TANRI’YI ANLAŞILIR KILMAK

TANRI’YI ANLAŞILIR KILMAK

İçindekiler:
A.
Akıl İle İman Çelişince
Akıl Sır Ermiyor
B.
Bilgelik Konusu
C.
Cin Çarpandan Değil de Din Çarpandan Korkunuz!..
D.
Denizli de Skandal Kitap
Dinde Zorlama Yok mu?
Doğal Afetler
E.
Enel Hak Dİyenler Ne Demek İster? (1, 2)
F.
Felsefe ve Din
G.
Giriş
H.
Hayırsızlar K.
Kıyamet
Kız Sünneti
Kocaeli’nde Şeriat Sınavı
Kul Yaratmak
Kuran Kursları İle Aldatma
Kurban 1
Kurtuluş Yolu
L.
Laiklik Bir Yaşam Biçimidir
N.
Neden?
R.
Ramazan Sayfamız
T.
Tanrı’yı Anlaşılır Kılmak
Tanrı Ve Put Üzerine
Türklerin Müslüman Olmaları
U.
Ulema İncileri
Y.
7.4 Yetmedi mi?
+
GİRİŞ

“Asıl düşman memleketin üstünü örten orta çağ karanlığıdır. Aklımızın süngüleri ile yurdumuzun üstünden kaldırılacaktır.
Ben size hiçbir ayet, hiçbir dogma fikir değil, aklı ve bilimi miras bırakıyorum..
Değişik bir Dünya’da değişmeyecek fikirler ileri sürmek, gelişmeye ve bilime karşı çıkmaktır.” (M. Kemal Atatürk)
+
Bu gün yurdumuzda, bırakın şeriatçı medyayı; Atatürk’e, Cumhuriyet ilkelerine bağlı ve de ilerici olduklarını söyleyen medyamızda bile şeriat bütün gerçekliği ile halkımıza anlatılmamaktadır. Öyle ki devlet radyoları bile gerçekleri gizlemekte, saçma sapan söylentileri, hurafeleri halkımıza din diye empoze etme konusunda şeriatçı medya ile yarışmaktadır. Örnek verirsek TRT’nin Din ve Ahlak yayınları… Özel televizyonların Ruh Dünyası, UFO yayınları…
Aşağıda adı geçenler “KURAN MÜSLÜMANLIĞI” adı altında şeriat propagandası yapmaktadırlar. Bunlardan ilk akla gelenleri, alfabetik olarak sıralıyorum; dünden bugüne; Tercüman’da Prof. Bekir Karlıağa, Doç. Dr. Abdülaziz Hatip, Güneş gazetesinde Rıza Zelyut, Halka Tercüman’da Abdullah Sevinç, Star gazetesinde CHP Milletvekili Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Takvim gazetesinde Prof. Zekeriya Beyaz, Vatan gazetesinde Prof. Süleyman ateş, Yarın gazetesinde Ahmet Yılmaz ve daha niceleri…
Asıl önemli olanı ise bu ilahiyatçılar tek kale oynamaktadırlar. Televizyonlardaki açık oturumlarda hiçbir zaman dine farklı açıdan bakanları aralarına almamaktadırlar. Oysa Namık Kemal’in dediği “Gerçek farklı görüşlerin karşılaşmasından ortaya çıkar.”
Tek kale oynayan ilahiyatçılar kendi inanç bilgilerinden emin olsalar muhakkak karşıt görüştekileri de yayına davet ederler. Örneğin Erdoğan aydın, Faik Bulut gibi yazarların bunların toplantısına katılması ne kadar güzel olurdu… Yalanları, cehaletleri yüzlerine vurulurdu…
Diyanet İşleri Başkanlığı derseniz o da adı geçenlerden geri kalmamaktadır. Kaldı ki Diyanet İşleri Başkanlığı finansmanını devletin sağladığı şeriat propagandası yapan bir resmî bir örgüttür.
Bütün saydıklarım bu güne değin “İslam’da neyin olup neyin olmadığı konusunda” bir anlaşmaya varamamışlardır. Günümüz ahlak ve bilimine, hukuk ve toplum kurallarına ters düşen bir uygulama ile karşılaştıklarında hep bir ağızdan koro halinde “İslam’da bu yoktur!” demektedirler. Oysa yok dedikleri vardır…
Şimdi bir an düşünelim; yurdumuzda, bunların istediği gibi Kuran Müslümanlığı uygulanmaya başladı diyelim. Bunlar kendi kafalarına göre Müslümanlığı uygulayamazlar ki. Bunlar Kuran, Hadis gibi İslam’ın temel kuralları dışına çıkamazlar ki…
Bir kere şurası bilinmelidir ki şeriatçılara göre: “Kuran ve Sünnet’le belirlenmiş iman esaslarının, ilâhî emirlerin ve yasakların bütününe ve herhangi birine inanmayan kişi kâfir” sayılır. (Bk. İslam’da Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircan. Sözlük bölümü. Aynı zamanda D. Mehmet Doğan’ın Vadi Yayınlarınca yayınlanan BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK’ün Kâfir ve Lâik maddesine bakınız…)
Ali Rıza Demircan’ın dayanağı da şu âyetlerdir. “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdirler, zalimdirler.” (K. 5/44, 45)
”…Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahret gününde de azâbın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (K. 2/85)
Yukarda adlarını sıraladıklarım ve diğerleri memlekete yeni bir buluşmuş gibi Kuran Müslümanlığını dayatmaktadırlar. Sanki İslam dünyasında 1500 yıldır uygulanan Kuran Müslümanlığı değilmiş gibi…
Bu bölümde yukarıda adı geçenlerin gizlemeye çalıştıkları ayetler (Kuran hükümleri) dile getirilmektedir. Bakalım dile getirmedikleri bu ayetleri dile getirmemi nasıl karşılayacaklardır.
Onların halkı aldatarak şeriata sürükleme hakkı var da; bizim halkımızı, Anayasa ve yasalarımız gereği yasak olan şeriat tehlikesinden korumak için gerçekleri dile getirmek ve laikliği savunmak hakkımız yok mudur?
Devletimizin Anayasasında her ne kadar “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” deniyorsa da; laik olmayan Cumhuriyetimiz irticaı, Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse etmekte ve hatta korumaktadır.
Böylece İslam’ın Sünni mezhebi devlet dini olma niteliğini sürdürmektedir. Bu laiklik dışı davranış sürdüğü sürece irtica; tesettür, inanç ve öğrenim özgürlüğü adı altında adım adım devleti ele geçirmeye devam edecektir.
Bu nedenle diyorum ki Sünni mezhebi de diğer din mensupları gibi kendi cemaatlerinin desteği ile yaşamaya bırakılarak Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla finanse edilmesine son verilmelidir.
Aksi takdirde şeriatçıların; Sivas, Malatya, Çorum, Kahramanmaraş katliamları, Sivas Madımak otelinde yaptıkları gibi; insanları otele tıkıp yakmaları, Atatürkçü laik aydınları öldürmeleri zaman zaman yinelenecektir.
Bu tür olaylara meydan verilmemesi için laiklik gereği Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir. Yoksa Abdurrahman Dilipak, 21.1.2000 tarihli Akit gazetesinde dediği gibi: “Kuran zalimlerin elinde her zaman bir cinayet aletine dönüşebilir.”
Amacım Kuran’ın zalimler elinde bir cinayet aletine dönüşmesini önlemektir. Bunun için de Devletimizin, her türlü düşünce ve inanç sahiplerine, hakaret ve şiddete başvurmama koşulu ile özgürlük tanıması ve de; aklı, ahlakı, sağduyuyu, vicdanı, bilimi, gerçeği, hümanizmi savunanları şeriatçı militanların saldırısından, şerrinden, küfürlerinden koruması gerekir… Kaldı ki devletin aslî görevi de zaten budur.
Sanılmasın ki ben; Allah’ı, Dini, Kuran’ı küçük düşürmeye çalışıyorum. Hayır, ben Din gerçeğini, ilahî ayetleri dile getirmeye çalışıyorum. Demek istediğim: Bunun yanında da dinlerin ahlak, edep ve hikmete yönelten öğütleri ihmal edilmemeli ve öğütlerin de; ilahi olduğu söylenmeli. Böylece; olgunlaşmış, sorumluluğunu bilen ahlak ve hukuk dışı olaylara karşı duyarlılığı olan yepyeni kuşaklar yetiştirilmelidir. Tanrı anlayışı gerçek yörüngesine oturtulmalıdır. Toplumu sanal bir Tanrı kavramına yönlendirmeye son verilmelidir.
Her toplumun her çağda kendine göre bir hukuku vardır. Mevlana’nın bundan 700 yıl önce söylediği gibi: “Dünle söylenen dünle geçti cancağızım. Bu gün için yeni şeyler söylemek lazım!”
1400 yıl önceki hukuk kuralları (şeriat hükümleri) ile laikliğe yönelmiş toplumumuz yönetilemez. Bilinmelidir ki: “Tanrı; madde olarak yoktur, mana olarak vardır. Varlık olarak yoktur, kavram olarak vardır. Gerçek olarak yoktur, düşünce olarak vardır. Kişi (Zat) olarak yoktur, simge olarak vardır.”
Tanrı; doğru, güzel, iyi vb gibi etik değerleri, olumlu kavramları, yüce duyguları kapsayan bir kavramdır. Bu kavramlar ise insanın yapısında, ruhunda vardır.
Bir örnekle görüşümü açıklamak istiyorum. Hıristiyanlıkta “Tanrı sevgidir!” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19) denir. Kiliselerinin kapılarında bu yazılıdır. Ne var ki bunun ne anlama geldiği çok az kişi tarafından anlaşılır. Bu demektir ki: “Sevgi” kavramı ile “nefret” kavramı ile karşılaştığınızda “Sevgi” tercih edilmelidir. Çünkü Sevgi nefrete göre çok yüce bir kavramdır. Çünkü “sevgi” iyi olduğundan, yüce (Tanrı); nefret ise kötü olduğundan, aşağı (Şeytan) dır.
Bu nedenle “Tanrı yücelerden yücedir!” denilir. Ne var ki din bilgisinden yoksun olanlar Tanrı’nın bilinmeyen bir yerde kürsüsü var sanır…
Bunun yanında Tanrı kavramı; doğa yasaları, toplum kuralları yanında; insanın, aklını, sağduyusunu, kültürel birikimini ve vicdanını kapsar. Bunu da ancak erbabı anlar.
“Tanrı bizde tecelli etmeye her zaman hazırdır. Tanrı her zaman içimizde ve bizimle birlikte vardır. Ne var ki ondan kaçarız. Sorumluluktan kaçmak için O’nu hep hep kendi dışımızda ararız.
Bize düşen içimizde bulunan Tanrı’nın sesini duymak (vahiy, ilham, esin, uyarı, cız…) ve o sese uygun yaşamaktır.
Aklın, bilimin, çağın ahlak ve hukuk kurallarına uymadığımız sürece biz insanlara kurtuluş yoktur.”
İnsanlar akla, bilime göre karar vereceklerine şeriat kurallarına göre karar veriyorlar. “Allah dünyayı yoktan var etti!” diyorlar. Böyle dedikleri an çıkmaza girdiklerini bilmiyorlar. Şu basit soru karşısında apışıp kalıyorlar. “Peki sen bir yaratan aradığına göre Allah’ı kim yarattı öyleyse?” denildiği zaman “O kendinden vardır!” diyorlar. Bu sözün bilimsel dayanağı var mıdır? Böyle bir sav bilimsel olabilir mi? Peki bu konuda da bir başkası: “Kendinden var olan maddedir.” derse haksız mıdır?
Yaratan maddedir. Vardan var olur, yoktan bir şey var olmaz. Kaldı ki bu savın bilimsel bir dayanağı da vardır: “Hiçbir madde yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz!”
Benim saçmaladığımı sananlar olabilir. Onlara şu gösterdiğim ayetlere bakmalarını öneririm:
Kuran’dan: 2/186, 8/24, 15/99, 17/60, 20/46, 50/16, 51/21, 56/85, 58/7;
İncil’den: Yuhanna, 14/8, 17/21; Korintoslular 6/16; Vahiy 21/3.”
Görüşlerimin din dışı olduğunu ileri sürerek bana kızanlar, öfkelenenler; önce gösterdiğim bu ayetlerle bakarak düşüncelerim arasındaki benzerliğe dikkat etmelidir.
Şeriat konusunu oluşturan bu bölümde demek istediğim: insan, içinde uyumakta olan Tanrı’yı uyandırmaya ve uyandırdığı bu Tanrı sözüne göre yaşamasıdır. Bunun için de insanın akla, bilime öncelik vermesi, gerçekçi olması; yaşamını, sağduyu ve vicdanının sesine uydurması gerekir.
Bilinmelidir ki: “Tanrı’ya kullukla ulaşılamaz. O’na, O’nunla ulaşılır.” (Ebu Said. Tevhidin Sırları. Muhammed İbn-i Münevver. KABALCI YAYINLARI, 2003. s. 294)
Amaç Tanrı’ya ulaşmaktır. Tanrı, kendisini bilmeyenlere yardımcı olamaz.
Bunun içinde insanın çaba göstermesi gerekir. Bu iş öğütle, sözle olmaz. İnsanın yaratılışı elverişli olmalıdır. Yaratılışı elverişli olmayanlara ne desen boştur ve bu nedenle bu sözlerim gerçek arayışı içinde olanlaradır…
Av. Hayri BALTA, 5.4.2006
+
TANRI TANIMINI ANLAŞILIR KILMAK

Aşağıda bir Tanrı tanımı yapılmaktadır. Okunduğu takdirde görülecektir ki bu tanım; İslamiyet’i yeni seçen bir kişiye yapılmaktadır.
Böyle bir tanım insan aklına kısa devre yaptırır. Hani önceki Cumhurbaşkanlarından Cevdet Sunay; Japon’ya da kendisine gösterilen bir robota: “Ne var ne yok!” deyince robot da kısa devre yaparak “pat!” diye patlamış…
Konuyu daha fazla dağıtmadan önce Tanrı tanımını okuyalım:
“ALLAH
– Alemi yoktan yaratan; Allahü Teâlâ’dır.
O Allah ki, evveli yoktur, diridir, her şeye gücü yeten her şeyi bilendir.
İşitir, görür, duyar ve murat edendir.
Allah, a’raz (Başka bir cevherle var olabilme durumu HB) değildir.
Cisim de¬ğildir, cevher değildir, suret ve şekil değildir.
Mahdut (sınırlı) değildir, bir şeyin parçası veya cüz’ü değildir, bileşik değildir.
Cins ve keyfiyet ile vasıflanmaz, mekândan mü¬nezzehtir. Yani bir mekânda değildir,
O’na za¬man cereyan etmez, ona hiçbir şey benzemez.
Hiçbir şey ilminin ve kudretinin dışında değildir. Allah’ın (CC) ezelî (sonsuz) ve zâtı ile kaaim sıfatları vardır.
Bu sıfatlar zâtının aynı da de¬ğildir, gayrı da değildir. (s. 18)”
+
Kitabın 2. sayfasında:
Doğruları bilen sapıttırılamaz.
Biz doğruyu öğrenelim ve öğretelim ki yanlışlar kendiliğinden uzaklaşsın .
Karanlığa lanet etmek yerine bir mum yakmak daha güzeldir.
+
Kitabın 3. sayfasında:
Bu eser, Ahmet Cevdet Paşa’nın “Bir mühtediye (İslam dinini kabul eden, İslam’a giren) mektup” isimli eseri ve Ömer Nesefi Akaidi esas alınarak Osmanlı Yayınevi (Abdülkadır Dedeoğlu) tarafından hazırlanmıştır.
+
(İlk Önce okunacak Cep Kitapları Serisi: 1
Peygamberimizden Günümüze “İSLÂM’IN TEMEL İNANÇLARI” Osmanlı Yayınevi.)
X
TANRI TANIMI

Bir Bektaşî fıkrası vardır. Hatırlayalım.
Bektaşi’nin biri, her nasılsa bir camiye gitmiş.
İmam minbere çıkmış vaaz veriyormuş.
Tam yukarıdaki gibi bir Tanrı tanımı yapmış…
Bektaşi dayanamamış:
“- İmam, efendi, şuna yok deyeceksin ama dilin varmıyor…”
+
Yukarıdaki gibi bir Tanrı tanımı insanları doyurmaz (tatmin etmez). İnsanlık için daha anlaşılır bir Tanrı tanımı yapılması gerekmektedir.
Tanrı denilince bir yaratıcı akla gelir. Konu, bizi kim yarattı konusunda düğümlenir. İnsanlar çevresine baktığı zaman gördüğü bütün eşyaların (masa, sandalye, kitap, defter, kalem gibi…) bir yapanı olduğunun ayrımına varır. Buradan hareketle bu dünyanın da bir yaratanı olduğu hükmüne varır. Acaba böyle bir hüküm doğru mudur? Bu hükme varan insan değil midir? Dolayısıyla bir Yaratan olduğunun ayrımına varan insandır. Yani bir Yaratan var olduğunun yargısına varan insandır. Dolayısıyla var “bir Yaratan var!” deyen insandır.
Yukarıda, A. M. Celal Şengör’ün “SORUDAN KORKMAYIN” başlıklı yazısında bu konu işleniyor: “Yani varsanız si¬zi bir yaratan vardır. Kitabın bir yazarı varsa; yazarın da bir tasarlayanı, bir yapıcısı var demektir. Yani yazarın Tanrısı vardır. Güzel: Peki bu mantığa göre Tanrıyı kim tasarlayıp yaratmıştır! Tanrı hangi amaç için yaratılmıştır?”
Böyle bir soru sorulduğu takdirde sorunun yanıtı da, çözümü de çıkmaza girer. Değil mi ki bir yaratan arıyorsunuz; “Peki, bizi yaratanı kim yarattı?”
Böyle bir soruya yanıt hemen hazır:
“O yaratılmış olsaydı, Tanrı olmazdı…”
Böylece soru kestirilip atılıyor ve çözümsüzlüğe bel bağlanıyor.
Bilim, böyle bir soruda açıklama getiriyor. “Hiç madde yoktan var olmaz; var olan da, yok olamaz.” (Maddenin sakınımı yasası. Lavezion)
Burada bilim ile din çatışıyor.
Din, “Yoktan var etti, yarattı” diyor;
Bilim ise, “Hiçbir madde yoktan var olamaz!” diyor.
Hangisine inanalım. Bu konuda aklı başında din adamları der ki: “Eğer bilim ile din çatışırsa; siz, bilimin verilerine inanın…”
Önermeyi şu şekilde de dile getirirler: “Eğer akıl ile din hükmü çatışırsa siz akla göre karar verin!”
Tüm canlılar; dolayısıyla insanlar; dünyaya gelip gittiklerine göre, demek ki; bir Yaratan vardır ve bu yaratan da maddedir, dünyadır, evrendir… Ne oluyorsa bu dünyada olup bitmektedir. Bize yaratılmış gibi görünen nesneler; görünmeyenden görünüre gelmekte; sonra, yine görünmezliğe dönüşmektedir.
Evren de, Dünya da, madde de, bilime göre, yoktan var olmadığına göre maddenin dışında bir yaratan aramak çözümsüzlüktür.
Burada şöyle bir soru sorulabilir… Peki bizim kutsalımız, tanrımız olmasın mı?
Elbette bir insanın kutsalı olmalıdır. Kutsalı olmayan bir insan huzursuzluğa mahkumdur.
Kutsal’ın başında da Tanrı gelir (Allah da deyebilirsiniz…). Tanrı; genel doğrular, olumlu kavramlar, yüce davranış ve düşünceler ve de yüksek değerlerdir. Saydığımız bu yüksek değerler Tanrı kapsamı içinde kutsallaştırılmalıdır. Giderek Tanrı olarak kutsallaştırılmalıdır.
Tanrı kapsamı içine aldığımız yüksek değerler; yani Tanrı, doğruluk, dürüstlük, iyilik, erdem, bilgi ve bilgelik, sevgi, şefkat, merhamet, dostluk, vefa duygularını kapsar ki bu yüksek değerler sayılamayacak kadar çoktur ve bütün bu değerler bütün insanlık tarafından, ve bütün dinler tarafından, yüksek değerler olarak kabul edilir. Buna Tanrı’nın birliği adı verilir.
Bütün dinler de bu yüksek değerlerin uygulanmasını ister. Uygularsan Allah seni mükafatlandırır, Cennet’ine sokar; uygulamazsan, seni Cehennem’de cayır cayır yakar diye korkutur…
Böylece, insanların yüksek değerlere uygulaması istenmiş olur ki bu bir dolaylı istektir. Oysa korkutmaya ya da ödüllendirmeye gerek duymadan da insanın yüksek değerleri yaşamına uygulayabilir…
Kutsal kitaplarda doğrudan yüksek değerleri kutsayan ayetler vardır.
Bir iki örnek:
“Rab (Allah) doğruluğumuzdur.” (Tevrat. Tekvin. 15/6. Yeremya. 23/6) Yine aynı anlamda olmak üzere Tevrat’ta üç ayet daha vardır:
“Benim dayanağım, kayam Rap’tır.” (Tevrat. 2. Samuel. 22/2-3 ve 22/32)
Burada “Rab’in” karşılığı: Doğruluk, dürüstlük, erdem, iyilik gibi tüm yüksek değerlerdir. Bu kavramlar yücedir. Din literatürünü göre yüce olan kavramlar da Tanrı’dır…
Bu konuda Kuran’da şöyle der:
“Yeryüzüne doğru kişiler varis olacaktır.” (K. 21/105)
Yüksek değerleri kapsayan erdemli yaşamı ilke edinen kişi Tanrı’ya ermiş sayılır ve bu kişilere Tanrı’nın velisi denir. Yani Tanrı’yı koruyan: Yüksek değerleri yaşamına uygulayan…
Veliler, ermişler yüksek değerleri yaşamına uyguladıkları için Tanrı’nın velisi sayılırlar. Veliler, ermişler, Tanrı’yı (yüksek değerleri) korudukları için Tanrı da onları korur.
Kuran’da bu veliler (ermişler) için şöyle denir: “Velilere korku ve keder yoktur.” (K. 10/62)
İnsanlık bu yüksek değerleri kutsallaştırarak Tanrı kapsamına alırsa ve bunları yaşamına uygularsa huzur ve mutluluk içinde yaşamını sürdürür. Bu yüksek değerleri yaşamına uyguladığı takdirde devletin hukuku karşısında da, toplumun din ve ahlakı karşısında da rahat olur. Kimse kendisini kanunsuzlukla, ahlaksızlıkla, dinsizlikle suçlayamaz.
Ama devlet eliyle kul yaratmaya kalkılırsa tarih boyunca olduğu gibi bundan böyle de yüksek değerleri ciddiye alan çok az kişi bulunur. Şimdi gördüğümüz gibi; çıkar sağlama, komisyon, rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk önlenemez duruma gelir…
Bu nedenlerle eğitim; tarikatların eline bırakılmayacak kadar önemli bir iştir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu da bu nedenle çıkarılmıştır. Amaç: Laik (akılcı) eğitimdir. Ancak akılcı bir eğitim (laik) yüksek değerlerin önemine insanlara anlatabilir. Türk ulusunun laik bir eğitimden başka bir alternatifi yoktur.
Şimdi Ataol Behramoğlu’nun 12 Ekim 2008 tarihli Cumhuriyet eki “Cumhuriyet Pazar”daki “KUL YARATMAK” başlıklı yazısını birlikte okuyarak bu konuyu noktalayalım:
X
KUL YARATMAK

Eski Yunan’da Tanrıların insan biçiminde tasarlanmış olması, insanın kulluktan çıkışı yönünde bir adım sayılabilir mi?
Söylenen tam olarak bu olmasa da E. Hamilton’ın “Mitoloji”sinde benzer bir görüşle karşılaştığımı anımsıyorum. Gerçekten de, Tanrının insanlaşması eski Yunan düşüncesi iledir. Buna, insanın Tanrılaşması da denebilir…
İnsanlığın düşünce serüveninde eski Yunan bir mucizedir. Öncesindeki ve sonrasındaki karanlıkların arasında göz kamaştırıcı bir ışık kaynağı gibi duruyor…
Tanrıyı insanlaştıran, bunu yaparken de insanı kulluktan çıkararak ona bir Tanrı kimliği kazandırmaya yönelen bu düşünce, daha somut olarak da, varlığı ve yokluğu yorumlayışta aklın egemenliği demektir…
İnsan aklı, Sokrates’le başlayan, Platon ve Aristoteles’le süren bir süreçte, felsefe, bilim, güzel sanatlar, tiyatro ve şiir alanlarında insanlığın tarih içindeki yürüyüşünde yolunu aydınlattı…
Rönesans ve sonrasındaki yeni ve modern bilimin ve felsefenin bütününü bu akla borçluyuz. Edebiyat da bu aklın ürünüdür. Bu anlamda akıl, insanın kendisi demektir. Her şeyidir, tarihidir, bugünü ve geleceğidir.
Akıl yönünden sapış, geriye dönüş, tarihin dışına düşmekle eşanlamlıdır. Kişisel yaşamda akıl dışına yöneliş, eninde sonunda kişisel bir olgudur; o kişiyi ve çevresini etkiler.
Toplumların akıl yönünden saptırılışı ise, bir toplumun, bir ülkenin yok olmaya yönlendirilmesidir.
Bu, bir ülkeye karşı işlenebilecek en büyük bir suç, bir cürümdür. Bugün yaşadığımız bu ülkeye, ülkemize karşı böyle bir cürmün işlenmekte oluşunun her gün yeni bir örneği ile karşılaşıyoruz.
Geçen hafta çağdaş Darwinci düşünür Dawkins’in internet sitesine girişin, tarihi ve sayısı belirsiz bir mahkeme kararıyla yasaklandığını yazmıştım. Bu yasak, kuşkumuz olmasın ki Darwin kuramının yasaklanması yönünde atılmış kasıtlı ve bilinçli bir adımdır. Benzer ve belki daha da vahim bir durum, ortaöğretim felsefe derslerinde yaşanacak.
Arkadaşımız M. Lıcalı’nın derlediği haber 21 Eylül tarihli “Cumhuriyet”te “Felsefe Yerine Din” başlığı ile yer aldı. Haberde, Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan “Ortaöğretim Felsefe Dersi ve Kılavuzu” taslağında felsefe derslerinin bir din kültürü ve ahlak bilgisi dersiymiş gibi okutulmasının öngörüldüğü örnekleniyor. Örneklerde, felsefe dersinin düşündürme amacıyla değil de, dayatmacı bir amaçla hazırlandığı açıkça görülüyor.
Öğrenciye, geçmişin ve günümüzün düşünce akımları, akılcı felsefeden yana bir yaklaşım şurada dursun, nesnel bir tutumla bile anlatılmıyor.
Tek amaç, bir yaratanın varlığını kanıtlamak…
O zaman düşünmeye zaten gerek kalmıyor.
Yaradan bizim yerimize zaten düşünecektir.
Bize düşen, en fazla, iyi bir kul olmaya çalışmaktır…
Felsefe ise kul olmanın tam olarak karşıtı, aklın sınır tanımazlığı demektir…
Düşüncenin çevresine sınır, önüne engel koyduğunuzda, düşünemezsiniz. İnsan olamazsınız…
İnsanın insanlaşma tarihinin dışına çıkarsınız…
Yurttaş bile olamazsınız…
Olsa olsa kul olursunuz…
Bir ulusun çocuklarının düşünme yetilerinin çevresine sınırlar çekmek, onları insan ve yurttaş olmaya değil de kul olmaya özendirip yönlendirmek, o ulusa karşı işlenebilecek en büyük suçtur, cürümdür.
Milli Eğitim Bakanlığı bu suçu işliyor.
Bu bakanlıkça ortaöğretim felsefe dersleri için hazırlandığı bildirilen taslak bu suçun belgesidir.
Felsefecilerimiz başta olmak üzere, ilgili bütün kişiler ve kuruluşlar tepkilerini belirtmeli, bu suç belgesinin uygulamaya konulmasına, gerekiyorsa yargı yoluna da başvurarak, el birliği ile engel olmalıyız…
Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet Pazar. 12.10.2008
ataolb@cumhuriyet.com.tr
x
Sayın okuyucularım,
Sizler için Özdemir İnce’nin, arka arkaya, üç yazısını yayınlayacağım.
Özdemir İnce, yazısında Din ile Felsefeyi karşılaştırıyor. Kutsal kitaplara göre dünya düz mü, yuvarlak mı onu gündeme getiriyor. Bu arada da din mücahitlerinin küfürlerine muhatap oluyor. Burada üzerinde düşünülmesi gereken bu din savunucuları niçin küfürbaz oluyor; niçin, şiddete eğilimli oluyor…
Ayrıca din ile bilimin aynı düzlemde tartışılamayacağını niçin kabul edemiyorlar…
Din diyor ki: “Allah dünyayı yoktan var etti!”
Bilim diyor ki: “Hiçbir şey yoktan var olamaz; var olan da yok olamaz!”
Yalnız bu iki önerme bile Din ile Felsefe’nin aynı düzlemde tartışılamayacağını gösterir…
Felsefe aklın araştırma alanına sınır tanımaz; din ise, imanı, inancı bile tartışamaz…
Sorun bu denli basit iken bu tartışma, bu öfke niye? Neyse, hele Özdemir İnce’nin yazılarını okuyalım önce…
Eren Bilge, 27.10.2008
X
‘HARUN YAHYA SAFSATASI VE EVRİM GERÇEĞİ’

“BİLİM ve Gelecek”, “Bilim ve Ütopya” adlı iki dergi yayınlanıyor Türkiye’de.
Bu iki dergi son yıllarda “evrim” ve “yaşamın tarihi” konularında özel sayılar yayınlıyor. Bu yayınların amacı Cumhuriyet’in temel değerlerinden olan “bilimsel görüş”ü savunmak.
Bilindiği gibi Harun Yahya adıyla yayınlar yapan Adnan Hoca, bilimin bulgularını, bilimsel gerçekleri dinsel bilgi ile açıklayan yayınlar yapıyor. Bu yayınlar Türkiye’de sınırlı bir taraftar bulmasına karşın dünyada ciddiye alınmıyor. Örneğin, Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hoşgörüyle karşılanan Yaratılış Atlası’nın Avrupa ülkelerinde dağıtılmasına izin verilmedi.
Varlık ve varoluşu dine dayalı bilimsel görüşle açıklamaya çalışan safsata, ABD kaynaklı “Akıllı Tasarımcılık” adı altında sunuluyor.
BİR ARAŞTIRMA
30.07.08 tarihli Sabah Gazetesi’nin yayınladığı bir haberi sizlere aktarmak istiyorum: “Muğla Eğitim Fakültesi’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre, biyoloji öğretmenleri evrim teorisine mesafeli duruyor. Geleceğin biyoloji öğretmenlerinin yüzde 43’ü evrimin bilimsel geçerliliği olan bir teori olduğunu düşünürken, öğretmen adaylarının yüzde 30’u bu konuda kararsız. Evrim teorisine katılmadığını beyan eden öğretmenlerin oranı ise yüzde 16.”
Oysa Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesinde, Türk milli eğitiminin genel amacının Türk milletinin bütün bireylerini “hür ve bilimsel düşünme gücüne değer veren kişiler olarak yetiştirmek” olduğu yazıyor.
DARWIN OLGUSU
Bilim dünyasında, Darwin’in Evrim Teorisi artık bir olgu olarak kabul ediliyor. Özellikle biyoloji ve tıp alanında yapılan bulgular Evrim Teorisi’ni doğrulamakta.
Ayrıca İngiliz Kilisesi, Charles Darwin’in düşüncelerini “aşırı savunmacı ve duygusal” davranarak reddettiği gerekçesiyle Darwin’den özür dilemekte. Kilise artık Kopernikus’un, Galileo Galilei’nin ve Bruno’nun astronomiyle ilgili teorilerine karşı değil.
Ama Türkiye’de Evrim Teorisi’ne karşı olan Yaratılış dogmasının okullarda birlikte öğretilmesi isteniyor; bu dogmanın din derslerinde öğretilmesiyle yetinilmiyor, bir de (Milli Eğitim Temel Kanunu’na aykırı olarak) biyoloji derslerinde öğretilmesi isteniyor.
Size bu konuda bilim adamları tarafından yayınlanan “Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği” (Bilim ve Gelecek Kitaplığı) salık vereceğim.
DÜNYA DÜZ MÜ!
Bilimi dinin sınavına, dini bilimin sınavına sokmak saçmalıktır. Bilimi dinselleştirmek, dini inancı bilimselleştirmek de delice bir saçmalıktır. Saçmalıktır, ama din yobazları bu türden saçmalıkları adım başı yapmaktalar.
Aklı başında din adamları, din ve bilimin iki ayrı alan olduğunu, bu iki alanın birbirine karıştırılmaması gerektiğini söylüyorlar ve çok iyi ediyorlar. Bilim adamları Tevrat, İncil ve Kuran’ı bilimsel değerlerle inceleyecek olurlarsa toplumda huzur kalmaz. Müslüman din adamlarının Kuran’da dünyanın düz olduğunun yazılı olduğunu savunduğunu biliyor musunuz? “Tanrı’nın yeryüzünü düz olarak, gökleri de muhafazalı bir tavan şeklinde yaratması, insanların geniş yollarda yürüyerek kolaylıkla seyir ve seferlerde bulunmalarını sağlamak içindir. Tanrı bunu kitabında açıklar.” (Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”, Cilt 1, s. 3)
Özdemir İNCE , Hürriyet, 5.10.2008
X
FELSEFE VE DİN

“HARUN Yahya’nın Safsatası ve Evrim” (05.10.08) yazım gibi “Din ve Felsefe” (11.10.08) de son derece edepli (!) tepkilerin saldırısına uğradı.
Bu e-postalardan biri Dr. Barış Güven’den (dr.barish@hotmail.com) geliyor. Dr’un yurtdışında yaşıyor olması büyük bir olasılık. Gönderdiği e-postayı bilginize sunuyorum:
“Ulan terbiyesiz herif, ulan cahil, hatta echel. Sana bi sorum var o da şudur. Sen insan mısın? Yoksa öküz müsün? Bu kafama takıldı. Ulan senin tek bildiğin şey yalan haber yapmak ve saçmalamak mıdır, sen hiç doğru bi cümle kuramaz mısın, hıyar! Dinle diyanetle uğraşmayı bırak. Çünkü bu konular senin boyunu aşar. Sen küçük beyne sahipsin. Kış geldi ahırından ayrılma derim. Abinden sana tavsiye. Çok açılma!”
Yurtdışında okuyan ya da yaşayan Fethullahçı ya da Harun Yahyacılara özgü bir dil bu!
+
Bir de olumlu tepki e-postası:
“Felsefe dersi ile ilgili yazınızı okudum. Daha dün tesadüfen dinlediğim bir dinci radyoda Kuran öğrencisinin çok iyi vasıflara sahip olduğunu ve cennete doğrudan gideceğini ama felsefe öğrencisinin ise tamamen cehennemlik olacak kötü vasıflara sahip olduğunu dinledim. Bugün işte bu kafalar iktidar ve tabii ki felsefe derslerini kaldıracak ya da felsefeden çok başka bir şey haline getireceklerdir.” (A.Gökçe)
+
Bir başkası “Felsefe Dersi”ni kendince yorumluyor:
“Bilimin amacı, káinatın merkezinde bulunan insanın rahatı için üretmek değil midir? Felsefe eğer insana faydalı olmayacak, onu rahat ettirmeyecekse onun varlığının mantığı ne? Felsefenin soru sorarak insanı düşündürmesi, insana doğruyu buldurmaya çalışması, üretmesi için önde gelen faktörlerden biridir. İnsanın maddi yanının yanında manevi bir yanının da olduğunu inkár edecek yoktur. Daha manevi dünyaları oluşmamış gencecik çocukları inançsızlık bataklığına sürüklemek de neyin nesi. Birini gösterin bana ki ben inançsızlığımla bütün mutlulukları elde ettim desin. Dayanacak bir yeri yoksa o kişinin mutlu olması imkánsız. İnsanın açlığı, yiyecek bir şeylerin varlığını gösterir. Kulağımız varsa duyulacak bir şeylerin olduğunun belirtisidir. İnsanın sonsuzluğu istemesi, uzun yaşama isteği de bu kısacık ömrün yetmediğini, ebedi bir yerin varlığını bize gösteriyor. Şimdi siz bunları anlatmadan çocuklara her şeyi sorgulatırsanız onu içinden çıkılamaz bir açmaza sürüklemiş olursunuz. Onun için felsefeyi işlerken zihin kirlenmesine engel olmak gerekir. Şimdiye kadar aynı anlatmanın ne faydası oldu da hálá aynı anlatmadan medet bekliyorsunuz.” (Y.Kocatürk)
* * *
CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen, 08.10.2008 tarihinde, Milli Eğitim Bakanlığı Talim-Terbiye Kurulu’nun yenilenen ortaöğretim müfredat programı kapsamında hazırladığı Felsefe Dersi Programı ve Kılavuz Taslağı’nın dini ve milliyetçi motifler içerdiği iddialarından yola çıkarak Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in yanıtlaması için soru önergesi vermiş. Milletvekili Sevigen önce taslakla ilgili görüşlerini açıklıyor:
“Felsefenin yerine din ikame edilmekte ve felsefe adeta bir din öğretisi olarak sunulmaktadır.
İnsanın duyu ve aklının yetersiz olduğu iddiasıyla sezgicilik ve tasavvuf vurgusu yapılmaktadır.
Ortaçağın teolojik felsefesi esas alınarak toplumun dinselleştirilmesine hizmet edilmektedir.”
Özdemir İnce, Hürriyet, 26.10.2008
(G. T. 4.11.2008)
X

X
X
X
İSLAM PEYGAMBERİNİN MAL VARLIĞI

Değerli Hayri Bey,
Mutezile takma adlı üyemizin yazdığı yazıyı aşağıya kopyalıyorum.
Esenlikle kalın
E. O. 7.6.2007
+
E. O. Adlı okuyucumuzun gönderdiği ilginç yazıyı biraz ekleme yaparak aşağıda sunuyorum.
Gerçekten de biz Müslümanlara küçüklüğümüzden beri İslam Peygamberi’nin yoksulluğundan söz edilir. Örneğin o denli yoksulmuş ki açlığından karnı ağrırmış ve açlığının acısını duymamak için karnına taş bağlarmış.
Elbette biraz büyüyüp de araştırmaya ve akıl yürütmeye başlayınca bu menkıbenin tümüyle yalan olduğu anlaşılmıştır. Örneğin ŞAKİR KEÇELİ’NİN ŞERİAT NEDİR? DEMOKRASİ İLE BAĞDAŞIR MI? (Ardıç Yayınları. 1. Baskı. Ağustos. 1997) adlı kitabının 103. sayfasına baktığımızda Sahabelerin malvarlığının şöyle olduğunu görürüz.
“Zübeyr’in sahip olduğu evler dışında, elli bin dinarı, 1000 cariyesi ve yüz atı vardı.
Talha bin Ubeydullah bin Avf’ın 100 at, bin deve, on bin koyunu vardı. O öldüğünde, nakit olarak, 336.000 altın dinar bırakmıştı.
* Zeyd bin Sabit’in terekesinden, değeri yüz bin altın dinarı bulan mallar ve köyler dışında, kazmalarla kırılabilen altın ve gümüş külçeler çıkmıştır.
* Ya’la bin Münebbih’in terekesinde, beşyüz bin dinar değerinde alacak, taşınmaz mallar ve değeri yüz bin dinar eden taşınır mallar bulunmaktadır.”
Oysa bizlere Sahabelerin bir lokma ve bir hırka yaşam sürdüklerini söylemişler ve bu söylentilere inanan dervişlerle tarikat mensupları bir lokma ve bir hırkaya ömür boyu talim etmişlerdir.
Bu durumda ister istemez akla şöyle bir soru gelmektedir:
“Sahabeler bu kadar servet sahibi olurken; örnek aldıkları Peygamberlerinin ne kadar serveti vardır acaba?”
Neyse biz asıl konumuza dönelim. İslam kaynaklarına bakalım. Taberi tarihinin yazdığına göre İslam Peygamberinin 27 karısı bulunmaktadır; ancak Diyanetçiler, bunu kabul etmemekte ve 13 karısı vardır demektedirler. Olsun, hadi kendilerinin dediklerini kabul edelim. Bir Peygamber o kadar yoksulmuş da 13 karısını nasıl beslemiş. Onlar da mı açlıklarını hissetmemek için karınlarına taş bağlamışlar?
Kimi akıllılar da “riyazet nedeniyle belki aç kalmıştır” da ondan öyle yapmıştır demektedir. Bunu da kabul edersek böylesine aç kalan bir insan nasıl olur da ümmetini yönetebilir; nasıl olur da 13 karısının koynuna sıra ile girip çıkabilir?
Bir insanın her gün bir karısının yanına gidip gelebilmesi için bile güçlü kuvvetli olabilmesi gerektir ki İslam Peygamberi bir hadisinde: “Bana 30 erkek gücü verilmiştir.” demektedir… (Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler İlhan Arsel’in ŞERİAT ve KADIN adlı kitabına bakabilirler…)
Ey benim saf ve iyi niyetli Müslüman kardeşim bunda kızacak bir şey yoktur. Bunları İslam kaynakları, (Kuran ve Hadis kitapları), yazmaktadır. Bana kızacağına; İslam kaynaklarına karşın, sizlere yalan söyleyenlere kızmanız gerekir…
Bizim yaptığımız, İslam dininde yalan en büyük günahlardan biri olmasına karşın, sizlere yalan söyleyenlerin yalanlarını ortaya çıkarmaktır. Kaldı ki İslam Peygamberi yalan konusunda Kuran’da şöyle demektedir: “Allah’ın lânetini yalancıların boynuna geçirelim!” (K. 3/61)
Bizim yaptığımızda yalan söyleyenlerin yalanlarını boynuna geçirmektir…
Neyse, bu iş uzayacak. İyisi mi bize gönderilen aşağıdaki yazıyı okuyalım…
Av. Bilge Balta, 29.7.2007
+
İslam Peygamberinin Mal Varlığı

Küçüklüğümde, gençliğimde İslam Peygamberinin yoksulluğu hakkında çok menkıbeler dinledim. En çok da şu menkıbe dikkatimi çekerdi. “Peygamberimiz o kadar yoksuldu ki evinde yiyecek bir şeyler bulamadığı zaman; açlığını karnına taş bastırarak giderirdi…”
Önceleri, akıl yürütmeyi öğrenmeden önce bu söylemlere kuzu kuzu inanırdım. Sonra denemeye kalktım. Aç kaldığım gün gömleğimin altından taş bağladım; baktım, açlığım gideceğine daha da artıyordu.
Emeviler, müminleri din konusunda her söylenene inandırmaya alıştırdılar. Cami’de her söylenene inanmak gerekiyordu. Bir soru sormaya kalkan dışlanıyordu…
Evinde 2-3 ay aş için ateş yanmadığı; evinde su ve hurmadan başka yiyecek bulunmadığı yolunda patetik (etkileyici) hadisler nakledilmiştir. Bu hadislerin Buhari’de yer alma konusu başka bir tartışma konusudur, çok da uzun sürer.
Başka hakikatlere bakalım-bırakalım tenakuz olarak kalsın-:
*Çok zengin bir kadın olan Hatice’den miras kalanlar
*Ebubekir’in sağladığı mallar
*Medinelilerin sağladığı mallar
*Düşünülemeyecek kadar çok ganimetler
Medine yakınlarındaki Hurmalıklar;
Hayber Hurmalıkları; Fedek Hurmalıkları bkz:( Sahih-i Buhari tecrid: 1288 nolu hadis ve Kamil Mirasın açıklamaları)
*Humus (savaş ganimetinin beşte bir payı)
*Ayetnip (Bazı savaş ganimetlerin tümü. Örnek: Nadiroğullarından Fedek Halkından elde edilen ganimet böyle olmuştur. F. Razi: 29/284; Kurtubi 18/19 )
*Ayetnip hakkında nüzul olan HAŞR SURESİ 6.AYET:6 – Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir.
Haşr Suresi 6. ayetin Tefsiri: Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey’ adı verilmiştir. Şer’an da fey’, kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi gelirler demektir.
Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi’nde geçen “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne aittir…” (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir.
“Fey’ ise harp bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf edilir.” âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir’dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)’a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah’ın eline verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir.
SÜNNETE BAKALIM: Nadir Oğulları’nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey’ olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir’de olduğu gibi Enfâl Sûresi’de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah’a aid bir fey’ olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah’ın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey’ olarak Resulü’ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve.
HADİSE BAKALIM TEKRAR: Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Allah Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti. Nadir Oğulları’na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir.” (SÜNNET VE HADİS DIŞINDA yukarıdaki Ayet tefsiri Elmalılı Hamdi Yazırdan alıntılandı)
* “De ki, ganimetler Allah ve Peygambere aittir. (Enfal, 8/1),
*Muhammedin şahsi zengiliğinin DİĞER işaretleri: 60’tan fazla kölesi, 20 cariyesi; karılarından Ayşe’nin bir andını bozması üzerine KENDİSİNE AİT OLANLARDAN 40 köle birden AZAD etmesi (Buhari; tecrid hadis no: 699 ve devamına dair kamil Miras’ın İzahı)
*Veda Haccı öncesinde kendi hazinesinden 100 deve kuban kestiren, hatta bir kısmını da kendi kesen; bir kısmını da damadı Ali’ye kestirebilecek bir dünyalığa sahip olması (Buhari ve Müslim’de Kitabu’l-hac’ca bkz).
*Rukye: Nefes etme ve okuma sonucu Tedavi ettiği-yani E’t-Tıbbün-nebevi’yi uyguladığı vakalarla doludur Kütub-u Sitte. Her defasında Rukye adı altında ücret aldığın: koyun sürüleri, kurutulmuş, yoğurt, et artık ‘Şifa bulan’ın gönlünden ne koparsa, gücü ne kadarsa ÜCRET almıştır Muhammed (s.a.v). Uhruc duası ile (”Uhruc adevullah, ene resullullah!”) diyerek Cin çıkaran da bu Muhammed Mustafa’dır
* El-Müellefetül Kulüb ve ganimetlerin büyüklüğüne örnek:
Hevazin-Huneyn savaşında ganimet olarak elde edilenler Buhari’nin e’s-Sahih’inde sayılıp dökülür: 6 bin kadın; 24 bin deve; 40 bin davar; 4 bin okiyye gümüş.
Taberi ve Ceziri’ye göre düpedüz RÜŞVET VEREREK kabilenin ileri gelenlerinin Kalplerine İslama Isındırmak da (Yaşar Nuri terminolojisi ile) uygulanagelen bir yoldur.
Ebu Süfyan’dan-Hars oğlu Ala’ya kadar 15 kişilik putataparlara İslama gelsinler diye 100’ER (YÜZ’ER) deve verilmiştir. Bu olay Kurana El-Müellefetül Kulüb diye de girmiştir.
Sahihi Buhari’de ve İbni İshak’da Cabir b. Abdullah rivayetine göre şunları okuyoruz:
”Benden evvel hiç kimseye (diğer nebilere) verilmedik beş şey, hep birden bana verilmiştir:
1-) Düşmanın kalbine korku salmak
2-) Yeryüzü bana namazgah kılındı
3-) Cihad yolu ile bana ganimet helal edildi (”Ganaim bana helal edildi” Halbuki benden evvelki Nebilere helal değildi)
4-) Bana Şafaahat verildi
5-) Bütün kavimlerin peygamberi sayılmak (”Benden evvel her nebi hassaten kendi kavmine ba’s olunurken; ben umum-ı nasa ba’s olundum”) Buhari c.II s. 223
* Enfal suresi: 1 – Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki, ganimetlerin taksimi Allah’a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçekten mümin kimseler iseniz Allah’tan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin. Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. (Elmalılı Meali)
* De ki; enfâl (ganimet), Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Allah’a ve Resul’e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder (Elmalılı Tefsiri)
* Enfal suresi: 41- Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah’a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Allah, herşeye kâdirdir. (Elmalılı Meali)
Kendi payından 1/5’den fakir fukara & garip gurebayı doyurmakla mükellef iken Seyyid-i Kainat genellikle bunları kendisine ve aile efradına sarfederdi:
Örnek 1-) Hayber fetinden sonra hayber arazisinden çıkan bütün meyve, hububat cinsi ürünlerin önemli bir kısmını (Öksüz, yoksul, fakir ve gariplere değil) Hane-i saadetine -kadınlarına kullanımlık- için göndertmiştir. Buhari: e’s-Sahihlerden Abdullah İbn Ömer rivayetidir (C VII Hadis no: 1052)
Örnek 2-) Beni Nazır Yahudilerinden ele geçirdiği malları kendi ailesinin geçimine ayırmıştır. (Sahih-i Buhari Cilt VII. S 332.)
* Cihad etmeden (at sürmeden) ele geçirilen ganimetleri HİÇ PAYLAŞMAZDI. İşte ayet:
“Haşr suresi: 6 – Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir. (Meali)
Haşr 6, Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Allah Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu. Hz.Peygamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti.” (Alusi Tefsiri)
* Savaşa katılmış olan kadınlara ganimetten (Ganaim) pay ayrılmaz (!). Bu konuda kadınlara hak tanınmamıştır. Buna karşılık savaşa katılan atlara hak tanınmıştır.
Örnek: Abdullah İbn-i Ömerden rivayetine göre Muhammed ganimet alınan mallardan her bir süvariye bir ”sehm” (pay); ve süvarinin sahip bulunduğu ”AT” için ise 2 ”sehm” (pay) ayrılmasını öngörmüştür; böylece süvarilere 3 pay üzere ”nasib” kılınmalarını sağlamıştır. (Sahih-i Buhari Hadis no: 1635. C: X. )
* Bu ganimet konusu çok hassas bir konudur: Bu ”Ganimet Siyaseti” İslama taraftar ve saha kazandırmak açısından son derece yararlı olmuştur. Muhammed taraftarları Çete saldırıları, baskın, Mukatele ve Kıyımda meşruiyet ve çıkar görerek kılıç sallamışlardır.
* Ganimet derken tam olarak ne kastediliyor ve bu savaş ve Kıyımlar sonunda üleştirilen nedir. Bakalım neymiş:
– Köle (Kadın ve çocuklar)
– Cariye
– Hurmalıklar, verimli-verimsiz bütün topraklar
– Deve, at, koyun, kuzu ve her türlü davar
– Altın – gümüş – gibi tüm mücevheratlar
– Ele geçirilen silahlar
”Hicri 3. yılda Muhayrık adındaki Sahabisi Muhammede vasiyet yoluyla 7 (yedi) Hurma bahçesi bağışlar”
(Muhammed Hamidullah; İslam peygamberi) Bunları beyt-ül Mal’e (devlet bütçesine katıp fakir fukara-garip gurebayı doyuracak yerde, Kullanımı hane-i saadetine devretmiştir. Kadınları ve ev ahalisi ve kendisi bundan sebeplenmiştir.
Mealen bu yazılanlara Hilafen rivayet edilmiş Hadislerden Örnekler:
1-) ”Peygamber öldüğünde, zırhı, bir yahudi’de 30 dirhem karşılığında rehin imiş” Sahih-i Buhari
2-) ”Biz peygamber karılarının evinde 2-3 ay bazen geçerdi de evde ateş yanmaz, sıcak aş pişmez idi. ” E’s-Sahihlerde Hz Ayşe’den rivayet edeilir.
3-) ”İki kara nesne ile yaşıyorduk: Hurma ve su. Peygamberin Medineli komşuları vardı bunların sağılan koyunları vardı. Sağdıkları koyun sütünden Nebiiye armağan gönderirlerdi. Peygamber bize de içirirdi. (Buhariden yine Hz Aişe rivayet eder). (Bu anlatılanları doğru kabul edersek; o kadar ganimete karşın, böylesine bir yoksul yaşam söz konusu ise, ortada bir cimrilik söz konusudur… HB)
Bunları okuyan, işitenler ağlarlar camilerde. Veda Haccında 100 deve kişisel servetinden kestiren; Bayramlarda 2’şer koç kestiren bir Nebii nerede ise yarı aç-yarı tok yaşar ve karnına ”açlıktan taş basarmış”…
E’s-Sahihlerden (Buhari hadislerinden) son çarpıcı bir örnek:
”Adamın biri peygambere gelip istekte, yardım talebinde bulunuyor. Peygamberde o kişiye ” iki dağın” arasını dolduracak kadar çok koyun verdi”
(İslam peygamberi o kadar yoksulmuş da iki dağın arasını dolduracak kadar koyunu nereden bulmuş da vermiş… Görüldüğü gibi yoksulluğunda da zenginliğinde de birbirini tutmayan açıklamalar var. Amaç fırsat düştükçe yoksullukla ya da zenginlikle İslam Peygamberini olumlamaktır. Ne var ki azıcık kafası çalışan bir kişi anlatılanlar arasındaki çelişkilerden rahatsız olmaktadır… HB)
Av. Bilge Balta, 29.7.2007
X
DİNSİZLERİN SAFSATALARI

Aşağıya Mehmet Şevket Eygi’nin 16.10.2006 tarihli Milli Gazete de çıkan bir yazısını alıyorum.
Dikkatle ve düşünerek okunduğunda adı geçenin “Aklını İmana kurban ettiğini” görürüz.
Aklın üstünlüğü İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da yüzü geçen ayetlerde bildirilir. Ne var ki; İslam’da akıl; İslam kurallarını (Nas’sını) öğrenip öğretmek ve İslam şeriatını koruyup yaşatmakla yükümlüdür.
Bu nedenle İslam dünyasında; bilimde, sanatta, sporda, tıpta, sanayide ilahir hiçbir gelişme olmamıştır, olacağı da yoktur; çünkü İslam dünyası, aklını bu dünya için kullanacağına öbür dünya için kullanmaktadır.
Haklılar da; ebedi bir dünyada yaşamak dururken geçici bir dünya için emek harcamak akla ve mantığa aykırı değil midir(?). Bunlara göre önemli olan ebedi yaşamdır; geçici yaşam ise ham hayaldir.
Batı dünyası bu gün; bilimde, sanatta, sporda, tıpta, sanayide ilahir ilerlemişse bu; Reform, Rönesans’tan sonra laikliğe geçerek aklını kullanması sayesindedir. Zaten laiklik, akılcılıktır. İslam dünyası da bu nedenle “Laikliğe” düşmandır…
M. Ş. E.’nin yazısından öğreniyoruz ki; biz laiklerde ne din var, ne de iman… Tümden kâfiriz… Ne var ki ben; M. Ş. E. gibi Müslüman olmaktansa kâfirliği yeğlerim…
Aşağıdaki yazı bu açıdan incelenmelidir.
Aklını bu dünya için kullanmayanlar geri kalmaya mahkumdur.

Şimdi M. Ş. Eygi’nin enterasan yazısını okuyabiliriz.
Av. Hayri Balta, 22.10.2007
+
Dinsizlerin Safsataları

BIRINCI SAFSATA: Din ile akıl bağdaşmaz. Toplum dine uyarsa, akıldan uzaklaşmış ve akıl aydınlığından mahrum kalmış olur.
Cevap: İslâm dini “Aklı olmayanın dini yoktur” buyuruyor. Din akıl ile anlaşılır ve uygulanır. Din akıldan üstündür, ona kılavuzluk eder.
IKINCI SAFSATA: Akılcılık iyi bir şeydir.
Cevap: Akılcılık (rasyonalizm) bir doktrin, bir teori, bir ideolojidir. Akıl iyi, faydalı, lüzumlu, zarurî bir şeydir. Akıllılık da iyidir. Buna mukabil akılcılık kötüdür. Akılcılık ile akıllılık birbiriyle uyuşmaz. Akılcı, akıllı değildir.
ÜÇÜNCÜ SAFSATA: Akıl ile bütün problemler, krizler çözülür, zorluklar aşılır, haysiyetli bir hayat sürülür.
Cevap: Akıl, tek başına kesinlikle yeterli değildir. Yeterli olsaydı, çok akıllı, en akıllı insanlar birbirine zıt ve ters bir sürü teori, doktrin, çare, çözüm üretmezlerdi. Akıl şarttır, zarurîdir, çok lüzumludur, lakin ona mutlaka bir rehber gerekir. O da dindir, ilâhî vahiydir.
DÖRDÜNCÜ SAFSATA: Toplum din kuralları ile idare edilirse gerilik, tembellik, karanlık olur.
Cevap: Endülüs’te çok yüksek, çok güzel, çok aydınlık bir medeniyet vardı. Avrupalılar Endülüs’e nispeten çok geriydi. Müslümanlar, dinlerine ne kadar sarılmışlarsa, akıldan o nispette yararlanmışlar, ilerlemişler, üstün ve vasıflı olmuşlar, başkalarından yüksek olmuşlardır.
BEŞINCI SAFSATA: Sekülarizmi korumak için bireylerin ve toplumun din hürriyeti, hattâ ibadetleri bile kısıtlanabilir.
Cevap: Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti ve hakkı, evrensel ve temel insan haklarının en önemli maddesidir. Bu hürriyet bir DEĞERDİR. Hiçbir geçersiz ve âdil olmayan bahane ve sebeple kısıtlanamaz. Sekülarizm bu hak ve hürriyetten önce gelmez. Çünkü hiçbir insan hakları beyanname ve sözleşmesinde sekülarizm evrensel bir hak ve vazife olarak zikr edilmemektedir. Din hürriyeti, başkalarının hürriyetlerine zarar vermemek maksadıyla ÂDIL kanunlarla sınırlandırılabilir.
ALTINCI SAFSATA: İslâm dini, kadın hürriyetlerini kısıtlamış, kadını ikinci sınıf bir insan haline getirmiştir.
Cevap: İki şer’î mânâsıyla tesettür kadını alçaltmaz, aksine ona değer, haysiyet ve hürriyet kazandırır. Zinayı ahlâksızlık ve suç saymayan, eşlerin nikahsız yaşayabileceklerini söyleyen, kadınların -canları isterse- birçok erkekle yatarak nesebi belli olmayan çocuk doğurmak ve bunları nüfusa kendi adlarıyla kayd ettirmek hakkına sahip olduklarını iddia eden bir zihniyetin İslâm’ı anlaması ve değerlendirmesi mümkün değildir. Onlara göre tesettür bir tür köleliktir, Islâm’a göre ise kadının örtünmesi hürriyettir.
YEDINCI SAFSATA: Küçük çocuklara din ve Kur’ân dersi verilmesi doğru değildir.
Cevap: Türkiye devletinin de imza koymuş olduğu uluslararası insan hakları beyanname ve sözleşmelerinde “Ebeveyn (anne baba) çocuklarına serbestçe din eğitimi verebilir” demektedir. Bir anne babanın, çocuklarını küçük yaştan itibaren Müslüman olarak yetiştirmeye ve eğitmeye hakkı vardır. Buna karşı yapılan bütün düzenlemeler ve uygulamalar bir insan hakkı ihlâlidir.
SEKIZINCI SAFSATA: Türkler Arapça bilmiyor, binaenaleyh Arapça Kur’ân’ı anlamadan okumasınlar ve ezberlemesinler. Dinlerini Kur’ân tercümelerinden öğrensinler.
Cevap: Müslüman Türkler, dinlerini doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm’den çıkartmazlar, büyük din âlimlerinin hazırlamış olduğu ilmihal, fıkıh, ahlâk, akaid kitaplarından öğrenirler. Hem Kur’ân okurlar, hem de onun meal, tercüme ve tefsirlerini. Mânâsını anlamadan Kur’ân okumakta da sevap vardır, dinen iyi ve hayırlı bir şeydir.
DOKUZUNCU SAFSATA: Kur’ân tercüme edilsin ve halk kutsal kitabını anlayarak okusun.
Cevap: Her devirde Türkçe Kur’ân tercümeleri, meâlleri, tefsirleri olagelmiştir.Hele bu devirde, ihtiyaçtan fazlası vardır. Son yirmi otuz yıl içinde ülkemizde milyonlarca nüsha Kur’ân tercümesi, meali, tefsiri basılmış ve Müslümanların evlerine, özel kütüphanelerine girmiştir.
ONUNCU SAFSATA: Şeriat kötü bir şeydir, Şeriatı tutmak gericiliktir.
Cevap: Ferid Devellioğlu’nun hazırladığı Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatta Şeriat şöyle tarif ediliyor: “1. Doğru yol, 2. Allah’ın emri, 3.Âyet, hadîs ve icmâ-i ümmet esaslarına dayanan din kaideleri.” Yerli ve yabancı bütün ciddî sözlük ve ansiklopedilerde buna benzer açıklamalar bulunmaktadır. Bir insanın “Ben de Müslüman’ım ama Şeriata karşıyım” demesi mantıksızlık, çelişki ve saçmalıktır.Yukarıdaki tariften anlaşıldığı üzere şeriat kutsal bir kavramdır. İslâm ile şeriat özdeştir.
ONBIRINCI SAFSATA: Dinde ve şeriatta hurafeler vardır.
Cevap: Bunu söyleyen kesinlikle Müslüman değildir, Müslüman olamaz. Çünkü bu sözüyle dini inkar etmiş olmaktadır. Bir Marksist, agresif ve militan bir ateist, fanatik bir İslâm düşmanı böyle söyleyebilir. Zaten İslâm da onlara kâfir (gerçeği örten ve gizleyen) demektedir. Bu gibi düşünce, görüş ve inançlar sübjektiftir. Objektif gerçek, İslâm’da hurafe olmadığı, bütün islâmî hükümlerin doğru olduğu, İslâm dininin doğrunun, iyinin, güzelin ana kaynağı bulunduğudur.
ONIKINCI SAFSATA: Türkiye İslâm dünyasının en ileri ülkesidir.
Cevap: En ileri ülkesi sözü yanlıştır. Ülkemiz şu anda bin türlü gerilik ve kirlilik içindedir. Türkiye, öyle olması gerekirken bir Japonya, bir Güney Kore, bir Tayvan, bir Singapur olmamıştır. Toplumda yabancılaşma, çöküş, dağılış emareleri görülmektedir. Siyasî ve idarî temizlik bakımından 10 üzerinden 3 küsur notla liste diplerindedir. Üniversitelerimiz dünyanın belli başlı 500 üniversitesi listesine girememiştir. Birçok küçük ülke ve millet Nobel kazandığı halde biz kazanamamışızdır. Dünyada en fazla kara ve kirli para Türkiye’dedir. Kokuşma ve yolsuzluk korkunç boyutlara ulaşmıştır. Eğitim sistemi iflâs etmiştir. Yeni nesiller o kadar cahil yetiştiriliyor ki, atalarının mezar taşlarını bile okuyamıyorlar.Güney Kore, dünyanın en ileri ve zengin ülkelerine kendi millî ve yerli güzel otomobillerini ihraç ederken, Türkiye millî-yerli güçlü bir otomotiv sanayii kuramamış olup, yabancıların otomobillerini montaj usulü ile üretmektedir. Ve saire… Ve saire…Böyle bir durum ve manzara için “Islâm dünyasının en ileri ülkesi biziz…” diye iftihar etmek, en azından ayıptır ve gülünçtür.
Mehmet Şevket Eygi16.10.2006, Milli Gazete,
+
Bilge Ustam,
Bu adamlar merak edip haklarında yazılan yazıları okumuyorlar mı acaba? Yoksa işlerine geleni duyup, işlerine gelmeyeni duymamakta yaman mıdırlar?
Diline, eline, beynine sağlık. İyi bir ders vermişsin yine.
Sevgi, saygı…
FEV, 23.10.20007
+
Sevgili Fevzi,
Aldım iletini.

Yazımla ilgilenmen mutlu etti beni.
Böyle bir yazı senden başkasının ilgisini çekmedi.

Bunlar böyledir işte.
İlgilenmezler yazı işlerine gelmezse.

Zaten biz de okuyanlar beğensin diye yazmıyoruz.
Arıyız biz arı…
Arı olduğumuz için yazarız yazılarımızı…

Bilirsin Arı; balımı yesinler deye bal yapmaz,
Balını yeseler de yemezlerse de o yine bal yapar.
Kimseye aldırmaz…

Güneş iyiler üzerine de doğar kötüler üzerine de doğar.
Ancak gelişmemiş insanlar yaptığına karşı sadakat arar…

Işık ışık olduğu için yanar,
Yandığı sürece karanlığı kovar.

Biz, bize düşeni yapmak zorundayız.
Değer ölçümüzü kendimiz koymalıyız.
Kimsenin hakkımızdaki değer yargısına aldırmayarak
Onları çatlatmalıyız…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana.
Av. Bilge Balta, 23.10.2007
+
Sevgili Bilge Ustam!
Ne güzel bir yanıt bu böyle…
Teşekkürler.
FEV, 23.10.2007
X
KURBAN 1

Sonra “o sabah” geldi… Çocuk, dedesinin bir elinde kova, bir elinde kocaman bir bıçak gördü.. Omzuna da kalın bir halat atmıştı.. Kuzu bir kez daha meledi..
Boğazından kanlar fışkırırken bacakları titredi.. Çırpınmaya çalıştı.. Ama iple bağlanmış bacakları sadece titredi… titredi… titredi…
Kuzunun meleyen boğazından bu kez hırıltılar çıktı..
Hırıltılar.. Hırıltılar.. Hırıltılar…
Bu arada dede, “Allahu ekber allahu ekber, la ilahe illallah, allahu ekber, allahu ekber” diyordu.. Dedenin yüzünde bir mutluluk ifadesi vardı, can vermekte olan kuzuya bakarken..
Dede, vahşi bir şekilde can vermiş kuzuyu bahçedeki ağaca arka ayaklarından tepe üstü astı..
Dede, bıçağıyla kuzunun derisini yüzdü..
O güzel kuzu, sadece et olmuştu..
Dede, kuzuyu parçaladı..
Öğlen mutfakta kavurma pisti..
Çocuk kavurmayı yiyemedi, yemedi..
Annesi, babası, dedesi, ninesi “Yesene, kurban eti… Sevap..” dediler..
Çocuğun midesi bulandı… Gözünün önüne kuzusu geldi..
Çocuk büyünce çok da parası olsa bir kez bile “kurban” alıp kesmedi..
Sonra “kurban bayramı”nın esasini, kökenini öğrendi:
+
Adem’in iki oğlu vardır. Kabil ile Habil (Bu konuda Kuran, 5/27-32’ye bakabilirsiniz.)
Birincisi çiftçi, ikincisi ise koyun çobanıdır. “Efendi”ye yani “Tanrı”ya birer kurban sunma yoluna giderler. Çiftçinin kurbanı ne olabilir? Kuşkusuz tarım ürünlerinden. Ve çiftçi bu tür bir kurban sunar. Çobansa, “sürünün ilk doğanlarından” ve “yağlılarından” getirip koyar. Tanrı, çobanın kurbanına bakar, yani kabul ettiğini gösterir bu kurbanı. Çiftçininkine ise hiç bakmaz. Yani bu kurbanı kabul etmediğini belli eder. Bu hikayenin anlatıldığı Tevrat’a göre; daha sonra, duruma içerleyen çiftçinin (Kabil), kardeşi çobanı (Habis) öldürerek hıncını aldığı yazılır. (Tevrat, Tekvin, 4:1-7)
Tanrı her kurbanı kabul etmez
İyi ama, “Efendi-Tanrı”, zavallı çiftçinin sunduğunu niye kabul etmemiştir?
Anlatılmak istenen şu olmalı: Birincisi, çiftçinin “kurban” olarak sunduğu “tarım ürünü” belki de “turfanda” yani “yeni ilk yetişen” türden değildi. Oysa, “kutsal kitap”ta, Efendi-Tanrı’nın hep “turfanda” türünden ürün istediği işlenir. (Tevrat, Çıkış, 22:29; 23:16,19; Sayılar, 18:12; Süleyman’ın Meselleri, 3:9). Efendi-Tanrı’nın beğendiği bu.
Ayrıca, Kabil’in (çiftçi) sunduğu “kan” değildi. Efendi Tanrı; sunulan kurbanın daha çok “kan” olmasını ister. Bu İslam’a da geçmiştir. Dahası, kurbanda kan dökülmesi vazgeçilemeyecek bir koşuldur. O denli ki, tüm “fıkıh” kitaplarında anlatıldığına göre, “Kan akıtılmazsa, kurban caiz olmaz.”
Kurban bayramındaki kurban şöyle tanımlanır: “Koşulların oluşması durumunda, Tanrı yakınlığını sağlamak amacıyla, belirli günlerde, belirli yaşta kesilen (yani, kanı akıtılan) belirli hayvandır.” (Dürer Kitabu’l-Udhiyye, 1/265 ve öteki fıkıh kitapları)
Kurbanda kan, temel amaç olduğu için “hacc” sırasında sunulan kurbanlardan kiminin bir adı da “kan” anlamına gelen “dem”dir. (Fıkıh kitapları, “cinayetler” bölümü)
Sonra, Efendi Tanrı, kendisine sunulan “kurban”ın “özürsüz” olmasını ister. Bu da İslam’a geçmiştir. (Fıkıh kitapları, Udhiyye bölümü). Kurban, en iyisinden olmalıdır.
Yine, Efendi-Tanrı, sunulan kurban, “ilk doğan”lardan olursa daha çok beğenir. Tevrat’ta, bu da özellikle anlatılır. (Tevrat, Çıkış, 13:1, 12, 13,15; 22:29, 30; 34:19; Levililer, 27:26; Sayılar, 3:13;8:16,17;18:15,17; Tesniye, 15:19)
Kabil’in kurbanının niye kabul etmediği, Habil’inkinin ise niye kabul edildiği İncil’de ise şöyle anlatılır: “Habil, Tanrı’ya, Kabil’den daha iyi bir kurban sundu..” (İncil, İbraniler, 11:4)
Demek ki, Efendi-Tanrı’nın istediği koşullara uygun olan kurban, Habil’in kurbanıydı. “Kan” vardı, kurban “en iyisi”ndendi ve de “ilk doğan”dı.
Her adımda kurban
Anadolu’da yeni evlenen çiftlere kurban kesilir. Çiftler kurbanın üzerinden atlarlar. Kanlarını da alınlarına sürerler. Nedeni, evliliklerinin mutlu geçmesi.
Kan akıtmak, uğur ve mutluluk anlamına geliyor.
Yağmur yağmadığı zaman Cuma günleri duaya çıkılır ve kurban kesilir. Yağana kadar bu olay tekrarlanır. Toplumumuzda her önemli gelişmeye kurban kesmek eski bir gelenektir.
Yeni bir gelenek: Yeni bir araba mı alındı? Hemen kurban kesilir. Araba, kanın üzerinden geçer, uğur sayılır.
Devlet büyükleri de kurbanla karşılanır. Fabrika ve işyerleri açıldığında, çocuğu olmayanların kutsal yerleri ziyaretlerinde, futbol takımlarının sezon açılışlarında.. Kurban kesme, Kurban Bayramı’nda ise katliam boyutlarına ulaşır.
Kurban kesmenin kökeni nerede? Islamî bir gelenek mi? Yoksa, daha eski çağlara mı uzanıyor?
İbrahim Ve Oğlu
İlk doğanın tanrıya kurban edilmesi çok eski bir gelenektir. Kuran’dan okuyalım:
“İşte biz ona (İbrahim’e) uslu bir oğlan müjdesini verdik. (Çocuk doğup büyüdü) Çocuk kendisiyle birlikte çalışma çağına erişince, (babası): ’Oğulcuğum! Düşümde seni kesiyor olduğumu gördüm. Bir düşün, ne dersin?’ dedi. (Oğlan da) ‘Baba! Sana buyurulanı yap. O zaman Tanrı dilerse, beni sabredenlerden bulursun!’ diye karşılık verdi. İkisi de boyun eğince, ve (babası) onu alnı üzerine yatırınca, biz seslendik ona: ‘Ey İbrahim! Düşünü doğruca yerine getirdin. Biz iyi davrananları böyle ödüllendiririz.!’ Apaçık bir denemeydi bu kuşkusuz. Biz kurtulmalık (fidye) olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.” (Saffat:101-107)
Bu ayetlerde anlatılan öyküye göre özet olarak şunlar olmuş:
1) İbrahim bir çocuk istemiş Tanrı’dan. “Şöyle, akıllı uslu olsun!” ve de “oğlan!”
2) İbrahim’in bu dileği kabul edilmiş. Bir oğlu olmuş.
3) Ne var ki, bu ilk oğlanı kurban olarak kesmesi gerekmiş. Çünkü, Tanrı’dan öyle buyruk almış. Hem de “düşünde!”
4) Oğlan biraz büyüyünce babası düşünü açmış. Oğlan da kesileceğini ve bunun bir Tanrı buyruğu olduğunu anlayınca, babasına, buyurulanı çekinmeden yapmasını söylemiş.
5) Ve, İbrahim, kesmek için oğlanı yüzüstü yatırmış. Kesecek!
6) İşte tam o sırada Tanrı, “İbrahim!” diye başlamış seslenmeye. Oğlunu kesmemesini bildirmiş, düşünde gördüğüne bağlı kaldığını, “sadakat” gösterdiğini anlatmış. “Bu bir denemeydi (seni denedik!)” demiş.
7) Ve de, (kuşkusuz gökten) bir kurbanlık göndermiş. “Bir büyük kurbanlık”
Sorular, sorular..
– İbrahim, çocuğunu kurban etmek, kesmek için, bir “düş”ü nasıl kanıt saymış? Bunun Tanrı’dan olabileceğini nasıl (daha doğrusu niçin) düşünmüş?
(- İbrahim, kesecekse, niçin çocuk istemiş?
– Hangi baba, kendi oğlunu yatırıp boğazlar?
– Sonra; niçin kes emrini İbrahim’in düşünde vermiş de, kesme emrini niçin uyanıkken vermiş. Kes emrini de uyanıkken veremez mi idi? HB)
– Bu oğlanı bir armağan olarak veren Tanrı’ysa, nasıl olur da yatırıp kesmeyi buyurur? Böyle “armağan” olur mu? Tanrı’nın amacı armağan vermek mi, yoksa cinayet işletmek mi, öz çocuğumu öldürterek sonsuz acılara gömmek mi? diye niye düşünmemiş?
– Burada olduğu gibi, başka konularda da Kuran’da, Tanrı’nın insanları denediğinden söz edilir. Tanrının denemeleri kime karşı, niçin? Bir şey öğrenmeye ya da kanıtlamaya gereksinimi mi var?
– (Her şeyi bilen, insanın kaderini belirleyen Tanrı; nasıl olur da insanları denemek ister? Halk arasında denir ki: “Bir kuş kanadını, bir ağaç yaprağını Tanrı’nın izni olmadan kımıldatamaz…” demez mi? H.B)
-Bir başka kişi de, “Düşünde gördüğünü kanıt sayarak,” İbrahim’in tutumunu gösterirse (yaptığını yapmak isterse) ne olur? İbrahim’in öyküsüyle buna yol açılmış olmuyor mu?
Hemen belirtilmeli ki, bu yola gidenlere Müslümanlarda rastlanmıştır!
-Tanrı, İbrahim’e -düşte de olsa- “oğlunu kesmesini” gerçekten buyurmuş da, sonradan buyruğunu geri mi almıştır? Böyle bir istek, Tanrı’lıkla bağdaşır mı bu?
-Tanrı, İbrahim’e çocuğunu kesmemesini bildirirken oğlanın yerine bir “kurtulmalığa” (fidye) niye gerek görmüş? Bir başka canlıyı kurban etmek niye? Ya da bunun için bir kurbanlık yaratıp göndermek?
Akla gelebilen ama, karşılıksız kalan sorulardır bunlar.
Ayetlerden anlaşılan o ki, “ilk doğan oğlan”ın, “Tanrıya kurban edilmesi” biçimindeki eski inancın bir yansıması var burada.
Kuran’daki öykünün kaynağı, kuşkusuz Yahudi kaynakları ve en başta da Tevrat. Aynı öykü Tevrat’ta da anlatılır.
Mal anlayışının yansıması
İbrahim’in oğlunu kurban olarak sunmaya götürmesinden söz edilmesi, bir durumu daha yansıtır.
Bu dinlerde “insan” kimi durumlarda “mal”dır. Örneğin köle, sahibinin “mal”ıdır. Çocuk da özellikle babanın “mal”ıdır. İbrahim’e, çocuğunu kurban etme yetkisi verilmesi bundan.
Muhammed: “Ben iki kurbanlığın oğluyum”
Muhammed’in böyle dediği aktarılır. Ve yorumlanır ki, kurbanlıklardan biri İbrahim’in oğlu İsmail’di, öbürü de Muhammed’in babası Abdullah. (Bkz. Acluni, Keşfu’l-Hafa, Arapça, 1985, 1/230, hadis no:606. Ayrıca, bkz. Tefsirler, örneğin, F. Razi, 26/152)
Gelin görün ki, bir terslik var gibi. İbrahim’in oğlu, Tevrattaki ve Kur’an’daki “Efendi (Rab) Tanrı” için adanmışken; Muhammed’in babası Abdullah, Müslümanların “put” saydıkları “Hubel” için adanmıştı. (Bkz. Ibn’ul-Kelbi, Kitabu’l-Esnam, tahkik:Ahmed Zeki Paşa, Ankara, 1969, Arapçası, s.18, Türkçesi “Putlar Kitabı”, çev. Beyza Düşüngen, s.36, Ilahiyat yay.) Yani, peygamberin babası bir put için kurban olarak adanmış ve “put”lara karşı gösterile gelmiş olan Muhammed’ce de benimsenmiş.
Aslında bunda bir terslik yok. “Put” denen “Hubel”, gerçekte “el Ba’l” anlamındadır. Yani Fenikelilerin en büyük ve ünlü Tanrısı Ba’l. Mezopotamya’da ve Araplar içinde de son derece yaygın bir tapınma alanı bulan, tanınan “Ba’l”ın anlamı da “Efendi”dir.
Şu demek oluyor: Kuran’ın ve Tevrat’ın “Tanrı”sı nasıl “efendi (rab)” niteliğini taşıyorsa, bunlara kaynaklık eden “Ba’l” da bu nitelikteydi. (Bkz. Dr. Muhammed Abdulmuid Han, El Esatiru’l-Arabiyye Kable’l-İslam, Arapça, Kahire, 1937, s.114 ve öt.)
Demek ki, babasının “Ba’l”e (Hubel’e) kurban olarak adanmışlığını Muhammed’in benimsemesinde, gerçekte bir terslik yok. Kendi Tanrı’sıyla, bu “Tanrı” arasında bir fark olmadığı için.
Peki, Muhammed’in babasının kurban olarak adanması olayı nedir?
Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib, “on tane oğlu olursa, birini ‘Tanrı’ya kurban edeceğini” söyleyerek adakta bulunur. Sonra 10 oğlu olmuştur. Oğulları gelişme dönemine girince, durumu bildirir onlara. “Andım, adağımdır, içinizden birini kurban olarak keseceğim.”
Hepsini toplar, Kabe’ye, Hubel’in önüne götürür. On tane okun üzerine on oğlunun adını yazar. Ve, Muhammed’in babası Abdullah’ın adının yazılı bulunduğu ok çıkar sonunda. Kurbanlık, Abdullah’tır.
Kurban yeri olan Isaf ve Naile adlı putların yanına götürülür. Abdulmuttalib bıçağı eline almıştır. Şakası yok, kesecek oğlunu. Ama sonunda Kabilesinden kişiler onu bu işten vazgeçirirler. Bir takım öneriler geliştirerek..Sonunda “deve”nin başına çorap örerler. Abdullah’ın yerine deve kurban edilir. (Bkz. Ibn Ishak, E’s-Sire, tahkik: Muhammed Hamidullah, Arapça, Konya, 1981, s.10-18, fıkra:16-22;Ibn Hişam, e’s-Sire, 1/50; Beyza Düşüngen, Putlar Kitabı, s.75, not:190)
Yine, anlatıldığına göre, Abdulmuttalib’in adağı ‘zemzem’ kuyusunu kazma sırasında olmuş. Abdulmuttalib, kurbanlık olan oğlunu keseceği sırada, kendisine: “Tanrı’nı razı et de oğlunun yerine deve kurban edilmesini kabul etsin..” demişler. Sonra öyle olmuş ve adam 100 deve kurban ederek işin içinden kurtulmuş. (Bkz.Acluni, 1/230; F. Razi, 26/152. Ve öteki tefsirler.)
Abdulmuttalib’in Kurban olarak kestiği anlatılan “yüz deve”den söz edilince, Muhammed’in kestiği ve kestirdiği “yüz deve” akla geliyor ister istemez:
Buhari’nin de yer verdiği hadise göre, Muhammed, “Veda Haccı”nda ‘Yüz Deve Kurban’ olarak sunmuştu. Bunlardan büyük bir kesimini de kendi eliyle kesmişti. Kalanını, damadı Ali’ye kestirmişti. (Bkz.Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’l-Hac/121-122; Tecrid, hadis no: 829; Müslim, e’s-Sahih, Kitabu’l-Hac/348-349, hadis no: 1317)
Muhammed’in “yüz deve” kurban edebilmiş olması, servetinin büyüklüğünü de ortaya koyuyor. Yahudilerden elde ettiği “ganimet” olarak çokça ve çok önemli hurmalıkları olan Muhammed, çok da yoksul tanıtılır.
Enes, şunu anlatıyor:
“Bir arpa ekmeği ve bir bayat yağla peygambere vardım. Peygamberin zırhı da, Medine’de bir ‘Yahudi’ye rehin olarak verilmişti” (Bkz. Tecrid, hadis no: 966) Yani, “Peygamber bu denli yoksul” demek istenir. Ve Muhammed’in bu yoksulluğu cami cemaatlerine de anlatılarak inananlar ağlatılır.
(Burada akla gelen bir soru. Bir d bizde; Ramazan ayı boyunca İslam Peygamberinin yoksulluğundan söz edilir. Öyle ki açığını hissetmemek için karnına taş bağladığı söylenir. Sanki karnına taş bağlanan insan açlığını hissetmezmiş gibi. Neyse yoksul olduğu söylenen İslam peygamberi yüz deveyi hangi parayla alıp da kesmiş?.. HB)
Kurban Bayramı, “kurban”ın, “kurbanlıkların bayramıdır. Ve en eski çağların “tanrılara kurban” geleneğini yansıtır.”
(Not: Bu yazı, Turan Dursun Site’sinden alınmıştır. Site görevlileri de bu konuyu Turan Dursun’un “Din Bu” c.1, kitabının sf.122-127 den aynen aktarmıştır.)
x
KOCAELİ’NDE ŞERİAT SINAVI

CUMHURİYET (24.11.2007): İl Milli Eğitim Müdürlüğünün seviye tespit sınavında sorulan din kültürü soruları şaşkınlık yarattı.
Milli Eğitim Vakfı’na bağlı “Vaktaş Okul Donatım, Basın-Yayın ve Ticaret AŞ” tarafından basılan soru kitapçığında yer alan bazı sorular, şıklar ve doğru gösterilen yanıtlar şöyle:
1 – Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
A. Bir insan başkasının günahını üstlenebilir.
B. Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır.
C. İnsan yaptıklarından sorumlu tutulacaktır?
D. İnsan özgür bir iradeye sahiptir. (Doğru yanıt: A)
+
Peki Hocam, insan özgür bir iradeye sahiptir” diyorsunuz ama; takdir-i ilâhi ne olacak? Kaza ve kader ne olacak. Levh-i Mahfuz ne olacak…
”Şüphesiz işin hepsi Allah’ındır” (K. 3/154) ve
“Şüphesiz biz, her şeyi bir kaderle yarattık” (54/49) hükmüne ne deyeceğiz? (Bak. Elmalılı Hamdi Yazır)
2 – “Aşağıdakilerden hangisi Allah’ın evrenin düzenini ve işleyişini sağlamak için koyduğu yasalardan değildir”
A- Fiziksel yasalar,
B- Toplumsal ya¬salar,
C- Biyolojik yasalar,
D- TC Ana¬yasası. (Doğru yanıt: D)
+
Peki Hocam, toplumsal yasalardan olan “Trafik Yasası, Kooperatifler Yasası, İcra İflas Yasası gibi yasalar ne olacak? Bu ve daha binlerce yasalar, TC Anayasası gibi, “Toplumsal Yasalar” değil mi? Bu yasalar da, TC Anayasası gibi, insanlar tarafından konulmadı mı?
3. Yüce Allah evrendeki düzenin var¬lığı için her alanda kurallar koymuştur. Biz bunlara “sünnetullah” diyoruz. Buna göre aşağıdaki kurallardan han¬gisi Allah’ın koymuş olduğu kurallar¬dan biri değildir?
A- Gezegenlerin bel¬li bir yörüngede hareket etmeleri,
B- Canlıların üreyip çoğalmaları,
C- Gelir dağılımının adil olduğu ülkelerin ilerlemesi,
D- Futbol maçında topun taca çıkması. (Doğru yanıt D)
+
Peki Hocam, “Gelir dağılımın “Adil’ olduğu ” ülkeler arasında niçin bir tane İslam ülkesi yok? Allah; Müslüman ülkeleri neden, gelir dağılımından yoksun koymuş.
4. Aşağıdakilerden hangisi dini¬mizce haram olmadığı halde hoş kar-şılanmayan davranışlardandır?
A- Hırsızlık,
B- Çalışmak,
C- Tevekkül,
D- Dilencilik. (Doğru yanıt: D)
+
Peki Hocam, “Hırsızlık, haram ve yasak değil mi? Bu sorunuzda n “hırsızlık” da haram olmayan davranışlardanmış gibi bir anlam çıkmıyor mu?
X
Daha bunun gibi bir çok mantıksız sorular var.
Bunlar; bu tür mantıksız sorularla, Türk çocuklarının beynini yıkar.
Türk çocukları “Arab’ın din ve kültürünü öğrenmeye çalışırken bocalar.
Bunun bilen Atatürkçü aydın öğretmenler Din ve Ahlak Bilgisi dersini savsaklar…

Oysa din ve ahlak kültürü çocuklara ailesi tarafından verilir.
Laik devlet, yurttaşlarına din ve ahlak öğretmekle yükümlü değildir.

Kaldı ki Allah’ın dini tektir, onu da her insana kendisi verir.
“Allah, insanın kalbi ile kendisi arasında bir yerdedir” (K. 8/24)

Allah’ın dini; akıl, sağduyu, vicdandır.
Bu da “Nefsini günahsız ve temiz tutan insandadır!” (K. 91/9)

İnsanlarımıza öğretilen din, Peygamberlerin koyduğu kurallardır.
Peygamberlerin koyduğu kurallara ise “şeriat” denir.

Ne Musa şeriatı, ne İsa şeriatı, ne de Muhammed şeriatı Allah’ındır.
Peygamberlerin koyduğu kurallar günümüz anayasası gibi geçmişin kurallarıdır.

Anlayan varsa beri gelsin…
Bilge Balta da onun elini, yüzünü, gözünü öpsün…

Bu günlük bu kadar.
Bakalım kim okur, kim anlar?

Şimdi kalın sağlıcakla,
Av. Bilge Balta, 25.11.2007

X
HAŞÂ! HAŞÂ! ENEL HAK!..
BEN BİR AYDINIM ANCAK!..

Bir okuyucum, aşağıda da göreceğiniz gibi, bana “Senin enel hak’çı olduğunu bilmez değilim.” diyor. Yazısının diğer bölümleri sizi ilgilendirmeyeceği için almıyorum. Gerçi bu bölümünün de sizi ilgilendirip ilgilendirmeyeceğini bilmiyorum. Ancak bu konuda bir açıklama yapmak gereği duyuyorum. Şimdi yanıt verme gereği duyduğum bölümü yazıyorum:
“Merhabalar

Yazdıklarını okudum okumasına, ama yazın biraz dağınık gibi geldi bana. Senin enel hak’çı olduğunu bilmez değilim.
…”
Bilindiği gibi Enel Hak deyimi din dilinde BEN ALLAH’ım anlamına gelir. Böyle bir bakış açısı benim anlayışıma, felsefeme ters düşer.
Bir kere bilinmelidir ki Allah maddi bir varlık değildir. Soyut bir kavramdır. Yani elle tutulur, gözle görülür değildir. Zaten “mekandan zamandan münehzehtir” demekle de soyut bir kavram olduğu dile getirilir.
Bu konuda çok söz söylenebilirse de ben kısa kesmek istiyorum. Okuyucum hakkımda yanlış kanaate varmış. Başlıkta dediğim gibi ben Enel Hak demediğim gibi Enel Hakçı da değilim.
Enel Hak diyenler idealist felsefeye dayanırlar. Bunlara göre yaratan insandır. İnsanın dışında maddi bir varlık yoktur. Yani şu gördüğümüz dağlar, denizler, gökteki güneş ve yıldızlar maddi olarak yoktur. Bunlar insanoğlunun vehminden başka bir varlık değildir. Bunlara var diyen insandır. Felsefe dilinde bu dünya görüşüne tekbencilik (solipsizm) denir. Böyle bir dünya görüşü benim felsefeme terstir.
Çünkü ben; benim dışımda maddi bir varlık vardır; dağlar, denizler; güneş ve yıldızlar benden önce de vardı ve benden sonra da olacaktır, diyorum. Anam beni doğurmuştur; anam da babam da ben doğmadan önce vardı
Kaldı ki ben insan olarak somut ve maddi bir varlığım. Felsefe dilinde bu anlayışa materyalizm denir. . Bu duruma göre ben materyalist bir aydınım…
Bun nedenle ben: HAŞÂ! HAŞÂ! ENEL HAK!..BEN BİR AYDINIM ANCAK!.. diyorum.
Av. Eren Bilge, 27.6.2011
X2
SAYIN KUMBOLU,
YÜREĞİMİZ SEVGİ DOLU…

O kadar çok yazı gönderiyor ve soru soruyorsunuz ki, tam 95 sayfa olmuş, ben bu kısıtlı gücümle bunların altından nasıl kalkayım?
Aşağıdaki satırları yazınızın son bölümünden alıyorum:
“Buraya kadar anlatım ve bilgiler bir şeyi göstermekte. Dini liderler, bencil amaç ve isteklerine göre Kutsal Kitap ayetlerini nasıl kullanırlarsa kullansınlar, hakikat Tanrısı olan Yehova’ya yakında hesap verecekler. Kenan ve soyu nasıl ki ortalıktan kalktı, kötü ve kötülük de öyle ortadan kalkacak.
Kutsal Kitap ayetlerini ve orada anlatılanı, şüpheler uyandırmak amacıyla yorumlamaya kalkmak ta bir suç teşkil eder. Bunu yapanlar Tanrı’ya hesap verecekler bu nedenle Tanrısal hakikatleri ve sözünü Tam ve derin irdelemeli ve orada talep edildiği gibi yaşamalı.
Siz, bunu yapacak mısınız?”
Ben yukarıdaki satırlara aykırı bir söz söylemiyorum ki…
Umarım bu kutsal kitapları “bencil amaç ve isteklerine göre” kullananlar belalarını bulurlar.
“Kenan ve soyu nasıl ki ortalıktan kalktı…” Öğrenmek istiyorum. Bu Filistinliler hangi soydan?..
İyi insanlar kötülüğün ortadan kalkması için çabalamadıkça “kötü ve kötülük te öyle ortadan kalkmayacak…”
Sizlerin Yehova dediği bu Allah, dünya kurulalı beri bu kötülüklere nasıl seyirci kaldıysa, bundan böyle de seyirci kalacak. Bundan kuşkun olmasın…
Alıntıladığım yazının ikinci paragrafında beni suçluyorsunuz. Hakkımda hükme varıyorsunuz. İncil şöyle der: “Hükme varmayınız ki hükmolunmayasınız!” Lütfen hakkımda hükme varma ve beni suçlama…
Fikirlerimi ifade etme hakkını bana anayasa tanınmıştır.
Bir de soruyorsunuz: “Tanrısal hakikatleri ve sözünü Tam ve derin irdelemeli ve orada talep edildiği gibi yaşamalı.
Siz, bunu yapacak mısınız?”
25 yaşımdan bu yana (şu an 80 yaşındayım) Tanrısal hakikatleri orada talep edildiği gibi yaşıyorum. Herkesi de yaşamımı irdelemeye çağırıyorum. Varsa bir kusurum, gösterin düzelteyim.
Bir de şunu unutma. Ben, her gün bana soru soran okuyucularımı yanıtlamak için çok zaman ve güç yitiriyorum. Bazılarını da yetişemiyorum… Bunu da bilesin…
Saygılarımla…
Av. Hayri Balta, 24.3.2011
X3
NOKSAN SIFATLAR
Aydın Dostum,
Önce sevgi sundum.

Şimdi var sana bir sorum:
“Noksan sıfatlar” denince İslam’da ne anlaşılır.
Bu konuda yapabileceğin bir açıklama var mıdır?

Bu konuda bana yardımcı olursan sevinirim.
Sana başarılar dilerim.
Av. Hayri Balta, 2.7.2011
X
Selam Hayri bey.
Aslında noksan sıfatlar diye meşhur bir olay yok; ancak İslam da noksan sıfatlar denince, tanrı için farklı olur, insanlar için başka olur. Mesela tanrı merhametlidir denilebilir; ancak zalimdir denemez. İşte tanrı için burada zalim bir noksan sıfattır. Burada bu kavramın nerde geçtiği de önemlidir. Mesela insani kamil diyoruz. Kamil insan merhametlidir, mütevazidir diyoruz. Kamil insan için bu iki sıfatın zıddı noksan sıfat sayılır. Ben böyle anlıyorum. Kısacası, bununla ilgili böyle meşhur bir şey yok.
Saygılar.
Arif Tekin, 3.7.2011
+
Değerli Dostum,
Önce sevgi sundum.

İletini aldım,
Memnun oldum.
Verdiğiniz yanıtı yeterli buldum.

Teşekkür eder
Saygılar sunarım.
Av. Hayri Balta, 3.7.2011
X6
CÜDAMLARA SÖYLEMEYECEĞİZ

Sayın Eren Bilge,

Bize gelince, kişisel olarak biz 73 yıl bağrımıza taş basmışız.
Gözümüzden yaş eksilmemiş.
Demek ki avuntumuz öteden beri görmemize karşın katlanarak naylon bir dervişlik edinmiş olmakmış.
Eh, bu da bir şey.
Ah bir de abdal mıyım, aptal mı anlayabilsem…
Sevgi… Saygı…
FEV, 27.7.2011
+
Sevgili Fevzi,
Önce sevgi…

Özetleyelim konuyu,
Yanıtlayalım soruyu:

El âlem ne derse desin:
Kendini nasıl bilirsen öylesin…

İster abdal desinler, ister aptal…
Kendinden haberi olmayan şapşal…

Nasılsa biz kendimizi bilmekteyiz.
Biz, bize verilen rolü yerine getirmekteyiz…

Görüp görmezden geleceğiz…
Bilip bilmezden geleceğiz,
Gerçekleri,sorsa bile,
Cüdamlara söylemeyeceğiz.

Olgunlaşmış insan; sövene dilsiz gerek.
Vurana elsiz gerek…

Bu dediklerimi benimsemezsen, olgunlaşamazsın,
Huzura varamazsın….

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana…

Av. Eren Bilge, 1.8.2011
X7
SAYIN AYŞE ARAL’A,

Sayın Ayşe Aral,
Önce saygı sundum.
Sizi tanımakla mutlu oldum.

Hürriyet Kelebek’teki ilk yazın: Sil Baştan başlıklı yazını okudum.
Anlatımını (üslubunu) çok güzel buldum.

Akıcı mı akıcı,
Arı, duru…
Değil sıkıcı…

Kısa kısa tümceler,
Birbirini izler…

Baba ölmüş,
Koca gitmiş,
Ancak,
Yaşam isteği bitmemiş…

Panik atak, kalp pili bende de var.
Daha başka hastalıklar…
Bu hastalıklar, beni yaşama bağlar…

Yaşın kırk olmuş, benimki de seksen…
Yaşıyoruz ya, yazıyoruz ya…
Ne desen değer…

Evet ben de yazıyorum.
Tabulara, Talana, Yalana Balta vuruyorum.
Yazılarımı:
www.tabularatalanayalanabalta.com
adresinde yazıyorum…

Eğer zaman bulur da girersen
Çok konu bulursun Sitem’den….

Sana başarılar diliyorum.
Umutsuzluğa düşmeyelim diyorum…

Av. Eren Bilge, 11.8.2011
X8
S. K.’DAN

Maalesef aradığımı bulamadım. Alevî düşüncesinin birkaç güzel örneğinden başka faydalı şey bulamadım.
Kusura bakmayın. Bunlar sadece benim görüşlerim. Her konuda araştırma, daha faydalı olur…
Onlardaki hakikatleri (sağlam kalanları tabi) bulabiliyorum. Daha çağdaş olmak elimizde.
Daha yazacak çok şey var…
Yüce Atatürk’ü de daha iyi anlamanız dileği ile…
S. K. 6.5.2003
+
Sayın S. K.
Ne aradınız da bulamadınız?
Sizin aradığınızı yazmak zorunda mıyız?
Düşüncelerini açıklamışsın. Niçin alınayım.
Söyle bana daha hangi konuda araştırayım.

Atatürk’ü anlamam ve daha çağdaş olmam için, için ne yapmam gerek?
Eksiklerimi giderirseniz size minnettar olurum; bu konularda beni bilgilendirerek…

İşte e-mail adresim: www.tabularatalanayalanabalta.com

İzin verirseniz size saygılarımı, sevgilerimi sunayım.
H.B. 8.5.2003
+
Sayın Balta.
Ne yapsam da bu yaştan sonra fikirlerinizi değiştirebileceğimi sanmıyorum.
Allah yolunuzu açık etsin.
Dilerim, daha çağdaş bir hayat sürersiniz…
S. K. 12.5.2003
+
Sayın S. K.
İlginize, isteklerinize teşekkür ederim.
Benim kimsenin düşüncesini değiştirmek gibi biri amacım yok.
Ben kendi düşüncemi açıklıyorum. İsteyen alır, isteyen darılır.
Bana benim fikirlerim kalır.
Saygılarımla…
H.B. 19.5.2003
Güncelleme tarihi: 22.8.2011
X9
BU GÜN YANITIMIZ MİLLİYET GAZETESİNEDİR.

Bir Milliyet okuru soruyor.
“Yaptığınız doğru mu?” diyor.

Bakın siz, şu Milliyet’in yaptığına.
Ne kerametler varmış balda…
BAL TEFSİRİ

Hasan Kartaloğlu, Bursa’dan gönderdiği e-postada şöyle diyor:
“Sayın Okur Temsilcisi, her gün olduğu gibi bugün de (26/08/2011) Milliyet gazetesi ile güne başladım.
Gazete ile bir de “İftar ve Kadir Gecesi Duaları” adlı bir kitapçık veril-di.
Kitapçığın içindekilere baktığımda, “bal tefsiri” adlı bölüm dikkatimi çekti, okudum.
Konu özünde, dört halifenin kendi arala¬rında birbirleriyle latifeleşmelerini anlatıyor.
Ancak hikâyenin sonlarına doğru anlamsız ve saçma ifadelerle dolu olduğunu, hikâyenin en sonunda ise, “Peygamber efendimiz dedi ki:
‘Bu bal tefsirini kendine evrak (yazılı kağıt) edi¬nip üzerinde taşıyan ve her gün okuyan ve dinleyen katiyyen dünya darlığı görmez.
Fakru zaruretten kurtulur, ölürken o kulu¬na hüsnü hateme nasip olur, ahirete imanla gider,
Gelecek olan bütün.kaza ve beladan Cenab-ı Mevla kulunu muhafaza eder’ bu¬yurdular”
ifadelerini görünce internette bir araştırma yaptım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca ve konuyu etraflıca araştıran pek çok kişi tarafından “bal tefsiri” hikâyesinin gerçek olmadığı şeklindeki açıklamalarını görünce kanaatimde ne kadar haklı olduğumu anla¬dım.
Milliyet gibi, çağdaş değerleri savunan bir gazete, nasıl olur da güvenilir kaynaklara dayanmayan bir hikâyenin yer aldığı kitapçığı gazeteyle birlikte dağıtır anlayamıyorum.”
+
İnsanların dininde yalan çok.
Allah’ın dininde yalan yok.

Allah’ın dini şu ayette biçimlenir:
Bu ayette aynen şöyle denir:

“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir.
Allah’ın insanları yarattığı fıtrata sımsıkı tutun.
Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur.
İşte bu dosdoğru dindir.
Fakat insanların çoğu bilmezler.” (K. 30/30)

Bu demektir ki: “Doğanın sana yaratılışta verdiği;
Akla, mantığa, sağduyuya, vicdana göre yaşa…
Bağlanıp durma insanlara…

Aklına, mantığına, sağduyuna, vicdanına göre yönlendir yaşamını…
İşte Allah nezdinde en makbul din budur, unutulmamalı…

Zaten kutsal kitaplar; aklını, mantığını kullan deyip durur (K. 10/100).
Oysa, insanların dininde akıl yerden yere vurulur.

Av. Eren Bilge, 29.8.2011
BU GÜN DE YANITIMIZ VATAN GAZETESİNEDİR…

Bir önceki yazımızda (X9) yanıt vermiştik Milliyet’e,
Bu gün ki yanıtımızda Vatan gazetesine…

Bu iki gazete; hem laik hem de çağdaşlıktan yana…
Ne var ki; hurafelerle dolu kitapçıklar vermekte okuyucularına…

Olur mu;
Yasin suresini okumakla bir insan;
Açsa doyar mı, susuzsa kanar mı?
Bekarsa evlendirilir mi?
Çıplaksa giydirilir mi?
Tutukluysa tutukluluktan kurtulur mu? (Silivri’de yatanlara duyurulur…).
Yitiği olan yitirdiğini bulur mu?

Şeriatçı gazeteler böyle kitapçıklar verse,
Sözümüz olmaz kendilerine…

Ama bu işi Milliyet, Vatan yaparsa.
“Ayıp ediyorsunuz!” demekten çekinmeyiz asla…

Uzatmayalım bu kadar örnek yeter.
Adı geçen gazeteler bu kafayla kime hizmet eder?

Halep orada ise arşın burada,
Yasin suresi de Kuran’da…

Yüz kere okusan da
Erebilir misin muradına…

Gerçekleri anlatmak dururken halka,
Yakışır mı hurafe satmak Milliyet’e, Vatan’a…

AV. Eren Bilge, 6.9.2011
+
YÂSÎN SÛRESİ HAKKINDA FAYDALI BİLGİLER
Hazret-i Ali (r.a)’den rivayete göre, Resulullah (S.a.V) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
“Ey Ali! Yâsîn sûresini ok u.
Zira Yâsîn sûresinde on bereket vardır.
Onu okuyan aç doyar, susuz kanar, çıplak giydirilir, bekâr evlenir, korku içinde olan emniyete erer, mevkuf kurtulur, yolcu yolculuğunda yardım görür, yitiği olan yitiğine kavuşur, hasta afiyet bulup iyileşir, ölüm döşeğindeki hastanın yanında okunursa (elem ve ıztırabı) hafifler.”
(KUR’ÂN-I KERİM’DEN SÛRELER. YÂSÎN-Î ŞERÎF, s. 22)
X
Sevgili tabulara talana yalana balta
Aklını imana kurban etmemiş insan, imansız, ate, agnostıc insandır
Selam
Z. K. 6.9.2011
+
Zeki Kentel Dostum,
Önce sevgi sundum…

Merak ettiğim için soruyorum…
Bu, “imansız, ate, agnostıc ” dediğin insanların kitabında:
Kadını dövmek, dörde kadar kadın almak, muta nikahı yapmak, hulle yapmak, zina yapan kadına recm cezası uygulamak, hırsızlık yapanın elini kesmek, devlete karşı suç işleyenlerin çaprazlama elini ayağını kesmek, kendisi gibi düşünmeyenleri imana davet etmek, kabul etmedikleri takdirde kasına çökmek, ganimet olarak karısını, çocuğunu alıp köle-cariye yapmak, malını mülkünü yağmalayıp pazarlarda satmak… var mıdır?

Noksan sıfatlardan münezzeh dediğin Allah böyle kurallar koyar mıdır?
Aklını imana kurban etmiş kişiler bu kuralları Allah buyurdu sanıyor.
Bütün insanlığa da bu kuralları dayatıyor.
İşte Afganistan, İran, Pakistan Suudi Arabistan yaşan insanlar bu kuralları Allah’ın emri sanıyor.
Bu kuralları kabul ettirmek için de bütün insanlığa savaş açıyor.

Şimdi yeniden soruyorum?
“imansız, ate, agnostıc” lerin kitabında yukarda sıraladıklarım var mıdır?
İnsan dediğin önce aklını imana kurban yapmamalıdır…
Her olaya aklın, bilimin, sağduyunun, vicdanın gereklerine göre bakmalıdır…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 8.9.2011
X11
GÖNÜLE TİKEN BATINCA
HEMEN KOŞMALI DOKTORA

Sayın Avukat, Hayri Balta Bey!
Saygı ve selamlarımla.
Bu yolladığım ve ekte olan mektubumu umarım adıma olan dosyaya koymaktansa irdeleyerek okursunuz
Çünkü yakında son gelmeden önce olacak üç önemli peygamberane işareti ele alır ayrıntıları gene konuşuruz
Sağlıcakla kalınız
ATILLA KUMBOLU, 11.9.2011
X
Sayın Kumbolu,
Önce sevgi, dolu dolu…

Okudum baştan sona altı sayfalık yazını…
Boş şeylerle doldurmuşsun kafanı…

(…Tanrı’nın çağlar öncesinden vaat ettiği sonsuz yaşam ümidine dayanır. Tit. 1:2) diyorsun ya…
Çağlardan beri gerçekleşmeyen bu sonsuz yaşam,
Simgesel bir anlatımdır, sana nasıl anlatsam…
Yaşamını iyiliklerle, güzelliklerle, doğruluk, dürüstlükle geçiren insan,
Yaşamaktadır her an sossuz yaşam…

“Bir defasında tek gecede yalnızca bir meleğin Tanrı’nın düşmanlarından ‘yüz seksen beş bin kişiyi vurduğunu’ düşünecek olursak…”(2. Kral. 19:35; Vah. 16:14, 16).
“TanrI, düşmanlarından ‘yüz seksen beş bin kişiyi ne zaman vurmuştur.
Kim görmüştür, kim duymuştur, bu olay hangi tarihte, nerede olmuştur…

Yehova Efendime dedi ki, “Ben düşmanlarını ayaklarının altına basamak yapıncaya dek Sağımda otur.” (Mezmur 110:1)
Senin bu Yehova dediğin: Yakup Peygamberle güreşip de yenilen adam değil mi? (Tevrat, Tekvin, 32/28)
Yakup Peygamber de sonuçta bir insan değil mi?..
Bir insanla güreşip yenilen bir Yehova şeytanlarla dolu dünyayı düzeltebilir mi?

Yaratan, insanı yaratırken ona; akıl, mantık, sağduyu, vicdan vermiştir.
Yaratanın verdiği bu kavramlara dayanan kişi bütün zorlukları yenmiştir.

Bunun en somut örneği benim.
Ben, karşılaştığım bütün zorlukları yendim…

“Siz hakikati bileceksiniz ve hakikat sizi özgür kılacak” (Yuhanna 8:32) demişsin…
Güzel seçmişsin…

Evet, zamanla sen de gerçeğe ereceksin.
Ama gerçeği bilmek için biraz çaba göstereceksin…

Benimle arkadaşlığı bırakma,
Aklını kullan hurafelere aldanma…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 12.9.2011
X12
ALİ BÜLENT DİLEK’E

“Eğer İlhan Arsel’in,Turan Dursun’un kitaplarını okursanız kadının durumu İslamiyet’le cahiliye döneminden daha kötü olmuştur. Ne olur beni suçlamadan önce İlhan Arsel’in ŞERİAT ve KADIN adlı kitabını alıp bir zahmet okuyun. Bu güne değin 20. baskısı basılan bu kitap hakkında İslamcılardan biri olsun REDDİYE yazamamıştır ve bir yerde İlhan Arsel’in yazdıklarını zımnen kabul etmişlerdir.” (H. B.)
Cevap verilmiştir fazlasına bile…
Ali Bülent Dilek, 17.9.2011

İSLÂM DEVLET DÜZENİ, I – II
Yük. Müh. Süleyman Karagülle
Yayına Hazırlayan
Reşat Nuri Erol,
Koba İstanbul 1997
+
Sayın Ali Bülent Dilek,
Sanan teşekkür etmem gerek.

İletini aldım.
Memnun oldum.

Anlaşılan ara sıra Sitem’e giriyorsun.
Yazdıklarımı inceliyorsun…

Sözünü ettiğim kitap vardır bende.
Dediğin gibi adı REDDİYE…
Kitabın kapağında açıkça belirtildiğine göre,
Prof Dr. İlhan Arsel’in,
TEOKRATİK DEVLET ANLAYIŞINDAN
DEMOKRATİK DEVLET ANLAYIŞINA
Yazılmış bir REDDİYE…

Ancak İlhan Arsel’e REDDİYE olarak çok yetersizdir..
Bu nedenle İslamî camiada bu kitaptan söz edilmemiştir…

Dinli, edepli bilgilendirmen için teşekkür ediyorum.
Sana sevgiler sunuyorum.

Av. Hayri Balta, 17.9.2011
X13
Sayın Ala-Bora,
Merhabana Merhaba
Bu ne güzel merhaba.

İletin gelince bir göz attım dosyana:
20.4.2002 tarihli yanıtımda
Sormuşum sana:
“Gerçek adın mı bu Ala-Bora…”

Yazışmalarımız sürdükçe gördüm ki;
Bir adın Bora Türkçan
Türkçan adı olmuş Ala-Bora (Berk) sonradan…

Şimdi de olmuş adın Mus’ab B. Karanfil
İnsan istediği adı kullanabilir ayıp değil…

Önceki yazışmalara baktım edepli, efendi bir dilin var.
Sonra kendine saygın olduğu gibi muhatabına da saygın var.

İyi bir çocuk olduğun beni imana davet etmenden belli.
Ama, unuttuğun bir nokta var:
Hayri Balta; Allahsız, dinsiz, imansız değil ki…

Bil ki, 4. Halife Ali’nin dediği gibi “Ben hissetmediğim Tanrı’ya tapmam.”
Hayalimde yarattığım bir varlığa ibadet yapmam…

Allah hayalidir. İnsanların mukayesesinden doğmuştur.
İnsanlar, bilgisizliklerinden, korkularından;
Depremi, seli, yangını Allah yapıyor sanmıştır.

Oysa yapan, yaptıran biri yoktur.
Ezelden bu yana doğa olayları olup durmuştur.

Yaratan: Dünyadır, Evren’dir, Maddedir…
Kutsal kitaplar dikkatle inceleyenler bu gerçekleri bilir…

Allah’a gelince:
Akıldır, sağduyudur,
Sevgidir, vicdandır…
Genel doğrulardır.
Üstün değerlerdir.
Yüce kavramlardır…
Beni secdeye yönelten işte bunlardır.

İletindeki şu tümce dikkatimi çekti.
Diyorsun ki: “Doğrusu Allah bizim bilmediklerimizi bilir.
O bununla dilediğinin yolunu kaybettirir.
O haksızlık etmekten uzaktır. Allah Adil’dır.”

Bizim bilmediklerimizi bilen nasıl olur da “bize yolumuzu kaybettirir.
Bu, Adil olan bir Allah için bir çelişki değil midir?

Kutsal kitaplarda geçen Allah kavramı simgesel bir anlatımdır.
Allah’ın ne anlama geldiğini şu ayet gayet güzel anlatır…
“Habibim, sana ganimetlerden sorarlar.
De ki ‘ganimetler Allah’ın ve resulünündür.” (K. 8/1)

Burada sözü geçen Allah’tan murat:
Yoksullardır, yolda kalmışlardır,
Dul kadınlarla yardıma muhtaç olanlardır.
Ne var ki Tanrı bilgisinden yoksun olanlar.
Bu ganimetleri Allah için sanmıştır…
Oysa, yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın ganimetleri ne ihtiyacı vardır.

Neyse bu günlük bu kadar yeter
Anlaşılıyor ki 6 yıldır Ala Bora bizi izler…

Şimdi kal sağlıcakla,
İçten sevgiler sana…

Av. Eren Bilge, 4.8.2008
X
Sayın Balta,
Ama unuttuğun bir nokta var: Hayri Balta; Allahsız, dinsiz, imansız değil ki…
Demişsiniz.
Elbet ki kendi andıza kendinizi tarif etmişiniz.
Ama bazıları kendi adına değil, tanrın adına sizi tarif etmiş.

Ne garip şu insanoğlu.
Hem zanneder, zannına tapınır, hem zannının dışında olanları allahsız sanır.
Ama tanrının onlar hakkında ne düşündüğünden de haberi yoktur.

Gariptir dindar milleti her sözü kaldırmaz, dininize söver ama tanrının dini hangisi aldırmaz.
Bakalım ne demiş zannına inananlara, inandığını iddia edenlere kendi inandıkları?

FUSSİLET SURESI: 23 İşte, Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.

HUCURAT SURESİ: 12 Ey iman edenler! Zandan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri, ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bakın bundan iğrendiniz. Allah’tan sakının! Hiç kuşkusuz, Allah tövbeleri çok kabul eden, rahmeti sonsuz olandır.

Sağlıkla kalın.
Ahmet Dursun, 27.9.
x
Sayın Atilla Kumbolu,
Sevgi sana dolu dolu…

Anlaşılıyor ki kafaya koymuşsun.
Beni imana getirmek için,
Çabalayıp duruyorsun…

Bil ki ben; Allahsız, diniz, imansız değilim.
Ben, kendine göre Allah’ı, dini, imanı olan biriyim.

Bütün dünya Allah’ı dini, imanı, inkar etse…
Ben, tek başına kalsam da uymam kendilerine…

Üç soru sormuşsun bana son yazında,.
Bunlar sırasıyla aşağıda:

1. Tanrı’nın gökteki Krallığı ise, Armagedon’dan [yani bu kötü dünya sistemi Tanrı tarafından yok edildikten] sonra, bir barış ve huzur çağını getirecektir.
Kötü dünya sistemi Tanrı tarafından değil insanlar tarafından yok edilecektir. Bu kütü düzen ise daha uzun süre sürecektir…

Tanrı düzeltmiş olsaydı şimdiye dek düzeltmiş olurdu.
İnsanlar birbirlerine karşı her türlü kötülüğü yaptı;
Canına kıydı, malını, mülkünü, karısını, kızını, oğlunu yağmaladı, kendisini tutsak edip köle, cariye yaptı…
Tanrı kılını kıpırdatmadı.
Dediğim gibi kötülük yok edilecekse; bu, yine insanlar tarafından yapılacaktır.
Gerisi ham hayaldir…
2. Eskiden insanlar daha mı çok yaşardı…
Hayır, eskiden insanlar daha az yaşardı.
Eski insanların zaman ölçüleri günümüzden başka olduğu için bize uzun süre yaşamış gibi geliyor…
Günümüzde tıp bilimi geliştiği için yaş ortalaması elliden altmışa, altmıştan yetmişe, yetmişten seksene, seksenden doksana çıkmak üzere…
3. İsa Mesih’ten söz ederken, ne onun Tanrı olduğunu söylediler ne de bunu düşündüler.
Burada da büyük, büyük, çok büyük yanılgı var.
Elimde MESİH İSA’NIN TANRILIĞI adlı bir kitap var.

Bu kitabı Josh Me Dowell ile Bart Lerson yazmıştır.
Kitap, Aralık 2001 yılında Zirve yayınlarından çıkmıştır.
Senin imana getirmek istediğin Hayri Balta,
Bu kitabı üç kere okumuştur…

Bu kitabın 20-25. Sayfasında Mesih İsa’nın tanrılığı 11 madde de sıralanmaktadır.
Siz ve sizin gibi düşünenler mutlaka bu kitabı bulup okumalıdır.

Bu kitapta basım amacını şöyle açıklamaktadır.
“İsa’ya tapınıldığını ve O’na dua edildiğini Kutsal Yazılardan gösterip karşıt görüşleri cevaplandıracağız.
Kilise tarihinde, Mesih İsa’nın tanrısallığına olan inancın, her zaman muhafazakar doğru görüş olduğunu belgeleyecektir.”

Yazıyı uzatmış olmamak için aşağıda dört örnek sıralıyorum.
Bakalım, bunlar sana nasıl gelecek? Yanıt bekliyorum…
1
Benim O olduğuma[b] iman etmezseniz, günahlarınızın içinde öleceksiniz.”(Yuhanna. 8/24)
2
30 Ben ve Baba biriz.” (Yuhanna 10/30)
3
31 Yahudi yetkililer O’nu taşlamak için yerden yine taş aldılar. 32 İsa onlara, “Size Baba’dan kaynaklanan birçok iyi işler gösterdim” dedi. “Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz?”
33 Şöyle yanıt verdiler: “Seni iyi işlerden ötürü değil, küfrettiğin için taşlıyoruz. İnsan olduğun halde Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun.” (Yuhanna 10/31-33)
4
8 Filipus, “Ya Rab, bize Baba’yı göster, bu bize yeter” dedi.
9 İsa, “Filipus” dedi, “Bunca zamandır sizinle birlikteyim. Beni daha tanımadın mı? Beni görmüş olan, Baba’yı görmüştür. Sen nasıl, ‘Bize Baba’yı göster’ diyorsun? 10 Benim Baba’da, Baba’nın da bende olduğuna inanmıyor musun? Size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemiyorum, ama bende yaşayan Baba kendi işlerini yapıyor. 11 Bana iman edin; ben Baba’dayım, Baba da bendedir. (Yuhanna 14/8-11)

Ha, sahi dostum ne oldu bu Mustafa Dinçer’e,
Benim imana gelmediğimi gördü de ,
Küstü mü acaba bana?..

Şimdi kal sağlıcakla,
Her zaman olduğu gibi sevgiler sana…

Av. Eren Bilge, 5.10.2011
+
Sayın Bilge,
Küstüklerini sanmıyorum.

Tahminime göre masallarla gerçekleri karıştırmış olmalı ki, işin içinden çıkmaya çalışıyor olmalı.

Zira geçenlerde her ikisine de Kutsal Masallar yerine Cin Ali kitaplarının daha faydalı olacağını söylemiştim.

Sanırım önce Cin Ali kitabını sökmeye başlamış olmalılar.

Umarım arkadaşlarımız bu teşbihimi hoş görürler.
Sağlıkla kalın.

Ahmet Dursun, 7.10.2011
X14
SAYIN SAP,
BU KAFAYLA OLAMAZSIN,
HİÇBİR BALTAYA SAP

Keşke bunları başkaları içinde düşünebilse bu fosiller. Başkaları anlatamaz ama bu balta kılıklı adamlar ve benzerleri her istediğini anlatabilir. (Çünkü bunlar Atatürkçü ya)…
Hep verme eğiliminde olduğun için bilgi almaya niyetin olduğunu sanmam. Bu yaşından sonrada kıvırtmak yakışmaz sana. Efe gibi gerçekleri söylesene. Arapça bilmeden ayetler hakkında yorum yapma ehliyetini nerden aldın. Erkeksen bu siteyi oluştururken de hep Türkçe kullan göreyim seni. Her şeyin bir kuralı vardır.
Senin gibi kurallara bu kadar dikkat ettiğini söyleyen kişi Türkçe’nin Arapça’daki incelikleri anlayamayacak edebiyat yoksunu olduğunu da bilmek istersen bazı büyük şairlerin sitelerini tavsiye edeyim de şiirleri katletme güzel Türkçemizi kirletme.
http://www.edebiyatturk.net/ http://www.siir.gen.tr/ gibi sitelere gitmeni tavsiye ederim.
Yeter mi kazmacığım pardon baltacığım.
Pardon sen saldırgan demişsin acaba kim saldırgan nefsi müdafaa yapmak mı suçludur yoksa böyle site kurup insanların inançları ile dalga geçmen mi yada saldırman mı? İnanmıyorsan inanmadıklarını niye kendine saklamıyorsun. İnsanın içindekileri dışarı çıkartması masumane gelebilir ama oda yerinde olursa. İçindekilerin kokuşmuşluğu saldırganlığınla karışınca bayağı iğrenç oluyor diyebilirim. Yazık ömrün beyhude geçiyor. Senin nerden beslendiğini de anlamak isterim. İyi bir hekime (ama baytar olanına) tedavi ol derim ben sana
http://www.geocities.com/hayribalta2002/ozgecmisi.htm Hayatın hakkındaki bölümü de okuyunca gerçekten neden bu kadar başarısız bir şair olduğunu anladım. Bu işi ehline bırak ve inine çekil derim.
SAP, 19.7.2003
+
Sayın Sap,
Bu kafayla olamazsın,
Hiçbir baltaya sap

Din ahlaktır edeptir.
Öncelikle kendini bilmektir.

Sen Kuran’daki dileseydi ayetine bakmalısın.
Özellikle aşağıdaki ayetler üzerinde kafa yormalısın.

1. “Allah, dilediğinin kalbini açar ve onu Müslüman yapar,
dilediğininkini kapatıp kâfir kılar” (En’am 6/125)

2. “Dilediğini hidayete erdirir, doğru yola sokar;
dilediğini de şaşırtır ve doğru yoldan saptırır.” (A’raf 7/178, Fatir 35/8)

3.“Dilediğine ‘azab’, dilediğine de ‘merhamet’ eder.” (Ankebüt, 29/21)

4.“Ey Muhammet onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez; fakat, Allah dilediğini doğru yola iletir…” (K. 2/272)

5.“Ey Muhammed Rabbin dileseydi, yer yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (K. 10/99 Diy.)

Şimdi sorarım sana,
Allah dilemeseydi,
Yazdıklarımı kim yazdırırdı bana…

İnsan ne yaparsa kendine yapar.
Ancak cahiller başkasını suçlar.

Sana sözüm yok.
Sen ve senin gibiler için yukarıdaki ayetlere,
Saygı göstermekten başka çözüm yok.

Nasıl bilirsen öyle yap,
Bu kafayla olamazsın hiçbir baltaya sap.

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 20.7.2003
X15
MASONLAR…

Masonlar hakkında da yazacaksınız değil mi?
Ulu önder Atatürk’ün karşı olduğu bu kafası dışarıda örgüt hakkında da yazılar yazacak mısınız?
Selamlar
Tarık Ünsalan, 10.4.2002”
+
Sayın Tarık Ünsalan,
Önce saygı, sevgi…
Mesajını adlım: 10.4.2002 tarihli…
Soruyorsun: “Masonlar hakkında da yazacaksınız değil mi?”

Mason olup olmadığımı soruyorsun…
Benim Mason olduğumu sanıyorsun.

Sayın Ünsalan, bana Mason dersen yanılırsın.
Bu örgüte girmek için; çok güçlü, ün, şan, şeref sahibi olmalısın…

Girmek istesem bile beni almazlar,
Beni adam yerine bile koymazlar….

Çünkü benim ne ünüm, ne şanım…
Ne de vardır onlar kadar malım…

Ben 50 yıl emeği ile yaşamış cahil ve yoksul biriydim.
Söyle ben o kendini beğenmişler arasına nasıl gireyim?..

Öncelikle şunu bilmeni isterim…
Ben mason değilim!..

Bildiğim kadarı ile Masonlar Tevrat ve Yahudi kaynaklı gizemci bir
örgüttür.
Bu örgüt dünyayı yönlendirecek kadar büyüktür.

Amaçları: Ahlaklı örnek insan olmaktı.
Ne var ki dünyaya yön vermeye kalkınca bu amacından saptı.

Simdi ünlü şanlı, varlıklı kişilerin dayanışma örgütü oldu.
Kendini insanlardan üstün gören aptallar bölüğü oldu.

Biliyorum bu örgüte “Atatürk’ün de karşı olduğunu…”
Hiçbir zaman onaylamadım halka tepeden bakan böyle bir topluluğu.

Bunlar da halka, insana, tepeden bakan bir örgüttür.
Yaptıklarına ad vermek gerekirse: Bölücülüktür.

Halklara ve insanlara yukardan bakanlara savaşımla geçti ömrüm.
Bu düşüncem yüzünden Oradan oraya sürülüp durdum…
Dahası memleketimden kovuldum,

Kendime özgü bir kişiliğim var…
Ne İsa’m, ne Musa’m, ne de Muhammed’im var.

Dense dense bana halkını seven; akılcı, laik, materyalist bir aydın denir.
Bu unvanı da bana mahkeme vermiştir.

Şimdi kal sağlıcakla,
Saygılar sana…
Av. Hayri Balta. 10.4.2002
X16
erenerdem@aydinlikgazete.com

Sayın Eren Erdem,
Gerektir önce çalışmalarınızda başarı dilemem.

Aydınlık’ta yazmış olmanıza en çok sevinenlerden biriyim.
Hiç kaçırmadan Aydınlık alıyorum; sanki aboneyim…

İki gün üst üste yazınız çıkmayınca
Dedim: Acaba bir sorun mu çıktı aralarında…

Yeniden yazmaya başladığınız ilk yazınızda:
Bir hadis aktarmışsınız, altta:
“Bir adamın namazı, niyazı sizi aldatmasın. O adamın dirhem ve dinarla (yani para) ile olan ilişkisine bakın.” (Hz. Muhammed)
(Aydınlık 27 Ekim 2011)

Aydınlıkta çıkan yazılarınızda mal biriktirenlere veryansın ediyorsunuz.
Bu mal biriktirmeyi de KENZ adında dile getiriyorsunuz.

Bu, mal biriktirenlere son kitabınızda da atıp tutuyorsunuz.
Niçin, Hz. Muhammed’in, Dört Halifenin, ve de Sahabelerin mal varlığına değinmiyorsunuz?..

Adı geçenlerin mal varlıklarını gösterir çok kitap var elimde.
Ancak mütedeyyin insanları incitmemek için getirmiyorum dile…

Kaynak olarak yalnızca GOOGLE’Yİ veriyorum size…
Google’nin arama motoruna “Hz. Muhammed’in Mal varlığı” yazarak gir hele…

Bu kaynaktan Dört Halifenin, Sahabelerin de mal malvarlıklarına bakabilirsiniz.
Bilmem bu gerçekler konusunda ne dersiniz…

Mal biriktirme (Kenz) cihatla başlamıştır…
Öyle ki halk arasında şu sözler söylenegelmiştir:

“Yoksula sabır, zengine şükür!”
Bu sözler Allah’ın emridir…”

Gerçekleri işinize geldiğince bildirmek yakışmıyor size…
Bu davranışınız ediyor beni rencide…

Av. Eren Bilge, 27.10.2011
X17
NURTEN KINAY’DAN

Saygıdeğer Güzel İnsan…

Selam ağabeyciğim…
Uzun süredir Ankara dışındaydım. İletilerime bakamamıştım.
Yeni döndüm;ama inan ki iletilerini özlemişim.

Elinize sağlık…
Bizi bilgilendirdiğin içi sana sonsuz teşekkürler.

Sadece içimdekini sizin kadar olmasa da dile getirmek istedim.
Sağ olun iyi ki varsınız.

Her şeyin gönlünüzce olması dileğiyle…
Mutlulukla kalın…
Sağlıklar dilerim size…

Nurten Kınay, 30.10.2011
X
Sayın Kınay Nurten,
Sana sevgi içten…

Övgülerin için teşekkür ederim.
Yazılarıma ilgini her zaman beklerim.

Nurten Hanım yazılarımı beğenir…
Ne var ki bir seks sitesi yazılarımdan “iğrenir…”

Bu seks sitesi iki günde bir MSN’den ileti gönderir.
Gönderdiği erotik, porno slaytlarını açmamı önerir…

Her iletisinde aşka çağrı cümleleri vardır…
“Profiline hayran oldum; gel bana, sana tatmadığın mutluluklar tattıracağım!” denir…

Elbette ben açmam iletilerini…
Niçinini söylemeye gerek yok, tanırsın beni…

Her mesajları ile de tahrik ettiler beni…
Dediler: “Yeter artık, nazlanma hadi…”

Baktılar ki ben de yok tık!..
Beni aşağılamaya başladılar artık!…

Son mesajlarında ne deseler beğenirsiniz?..
“Ne iğrenç bir site bu sizin siteniz?..”

Düşünebiliyor musun bir seks sitesi…
Çağrılarına uymayınca suçlamaya başladı beni…

Her mesajında çıplak kadın pazarlayan bu site…
Şimdi kafa tutmaya başladı bana…

Demez misin şimdi bunlara:
“Dinime karışan bari Müslüman olsa…”

Av. Eren Bilge, 1.11.2011
X18
ÖĞRETMEN YALÇIN EFE’YE…

Sevgili Hayri Abi,
Fransa’dayım. Yazılarınızı heyecanla okuyorum.
Yanınızda kaldığım 10 gün bana ruhsal ve bedensel olarak çok iyi
gelmişti.
Yanınızda bulunduğum anlar, benim en mutlu olduğum anlardır.
Yazılarınız bir yana, sizi yüz yüze tanımak daha farklıdır.
Ekte ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir türküyü gönderiyorum.
Bitmez sevgi ve saygılarımla.
Em. Öğ. Yalçın Efe, 3.11.2011
+
Sayın Efe,
Teşekkür iletine…
Ve de
Hakkımdaki olumlu düşüncelerine…

Taa 1965 Akşam ortaokulundan beri bilirsin…
Beni, yazılarımı gözden geçirirsen…
Bir Türkçe öğretmeni olarak gerektiğinde beni yönlendirirsin.

Sen aynı zamana zeki birisin…
Gözünden kaçmaz sonra,
Herhangi bir yamukluğum olsa
Hemen görürsün…

Söylediklerim davranışlarımda dile gelir…
Davranışlarım, özüm, sözüm birdir.

Gözüm yoktur, şanda, şöhrette,
Asla, malda, mülkte…
Yaşarım tek başına,
Kendi halimde…

Evimde konuk olduğun sürece boş durmadın.
Ufak tefek arızaları onardın.

Hele şu muslukların ikide bir bozulması yıldırmıştı beni…
Hepsini bir güzel yeniledin, sık sık bozulmaz ettin hepsini…

Musluğu her açıp kapamada hatırlıyorum seni.
Sık sık sucu ustalarına başvurmaktan kurtardın beni…

Bana da iyi geldi 10 gün birlikte yaşamak…
Sevinirim ara sıra yaparsan böyle kaçamak.

Gönderdiğim Emekçi bandını dinledim.
Emekçiyi başından beri severim…
Yıllarca sonra yeniden dinlettiğin için,
Teşekkür ederim…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 8.11.2011
X19
AHMET DURSUN’A..

(Ahmet Dursun, Önceki Yazılar bölümündeki “Kim Bu Sivil adam” yazısı için duygularını dile getirmiş
Sayın Balta,
Hem okudum, hem acı gülümsedim hem de o günleri az da olsa yaşadım ve andım.
Her ne kadar 9-10 yaşlarında olsam dahi durumun vahametini kavrıyordum.
12 Eylül ve öncesinde başından çok şeyler geçmiş biri olarak söylüyorum.
Üzgünüm ama değişen hiç bir şey yok. Eskiden de demokrasi var diye öğretiliyordu.
Tek değişen isimlerin sağına soluna yapılan ilave takılar oldu.
Özetle o zamanki demokrasi bu zaman İleri demokrasi oldu.
Sağlıkla kalın.
Ahmet Dursun, 18.11.2011
X
Sayın Dursun,
Saygımız, sevgimiz bol olsun.

Her yanıt yazını dikkatle okuyorum.
Derin ve geniş, bilgini gördükçe hayran oluyorum.
Ne var ki her yazını yanıtlayamıyorum.
Bu nedenle senden özür diliyorum.

Çünkü yaşlandım, hastayım.
Buna karşın az da olsa yazmaktayım.
Yazmaktayım ama,
Nasıl yazdığıma ben de şaşmaktayım.

Zaten yazılarımla ilgilenip yanıt verenler çok az.
Bir sen varsın, bir iki kişi daha var.
Diğerleri okur mu, okumaz mı? Bilmem…
Bir teşekkür ederim diye yazmaz…

Biz yazar biz okuruz…
Böylece duygu ve düşüncelerimizi dile getirmiş oluruz…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden saygılar, sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 18.11.2011
+
Not:
Bu yanıt yazım. 24.11.2011 tarihinde sitemizin “YANITLAR” bölümüne girecek… HB

X20
ÖMER FARUK KOZGUN’A
Sayın Hayri Balta,
İyi akşamlar
Yazılarınızı büyük bir zevk ve merakla okuyorum ve sizin gibi bir şahsın semtimizden ve sokağımızdan geldiğini bilmek ayrıca zevk veriyor.
Ben eski bir çocukluk arkadaşınızın oğlu.
Hasan Balta sokağından namı diğer boklucorenden.(bu kelime için özür dilerim).
Yazılarınızın devamlılığı arzusu ile…
Ömer Faruk, 9.1.2011
+
Sayın Ömer Faruk,
İletine sevindim çok.

Bu sevincim şundan;
İletinin, doğduğum sokaktan,
Çocukluk arkadaşımın oğlundan
Olmasından…

Çok merak ediyorum: Babanın adı, soyadı nedir?
Bunu bilmek beni çocukluk günlerine götürür.

Sokağımızın adı Boklucaören’dir.
Bunu söylemekten utanmamak gerekir…

Yazılarımı izlemen sevindirdi ayrıca beni…
Düşünür bir yazarı,
Önce kendi sokağından olanlar izlemeli…

Bir bakarsın bunu Tabakhanedeki diğer,
Aydınlar, gerçeği özleyenler, izler…
Böyle bir gelişim beni çok daha mutlu eder…

Site adresim şöyledir:
www.tabularatalanayalanabalta.com
Bu adresi yazıp tıklayanlar,
Bir de bakmışsın Siteme girer…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana,
Av. Hayri Balta (Takma adım: Av. Eren Bilge, 10.11.2011)
G. T. 21.11.2011
X21
HÖKKEŞ AKGÜL’E…

Saygıdeğer Büyüğüm Sayın Hayri Balta Abiciğim
Geçmişten, bu gün’den ve geleceğe dair, öğretici, belgeli, kafiyeli yazılarınızı büyük bir zevkle okuyup 2005 yılından beri arşivlemekteyim
Engin bilginize, İlerlemiş yaşınıza, birkaç çeşit hastalığınızın olmasına rağmen çalışma azminize hayranım.
Demokrasiye, Atatürk ilke inkılaplarına sahip çıkmanıza ve din tacirlerine karşı verdiğiniz mücadeleyi dikkatle izliyorum.
Kısaca çirkin olan, riya olan, kötü olan, sahte olan her şeye karşı verdiğin mücadeleye saygı duymamak mümkün değil .
Saygıdeğer Hayri Abiciğim şimdiye kadar iletilerinize bir şeyler yazmamamın nedeni de okuyorsunuz, yazıyorsunuz, araştırıyorsunuz velhasıl işiniz başınızdan aşkın… Bir de benim iletilerimle uğraşarak yorulmayasın diye yazmıyordum. Ama siz; memnun, mutlu olacaksanız her iletinize acizane düşüncelerimi hissettiklerimi yazabilirim…
Kaleminizin güçlü, sağlığınız ve mutluluğunuzun daim olması dileğiyle…
Uzun, sağlıklı ömür diliyorum.
Saygılarımla,
HÖKKEŞ AKGÜL, 22.11.2011
+
Sayın Akgül,
Sana özel bir sevgim olduğunu bil.

Tanıdıklarımın en olgunlarından birisin.
Soy adın gibi, gül gibisin…

Yazdığın satırlar, boş biri olmadığını gösteriyor.
Hayri Balta’yı olduğu gibi değerlendiriyor…

İyi yakalamışsın bendeki özellikleri,
Ben yazarken düşünürüm hep ezilmişleri…

Bütün suçum ezilmişlerden yana olmak…
Bildim sonradan,
Çok büyük bir suçmuş, ezilmişlerden yana olmak…

Sende varmış yazma yeteneği
Biliyorsun fikir üretmeyi…

Bu özelliklerini geliştirmek için canın çektiği zaman yaz bana…
Bir de bakmışsın ki koskoca bir kitap olmuş aramızdaki yazışma…
+
Elbette Atatürk’e sahip çıkacağız.
Atatürk’e nankörlük edersek,
Yıkılır gider, evimiz, ocağımız…

Atatürk’ün yolu akıl yoludur.
Işıklıdır, çağdaştır, gerçeklerle doludur.
Türk halkı yaşamak istiyorsa,
Atatürk’ü unutmamalıdır.

Yeniden sevgiler sana…
Elbette bu ara,
Saygıdeğer hanımıza…
Ve sevgili gelinimize,
Ve de değerli çocuklarına…

Şimdi kal sağlıcakla,
Av. Hayri Balta, 25.11.2011
+
Sayın Balta,
Sayın Akgül’e tamamıyla katılıyorum.
Sağlıklı, uzun ömür diliyorum.
Ahmet Dursun, 29.11.2011

X22
SAYIN SERVET ŞAHİN’E…
Merhaba ,
Bu Rab işi sürer gider, Robot çağında bile.
Anlamadığımı biliyorsun Rab’bin işlerini, senin yazdıkların bazen soru iştahımı kabartıyor.
Her şeyden önce; yaratan neden başlangıçtan bir kural (din, iyilik,ahlak vs.) koymamış?
Kullarını başıboş bırakmış? ”Sonra nasıl olsa toparlarım ben bunları” diyerek salmış dünyaya . Öyle mi?
Heykellere, hayvanlara tapınmalarına izin vermiş, sonra da birilerini bunların yanlış olduğunu anlatmakla görevlendirmiş. Öyle değil mi kısaca .
Kulları; heykelleri, çokça tanrıları bulup buluşturur ve memnun mesut yaşarlar. Adaklar, kurbanlar peygamberlerden önce de vardı, bugün de var. Önce heykel için insan kesiyorlardı bugün tek tanrı için yine hayvan kesiyorlar.
Görevliler (peygamber) hep şifreli konuşmuşlar açık ve seçik bir anlatım yok. Bu benim kendi görüşüm tabii ki. Kuran’da bolca alt yazı (açıklama ya da meal deniyor galiba) var.
Kuran’ı yazan kim, ya da kimler? Açıklamaları yazanlar kim, ne zamandan beri açıklama yazılıyor? vs. Senin belirttiğin Tevrat’tan alıntı ”Rab doğruluğumuzdur”en yakın örnek.
Bu şifreli konuşmadan senin ya da diğer akil adamların çıkarttığı sonuç ; Rab (sanırım tanrının isimlerinden biri bu) sizin içinizde, ahlakınızda, kısaca erdem dediğimiz olgunluk Rab oluyor? Yani bu kitapların yazılmasına önayak olanlar (peygamberler) ve diğer din adamlar oluyor öyle mi? benim çıkarttığım bu.Tabii ki bilgisiz bir kafanın sapmaları olacaktır.
Ama okuduğunu anlamaya çalışan, okuduğunun üzerinde düşünmeye çalışıp bir sonuç çıkartmaya yönelik kafaların varacağı yer burasıdır.
Bu bir iktidar savaşımıdır. Kitlenin yönetilmesi, yönlendirilmesi bir güç gerektirir.
Malum ‘sürü psikolojisi’ vardır bildiğimiz. Psikoloji görece yeni bir bilim dalı sayılıyor günümüzde, ama görüldüğü gibi kavram çook önceleri hayata geçirilmiş. Güdüle ve sür.
Heykelleri ve çeşitli taptıkları olan kitleyi, şikayetleri olmadığı halde (sanırım) tek varlığa yönelten insanlar bir hayli güçlü olmalı ? Bu tanrının verdiği bir güç mü? Eğer öyle ise yine başa dönüp soruyu yinelemek gerek; neden başından iş düzgün kotarılmamış, yedi günde dünyayı yaratırsan, eh arada böyle unuttukların oluyor demek ki…
Saygı, Sevgi sıhhat dileklerim ile…
S. Ş. 6.12.2011
+
Sayın S. Ş.
İletin geldi,
Beni etkiledi.

İnceden inceye beni eleştiriyorsun,
Kimi yerde görüşlerimi iğneliyorsun.

Olsun, herkesin beğenmesi gerek diye bir kural yok.
Düşünce âleminde herkese yer çok.

Sen öyle düşünürsün, ben böyle düşünürüm.
Ben bu bana ters gelen görüşleri hak görürüm…

Benimki bana seninki sana,
Barış içinde yaşayıp gitmeliyiz bir arada…

Ne var ki “RAB, DOĞRULUĞUMUZDUR” başlıklı yazım,
Anlatmak istediğim gibi anlaşılmış, İşte bana da bu lazım…

Evet, bana göre, Yaratan ayrı; Allah (Rab, Tanrı, Yehova…) ayrıdır.
Bu iki kavram aynı kefeye konulmamalıdır.

Kavramlar gerektiği gibi anlamlandırılırsa,
Ancak böyle bir anlayışın yararı olur insanlığa…

Kısaca özetleyeyim bu iki kavramı:
Yaratan maddedir.
Kozmosla iç içedir.
Bunun nasıl olduğuna akıl sır ermemektedir…

Allah düşüncedir..
İnsanın içindedir.
Ve insanı; doğruya, güzele, iyiye yönlendirir…

Daha çok uzatmayalım.
Konuya yabancı olanların
Başını ağrıtmayalım…

Teşekkürler iletine,
Av. Eren Bilge, 7.12.2011
X23
SAYIN AYHAN ONAY’A…
Sayın Balta,
Yaratan (Allah, Rab, Tanrı, Yehova…) biz insanları kendi imajında topraktan yarattı.
Her şey topraktan gelip, tekrar toprağa gider. Bizler hür irade ile (robot gibi olmayan) ve vicdani duygularla yaratıldık.
Doğru’yu ve yanlısı biz seçiyoruz. Etrafımız yanlışlarla doluyken doğru, yanlışlar arasında gömülüdür, bulunması ve anlaması hiç de zor değildir ama istemelisin.
Bu neden böyledir? En başında iki insan hür irade ve sanki ebediyen yasayacakmış gibi duygularla ve biz hala öyleyiz yaratıldı ve dünyanın bütün güzellikleri onlara verildi, yasadıkları yerler cennet görünümlüydü. Bu iki insandan istenen tek şey belli bir ağaca dokunulmaması ve yardıma ihtiyaçları varsa Yehova’ya danışmaları idi. Bizim sevdiğimiz çocuklarımıza davrandığımız gibi.
Bu iki insan maalesef söyleneni yapamadı. Yaratan “madem size öğrettiğim yolda gidemiyorsunuz, akıllı ve kibirlisiniz o zaman kendi yolunuzu kendiniz seçin” dedi ve elini ayağını çekip gözleme başladı. Dünyada tarihte ve su anda olan bitenler bir tiyatro ve imtihan salonudur, oyunun nasıl biteceği Rab tarafından bilinmekte ve Tanrıdan Yuhannaya Gelen Esinleme kitabında yazılıdır. Bunu anlamak zor değildir ama temel bilgilere, önyargısı olmayan bir akıla gerek vardır. Temel aritmetiğe çalışmayan cebiri çözemez gibi.
Yehova kitabini anlaşılmasın diye yazdırmadı. Kim karanlıkta mum yakıp o mumu saklar? Eğer on yargılı davranmayıp, ona acık yürekle arzda bulunup “Bana gerçekleri öğret” derseniz O size yolu gösterecektir. Gerçekler elmas gibidir, onları o zaman bulmaya başlayacaksınız.
Bunu da hiç bir zaman unutmamak gerekir, Yehova kalbinizi okur, herkesi kandırabilirsiniz ama onu asla. O yaralı gönülleri iyileştirir, yeterci onunla dürüst olun. Onun için bir gün bin yıl gibi, bir yılda bir gün gibidir.
Saygılarımla,
Ayhan Onay, 7.12.2011
X
Saygıdeğer Ayhan Onay,
Beni; seni sayan, seven biri say…

Yanıt vermede biraz geciktim.
Üzülmez dedim, seni kendimden bildim.

İletin İsevi bir bakış açısı ile ele alınmıştır.
Benim bakış açım akla, bilime, sağduyuya, mantığa yakışır.

Ancak konuları akıl,bilim, mantık ve sağduyu açısından ele alırım.
Bir düşünce ve görüş;
Akla, bilime, mantığa, sağduyuya aykırı ise ona takılırım.

Atatürk’ün şöyle bir özdeyişi vardır:
Her ne ki akla, bilime, mantığa, sağduyuya yatkındır.
İşte o dindir…
Her ne ki akla, bilime, mantığa, sağduyuya aykırıdır.
Bilin ki o din değildir…

Ya nedir?
O peygamberlerin koyduğu şeriattir.
O nedenle halk arasında;
Musa Şeriati, İsa Şeriati, Muhammet şeriati denir.

Aklını imana kurban etmeyenlerin dini ise Allah’ın dinidir.
Bu da bütün şeraitlerin kabul ettiği doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi, şefkattir.
Bütün bunlar ise üstün ve yüce değerler, genel doğrular, olumlu kavramlar ve de erdemdir.
Bu kavramları kutsallaştırmak da hiçbir şeraite aykırı değildir…

İletinde bir yeri mimledim.
Buna da kısaca yanıt verdim:
“biz insanları kendi imajında topraktan yarattı.”

Bunun anlaşılır biçimi
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı.” (Tevrat, Yar. 1/27)

Değil mi ki konulara akılcı, bilimsel, mantıksal bakacağız.
Öyleyse bu konuda da akılcı, bilimci, mantıklı ve sağduyulu olacağız…

Şimdi düşünelim;
İnsan; “Yer, içer; sonra yaşlanır, yaşama veda eder.”
Diyelim…

Değil mi ki bizi kendine benzer yarattı?
Öyle ise “Tanrı; yer mi, içer mi?
Sonra yaşlanır yaşama veda eder mi?..”

İşte sana akılcı bir soru?
Bu konuda aydınlat beni eni konu…

Av. Hayri Balta, 17.12.2011
X24
SAYIN SERVET ŞAHİN’E…
Merhabalar,
Ayhan Onay arkadaşın yazısı ( 7/12/2011 ) üzerine yazıyorum . Siteni takip ediyor sanırım .
Kafama takılan soruları sorayım dedim , ama yanıtları bana değil herkes kendisine versin .
Anladığım kadarı ile arkadaşımız Musevi. Tek Tanrı kavramının öncülü onlar sanırım ve en çok eziyet çekenler de onlar olmuşlar. Hoş , her din eziyet çekmiş başlarda. Benim merak ettiğim şu ; çekilen eziyetler sadece dindar oldukları için mi ?
Ben ermeyen aklımla bunun bir egemenlik savaşımı olduğunu düşünüyorum !
Hz. Musa kurulu düzene/sisteme, (öyle ya da böyle…) bir şekilde müdahale ediyor.
Ve doğaldır ki sistem kendi varlığını korumak için karşılık verecektir. Bu , tarihte gördüğümüz gibi hep sert bir karşılık olmuş. Tüm dinler için geçerli bu.
Ayrıca kendi içlerinde de birbirlerini kesmiş tüm dinler. Din kardeşini asmış kesmiş yakmış . Ne için?
Aynı dinden olan kişiler neden birbirini boğazlar? Sorum tüm dinler için geçerlidir .
Onlarca yıl süren savaşlar ne için? Bakın tarihe, 30 yıl savaşlarını inceleyin, din, egemenlik hırsı ile kol koladır.
Kutsal kitaplardan başımızı kaldırıp yaşadığımız döneme bakalım . Açık yüreklilikle soralım; tüm bunlar öteki dünya için mi? Ve ben sorayım ; öteki dünyada Cennet ve Cehennem olduğu söylenir/yazılır, Cennetin boş kalacağı açık değil mi
Bugünkü Müslüman dünyasına bakın, onlar hala birbirlerini kesmeye devam ediyor . Kimsenin okuduklarını ciddiye aldığını sanmıyorum . Yoksa bu pislik niye devam etsin?
Din bu işler için tutunacak bir dal ,cankurtaran simidi muamelesi görüyor.
Ve ben inançlı olanların yaptıklarını gördükçe inançsızlığıma daha sıkı sarılıyorum .
Sevgi ve saygılarımla.
Servet Şahin, 20.12.2011
+
Sevgili Servet,
Öne sevgi elbet.
İletini okudum,
Aldım ibret…

Arkadaşımız değil Musevi,
O kendi halinde bir İsevi…
Onların dünyası dayanır inanca.
İnanç dünyasında pek yer yoktur akla…

Pek doğal gelir onlara, aynı dinden olanlarla,
Ayrı dinden olanların birbirine girmesi.
Kaldı ki Allah yemin etmiştir:
“Bunlarla dolduracağına Cehennemi …” (K. 7/18. 11/110. 32/13.38/85)

Avrupa’nın göbeğinde Yüz Yıl Savaşları
Otuz yıl savaşları
Öldürüp durdu yüz binlerce insanı…

Yine de bunlar almadı akıllarını başlarına;
Demedi hiçbiri: Hiç Allah din için,
Birbirinizi öldürün der mi insanlara…

İnancın seni mutlu ediyorsa ne mutlu sana,
Yeter ki bir kötülüğün olmasın,
Dinli dinsiz diğer insanlara…

Şimdi kal sevgilerle
Av. Eren Bilge, 21.12.2011
X25
SAYIN FEVZİ GÜNENÇ’E…

Sevgili Eren Bilge,

On dakika önce TRT TÜRK’Tde izlediğim bir programda Kutsal emanetleri içiren bir kitaptan söz ediliyordu. Topkapı Müzesi görevlilerinden birisince hazırlanıp Kaynak Yayınlarınca basılan bu kitapta Hazreti Muhammed’in silahlarının da yer aldığı vurgulanıyordu.
Aklıma şöyle bir şey geldi o zaman:
Muhammed’ten başka bir peygamber daha var mıdır acaba dinini silah zoruyla kabul ettiren. Bu konuda yetkin biri olduğun için senden öğrenebileceğimi düşündüm.
Kaynak’ın böyle bir kitabı basması da ayrıca ilginç geldi bana. Adamlar sanki para kazandıracak her kitabı basmaya hazır gibiler. Kendilerine özgü bir dünya görüşleri yok mu bunların?
Doğuya da yayınevi sorumlusu Mehmet Sabuncuya da sevgimi biraz azalttı doğrusu bu.
Yanıt vereceğini bildiğim için şimdiden teşekkürler.
Sevgiyle saygıyla sağlık dileklerimle…
Fevzi Günenç, 28.12.2011
+
Sevgili Fevzi,
Önce sevgi…

Sorduğun soru biraz tehlikeli…
Çünkü İslam olmuştur tarih boyunca
Devlet dini…

Bu nedenle söyleyemezsin gerçekleri.
Söylersen bizatihi devlet patlatır enseni…

Her zaman konuya gerçek dışı açıklamalarla başlamalısın.
İslam’ın adı Sulh, Selamet’ten gelir, barış demektir;
Bu nedenle İslam savaşı dışlamıştır, demelisin…

Oysa gerçek bambaşkadır.
İslam’a göre dünyada iki tür toplum vardır.
Bunlar; Darül İslam – Darül Harp; yani savaşılacak dünyadır…

Bu nedenle İslam’da savaş bitmez.
Diyelim hepsi Müslüman oldu, kafir kalmadı…
Bu kez de münafıktır, zındıktır diye
Birbirleriyle savaşmadan edemez.

Bunun en açık örneği İslam Peygamberi’nin naşı toprağa verilmeden,
Ebubekir’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’si birbirine girdiler… Neden?

Kerbela olayı ortada…
Sünni – Şii savaşı sürer gider halâ…

Oysa Barış’la ilgi çok da güzel sayısız ayetler vardır.
Nedense bizimkiler cihatla ilgili ayetlere sarılır…

Ne kadar ayet, hadis sıralasan boşunadır.
Herkes kendi bildiğine inanır.

Şimdi kal sağlıcakla,
Daha diyecek çok söz var bu konuda…
Onu da anlatırız söz konusu oldukça…

Av. Eren Bilge, 29.12.2011
+
Bir not:
Kaynak Yayınlarının yöneticisi İsmet Öğütçü’dür.
Mehmet Sabuncu ise Aydınlık Gazetesi sahibidir.

Bu topluluk emperyalizme karşı savaş adı altında
Irkçılarla, şeriatçılarla ittifak yapmıştır.
Oysa Atatürk; emperyalizme ve kapitalizme karşı yaptığı savaşta,
Gericilerle değil Sovyetler Birliği ile ittifak yapmıştır.

Bunlara göre Batı Uygarlığı bir hiçtir.
Uygarlığı insanlIğa, Doğu Dünyası getirmiştir.
Peki öyleyse, Atatürk;
Batı Uygarlığını niçin seçmiştir?..
+
KATKIDA BULUNANLAR:
Sevgili Eren Bilge Ustam,
Yanıtın için teşekkür. Doyurucuydu.
Kaynak Yayınları da Doğu’nun değil mi? Ya yayınlarının yöneticisi İsmet Öğütçü? Orhan Kemal’in oğlu mu oluyor? Mehmet Sabuncu Doğuya çok sadık çıktı. Onu ilk tanıdığımda küçücüktü. Solun S’sini duymamış biriydi. O çocuktan böyle biri nasıl çıktı hala şaşarım. Sağcı bir aileden sadece sol eğilimli biri olarak çıkması bile iyidir.
Sanırım onu yönlendiren ablası Sevim Sabuncu oldu. O iyi bir devrimci, bir militandı. Uzun süre kendisinden haber alınamadı. Şimdi burada bir de GRT var. Gaziantep Radyo Televizyon. Sahibi değilse bile yöneticisi Metin Sabuncu. O da Mehmet’in küçüğü. İnsanlar nereden nereye geliyorlar. Gel de şaşma. Tanıdığım birileri olarak iyi bir yerlerde olmalarına aslında seviniyorum. Ama doğru yerlerdeler mi, emin değilim.
Hz Muhammet öldüğünde onun cenazesini unutan bu mübareklerin (Ebu Bekir, Ömer’, Osman’) halifelik postunu kapma kavgasına giriştiklerini ilk okuduğumda çok gülmüştüm. Sanırım Ali daha onurlu. O, Muhammed’in cesedini yıkayıp kefenliyordu, diye okumuştum öbürleri halife olma savaşımı verirken.
Yeri geldikçe açıklarız, demişsin. Bilgilenmek için sabırla beklerim.
Sevgi… Saygı…
FEV, 30.12.2011
X26
SAYIN SERVET ŞAHİN’E
Merhabalar ,
Sen on parmakla hızlı yazıyorsun, yazılarında bazı aksaklıklar oluyor.
Senin anlatımın ile alıntıladıkların bazen iç içe geçebiliyor, bu da anlatımı bozuyor. Ya da anlam değişiyor. Lütfen yazını daha sonra gözden geçir.
Bu önerim bir ukalalık olarak algılanmasın. Sevdiklerimize gördüğümüz aksaklıkları söylemez isek o sevgi yüzeysel kalır.
Bu arada; senin Agnostik ya da Deist olabileceğin kanım bu yazında Deist olarak pekişti . Bu da bir eleştiri ya da bir ima değil , aman ha.
Yeni yılda yazılarının hız kesmeden devamını diler sevgi ve saygılarımı iletirim.
Servet Şahin, 31..12.2011
(Servet Şahin, bu eleştiriyi Erenler 2 bölümündeki ŞEYTAN başlıklı yazı için yapmıştır…)
+
Sayın Servet Şahin,
Uyarıların için teşekkür…

Bundan böyle daha dikkatli olurum.
Ben yazıyı yazdıktan sonra en az beş kere okurum.
Bundan böyle bir kere de senin için okurum…

Yazılarımda gördüğün aksaklıkları bildirmezsen bana,..
Ben yanlışlarımla baş başa bıraktığını unutma..

“Agnostik ya da Deist” olabilir misin demişsin bana…
Kimse bir ad koyamadı bana, gençliğimden bu yana…

“Agnostik” Yaratan’ın bilinemezliği demektir.
Oysa Hayri Balta bilinebilirliğini söylemektedir.
Aklın, bilimin elinden hiçbir şey kurtulmaz.
Bilim, bilme isteğidir; bilmeden duramaz.

“Deist” insan dışında maddî bir gücün varlığına inanır.
Hayri Balta ise;
İnsan dışında maddî bir gücün olmadığına inanır.

H. B., Yaratan ile Allah’ı birbirinden ayırmıştır.
Yaratanı insanın dışında; Allah’ı ise,
İnsanın şah damarında aramıştır.

Allah’ı ve Şeytan’ı insanın olduğu yerde aramalıdır.
Allah da, Şeytan’da İnsan varsa vardır.

H. B. Materyalist bir insandır.
Materyalist insan ise Yaratan’ın madde olduğuna inanır…
Bu inanış bilimseldir.
Bilime göre (Lavezion Yasası):
“Madde yoktan var olmamıştır yok da olmayacaktır…”

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…

Av. Eren Bilge, 3.12.2011
X27
SAYIN OKURUMA…

Sevgili Öğreticim,
Size ÖGRETICIM diyorum çünkü öyle kabulümsünüz.
Ben sizin oğlunuz yasındayım, ama SEVGILI demem, beynime yerleşen saygıyı solla mis durumda (tek şeritli yollar hariç, kaza riski yüksek ).
Sizi çok seviyorum, fikirlerinizi çok seviyorum, yürekliliğinizi, anlatım dilinizi, geri kalmış bir ülkede modern olmanızı, direncinizi ve hatta öyle hale geldim ki sizde yönetici olan hastalıkları dahi sevmeye başladım yazılarınızı okudukça. Çünkü IMANLA ulaşılan gerçek yoktur. Akılla ulaşılan var oluş vardır.
Saygı ve sevgilerimle
Almanya’dan bir okurunuz…
alkant@aol.com, 114.1.2004
x
Sayın Okurum,
İletini aldım, memnun oldum.

Hep bize kafa tutulacak değil ya…
Demek ki yazılanlar gitmiyor boşa.

Sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olmanız ne desen değer.
Ne ederse Doğa (Yaratan) eder, insan eder…
İnsan kenti yaptığı eylemden duymalı; sevinç, keder…

Dediğiniz gibi imanla, inançla insan ancak kendini aldatır..
İman insanda korku ve umut yaratır,
Sağduyuyu, vicdanı körletir, aklı dumura uğratır,

Asıl tehlikeli olanı insanın ikilem içinde yaşamasıdır.
Aklı fikri; Allah, ya varsa, ya yoksadır.

Bir süre bu ikilemi yıllarca yaşadığını Turan Dursun söylemişti.
Bana. “Hayri Bey, hem var dedim, hem yok dedim,
Yıllarca işyerime böyle gidip geldim!” demişti.

Ne mutlu size ki bu ikilemi aşmışsınız.
Hepsinden önemlisi sevgiyi tatmışsınız.

Sevdiğini söylemek bir insanın ruh güzelliğini gösterir.
Temiz ruhu güzel insan hem sever, hem sevilir.

Açık sözlülüğünü beğendim.
Ben de seni sevdim.

Bana umut verdin, yaşama bağladın.
Çünkü öylesine çorak bir toprakta yaşıyoruz ki:
Bütün sözler karanlığın…

Şimdi kal sağlıcakla, saygı sevgi sana.
Sizi tanımak istiyorum…
Biraz da kendin hakkında bilgi ver bana…

Şimdi kal sağlıcakla…
Av. Hayri Balta, 14.1.2004

X28
SERVET ŞAHİN’E…
Sayın Servet Şahin,
Huyunu sevdin senin…

Hiç olmazsa aldığın iletiler için düşüncelerini açıklıyorsun.
Açıklamakla kalmıyor; sorular da soruyorsun…

İleti göndermekten budur amacım.
Soru sorulmalı ki olsun açıklamalarım…

Örneğin şu sorun çok önemli:
Demişsin: “Cehaletin sürdüğünü söyleyebilir miyiz?..”
Bu konuda somut bir örnek vermem gerekli…

Sözünü ettin yazıdaki ayette:
“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?” (K. 6/95. Aynı zamanda bkz. 3/27. 30/19))
Denmekte…

Bilindiği gibi Kuran için de Tanrı Sözü (Allah Kelamı) denir.
İşte sana bir soru?
“İşte budur Allah!”
Diyen, Allah mıdır, Peygamber midir?..

Tanrı sözü desek: Hiç Allah kendisinden başkasına “İşte budur Allah!” der mi?
Hayalci olmayıp da gerçekçi olan, “Allah böyle demez!” diyerek anlatır derdini…
Bilir ki o, Tanrı Sözü’nün başka anlama geldiğini…

Bu gerçeği açıklayanlara kötü gözle bakılıyor.
Başına olmadık işler açılıyor…

Bu da insanlardaki “Cehaletin sürdüğünü…” gösterir.
Cehalet, insanların aklını kullanmaktan, gerçekleri söylemekten çekinmesidir…

Bilmem anlatabildim mi?
Soruna yanıt verebildim mi?

Av. Eren Bilge, 17.1.2012
+
Merhabalar
Cehaletim baştan hoş görüle. 15 Ocak tarihli ‘İşte Budur Allah’ başlıklı yazın üzerine yazıyorum. (Bu yazıyı ALLAH DENİNCE köşemizde okuyabilirsiniz…)
Daha doğrusu soruyorum. Kitaplarda yazılanlar neden bu denli açıklama gerektiriyor?
Neden sizlerin açıkladığınız gibi yazılmamış acaba? Hoş, açıklamalar da birbiri ile çelişebiliyor.
O dönemde insanlar cahildi!.. Onların anlayabilmesi için böyle yazıldı desek, bugün yapılan açıklamalara bakarak cehaletin sürdüğünü söyleyebilir miyiz?
Ölüden diriyi, diriden ölüyü diye lafı dolandıracaklarını sizin söylediği gibiniz gibi yazılsa imiş daha anlaşılır olurmuş.
Yazında alıntı yaptığın Prof. ‘…canlı bedenden ölü süt çıkar ‘ gibi bir inci yaratmış? Ölü süt nasıl oluyor acaba?
Organik /İnorganik örneklerini verip ‘Ölü Süt’ dese, bir dur hele derim. Haa, o da kitaplar gibi anlatacak ise vay halimize.
Görüleceği gibi, açık seçik söylenip yazılır ise ben bile anlarım! Yok öyle sembollerle çekirdekle, çatlatma patlatma ile anlatım tutturursan kim ne anlar? Sen içindesin, kaç değişik yorum yapıldığını daha iyi bilirsin.
Koysunlar o çekirdeği, taneyi bir kenara, Allahın Allahı gelse onlardan bir şey çıkartamaz. Ama onları gerektiği gibi işlersen (su, toprak vs. ) çatlatabilirsin!..
Sembollerle konuşmak bilgeliği mi gösterir? Peki dinleyenler nasıl öğrenirler bilgiyi? Ki onlar bilmiyorlarsa hiçbir şeyi… Bilgi de insanları kötü yola sürebilir bilgisizler eli ile…
Saygı ve sevgilerimle sağlıklı kal derim .
Servet Şahin, 16.1.2012
X
Merhaba
Bu Tebrizli Şemsettin’in Makalat’ından alıntıladığın yazı ilginç geldi. Yine bilmediğim bir konuya gireceğim.
Cahil cesareti işte.
Halkı okutarak yetiştireceğine inanlara Gavurcuk diyen bir insan Şems. O dönemlerde eğitim ( aklımın yettiği
kadarı ile ) medreselerde veriliyor idi sanırım. Derin muhabette olduğu Mevlana da medrese eğitimli ve üstelik
medresede dersler vermiyor mu ? Kendisi eğitimini nasıl yapmış ? Bundan ne anlamamız gerek ! İnsanlara hurafeleri
anlatıyorlar , o yüzden mi okutmaya gerek yok diyor ? Ama aynı medreselerde din dışında pozitif bilimler de
öğretiliyor idi öyle değil mi ?
Ve ayrıca : …Öyle bir insanın hiçbir yetkisi hiçbir şeyden bilgisi yoktur. Kesin hükmünde bulunuyor.
Ve ayrıca sen de kendi açıklamanda : ” …Bir halka gerçekleri söyleyerek onları okutarak ( onlara yazı göndererek )
aydınlatmanın olanaksız olduğunu anlatıyor ” diyorsun.
Bunları alt alta getirince ben de merak edip soruyorum ; insanlar nasıl bilgi edinirlerdi o dönemlerde ?
Köylerine gelen gezginci vaizler aracılığı ile mi yoksa köyün yaşlıları aracılığı ile mi ?
O dönem koşullarını tabii ki göz ardı edemeyiz , ne kadar ekmek o kadar köfte !!
Yine senin anlatımın ile : ” …Cehaletten kurtulmak başka , adam olmak başka” .. Doğrudur. Dediğin gibi okumak
cehaleti alır belki amma… Peki adam olmanın ölçüsü kıstası var mı ? Sadece erdemli olmak yeterli mi ?
Cahil bir erdemli ne katabilir yaşadığı topluma ? Hoş okumuş alimleri de günümüzde görüyoruz , paçavra halleri ile.
Yine senin anlatımın ile : ”Toplumun geleneğinden göreneğinden kurtulmuş , duygularına hakim, aklını kullanabilen,
gerçeklere saygılı insan anlamındadır (adam olmak) ” Bu tanımın Şems’in sözünü açıklaman ile çelişik olabilir mi ?
Haa ,gelenek görenekten kastın bağnazlık ise , evet ona katılırım.
Benim okumuşluğum kısıtlı , diploma sayarsak sadece İlkokul var. Mevlana , Şems-i tebrizi gibi insanların zamanlarında
söyledikleri sözler bugün hala geçerliğini koruyor, doğru ve özlü şeyler. Bu insanların söylediklerini yok saymak
aymazlıkla eş anlamlıdır. Yazımdan öyle bir anlam çıkmaz umarım. Ama hiçbir düşünce eleştiriden uzak değildir.
Sevgi saygı dileklerim ile
Servet Şahin, 21.1.2012
X29
FEVZİ GÜNENÇ’E,

Teşekkür ederim hem sevgili hem değerli hem de güzel ustam, sana…
“Hayri Balta” Romanının son iki bölümü için… “Babam gitti… Beni babasız bırakarak gitti… Öylesine duyarlı ki… Hiç böyle acımamıştı yüreğim ölen bir baba için. Ölen orada sanki babamız olmuyor da biz oluyoruz.
O hastane sahnesi ne güzel panoraması ülkemin.
Yazık ki böyle bir ülkede, böyle bir dönemde yaşamak zorunda kalmışız. Yazık bize…
Bugün sizin evin önünden geçtim. Çok tuhaf oldum. Burada yaşadı Hayri Balta, dedim kendi kendimi. Burada sevdi, korudu, kolladı bacılarını… Şimdiye bak bir de…
Sevgimle, saygımla…
FEV, 8.2.2012
X
Dost Fevzi,
Çoktandır özlemiştim seni,
Gönderdiğin İletiyle sevindirdin beni.

Muhakkak yeni bir iş üzerinesin.
Yoksa beni, böylesine ertelemezdin.

Özgür Gaziantep için yazılar da gelmiyor çoktandır.
Diyorum “Bunun nedeni işlerinin yoğunluğundandır…”

Hastane yazısından sonra,
Çok roman bölümü göndermiştim sana.
Eğer almadıysan son bölümleri,
Bildir, göndereyim anında…

Bir de rahatsızlık oldu sol gözümde.
Daha çok dayanamadım,
Bir akşamüzeri gittik Atatürk Hastanesi aciline.
10 gün oldu iyileşme oldu ama iyi olmadı.
Dün de gittik özele…

Baktı, dedi doktor:
“Gözünde Arpacık var,
Biraz ağrı yapar.
Ama günlük çalışmana vermez zarar…

Şu damlayı kullan, şu merhemi sür…
Merak etme iyileşecek,
İşte böyle böyle geçer ömür…”

İşte son durum böyle Fevzi,
Okudun mu dün gönderdiğim
“DİNDAR NESİL NASIL YETİŞTİRİLİR?..”
Başlıklı son iletimi?

Bir sen varsın koca Gaziantep’te beni anlayan…
Diğerleri bakıp durur yan yan…

Şimdi kal sevgi ile,
Av. Eren Bilge, 9.2.2012
X30
EFTEN PÜFTEN İFTİRALAR

Siz şimdi benim, şu başıma gelene bakın…

Bir arkadaş Gaziantep Sanat Edebiyat Derneğinde (GASED) bir kitabımı (SIRLARIN SIRRI) dağıtıyor.
Gaziantep’ten tanıdığım bir arkadaş bir tane alıyor.
Toplantıda aldığı kitaba dalıyor…
Birden bire mal bulmuş mağribi gibi bağırıyor:

“Aha, buldum!.. Bu adamın Allahsız, dinsiz, komünist olduğunu biliyordum. İşte burada da itiraf etmiş…”
Sonra da “buldum” dediği cümleyi:
Sözde Hazreti Ali Efendimiz şöyle demiş:
“Ben gözümle görmediğim Allah’a inanmam!..”

Hz. Ali “Allah yok!..” demiyor bir kere…
Diyor ki ben inandığım Allah’ı görürüm gözümle…

Bu sözlerden Hz. Ali’nin Allah’a inanmadığı nasıl çıkarılabilir?
Buna mantıkta çarpıtma denir.
Bu gerçeği Kuran şöyle bildirir:
“… Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle birliktedir…” (K. 57/4)

Kaldı ki İslam tasavvufunda
“Allah’ı görmemek küfürdür.
Allah’ı görmeden onun varlığı hakkında nasıl tanıklık edilir?”
(Bakınız: Tasavvuf. Kısa Bir Giriş.İz Yayınları 5. Baskı. William CHITTICK. Çeviren Turan Koç. s. 212-213)

Kaldı ki ben kitabımın kapağında Allah’ın varlığına ilişkin kutsal kitaplardan kanıtlar göstermişim.
İncil’den, Tevrat’tan, Kuran’dan örnekler vermişim:

İşte Tanrı’nın varlığının Kutsal Kitaplardaki kaynağı:

TEVRAT, DOĞRULUK kavramına Rab der.
“RAB doğruluğumuzdur” (İbranice “Yahve sidkenu”. Tevrat. Yeremya. 23:6 ve 33/16)

İNCİL SEVGİ kavramını Tanrı olarak kabul eder.
“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar…” (İncil. 1. Yuhanna. 4/16-19)

KURAN da, HAK kavramına, Allah’ın ta kendisidir der:
“Bu böyle. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp da taptıkları ise batılın ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür.” (K. 22/62. Yine Bkz. 24/25)

İşte dostlar ben böyle eften püften iftiralara uğradım.
Öylesine eften püften iftiralar ki hayretle bakıp kaldım….

Bana bu eften püften iftirayı yapanı sordum soruşturdum.
Kendisinin hem namaz kıldığını; hem de zina yaptığını,
Bir de zina yaptığı kadının dostu tarafından bir güzel soyulduğunu duydum.

Yok, Allahsızmışım da,
Yok, dinsizmişim de,
Yok, komünistmişim de…
Bire cahil!. Bunlar kalmadı mı geçmişte…

Bu eften püften iftiralar,
Beni değil de atanı yaralar…

Allah’ım bunlara bırakma dinini sen koru…
Zinakârın senin dinini koruması olur mu?

Av. Hayri Balta, 29.6.2012
X