ZOR YAŞAM!..

ZOR YAŞAM!..

Saman Pazarı’nın ara sokaklarında dolaşırken, mahallede oynayan çocuklara, eski Ankara evlerine, turistik dükkanlara, evinin ve dükkanın kapısında oturan insanlara bakarak geziniyordum. Alışılmış görüntülerin dışında birden karşımda beliriveren adamdan gözlerimi alamadım. Kendisine baktığımı fark etmiş olmalıydı. Gözlerimi kaçırmış olsam da, yanımdan geçtikten sonra yolun sonunda, gözden kaybolana kadar arkasından bakakaldım.

Üzülmüştüm, hem de çok!

Her şeye rağmen içinde bulunduğu duruma göre olabildiğince bakımlıydı. Kemikli uzun yüzü tıraşlı, tepesinde dökülen saçlarının kalanları su ile taranmış, düzgün duruyordu. Ayakkabısını, ökçesine basarak giydiği için kundurasının sivri uçları daha bir önde duruyordu. Çorabının topuk kısımları nezelmiş, o kısım asıl renginden açık duruyordu. Gömleğinin görünen kısmı ütüsüz olsa da beyazdı. Ceketinin önündeki üç düğme iliklenmiş, her iki kolu da katlanmış, dirseğinin üzerinden birer çengelli iğne ile tutturulmuştu.

Yoktu kolları…

Uzun bir süre bulunduğum dükkânın önünde, kalakaldım. Arkamda bulunan dükkânın kapısındaki esnaf ben sormadan anlatmaya başladı. Üzüntümü farketmiş olmalıydı.

“Şu yukarıda bulunan otel var ya, bak!” deyip eliyle işaret ederek, “işte orda yaşıyor” dedi.

Ankara Kalesi’nin tarihi ile yarışan eski, köhne, daha çok işçilerin, evsizlerin bir iki kuruş bulup kaldığı otel havasındaydı.

“Orda yaşlıca bir kadın bakıyor kendisine. O kadın da hem orada kalıyor, hem de otelin temizlik işlerini yapıyor. O kadın var ya o kadın cennetlik!.. O adamın eli kolu. Tıraşını da, banyosunu da, yemeğini de o kadın yapıyor. Hatta kaşık kaşık yediriyor, her öğün. O kadın da zamanında…,” deyip duralıyor bir soluk. Anlaşılıyor ne demek istediği ifadesinden!.. ” Şimdi yaşlanmış, kimi kimsesi olmadığı için bu otelde yaşayıp gidiyor.”

“Adam zamanında bir kereste fabrikasında çalışıyormuş. Kollarını hızar makinesine kaptırmış. O kazadan sonra karısı çocuklarını alarak ana evine gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Bu hali ile yaşlı anası bakmış kendisine, o da ölünce buralara gelmiş. İş göremez maaşının tümünü buraya vererek burada yaşayıp gidiyor işte…”

Arkasından üzüldüğüm, düşündüğüm, merak ettiğim, kalakaldığım adamı, koca bir hayatı, birkaç dakikada, birkaç cümleye sığdırarak anlatıvermişti. Yüzümde acı bir tebessümle teşekkür ederek, hayırlı işler dileyerek ayrıldım bulunduğum yerden.

Ne zor bir hayattı yaşadığı. Elsiz kolsuz bir “hiç” olurdu insan.

Üzülmüştüm, hem de çok.

YENER BALTA, 17 MART 2010