam hakkı tanımayan kavmiyetçiler ve ümmetçiler yüzünden, ruhsal rahatsızlığı olan akrabamın tahrikleri ve de polisin rahatsız etmesi üzerine 10 Mart 1973’te Ankara’ya göçtüm.

  1. Ankara Anafartalar Akşam Lisesi’ni iyi derece ile bitirdim. 2.6.1973.
  2. Gazi Eğitim Öğrenciliği: Liseden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Akşam bölümüne gitmeye başladım. 15 gün sonra Yaşamın geçmiş olması nedeniyle 7.3.1974 tarihinde okuldan kaydımı silerek öğrenciliğime son verdiler. 22.3.1974.
  3. Üniversite sınavlarını kazanmak için  kendi kendime not alarak çalıştım. Aldığım notları ayakta, mutfakta, yatakta okurdum. Öylesine çok not almışım ki hala  bileklerim ağrır, 1974.
  4. İngilizce Kursları:

Gaziantep Akyol ilkokulunda açılan ve  Barış Gönüllüsü bir Amerikalı bayanın öğretmenlik yaptığı İngilizce kursuna gittim, 1960.

Üniversite sınavlarına hazırlanırken Ankara’da İngiliz Kültür Derneğinin açtığı İngilizce kursuna bir dönem gidip gelmeye başladım. Ne var ki çevremde İngilizce konuşan olmadığı için unuttum. 1974.

  1. Hukuk Fakültesi:  1. Tercihim olan Ankara Hukuk Fakültesini tutturunca kaydımı yaptırdım. Genel-İş Sendikası Genel Merkezi Muhasebe Bölümünde daktilo olarak çalışıyordum. Sendika ileri gelenleri günde bir saat olsun derslere gitmeme izin vermedi. Oysa ben Akşam Ortaokulu ve Akşam Liselerinde dinleyerek öğrenmeye alışmıştım. Profesörleri dinlemeden yalnızca ders kitapları üzerinden öğrenmeye çalışmak bana çok zor geldi.

42 yaşında olduğum için sayfanın altına gelince baş tarafını; baş tarafına dönünce altını unutuyordum. Yine de yılmadım ve bu nedenle Hukuk Fakültesini 5 yılda ve orta derece ile bitirebildim. 19.12.1979.

  1. Stajyerlik: Av. Osman Öz yanında ve Ankara Yenimahalle Adliyesinde stajyerlik yaptım. Bir yıl süren bu stajyerlik döneminde çalışıp para kazanmak yasak olduğundan Genel-İş Sendikasından aldığım 10 yıllık kıdem tazminatı ile geçindim, 1980.
  2. Muhasebe Enstitüsünde Mastır: Avukatlığa başladığım yıl AİTİA Muhasebe Enstitüsünde 1 yıl ve 2 devre muhasebe mastırı yaptım. Ancak avukatlık mesleği ikinci yıl devamıma olanak vermedi. 5.11.1980-198l.
  3. Saz Kursları:

İşyerimin hemen altında bulunan Yenimahalle Gençlik merkezinde. Saz Öğretmenim Aydın Aksaraylı adında bir gençti. 1.12.1984.

Yenimahalle Halk Eğitim merkezinde. Öğretmenimiz Cüneyt Pakdemirli adında bir gençti. 1.12.1985.

Halaykur Derneğinde. Öğretmenimiz Ali Demirhan’dı ve  TRT’de çalışırdı. 1.12.1986. İ

İhsan Öztürk yanında, 1988.

  1. Türk Sanat Müziği Kursu: Çankaya Halk Eğitim Merkezinde Öğretmenimiz Fevzi Demirkol, 1.10.1987-27.6.1988.

Ayrıca SSK’nın Türk Müziği çalışmalarına da katıldım.

Adını hatırlayamadığım bir tanınmış müzisyenin yanında da müzik kurslarına gidip geldimse de artık gücüm yetmiyordu ve kalbim tekliyordu.

  1. Batı Müziği:
  2. Dönem Org Kursu: Melih Kibar’ın Ankara Çankaya’da açtığı özel Org kursu. Öğretmenimiz Can Atilla idi.

Org kursu Birinci Dönemi  iyi derece ile 1.6.1990 tarihinde bitirdim.

  1. Dönem Yüksek Bölüm Org Kursu: Aynı yıl yüksek derece org kursuna  başladım. 5,5 ay gidip geldikten sonra 11.3.1991 tarihinde kalp krizi geçirmem üzerine bir daha kursa gidemedim.
  2. Tarihi ve Dini Müzik: Bütün bunlar dışında; Tarihi ve Dini müzik çalışmalarım 1958 yılından bu yana sürmektedir. Önceleri Dr. Emin Kılıç Kale ile Ankara’ya göçtükten sonra da oğlu Yüksek Mimar Mühendis Polat Kale ile birlikte yaptığımız bu müzik çalışmaları Polat Kale’nin kalp krizi sonucu öldüğü tarih olan 1995’e kadar sürmüştür.

Şimdi ise evde, kendimi güçlü hissettikçe, org çalmakta ve piyanoyu da öğrenmekteyim.

  1. Bilgisayar İşletim kursu:  Başak Bilgisayar-29.4. 200l-27.5.2001.
  2. Bilgisayar WEB Kursu :  N. M. Bilgisayar Kursu. 9 Mart 2002.
  3. Yazar Okulu:Türkiye Yazarlar Birliğince Açılan 5. Dönem Yazar Okulu’na devam edip bitirdim. Diplomamı en yaşlı öğrenci olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir törende aldım. 26.3.2002

X

XX

  1. YAŞAMINDAKİ ÖNEMLİ OLAYLAR:

 

  1. Annemin Ölümü: Annesi, beşinci çocuğu doğurmamak için koca-karı ilacı çocuğunu düşürmeye kalkınca canından oldu.  15. 11. 1942.

Babam,  İkinci Dünya Savaşı sırasında  Zonguldak’ta yedek askerlik yapıyordu. Anamın hasretine dayanamadığı için askerden kaçıp geldi. Baktı ki anam ölmüş. Ruhsal dengesini yitirdi ve bir daha da kendine gelemedi ve 1969 yılında ölünceye değin her gece annemin ölümüne ağladı ve bir daha da evlenmedi.

Babam, yakalanıp yeniden kıtasına gönderilirken  anasız kalan biz dört kardeşi de alıp götürdü. Komutanlarına, “Ya bu çocuklara askerliğim süresince bakarsınız ya da beni terhis edersiniz!..” dedi.  Biz dört kardeş, babamla birlikte, babamın askerlik yaptığı yer olan Zonguldak ili Caycuma ilçesinde bir süre hapis yattık. Biz, dört kardeş gündüzleri, istediğimiz zaman hapishanenin bahçesine çıkıp Caycuma’lı çocuklara birlikte oynardık.

Baktılar olmayacak babamı, hapisliğinden sonra, süresiz izinli saydılar. O zaman en büyük çocuk olarak ben 10 yaşında ve en küçüğümüz 5 yaşında olmak üzere iki erkek, iki de kız olmak üzere dört kardeş idik.

Dönüşte Ankara, Cebeci’de oturan güvendiği süt annesi de  bizleri bir geceliğine olsun konuk etmeyerek kapı dışarı koyunca  Cebeci’den tren istasyonuna kadar yürüyerek şimdiki Gar’ın karşısındaki Paraşüt kulesinin önündeki tarlada yattık…

Ertesi gün gelecek treni bekledik. Çünkü, babamın otele verecek parası yoktu. Adana’ya geldiğimizde babamın parası bitmişti.

Bizleri Adana garında bırakarak Adana’daki bir tanıdığından ödünç para bulunca Adana’dan Gaziantep’e dönebildik.

  1. Müessir Fill (Yaralamada) den tutuklanıp yargılanmam: Bir futbol maçında seyircilerden birinin bana yaptığı hakaret üzerine aramızda kavga çıktı. Bizi ayırdılar ama; kavga yaptığım kişi akşam üzerine elinde bir sopa ile iki kere yolumu kesince ister istemez kavga çıktı. Sopa ile başıma vurmak istedi. Eğilince boynumdan yakalayıp kıvırmaya başladı. “Dur! Boynum kırılacak!” dedimse de kıvırmaya devam etti. Ben de cebimdeki ustura ile belini çizdim.

Bunun üzerine tutuklanıp 12 gün hapis yattım. (4.7.1955. Dosya No. Sulh Ceza Mahkemesi: 95/127)

Tutuksuz olarak yargılama sonucu  3 ay hapislik alınca yasal savunma (meşru müdafaa) gerekçesiyle kararı temyiz ettim. Karar, lehime bozuldu. Yeniden yargılama yapılacakken 1957 seçimleri sonucu, seçimlere hile yapıldığı savı üzerine, hilenin araştırılmasını istemeyen yerel politikacılarca Gaziantep Adliye Binası kundaklandı.

Benim dosya da yandığından dava ortadan kalktı…

  1. Komünistlik Suçlaması: Başlıca muhbiri ve tertipçisi Necdet Sevinç ve Zekeriya Beyaz adlı kişilerin kurduğu tertip sonucu  komünistlikten yargılandım. Mahkeme tanıkların muhbir ve tertipçi olduğuna ve bu nedenle tanıklıklarının kabule şayan olmadığına ve benim “Atatürkçü aydın bir kimse” olduğuma karar verdi.

Böylece ben Türkiye’de hakkında “Atatürkçü ve aydın” bir kimse diye karar verilen ilk ve tek kişi oldum.

  1. Basın Yoluyla Hakaret: Gaziantep’te yayınlanan  Uyanış gazetesinin hakkımda yaptığı hakaret yazıları üzerine dava açtım. Gazete sorumluları tazminat ödemeye mahkum oldu ve tazminatı alarak herkese “Haksıza Lanet Baklavası” yedirdim…1969
  2. Babamın Ölümü: 4.10.1969
  3. İşten atılmam: Gaziantep Yapı İşleri 9. Bölge Müdürlüğünde çalışırken partizanca bir tasarrufla işten atıldım.

İşverenin kötü niyetli olduğu gerekçesi ile dava lehime sonuçlandı. Aldığım tazminatla yine “Haksıza Lanet Baklavası” yedirdim. 1970

  1. Kişisel Hakaret: Adamın biri caddede giderken “Dinsiz, komünist, mason vb sözlerle” hakaret ederek üzerime yürüyünce hakkında dava açtım. Kendisine üç ay hapislik verdiler. 1970
  2. Dil tarih Coğrafya Fakültesine Dava: Puanı 370 olanları kaydettiği halde puanımın 377 olmasına karşın beni Etnografya bölümüne kaydetmemesi üzerine  ADTC fakültesi hakkında  Danıştay’da dava açtımsa da bu davayı kazanamadım. 1974.
  3. Gazi Eğitimden Kaydımın Silinmesi: DTCF     Etnografya  bölümünden kaydımın silinmesi üzerine Gazi Eğitim Akşam Türkçe bölümüne kaydımı yaptırdım. 15 gün dersleri izledim. Yaşımın geçmiş olduğu gerekçesiyle kaydımı sildiler. Millî Eğitim Bakanı ve Müsteşarı ile görüştümse de kaydımı yenilemeyi başaramadım. 7.3.1974-22.3.1974.
  4. Kurşunlanmam olayı: Baba annemin ölüm döşeğinde olduğu haberi üzerine Ankara’dan Gaziantep’e gittim. Gaziantep’e gece indim. Evimizin önüne gelince iki kişi yolumu kesti. İkisinin de elinde tabanca vardı. Tehditle beni alıp götürmek istediler. Direnince de birisi yarım metreden göğsüme doğrulttuğu tabancasını ateşledi. Kurşun sağ göğsümden girerek sağ arka kürek kemiğinden çıktı. Yol kesici caniler çantamı da alıp kaçtılar. Ben de hemen hastaneye ulaştım. Hayati tehlike olduğuna ilişkin rapor verildi. 17 gün ağzımdan kan geldi.   27.3.1977.
  5. Kardeşimin Ölümü: 50 yaşındaki kardeşim kemik kanserine yakalandı. Bunun üzerine ayaklarından biri dizden yukarı kesildi. Ne var ki hastalık akciğerlerine atlamıştı. Akciğer kanserinden gözümüzün önünde son nefesini verdi. Hiçbir olay beni kardeşim Hasan Balta’nın ölümü kadar etkilememiştir.
  6. Belimin Kırılması: Kış günü buzda kayarak sırt üstü düşünce 12. Omurga kemiğim kırılmış ama; bereket, sinirlerim kopmamış. Eğer kopmuş olsa imiş belimden aşağısı tutmaz felç olurmuşum. Çelik korse takarak üç ay sert bir yatakta yattım. Doktorlar nasıl olup da felç olmadığıma şaşıp kaldılar. 26.2.l985.
  7. Atatürk Davası: 12 Eylülcüler İslam âlemini kazanmak ve Atatürk’ü şeriatçı çevrelere şirin göstermek üzere; onu, Muhammet yolundan gitmeyi öğütleyen bir şeriatçı gibi gösterince DTCF ile TRT hakkında dava açtım. Atatürk’e mal edilmeye çalışılan “Son Mesaj”ın uydurma olduğunu kanıtladım. Bu belgeleri Türkiye’deki bütün üniversite ve Devlet ve Hükümet büyüklerine gönderdim. Ancak usul yönünden, yani Atatürk’le hukuksal bağım olmadığından, mesajın uydurma olduğuna karşın davayı kaybettim ve Davalılara mahkeme gideri ile vekalet ücreti ödedim. Dosya No: Ankara 14. As. Huk. Mah. 1988/793.
  8. Şeriat ve Kadın Davası:Sayın Öğreticim Prof. Dr. İlhan Arsel’in yazmış olduğu Şeriat ve Kadın adlı kitap için İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde (Basın Mahkemesi) Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’la birlikte İlhan Arsel’in adı geçen kitabının savunmasını yaptık.
  9. Türk ulusuna Temyiz Dilekçesi: İBDA-C yayın organlarından birinde Atatürk’e şu sözlerle “Nalları diken İngiliz ajanı, Leşi kokan alçak, Cehennemin dibinde mekanı hazır olan lanetli…”   diye yazarak hakaret edilmesi üzerine İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen dava sonucu bu yazıyı yazan ve basan hakkında beraat kararı verilmesi ve bu kararın kesinleşmesi  üzerine Türk Ulusuna bir temyiz dilekçesi yazdım. Çünkü en son temyiz mercii Türk Ulusu idi. Mahkemeler bütün kararlarını Türk ulusu adına verirlerdi…

Bu dilekçeyi resmi kurumlarla ileri gelen Atatürkçü aydınlara göndermem üzerine Adalet Bakanlığı yazılı emir yoluyla sanıklar hakkında yeniden dava açtırdı ve yapılan mahkeme sonunda sanıklar cezalandırılarak suç konusu yazının bir daha yayınlanmasını yasakladı. Bir daha yayınlayamadılar.Eğer bu davayı açtırmasa idim. Atatürk’e hakaret içeren yazıyı beraat etti diye her yayınlarında sık sık yayınlayacaklardı.

Dört kişilik İBDA – C mensubu işyerime gelerek benden hesap sormaya kalkıştılar. Ben kendilerinden hesap sormaya başlayınca çekilip gittiler.23.12.1989.

  1. Kalp krizi: 11.3.1991’de M ağır bir kalıp krizi geçirdim. Kalbimin ¾’ü tahrip olduğundan kalp yetmezliği hastalığına yakalanarak avukatlık yapamaz duruma geldim.

Prof. Kemali Beyazıt, Doçent Dr. Cahit Kavak ve İstanbul Kalp Vakfı doktorları yeni bir kalp taktırmazsam üç ay yaşayamayacağımı söylediler. “Hayır, bıçak değdirmem. Öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini kabul etmedim. Vücudum kendi kendini yeniledi. Ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbimi besledi. 11.3.1991.

  1. Tazminat Davası: Beni kurşunlayanlardan birini yirmi yıl sonra teşhis ettim. Savcılığa bildirdimse de aradan yirmi yıl geçtiği için zaman aşımı gerekçesiyle takipsizlik verdiler. Ankara Ulus gazetesinde yazdığım bir yazı nedeniyle beni kurşunlayan adam hakkımda tazminat davası açtı… Bu dava aşamasında davalıya hakaret ettiğim gerekçesiyle ikinci bir dava açıldı ve her iki davayı kaybederek beni kurşunlayan adama bir de tazminat ödedim. Bu dava ile ilgilenecek olanlar için dosya numaralarını veriyorum:

Ankara 13. AHM. E.No. 1994/330,  K.No. 1995/486.

Ankara 10. AHM. E. No. 1995/529, K. No. 1996/78

Gaziantep Cum.Sav. Hz.No. 1994/453

Kahramanmaraş Katliamında yakınlarını kaybedenler için bu iki dosyada tarihî   bilgiler vardır…

İkinci kalp krızi. 10 kasım 2006

Pil takılması 18 kasım 2006

Eşi meliha balta’nın ölümü 18 ocak 2007

Kalp pilinin 2. Kalp Pili ile değiştirilmesi 2010

+

İşte bir ömür böyle geçti…

Av. Hayri Balta, 2.7.2012

X

ALLEBEN ÇOCUĞU HAYRİ BALTA İLE YAPILAN

RÖPORTAJ

+

GAZİANTEP’İN MATERYALİST AYDINI DA VARDIR

BU MATERYALİST AYDIN AVUKAT HAYRİ BALTA’DIR

 

 

Konuşan                     : Fevzi Günenç

Fotoğraf altı yazılar  : Fevzi Günenç – Yener Balta

Fotoğraflar                 : Servet Şahin

 

“HAYRİ BALTA KİMDİR?”

 

1932 yılında Gaziantep’te doğan Hayri Balta kendi küllerinden yeniden doğmuş gerçek yurtsever materyalist bir aydındır.

Çocukluk ve gençlik  yıllarını yaşam hakkında hiçbir fikri olmadan yaşamıştır.

Onu düşünmeye ve yaşama hırsla sarılmaya iten ortaokulda yaşadığı bir olaydır.

 

1945 yılında Gaziantep lisesi Ortaokul 1. Sınıfa giderken yapılan bir temizlik yoklamasında öğretmeni: “Gömleğin çok kirli, git değiştir gel!” demiş.

Buna çok üzülen Hayri Balta, çok da istediği halde, utancından bir daha okula gidememiştir…

 

Çünkü gömleğini yıkayacak, temiz giyinmesini sağlayacak bir anneden yoksundu.

O, 10 yaşında iken annesi hakkın rahmetine kavuşmuştu. (Bu tanıtım benimdir. Fevzi  Günenç):   

 

FOTOĞRAF: 1

 

 

BALTA AİLESİ

X

“1. Sizin ‘Ustasız sanat öğrenilmez!’ diye ünlü bir sözünüz var. Kimdi küllerinizden yeniden doğuşunuzda etken olanlar?”

 

Okula gitmeyişime karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuşuyordum.

Okuyamama eksikliğimi; günlük gazeteler, haftalık ve aylık dergilerle, kitaplar okuyarak gidermeye çalışıyordum.

 

25 yaşında Gaziantepli insan-ı kâmil, tasavvufçu ve musikişinas  Dr. Emin Kılıç Kale’ye intisap ettim.

Ondan; ahlak, yaşam ve tasavvuf dersleri yanında müzik dersleri tahsil ettim.

O toplulukta; kimi zaman tef çaldım, kimi zaman da Nay (Ney)  üfledim.

 

Bu topluluğa “ölü” olarak girdim “diri” olarak çıktım.

Daha doğrusu; çıkış değil de, atıldım.

 

Nedeni de:  Vahye karşı aklı; dine karşı bilimi, teokrasiye karşı laikliği, şeriata karşı cumhuriyeti, yaratılışçılığa karşı evrim teorisini, idealizme karşı materyalizmi, bireyciliğe karşı toplumculuğu seçmemdi.

Bu görüşlerim ise Dr. Emin Kılıç Kale ve öğrencilerine ters geldi…

 

Hakkımda olumsuz davranışıma ilişkin bir söz söyleyemezler.  

Sorarsanız eğer; “Hayri Balta, eline, diline, beline bağlı aydın bir kişi!” derler.

 

FOTOĞRAF: 2

 

 

(O BİR NEYZENDİR… Hayri Balta, 1958’de Dr. Emin Kılıç Kale ile başladığı Tarihi ve dinî müzik çalışmalarını Ankara’ya göçtükten sonra da sürdürdü.  Bu kez meşk arkadaşı ilk öğreticisinin oğlu Yüksek Mimar Mühendis Polat Kale’ydi.  Polat Kale’nin kalp krizi sonucu yaşamını yitirdiği tarih olan 1995’ten sonra ise Balta, “ney”ini ancak evde, kendini güçlü hissettikçe üfleyebilmektedir…)

X

“2. Ama o yıllarda yerel basında sizin için kampanya başlatılmıştı.

Bu kampanyalar hakkınızda üzerine dava açılmıştı…”

 

Evet, doğru…

“Emin Kılıç’ın öğrencisidir;

Ama, dinsizdir, komünisttir, masondur…”

denilmişti.

 

Dünya görüşüm nedeniyle kavmiyetçi ve ümmetçi kişilerce hakaretlere ve iftiralara uğrayarak komünistlikten yargılandım.

Yargılama sonunda  “Hayri Balta, Atatürkçü ve aydın bir kimse!” (Gaziantep Sorgu Hakimliği. E. 962. K. 127/16) kararı ile aklandım.

 

Böylece Türkiye’de mahkeme kararı ile “Atatürkçü ve Aydın” unvanını alan tek kişi oldum:::

Ne var ki; bu kararın hiçbir etkisi olmadı; ömrüm boyunca Mit ve Emniyetçe kovuşturuldum, göz altında tutuldum.

 

“Atatürkçü ve Aydın bir kişi…” olduğuma ilişkin karar verilmesine karşın  polisin baskısı nedeniyle 10’a yakın işyerinden kovuldum.

Bütün bunlar yanında çok sevdiğim Gaziantep’i terk etmek zorunda kaldım.

 

FOTOĞRAF: 3

(İYİ BİR OKUYUCU… Eren Bilge Balta için iyi bir okuyucu demek yerinde olur. O, okumanın yararına o kadar inanır ki, okumayan bir yazarı, sulanmayan ağaca benzetir. Doğal olarak da sulanmayan ağaç ise sonunda kurumaya mahkûmdur. her gün iki gazete, haftada bir iki dergi,  her ay da en az bir iki kitap satın alır  ve okur. Gazete, ve dergilerden kestiği kupürleri özenle biriktirir…)

X

 

“3. Çocukluk ve ilk gençlik döneminiz nasıl geçti?

Bu konuda verebilir misin bilgi…”

 

Çocukluk dönemim kışın Tabakhane’deki evde, yazın İbrahimli köyüne yakın bağımızda geçti.

Bağlarda geçirdiğim günler en güzel günlerimdi.

 

!ki erkek iki de kız; biz, dört kardeşin annesiz yaşaması kolay değildi.

Küçüklüğümüzde bizimle Babaannemiz Fatma Balta ilgilendi.

 

18 yaşıma gelinceye kadar Tabakhane’de dericilik, kilimcilik yaptım.

Çalışma saatleri dışında kahvelerde kağıt ve tavla oynadım.

 

Her gün ikindiye doğru futbol oynamak için Kamil Ocak stadına koşardım.

Futbolun yanında içki ve sigara da kullanırdım

 

Askerlikten sonra  İstanbul Pangaltı’da; dayım Tahir Öztemir’in yanında, Baklavacı tezgahtarlığı yaptım.

Üç  ay süren tezgahtarlık yaşamımdan sonra kendimi yeniden Gaziantep’te dericilik, kilimcilik yaparken buldum.

X

“4. Çocukluk yıllarınızda unutamadığınız bir anınız var mı?

Bunlardan birini kısaca anlatsan olmaz mı?”

 

Hayatımın her dönemi unutulmaz anılarla dolu…

Bunlar unutulur mu?

 

Tabakhanenin esrarcı gençlerini tanıdım.

Onlara özendim, kabadayılık yaptım.

Bunları ayrıntılı olarak

Anılarımda ve Günlüklerimde anlattım…

 

Okula gitmememe karşın; okuma ve öğrenme tutkusu ile yanıp tutuşuyordum.

Öğrenimimi sürdüremeyişimin eksikliğini; günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerle, kitapları okuyarak gideriyordum.

 

Okuldan koptuğum yıllarda geçimimi dericilik ve kilimcilik yaparak sağladım.

Çalışmaktan artan boş zamanlarımda futbol oynadım. …

 

Hakemlik kursuna gittim; Saip Aksoy (Karamaça) kurs öğretmenimizdi.

Yanlış yaptığımızda tepkisini tebessüm ederek gösterirdi.

 

Stajyer olarak yönettiğim ilk maçta geleneksel tezahürat yapılınca hakemlikten vazgeçtim.

Bu sırada Dr. Emin Kılıç’a intisap edince diplomamı almaya bile gitmedim.

X

“5. Yok mu ilginç bir anınız.

Bir de bunu anlatsanız…”

 

1942 yılında 2.Dünya Savaşandı babam yedekler arasında askere alınmıştı.

Annemin özlemine dayanamayan babam askerden kaçıp gelmişti.

Ne var ki babam eve geldiğinde annem çoktan geçinmişti.

 

Annemin ölüm haberini duyunca yıkıldı babam…

Gelemedi kendine yıllar geçse de aradan…

 

Tam 28 yıl her akşam  içti içti ağladı.

İçerek kendinden geçtiğinde bile,

Annemin adını sayıkladı…

 

İşte böyle geçti biz dört kardeşin çocukluğu, gençliği…

İşte böyle başladı kaderin bize biçtiği çizgi…

 

Babam asker kaçağı ya; polisler, inzibatlar babamı aramaya başladı.

Babam da onlara yakalanmamak için divik divik kaçmaya başladı.

 

Zaman zaman mahalle muhtarından, komşulardan babamı sorarlarmış.

Yani sizin anlayacağınız asker kaçağı babamı ararlarmış.

 

Kimileri de dermiş polislere:

“Dört çocuğu ile ortada kaldı adam, ne etsin…

Hele rahat bırakın biraz kendine gelsin!”

 

Bir akşam babamdan az sonra güvenlik güçleri evimizi bastı.

Babam, gelenlerin polis olduğunu anlayınca; merdivenlerden çıkarak tavan arasına kaçtı.

 

Polisler içeri girip sağa sola baktılar…

“Yahu bu adam nereye gitti böyle.

Kuş olup uçamaz ya!..” diye

Aramadık yer bırakmadılar.

 

Birisi, “Muhakkak çatıdadır!” diyerek hemen çatıya çıktı.

Babamı çatı katında da göremeyen polis şaştı…

 

“Ola ki bardaktadır!” diyerek bardağa da çıktılar.

Aradılar taradılar; babamı, bardakta da bulamadılar.

 

Polisler çatıda gezerken kiremitlerin çatır çatır kırılıyordu.

“Artık babamın kurtuluşu yok!..” olacak tutuklu.

 

Düşünüp durdum: “Artık tartaklaya tartaklaya götürürler!”

Bir de baktım polisler, elleri boş aşağı indiler.

 

Suratlarından düşen bin parçaydı…

Birisi de homur homur homurdanmaktaydı…

 

Bu bizim ailenin ne yazgısı varmış.

Birinci kuşak dedemlerin evini kaçak tütün satıyor diye reji memurları basmış.

 

İkinci kuşak babamın evini de asker kaçağı diye basıyorlar.

Üçüncü kuşak benim evimi de ”Komünist!” diye basıyorlar.

Umarım çocuklarım, torunlarım bizim yaşadıklarımızı yaşamazlar.

 

Onlar gittikten az sonra bir de baktım babam çatıdan aşağı indi.

Ben sanmıştım ki babam çatıdan komşunun damına atlayıp gitmişti.

 

Meğer öyle yapmamış.

Güvenlik güçleri komşu evlerin kapısını da tutmuşlar düşüncesiyle komşunun damına atlamamış.

Polisler çatıya çıkınca saçağa iki eliyle yapışarak aşağı sarkmış.

Düşerse bile aşağıda komşu evin damı varmış

 

Onlar gidinceye kadar öylece sucuk gibi aşağı sarkıp kalmış…

Onlar çıkıp gittikten sonra da dönüp bardağa atlamış.

 

Babamdan böyle bir şeyi hiç ummazdım.

Kendisi içe dönük sessiz sedasız biri sanırdım.

 

Sessiz, sefil bir yapısı vardı.

Babaannem kendisine “Sefil Mamet, benim sefil oğlum!” diye takılırdı.

 

Babam asker kaçağı olarak semtimizin diline düştü.

Güvenlik güçleri sık sık babamı araması hepimizi bıktırdı.

 

Babam baktı olmayacak.

Bir gün biz dört kardeşe “Hazırlanın hep birlikte gidiyoruz,

Gideceğimiz yer Zonguldak…

 

 Komutanlarına bizi göstererek: “Ya beni terhis edersiniz; ben de para kazanır bu çocuklara bakarım;

Ya da ben terhis oluncaya kadar çocuklarıma burada bakarım.

 

Bu çocuklarımı Allah anasız bıraktı; ben de babasız bırakamam…

Ölüm pahasına da olsa çocuklarımdan ayrılamam…

 

Baba annem;

“Yapma çocukların başına bir iş gelir…

Yerinden uğrayan kırk kadıya uğrar.

En küçüğü ölüm!

 

Çocukları bana bırak, ben bakarım.

Sen git askerliğini yap gel.

Ne olur sözümü dinle gülüm!”

dediyse de dinlemedi babam…

 

Zonguldak’a gidişimizi hayal meyal hatırlıyorum.  

O zaman 10 yaşındayım. 

 

Kardeşlerim ise benden küçük…

Yıl 1942. O tarihlerde şehirler arası otobüs yok.

 

Gaziantep’e en yakın tren istasyonu elli-altmış kilometre uzaklıkta olan Kahramanmaraş’ın Narlı beldesindeki tren istasyonu.

O tarihlerde Gaziantep Ankara’ya, İstanbul’a ya da diğer kentlere Narlı’dan başlar gidiş yolu…

 

Muhakkak Narlı’ya kadar kamyonla gittik.

Oradan da trene binecektik.

 

Vardık; Adana; Ankara üzerinden trenle Zonguldak’a…

Zonguldak’tan da başka bir araçla vardık Çaycuma’ya…

 

Bir de baktık bir garnizondayız.

Biz dört kardeş babamın arkasında hazır oldayız.

 

Babam bizi biraz geride bırakarak garnizonun bahçesinde çay içen bir subay topluluğunun yanında hazır olda duruyordu.

Subayların hepsi oturmuş babamı dinliyordu.

Babam bizleri göstererek anlattıkça subaylar bize bakıp duruyordu.

 

Babam önde; biz dört kardeş arkada ve askerlerin arasında, mevcutlu olarak gidiyoruz.

Hatırlayamıyorum babam askeri mahkeme de yargılandı da mı da hapse attılar; yoksa komutanının verdiği disiplin cezası ile mi hapse atıldı bilmiyoruz…

 

Bizi tahtadan yapılmış iki katlı bir eve kapattılar.

Bizi beklemek üzere kapımıza da bir inzibat bıraktılar.

 

Öyle sanıyorum ki alt katta da diğer tutuklu ya da hükümlü askerler vardı…

Onların da babam gibi dışarı çıkmaları yasaktı.

 

Üç öğün karavanamız geliyor.

Bakır kazanda gelen yemekler her gün iştahla yeniyor.

 

Bizlerin gündüzleri çıkıp oynamamıza izin verilirdi.

Babam da kaldığı odanın penceresinden bizleri izlerdi.

 

Bahçede meyveli ağaçlara çıkıp iniyoruz

Mahallenin çocukları ile bir arada oynaşıp duruyoruz.

 

Kızlarından biri ile daha yakın arkadaşlık kurmuştum.

Ve ben on yaşımda iken belki de o kıza ilgi duymuştum.

X

KARDEŞİM HASAN BALTA

(Ortadaki)

“6. Bir de kardeşinizle birlikte kuyuya düşme olayınız vardı.

Düştüğünüz kuyudan sizi kim kurtardı?”

 

Evet, unutulmaz anılarımdan biri de kardeşimle kuyunun dibinde kalmamız.

Sırası gelmişken gerekir bunu da kısaca anlatmamız.

 

Kardeşim Hasan’la aramızda bir buçuk yaş farkı vardı.

Ben ne yapsam o da yapmaya kalkardı.

 

Şimdiki İbrahimli mevkii, 74. Caddenin orada,

Sezer sitesinin bulunduğu alanda…

 

Üç su kuyusu vardı.

Bağda oturanlar suyu bu kuyulardan alırdı.

 

Bu üç kuyudan ikisine kardeşim de inerdi.

Ancak üçüncüsüne inemezdi.

Ama bana inat kuyuya inmek için direnirdi.

 

Bir de Emine adlı bir oğlağımız vardı.

O da bağlarda arkamız sıra yayılırdı.

 

Dedim ya kardeşimle kuyulara inmek için yarışırdık.

Üçümüz birden o çapı büyük kuyunun başına geldik.

 

Dedim: “Senin bacakların küçük,

Kuyunun çapı ise büyük.

 

Ben inerim, bacaklarım sana göre uzun.

O bacaklarınla inmeye çalışırsan

Düşersin dibine kuyunun…”

 

Dinlemedi beni; dedi: “Ben de inerim!..

Hadi, sen önde ben arkada birlikte kuyuya inelim!”

 

“Olmaz!” dedim.

“Ben bu kuyuya daha önce indim…

 

Ben altta, sen üste birlikte inersek kuyuya,

Sen düştüğünde beni de düşürürsün kuyunun dibindeki suya.

 

İyisi mi sen altta, ben üstte inelim kuyuya.

Sen düşersen, hiç olmazsa ben kalırım yukarda.”

 

Böylece o altta, ben üstte inmeye başladık kuyuya.

On metrelik kuyunun üç metresine inmiştik anca.

 

Bir de baktım kardeşim hızla kuyuya düşüyor.

Elleri ile kuyunun kenarlarına tutunmaya çalışıyor.

Kuyunun kenarına tutunmak için tırnaklarının çıkardığı ses

Cızır cızır ediyor…

 

Kuyunun dibine düştüğünde

Diz boyu sular sıçradı üstüme.

Bunun üzerine

Çabucak indim kuyunun dibine. 

 

Hemen boynuma sarıldı,

Hüngür hüngür ağlamaya başladı.

 

Düştüğünde sol ayağının bileği incinmiş,

Hüngür hüngür ağlaması o yüzdenmiş…

 

“Dur, dedim, çıkıp bağ bekçisine haber vereyim.

Birlikte gelip seni kurtarayım!..”

 

“Olmaz, dedi, korkarım tek başıma,

Ne olur beni kuyunun dibinde, yalnız bırakma!..”

 

Kuyunun dibinde ikimiz bir arada,

Ağlaşıp duruyorduk, koyun koyuna…

 

Türküler okuyordum kardeşim Hasan’a…

“Ağlama, ağlama! Ağlayıp da yüreğimi dağlama…”

 

Yarım saat kadar ağlaştık kuyunun dibinde…

Baktım olmayacak böyle…

 

Dedim: “Sen otur benim üstüme.

Ben alta, sen üstümde,

Çıkalım kuyudan birlikte…”

 

Ben altta o üstümde,

Çıkıyorduk kuyudan birlikte.

 

İncinmiş ayağını kullanamıyordu.

İki eli ve bir ayağı ile ben alttan ittikçe

O üstümde bir kademe tırmanıyordu…

 

Lök gibi oturmuştu üstüme,

Benim gücüm bitiyordu zaman geçtikçe.

 

Korkmaya başladım birdenbire…

“Ya yeniden, ikimizden düşersek kuyunun dibine!..” 

 

İki metre kalmıştı kuyudan çıkmamıza.

O başımın üstünde ben altta.

Tıkanmış kalmıştım kuyuda…

 

Kuyunun dibinde iki kardeş ağlaşır…

Bakalım Allah’ın işine kim karışır…

 

Birden bir ses duydum yukarıdan…

Biri “Kim var orada?” diye sesleniyordu, Kuyunun ağzından…

 

Seslenen hemen kuyuya indi.

Kardeşimi sırtımdan çekti.

Kucakladı, kuyunun dışına itti.

 

Bana dedi: “Seni de çıkarayım?”

“Yok, dedim, ben kendi başıma çıkarım!”

 

Yukarı çıktım ama bacaklarımı birleştiremiyordum.

Bacaklarım kaskatı kesilmiş, iki çatal olmuş, yürüyemiyordum. 

 

Kusmaya başladım yeşil yeşil safran rengi…

Bu arada kaybetmişim kendimi…

 

Gözümü açtım ki başucumda köylü bir karı koca

Yoldan geçerlerken bakmışlar ki bir oğlak kuyunun başında…

 

Sağa sola bakmışlar oğlağın sahibini görememişler.

“Şu sahipsiz oğlağı alıp köye götürelim!..” demişler.

 

Emine’yi kovalarlarken kuyudan sesler geldiğini duymuşlar.

Bunun üzerine bizi kuyudan çıkarmışlar…

 

İşte böyledir kuyuya düşme maceramız.

Bir daha bizi yalnız bırakmadı amcamızla, babamız…

X

“7. Ne oldu da 30’undan sonra öğrenime başladınız.

Hem çalışıp hem de okumayı nasıl başardınız?

 

1964 yılında, 32 yaşında iken, Gaziantep Lisesi Akşam Ortaokulunu dışardan bitirmeye çalıştım.

Bir girişte, iki üç ders dışında, bütün sınavlardan geçer not aldım.

 

Ne var ki 1965 yılında Akşam ortaokulu açıldı Gaziantep’te.

Hemen kaydımı yaptırarak yer aldım ilk 24 kişi içinde.

 

Hiç aksatmadan dört yıl gidip geldim.

1969 yılında bu okulu sınıf ve okul birincisi olarak bitirdim.

 

FOTOĞRAF: 4

 

 

(DÜŞÜNMEYE DE ZAMAN AYIRMALI… Çalışmanın sadece okuma ve yazmadan ibaret olmadığına inanan Balta, okuyup yazmaktan yorulunca dinlenir. Onu en iyi dinlendiren şey ise düşünmektir. Çoğu zaman da hem ekonomik açıdan hem de düşün açısından yoksul bırakılan halkımızı düşünür. Sadece dini konularda yazılar yazmakla kalmayan dostumuz, toplumcu gerçekçi bir yazar olarak halkın kurtuluşu için neler yapılabileceğine uzun uzun kafa yorarak bunları da yazıya döker.)

“8. Sonra Liseye kaydınızı yaptırdınız.

Sanırsam Liseyi Ankara’da okudunuz…

 

Akşam ortaokulunu bitiren öğrenciler için akşam lisesi açıldı hemen.

Gaziantep Akşam lisesine de kaydımı yaptırdım vakit geçirmeden.

 

Amacım; liseyi de bitirip yüksek okula gitmekti.

Ancak, öce Liseyi bitirmem gerekti.

 

Liseyi de bitirip üniversitede de okumaya kararlıydım.

Polisin baskısı sonucu Gaziantep’ten ayrılmak zorunda kaldım.

 

11 Mart 1971’de Ankara’ya hicret ettim; bir gün sonra ordu yönetime el koydu.

Ankara’ya gidişim; beni 12 Mart’ın hışmından kurtarmış oldu.

 

Eğer o tarihte Gaziantep’te olsaydım içeri alınacaklardan biri de ben olurdum.

Bilmiyorum o hengameden nasıl kurtulurdum.

 

Ankara’ya gelir gelmez Anafartalar Akşam Lisesi 1. sınıfına kaydımı yaptırdım

Çok geçmeden Genel-İş Sendikası Genel Merkezi Hukuk Bürosunda yazman olarak işe başladım.

 

Bir süre sonra da muhasebe bölümünde muhasebe memuru ve daktilo olarak çalıştım.

Daha sonra da Muhasebede Muhasebe Şefi oldum.

 

Ankara Anafartalar Akşam Lisesini, 4 yıl sonra bitirdim.

Bir yıl da üniversite sınavlarına çalıştıktan sonra; 1974’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim.

X

“9. Bu arada bir de kurşunlanma olayınız var.

Bu konuda bilgi verseniz aklınızda kaldığı kadar?..”

 

Hukuk Fakültesinde okurken  ölüm döşeğindeki babaannemi görmek için gittiğim Gaziantep’te, gece yarısı evimin önünde, faşistlerce kurşunlandım (27 Mart 1977).

Önden ve soldan giren kurşun akciğerinin üst lobunu delerek kürek kemiğinden çıkan kurşun yüzünden 15 gün hastanede yattım. 

15 gün ağzından kan geldikten sonra “hayatî tehlikeyi” atlattım.

Yeniden yaşama dönerek hem çalışıp hem de okumaya başladım. 

Hâlâ zaman zaman kurşun yarasının acısını duyarım…

Bazen da  yakın mesafeden ateş edilen tabanca sesi ile uykudan fırlarım.

X

“10. Avukatlık yıllarınızı anlatır mısınız?

Avukatlığa nasıl alıştınız?”  

 

1974’te girdiğim Hukuk Fakültesini 1979’de bitirdim.

Ve bir yıllık stajımı da Ankara Yenimahalle adliyesinde geçirdim.

 

1981 yılında, 49 yaşında, avukatlığa başladım.

Ankara Barosuna kayıtlı olarak Yenimahalle’de büro açtım.

Avukatlık yaptığım sırada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu üyeleri arasında yer aldım.

Kurucu yönetim kurulunda ve seçimle gelen ilk iki Yönetim Kurulunda Genel Sekreter yardımcısı olarak görev yaptım.

X

“11. Avukatlığı çabuk bıraktınız.

Sanırsam hasta oldunuz…”

 

11 Mart 1991 tarihinde ağır bir kalp krizi geçirerek kalbimin % 70’i çalışamaz bir duruma gelmişti.

Doktorların yasaklaması üzerine, avukatlığım da ADD deki görevim de bitmişti.

X

“12. Bildiğim kadarıyla, sık sık işinizden atıldınız…

Ailecek yoksulluk içinde yaşadınız.

 

Bu yoksulluğu bir ben bilirim…

Bir de toprağı bol olası, uzun yıllar sızlanmadan kahrımı çeken Meliha adlı eşim…

Eşim ve dört kızım (Elçin, Gülçin, Elgin, Yener) ile uzun zaman geçim zorluğu çektik…

Emeğimden başka yoktu gelirim…

 

Ankara’da iki kışı odunsuz, kömürsüz, sobasız geçirdim.

İşte liseyi ve Hukuk fakültesini bu koşullar altında bitirdim.

 

FOTOĞRAF: 5

 

 

(ORG ÇALARAK MUTLU OLUYOR… Melih Kibar’ın Ankara, Çankaya’da açtığı kursa devam eden Balta burada öğretmenleri Can Atilla’dan org çalmayı öğrenir. Daha sonra Org Kursu yüksek bölümünde de katılan arkadaşımız, 5,5 ay gidip geldikten sonra kalp krizi geçirmesi üzerine bu kursu tamamlayamaz. Ama o artık dilinden çok iyi anladığı orgun başına geçerek zaman zaman parmaklarıyla okşar gibi dokunduğu tuşların çıkardığı ezgilerle mutlu olur…)

X

“13. Sonra kara talihiniz tersine döndü.

Eliniz bol para gördü…”

 

65 yaşına kadar yoksul olarak yaşadım.

65 yaşında Babaannemden kalan mirasa kondum.

 

Bu mirastan 20 milyarını kendime ayırdım…

Kalanını, dört kızıma paylaştırdım.

 

Sağlığımda çocuklarımın ev bark sahibi olduğunu gördüm.

Vardır şu anda dört kızımdan 6 torunum.

 

Torunlarımdan biri Bilkent’te Siyaset Bilimi fakültesini bitirdikten sonra doktora yapmak üzere burslu olarak Amerika’ya gitti.

Biri de İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi  İnşaat Fakültesine girdi.

 

 

Şu an üç torunum lisede en küçüğü ise ortaokulda okumaktadır.

Kızlarım, torunlarım; hepsi de beni örnek almaktadır.

 

FOTOĞRAF: 6

 

 

(ANLATTIKLARI İLGİYLE DİNLENİR… Bir hatip değildir o. Ancak üzerinde konuşacağı konulara tamamen hakim olan, anlattıkları ilgiyle dinlenilen biridir Balta. Konuşmayı, insanları bilgilendirmeyi seven bir düşün adamı olarak kent kent dolaşıp konuşmalar yapmayı çok ister ama bu bir düştür onun için artık. Hayatiyetinin kalan sadece yüzde 15’iyle bu kadarını yapabilmeyi göze alamaz doğrusu. “Benim söylemek istediğim her şey yazılarımda yer almıştır” diyerek adres olarak da çok zengin içerikli www.bilgebalta.com adresli web sitesini gösterir.)

X

“14. Çocuklarınızı, Atatürkçü ve aydın insanlar olarak yetiştirdiğinizi biliyoruz. Torunlarınızdan birinin ilk öğrenimini yaparken Amerika’da okuduğu sınıfta masasına Türk bayrağı diktirdiğini duymuştuk. Bu nasıl olmuştu anlatır mısınız?

 

Yaşamım boyunca, hastalığımda bile; bir aydınlanmacı olarak; akılcılığı, düşünce özgürlüğünü, laikliği ve Cumhuriyetimizin kazanımlarını savunmuş ve korumaya çalışmışımdır

Bu amaçla da Cumhuriyet karşıtları hakkında birçok suç duyurusunda bulunmuş ve dava açmışımdır.

Düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak için Gaziantep yerel gazetelerinin, bir ikisi dışında, hepsine yazı verdim.

Kimisi kapandığı için; kimisinde okuyucuların; yazılarını kaldıramayarak gazeteye  baskı yaptığı için, kimisinden de hastalığım nedeniyle ilişkiyi kestim.

 

En büyük torunum Gizem Zencirci’nin Amerika’daki Okuluna Türk Bayrağı diktirmesi olayı da şöyle.

Göster bunu Gaziantep’te bana “Komünist!” deyenlere…

+

AMERİKA’DA BİR TÜRK ÇOCUĞU

 

Yıl 1984. Damadım, kızım bir görev nedeniyle Amerika’nın Oregon eyaletine gittiler. Yedi yaşlarında bir kızları vardı; onu da zorunlu olarak yanlarında götürdüler. Karı-koca orada çalışmaya başladılar…

Elbette ilkokul çağına gelmiş kızlarını okutacaklardı. Gittikleri yerde de doğal olarak ilkokula yazdırcaklardı…

Bizim okullarımızda olduğu gibi orada da öğrenciler, her Pazartesi ilk derslerinde bayraklarının önünde istiklâl marşını söylerlermiş… Ancak onlar, bizim burada olduğu gibi okulun bütün öğrencilerini okulun bahçesine toplamazlarmış. Bayrak karşısında istiklâl marşı söyleme törenini her sınıf kendi aralarında ayrı ayrı yaparmış.

Okulların açıldığı gün ilk derste benim 7 yaşına basan torunum Gizem de aralarında olmak üzere Amerikan bayrağını asarak ulusal marşlarını söylemeye başlamışlar.

Ne var ki benim torun, ayağa kalkmadığı gibi Amerikan istiklâl marşını da söylememiş. Denebilir ki bilmediği için söylememiştir. Hayır öyle değil…

Torunum Gizem’in ayağa kalkmadığını gören öğretmeni, hemen töreni durdurarak, Gizem’in yanına gelmiş. “Yavrum, sen niçin ayağa kalkarak arkadaşlarına katılmıyorsun?” demiş.

Gizem’in verdiği yanıt çok ilginç: “Ben Türküm! Türkler yalnız kendi bayrağı karşısında ayağa kalkar ve yalnız kendi bayrağının karşısında kendi marşını söyler. Bir yabancının bayrağı karşısında kalkıp da yabancının marşını söylemez!..”

Öğretmeni neye uğradığını şaşırmış. Kendi yorumunca çocukta bir uyumsuzluk var sanmış. “Peki, demiş, şimdilik sen ayağa kalkma, istiklal marşını da katılma…” diyerek diğer öğrencilerle birlikte töreni tamamlamış. Ancak, olayı okul yönetimine de aktarmadan edememiş…

Olayı öğrenen okul yöneticileri bir Türk çocuğundaki bu ulusal bilincin nereden kaynaklandığını merak etmişler. Gizem’in annesi ile babasını okula çağırmışlar…

Bizimkiler okula çağrıldıklarını duyunca: “Ne var acaba?” diye kaygılanmışlar. Merakla ve telaşla okula koşmuşlar. Okul müdürü ve diğerleri bizimkilere şaşkın şaşkın ve de hayran hayran bakarak olayı anlatmış.

“Bu yaştaki bir çocuğa ulusalcılık duygusunu nasıl aşıladınız ki: ‘Ben ancak kendi bayrağım karşısında ve kendi ulusumun istiklâl marşı söylenirken ayağa kalkarım!’ diyebiliyor…”

Bizimkiler gururla: “Biz Türk’üz! Biz Türkler böyle yetiştik ve çocuklarımızı da böyle yetiştiririz. Bir başka ulusun bayrağı karşısında değil; ancak,  kendi bayrağımız karşısında kendi ulusal marşımızı söyleriz!” demişler…

Bunun üzerine okul yöneticileri hayranlıklarını gizlemeyerek “Öyleyse tören sırasında sizin kızın sırasına bir Türk bayrağı koyalım. Tören başlayınca kızınız ayağa kalkarak ulusal marşını içinden okusun… Sesli okursa bizim öğrencileri şaşırtır!” demişler…

Bu olaydan sonra bizim Gizem okula gidip geldiği sürece bayrak törenlerinde Türk Bayrağını sırasına koyarak ayağa kalkıyor ve kendi ulusal marşını söylemeye başlıyor…

Bu olay Amerikan’ın Oregon eyaletinde günün konusu olarak aylarca konuşuluyor ve bir Türk çocuğunun kendi ulusal değerlerine bağlılığını kendi çocuklarına örnek olarak gösteriliyor.

 Gaziantep, Sabah, 29.8.1997

+

FOTOĞRAF: 7

 

 

(SAZ DA ÇALAR: Hayri Bilge Balta, geçirdiği kalp krizlerinden sonra avukatlık diplomasını kitaplarının bulunduğu rafların en üstüne asarak kendini tamamen okumaya, yazmaya verdi. Çalışma odasının duvarındaki “saz” süs olsun diye asılmamıştır oraya. Yenimahalle Gençlik merkezinde saz öğretmeni Aydın Aksaraylı’dan, Halk Eğitim merkezinde Cüneyt Pakdemirli’den Halaykur Derneğinde Ali Demirhan’dan TRT’de de çalışan İhsan Öztürk’den ders alarak saz çalmayı da öğrendi. En çok Mahzuni Şerif türkülerini, söyleyip çalmayı seviyor. Mahzuni’nin türküleri içinde ise dilinden düşürmediği türkü şu: “Kurban olam yürüdüğün yollara/Kara peçe yakışmıyor kullara Uyan bir bak hele bizim hallara//Bulutlar terinden, dağlar kokundan Sarhoştur sevdiğim, Mahsuni bundan/Bir daha gel, bir daha gel Samsun’dan/Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin!”)

X

“15. Sizin sadece gazetelere köşe yazıları yazan bir yazar olmadığınızı biliyoruz.

Şairsiniz, öykücüsünüz, sayısız anlatılarınız var. Bize bunlardan da söz eder misiniz?

 

Ankara’ya göçtükten sonra; Ankara Barış, Ankara Yeni Ulus gazetesinde yazdım.

Bunların da kapanması üzerine evime çekilerek “TABULARA, TALANA, YALANA BALTA” ve “EMPARYALİZME, IRKÇILIĞA, ŞERİATÇILIĞA HAYIR!” sloganları  ile kendime ait www.bilgebalta.com ve www.hayribalta.cjb.net adresli siteleri açtım.

 “S.S.S. (Sevenler-Soranlar-Sövenler)”, “Yitmiş Bir Adam”, “Son Nokta”, “Kızmak Yok”, “Taç’a Atılanlar” adında basılı 5 kitabımın yanında 16  tane de fotokopi baskılı olmak üzere 21 kitabım var. Bunlar yanında 150’yi aşkın dosya  ve klasörlerini, zaman buldukça, fotokopi baskı olarak hazırladım.

 

“16. Yazılarımızla üzerinize sık sık şimşekleri çektiğinizi biliyoruz.

Bütün bu yapıtlarınızdaki dünyaya bakışınızı nasıl özetlersiniz?”

 

Yaşamım boyunca bana yapılan bütün aşağılamalara, engellemelere, küfürlere ve tehditlere karşın yılmamış; vahye karşı aklı, dine karşı bilimi, teokrasiye karşı laikliği, şeriata karşı cumhuriyeti, yaratılışçılığa karşı evrim teorisini, idealizme karşı materyalizmi, bireyciliğe karşı toplumculuğu savundum.

Bu görüşlerim yüzünden çok tehdit aldım, ama aldırmadım…

Çok az kişi tarafından anlaşıldım.

Şimdi bile dinciler tarafından dinsiz; dinsizler tarafından da dinci sayılırım.

 

FOTOĞRAF: 8

(EN YAKIN DOSTLARI KİTAPLARIDIR… En yakın dostları kitaplarıdır onun ama aynı zamanda  insan canlısı, dost canlısı bir düşünür yazardır Hayri Balta. Düşünü kurduğu şey, sayısı 100’ü aşan eserlerinin basılarak kitaplıklarda yer almasıdır. Ne yazık ki kitap, ülkemiz halkının ihtiyaç listesinde son sırayı aldığı, hele bilimsel eserler bu listeye dahi giremediği için, onun kitapları yayıncısını, dolayısıyla okuyucusunu da layıkıyla bulamaz bir türlü. İlerleyen yaşına rağmen Balta yayınlanmamış kitaplarını erinmeden fotokopiyle çoğalttırarak eşine dostuna yollar. Sitesinde de yayınlar.)

X

 

“17. Bildiğim kadarıyla, gününün 10-15 saatini okuyarak, yazarak araştırma yaparak, yazışarak geçiriyorsunuz. Bütün bunları da kalbinizin pompalama oranı yüzde 15’e düşen bölümüyle yapıyorsunuz. Yeryüzünde hayatiyetinin yüzde 85’ini yitirmiş olmasına karşın halen böylesine yoğun çalışabilen bir yazar, düşün adamı, daha olduğunu sanmıyorum. Bu konuda açıklama yapabilir misiniz?)

 

Evet, 11.3.1991’de ağır bir kalıp krizi geçirdim.

Kalbimin ¾’ü tahrip olduğundan sağlığımı yitirdim.

O tarihten bu yana avukatlık yapamaz duruma geldim.

Prof. Kemali Beyazıt, Doçent Dr. Cahit Kavak ve İstanbul Kalp Vakfı doktorları yeni bir kalp taktırmazsam üç ay daha yaşayamayacağımı söylediklerinden bittim..

“Hayır, bıçak değdirmem. Öleceksem böyle öleyim!” dedim.

Kalp naklini kabul etmedim.

 

Vücudum kendi kendini yeniledi.

Ana damarlar çalışamasa da

Kılcal damarlar kalbimi besledi.

 

Derken 10 Kasım 2006’da ikinci bir Kalp Krizi geçirdim.

Ölmüşüm, elektro şok tedavisi ile yeniden dirildim.

 

Doktorlar dedi: “Kalp pili takmak gerek!”

Kalp pili taktırdım “Ne gerekse yapın!” deyerek…

 

18 Kasım 2006’da kalp pili takıldı göğsüme.

Böylece olduk “Pilli Dede!”.

 

“18. Hastalığı ve kullandığın ilaçlar hakkında bilgi verebilir misiniz?

Bu konuda bizlere ne dersin?)

 

Elbette… İşte tedavi gördüğüm hastalıklar…

Ne derlerse yerine getirin doktorlar.

 

İlaçlarınızı günü gününe alınız.

Gerisini doktorlara bırakınız…

 

Raporlu hastalıklarım:

  1. Diabeten Mellitus (Glucobay),
  2. Ekstrasistol (Cordarone veya Coraspin),
  3. Harekete bağlı nefes darlığı (Desal),
  4. Hipertriroidi (Levatiron veya Tefor), 
  5. Hipertansiyon (Inhibace plus),
  6. Kanda trigliserin (Lopid),
  7. Kronik Böbrek Yetmezliği (Günde en az  4 litre su içiyorum),
  8. Kronik Kalp Yet. (Digimerc,   Digoxin, Monadur veya moneket),
  9. Kronik Obstrüktif  akciğer hastalığı,
  10. Ostoreopoz (Rocaltrol)

(Parantez içindekiler kullanılan ilaçların adıdır…)

+

Raporlu olmayan hastalıklarım:

  1. Alerji, (Allerset veya Telfast,
  2. Böbreklerde kis ve taş var,
  3. Gasrit, (Talcid veya…),
  4. Kanda ürik asit (Allo Ürik veya Allo gut),
  5. Karaciğerde yağlanma,
  6. Menieri (Betaserc veya Vasoserc),
  7. Romatizma, (Endosetin),
  8. Pankreas taş dolu,
  9. Prostat, (Cordura, Hytrın, Dilaprost), 

(Parantez içindekiler kullanılan ilaçların adıdır…)

 

“19. Basılmamış yapıtlarınızda var.

Söyler misiniz bunlar ne kadar?”

 

İşte alfabetik olarak sıralıyorum klasör ve dosyalarımı…

Bilmem, sağlığımda bastırabilir miyim bunları…

 

Amcamla Mektuplaşmalar; 1-2,

Ankara Barış Gazetesinde Yazdıklarım;

Ankara Yeni Ulus Gazetesinde Yazdıklarım;

Anılar Belgeler: 1,2,3,4. Klasör;

Atatürk Davası;

Atatürk Farkı;

Atatürk ve Laiklik;

Atatürk’ten;

Ateş Düştüğü Yeri Yakar,

Aydınlanmaya Katkı;

Aydınlarımız Aydın mı? (Ankara DGM’ye Cem Duna ve Arkadaşları Hakkında Suç Duyurusu);

Aydınlara Mektup;

Aydınlık Gazetesini Aydınlatma (Üç Kişi hakkında);

Balta’nın Seçtikleri;

Basın Mensuplarına Mektuplar;

Bayan Arkadaşlarla Mektuplaşmalar;

Bay Casus;

Bir Alacak Davası;

Bir de Radyo Olayı;

Boşanma Davası;

Cevdet Yıldız’la Mektuplaşma;

Çocuklarıma Mektuplar;

Dergi ve Kitaplarda Çıkan Yazılarım;

Dilekçeler;

Din Başka, Şeriat Başka;

Doğma Şunların Üstüne;

Doğu Perinçek’le Mektuplaşmalar;

Dr. Emin Kılıç Kale;

Ellerim Ellerim Suçsuz ellerim (şiir);

Ermişlerden;

Faşist Devletin Anatomisi (Tez…);

Fatma Tulga Ocak’a Yazılar;

Fevzi Günenç’le Mektuplaşmalar;

Fotoğraflı Yazılar;

Gaziantep Anti-Medya’da Yazdıklarım;

Gaziantep Ekspres Gazetesinde Yazdıklarım,

Gaziantep Güncel’de Gazetesinde Yazdıklarım; 

Gaziantep Özgürgaziantep Gazetesinde yazdıklarım;

Gaziantep Sabah’ta Yazdıklarım;

Gaziantep Sonhavadis’te Yazdıklarım;

Gaziantep 27 Gazetesinde yazdıklarım;

Gaziantep Gaziyurt Gazetesinde çıkan Yazılarım;  

Gaziantep’te Yenigün Gazetesinde Çıkan yazılarım;

Gaziantep Işık gazetesinde çıkan yazılarım;

Gaziantep Toplum Gazetesinde çıkan yazılarım;

Geçmişte Yazılan Mektuplar;

Geç. Yaz – Yazılar;

Diğer gazetelerde çıkan yazılarım;

Göstermelik;

Güncel Mektuplar;

Güncel Yazılar;

Hacivat-Karagöz;

Hayri Balta Hakkında Yazılanlar;

Hıristiyanlarla Mektuplaşma;

Hizbullah Dosyası;

Hizmet akdi (Tez);

İlhan Arsel’le Mektuplaşma 1,2,3,4,.5 Klasör;

İncil’in anahtarı:

Çağdışı İnsanların Silik Halleri;

Sayın Öğreticim;

İçimizdeki Şeytan;

Düşünce Özgürlüğü Açısından İsa’ya Bir Bakış);

İncil’den;

İncil Notları;

İrtica Dosyası;

İlk Yazılarım;

İş ve okul arkadaşlarıma Mektup;

Kardeş Mektupları;

Kardeşlerimle Uyuşmazlık;

Katillerimi İstiyorum;

Kızma Yok;

Kim Ağladı?

Kışkırtıcı Ajan 

Köylü Bakkal (Köylü Bakkalın Şefik Günenç’in Yazdıkları);

Kuran’dan;

Kurban;

Küfürbazlara Yanıt;

Müzik Klasörü;

Oyun eleştirileri;

Öğrenim Çabası;

Ökkeş Davası 1,

Ökkeş Davası 2;

Ökkeş Davası ile Belgeler ve Yazışmalar;

Öykümsüler, 1,2

Özel Belgeler 1 ve 2;

Resimli Şeriat,

Sakar Ali;

Sanal Katılım,

Sayın Öğreticim, 1 ve 2;

Sayın Kul;

Seçme sözler;

Sendikadan Arkadaşlarla  Mektuplaşmalar;

Sitemli Mektuplar; 

Sokrat’ın Savunması;

Solcu’nun Davası;

Son Nokta,

SSS (Sevenler-Soranlar-Sövenler -1-7);

Şaşkın Başkan;

Şeriat Budur,

Şeriat ve Kadın Davası Dosyası;

Şeriat ve Kadın Davası ile İlgili Yazışmalar, (TCK m. 175);

Şiirimsiler,

Suç Duyuruları Üzerine Almanya’dan Tehdit;

Şufa Davası;

Taca Atılanlar,

Tanrı ve Din;

Tanrısal Yakınlık,

Türkiye’de Oy Hakkının Kullanılışı;

Türk Ulusuna Temyiz Dilekçesi;

Utancımız;

Ümit Sayın’la Mektuplaşma;

Yakınlarımla Mektuplaşma;

Yalçın Efe ile Mektuplaşma;

Yansıma,

Yayınlanmayan Yazılarım; Zilli Kurt.

Ankara Yenimahallem Gazetesine Yazdıklarım…

 

FOTOĞRAF: 9

 

 

(SEÇKİN BİR KİTAPLIĞI VAR… Türkiye’deki en seçkin kütüphanelerinden biri Avukat Hayri Balta’nın evindedir. Özellikle dini konudaki kitapları bu kütüphanede bulmak olası. “Kitaplar, kitaplıkların raflarını süslesin, diye alınmaz. Onları okumadıktan sonra neden alacaksın ki?..” diyen Balta, okuduğu tüm kitaplarla ilgili notlar alır, yazılar yazar. Yazdığı yazılarını kişisel sitesinde yayınlayan usta yazarın web sitesi de bu nedenle bir anlamda eşi bulunmaz bir kütüphanedir.)

X

 

“20. Son olarak iki sorum olacak,

  1. a) Birinci sorum:

Nereden aklına geldi Eren Bilge adını kullanmak?”

 

Eren’liğim Tanrı sırlarına vakıf olmamdan gelir.

Tanrı bilgim, din duygum her olayda beni doğru yola yönlendirir.

 

Kuran’da çok güzel bir ayet var; Hicir suresi 15/99’da geçer.

Kuran’ın tümünü özetler:

Bu ayet, “Yakîyn gelinceye kadar ibadet ediniz!” der.

 

Tanrı bilgisinden ve din duygusundan yoksun cahiller bu ayeti: “Ölüm gelinceye kadar ibadet et!” diye  tercüme eder.

Oysa ibadetle ilgisi yok; bu ayet İslam’ın özetler…

 

Bu ayet insanın, erdemli yaşam sonunda vahye nail olmasını ifade eder.

Erdemli yaşamı ilke edinen bir insan olumsuz iş yapmaya kalkıştığında Tanrı kendisini dürter.

İçinden gelen bir “Cızz!” sesi: “Aman kötü olan bu işi yapma!” der…

 

İnanmayanlar Kuran’ın 42/51’inci ayetine bakabilir.

Bu ayette; “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur!” der. (Bkz. Diyanet, Diyanet Vakfı ve Mekke Çevirisi…)

Dikkat ediniz “Peygamberle…” demiyor; “insanla…” diyor…

 

Bu nedenle ben Tanrı’ya yakınlık hasıl ettiğim için kendimi Ermiş, Eren sayarım….

Türkistanlı Şeyh Ebu Saidin “O’nu kullukla arayan bulamaz. O’nu O’nunla arayan hemencecik buluverir.” (Tevhidin Sırları. Muhammed İbn Münevver. Kabalcı yayınevi. 2003. s. 294) sözünü kendime klavuz sayarım.

 

Anlayan varsa; gelsin elini ayağını öpeyim… 

Kendisini pirim, mürşidim olarak bileyim.

 

Bilge adını kullanmama gelince bu bilgili oluşumdan değildir.

Samimiyetle söyleyebilirim ki ben avukat olmama karşın cahilin biriyimdir.  

Bilgeliğim ise karşılaştığım acı olayları anlayışla karşılamamla ilgilidir.

 

Özen gösteririm karşılaştığım olaylarda öfkeye kapılmamaya

Kim Bilge’liğe aykırı bir davranışımı görürse bildirsin bana…

 

  1. b) İkinci sorum:

“27 Mayıs Milli Devrim Derneğinin onursal üyeliğine seçildiniz. Bu nasıl oldu?”

“Adı geçen Dernekte dört yıla yakın bir süre Pazartesi söyleşileri yaptım.

Bu söyleşilerde siyasî, dinî ve tasavvufi konuşmalarla üyeleri aydınlattım.

 

İkinci kalp krizinden önce Hastalanınca söyleşilere gidemez oldum.

Şimdi onlar geliyor arada sıra ziyaretime, hastalık nedeniyle bu söyleşilerden de mahrum oldum.

 

Bu hizmetim karşılığı olarak onlar da bana “Onursal üyelik” verdiler.

“Senin bize aydınlanma konusunda çok yardımın oldu!” dediler.

X

XX

 

Sevgili Balta ile söyleşim burada biter.

 

Yeni bir kalp krizi yakalamış kendisini.

Neyse ki kalbine pil takılmış, pil göstermiş etkisini…

 

Bu pil kalbi tekleyince devreye giriyor.

Pil, şok etkisi yaparak hayatta kalmasını sağlıyor.

Ne var ki bu şok ölümde de beter geliyor yazarımıza.

“İçimde bir çatırtıdır koptu, gözlerinin önünde şimşekler çaktı!” diyor…

Bu şok! Olayını bir şiirle dile getiriyor…

 

Bu şiirini okumak isteyenler için aldım aşağıya…

Bakalım nasıl gelecek okuyucumuza…

 

Onun yaşamı burada özetlediğimiz kadar kısa değil elbette.

Bir değil, üç değil, beş on cilt kitaba sığmaz belki de…

 

Hayri Balta’yı daha yakından tanımak isteyenler

Onun www.bilgebalta.com adresli sitesine bakabilirler.

 

İşte “Şok!” Şiiri:

 

BİRİNCİ ŞOKU ALDIM!

 (Sözüm kalp pilini bilmeyenler için…)

 

10 Kasım 2006 geçirmiştim dördüncü kalp krizini.

Bu kriz üzerine ölmüştü kalbimin yüzde seksenbeşi.

 

Doktorların söylediğine göre: Şu an, kalbimin pompalama oranı yüzde onbeş…

Bu durumda kalbime, bir pil takmak gerekmiş…

 

“Takın dedik”, çaresiz, “Ne gerekse yapın!..

Vakit geçirmeden kalp pili takın!.”

 

18 Kasım 2006’da kalp pili taktılar.

Durup dururken beni “Pilli Dede” yaptılar.

 

 “Ne işe yarar bu kalp pili?” dedim bir ara…

Dediler: “Kalbin tekleyince bu pil girer araya…

Elektrik şoku verir kalbe…

Kalp yeniden normale döner.

Bu olaya da tıpta; ‘kalbin şok alması’ derler…”

 

5 Kasım 2008 saat on sekizde…

Bilgisayarın başında, çalıştığım yerde…

 

“Küt!” diye bir ses, sanki damdan bir kütük düştü…

Sonra, trafo patlamış gibi ışıklar yandı söndü…

 

Bir boşluk hissettim yüreğimde

Bir ürperme, bir titreme, bedenimin her hücresinde…

Kalp pili takarlarken demişlerdi: “Şok alırsan koş gel bize…”

 

Hemen koştuk acile

Bağladılar monitöre….

 

Kardiyografi çektiler.

Damar yolu için damarımı deldiler…

Kan aldılar, tahlil ettiler…

Kan şekerimi ölçtüler…

Dediler:

“Yapılacak olanı yapmışlar.

Kalbine pil takmışlar.” 

 

“Sinirlenme, heyecanlanma,

Kilo alma, kendini yorma…

Bir de:

Sevgilin varsa sarılma…

Hazır olmalısın bu şok dalgalarına…”

 

Taburcu olduk,

Eve döndük.

 

Hemen yatağa koştum,

Sırtüstü yattım

Tavana baktım…

 

Düşündüm;

Demek; her şok dalgasında

“Küt!” diye bir ses duyacağım.

Trafo yine patlayacak

Ve ben:

“Işıklar içinde öleceğim!..”

 

Kalp pili değil sanki içimdeki

Saatli bir bomba…

 

Bir kaygı, bir korku, bir panik atak…

Bu saatli bomba ne zaman patlayacak?

 

Neler gelmedi ki başıma,

Sonun da bu da geldi başıma…

 

Yaşam böyledir işte, değil mi ki geldik dünyaya

Göreceğiz daha neler neler…

Bitmedi, daha gelecek var başımıza…

 

Bu birinci şok dalgası..

Bu da bizdeki yaşam halkası…

Bakalım ne zaman gelecek arkası…

 

Bunu beklemek ne kötü bir kaygı…

Böyle bir kaygı ile yaşamak ne acı!…

 

Av. Hayri Balta, 7.11.2008

 +

Ona bu olay üzerine şu iletiyi yollamıştım:

Sevgili Eren Bilge Avukat Hayri Balta,

Seni çok iyi anlıyorum; o saatli bombayı seninle birlikte sanki ben de içimde taşıyorum ustam.

     Her şeyin bir avuntusu vardır. Eğer içindeki o trafo olmasaydı, sanırım yaşam seni yitirmiş olacaktı.

Dünyada belki de senden başka birisi daha yoktur hayatiyetinin yüzde 15’i ile yaşayarak yüzde 1000 ürün veren.

“…Trafo yine patlayacak

Ve ben

“Işıklar içinde öleceğim…” diyorsunuz.

Buna daha çok zaman var. Doğa onca da acımasız değil. Senin yazdıklarına, yazacaklarına daha çok ihtiyacımız olduğunu biliyor.

Sevgi, saygı, sağlık…

10.11.2008

x

Sayın Hocam,

Çok teşekkürler.

Ayhan Onay, 27.11.2008

X

EVİMİZ

 

 

EVLERİ TABAKHANEYE BAKAR… Tabakhane sadece işyerlerinden oluşmuş bir yöre değil. Tabakların evleri de oradadır. Aileleriyle birlikte aynı yörede yaşar tabaklar. Tabakhaneye hayat veren Alleben deresi bu evlerin önünden akar.

GAZİANTEP KALESİ

 

 

TABAKHANE ARDI KALE… Tabakhane, kalenin eteğinde yer alıyor. Evlerinin karşısında tabak dükkânları vardı.  Dükkânların önüne kurusunlar diye serilmiş deriler olurdu hep. Vefalı tabak kadınları kocaları için maniler de düzmüşler.

“Tabakhane ardı kale,

Büyür ne gül ne de lale,

İşine bak utan felek.

Tabağa ettiğin hale.”

SOLDAN SAĞA:

KARDEŞİM: HASAN BALTA

.BABAM: MEHMET BALTA

BEN: HAYRİ BALTA

 

 

 

ÖMÜR YİYEN MESLEK, TABAKLIK… Güçlü kuvvetli bir delikanlıydı Hasan Balta. Tabakhanenin sert koşullarına o bile dayanamadı. Genç yaşında yaşamını yitirdi.

Mehmet Balta, Hasan ile Hayri’nin babası. Ömrü Tabakhanede, derilerin arasında geçti. Meslek onu genç yaşta emekliye ayrılmak zorunda bıraktı.

Hayri Balta aileden tabaklığa isyan eden büyük oğuldu. Ne yaptı, etti, 49 yaşında da olsa üniversite bitirip avukat oldu.

ALLEBEN DERESİ

 

ALLEBEN’İN YOLCULUĞU… Alleben deresinin suları Tabakhaneye kadar pırıl pırıl akarak girer; Tabakhane’den siyah bir renge bürünmüş olarak çıkıp yoluna devam eder.

Bu yolculuk Fırat’a ulaşıncaya kadar yeniden arılaşır, durulaşır sonra da nehirle birlikte Basra Körfezine karışır.

HASAN BALTA

Hasan Balta, sevdiği derileri yerden yere vurarak genç yaşta ömrünü tüketen, yürümeye başladığı günden öldüğü güne kadar Tabakhaneden, tabaklıktan uzakta kalmayan, hem de okuyan yazan seçkin bir kişiydi.

Yaşıtımdı Hasan Balta. Ben abonelere gazete dağıtan bir çocuktum, o gazete okuyan bir çocuk. Ne büyük keyifler duyardı kazancıyla gazete alıp okuyabilenlerden olduğu için o yaşlarında…

Hasan’ın mesleğiyle ilgili olmamıştım. Bir gün böyle bir yazı yazacağımı bilseydim ilgilenmez miydim hiç?

Neyse ki, Hayri Balta var. Onun ağabeyi. Hayri Balta’nın da ömrü Tabakhanede geçmiştir. Hayri Balta tabaklıktan kurtuluş, dışardan sınavlara girerek, gece okullarında okuyarak kendini kendi küllerinden yeniden oluşturarak okuyan, yazan bilge bir kişi olmuş avukat olarak yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Ancak bu, Tabakhanede tabaklık işini yapanlarla birlikte, gençlik yıllarında aynı acıyı paylaşmamış demek değildir. Onu o gençlik, o tabaklık yıllarına çektik.

“Bize dünün Tabakhanesini, tabaklarını anlatır mısınız üstat?”

“Alleben deresinin suları Tabakhaneye gelince, orada esnafın oluşturduğu bentte birikirdi. Buraya Tabaklar Bendi denirdi. Tabaklar bendinin suyu büyükçe bir arıktan tabak dükkânların üstünden geçerdi.  Geçerken de her dükkânda açılan delikten dükkanların içine akarak deri temizleme ve işlemesinde  kullanıldıktan sonra yine Alleben (Gaziantep’in içinden geçen küçük bir dere) deresine dökülürdü. Bu işleme ve temizleme işinde tabaklar; Karasusak adını verdikleri büyükçe bir tas kullanırlardı.

Bu tas kimyasal maddelerle haşır neşir olduğu için kapkara olurdu. Dericiler, dükkânın taban taşlarını yalayarak geçen sulara sürte sürte su aldıklarından Karasusak’in ön tarafı yarı yarıya aşınırdı… Kimi zaman dericiler dükkânlarının ortasından geçen bu suyu Karasusakları ile içerdi.

Tabakhaneli olmayanlar, “Tahta Köprü’den geçme, Karasusaktan su içme!” diye Tabakhanelilere takılırlardı. Bir de şöyle takılırlardı  tabaklara “Bostandan dışarı kabak, adamdan dışarı tabak…”

Tabaklar işlerini bitirince Söğütlü kahvede buluşarak hem günün siyasal olaylarını değerlendirirler hem de; iskambil ya da dama oynayarak vakit geçirirlerdi.

“İşledikleri derileri ne yapardı tabaklar?”

Tabakhanenin merkezi Söğütlü kahve idi. Söğütlü kahvede tabaklar (debbağlar, dericiler), hem ham derilerin alışını, hem de işlenmiş derilerin satışını yaparlardı.

Satış mezat biçiminde yapılırdı. İşlenen deriler sırası ile satışa sunulurdu. Kim çok artırırsa satış onun üzerinde kalırdı. İşlenmiş derileri alan deri boyacıları; boyadıkları derileri sırlayarak Kunduracı çarşısına götürüp satarlardı. Bunlar da aldıkları bu boyanmış derileri kunduracılara satarak aracılık yaparlardı.

“Mezattaki satış çok çekişmeli geçerdi. Bazen öylesine bir hal alırdı ki sırf alıcıların birbirine kişilik ve üstünlük gösterisi nedeniyle; sahtiyanlar (işlenmiş keçi, koyun derisi) değerinin iki üç katı fazlasına bile satılırdı. Bu rekabet de deri işleyicilerinin işine yarardı.

“Tabakların o zorlu çalışmalarını da anlatır mısınız?

“Alleben kıyısında bulunan tabakların çalışmaları görülmeye değerdi. Sabah ezanı işe kalkarak idare lambası ışığında çalışmaya başlarlardı. Önce kazanda su kaynatırlar. Kaynattıkları bu kaynar suyu silelerine (Büyük ahşap kap) boşaltırlar. Bildiğimiz Sumak bitkisi  yaprağını torbasından da sileye dökerek yarı bellerine değin sileye girerlerdi.

Sumak yaprağı karışmış bu suya ham derilerini evire çevire batırıp çıkardıktan sonra ayaklarının altına alarak tepiklerlerdi. Ayaklarının altına aldıkları bu derileri tepeledikleri zaman daha öncekiler yüzeye çıkardı. Yüzeye çıkanları yeniden yaprak suyuna sokup çıkararak ayaklarının altına alırlardı. Tabaklar bu işleme “heyden tepme” derdi…

Ancak derilerin Sumak yaprağı ile pişirilmesinden önceki aşamasında derilerin it atığından geçirilmesi gerekirdi. Bu da dükkânların ortasında ve silelerinin önündeki taşlıkta yapılırdı.”

Bu çalışma öğlenin en sıcak saatlerine kadar açık havada devam ederdi. Tabakhane kadını için şöyle bir öykü anlatırlar.

Hattuç bacı evinin hayadında (avlusunda) güneş altında, öğle yemeği olarak kuru ekmek yiyormuş. Komşusu, iki evi birbirinden ayıran süyükten (duvardan) seslenmiş. “Kele bacım, ekmeği neden kuru kuru, hem de güneşin altında yana yana yiyorsun?”

Hattuç bacı yanıt verir. “Benim herifim (kocam) güneşin altında yana yana çalışırken gölgede lokma geçer mi benim boğazımdan?”

Bu vefalı tabak kadınları kocaları için maniler de düzmüşler. Biri şöyle: “Tabakhane ardı kale, yeter ne gül ne de lale, işine bak utan felek, tabağa ettiğin hale.”

“İt atığı nasıl temin ediliyordu, ne işe yarıyordu?”

Dereden gelen su kesilirdi. Yapma bir havuza sıcak su konurdu. Bu suya da kuru it  dışkısı döküp ayakları ile çiğneyerek sıvılaştırırlardı. Sonra kireç aracılığı ile tüyleri dökülmüş ham deriler; sıvılaştırılmış bu sıvının içine konarak dört beş saat bekletilirdi. Bunları getirip tabaklara (debbağlara, dericilere) satanlara sakatçı uşağı denirdi.

“İt dışkısını ‘sakatçı uşağı’ adı verilen çocuklar toplardı. Bunlar, sabahın erken saatinde kalkıp  yakın köylere  giderek buldukları kurumuş it dışkılarını, ellerindeki raketlerle yerden alıp. Sırtlarında taşıdıkları gaz tenekesine doldururlardı.

Sakatçı uşaklarından birinin adı Kazım’dı. Sakatçı Kazım  pazarlıkta usta idi. Debbağlara getirdiği atıkları satarken çekişir dururdu. Daima it atığını, yüksek  bir bedelle satardı. Bazen bedeli az bulunca satmaz eve götürür, ertesi gün getirip satardı. Satar satmaz da doğru kahveye giderek kağıt, dama gibi oyunlar oynardı.

Dericiler,  Sumak yaprağı ile silelerinde pişirdikleri derilerde kalan et parçalarını kazımak için güneş doğar doğmaz dükkânlarının önüne çıkarlardı. Derinin boyun kısmını kendi boylarındaki kütük ile duvar arasına koyduktan sonra iki saplı bıçakla deriyi iyiden iyiye kazıyarak temizlerlerdi. (Temizleme işinde kireç kullanılıyor. Eğer derideki kireci it atığı ile temizlemeseniz donar, deri çatır çatır çatlar. İt atığı bu çatlamayı önlediği gibi aynı zamanda deriye cilalanmış gibi bir parlaklık verir.)

Tabaklar etten sinirden temizledikleri bu deriyi suda yıkadıktan sonra güneşe sererek kurutup satışa sunarlardı.

Tabaklar, duvara dayadıkları kütükler üstünde deri kazıma işini her gün zevkle yaparlardı. Bu işlemlerden sonra siledeki posası çıkan bu sumak yapraklarını dükkânlarının önüne küme küme dökerlerdi. Biz çocuklar da bu havcar (sumak yapraklarının kullanıldıktan sonraki posası…) kümelerine çıkarak, bizim gibi çıkmak isteyenleri: “Ankara benim!” diye aşağı iterdik.”

“İşin bunca zor olmasına karşı, kazancı iyi miydi bari?”

“Taşköprü ile Tahtaköprü arasında sıralanan tabak esnafı; kanaatkar, şakacı, hoşsohbet, neşeli, sevimli, insanlardı. Günlük kazançları ile geçinirlerdi. Ahım şahım bir gelirleri de yoktu… Öyle sanıyorum ki bu işçiler bir gün çalışmasalar ertesi gün aç kalabilirlerdi.

Tabaklar, işleri bitince hemen eve giderek gündüz uykusuna yatarlardı. Çünkü onlar sabah ezanı ile birlikte işbaşı yapar, idare lambası ışığı altında işe başlar, öğleye kadar çalışırlardı.

“Tabakhaneden geçtiğim zaman, Tabakhaneli olmayan ben, oradan yayılan kötü kokuya dayanamaz, burnumu tutardım. O yörenin insanları bu kokuya alışmış olmalıydılar. Ama oradaki kirlilik hep öyle kalmazdı. Tabakhaneyi bazen pırıl pırıl temiz, kokusuz bulurdu. Nasıl olurdu da arınırdı Tabakhane?”

Tabakhane sadece işyerlerinden oluşmuş bir yöre değil. Tabakların evleri de oradadır. Aileleriyle birlikte orada yaşarlar. Bu yöre Çakmak Mahallesi olarak anılıyor.

“Çakmak mahallesinin erkekleri genellikle tabaklıkla uğraşırdı.”

Tabakların kirlettiği Alleben deresini yine Alleben’in kendisi temizlerdi. Bir bakarsın yaz günü birden bire kendini gösteren yaz yağmuru derede biriken bütün artıkları alıp götürürdü. Böylece dere temizlenmiş olurdu. Böylece Tabakhanedeki çocuklara gün doğardı. Yer yer biriken su birikintilerine girip çimerlerdi.

Karamaraş Pınarı’nın 100 metre kadar yukarısında derenin kenarında üç dört tabak dükkânı daha vardı. Bu tabak dükkânlarından biri Ekşimişki lakablı iki kardeşe aitti. Bu dükkânın bir özelliği vardı. Dükkânın merdivenlerle inilen aşağısında bir pınar dükkânın içinde kaynayıp dururdu. Dükkânda çalışanlar su içmek istediklerinde karasusak’larını bu suya daldırıp içerlerdi. Pınarın suyu dükkânın altından yine Alleben deresine akardı. Bu dükkan da kaybolup gitti.

Burada şunu belirtmek gerekir ki eğer sel Alleben deresini temizlememiş olsaydı Tabakhane de oturulur hal kalmazdı… İyi ki ara sıra sel gelirdi. Gelen sel Alleben deresini yıkardı. Selden sonra Alleben deresinde su artardı, berrak mı berrak bu suyun gürül gürül akmasını seyretmeye doyum olmazdı. Bu duruma gelen Alleben deresini, Alleben Çocuğu inip kucaklamak isterdi… Çoğu zaman kucaklardı da…

Alleben deresi Tabakların bendine takılınca bir göl oluştururdu. Bazen sel gelirdi ve bu bendi alır götürürdü. Bunun üzerine Tabaklarla bostancılar bir araya gelerek Tabakhane bendini yeniden yaparlardı. Her seferinde  daha sağlam yaptıklarına inanırlardı; ne var ki sele ne dayanır… Büyükçe bir sel gelince yaptıkları bent yeniden yıkılırdı.”

Avukat Hayri Balta’ya, konuyla ilgili olarak bizi bilgilendirdiği için teşekkür ediyoruz.

Günümüzde bütün bunların hepsi hayal oldu. Artık ne Tabakhane var, ne tabaklar var, ne de Hasan Baltalar… Onları bulanık gözlerle, gülümsemeye çalışarak anıyoruz.

Hazırlayan Fevzi Günenç, 28.3.2009

X